Diyanet İşleri lağvedilmelidir

 

Birçok kurumun tarihi, mesela emniyet teşkilâtı gibi, Cumhuriyet tarihinden daha eskidir. Duyarız, emniyet 150. yaş gününü kutluyor diye. Çünkü TC, Osmanlı’nın, daha sınırlı bir kara parçasında, emperyalist sistemin Sovyetler’i kuşatma politikalarının ürünü olarak, devamıdır.

Ama Diyanet böyle değildir.

Bir noktaya daha bakmalıyız. Osmanlı, bir devlet olarak, feodal bir imparatorluk olarak, acaba elinde tuttuğu halifeliği hiç kullanmış mıdır? Halifelik ve saltanat, Cumhuriyet döneminde kaldırılmıştır. Ama Osmanlı’nın halifeliği kullanma girişimi, ancak Osmanlı’nın son dönemlerine aittir.

Osmanlı’nın dağılma dönemi, dünyada burjuva anlamda uluslaşmanın yükseldiği bir döneme denk düşer. Osmanlı, 1800’lerin ikinci yarısının ortalarında, kendi sınırları içinde başgösteren bağımsızlık hareketlerini önlemek için bir ideolojik hamle yapmaya başladı. Uluslaşma eğiliminin güç kazandığı Balkanları tutabilmek için, İslam işe yaramazdı. Zira o bölgelerdeki halk, çoğunlukla Hıristiyan idi. Bu nedenle, devleti tutabilmek için “Osmanlıcılık” devreye sokuldu.

Ne zaman ki Balkanlar artık kaybedildi ya da büyük ölçüde kaybedildi, 1800’lerin sonlarında, 1900’lerin ilk yıllarında, Osmanlı, bu kez Afrika ve Ortadoğu ülkelerini tutabilmek için, “İslam”ı devreye soktu. Bu dönemler halifelik çok da güçlü olmayan bir biçimde kullanıldı. Bunun dışında Osmanlı’nın aklına halifeliği kullanmak gelmemiştir.

Bugünlerde, yeni elitler, Ortadoğu’ya dönük Osmanlıcılık hamlelerine başvururken, İslam, ümmet, halifelik kavramları yeniden güç kazanmaya başladı. Öyle anlaşılıyor, Erdoğan-Suudi ittifakı, bu konuda yol almak istiyor. Yine öyle anlaşılıyor ki, Suudiler bu konuda kendilerini daha birincil noktaya oturtuyor. Bugün değilse de yarın, Erdoğan ile Suudilerin bu konuda karşı karşıya kalacağı da kesindir. Ama Türkiye, Suudi Arabistan ile IŞİD arasındaki bağlantıların, IŞİD’in halifelik ve devlet vurgusu ile ortaya çıkması boşuna değildir.

Diyanet İşleri ise, TC devletinin dini kullanma isteğinin işaretidir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’de Alman etkisini temizlemek isteyen ABD, bir yandan orduda temizlik işine koyulurken, buna hazırlık olarak 1946’da Türkeş’in de içinde olduğu bir grubu ABD’de eğitime alırken, aynı zamanda, zamana ayak uyduracak bir devlet şekillenmesi için, Türkiye’yi dizayna girişmiştir. Bir yandan komünistlerin denetiminde bir sendikacılık oluşmasın diye Türk-İş’i organize ettiler, diğer yandan Kore’ye asker gönderme karşılığında özel savaş uygulamalarının gizli örgütlenmesi ve NATO üyeliğini devreye soktular, öte yandan ekonomi için Devlet Planlama Teşkilâtı’nı kurdular ve nihayet dini azgınca kullanabilmek için Diyanet İşleri’ni devreye soktular.

Diyanet İşleri, gerçekte, devletin dini denetim altına almasının ötesinde, doğrudan onu yönetmesidir.

Diyanet İşleri, Sünni İslam çizgisinde bir devlet dini organize etmiştir. Tekkelerin kapatılmasından çok daha ileri bir adımdır ve dini devletin kullanma iradesini örgütlemek demektir.

Bu nedenle, Türkiye Cumhuriyeti, gerçek anlamda hiçbir zaman laik olmamıştır. 12 Eylül döneminde, devrimci harekete karşı, son 20 yılda Kürt devrimci hareketine karşı dinin kullanımı, Diyanet İşleri’nin ne demek olduğunu göstermektedir.

Normalde, devletlerin dini olmaz. İnsanlar istedikleri, inandıkları dine uygun olarak kendi yaşamlarını düzenler ve devlet, normalde her dine eşit mesafede durarak, vatandaşlarının dinî inanış ve ibadetlerini özgürce yapmalarına olanak sağlar.

Oysa Türkiye’de, Diyanet İşleri, 120 bine yakın kadrosu ile doğrudan devlet memuru olan din adamları devreye sokmuştur. Ve bu elbette dinin siyasal iktidarın elinde bir araç hâline gelmesini doğrudan sağlamaktadır. 120 bin maaşlı Diyanet İşleri kadrosu, bu konuda da uygun bir pratik ortaya koymuştur.

Siyasal iktidarlar, istedikleri zaman fetvalar verdirerek bu konuda sınır tanımaz bir pratik ortaya koymuşlardır.

AK Parti iktidarı bu konuda önceki pratikleri de aşan bir uygulama devreye sokmuştur. Devrimci harekete, daha çok da Kürt hareketine karşı dinin bu azgın kullanımının yanında, sıradan ekonomik ve siyasal olaylarda da Diyanet devreye girmiştir.

Birkaç örnek hatırlayalım.

301 işçi, maden kazasında katledildi. Bu konu doğrudan AK Parti iktidarı ve seçimlerde kömür dağıtımı gibi noktalara kadar ulaştı. Zaten her gün yaşanan işçi ölümleri, işçi cinayetlerinin ayyuka çıkması 301 madencinin ölümü ile daha da gündeme oturdu. AK Parti iktidarı Diyanet’i devreye soktu. Diyanet İşleri, hemen bir cuma hutbesi hazırladı. Bu hutbede, iş kazalarına karşı önlem almak, aslında bir anlamda Allah’ın işine karışmaktır, denildi. Tabii bu yolla hem iş güvenliği önlemleri konusunda patronların istediklerine uygun bir hava ortaya çıktı, hem de “fıtrat” meselesi onaylanmış oldu. Kimse de kalkıp, efendim bu doğru ise, bir başbakanın koruma ordusu ile dolaşması da Allah’ın işine karışmak değil midir, diye sormadı.

Yine Kabataş yalanını, Dolmabahçe Camii yalanını hatırlayalım. Burada da Diyanet İşleri, Başbakan’ı doğrulamayan din adamını sürgün etmekte tereddüt etmedi.

İşte bu Diyanet İşleri, son günlerde bir fetvaya daha imza attı. Bu fetvaya göre, bir baba ile kızı arasında cinsel ilişki helâl hâle geldi. Gerçekte baba-kız-şehvet gibi kelimelerin geçtiği bu fetvayı tartışmak bile, insanın kalbini yaralayıcıdır. Ama gelin görün ki bu oldu. Ve gelen tepkiler üzerine kurumun sitesinden bu fetva kaldırıldı.

Ardından bir açıklama da geldi. Buna göre, bu doğrudan “paralel” yapının işi imiş. Son günlerde ortaya çıkan pek çok suçun, sonunda paralel yapıya yıkılması, inandırıcılığı azaltıcıdır. Ama daha da önemlisi, bunun bir şeyi değiştirmeyeceğidir. Bize bugün paralel yapı diye sunulan “şeytan”, bugünkü devlet çarkının içine halk tarafından sokulmuş değildir. Kökleri eskiye uzanan, 12 Eylül ile komünizme karşı mücadelede araç hâline getirilen din, bugün kendi içinde karşıt gruplar üretmiş ise, bu gerçeği değiştirmez.

Bu garip fetvalar, yolsuzlukları aklayan dinî açıklamalar, iş güvenliği konusundaki hutbeler vb. aslında toplumda inananların da yüzeyselleştiğinin göstergesidir. Devletin “denetimi” altında din, kendi gerçek doğasını ifade edemez hâle gelir. Bu ise, din adına pek çok saçma sapan işin yapılabilmesine olanak tanır. Olan da budur.

Böylesi bir cuma hutbesinin okutulabilmesi, aslında dinî cehaletin de boyutlarını gösterir. Baba-kız-şehvet açıklaması da buna bir başka örnektir. Yani, öyle paralel yapıya yıkılsa bile geçiştirilebilecek bir şey değildir.

Bizim ülkemizde biz, Filistin’de ölen çocukları izlerken farklı, Kürt çocuklarının ölümünü izlerken ayrı bir dini öğreniyoruz. Bizim ülkemizde biz, Sivas’ta yakılanları ayrı bir din gözü ile, IŞİD’in yaktıklarını ayrı bir din gözü ile izleyebiliyoruz. Bu marifetin temelinde Diyanet İşleri vardır.

Maaşlarını devletin ödediği imamlar, zırhlı Mercedes’lerle gezen başkanlar, Diyanet İşleri yolu ile gerçekleştirilen örgütlenmenin sonuçlarıdır.