Ölüm*

Göbeğini kemerin üstünden tuttu. Kaldırıp salladı. Yağlarını lömbürdetti.

– Asya Hanım bu kankamı çalışmadığım için mi yaptığımı düşünüyorsunuz?

Gökhan Bey çalışanlarıyla tartışırken espri yapma çabasından vazgeçmeyen biriydi. İTÜ’den mezun olan patron, ağzı laf yapabilen, sürekli enerjik ve heyecanlı bir ses tonu kullanan geveze biriydi.

Asya’nın toplantı talebini, oluşturduğu ‘çok meşgul adam’ profiliyle yaklaşık iki haftadır erteliyordu. Kızın sabrı tükenmişti artık. O gün yarım saatliğine ofise uğrayan adamın odasında bitmişti.

Adam ortası açılmış uzun saçlarını kulağının arkasına sıkıştırdı. Sırtındaki genç işi sırt çantasının askılarını tuttu; ayağı yerden kalkmadan sıçrayıp durdu. Ellerini fermuarı açık şişkin montunun cebinde tutuyor, çıkardığında abartılı jestler yapıyor; çalışanına reveranslar yapıyordu.

Kızın hiçbir sorusuna ve isteğine yanıt vermiyor, türlü “şirinliklerle” karşılık veriyordu.

Asya sorularını tekrarlasa da durumu değiştiremedi. Kendisini kötü yazılmış bir absürt durum komedisinde hissetmeye başladı. Artık nefessiz kalınca Gökhan Bey’in bir duvarı komple cam olan balkonlu odasından kaçıp, küçük ve sadece üstten yarım açılabilen bir camı olan odasına kaçtı.

Sinirleri bozulan Asya, masayı tuttu: döner sandalyesinde kendisini sağa sola doğru saatlerce salladı. Odasını toparlamaya başladı. Masasını sildi, bilgisayarın kasasını ve ekranını sildi. Klavyeyi söktü, tuş takımının altındaki tozlara üfledi. Sandalyesinin altını temizledi. Çerçeveletip duvara astığı andromeda galaksisinin illüstrasyonunu çivisinden çıkardı. Arkasını sildi. Bilgisayarını açıp fazla dosyaları sildi. Mimarisini en çok sevdiği şehirlerin yüzlerce fotoğrafından oluşan klasörde ortalardan bir tane seçip sağ oka tıklayarak geçmeye başladı.

Çıkışa bir saat kala iş arkadaşına kötü hissettiğini söyledi ve dışarı çıktı. Sahile indi. Saatlerce yürüdü. Arkadaşlarıyla haberleşip Taksim’e çıktı. Canlı balkan müziği yapan bir grubun olduğu bara gitti.

Geç saatte eve gitmesine rağmen, mesai saatine bir saat kala uyandı. Geri uzandı. 2 saat daha uyuyup işe geç gitti. Tüm gün hiçbir çizimini açmadı. İki gün süren bu rutinden sonra müdürü konferans salonunun çiziminin yetişmesi için sıkıştırmaya başladı. Sonra akıllı apartman projesi için ve 62 villalık huzur sitesinin demo mutfak projesi için…

Asya bütün bu uyarıları kulak ardı etti. Sadece canı istediğinde çalıştı. Arka terastaki sigara içme alanında geçirdiği vakit arttıkça arttı. Sigara içtikleri vakitlerde üretim bölümünden Cenk’le muhabbeti ilerletti.

Cenk ofisteki işleyişten ve haksızlıktan bahsediyor, bunun şirketlerin doğası gereği oluştuğunu vurguluyordu. Bu Asya’nın; müdürün patronla ilişkisinden, patronun çalışanla ilişkisine; çalışanın müdürle ilişkisinden, çalışanların birbirleri arasındaki ilişkiye kadar daha önce kesik kesik duyduğu şeyleri, derli toplu anlamasını sağlıyordu.

Bir gece vakti Cenk’in story’sinde gördüğü fotoğrafta kuryelerle dayanışma çağrısıyla karşılaştı. Bu boykot çağrısının üzerine düşünmeye başladı. Kendisini onlar gibi hissetti. Ücretleri yetersiz hale gelmiş, iş saatleri ve yoğunluğu artmış, yönetici baskıları yükselmişti. O, onlardı. Yıllarca okuduğu okul, farklı yollardan geldikleri upuzun yol, onca emek onu aynı kavşağa getirmişti kuryelerle.

Aynı yerde farklı insanlardı Asya ve onlar. Onlar kendileri için bir şey yaparken, o yapmıyordu. Asya imrenerek baktı haberdeki fotoğraflara. Döndü kendisine baktı. O kendisi için bir şey yapmıyordu.

Ertesi gün iş çıkışı Cenk’le yemek yediler. Yemekte kuryelerin direnişini konuştular. Toplumsal dayanışmanın öneminden bahsederek açtıkları konu; kuryelerin yoğunluğundan, aşırı tüketim ve israfa geldi.

“Asya biz topraktan koptuk. İşyerlerimizde kâğıt işleriyle uğraşıp duruyoruz. Fabrikalardakiler de ne üretiyor ki? Binlerce işçi koca bir arabanın krank milini falan üretiyor. Başka bir ülkede başka binlercesi sadece yakıt tankını yapıyor. Başkasında da birleştiriyorlar. Böyle olunca aslında artık bizim yaptıklarımızın bizim üzerimizde etkisi olmuyor. Bir mil yapmak seni nasıl değiştirebilir ki?”

“Oysa tükettiklerin seni baştan aşağı değiştiriyor. Aldığın bir araba, iyi bir ses sistemi hayatını etkiliyor. Evet, mesela iyi bir dolap yahut iyi bir sırt çantasının çok yardımı dokunuyor ama bugün hiç ihtiyacımız olmayan şeyleri de alıyoruz. Aldığımız şeyler, alma biçimimiz bizi değiştirir. Yani aslında aldıklarımız hayatımızı kuşatıyor. Her sene telefon değiştirmek çok saçma değil mi abi?”

Asya 24 yılını bugünden geriye giderek düşünmeye başladı. Son bir buçuk yılı geçirdiği işyerinde daha başlarken beklediğini bulamamış ancak uyum sağlayacağı zamanı beklemişti. Bu sırada ev kirasını, faturalarını ödemesi gerekiyordu. Son birkaç ayda almak istediği birkaç şey dışında sadece dümdüz yaşamaya çabalıyordu. Üniversitedeyken ekmek kavgası deyimini hep garipsemişti. Hayatın doymaktan ibaret olabileceğine inanmıyordu. Eğlenceli, heyecanlı, sosyal biri ve hatta organizasyonları yapan kişiydi. Gidilecek yere karar veren ve ayarlayandı. Bal rengi güzel gözleriyle baktı mı birine hiçbir teklifi kolayca geri çevrilemezdi.

Lisede tiyatroya ilgi duymuştu. Hayatının bir yarısı tiyatro diğer bir yarısı da kavgalardan ibaretti. Hiç sinirli biri değildi aslında ama içten içe kavga etmeyi çok seviyordu. Zaten liseyi bitirdiğinde kavga ettiği 48 farklı kişinin 41’iyle arkadaş oldu.

Çocukluğunun hatırladığı ilk günlerinden beri hayali mimar olmaktı Asya’nın. Dünyanın en büyük ve en eğlenceli şehrini yapmak istiyordu. Bunun için planları da vardı. İlk projesi de şehrin ortasındaki çok büyük lunaparktı.

Cenk’in heyecanlı sesi O’nu düşüncelerinden kopardı.

“Yani neden bu kadar tüketiyoruz ki? Evimizdeki eşyaların hepsine gerçekten ihtiyacımız var mı? Gerçekten ihtiyacımız olan şeylere erişebiliyor muyuz?”

“Ya sokağa çıkma yasakları döneminde herkes vızır vızır dolaşan kuryelerden, kargoculardan ne kadar tükettiğini fark etti ya… İşte bu korkunç bir şey. Sadece israftan bahsetmiyorum. Doğayı ve kendimizi de her gün tüketiyoruz. Bu gidişle bir distopya bana hiç uzak görünmüyor.”

Asya bu fikirlerin ilk başta doğru olduğunu düşünse de katılmadığı yerler vardı.

<< Hayır! Yani evet ama hayır! Çocukken hayallerim hep nasıl üretmek istediğime dairdi. Yani çikolata, şeker ve top istedikten sonraki hayallerim… Ben bir şehir kurmak istiyordum. Bütün arkadaşlarımla pedalını çevirebileceğim bir bisiklet yapmak istiyordum. Sonra büyüdükçe hayallerimi unutmaya başlayıp istediğim eşyalar girdi hayatıma. >>

Hem tüketmesek, israf yapmasak da nasıl üreteceğimiz ne tükettiğimizi belirlemez miydi? Asya haklıydı. Ama bu haklılığı içini ferahlatmıyor ona daha zor sorular soruyordu. En son ne zaman gerçekten istediği bir şeyin yapımına istediği gibi dâhil olduğunu ilk başta hatırlayamadı. Biraz daha zorlasa tabi ki aklına ufak tefek birkaç şey gelecekti. Ama bu onun düşüncelerini ve ortaya çıkan soruları değiştirmeyecekti.

Erkek arkadaşı gelince rutin sohbete döndüler. Sonra Cenk’in kız arkadaşı geldi. Dörtlü masada tatil planları ve bölgenin keşfedilmemiş mekânları tartışılmaya başlandı. Asya hafif sersemlemişken eve dönüş yoluna geçtiler.

Yalnız kalmak istediği için uzunca bir süre lavaboda bekleyip, sevgilisinin uyumasını bekledi. Salona dönüp televizyonu sessiz modda açtı. Hiç uykusu yoktu ama bir süre gözlerini yumdu. Sonra telefonunu açtı. Biraz boş boş dolandı. Sonra gelen maillerini kontrol etti. Faturalarına, kullandığı sitelerin haftalık bildirimlerine baktı.

Gelen onlarca reklam ve spam mailinin arasında alt alta gelen biri üyelik aidatı hatırlatması diğeri de güçlü oda için aktif üye çağrısından oluşan mimarlar odasının iki mailine baktı. İki yıldır birkaç ayda bir gelen birbirinin benzeri bu mailler dışında odanın gerçekten ne yaptığına; buraya neden aidat ödediğine dair bir fikri yoktu. -Her yıl gelen ajanda dışında-

Siteyi açtı baştan aşağı inceleyip kapattı. Uzandı, boşluğa bakarak düşüncelere daldı. Birkaç gündür yaşadıkları ve bugün tartıştıklarını hatırladı. Üzerine uyudu.

Sabaha karşı sevgilisi Asya’yı yatağa geçmesi için uyandırdı ve minik balkonda hava almaya çıktı. Kız da onun yanına gitti. Birer sigara yaktılar. İçlerine çektikleri dumanı geceye üflediler. Dumanlar birbirine karıştı. Gökyüzünde görünen bir iki yıldıza doğru yayılıp yoğunluğu azalarak yükseldi.

İki çift gözün her bir tanesi aynı çizgiyi takip edip aynı yıldıza takıldı.

Kız o yıldızdan kendine baktığını düşündü. Adam balkondan o yıldızda yaşayan insanlara baktığını hayal etti. << Ne istemediğimi biliyorum. >> dedi kız. << Ama isteklerim o yıldız kadar uzak bana. Çok uzakta sönmeye yüz tutmuş minik bir parıltı >>

Adam düşünde yıldıza uçtu. Kız, balkona düştü. Adam yıldıza ulaşamadı. Kızın hayali acıdı. Söndürmedikleri izmaritlerinden birer sigara daha yaktılar. Bir tane daha…

Hiç istemedikleri halde, işe gitmek için evlerinden ayrıldılar. Asya sevgilisini işe bırakıp arabayı park etti. Odasına çıktı. Bilgisayarı açtı. Huzur sitesinin çizim dosyasını açtı. Antet kısmında adını yanlış yazmıştı, düzeltti. Çizimi incelemeye başladı: başlar başlamaz sıkıldı, bıraktı.

Mutfaktan kahve koydu şirket adıyla süslü geniş turkuaz kupasına. Balkona çıktı. Yarım saat boyunca yolu izleyip sigara içti.

Asla yavaşlamayan şehrin, asla azalmayan hareketliliğini gözlemledi. Baktı, dinledi. Onunkine benzer arabalarla, benzer plazalara giren, benzer işyerlerine giden insanlara baktı. Aralarında mutlu olanları seçmeye başladı. Gözlemlerken kendi mutsuzluğundan etkilenmemeye çalıştı. Ama işe yeni başlamış olduğunu tahmin ettiği birkaç kişi dışında kimsede mutluluk göremedi. Aslında onlar da mutludan daha çok heyecanlı ve meraklı görünüyordu.

Sevgilisi aynıydı. Cenk aynıydı. İş arkadaşları aynıydı. Hatta patronunun bile aynı olduğunu düşündü. 2 bölüm müdüründen emin olamadı. Düşündü durdu. Sadece o semtteki plazalarda ve çevresinde çalışan binlerce, on binlerce insanı düşünmesinin bile yeterli olduğunu düşündü: istisnalar hariç, hepsi aynıydı.

Kendisini çok küçük gördü. Bir devasa canavar tarafından yönlendiriliyormuş gibi duran, acı çeken devasa kalabalığın içinde mini minnacık bir birdi. Twitter ekonomistlerinin bahsettiği piyasanın görünmez eli bu canavarın eli diye düşündü.

Gerçekten bir canavar veya bir görünmez el mi vardı? Canavar kim, el kimindi? Sorulara çelişkili cevapları vardı okuma kulüplerinden aklında kalan. Bu mutsuzluğu nasıl değiştireceğini düşündü. En azından kendisi bir yöntem bulup bunu yayabilir miydi ki…

Bir cevap bulamadı. Bir süre aramayı bıraktı. Odasına döndü. Huzur sitesini tamamladı, üstüne iletti.

Arkadaşlarıyla haberleşti. Moda sahnesinde 8’de Gomidas vardı. Sözleşip bilet aldılar. O günkü işlerini bitirip erken çıktı. Erkek arkadaşı mesaiye kalacaktı. Arabayı ona bırakıp metrobüsle geçti. Sokağa yayılan sivil polisler, camları çelik telli bir iki otobüs ve çevik kuvvet polislerinin arasından yürüyüp Bahariye’yi kesen sokaklardan birinde oturdu. Arkadaşları gelene kadar bira içmeye başladı.

Polislerin sürekli her yerde olmasına hala sinirleniyordu ama alışmıştı. Bir gözü sokakta bir gözü internette oyunla ilgili yazılanlardaydı. Buranın salatasını çok seviyordu. İlk birası bitince ikincisiyle birlikte bir de salata istedi.

Gözünü kaldırdığında farklı farklı şeyler yazılı farklı renkte önlükler giyen, genci yaşlısı çeşitli yaşlarda kızlı erkekli grubu gördü. Ellerindeki kötü tasarlanmış, siyah beyaz bildirileri dağıtıyorlardı. Aralarından genç bir kız ve orta yaşlı bir adam sırayla tam anlayamadığı, iyi duyamadığı bir şeyler bağırıyordu.

İçlerinden kendi akranı olduğunu tahmin ettiği bir kız ona da bir tane uzattı.

Ne olduğunu, ne yaptıklarını, neden sokakta sürekli polis olduğunu sordu Asya. Sıcakkanlılıkla cevapladı karşısındaki. Kız elindekileri arkadaşlarına verdi, müsaade istedi ve karşısına oturdu.

5 dakika boyunca sohbet ettikten sonra üstünde ‘Direniyoruz; omuz omuza güçleniyoruz’ başlıklı bildiriyi uzattı.

”Destek olmak istersen altta yazan iletişimlerden bize ulaşabilirsin. Çok da seviniriz.” dedi ve kalktı.

Ismarladığı salata geldi sonunda. Midesi kazınıyordu artık.

 

* “…Hava toprak gibi gebe / Hava kurşun gibi ağır…”

Yarım kalmış hikâyeler, kovalanmamış hayaller ve eksik kalmışlığa gebe insanlar. Tanışlarımız, tanışmadıklarımız, dostlarımız, müstakbel, eski ve yeni yoldaşlarımızla hep birlikte, parçası olduğumuz sakat bir bütünlüğü eğrisi doğrusuyla, gördüğüm kadarıyla yazmaya çalıştım.

‘Ölüm’le tamamladığım (g-ebeye) öykü serisi:

Şubat tarihli 247. sayıdaki ‘Gölge’

Mart tarihli 248. sayıdaki ‘Yansıma’

Mayıs tarihli 250. sayıdaki ‘Yanılsama’

Temmuz tarihli 252. sayıdaki ‘Çatışma’

Aynı sayıdaki ‘Gerçek’ ve okuduğunuz ‘Ölüm’den oluşuyor.

Peki ne mi yapacağız?

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz