İşçi sınıfının devrimci yolu ve strateji ve taktik üzerine

Biliniyor, her savaşın, stratejik ve taktik sorunları vardır. Ve bu strateji ile taktikler arasındaki bağ doğru kurulamazsa, burada hatalar büyür ve düzeltilemez hâle gelirse, mücadele ne kadar yiğitçe sürdürülürse sürdürülsün, zafere ulaşamaz.

İşçi sınıfının, burjuvaziye karşı mücadelesi, içinde yaşadığımız çağın, kapitalizmden komünizme geçiş çağının, en temel savaşıdır. 1848’de, ardından Paris Komünü’nden, ardından Ekim Devrimi’nden, İkinci Dünya Savaşı’ndan, her birinden bu yana, sınıf savaşımı, çok kapsamlı çarpışmalara sahne olmuştur ve her bir süreçte, iki sınıf da büyük dersler çıkartmıştır.

İşçi sınıfının zafere ulaştığı, iktidarı aldığı Ekim Devrimi’nden bu yana, burjuvazi, tüm gücü ile devrime ve işçi sınıfının devrimci mücadelesine karşı, her türlü aracı geliştirmek için, var gücü ile çalışmıştır. Cennetlerini kaybetme korkusu, egemenleri, işçi sınıfına karşı savaşımda, her türlü kirli savaş oyunlarına başvurmaya itmiştir. Son nefesine verene kadar kapitalist sistem, bu canhıraş biçimdeki, bu insanlık dışı metotlarla karşı-devrim savaşını sürdürecektir; acımasızca, hunharca, tüm insanlık tarihinin görmediği yeni metotlarla.

Egemen sınıf, devrimci kalkışmalardan, sınıf savaşımından en başta devlet mekanizmaları aracılığı ile (başka birçok burjuva örgütlülükle) öğrenir. İşçi sınıfının öğrenme yolu ise, ancak ve ancak devrimci örgütleridir.

Ve bugün, dünyada, devrimci enternasyonal örgütlenme olmadığına göre, egemenlerin öğrenme süreci işçi sınıfından daha gelişkindir. Bu hem kanıttır hem de durumun kendisidir.

Egemenin acımasızlığına şaşarak süreci izleyen “aydın”lar, aslında sınıf savaşımını tüm gerçekliği ile anlayamıyor demektir. Egemenin acımasızlığına şaşmak için, egemenleri, sermayenin insan hâline girmiş temsilcileri ve onların hizmetçileri olarak değil de, sırf bize benzedikleri için insan olarak görmek gerekir.

Oysa egemen, insanın insan tarafından kul edilmesi sürecinin ürünüdür ve yeryüzünde, insanın insan tarafından kul hâline getirilmesinden daha ağır bir suç yoktur.

İşçi sınıfı, yönetilenler, sınıf savaşımından, egemenler gibi öğrenmezler. Onlar, ancak devrimci örgütleri varsa, sınıf savaşımının deneyimlerini kuşaklar boyu sindirebilirler.

Bu açıdan, belki de birkaç noktayı tekrar hatırlamanın zamanıdır.

1

İşçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki savaşım, biz devrimcilerin yarattığı bir savaşım değildir. Daha önce de sınıflar arasında savaşım vardı. Köle ile köle sahipleri arasında, serf ile bey arasında olduğu gibi. Kapitalizm, sınıflı toplumların en gelişmişidir. Bu anlamda, sınıf savaşımının da en gelişmiş biçimlerinin ortaya çıktığı toplumdur. Kabaca söyleyecek olursak; işçiler, serflerin, kölelerin neslindendir, burjuvaların ataları ise beyler-soylular ve köle sahipleridir.

Demek ki, sınıf savaşımı, kapitalizm öncesi toplumlardan geliyor. Öyle ise biz Marksist-Leninistler, sınıf savaşımını keşfetmedik, hele hele yaratıcısı, biz, hiç değiliz. Bizden önce de sınıf savaşımı vardır. Demek ki, bizim dönek sülalesi, kendileri devrimden ve mücadeleden vazgeçtiklerinde, dünyada sınıflar savaşımının da biteceğini varsaymakla, çok kibirli davranmış oluyorlar. Ya da biz, devrimci sosyalistler, eğer karar verir de mücadele etmezsek, sınıf savaşımı bitecek değildir.

Toplumun sınıflara, çıkarları uzlaşmaz sınıflara bölünmesi, aslında “olumlu” bir hâl değildir. Eğer devlete “pislik” derseniz -bizce sakıncası da yok- ama bilimsel olarak doğru olmaz; ama derseniz, bu pisliğin ana kaynağı sınıfların bizzat varlığıdır. Bu nedenle, sınıfların ortadan kalkması için mücadele edenler, gerçekten de “gerçek insanlık tarihinin” başlangıcına katkı sunmuş olurlar. Böylece sınıflar ortadan kalkmış olur.

Sınıfların ortadan kalkması, ancak ve ancak, varlığı bir başka sınıfın sömürüsüne dayalı olmayan işçi sınıfının iktidarı alması, üretim araçlarının sahipliğinin özel mülkiyetten çıkması, sömürünün tüm biçimleri ile sadece bir ülkede değil, tüm dünyada ortadan kalması yolu ile mümkün olabilir. İşçi sınıfı, egemen sınıf olarak burjuvaziyi tarih sahnesinden sildiği zaman, aslında bir sınıf olarak da kendini ortadan kaldırmış olur.

Bize “işçi sınıfı bitti” diye müjdeler verenler, işte o gün için savaşırlarsa, gerçekten de işçi sınıfı da ortadan kalkabilir. Yoksa egemen sınıf, işçi sınıfını sömürmeden var olamaz. Bu bir niyet, istek vb. meselesi değildir. Bu, kapitalist toplumun temel yapısıdır.

Kapitalist toplumun temel itici gücü, bu iki sınıf arasındaki savaşımdır. Sınıflı toplumların tarihi, son tahlilde sınıf savaşlarının tarihidir. Sınıf savaşımını, bu denli geniş bir biçimde ele almak gerekir.

2

Biz Marksistler, sınıf savaşımının, zorunlu olarak işçi sınıfının iktidarı yolu ile, toplumsal bir devrimle, yeryüzünden tüm özel mülkiyet silinene kadar devam edeceğini, işçi sınıfının ve toplumun tek kurtuluş yolunun bu olduğunu söyledik, söylüyoruz.

İşte tüm yeryüzünden kapitalist, sömürücü sınıf yok edildiğinde, işçi sınıfı da yok olacak ve o zaman gerçek anlamı ile insanlığın tarihi başlayacak. Yani bugün, bir anlamda insan öncesi tarihteyiz. Bu tarihe, en geniş anlamı ile doğanın insanlaşması tarihi diyebiliriz. İnsanın doğayı tahrip eden olmaktan çıkıp, içinden çıktığı doğa ile yeniden bir üst düzeyde bütünleşmesi, ancak komünizm sonrası dönemde sağlanabilir.

Biz Marksistlerin keşfettiği şey, sınıf savaşımının, işçi sınıfının iktidarı ile son bulmaya evrileceğidir. İşçi sınıfının iktidarı almasının yolu ise, işçi sınıfının sınıf bilinci ile donanmış, devrimci bir işçi sınıfı olmasıdır. Bunu sağlamak ise, bireysel bir iş değil örgütsel bir iştir. İşçi sınıfı, tarihsel rolünü, sosyalizmi kurma ve kapitalist sistemi yıkma mücadelesindeki öncü rolünü, ancak gelişmiş devrimci örgütü sayesinde yerine getirebilir.

İşte biz Marksist-Leninistlerin katkısı burada aranabilir.

Elbette, bu işi yapacak devrimci örgüt denilince, onun yapısı konusunda. Biliniyor, İkinci ve Üçüncü Enternasyonal arasındaki farklılıklar, ideolojik olduğu kadar, aynı zamanda örgüt konusunda da vardır. Bolşeviklerin örgüte yaklaşımının farklılığının temelleri ta oralardan gelir.

Devrimci örgüt, devrimin öncüsü olan işçi sınıfının devrimci örgütüdür ama, bu aynı zamanda o örgütün, örgütsel yapısı konusunda da bazı ipuçları içerir. Bizim çelik disiplinli, gönüllüler ordusu dediğimiz zaman ya da diğer niteliklerini eklediğimizde, aslında herkesin, kendine solcu diyen herkesin örgüt denildiğinde anladığından farklı şey anladığımızı herkes bilir.

3

Kapitalist-emperyalist sistemin bugün geldiği aşamada, sosyalizm ve devrim, sadece işçi sınıfının nihaî kurtuluşunun yolu değil, aynı zamanda tüm insanlığın da kurtuluşunun yoludur.

İşçi sınıfının amacı, açık ve net bir biçimde, siyasal iktidarı alıp, proletarya diktatörlüğü ile burjuva sınıfın tüm direncini kırmak, bu yolla, dünya çapında devrimi zafere ulaştırarak, komünizme varmaktır.

Devrimci işçi sınıfının amacı budur.

İşçi sınıfı, bu yolda örgütlenirken, birçok savaşımdan geçmek, çetin mücadeleler yürütmek, yenilgiler tatmak ile karşı karşıya kalacaktır. Kalmıştır da. Bu nedenle, yenilgiler “mücadelenin bittiğinin” değil, o aşamada yenildiğimizin ve daha ileri bir örgütlülük ve bilinçle yeniden ayağa kalkmamız gerektiğini öğrendiğimiz dönüm noktalarıdır. Yenilgileri zafere çevirme iradesi buradan gelir.

İşçi sınıfı, bu mücadeleye, devrimci bir öncü, devrimci bir örgüt ile hazırlanır.

İşçi sınıfı, sömürüyü, yaşamının zorluklarını vb. anlamak için bir öncüye ihtiyaç duymaz. İşçi sınıfı, devrimi zafere ulaştıracak, nihaî çıkarlarını savunacak, bu devrimci mücadeleye kendini hazırlayacak bir öncüye ihtiyaç duyar.

Yaşamları boyunca, nesillerdir yönetilmiş olan işçi ve emekçiler, halk, aslında kendi günlük mücadelesinden birçok şeyi öğrenir; devleti, egemeni tanır, ama onu alt edecek strateji ve taktiği, ancak devrimci bir öncüsü varsa geliştirebilir.

4

Bu nedenle, öncelikle, işçi sınıfının, bağımsız, kendi devrimci yolunda, mücadele sahnesinde olması gerekir.

Yani, işçiler, burjuva partilerin, burjuvazinin şu ya da bu kesiminin kuyruğuna takılarak, kendi sorunlarını çözemezler.

İşçilerin kurtuluşu, kendi eserleri olur. Ama bu onların devrimci bir örgüte, öncü bir örgüte sahip olmaları ile sağlanabilir.

Birçok işçi örgütü vardır. İşçilerin içinde örgütlendiği birçok işçi örgütü, başka başka yollarla, düzene bağlanmaktadır. Bir işçi örgütünün varlığı yetmez, devrimci öncü bir işçi örgütünün varlığı gereklidir.

Birçok siyasal hareket, işçi örgütü olabilir. Gerçekten de öyle olabilirler. Ama devrimci bir işçi örgütü olmak, her zaman başka anlamlar taşır.

Sendikalar da işçi örgütleridir. Gereklidirler. Sendikaların, bugünkü hâline bakıp, “bunlar satılmış sendikalar” diyerek, işçilerin sendikalara ya da günlük ekonomik ve sosyal hakları için mücadele edecek kitlesel örgütlere ihtiyaçları olmadığını söylemek yanlıştır. İşçiler, elbette sendikalarını kuracaklardır.

Ancak sendikalar, işçi sınıfının devrimci öncü örgütü olamazlar, yapıları gereği olamazlar.

İşçi sınıfının öncü örgütü, işçi sınıfının çıkarlarını, nihaî çıkarlarını, sosyalizm ve devrim davasını, her koşul ve şart altında savunabilecek, işçi sınıfının bu doğrultuda doğru stratejik ve taktik yaklaşımlarını örgütleyebilecek, bir savaşım biçiminden diğerine geçmeye yetenekli, siyasal bilinci yüksek, savaşımın her biçimini kullanmaya yetenekli, çelik disiplinli devrimci bir örgüttür.

Bu, sendikalardan ayrı, siyasal bir örgüttür.

Bugün sendikaların içinde bulunduğu hâle bakarak, devletin sendikalar üzerindeki denetimine bakarak, sendikaları reddetmek yanlıştır. Sendikalar, işçi sendikası olmalıdır. İşçiler sendikalarda söz sahibi olmalıdırlar. Sendikalar, işçilerin ekonomik ve sosyal haklarını net bir biçimde savunmalıdır. Oysa günümüzde sendikalar, devletin uzantıları, işçileri satmanın örgütleri, işçi sınıfının devlet ve egemen burjuvazi tarafından kontrol edilmesinin araçları, yarı-mafyatik örgütler hâline gelmiştir. Ankara’da Türk Metal’in merkez binasına bakıldığında, bu binanın bir holding merkezi gibi olduğunu anlamak zor değildir. Devlet-tekeller tarafından kontrol altına alınmış mafyatik örgütler hâline gelmiş bu sendikalar, sınıf mücadelesi geliştikçe, işçiler tarafından geri alınacaktır, alınmalıdır.

Günümüzde, sendikalar da dâhil demokratik kitle örgütleri (DKÖ), ya burjuvazi-devlet tarafından ele geçirilmiş hâldedir ya da işçi sınıfından yana örgütlerdir. Burjuvazinin müdahale etmediği, kitle örgütü ya da salon takımının söylemi ile “sivil toplum örgütü” yoktur.

Sınıf mücadelesinde işçi sınıfının siyasal örgütlenmesi ve siyasal bilinci ne kadar geri ise, bu DKÖ’ler de devlet tarafından o denli kontrol edilebilir, yozlaşmış yapılara dönmektedirler. Bu sadece sendikalar için geçerli değildir, her türlü örgütlenme için geçerlidir. Alevi örgütlenmelerine bakmak bu açıdan doğru olur. Devlet, Alevi örgütlenmelerini, bir DKÖ olarak kontrol etmek için, uzun süredir uğraşmaktadır ve bu konuda aldığı yol da küçümsenir değildir. Hâlâ direnen ve teslim alınamamış örgütlerin varlığı, elbette çok değerlidir. Bunu her alanda görmek mümkündür.

İşçi sınıfı, işte böylesi bir siyasal bilinçle, böylesi bir siyasal örgütlenme içinde ise, işte o zaman bağımsız bir güç olarak sahnede yer alabilir. Yoksa, şu ya da bu vaatlerle, burjuva partilerden birinin ya da diğerinin kuyruğu olmaktan kurtulamaz.

İşçi sınıfı ya devrimcidir ve her şeydir ya da değildir ve hiçbir şeydir.

Bu söz, Marx döneminden beri geçerlidir. Eğer işçi sınıfı devrimci değil ise, bir bağımsız güç olamaz. Bu nedenle, devrimci sosyalistler, işçi sınıfını bağımsız bir devrimci güç olarak örgütlemekle görevlidir. İşçi sınıfının içinde olmadığı bir devrimci mücadele kapitalist sistemi yıkamaz. Devrimcilerin görevi, işçi sınıfını, kendi öncüsü olarak devrimcileştirmektir. Demek ki, ne işçi sınıfı olmadan devrim oluyor, ne de devrimci öncü örgüt olmadan devrim oluyor. İkisi birlikte gereklidir.

İşçi sınıfı, aynı zamanda tüm toplumsal devrim sürecinin öncüsüdür. Bu aynı zamanda, devrimcileşmiş bir işçi sınıfının, toplumsal mücadeleye katılan tüm güçleri de toparlama gücüne sahip olduğunu gösterir. Bu işçi sınıfının, kapitalist toplumun tek devrimci sınıfı olmasından gelmektedir.

5

Tüm bunlar bilinen şeylerdir ve sadece birkaç (binlerce de olabilir) liberal solcu bir yana bırakılırsa, kabul gören bilimsel gerçeklerdir de.

Ama buna rağmen, sınıf mücadelesi, bu metinlerde olduğu gibi sürmez. Renkli bir süreçtir devrim süreci.

Günlük mücadele ile, sosyalist devrim mücadelesi arasında zaman zaman açı açılır. Öyle anlar gelir ki, bir konuda alınacak tutum, her şeyin önüne geçer. İşte böylesi anlar için, işçi sınıfına bilim, Marksizm-Leninizm gereklidir. Devrimci örgüt, bu bilim ile süreçlere bakmakla yükümlüdür. Günlük gelişen mücadelenin her aşamasında, nihaî amacı unutmadan, doğru kararlarla yolunda yürümek ve işçi sınıfına öncülük etmek zorundadır.

Bu o kadar kolay bir süreç değildir.

Nihayetinde bu bir savaştır.

En büyük savaşlar gibi, en küçük savaş da ciddiyetle ele alınmalıdır.

Savaşta, düşman güçleri, çok farklı manevralar yapabilmektedir. Bu nedenle, savaşın her anı, somut olarak ele alınmak, değerlendirilmek zorundadır.

Dediğimiz gibi, devrimci mücadeleler tarihimiz bunun sayısız örnekleri ile doludur. Bazan bir adım geri atılır, ardından iki adım ilerlenir. Bazan en umutsuz bir anda, etkili bir mücadele yolu bulunur. Bazan tersine, kötü ve yanlış bir adım, birçok kayba neden olur.

Örnek olsun, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal, Osmanlı beylerini birkaç kez yendikten sonra, Osmanlı’nın topyekûn savaşına, ormanı yakması, köylüleri toptan kılıçtan geçirmesi tutumlarına, doğru yanıt verememişlerdir. Köylüleri, halkı kurtarmak ve korumak için Karaburun’a çekilmiş, orada düşmanla karşılaşmışlardır. Bu durum, aslında savaşımın yanlış taktiklerle yürütülmesidir. Oysa, başka cephelerden de bir saldırı, çok farklı sonuçlar verebilirdi. Bunu, elbette biz, savaşın sonunda görebiliyoruz. Bu taktik bir hata, stratejinin zayıflığı ile mi ilgilidir? Eldeki kaynaklar yeterince zengin olmadığı için, yanılıyor olabiliriz, ama öyle görünüyor. Trakya ve İznik cephesi, belki de daha önce açılmalıydı.

Başka bir örnek Sovyetler’den verilebilir.

İkinci Dünya Savaşı, devrimci direnişin tarihinde oldukça önemli bir yer tutar. SSCB, 1917’den başlayarak, emperyalist güçler tarafından kuşatılmaya başlanmıştır. Devrimin ilk anında, içeride Beyaz Ordu (emperyalist destekli Denikin kuvvetleri), karşı devrim için cennetini kaybetmiş egemenler adına saldırırken, dışardan, Japonya ve İngiltere, özel savaş tekniklerini devreye sokmuşlardır. Bu oldukça zorlu bir savaştır ve 1919’da Alman devrimi yenilgiye uğradıktan sonra, devrimi yayma düşüncesi bir adım geri düşmüştür. 1921’de Lenin, bir adım geri atmış olarak devrimci mücadeleyi sürdürmeye karar vermiştir.

Bugün Stalin’i eleştirenler, onu “diktatör” olarak eleştirmektedirler. Hiçbir biçimde doğru değildir.

Devrimci savaşta, devrimcilerin ordusu gönüllüler ordusudur. O, burjuva ordulardan ayrılır, paralı ordulardan ayrılır. Gönüllüler ordusu, ileri bir bilince dayanır. Derler ki, devrimci bir orduda, komutanlar, sadece yaptıklarından değil, yapmadıklarından da sorumludur.

Stalin, eğer yanlış yapmış ise, daha çok, saldırı psikolojisini terk etmekle yapmıştır. ABD’nin Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombasını atması, aslında Kızıl Ordu’nun durdurulması amacını gütmekteydi. Bu saldırı, Sovyetler’i, “kazanımlarını koruma” adına, savunma noktasına itmiştir. Mesela Fransız Devrimi, bu saldırı psikolojisinin terk edilmesinin sonucu geri çekilmiştir. Hitler faşizmini yenen Kızıl Ordu, gerçekte, tüm emperyalist cepheyi yenmiştir. Ama ABD, tam bu noktada, savaşa dâhil olmuş ve SSCB’yi büyük bir kuşatma siyasetini başlatmıştır. Savaşın kayıpları ve yaraları içinde SSCB, bir adım geri atmış, kendi kabuğuna çekilmeye başlamıştır.

Aslında taktik olarak değeri olan bir barış anlaşması, “barış içinde bir arada yaşama” stratejisine dönüştürülmüştür. Yani bir adım geri taktiği, stratejiye dönüşmeye başlamıştır. SSCB, o tarihlerden başlayarak, devrim zafere ulaşana kadar, hiçbir devrimi açıktan desteklememiştir.

Enternasyonalin yokluğu, dünya devrimci hareketini, Sovyet dış politikasını takip eden örgütler topluluğuna çevirmiştir. Taktik, stratejiye dönüşmüştür.

Görüldüğü gibi, mücadelenin şiddeti, bazı anlarda, taktik olarak çok değerli olan hamleleri strateji düzeyine yükseltme hatasına yol açabilmektedir.

Buna ilişkin pek çok örnek bulunabilir.

Sınıflar arasındaki savaşım, öyle anlar gelir ki, bir sorunu, her şeyin önüne getirir ve bu konuda “ufku görmeyen” adımlar atıla atıla, sonuçta devrim ve sosyalizm hedefi sisler arasında, teorik bir hedef olarak kalır. Sorarsanız sosyalizm hedefi vardır ama pratikte bu hedef gölgelenmiştir.

Bu nedenle, her zaman somut durumun somut tahlili çok ama çok önemli bir hâl alır.

İşçi sınıfı, Marksizm ile ilk kez devrimci bir teoriye, bilime sahip olmuştur. Bu bilim, sadece devrim sürecinde değil, devrimden sonra yeni toplumun kuruluşunda da yol göstericidir. Ancak, bu bilime, bu teoriye canlı bir varlık olarak sahip çıkmak gerekir. Marksizm ölü dogmalar yığını değildir. Canlıdır, bilimdir.

Teorinin genel yönleri ile, mücadelenin renkli ve canlı durumları arasındaki bağı, ancak örgütlü, devrimci teoriye sahip ise işçi sınıfının öncü örgütü kurabilir.

Devrimin gelişimi, sınıf mücadelesinin gelişimi, bir çok etken altında oluşur. Bunun bir yönü, uluslararası alanda yaşanan gelişmelerdir. Bir yönü ise, devrimci mücadelenin her iki cephesindeki güçlerin durumudur. Bu nedenle, her zaman somut durumun somut tahlili gereklidir. Öyle bir kere devrimin rotasında anlaşıp, dümdüz gitmek, ilerlemek mümkün değildir. Devrimci rotaya sahip çıkmak, genel teorik kabulleri sıralamakla mümkün olsa idi, işimiz çok da kolay olurdu. Zor olan, önemli olan, günlük mücadelenin renkliliği içinde, devrimin rotasını savunabilmek, egemen kılabilmektir. Devrimin gündemi ancak bu yolla, mücadelenin her anında doğru algılanabilir.

6

Bugün içinden geçtiğimiz koşullarda, Saray Rejimi’nin devrilmesi meselesi önemli bir konudur.

Önemlidir ve dahası olanaklıdır.

Ama bu sorun, gündemimize Saray Rejimi’nin alaşağı edilmesi, ki olanakları vardır ve olgunlaşmıştır, şeklinde değil de, Erdoğan’ın indirilmesi şeklinde çıkarılmaktadır.

Burjuva muhalefet, Saray Rejimi’ni ve devleti korumak için, meseleyi Erdoğan sorunu olarak ortaya koymaktadır. Gerçekte de, Erdoğan, egemenler tarafından öne çıkarılmaktadır. Halkın, kitlelerin devlete, Saray Rejimi’ne duyduğu öfke, Erdoğan ile çakışmaktadır. Liberal sol, burjuva muhalefetin de katkısı ile, kitlelerin devlete karşı öfkesini, Erdoğan’a karşı öfke ile sınırlamak istemektedir.

Aslında çoktan siyasal bir ceset hâline gelmiş olan Erdoğan, bir paratoner görevi görmektedir. Erdoğan, çoktan tükenmiştir. Tükenmiş olanı vererek, devleti-sistemi kurtarmak mümkün müdür denemesi yapmak istiyorlar.

Ama efendiler arasında süren savaş, ABD-AB ve İngiltere arasında süren paylaşım savaşımı, ülkemizde de yansımasını bulmaktadır. AB, ekonomisine sahip olduğu Türkiye’de, kendine bağlı bir siyasal yönetim organize etmek istemektedir. Oysa ABD, NATO kanalı ile, tetikçi bir yönetim hâline getirdiği Saray Rejimi’nin devamı için, Erdoğan üzerinden devam etmek istemektedir.

Gerçekte ABD, dünya çapında savaşı sürdürmek istiyor. Onun meselesi Erdoğan değildir. O bu savaşı sürdürecek yapı peşindedir ve bu yapı Saray Rejimi’dir. Bu onun çıkış yolu hâline gelmiş durumdadır. ABD hegemonyasının çözülmesini engellemek için, tüm güçleri ile savaş politikalarını dayatmaktadır. Bu konuda rakipleri olan Almanya, Fransa, Japonya ve İngiltere’den daha avantajlıdır. Bu avantajı kullanırken, Ukrayna gibi operasyonlarla, tüm eski müttefiklerini kendi bayrağı altına toplamaktadır. Bu yolla “tek kutuplu dünya”nın devamını istemektedir. AB, bu politikalara, Ukrayna’da, Avrupa’da razı olmuş durumdadır. Ama Türkiye’de Avrupa anakarasından farklı bir tutumu vardır, Türkiye’de bu mücadele sürmektedir.

Tüm bu koşullarda, Erdoğan gitsin de ne olursa olsun taktiği, işçi sınıfının nihaî çıkarlarını bir yana bırakacak şekilde, solun Kılıçdaroğlu arkasına dizilmesine neden olmuştur.

Bu aslında, egemenlerin, işçi sınıfına, Kürt devrimine karşı, başarılı bir hamlesi sayılabilir. Daha seçim öncesinde bu sağlanmıştır. Yani seçimin yapılıp yapılmayacağı ya da yapılırsa sonucunun ne olacağından önce, egemen, avantajlı bir konum elde etmiştir. Gelişmekte olan direniş, işçi sınıfının, kadınların ve gençlerin direnişi, bu politikaya kurban edilmek istenmektedir.

Oysa etkili bir direniş hattı, zaten sadece Erdoğan’ı götürmekle kalmaz, aynı zamanda Saray Rejimi’ni de alaşağı edecek durumdadır.

7

Devrimci mücadele, her zaman zafere ulaşmaz.

Örnek olsun 12 Eylül’de yenildik. Ama yenilginin de türleri vardır. 12 Eylül’de devrimci hareket, sokağa, barikatlara çıkmamıştır, çıkamamıştır. Buna devleti iyi tanımamak da diyebiliriz. Ve evinde kitap yakarak 12 Eylül’ü karşılayan bir devrimci hareket, zaferi kazanacak iradeyi de gösteremez.

12 Eylül’de devrimcilerin direnişi hapishanelerde yaşanmıştır, işkencehanelerde yaşanmıştır. Hiçbir biçimde küçümsenir değildir. Yüzlerce insan işkencelerde, düşmanın üstüne yürüyerek ölmüştür. Ama sokakta, barikatların üzerinde yenilmek, elbette daha büyük bir değer taşırdı.

Bazı savaşlarda, barikata çıkmadan yenilmek, barikata çıkarak yenilmeye göre bin kat daha yıkıcı sonuçlara mal olmaktadır. 12 Eylül’ün sol içinde yarattığı erozyon, tam da böylesi bir yenilginin ürünüdür. O nedenle çok daha tahripkâr olmuştur. “Sudaki İz” gibi pişmaniye yazını böylece ortaya çıkmıştır.

Devrimci mücadele, eğer hakkı ile yürütülürse dahi yenilebilir. Ama böylesi yenilgilerin, hem dersleri çok verimlidir hem de yan ürünü olarak reformlar ortaya çıkabilir.

Bugün, Saray Rejimi’ne karşı bazı haklar elde etmek, bazı reformlara razı olmak, asla ve asla burjuva partilerin arkasına takılarak sağlanamaz. Direniş hattını savunmak, o hatta yürümek, olur da kesin bir zafer oluşturmazsa da, birçok hakkı elde etmenin garantisi demektir.

Bu nedenle, işçi sınıfı, kadınlar ve gençler, Gezi Direnişi’nden bu yana geliştirdikleri direniş hattını savunmak, geliştirmek, derinleştirmek, daha örgütlü hâle getirmek zorundadır.

Seçimin yapılıp yapılmamasından, sonuçlarından vb. bağımsız olarak devrimciler kendi hatlarını sürdürmek, direniş rotasını korumak zorundadırlar. Bu direniş rotası olmamış olsa, sellerde, yangınlarda, ekolojik tahribatta insanların direnişi olmamış olsa, işçilerin grev silahına yönelmeleri olmamış olsa, hangi hak elde edilebilirdi ya da Saray Rejimi bu krizi yaşar mıydı? Mücadeleye, direnişe değer vermek gerekir.

Saray Rejimi’ne karşı, burjuva partilerin arkasına kilitlenmek, taktik değeri olan bir hamle, bir tutum değildir. Tersine, direniş hattına, mücadeleye güvenmemektir. Korkarım ki, bugün Kılıçdaroğlu seçimi kaybetse ya da Erdoğan seçimi tekrar çalsa, bu liberaller, hep birlikte halkı suçlayacaklardır.

Burjuva partiler Saray Rejimi’nin gerçek anlamda destekçileridir. Ne zaman eften püften bir konu olsa burjuva muhalefet Erdoğan’a karşı sözler söylemektedir ama ne zaman ciddi bir konu olsa, burjuva muhalefet Saray Rejimi’nin arkasına, “devlete zarar gelmesin” tutumu ile, geçmektedir, onu savunmaktadır.

Suriye savaşını ele alalım ya da Libya savaşını ya da Kafkaslardaki operasyonları ya da NATO karşısında tutumu ele alalım. Hepsinde burjuva muhalefet, “devletin çıkarları” yaftasının ardına geçip, Saray Rejimi’ne destek vermektedir.

Mecliste dokunulmazlıkların kaldırılmasını ele alalım ya da “demokrasi şampiyonlarının” belediyelere kayyum atanırken aldığı tutumu ele alalım. Hepsinde, bugünün muhalifleri olarak geçinenler, topluca Saray Rejimi’nin politikalarına onay vermişlerdir. Deprem bölgesine ilk gittiğinde Kılıçdaroğlu, “bizi tutuklayacaklarsa da yardımlara devam edeceğiz” tutumunu neden sürdürmedi? Kulağını mı çektiler?

Dünyada, yakın dönemde örnekler var. Her birinde, direnişlerle saraylar alaşağı edilmiştir. Bu halk hareketleri, alaşağı ettikleri sarayların yerine, doğru bir yönetim koyamamış olabilirler. Ama bunu denemeleri mi suçtur?

“Sokağa çıkmayın, çünkü iç savaş ilan ederler” tutumu, tam da zaten var olan iç savaşı görmemektir. Saray Rejimi’nin halka karşı açtığı bir savaş vardır. Dışarıdaki savaş politikaları, içeride de savaş politikaları ile sürmektedir. Sokağa çıkınca “çıkar” dedikleri iç savaş zaten vardır, çoktan çıkmış durumdadır.

Seçime kadar bekleme ve halkı, işçi ve emekçileri evlerinde seçimi bekler hâle sokma, burjuvazinin, egemenlerin başlı başına bir kazanımıdır. Bu yolla, kitlelerin direnişini tıkamak istiyorlar. Onların, egemenlerin zaten istediği şeyi yapmaya taktik demek, büyük hatadır, işçi davasına ihanettir.

Biz devrimciler, işçi sınıfına, kadınlara, gençlere açık ve net bir biçimde gerçeği, çıplak hâlde gerçeği söylemek zorundayız. Sizleri, bizleri kimse kurtaramaz, hele ki düzen partileri bunu asla yapamaz. Bizi, ancak ve ancak kendi eylemlerimiz, kendi mücadelemiz kurtarabilir. “Bizi tüm kurtaracak olan, kendi kollarımızdır.”

Saray Rejimi, devlet, ikili politika uygulamaktadır; bu politikanın bir ayağı, baskı, şiddet, saldırı vb.dir. Ama bu saldırılar artık kimseyi korkutmamaktadır. Bunca ölüm, bunca katliamdan sonra, korkacak alan daralmıştır. İşçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin canları burunlarındadır, öfkeleri kabarıktır. Bu nedenle şiddet artık eskisi kadar önemli bir işlev görmemektedir. Elbette hâlâ işe yaramaktadır ve egemen bu şiddet politikasından asla vazgeçmez. Bu, egemenin egemenliğinden vazgeçmesini beklemek olur. Ama bu şiddetin yanında ikinci olarak gelişmekte olan kitle hareketini, direnişi boğmak için, öfkeyi kontrol etmek için, devletten kopuşu önlemek için, burjuva muhalefet devreye sokulmuştur. “Yasalara” bağlılık gibi bir hat üzerinden burjuva muhalefet, seçimleri beklemeyi propaganda etmektedir. Oysa Saray Rejimi, zaten 2015’ten bu yana, her seçimi hile ile almış, çalmıştır. Yasalara rağmen aday olmuş bir Erdoğan’dan yasalara uymasını beklemek saflık değil ise, Saray Rejimi’ni desteklemenin bir başka yoludur.

Gerçekten ana sorun Erdoğan’ın gitmesi ise, bunun yolu sokaklardır. Sokaklara çıkmamış bir halk, kendi haklarını alamaz.

İşçi ve emekçilerin direniş hattını geliştirmek, devrimcileşmek dışında çözümü yoktur. Bunun yerine konulacak, geçici bir ara hedef yoktur.

Tüm dünyada kapitalist sistem savaşa hazırlanmaktadır. Dünya kapitalist sistemi, “demokrasi” adı altında savaşlar ve katliamları pazarlamakta, tüm dünya ölçeğinde sistem daha da gericileşmekte, burjuva demokrasisinin görüntüsel unsurlarından bile kurtulmaktadır. Ve Saray Rejimi gibi bir rejimin olduğu ülkemizde, seçimlere bu denli bel bağlanılması açık bir çelişkidir.

Devrimci tutum, işçi sınıfının devrimcileşmesini, direnişlerin geliştirilmesini, Gezi döneminden daha ileri örgütlenmelerin yaratılmasını savunmaktır. Bunun için, gün be gün, mücadeleyi geliştirmek gereklidir. Hem direnişleri yaymak hem direnişleri daha örgütlü hâle getirmek hem de işçi sınıfının devrimci örgütlenmesini geliştirmek, içinden geçilen sürecin ana yaklaşımıdır. Tüm enerjimizle, tüm kararlılığımızla, bu doğrultuda mücadele yürütmek gereklidir. Örgütlü mücadelenin gelişimi, elbette zaman alır. Örgütlü mücadele, süreklilik ister. Zaten bu nedenle, sisteme karşı bireysel mücadele ile zafer kazanılamaz. Çok şey yapılabilir, ama bireysel tutum ve eylemlerle devrim başarılamaz.

Derler ki, taşı delen suyun gücü değil, damlaların sürekliliğidir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz