Erdoğan, kendisinin dahi sevinçle karşılayamadığı son “seçim zaferi” ile, kendine açılan yoldan ilerlemeye devam ediyor. Erdoğan’ın “seçim zaferi”, hem seçimle bir alâkası olmaması, sandıkların dahi sayılmasına gerek duyulmaması açısından tırnak içindedir, hem de “zafer” olması açısından tırnak içindedir.
İnce ve Kalın ikilisinden, Mr. İnce tarafından ilan edilen bir seçim “zaferi”nin Erdoğan’ı bile sevindirmemesi anlaşılırdır. İnce’ye CHP başkanlığını mı önerdiler? Öyle görünüyor. Ama Erdoğan “zaferi”nin, başka birisi tarafından ilan edilmesine, muhtemelen daha çok sevinirdi.
Son “zafer” bir NATO operasyonudur ve bir anlaşmaya dayandığı anlaşılıyor. Erdoğan iktidarı, bizim tanımlamamızla Saray Rejimi, tamamen NATO kontrollü bir iktidardır. Bu tespitin önemli olduğu kanısındayız. Ama biz daha çok, işin başka yönlerine bakacağız.
Erdoğan’ı seçenler, ABD-İngiltere ve İsrail bağlantılı organizasyonlardır. Bu 20 yılın hikâyesidir ve büyük ölçüde, Ortadoğu ve İslam’ın şekillendirilmesi amacına dönüktür. Yeri gelmişken tekrar edelim, Erdoğan ve AK Parti projesi, Gülen projesinin tamamlayanıdır. İkisi de aynı merkezlidir. Birbirine rakip değil birbirini tamamlayandır. Ve bu projenin bütünü, İslam’ı, ABD-İngiltere ve İsrail kontrolüne verme girişimidir. Gülen ve Erdoğan projesi ile eşanlı Müslüman Kardeşlerin öne çıkışı buna dayanır. Ve tümü, eski Sovyetler Birliği’ni kuşatma amaçlı “yeşil kuşak” projesinin devamıdır.
Bugün, Erdoğan ve FETÖ arasındaki “kavga”ya bakıp, bundan, bu iki gücün rakip olduğu sonucunu çıkarmak fazla olur. Onun yerine, sormak lazım, neden FETÖ deniyor da, Gülen Hareketi terör örgütü denmiyor ya da neden Hizmet Hareketi terör örgütü denmiyor? Bu soruların yanıtları, aynı zamanda neden FETÖ denilen örgütün AK Parti de dahil siyasal alandaki uzantılarına karşı operasyon yapılmadığının da kanıtıdır. Ortada, bir operasyon varmış gibi görünüyor. Hepsi budur.
Demek oluyor ki, Müslümanlar, hele hele İslamî hareketler, ne kadar “komünizm düşmanlığı” ile hareket etmişse, o ölçüde, kendileri olmaktan çıkıp, ABD ve NATO güçlerinin uzantısı hâline gelmişlerdir. ABD ve NATO, anti-komünizm temelinde İslamî hareketleri örgütlemiştir. Bizde adı gladio-Ergenekon olan ve tüm NATO ülkelerinde var olduğu bilinen örgütlenmenin bir uzantısıdır İslamî hareketlerin bu örgütlenmesi. Rastlantı olamaz, bir yandan El Kaide, diğer yandan IŞİD, tamamen bu güçlerin organizasyonudur. Her ikisinin de ABD ve NATO örgütleri olduğu artık biliniyor. Bunu tüm İslamî hareketler de kabul ediyor. Bazıları bu durum için, “biz de ABD’yi kullanıyoruz” deseler de, bu kendilerinin bile inanmadığı bir yalan olarak durmaktadır. Yine rastlantı olamaz, her iki güç de, şiddeti asla ve asla Filistin halkının mücadelesi için kullanmayı bile düşünmedi. Dahası, Suriye ve Irak sahasında yerden hızlı büyüyen bir bitki misali bitiveren IŞİD, her nedense asla ve asla İsrail güçlerine karşı eylem yapmadı. Oysa ideolojilerine bakınca, en çok İsrail ile sorunları olmalı gibi duruyor. Suudi Arabistan-İsrail ittifakı bu açıdan ilgiye değerdir. İslamî hareket diye kendini sunanların çok büyük çoğunluğu, ABD ve NATO güçlerinden açık emirler almakta sakınca görmemişlerdir.
Gülen hareketi, Müslüman Kardeşler ve AK Parti-Erdoğan projesi de, bunun bir başka versiyonudur. Açık olması açısından, El Kaide, IŞİD vb. gibi örgütlenmelerin siyasal alanda, ABD ve NATO güçlerince organize olmuş hâllerinden birkaçı, Müslüman Kardeşler, Gülen hareketi ve AK Parti-Erdoğan projesidir. Bu hareketler de, her zaman ABD emperyalizminin istekleri doğrultusunda siyasal, toplumsal organizasyonlar yapmışlardır. ABD çizgisinden bir milim şaşmamışlardır.
Yeri gelmiş iken, son 24 Haziran “zaferi” nedeni ile Erdoğan’ın sevinememesinin belki bir nedeni, artık tek emir aldığı ABD yerine, bundan böyle, yedi kocalı hürmüz gibi, NATO’dan emir alacak olması olabilir. Ama sadece bir nedeni. İngiltere ziyaretinde Erdoğan, Kraliçe’nin huzurunda acaba, ABD’ye ne garantiler vermiştir? Sadece para istediği, istediği 100 milyar doların Kıbrıs konusunda istenilenleri yapmak için bir bedel olarak sunulduğu vb. işin muhtemelen ayrıntılarıdır.
Demek oluyor ki, El Kaide, IŞİD, Müslüman Kardeşler, Gülen hareketi (Gülen hareketinin ismini FETÖ diye TC devleti koymuştur. Devlet, Gülen hareketini kurtarmak için bunu yapmıştır. Çünkü FETÖ diye bir örgütün varlığı yoktur. En militan Gülen’ciler dahi, Hizmet Hareketi dedikleri bir harekete katılmışlardır. Bu bir tarikattır. CIA organizasyonu olan bir İslamî tarikat. Gerçekte devlet bunu değil de, adına FETÖ dediği bir şeyi terör örgütü ilan etmiştir. Bu gerçekte Gülen’i kurtarmanın da yoludur) ve AK Parti-Erdoğan projeleri, hepsi ABD projeleridir ve tümünün hedefi aynıdır: Ortadoğu’nun ve İslam ülkelerinin yeniden paylaşılması, İslam’ın bir siyasal organizasyon olarak ABD, İngiltere ve İsrail çetelerinin kontrolüne verilmesi.
Ortadoğu’nun yeniden paylaşılması, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) olarak sunulmuştur ve bu projenin eş başkanı olduğunu bizzat Erdoğan’ın kendisi söylemiştir. BOP, aslında Ortadoğu’nun ABD öncülüğünde, muhtemelen AB ülkeleri aleyhinde yeniden paylaşılması demektir.
Bu proje, daha şimdiden bir önemli sonuç doğurmuştur. İslam, ABD kontrolüne büyük ölçüde girmiştir, büyük ölçüde bitirilmiştir. İslam’ı etkisiz kılma ayağı, büyük ölçüde başarıya ulaşmıştır. İslamî hareketlerin hiçbir ideolojik özelliği kalmamış, tümü ile, ABD emperyalizminin istekleri doğrultusunda fetvalar verilen bir liderlik tarafından yönetilir hâle gelmiştir. Tümü ile İslam ülkelerinin liderleri, baştan aşağıya borç, rüşvet, yolsuzluk batağına batmış ve tüm dizginleri olduğu gibi Amerikalı efendilerinin eline teslim etmişlerdir. Bir yandan İslam adına konuşmalarına olanak tanınmış, kendilerinden bu özellikle istenmiştir. Erdoğan örneğinde görüldüğü gibi, her adımında İslamî söylemi kullanması teşvik edilmiştir. Erdoğan, attığı birçok adımı, İslam’ı referans göstererek atmış, dahası İslam adına konuşan bir lider olarak ortaya çıkmaya çalışmıştır. Ama öte yandan, rüşvet, yolsuzluk ve “dünya işlerinin” İslam kurallarını ayaklar altına alan işleyişi, yeri geldiğinde ortaya yayılacak şekilde organize edilmiştir. Ve elbette “alim” diye tanınan hocaların (mesela bizim ülkemizde Hayrettin Karaman, 17-25 Aralık dosyalarındaki paraları, peygamberin de %10 aldığını açıklayarak aklamaya çalışmıştır. Galiba şu an kendisi Ziraat Bankası yönetimindedir), bu büyük çaplı parasal, mafyasal, çetesel ilişkiler ağında fetvalar yayınlamaları, bu fetvaların yolsuzluk, hırsızlık vb. alanlarda siyasi İslamcıları haklı göstermesi, işin tuzu biberi olmaktadır. Böylece İslam, ABD ve NATO kontrolünde, bölgemizdeki liderler tarafından acımasızca kullanıldıkça, içeriği tamamen boşalmaktadır. Dinin, egemenlerin iktidarının devamı için, halkın afyonu olarak kullanılması yeni değildir. Ama bu denli bir çetesel ilişki ağının içinde kullanılması az rastlanırdır. İslam, bugün, bir çetesel ağ tarafından kontrol edilmektedir, kullanılmaktadır.
Erdoğan’ın bu son seçim zaferi, bu açıdan da kullanılmak istenmektedir. Erdoğan’ın ağzından İslam’da reform önerileri, kuşku yok ki, Erdoğan’ın İslam’ın Martin Luther King’i olma isteğinin ürünü değildir. Daha çok, kendisinin bir “yer” edindiği ve bu “yeri”, ABD, İngiltere ve İsrail çıkarları için kullanması gerektiği gerçeğinin ürünüdür.
Bugünlerde Erdoğan’ın İslam’da reform tezlerinin nedeni, tamamen bu proje nedeni ile aldığı görevlerin gereğidir. Erdoğan’ın bu reformları hayata geçirecek kadar “yukarılarda” kalamayacağı artık görülüyor. Onu oraya çıkartanlar, bu son seçimlerde İnce eli ile “zafer”ini ilan ettiklerinde, aslında uzun olmayan bir iktidar geleceği öngörmüş gibidirler. Bu anlamda Erdoğan’lı iktidarın ömrü kısadır. İslam’da reform ise biraz daha uzun vadeli bir iştir. Belki bu iş için, Erdoğan ortamı hazırladıktan sonra, Gülen’in yeniden devreye girmesini düşünmektedirler. Bunu bilemiyoruz.
Ama, Erdoğan’a, Davut peygamberden söz ettikleri anlaşılıyor. Yakında Erdoğan ve çevresi Davut hakkında konuşmaya başlayacaktır.
Davut, hem peygamberdir, hem de kral.
İşte Erdoğan’ın özlemi de budur; hem peygamber, hem de sultan.
Aslında halife ve sultan denilince, daha çok akla Abdülhamit gelir. Ve en çok da konuşulan budur. Ama burada bir sorun var. Halife ile peygamber arasında bir fark var. Peygamber, allahın aracı olarak seçtiği ve mesajlarını ilettiği insandır. Oysa halife, hilafete dayalı iktidarın dinî lideridir. Ama halife, aynı zamanda tüm İslam üzerine etkilidir.
İslam’ın bugünkü hâli ile, halife olarak birisinin mesela Erdoğan’ın, tüm İslam alemine etki etmesi mümkün değildir. Suudi anlayışı Vahabilik nedeni ile bunu asla kabul etmez. Aynı şekilde İslam dünyası içindeki Şiilerin bunu tanıması mümkün değildir. Önemli bir ülke olarak Mısır’ın da durumu aynıdır. Bu durumda Erdoğan’ın halifelik yolu ile etki edeceği ülke bir tek Katar olarak kalır. Öyle anlaşılıyor ki, bu, iş görmeyecektir.
Bu durumda “İslam’da reform” daha akıllıca görülebilir. İşte Davut alternatifi burada devreye giriyor. Hazır Hayrettin Kahraman Ziraat Bankası Yönetim Kurulu’nda, gelen paraların renkleri ile bu denli ilgili iken, İslam’da reform üzerine çalışabilir. Mesela ramazan ayının, yaz aylarında oruç tutmanın zorluğu nedeni ile hep aralık ayına alınması uygun olur. Hem bu, belki de geniş bir kitlenin ilgisini de çekebilir. Ama bu, işin makyajı olacaktır. Esas mesele, tüm İslam’ı bir merkezden yönetebilmek ve bu merkezin de ABD, İngiltere ve İsrail kontrolünde olmasıdır.
Bu proje, anlaşılacağı üzere uzun yıllara ihtiyaç duyulan bir projedir. Erdoğan bugün, bilerek bilmeyerek, bu proje için gerekli “yıkma” görevinde iş yapabilir.
Ama öte yandan cin şişeden çıkmıştır.
Erdoğan, iktidar veya güç denilen şeyin tadını almıştır. Her gün onlarca yalan söylemeyi de başarmaktadır. Kendisinden ülke içinde hesap soran da yoktur. Şimdi, hem ABD hem de NATO kanalı ile AB’ye hesap vermek zorunda olduğuna göre, artık muktedir ama yedi kocalı hürmüz gibidir.
İşte canını sıkan bu durumdan kurtulmak için, Abdülhamid özlemleri yeniden alevlenmek zorundadır. Bu konuda tempo tutan bir kitle bulmak da zor olmasa gerek.
Abdülhamid, ikinci kere yaşatılacak.
Halifelik ve sultanlık, ikinci kere denenecek.
İlkinde trajedi idi. Pek çok Abdülhamid hayranı için bu trajedi kabul edilir bir tanımlamadır. Birçok şeyi istemeden yaptığı söylenir. Hep denir ki, ondan önceki padişahlar aslında bilinen hataları yapmamış olsalardı, Abdülhamid başarılı olabilirdi. İşte bunun için, trajedi olarak anılır.
Abdülhamid’den söz edilince, Berat için Damat Ferit benzetmesi akla geliyor.
Bu sefer tarih, traji-komik sahneler kaydedecek. Belki Erdoğan, Abdülhamid rolüne kendini fazla kaptırmış iken, Damat Ferit, gerçek iktidarı çoktan almış olacak.
Osmanlı Sarayı’nın, son dönemelerini yaşamış olduğu Abdülhamid döneminde dahi, bazı gelenekleri vardı. Haremi ile, içoğlanları ile, ulemaları ile, koca bir imparatorluğun çökmekte olan hâli idi. Bu şaşalı imparatorluğun içine düştüğü bu durum, düyun-u umumiyecileri sevindirse de, Saray mensupları için trajik bir durum olduğundan şüphe yok.
Ama, projelendirilmiş bir Erdoğan sultanlığı ile, Suriye savaşında yerle bir olan bir bölgesel otoritesine dayanan bir halifeliğin, nostaljik yönü ne kadar çekici olsa da, bir traji-komik tiyatroyu andıracağından şüphe duymamak gerekir. Erdoğan, mümkündür haremi, içoğlanlık sistemini kurabilir. Mümkündür, meşveret meclisine ofis de diyebilir. Hazineyi damada teslim edebilir. Ama Bilal ne olacak? Hem sonra meşveret odasında perde arkasından tartışmaları dinlemek yerine, elektronik kulak kullacağı ve meşveret meclisindeki herkesi her an dinleyeceği de kesin. İyi ama bu elektronik sistemlerin başka nelere olanak verecekleri belli midir? Hani Erdoğan’ın “kriptolu telefonumu dinlediler” dediği anı hatırlayalım. Bu FETÖ dediklerinin ağababası CIA değil mi? NATO ve gladio ile bu denli iç içe geçince, düyun-u umumiye yerine hazine garantili kredileri, varlık fonunu koyunca Osmanlı’nın son dönemini temel alarak, Osmanlı olunamayacağı açık değil mi? Osmanlı’nın yeniçeri ocağının yerine, SADAT iş görür mü, yoksa Sedat Peker’in mafyasını mı kullanacaklar? Çakıcı’nın çıkışlarına bakarsak, Sedat Peker’in epeyce şansı var gibi. Peki, Sedat Peker veya SADAT, Erdoğan’ın kontrolünde mi olacak?
Sadece halifelik de, sadece sultanlık da traji-komiktir. İkisinin bileşimi, traji-komik tiyatroyu daha da ucuzlatacaktır. Ne ağlamak mümkün, ne gülmek.
Oysa Erdoğan’ın Saray Rejimi esastır.
Saray Rejimi, işçi ve emekçilerin daha fazla sömürüsü, halkların daha şiddetle bastırılması, insanî değerlerin ayaklar altına alınması, dinin sınır tanımaz kullanımı, ekonominin ve devletin çeteleşmesi, hak ve hukuğun yok edilmesi, sokak başlarında gençlerin öldürülmesi, çocukların organ mafyası için bitki vazifesi görmesi, kadınların ve çocukların cinsel olarak pazarlanması, tüm toplumun polisiye yöntemlerle denetim altında tutulması demektir. Saray Rejimi, ABD adına bölgede tetikçilik yapabilmek için, 23 sente asker olmak demektir. Saray Rejimi, yoksulluk demektir. Saray Rejimi, sadaka ile övünülmesi, her türlü ahlâksızlığın yaşamın devamı için zorunlu hâle getirilmesi demektir. Saray Rejimi, yağma ve talan, rant ekonomisi demektir.
Saray’daki ister Erdoğan olsun, ister Damat Ferit, ister Bilal Oğlan olsun. Saray Rejimi, milyonlarca emekçi için açlık, yokluk demektir.
Eğer bu traji-komik dönemi seyretmekle yetinmeyeceksek, biz işçilerin, biz emekçilerin örgütlenmesi esastır. İşte o zaman bu kurulan sahnenin arkasındaki güçleri açığa çıkarabiliriz. İşte o zaman, bu tarihi değiştirebiliriz. Geçmişe değil, geleceğe; padişahlığa değil, özgür bir geleceğe, insanın insana kulluğunun son bulacağı bir geleceğe yürüyebiliriz.