SÖZ VER!
– Orospu Çocuklarıyla Mücadele Derneği abi.
– Ney ney, bir daha söyle!
– Ya Magirus üç defa söylettin, duyduğun gibi işte.
– Öyle dernek mi olur la!
– Biz kurmuştuk işte lisede.
– Lan valilik nasıl izin verdi?
– Yahu, gidip yasal olarak bir şey yapmadık zaten, kendi aramızda adı oydu.
– E, hadi anlat merak ettim.
– …
Ona koyduğum isme gerçekten hakkını veren bir şemali vardı Magirus’un. Saçlar jöleli, arkaya yapışık. Kaşları alnının orta üst kısmında buluşan iki kırık ok. Burnu üst dudağına kadar sarkık ama kesinlikle karadeniz çatalı yok. Ağzıysa ince uzun bir kumaş kesiği. Magirus ambleminin izdüşümü gibi. Magirus-Deutz’a patent davası açsa açar hani. Yılmaz, “duraktakiler arasından sana en zor, en itici geleniyle başla” demişti. Şu tipiyle Magirus Abi’ye merhaba demekten daha itici bir şey yoktu benim için. Tanıştığımızda aynı yaşta olduğumuzu öğrendiğim Orhan, gerçekten çok çirkin bir adamdı. İnsanları dış görünüşlerine göre yargılayıp bundan utanmaktan ayrı bir haz duymuşumdur hep. İki otobüs sohbetinin ardından bir akşam benim davetimle bizim üst sokaktaki kahveye gittik birlikte. Beşiktaş-Galatasaray maçının olduğu akşamdı. Maç da izleriz biraz dedik. Ben tabii ki Beşiktaşlıyım. Bu da Fenerliymiş. Şaşırmadım. O akşam Beşiktaş’ı tutuyordu. Ben olsam tutmazdım. Fener-Cimbom derbisinde ben kimseyi tutmam, Beşiktaş’ın çıkarı olsa da tutmam, bir yolu olsa da, ikisi de 5-0 yenilsin isterim. Hayatta aynı anda olamayan ikili mutluluklardandı bu da. Magirus baya baya Beşiktaşlı oldu o akşam. Yapay bir yoldaşlık yarattı aramızda, habire Cimboma sövdük maç boyunca. Maç bitti. Yine benim davetimle tavlaya oturduk. Tavla, sohbet etmek için elverişli ve geleneksel bir figür diye düşünmüştüm. Az çok bilirim de oynamayı, yazları babamla oynardık eskiden. Magirus, tam bir hayvanmış tavla konusunda. İlk oyunu ben aldım diye hırs yaptı, çat çut vurmaya başladı pulları. Şu abuk sabuk tavla laflarını da ezberlemiş, pencüse, öperler güzeli… filan. İkinci oyunu o aldı. Keyfi yerine geldi hırtın. Her oyun bitiminde ya çay ya oralet söylüyordu. Miğdem büzüştü bir süre sonra. Ben de o esnada Orhan’la muhabbet etmeye çalışıyordum. Ardı ardına, “anan baban n’apıyo, nerelisin, kardeş var mı, oyunu kime verdin, neden ona verdin, sevdiğin var mı, en son ne zaman oldu?” diye boyuna soruyorum. O da aynı soruları, “senin, sen, seninkiler?” diyerek kısa kısa bana geri soruyor, hiç gocunmadan benim sorularımın üstüne konuyordu. Birkaç oyun sonra ben neredeyse Orhan’la ilgili her şeyi öğrenmiştim ama o beni hiç dinlememişti bile. “…Ya abi, işte patron da böyle yamuk yaptı, ben krediyi çekmişim, planımı yapmışım…”, “…bizim duraktan bir kız abi, görmüşsündür, Daphne…” “…neydi o türkü abi, dedem çok severdi, kaşlaaarın…” Ben de nasılsa dinlemiyor diye dibine kadar anlatıyordum, detaya girip saçmalıyordum. Magirus da aralarda “al eline, dola beline”, “arifeyi gösteririm, bayramı göstermem” gibi nadide tavla vecizeleri kurdukça, beni dinlemediğinden emin olup biraz daha anlatıyordum. Sonra sıkıldım, sustum. Artık oyun bitsin de gidelim diye uğraşmaya başlamıştım. Orhan su götürmeyecek derecede benim anlaşamayacağım biriydi. Israr etmeye gerek yoktu.
Ne kadar vermeye çalışsam da, yersiz, zamansız şansım yüzünden iki de bir oyun kazanıyordum. 1-1, 2-1, 2-2, 3-2, 3-3… Selman Kahvesi tarihinin en uzun süren tavla maçını ben ve aslında Fenerli olup da bu gece Beşiktaş’ı tutan bu Magirus yapıyordu. Ben kazandıkça Orhan daha da hırslandı. Pulları öyle vuruyordu ki, tavla her seferinde zıplayıp tekrar yerine iniyordu. Oyun tam Orhan’a giderken üst üste iki kez düşeş attım, iki taşını birden kırdım adamın. Orhan çok sinirlenmişti, ok kaşlarını çattı ve kırdığım taşları toplarken, “birader, götüne bal sürüp de mi geldin bu akşam sen?” dedi. Lisedeyken bütün mecazları, deyimleri gerçekmişcesine kafamda canlandırmak gibi yorucu ve travmatik bir huyum vardı. Orhan’ın bu vecizesini duyunca, iyi ki bu “gerçekmişcesine canlandırma” olayını bırakmışım diye düşündüm. Bunu düşünmemle söylediği vecizeyi gerçekmiş gibi düşünmem arasında saniye bile geçmedi. Allah cezanı versin Orhan.
Oyuna devam ettik. 5-4 yendi beni Magirus. “Yaa, işte öyle arifeyi görürsün, bayramı göremezsin gardaş” dedi. Tüm Selman Kahvesi eşrafını rahatsız edecek bir sesle tavlayı kapattı. Kahvede kimse rahatsız olmadı. Fakat bu rahatsız olmayıştan ben fena rahatsız oldum. Sırf puştluğuna, “o lafı söylemiştin Orhan az önce” dedim. Anlamaz ya da anlamamaya çalışarak yüzüme baktı, “ha evet demişimdir. Tavlanın böyle bambaşka bir dili var işte Efe” dedi. Muhtemelen tavlada yenildiğim için kızdığımı düşünüyordu. Ne yapmaya çalıştığımdan haberi bile yoktu o akşam. “CV’ne de yaz o zaman, ileri düzey tavla dili diye” dedim. Harbiden sevememiştim herifi. Otobüste daha katlanılır biriydi de, birebirde çekilecek tarafı yoktu. Yılmaz ne güzel adamdı. Doğru düzgün konuşurdu, beni dinlerdi, manyak gibi pul çarpmak yerine tatlı tatlı kadeh tokuştururdu. Yılmaz’ı özlediğimi farkettim. Ona söz vermemiş olsaydım tavlayı yarıda bırakır kalkardım muhtemelen. Magirus bu son CV esprimden biraz alınmış gibiydi. Bir süre sağına soluna bakındı. Sonra yapmayı bildiği tek şeyi yapıp iki çay daha söyledi.
– Orhan, hiç söyleme abi kalkalım yavaştan.
– Kalkalım mı, saat daha dokuz buçuk Efe, yarın da Pazar.
– Yoruldum ben Magirus. Hem maç hem tavla derken hâl kalmadı.
– Yahu sohbet edelim diye geldik, konuşmadan kalkıyoruz.
– Konuştuk aslında tavla oynarken ama sen pulları zarları çarparken duymadın pek.
Magirus’a karşı hızlı ve sinsice gelişen bir ergen gıcığı büyütmüştüm içimde. Düzeysizleşerek laf sokasım, ayılığını yüzüne vurasım geliyordu. Benim entellektüel bir amacım vardı bu işe başlarken. Yılmaz’ın dediği gibi; herkesin bir hikâyesi vardı. Ben bu durağın hikâyelerinden mesulüm kardeşim. Ama Magirus işçi sınıfının en balta girmemiş adamı çıkmıştı.
“Tavla oynarken öyle muhabbet mi yapılır kardeşim? Oyuna odaklanacaksın, oyunun bitince yaparsın sohbetini. Sen karı gibi susmadın oyun boyunca.” dedi.
Kesinlikle çok yanlış yerde, çok yanlış kişiyle oturuyordum. Artık emindim. Derhal kalkmak istedim. “Neyse Orhan, başka sefere muhabbet ederiz, ben harbiden yoruldum” deyip ayaklandım. Montu aldım sandalyeden, cebimden cüzdanı çıkardım. Orhan çay ocağında duran kahveciye eliyle yazı yazma hareketi yapıp “benim hesaba yaz” cümlesini sadece dudaklarını oynatarak kurdu. Montunu giydi, kapıya doğru yürüdü. Ben de arkasından gittim. Çıktık. Sessiz sessiz yürüdük. Birbirimize dışarıdan bile fark edilir derecede sinir olmuş, aramızda kıvılcımlanmaya hazır bir sürtüşmeyle yollarımızın ayrılacağı köşe başına doğru ilerledik. Yılmaz daha ilk oturuşumuzda bunun olacağını, böyle bir şey yaşayabileceğimi söylemişti bana.
Yılmaz, Halit yavşağının beni sattığı günün gecesinde, dediği saatte, dediği yere gelmiş, beni birahaneye götürmüştü. Birahaneye girerken kar atıştırmaya başlamıştı, çıktığımızdaysa her yer bembeyazdı. Birahaneye girerken hayatım kararmıştı, çıktığımızdaysa her yer bembeyazdı. Biz otururken Yılmaz’ın bir arkadaşı gelmişti. Hayati Uzun. Sadece adı kalmıştı o gece aklımda. O geldiğinde ben çoktan sarhoşlamıştım. Şeklini şemalini kazıyamadım aklıma bir türlü. Başım dönüyordu, netleyemiyordum adamı. Yılmaz’ın sözünü önemsediği biriydi aklımda kaldığı kadarıyla. Yılmaz’ın ertesi gün, o gece adını duyup unuttuğum bir şehre, inşaat işine gideceğini, Hayati’nin Yılmaz’a, “ulan daha gitmeden özledim seni” deyişinden öğrenmiştim. Acaba bu hayatta beni, daha gitmeden kim özlerdi? Birinin beni özlemesi için aylar geçmesi gerekirdi. Muhtemelen Yılmaz da Hayati’yi gitmeden özlerdi. Birbirlerine öyle bakıyorlardı çünkü. Göz kapaklarım yerinde duramıyordu, kaç bira içtiğimi bilmiyorum o gece. Artık bildiğimse, Yılmaz’ın ertesi sabah başka şehre çalışmaya gittiği. Bunu öğrenmenin bana hissettirdiklerini eksiksiz hatırlıyorum. Her şey bulanıklaşmıştı gözümde. Görüntüler ikiye, üçe bölünüp geri birleşiyor, sonra ters tarafa doğru tekrar ayrılıyordu. Her görüntü aksiyle gondol yapıyor, gondolun en ucundakiler ışık kırılmasıyla uzayıp gidiyordu. Özetle başım dönüyordu işte. İkisi konuşurken bu sefer kıskanarak değil, imrenerek onlara baktım. O an kıskanmadığım için çok sonraları kendimle epey gurur duymuştum. Yılmaz’ı çok özleyeceğimi ve acaba Hayati’nin de Yılmaz gibi bana arkadaşlık edip etmeyeceğini düşündüğümü, tam bunu düşünürken Yılmaz’ın bana, “abi bak, ben gidince Hayati var artık” dediğini ve bunu duyduğuma çok sevindiğimi hatırlıyorum. “Sınıf” öğretmenimin tayini çıkmış, yerine başka bir öğretmen atanmış gibiydi.
O gece daha Hayati gelmeden terfi, zam, konut kredisi gibi konuları bitirdiğimizde, duraktaki herkesin hikâyesini öğrenme planımı tekrar anlatmıştım Yılmaz’a. Bu kısımlarda henüz şuurumu kaybetmediğim için konuştuklarımızı az çok hatırlayabiliyordum. Ama sohbetin neredeyse yarısından fazlası hafızamda yoktu. Ertesi gün gideceğini bilsem o kadar içmez, her saniyesini hatırlayacak şekilde yaşardım o son geceyi. Sabahında işe gidemedim. Daha doğrusu gitmedim. Kırtasiyeden çizgisiz bir defter alıp, en azından hatırladıklarım kalsın diye Yılmaz’la konuştuklarımızı yazdım. Sonrasında, Yılmaz’a yazacağıma söz verdiğim tüm durak öykülerinin de içinde olduğu o defterin ilk sayfasına hüzünlü bir heyecanla yazdıklarımı aynen aktarıyorum şimdi.
…
– Efe seni rahatlatır mı bilmiyorum ama bizim memlekette 18 yaşını aşmış her on kişiden sekizinin kredi borcu, ev-araba borcu, zırt borcu, bilmem nesi var. Bu yüzden kendini garip hissetme bu kadar.
– Eyvallah abi, sağol. Borç işte bu, bir şekilde ödenir. Elimdeki parayı tümden geri yatırıp yeniden yapılandırayım diye düşündüm, ne dersin? Faizlerde indirim yapıyorlarmış o şekilde, aradım sordum bizim bankacı bir tanıdığa.
– Ben yapmıyorlar diye biliyorum.
– Vallahi mi, hass.r ya!
– Abi o zaman avans isteyeyim ben bizim Halit denen ibneden ya da babamın üstüne mi…
– Efe!
– Efendim abi?
– Sen bilirsin Efe. Bir şekilde hâlledeceksin artık. Hadi geçelim artık bu mevzuyu. Bu arada işinde iyi olmaya çalışmaktan da vazgeçme, öfken güzel, öfken haklı, bunu iyi kullan. Ama serkeş olma, kendini salma.
(Benim bu kadar önemsediğim bir meseleyi önemsiz gören tavrından rahatsız oldum, sonra geçmişti.)
– Öfkemi nasıl iyi kullanayım, Halit Bey’i hortumla dövesim var benim?
– Dövebilirsin tabii dert değil, hatta döv. Ama gerçekten işimize yarayacaksa döv. Senin felsefene hizmet edecekse acıma.
– Yılmaz konu felsefeyse ben yokum kardeşim.
– Ne demek yokum! Varsın. Ayrıca sadece felsefe de değil. Felsefe üç ayaktan biri.
– Sivas halayı mı?
– …
– Pardon abi, devam et sen.
– Bak bu hayatta insanlara en çok yakıştıramadığım şeylerden biri kötü olduğunu bile bile espri yapmalarıdır. Neyse devam ediyorum. Şöyle düşün; bu yaşadığın sıkıntı sana özgü bir problem değil, bir ücret karşılığında çalışan, aldığı ücret bir türlü kendine yetmeyen, yükselmeye, terfi etmeye çalışan, kredi çeken, borç altına giren, sonra bunu ödemek için daha çok çalışan kaç insan vardır dünyada?
– Bilmem.
– Yaklaşık altı milyar.
– Çüş!
– Çüş ama durum böyle, elbet herkes birebir aynı koşullarda değil ama temelde olay aynı. Misal bizim duraktakiler, sen hepsinin hikâyesini merak ettiğini, hepsiyle konuşacağını söylemiştin değil mi?
– Evet, işte senle başlamış oldum.
– Eyvallah ama bence bu hâlinle o işe hiç girişme. Öğreneceğin hikâyelerin hepsinde seni bugün bunalıma sokan aynı konunun laciverti var. Tamam herkesin bir hikâyesi var ama bütün hikâyelerin de zorunlu olarak bir ortak tarafı var. Yani hiç öyle eğlenceli bir işe başlamıyorsun. En kötüsü de bir amacın yok. Hadi bir kişi, iki kişi tanıştın dinledin. Sıkılınca ne olacak? Ne olacak geriye kalan o kadar insanın hikâyesi?
– Sıkılır mıyım ki?
– Sıkılırsın tabii! Şimdi bana söz ver abi. Sıkılsan da bırakmayacaksın bu işi. Daha da önemlisi, bunu neden yaptığının cevabını vereceksin kendine. Söz ver bakayım.
– Söz.
– Bak kafan güzel unutursun, gidince yaz bunu bir yere. Söz mü?
– Tamam yahu söz. Şu hikâyelerdeki ortak taraf dediğin, kader gibi mi?
– Yaşarsan kader gibi, bozarsan değil.
– Anlamadığımı anlamışsındır diye düşünüyorum ve dinliyorum.
– Ha-ha, işte böyle zeki ol! Şöyle söyleyeyim sana; kurulu bir düzen, bir sistem var. Bu düzen bir azınlığın lehine, bir azınlığın da anasını belliyor. Doğru mu?
– …
– Senin Halit bey mesela. Senin yaşadığın sıkıntıyı yaşıyor mu? Yaşamıyor. İşyerindeki diğer elemanlar yaşıyor mu, işte onlar yaşıyor. Yani azınlık dediğim, sermaye sahibi azınlık…
– Ha abi tamam Marx’ın olayı işte. Anladım. Okudum ben onu. Onu diyosun de mi?
(Bunu söyleyince Yılmaz bir süre gözümün içine baktı, sonra kendini tutamadı, güldü, sanırım teorik düzeyime. Not: alındığımı hatırlamıyorum)
– He Efe, onu diyorum he! Marx’ın olayı. Madem biliyorsun, ne anlattırıyorsun bana.
– İlk başta anlamadım, sonradan hatırladım abi. O kadar da bilmiyorum zaten. Delikanlı, mert bir adam Marx. Severdik biz Marx’ı ekipçe.
(Burada da epey güldü)
– Doğru dedin, mert adam. Sizin ekip de kimmiş?
– Bir şey değil abi ya, bizim bir dernek vardı çok eskiden.
– Dernek mi? Ne derneği?
…
Sanırım bu defteri, en çok da bu ilk sayfası yüzünden seveceğim. Hala Magirus’la yürüdüğümü unutmuştum neredeyse. Köşe başına yaklaşmıştık, elli adım sonra ayrılacaktık. Yılmaz’a o gün bizim derneğin ne derneği olduğunu anlatmıştım. O da, “hah işte abi, muhabbetten sıkılırsan bunu anlat. Komik hikâye. Zemini sen belirle.” demişti. Magirus’la herhangi bir zeminde buluşabileceğimi düşünmesem de, Yılmaz’a söz vermiştim. Girizgâh yapmadan söze girdim.
– …
– …
– Orospu Çocuklarıyla Mücadele Derneği abi.
– Ney ney, bir daha söyle!
– Ya Magirus, üç defa söylettin, duyduğun gibi işte.
– Öyle dernek mi olur la!
– Biz kurmuştuk işte, lisede.
– Lan valilik nasıl izin verdi?
– Yahu gidip yasal olarak bir şey yapmadık zaten. Kendi aramızda adı oydu.
– E, hadi anlat merak ettim.
– Tamam anlatıyorum. İlk başlarda okul çevresinde haraç toplayan ve bizim okulun kızlarına laf atan puştları dövmek üzere kurmuştuk ekibi. Sonralarıysa işleri büyütüp zengin çocuklarını kayıran müdürü, kız öğrencilere asılan beden hocasını, elleri titreyen resimciyle dalga geçen zibidileri, kısacası bize adaletsizlik gibi gelen her türlü neşriyat ve haşeratı düşman bellemiştik kendimize. Güzel işler yapmıştık. Ekip çok hızlı genişlemişti. Sonra biz lise sona geldiğimizde okulda boy göstermeye başlayan solcu bir tayfa çıktı ortaya. Güzel arkadaşlardı aslında hepsi. Çoğunlukla da bizimle aşağı yukarı aynı şeyleri yapıyorlardı okulda. Bir gün içlerinden biri gelip “sizinle bir toplantı yapmak istiyoruz, sadece temsilci arkadaşlar gelirse seviniriz” diyerek bizi derin düşüncelere gark etmişti. Bir kere bizim temsilcimiz yoktu. En iyi kavga edenlerimiz vardı. İlk kafayı onlar gömerdi. Temsilci olarak en iyi dalan üç kişiyi belirledik ekipten. Toplantıda kavga etmemeleri için de sıkıca tembihledik canazorlara. Toplantının yapılacağı çardağa doğru bizim üç izbandut önde, ekibin geri kalanı arkada ilerledik. Solcular üç tane güzel mi güzel, minyon tipli kız göndermişlerdi toplantıya. Hemen temsilcilerimizi değiştirdik. En ufak tefek, en kibar sayılabilecek elemanları seçtik. Bu sefer de kızlara asılmamaları için sıkıca tembihledik. Yapılan ilk toplantıda okul duvarlarına yazdığımız yazıların altına dernek adının sadece baş harflerini yazmamızı, ikinci toplantıda da adımızı değiştirmemizi istediler. Biz onların kullandığı terimlerin yarısını bile anlayamayıp sorularına makul cevaplar veremediğimizden, tartışmalarda hep onlar haklı geliyordu. Toplumsal cinsiyet rolleri, seks işçiliği, cinsiyetçi küfür… Bir konuşmada belli başlı kelimeler bu kadar fazla kullanılınca bizim ayarımız bozuluyor, yarı sapkın zihinlerimiz bir türlü konuya odaklanamıyordu. Her tartışmadan dayak yemiş gibi çıkıyorduk. Nitekim baş edemedik. Bizim temsilciler toplantıdan dönünce, “Abi anlamadık sürekli seks filan konuşuldu ortamda” dediler. Ne istedilerse yaptık. Adımızı da değiştirdik. Fakat bu değişiklik bize pek yaramadı. Yavaş yavaş dağıldık. Biz mezun olunca da ekibin lise birleri solculara katıldı. OÇMD kendi kendine eridi, yok oldu. Böyle işte.
– Vay be, güzel işmiş be Efe. Hayırdır peki, neden anlattın birden bana bunu?
– Hiç öylesine, sohbet edemedik ya ondan herhâlde.
– Ederiz ederiz. Bizim de bir edebiyat topluluğu vardı üniversitede. Necip Fazıl Şiir Kulübü.
Al işte. Magirus’tan da bu beklenirdi. Faşik, reklamcı, Fenerli, balta.
– Sonra devam etmedim ben, habire Kürt dövüyor bizim şairler, baktım olayın şiirle filan alakası yok çıktım.
Anlatacağı şeyler hiç ilgimi çekmemişti. Yılmaz’a verdiğim sözü de tutmuştum zaten. Zorlayabildiğim kadar zorlamıştım bence. Artık ayrılma vakti gelmişti, “hadi abi kaçtım ben, iyi pazarlar” deyip elimi uzattım. O da elimi tuttu.
– Gardaş Dafne mi Defne mi, neydi kızın adı, eğer onunla şansın olsun istiyorsan şu kılığını bi değiştir önce, her sabah darma dağınık geliyosun, tinerci gibi duruyorsun durakta. Kız korkar senin bu hâlinden. Saçlarını düzelt, tıraşını ol, parfüm filan sık.
Ona Daphne’den bahsettiğimi unutmuştum ama asıl şaşırdığım onun beni gerçekten dinlemiş olmasıydı. Ben o tavla gürültüsünden duyduğuna bile ihtimal vermemiştim. Adam, adap bilir kahve insanı çıkmıştı resmen. Hiçbir şey diyemedim. Sadece Magirus’u tekrar görmek istemiştim.
“Bu arada o türkünün adı da “ümmü gız” galiba. Şu dedem çok severdi dediğin var ya. Sanırım o yani. Siz solcular hep kendinize yontuyonuz ama türkülerle aram iyidir. Hadi iyi bak kendine görüşürüz” dedi, döndü gitti. Birkaç saniye sonra kendimi toparlayıp ardından seslendim.
– Abi Fener-Cimbom kupa maçı var haftaya, izleyelim mi gene Selman’da? Tavla da yaparız belki yine.
– Fener’i tutarsan olur!
– Tutarım tabii ayıpsın.
– Tavlada da car car konuşmak yok haa!
– Tamam tamam, konuşmam. G.tüme de bir şey sürmeden gelirim.
Yılmaz böyle şeyler yapmamam gerektiğini söylemişti. Bazen coşkudan çenemi tutamıyorum. Magirus nazikçe kafa salladı son sözlerime. “Hadi eyvallah” dedi gitti.
Ben en sevdiğim kısmı diye türkünün son kıtasından girdim.
“… suya düştü tutamadım kolunu, uzak da gitti bilemedim yolunu, aman da mevlam kısmet etmiş ölümü, akmayasıca çaylar nerelere goydunuz ümmüyü, suna boylumu…”
Ulan Magirus… Benim faşik şair arkadaşım. Daha gitmeden özledim seni.
Efe İnce