Devrimci, yüzyılların ürünü olan düzene ve taşlaşmış alışkanlık ve boyun eğme ilişkilerine meydan okumadır, başkaldırıdır. Bu ilişkileri değiştirmek üzere, bu soylu toplumsal mücadeleye önderlik etmektir. Bu açıdan bakıldığında, devrimci kişi, bilincin ürünü olan bir gönüllülükle, kendi dar dünyasını kırıp parçalayandır. Bir başka deyiş ile kabuğunu kırandır.
Bilge, nasıl olur da en sıradan bir soruya, akılları şaşırtan kısalıkta ve basit bir yanıt verir? Nasıl olur da bilge diye tanınan kişi, en çapraşık durumda bile o sade yanıtı bulup çıkarır?
Gerçekte, insan içinde bulunduğu koşulların kavranması konusunda tutucu ve taraflı olabilmektedir. Kendisinin de bir parçası olduğu toplumsal kabuller; toplumsal değerler, bazen çok basit bir gerçeği görmesini engeller. Örneğin, âşık olmuş ve sevgilisi tarafından aldatılan bir kişi, aldatıldığını görmek istemez. Her zaman tersine inanmaya hazırdır. Hazırdır çünkü sevmektedir ve sezdikleri eğer doğru ise kaybedeceklerini düşünmektedir. Bu nedenle de çok basit bir durumu görmez. Böyle bir ilişkide aldatma süreklilik kazanırsa, sevgi denilen duygunun özgürleştiriciliği, yüceliği ortadan kalkar. Yerine kölelik ilişkileri ve aşağılanma geçer.
Toplumsal koşullar öyledir ki, bir tek kişi bilmeden de olsa, bir eyleme yönelse, birden ortam değişmeye başlayacaktır. Ama bunu görüp de eyleme kalkışmak genellikle pek olanaklı olmaz. Bunu görmeyenler giderek susar ve bu suskunluk, başka bir şeye gerek bırakmadan korkaklığa dönüşür. Bunu kavrayan ise, bu kez zamanlamaya aldırmadan, ilk fırsatta eyleme yönelir. İkinci tip, kendisinin korkakça yaşayamayacağını anladığından boyun eğmeyen ama sonuç alıcı bir zamanlamaya da tahammül etmeyendir. Tabii ki, üçüncü bir tip gerekir ve elbette ki, ikinci tipi temsil eden, üçüncü tipi yaratır.
Bu örnekler çoğaltılabilir. Anlatmak istediğimiz, kişinin toplumsal kabuller denilen şeyin nasıl bilmeden kölesi olduğu gerçeğidir. Bir genç kız, mutlaka anne ve babasının sözünü daha çok dinler. Ama bir kere o, çocukluktan beri ilmek ilmek örülen esaret ağını parçalamaya görsün, bakın erkekler onun yanında nasıl ana kuzusu kalır.
Yine bir iki kere içeri girin, eviniz basılsın, bakın aileniz nasıl daha net hale gelir ve sizin davanıza destek verir konuma geçer. Aileyi en çok korkutan, onlarca yoldaşın ifade ettiği gibi, sizin devrimci olmanız değil komşuların bunu öğrenip ailenizi aşağılamasıdır. Nasıl ki, hırsızlık yapan bir kişinin kendisi değil, ailesi onun adına utanırsa, benzer biçimde hava devrimden yana esmediği koşullarda devrimci olan bir insanın da ailesi aynı şeyi hisseder. Bu his ise ancak eylemle yenilir.
Demek oluyor ki toplumsal koşulların insan üzerindeki baskısı sıradan bir baskı değil. Bunun içindir ki, doktorun karşısında ezik dururuz, bunun içindir ki, “yekpare camdan 77 katlı mağazalara” bakarken bunların insan elinin eseri değil de bizi boğmaya gelen, bize fakirliğimizi hatırlatan binalar olduğunu düşünürüz.
Oysa, bilge kişi bunların dışındadır. Çok daha sade yaşamakta, çok basit şeylerle uğraşmaktadır. Hayatının temeline zevklerini ve toplumun ona dayattıklarını koymaz. Tersine toplumsal koşullara zıt bir yaşam kurar. Öyle ki, onun son derece basit ve maddi zenginlik ögeleri içermeyen yaşamı, insanları etkilemeye başlar. Gerisi ise kendiliğinden gelir. Bu kadar basit yaşayan kişi sade ve açık düşünür. Ama toplumsal ilişkiler ve kabuller altında kendisi olmayı unutmuş kişi, bu basitliği çok büyük bir cesaret ve çok büyük bir bilgi birikimi ile bağlamaya başlar.
Bir Çin atasözü, aslında doğada karışık bir şey yoktur, karışık olan sizin kafanızdır der: Durum tam da buna uymaktadır.
Don Kişot’ta bizi etkileyen nedir? Onun başından delilik dediğimiz, bizi kahkahalara boğan akılsız saldırıları değil midir? Yoksa, bizi gerçekten etkileyen bu akılsız saldırıların komik tarafı değil de toplumsal kabullerle dalga geçen eylemler olması mıdır? Mesele bunun kararını verebilmekte.
İşte bilgenin sizi şaşırtan sözlerinin, sizi şaşırtan eylemlerinin temeli de buradadır. O, toplumun kölece ilişkilerini kabul etmiyor ve bunları kendi üstünde baskı unsuru olarak hissetmiyor. O, her zaman aşkın özgürleştirici yönünü görebiliyor; zira bu yönü olmayan ilişkiye aşk demiyor.
Sınıflı toplumların insan kirliliği yarattığı açık. En büyük insan kirliliğini ise kapitalizmin bizzat kendisi yaratıyor. Çünkü o sınıflı toplumların en gelişmişi, insanı aşağılamanın zirvesi olan bir toplumdur. İşte böylesi bir toplumda, kendini bilmek, bilgelik oluyor. Kimsenin kendisi olmadığı, kimsenin bir dirhem özgür olmadığı bir toplumda, bunun dışına çıkan bilge oluyor.
Feodal toplumda, devletin henüz girmemiş olduğu toplumsal yaşam alanları vardı. Sınıflı toplumlar boyunca gelişen devlet, giderek toplumsal yaşamın daha geniş alanlarına giriyor. Kapitalizm ile birlikte devlet insan fizyolojisinin en ince noktalarına da giriyor, toplumsal yaşamın en mahrem bölümlerine de beyin korku ile dumura uğratılıyor. İdeolojik saldırılarla devlet, toplumsal ilişkilerin baskısı öylesine bir boyuta çıkarabiliyor ki korku yolu ile beyinler esir alınıyor. Gen teknolojisi ile uğraşıp korku yaratan haplar da belki yapmışlardır ama buna ne gerek var. TV-medya tümüyle bu işi görüyor kimse kendisi dışında kimseye güvenmiyor ve kimse, çok iyi bildiği doğruları doğru olarak görmüyor. Böylece, bu iğrenç canavar, insan kirliliğini en üst boyutlara çıkarıyor. Korku insanı teslim almak için yaratılıyor. Cinsellikten, babasından, korku filmlerinden, sevgilisinden, arkadaşından, yemeklerden, içeceklerden, hastalıklardan, kendinden korkan bir insan acaba ne kadar insandır.
Sınıflı toplumlara tek bir sosyo-ekonomik sistem demek daha uygun görünüyor. Yakında çıkacak olan “Ekonomi Politik Ders Notları”nda bu konu daha detaylı açılıyor. Ama, burada şu kadarı gerekli; sınıflı toplumlar içinde bir yeni evreye geçiş, aynı zamanda insanın kulluğunu ve devletin toplumsal ilişkilerin yeni alanlarına yayılmasını beraberinde getiriyor. Bu sınıflı toplumlar tarihinin bir yasası. Elbette, bu arada üretim araçları gelişiyor. Ama insanı boyun eğmeye bağlı üretim ilişkileri altında.
Devlet, feodal toplumda, örneğin yatak odalarına, köylere, komşuluk ilişkilerine, anne-baba ile çocukların ilişkisine, insan beyninin fizyolojisine bu ölçüde girmemişti. Buralar, o ünlü deyim ile, “sivil” alanlar olarak görülebilirdi. Bu nedenle de bilgeler genellikle, bu alanlardan çıkarlardı. Böylece de bilge kişilerin şaşırtıcı ve uzak durulan yaşamı aynı anda akla gelirdi.
Ama insanın bu kadar kirlendiği bir toplumda korku ile beyinlerin fizyolojisinin bile değiştiği insan denilen canlının atadan geçme reflekslerinin değiştiği bir toplumda durum biraz farklı.
1- Bilge, bu toplumda, kendini bilen, kendisi olabilendir.
2- Bunun, devrimci olmak, bu kölelik ilişkilerine, bu aşağılanmaya karşı savaşmak dışında da yolu yoktur. İşte bu nedenle bilge ile devrimci birleşmektedir. Şimdi, her devrimcinin, toplumsal çemberi kırmanın ürünü olan en sıradan eylemi, davranışı, sözü, kendisi dışındakine ya büyük bir cesaretin ürünü ya büyük bir bilgelik olarak görünüyor.
İdealler, büyük rüyalar bizim dünyamızla özdeşleşti. Bu topraklarda devrimciler hayalperest görülürler. Bunun bir nedeni bunca yıldır iddiamıza uygun adımları zafere ulaştıramamak ise, bir diğer nedeni de yarı deli yarı hayranlık uyandıran davranışlarımızla insana ait olan bir dünyayı savunuyor oluşumuzdur.
Kendinin bilincine varmak, kendin olmak, mevcut toplumda kimsenin istemediği bir şey. Herkes ezildikçe daha çok Madonna, daha çok Michael Jackson olmak istiyor. Kendisi dışında her şey olmaya hazır hale getirilmiş insanlar, elbette, kendisi olmayı erdem olarak gören birisini bilge olarak görürler. Ki gerçekten de öyle görünür.
Kendinin bilincine varmak, her şeyden önce toplumsal koşulları doğru çözümlemekle mümkün. Bunun için ise, kitaplar yutmaya gerek yok. Sadece, seni çevreleyen gerçeği görmek yetiyor. Yukarıdaki örneğimizde, kölelik doğuran bir aşk ilişkisi içinde olduğunu gören, kendini çevreleyen gerçeğin bir bölümünü de görmüş olur. Ama bunun cesaret gerektirdiği açık. Yani kendini çevreleyen koşulların gerçekten kavranması, sanıldığı gibi okumakla olmuyor, tersine cesaret gerektiriyor. Sevdiğinin seni sevmediğini, arkadaşının aslında çıkarcı bir tip olduğunu kabul etmek, ne büyük cesaret ister değil mi?
Bu cesaretin kaynağı ise, ikinci koşulu beraberinde getiriyor. Eğer insan düşünürken ilişkilere girerken adım atarken, dövüşürken, yeni bir sürece adım atarken çekeceği acıları, kaybedeceklerini veya alacağı ödülleri düşünürse, asla kendinde o cesareti bulamaz. Akıntıya karşı, dalgaya karşı kürek çekemez. Sadece onun cesareti, rüzgârın kendinden yana estiği koşullarla sınırlıdır ki, en sahte cesaret göstergesi budur. Onun için Ho Chi Minh’in şu sözünü hatırlamak gerekli; “Talihsizlikler, insanın sadakatinin ölçüsüdür”. Cesaretin ölçüsü de tıpkı böyle girilmemiş ve bilinmeyen yola kendini aşarak girebilmektir. Hiçbirimize, bir elma almak için kendini ateşe atan birisinin davranışı kahramanlık olarak görünmez. Hiçbirimiz maddi çıkarları uğruna ya da sadece kendi çıkarları için ilk adımı atandan etkilenmeyiz. Ama her zaman, bir başkası için, arkadaşı için ileri atılandan etkileniriz. Ferhat’ın aşkı, dağı delmeye koyulması kadar gerçektir. Ama Ferhat’ın aşkını büyük yapan Şirin’e kavuştuğu noktada durmayıp dağı delmeyi halka su sağlamak için sürdürmesidir.
İşte buna kendini aşmak denir. İnsan korkabilir, insanın pek çok anlamadığı şey, pek çok nokta olabilir. Ama acıların, ceza ve ödüllerin hesabını tutar noktaya gelmezse, kendini köleleştirmezse, kendini aşabilir. En kritik anlarda destanlaşabilir. İnsan denilen canlıda bu güç vardır. Onun için, burjuvaların korkunç silahları vb. hiçbir işe yaramaz. Hiçbir güç kendini bomba yapan Kürt kızının güzelliğinin güneşe karışıp aydınlık yaratmasını engelleyemez. Hiçbir güç onları yenilerinin izlemesini engelleyemez.
İnsan onuru denilen şey var oldukça, hiçbir güç bir Don Kişot’un çıkmasını önleyemez. Don Kişot, tıpkı bilgeler gibi ne çektiği acıların, ne kazanacaklarının, ne de kaybettiklerinin hesabını tutmamıştır.
Devrimciyi ayıran tek nokta vardır; inandığının gereğini yapmak. Bu son derece sade, son derece açık, son derece kolay, bir o kadar zor ve tek onurlu iştir. İnsan kirlenmesinin korkunç boyutlar aldığı bir toplumda, devrimcilik, yol açıcılık, insanlaşma için ışık oluşturmadır: Bilgelik gibi, Don Kişotluk gibi.