Fukuyama, liberalizm, ırkçılık ve ötesi

“Tarihin sonu ve son insan” adlı çalışmasında savunmuş olduğu “tarihin sonuna gelindiği ve insanlığın görüp göreceği son sistemin liberalizm olduğu” tezi ile küresel sistemin aktörlerinin gözdesi oluveren Francis Fukuyama, bahse konu kitabını yazıp ünlü tezini ortaya attığında henüz kırk yaşında idi. Bir profesör için pek de ileri sayılmayacak bir yaşta idi ve henüz olgunlaştırmamış olduğu görüşlerini bir kitapta toplayıp ilan etmekte neden bu kadar aceleci davrandığı sadece kendisinin bilebileceği bir konu. Ancak zaman içinde görüşlerini olgunlaştırıp 2006 yılında “The Guardian” gazetesinde yayınlanan makalesinde “neocon” (yeni muhafazakârlık) düşüncesine artık destek vermediğini belirtti. Bu makale bizdeki bazı sol çevreler tarafından bir “özeleştiri” olarak yorumlandı (Bkz. Evrensel gazetesi 22.02.2006 tarihli nüsha).

Gerçekte ise Fukuyama’nın bir özeleştirisi söz konusu değildi. O hâlâ liberalizmin insanlığın görebileceği son sistem olduğunu düşünüyor ve neoconların liberalizmden saptıklarını savunuyordu.

Aradan yaklaşık 30 yıl geçtikten sonra 2022’de kaleme aldığı Liberalism and its Discontents (Liberalizm ve Hoşnutsuzlukları) adlı çalışmasında görüşlerini tam olarak olgunlaştırma fırsatı buldu. Kendisi bu çalışmasında liberalizmin radikal sağ (Ben bunu ırkçılık olarak okudum – HT) tarafından tehdit altında olduğunu ve insanlıkla birlikte liberalizmi kurtarmak için ona sımsıkı sarılmak gerektiğini savunmakta. Burada artık tarihin sonundan söz etmekten vazgeçmiş ancak temel görüşü olan “liberalizm”i cengâverane bir biçimde savunmaya devam etmekte olduğunu görmekteyiz.

İlk çalışmasından farklı olarak burada liberalizmin önündeki komünizm engelinin kalkmış olduğunu ancak onun yerini bir başka tehlikenin aldığını ve bunun adının da “ulusçuluk” olduğunu belirtmekte yazarımız (Bu ulusçuluk sözcüğünü ben ırkçılık olarak okudum – HT).

Bir de bunun dışında neoliberalizm denilen olgunun gerçekte liberalizmden bir sapma olduğunu ifade ederek insanları “neoliberal” düşünceyi terk ederek liberalizme dönmeye davet ediyor.

Liberalizmin “her şeye inanabilirsin ama bunu yaparken, başkasının da her şeye inanmasına izin vermelisin” ilkesinin neoliberal düşüncede “ben istediğime inanırım, başkaları da bana karışamaz, ben ise herkese karışırım” ilkesi ile ikame edildiğini, bunun liberal düşünce ile ilgisi olmadığını belirtmiş beyefendi.

İşte burada dur dedim.

Burada dur dedim çünkü liberal düşüncenin geçirdiği evrimi tarihsel gelişmenin zorunlu bir sonucu olarak görmeden sadece basit bir mantalite değişimine bağlayıp geri dönüş çağrısı yapmak bırakın yaşı kemale ermiş bir profesörü genç bir araştırma görevlisinin bile yapacağı bir hata değil bana göre. Yazarımız bunun bilincinde bana kalırsa. İzleyicilerine “aslında liberalizm iyidir ama ah şu sapmalara neden olanlar yok mu” tadında bir mesaj vermek istiyor. İnanan var mıdır, bilemem.

Bu satırları okuyan herkes aslında gelinen bu noktanın kapitalizmin yasalarının ve tarihsel gelişimin zorunlu bir sonucu olduğunun bilincinde elbette. Eğer 1. Büyük Savaş sonrasında SSCB kurulmuş olmasa, 1929 büyük buhranı sonrasında kapitalist ekonomilerin zorunlu olarak devletin ekonomiye (kısmen de olsa) müdahalesini öneren Keynesyen modelleri uygulamasalar ve 2. Büyük Savaş sonrasında dünyanın yaklaşık 1/3’lük bölümü sosyalist olmasa idi çok daha önceleri gelecekti dünyamız bu aşamaya. Bunu da bilmekte bu satırları okuyanlar. Bu nedenle üzerinde fazla durmayacağım. Benim asıl dikkat çekmek istediğim husus yazarımızın ırkçı eğilimleri liberalizmin karşısında onu engelleyici bir eğilim olarak görmesi.

İnsan zekâsı ile adeta alay eden bu önerme ile ilgili bir analiz yapmak istiyorum bu yazıda. Irkçılık gerçekten yazarın iddia ettiği gibi liberalizmin gelişmesinin önünü tıkayan bir engel mi? Yoksa liberal uygulamaların yarattığı ve son tahlilde bu düşüncenin egemenliğine hizmet eden bir olgu mu hep birlikte görelim.

Sosyalizmin geçici gerilemesi ve sosyalist cumhuriyetlerin büyük kısmında rejim değişikliklerinin gerçekleşmesi sonrasında kapitalist blokta sosyal devlet, Keynesyen ekonomi gibi kavramlar süratle terk edildi, eş-anlı olarak gerçekleşmiş olan teknolojik gelişimlerin de yardımı ile adına “küresel” denilen ekonomi modeline geçildi. Bu süreç “eşitsiz gelişme yasası”nın etkisini hızlı bir biçimde göstermesini sağladı

Birkaç örnekle konuyu açıklamaya çalışayım:

2010 yılı itibarı ile Türkiye’nin GSYH’si 740 milyar USD, Dünya Bankası verilerine göre dünya GSYH büyüme hızı ortalama %8,2’dir (1960-2009 arası 49 yıllık ortalama). Bu ortalamalara göre gerçekleşecek ekonomik büyüme sonucu Türkiye’nin 2022 yılı sonunda 1761 milyar USD GSYH sahibi olması gerekirdi. Oysa IMF raporuna göre 2022 yılı Türkiye GSYH’si 905 milyar USD’dir. Söz konusu dönemde Türkiye’nin ortalama büyümesi %2,5 düzeyinde kalmıştır bahse konu dönemde yaşanmış olan pandeminin etkisi ile tüm dünya ekonomilerinde bir küçülme meydan gelmiş olsa da bu durum eşitsiz gelişmenin sonuçlarını pek de etkilememiştir. Örnekte ele almış olduğumuz dönemde ABD ekonomisi ortalama %7 oranında büyüdü. Euro bölgesinde büyüme ortalaması %4 Japonya’da ise %3,5 olarak gerçekleşti ortalama büyüme. Aynı dönemde Çin ekonomisi ise ortalama %9’luk bir büyüme hızı yakalayarak 2022 yılı sonu itibarı ile yaklaşık 18 trilyon USD tutarında GSYH değerine ulaştı ve dünyanın açık ara 2. büyük ekonomisi hâline geldi. Örneğimize konu olan dönemin başında Çin 2. sıra için Almanya ve Japonya ile çekişmekte idi, günümüzde artık böyle bir çekişme kalmadı (Çin ekonomisinde meydana gelen sıçramalı gelişme bir başka yazıda derinlemesine analiz edilecektir).

Liberal düşüncenin egemenliği altında geçen 30 yılın ekonomik özeti ise aşağıdaki gibidir:

Dünya nüfusunun sadece %9’unu barındıran altı büyük ekonomi (ABD, Japonya, Almanya, İngiltere, Fransa ve Kanada) yaratılan değerlerin %44’üne sahip çıkmaktadır (IMF 2022 verileri), işte eşitsiz gelişimin sonucu.

Tabii bu kadarı yeterli değil, karara ulaşabilmek için başka verilere de bakmak gerek. Örneğin kişi başına düşen milli gelire bir bakalım:

Bu çalışmada ele almış olduğumuz dönemin başında kişi başına düşen milli gelir sıralamasında Türkiye dünyada 63. sırada idi, 2022 sonu itibarı ile 79. sıraya düştü (IMF verileri). Türkiye’nin 11 yıllık dönemde göstermiş olduğu dramatik düşüş eşitsiz gelişmenin nüfus artışı ile birleşmesi sonucu ortaya çıkardığı bir durum elbette. Ancak eşitsizliğin boyutu çok daha vahim, şöyle ki:

ABD, İngiltere, Kanada, Uzak Asya, euro bölgesi, petrol ihraç eden Arap ülkeleri ve İsrail’den oluşan 50 ülkede fert başına milli gelir ortalaması 26.000 $/yıl iken Afganistan dışında tamamen Afrika ülkelerinin oluşturduğu en fakir 20 ülkede fert başına 550 $/yıl ortalama ile yaşam sürdürülmeye çalışılmakta. En zenginler ile en fakirler arasında tam 47 kat fark var yıllık gelir açısından, işte liberal ekonominin yarattığı tablo.

Konuya nokta koymadan önce dünya eşitsizlik raporu verilerini de buraya taşıyayım:

“Küresel nüfusun en zengin %10’u şu anda küresel gelirin %52’sini alırken, nüfusun en yoksul yarısı bunun ancak %8,5’ini kazanıyor.” (Bkz. World Inequality Report 2022). Oysa yirmi beş yıl önce bu rakamlar %39, %18 idi.

Umarım yeterince açıklayabilmişimdir liberal ekonomi denilen sistemin eşitsiz gelişimi hızlandırarak dünyadaki gelir dağılımını nasıl bozduğunu.

Bütün bu açıklamalardan sonra liberal ekonomi modelinin dünyada mevcut olan eşitsizliği arttırdığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu eşitsizlikleri söyle sıralamak mümkün:

– Ülkelerarası eşitsizlik: Küresel sistemin merkez ekonomileri ekonomik büyümelerden çevre ülkelere göre daha fazla pay almaktadırlar.

– Ülke içindeki eşitsizlik: Ülke içinde yaratılan değerin büyük kısmı küçük bir azınlık tarafından sahiplenilirken ülkenin çoğunluğu giderek daha az gelir elde etmektedir. Örneğin Türkiye’de en çok kazanan %10’luk kesimin geliri en az kazanan %50’lik kesimden 23 kat daha fazla, bu oran 2010 yılında 15 kat idi. Elbette bu alanda Türkiye’den daha kötü durumda olan ülkeler de var. Orta ve Güney Afrika ülkeleri ile Güney Amerika’da en zengin %10 ile en fakir %50 arasındaki gelir farkı 40 kata kadar çıkabiliyor.

Liberal ekonominin yaratmış olduğu bu dengesizliği irdeledikten sonra konunun ırkçılık ile bağlantısını çözmeye çalışalım.

Öncelikle şu sayıyı belirterek başlayalım analizimize; günümüz dünyasında göçmen, mülteci, sığınmacı ve düzensiz göçmen sıfatlarından birini taşıyan 108,4 milyon insan yaşamakta. Doğduğu yerin dışında yaşamını sürdürmek zorunda olan bu kadar insan var BM 2022 yılı verilerine göre. Bu rakam dünya nüfusunun %1,4’üne denk geliyor. Hiç de küçümsenecek bir oran değil. Ancak bu rakam bile gerçeği tam olarak yansıtmamakta. Gerçeği tam olarak yansıtmamakta çünkü konu ile ilgili kayıtlar 1975 yılından sonra tutulmaya başlamış. Bu tarihten önceki göçmenlerin artık kendileri yaşamasalar bile onların devamı olan kuşaklar hâlâ yabancı sayılmaktalar yaşadıkları ülkelerde ve hâlâ uyum sorunları çekmekteler. Sayıları tam olarak bilinmiyor kuşkusuz ancak yukarıda belirtilen rakama önemli bir ekleme yapmak gerektiğini de söylemeden geçemeyeceğim. Ancak işin daha da vahim bir boyutu var.

Yerinden edilmiş insan sayısı son bir yılda tam 19 milyon artış göstermiş. İşte işin vahim yanı da burada. Uzman görüşü bu sayının içinde bulunduğumuz yılda daha da artacağı yönünde.

Kimileri bu hareketlilik artışını Suriye ve Afganistan’da yaşanmakta olan gerginlikler ve Rusya-Ukrayna savaşına bağlarken bilerek ya da bilmeyerek bir olguyu gözlerden kaçırmaya çalışmaktalar. Bahse konu bölgelerde yaşanmakta olan gerginliklerin göçleri etkilediği doğru olmakla birlikte nerede ise tüm dünyada görülen göç hareketliliğinin temel nedeninin ekonomik olduğu gerçeğinin görülmesini engelleyememektedir.

Özellikle son yıllarda devasa bir artış gösteren “düzensiz göç” hareketliliği esas olarak yukarıda betimlenmeye çalışılan ekonomik dengesizliğin bir ürünü, liberal ekonominin yarattığı dünya düzeninin bir sonucudur. Günde 1 USD’nin altında bir gelirle yaşamlarını sürdüremeyen insanlar daha güzel bir yaşam uğruna her türlü tehlikeyi göze alarak topraklarını terk etmektedirler.

Göçmenlerin nihaî hedefi ABD, Kanada veya Batı Avrupa ülkelerinden birine ulaşarak oralarda yerleşmek. Adeta gelenekselleşmiş bir hedef bu. Bugün Almanya nüfusunun %23’ünün göçmen veya göçmen çocuğu olmasının (Almanya federal istatistik ofisi verisi) Fransa’nın 7 milyonu aşkın göçmen barındırmasının (Fransa ulusal istatistik enstitüsü verisi), Kanada nüfusunun %10’dan fazlasının göçmenlerden oluşmasının nedeni bu. İşin daha da ilgi çeken boyutu 2002’den bu yana Avrupa’daki göçmen sayısının Avrupa toplam nüfusu içindeki payının %62 oranında artmış olması. Bu artış özellikle Kuzey Avrupa ülkelerinde (%121), Birleşik Krallık’ta (%100) ve Avusturya’da (%75) dikkat çekici.

Hedef ülkelere bir çırpıda ulaşabilmenin güçlüğü ara istasyon olarak düşünülen bazı ülkelerde de göçmen sayısının artmasına neden olmakta. Bugün Türkiye’de bulunan 5 milyonu aşkın (kesin rakam maalesef bilinemiyor), Lübnan’daki 1,5 milyon göçmenin büyük çoğunluğu bu ülkelerde yeni bir yaşam kurmak için değil ilk fırsatta Avrupa veya Kuzey Amerika’ya yerleşme hayallerini gerçekleştirmek için yaşamlarını burada sürdürmekteler.

Yukarıda açıklanmaya çalışılan tablo, bahse konu ülkelerdeki egemenleri hiç rahatsız etmiyor. Göçmenler sayesinde ucuz işgücü bulmaktalar her şeyden önce. Üstelik göçmenleri varlığını yerel işçilere yönelik bir koz olarak kullanıp (kısmen de olsa) ücret artışı taleplerinin önüne geçip artı-değer sömürüsünün artmasını sağlıyorlar. Bulunmaz nimet onlar için. Bu da liberal ekonominin yan ürünü işte.

Göçmenlere gelince:

Onlar gittikleri yerlerde pek çok uyum sorunu yaşıyor, daha ötesinde gittikleri topluma entegre olmamak için çaba sarf ediyorlar. Kendi aralarında kurmuş oldukları gettolarda birbirleri ile dayanışarak yaşıyorlar. Biraz da yerleşmiş oldukları ülkelerde maruz kaldıkları kötü muamelenin ve karşı karşıya kaldıkları ekonomik güçlüklerin bir sonucu bu durum. Bir de ülkeye kaçak yollarla girmiş olanları korumak için alınmış bir önlem. İstanbul’da Sultanbeyli ve Esenler semtlerinin Suriye göçmenleri, Gedikpaşa ve Nişanca’nın kaçak Ermenistan vatandaşları, Tarlabaşı çevresinin ise Afrikalı göçmenler arasında rağbet görmesi bir tesadüf değil elbette. İstanbul’daki bu manzaranın benzerlerini ise Paris, Berlin veya Londra’da da görmekteyiz.

Göçmenlerin uyumlarını, dil sorunlarının çözülmesini, ekonomik yaşama katılabilmesini sağlamak için harcanan paralar ise özellikle yoğun göçmen nüfusa sahip ülkelerde kamu maliyesi açısından sorunlar çıkmasına neden olmakta. Fransa ve Almanya gibi ülkelerde bu sorunlar ihmal edilebilir gibi görünse de Türkiye ve Lübnan gibi orta veya düşük gelir grubunda yer alan ülkeler için sorun ciddi boyutlara ulaşmış durumda. Bu ülkelere son yıllarda Polonya da katıldı.

Bu ülkelerde oluşan bütçe açıkları ve meydana gelen hizmet aksamalarına yönelik öfkeyi ülkedeki sayıları dikkat çekici boyutlara ulaşmış olan yabancılara yönlendirmek ise son derece kolay bir iş. Türkiye’de yaşananlar Kaldıraç okurlarının yabancı olmadıkları konular oldukları için bundan söz etmeyeceğim. Örneklerimi Avrupa’dan verip Türkiye’de göçmenler üzerinden yükselen yabancı düşmanlığı ve ırkçılığın Avrupa ülkelerinde de karşılığı olduğunu açıklamaya çalışacağım sadece.

“Polonya’da Müslüman karşıtlığı, mülteci krizi ve sağcı hükümetle yükselişe geçti. Beyaz tenli ve Katolik olmayanlara yönelik yabancı düşmanlığı özellikle Müslümanlarla evlenen Polonyalıları daha çok hedef alıyor. Leh bir kadının Müslüman erkekle evlenmesi ‘basit ihanet’ olarak görülmüyor. Kadın aynı zamanda Müslüman erkekten çocuk sahibi olacağı için ulus devlete biyolojik olarak da ihanet içinde görülüyor.”

Bu sözler Polonyalı bilim insanı Dr. Anna Piela’ya ait, ABD’de kurulu Northwestern University’de görev yapıyor. Çalışma alanı cinsiyet eşitsizlikleri ve feminizm. Sanırım bu örnek yeter Avrupa ülkelerinde yükselen yabancı düşmanı dalganın boyutlarını açıklamaya. Yabancı düşmanlığı Polonya’da böyle şekillenirken Kuzey Avrupa ülkelerinde de Kuran yakma eylemleri ile vücut buluyor.

Bazı Batılı yazarlar bu durumu (örneğin Samuel P. Huntington, “The Clash of Civilizations and The Remaking of World Order” adlı kitabında bu görüşü savunur) “medeniyetler çatışması” olgusu ile açıklamaya kalksalar da, yukarıda örneklerini vermiş olduğum olayların neden son 20-25 yılda gerçekleştiği sorusuna yanıt verememektedirler.

Verememe nedeni ise olayların “liberal ekonomi” veya “neoliberal ekonomi” denilen ekonomik sistemin yaratmış olduğu dengesizliklerin ürünü olduğu gerçeğini okurlarından gizlemeye çalışmaları.

Almanya ve Fransa gibi ekonomik açıdan iyi durumda olan ülkeler mülteci sorunlarından dolayı kamu finansmanında büyük güçlük çekmeseler bile buralardaki göçmen varlığı yerlilerin ücretlerinin yükselememesinin, yaşam koşullarının ağırlaşmasının nedeni olarak görülüyor halk tarafından, özünde muhalif bir karakter taşıyan “sarı yelekliler” hareketinin (en azından başlangıç aşamasında) mülteci karşıtı unsurlar ve sloganlar içermesinin nedeni de bu idi, Nahel Merzouk’un 27 Haziran 2023 tarihinde öldürülmesi sonrasında gerçekleşen protestolara Fransa halkının ilgisiz kalmasının nedeni de.

İşin şaşılacak yanı ise bazı sol çevrelerin egemenlerin oyununu görmekten aciz kalarak dolaylı da olsa onlara destek vermeleri (Nahel olayında FKP’nin sessiz kalması gibi).

İşin asıl dikkat edilmesi gereken yanı ise egemenlerin, bir yandan mültecileri ucuz işgücü olarak kullanıp artı-değer sömürüsünü katladığı, diğer yandan ise yerli halka yaşadıkları sıkıntının göçmen nüfustan kaynaklandığı, göçmenlerin yerlilerin sofrasına davetsiz misafir olduğu yönünde mesajlar verilmesini sağlayarak emekçi yığınlar arasındaki dayanışmayı engellediğidir.

Bu durumun bilincine varamayan sol çevreler egemenlerin oyununa gelmekte ve ekmeklerine yağ sürmektedirler.

Öte yandan egemenlerin bu politikası yerli halklarda da maalesef karşılık bulmuş ve tüm Avrupa’da ırkçı eğilimler süratle yükselmeye başlamışlardır.

Yükselen ırkçı eğilimlerin liberal düşüncenin gelişmesine engel olduğu tezi ise Fukuyama’nın liberal düşünceyi savunurken onun gerçek görünümünü saklama çabasının bir ürünüdür.

Marine Le Pen’den Alice Weidel’e, Giorgia Meloni’den Karl Nehammer’e hiçbir ırkçı liderin liberalizm karşıtı bir söylemine rastlamak mümkün değildir. Onlar liberalizme değil, yönetiminde iddia sahibi oldukları ülkelerde yaratılan değerlere mültecilerin ortak olmasına karşıdırlar.

Toparlayacak olursak:

Liberalizm (ya da neoliberalizm) denilen sistem eşitsiz gelişmeyi hızlandırmış, gerek ülkeler arasındaki gerekse ülke içindeki toplum katmanları arasındaki eşitsizliğin büyümesine neden olmuş böylelikle göç olgusunun ve göçmen sorununun büyümesine neden olmuştur.

Büyüyen bu sorunun yarattığı krizleri de kendi egemenliğini sürdürmesini kolaylaştıracak bir fırsat olarak görmüş bu suretle hem artı-değer sömürüsünü arttırmış hem de farklı etnik kökenlerden gelen emekçileri birbirlerine düşman etmiştir.

Yakın gelecekte pek çok Avrupa ülkesi farklı etnik gruplar arasındaki çatışmalara sahne olacaktır. Bu durumun önüne geçilebilmesi ise ancak sol güçlerin enternasyonal dayanışmasının gerçekleşmesi ile mümkündür.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz