Kamil Kartal ile röportaj: İnsanca ücret kavgasını, ülke genelinde genel grevin aracı olarak organize edebilecek bir yaklaşım sergilenmek zorunda

Kaldıraç: Her gün yeni veriler açıklanıyor. İşsizlik rakamları, sendikalara üye işçi sayıları, yoksulluk sınırı, enflasyon, zamlar ve daha fazlası. Asgarî ücrete ise uzun zaman sonra ilk defa bu sene 6 ayda bir zam yapıldı. Tüm bunlarla beraber, işçi sınıfımız için yeniden bir asgarî ücret tartışması süreci başladı. Peki bugün sınıfımızda durum nedir?

Kamil Kartal: Yani soru kendi içinde birkaç başlığı barındırıyor. Türkiye işçi sınıfının durumunu anlatmak farklı bir mevzuu, asgarî ücret tartışması farklı. İşçi sınıfının, emekçi hareketin Türkiye’deki durumu kötü.

Bunun çeşitli nedenleri var. 40 yıldır uygulanan özellikle neoliberal sistemin ortaya çıkardığı yoğun bir proleterleşme dalgası var. Yedek proleter sayısında da aşırı derecede yükselme var. Kırsalın tasfiyesi, hayvancılığın, ormancılığın tasfiyesiyle birlikte nüfusun şehirlerde toplanması üretim ilişkilerinde başka bir döneme girilmesini, sınıf hareketinde geri çekilmeyi ve çökmeyi beraberinde getirdi.

25 milyonun üzerinde emekçi, işçi kitlesinin gerçekçi olmayan bir oranla %14’ünün sendikalı gibi görüldüğü ama gerçekte 1,5 milyona yakın insanın toplu iş sözleşmesinden faydalandığı, 6-6,5 milyon insanın kayıt dışı çalıştırıldığı, kayıtlı çalışan 15 milyon civarındaki işçinin de neredeyse 13 milyondan fazlasının asgarî ücret seviyesinde bir ücrete mahkûm edildiği, toplumun %85’inden daha fazlasının örgütsüzleştirildiği, taşeronlaştırıldığı, güvencesizleştirildiği bir çalışma dünyasından, emek dünyasından bahsediyoruz. Doğal olarak burada korkunç bir örgütsüzlük var. Bu örgütsüzlük yenilemediği sürece Türkiye işçi sınıfının belli bir notaya gelmesi zaten mümkün değil.

Asgarî ücret tartışmasına gelince; özellikle pandemi ile beraber bütün dünyada bir daralma yaşandı, ekonomik anlamda bir daralma yaşandı. Ama uluslararası sermaye ve ülkemizdeki uzantıları, aynı zamanda da onun iktidarı olan mevcut iktidarlar bunu kendi lehlerine çeviren bir süreç inşa ettiler.

Yani emekçileri açlığa ve sefalete mahkûm ederken, her kriz döneminde olduğu gibi, bir taraftan da iç çatışmalarını derinleştirdiler, birbirlerini boğazladılar. Öteki taraftan da çok büyük kârların elde edildiği bir süreci inşa ettiler. Pandemi ile beraber özellikle lojistik işkolu başta olmak üzere, yeni kâr alanları açtılar. Bu süreç bir yandan işsizliği, örgütsüzlüğü çoğaltırken çok devasa bir kitleyi daha düşük ücretle yaşamlarını devam ettirmek durumunda bıraktı. Dünyada ve ülkemizde aşırı biçimde ve şok yoksulluk, derin yoksulluk diye tabir edebileceğimiz bir sürece girildi. Bu süreçte toplumun elinde birikmiş en ufak bir şeyi bile, yastık altı diye tabir edilen birikime bile el konulması sürecine girildi. Derin yoksullaştırma dediğimiz şey başta orta sınıf olmak üzere toplumu çok ciddi anlamda etkiledi ve alım gücü düştü.

Buna karşı ağırlığı kendiliğinden olan birtakım tepkiler gelişmeye başladı. Bu tepkiler organize ve örgütlü tepkiler olmadığından (istisnaî olanlar var) çok fazla büyümedi. Bazılarına bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar sendika öncülük etti. Sermaye açısından, 2021’in Aralık ayından itibaren alım gücünün düşmesine, yoksullaştırmaya karşı “Geçinemiyoruz, yaşayamıyoruz” feryatlarıyla başlayan eylemlere karşı, toplumsal manada bir tepkiye dönüşmeden önce önlenmesi gerekiyordu. Çünkü sermaye birikimi diye tarif ettiğimiz bu süreçte enflasyonist politikalar devam ediyor ve sermayeye önemli ölçüde bir aktarım gerçekleştiriyor.

Uzun yıllar sonra asgarî ücrette %50 civarında arttırıma gidildi fakat bunu bir karşılığı olmadı. Geçmişte de 6 ayda bir arttırılan asgarî ücret, AKP iktidarı ile birlikte yılda bir sefere indirgendi. Yoksullaşmanın ve alım gücünün düşürülmesi aslında sermaye aktarımının önünde bir engel teşkil ediyordu. Çünkü alım gücü düştüğü için kimse hiçbir şey alamaz noktaya gelmişti. Bir parça rahatlamak için. geçici de olsa palyatif bir çözümleme olarak asgarî ücreti %50 civarında arttırdılar fakat bunun da yeterli olmadığı görüldü. Çünkü bağımsız unsurlara baktığımızda enflasyon %160-170’lerde seyrediyor. Devletin kendi rakamlarında ise %73 küsurlarda. Şimdi bir de seçim sathına girildiğinden 2023 Ocak’ından geçerli olmak üzere mevcut asgarî ücrete yine %50-60 civarı artış yapılacak gibi görünüyor.

Gerçekte emekçilerin günlük yaşamını kolaylaştıracak, alım güçlerini yükseltecek bir işlem yapmayacaklar. Çünkü açlık sınırının 8 bin liranın üzerine çıktığı, yoksulluk sınırının neredeyse artık 30 bin lira civarına geldiği bir ülkeden bahsediyoruz.

Özellikle pandemi sürecinde iyice ağırlaştırılan koşullar, kısa çalışma ödeneği ile günde 39 liraya mahkûm edilen milyonlarca işçi ve yine günde 500 işçinin kod29’la işten atıldığı bir süreç yaşandı. Ancak bunlarla beraber pandemi sürecinde de başlayan, daha sonra bu senenin başında Ocak-Şubat’ta binlerce işçi direnişteydi. Yine geçtiğimiz aylarda birçok işyerinde direnişler vardı, içlerinde hâlâ sürenler de var. Bu direnişler bize ne gösteriyor? Bu direnişlerden ne öğrenmeliyiz?

Direnişlerin önemli bir çoğunluğu geleneksel sendikalardan bağımsız gerçekleşti. Bu tabloyu nasıl okumalıyız?

Şimdi tabii sözlerimin başında da ifade ettim. Dünyada çok uzun zamandır özellikle 90’larla birlikte tek kutuplu bir dünyaya geçiş süreciyle beraber fiilen uygulamaya sokulan bir neoliberal sistemden bahsediliyor. Dünyada aslında ciddi etkileri olan bir şey. Çünkü neoliberal uygulamalar sadece yaşamın herhangi bir alanına sirayet eden kapitalist uygulama biçiminde gerçekleşmiyor. Yaşamın her alanını metalaştıran, doğayı katleden, iklim koşullarını değiştiren, kültürü ortadan kaldıran, üretim ilişkilerini parçalayan, güvencesizliği genel bir çalışma biçimine dönüştüren, her şeyi metalaştırarak ranta dönüştüren ve daha büyük tekelleşme süreçlerini inşa eden, her parlamentoyu o sermayenin yeni ihtiyaçları doğrultusunda yasa koymaya zorlayan bir süreçten bahsediyoruz.

Bu sürecin ortaya çıkardığı, 18.-19. yüzyıldan itibaren en büyük proleterleşme dalgasını yaşıyoruz. Ülkemize bakacak olursak kırsaldan şehirlere transfer edebileceğimiz insan kalmadı. Proleterleşmenin tıkandığı, bittiği bir noktadayız. Bu, yoğun işsizliği, yoğun kayıt dışı çalışmayı beraberinde getirdi. Aynı zamanda kamunun tasfiyesiyle birlikte yapılan özelleştirmelerle beraber üretim ilişkilerinin toplamını güvencesizleştiren, güvencesiz çalışmayı temel çalışma biçimi hâline dönüştüren bir süreci de dayattı. Bu aynı zamanda toplumu güçlü bir köleleştirme, örgütsüzleştirme sürecini de inşa etti.

Şimdi, işçilerin ekonomik ve demokratik çıkarlarının örgütü olan sendikalar, bu sürece müdahale etmeleri gerekirken, gelişmelere müdahale edebilecek pozisyon alıp ona göre kendilerini dizayn etmeleri, örgütlenme ve mücadele anlayışlarını ona göre düzenlemeleri gerekirken tam tersi bir yaklaşım sergiledi.

DİSK gibi adında “devrimci” geçen ve ona bağlı olan sendikalar, 12 Eylül faşizmiyle güçsüzleştirilmiş, kitleleri ortadan kaldırılmış, kapatılmış ve yaklaşık 12 yıllık bir süre sonrası yeniden faaliyete başlamanın getirdiği o yeni heyecanı güçlü bir örgütlenmeye dönüştüreceklerine, giderek bürokratikleşen ve sisteme uyum gösteren bir tavır sergiledi. Önce çağdaş sendikacılık tartışmalarıyla zamanını öldüren, örgütlenmeden ziyade temsile ağırlık veren, işçilerin ve halkın çıkarları için kitleleri seferber edebilecek bir mücadele, örgütlenme tarzını terk edip temsilî mücadele yöntemlerini gündeme getiren bir bürokratikleşme ile kendini yeniledi.

Bu neoliberal sistemle birlikte proleterleşmenin yoğunlaşması, üretim ilişkilerinin parçalanması tırnak içinde bir sanayi sektörünün hizmet sektörüyle yer değiştirmesi ile karşı karşıya kalındı.

Geçmişte kendi emeğinin karşılığını kendisinin belirlediği sektörlerde bile bir ücretli çalışma sisteminin devreye sokulmasıyla beraber, ortaya çıkabilecek tepkileri absorbe edebilmek ve denetim altına alabilmek için Türk-İş gibi sarı sendikalar (onlara bağlı birkaç sendikayı ayırıyorum) kendi koltuklarını koruyan, sermaye ile uzlaşan, iktidar ile kavga etmeyen bir pozisyon aldılar. Devlet, Hak-İş gibi bilfiil kendisinin organize ettiği ve denetim altına aldıkları sendikaları açığa çıkardı, irili ufaklı sendikaları gündeme getirildi. Türk-İş ve Hak-İş işçilerin üzerinde bir tahakküm örgütlüyor, sermayenin ve devletin işçiler tarafından “rahatsız” edilmemesi için çalışıyor.

Bu dönem açısından bu yapıları değiştirmek mümkün değil. Bürokratlaşmış, işçilerin politik mücadelesini temel alan bir yaklaşımdan kendilerini uzaklaştırmış yapılarla bir şey olmayacağı çok net gözüküyor.

O zaman başka bir şeye ihtiyacımız var. Yeni örgütlenme modellerine yeni örgütlenme formlarına ihtiyacımız var. Biz bu ihtiyacı tartışırken bunu kimler yapacak meselesi esas önemi taşıyor. Doğal olarak sınıf mücadelesi ile sendikal mücadele iç içe geçmiş olan iki farklı mücadele alanıdır.

Çünkü sendikal mücadele dediğimiz şey başında kim olursa olsun, işçilerin ekonomik ve demokratik mevcut sistem içi örgütlenmeleridir, sistemin uzlaşma araçlarıdır. Bu uzlaşma süreçlerinde sınıf sendikacılığı yaptığını söyleyenler ya da devrimci sosyalist sendikal mücadeleye gittiğini söyleyenler, emeğin hakkını daha fazla ön plana çıkartan, işçilerin sermaye karşısında korunmasını temel alan, mümkün olduğu kadar da artı-değer sömürüsünü asgarîye indirmeye yönelik bir mücadele süreci gerçekleştirirler. Sendikal alanın sınırları bellidir.

Şimdi bu mücadeleyi gerçekten bir sınıf mücadelesine devşirecek ona dönüştürecek bir yaklaşım tarzına ihtiyaç var. Çünkü sınıf mücadelesi dediğimiz şey politik mücadeledir ve işçi sınıfının iktidarı için mücadele eden bir yaklaşım tarzıdır.

Doğal olarak sendikal mücadeleyi bir biçimde sınıf mücadelesine devşirecek, dönüştürecek bir mücadeleye ihtiyaç var, bir kavgaya ihtiyaç var, bir yaklaşıma bir anlayışa ihtiyaç var.

Bunu kimler yapacak, kimler yapmalıdır sorusunun cevabını bulmamız lazım. Benim kişisel düşüncem; bunu sosyalistlerin, devrimcilerin dışında kimsenin yapması mümkün değil. Fakat devrimciler ve sosyalistler de kendi bulundukları yerde kendi mecraları içerisinde kavga eder ya da mücadele eder bir pozisyonda. Dünyada ve ülkemizde bugün içinde bulunduğumuz nesnel koşullara baktığımızda hiç kimsenin tek başına bu sürecin altından kalkması mümkün değil.

Zaten sınıf mücadelesi dediğimiz şeyin kendisi de bir politik mücadele. Eğer iktidarı hedefliyorsan işçi sınıfı iktidarından bahsediyorsun. O zaman ne tartışılıyor? Tartışılan şey birleşik bir emek cephesinin oluşturulması. Nerede oluşturulacak bu? Mücadele alanları içinde oluşturulacak. Bunun öznesi kim? Öznesi işçiler.

O zaman bu işçilere ulaşacak, bu işçileri yaşadıkları temel sorunlar üzerinden bilfiil yaşadıkları temel sorunlar üzerinden örgütleyecek olan bir yaklaşım tarzına ihtiyacımız var. Bunun hem teorik düzlemde gündeme getirilmesine hem söylenenleri sınıfın bizatihi kendisiyle birlikte onun içinde, onu örgütleyecek olan unsurlara ihtiyaç var. Bunları tartışmak gerektiğini açığa çıkartmamız lazım. Bunları tartışmamız lazım.

Bugün çeşitli çevrelerin çeşitli emek cepheleri oluşturmak doğrultusunda girişimlerde bulunduğunu, adım atmaya çalıştığını görüyoruz. Fakat sınıfın içerisinde olmuyor. Sınıfı bilfiil bu sürece dahil etmeyen, sadece yukarıda 3-5 düşüncenin bir araya gelerek teorik düzlemde emek cephesi ya da birleşik emek mücadeleleri adına birtakım adımlar atması anlamlı bir şey. Ama bunun bir karşılığının bugünün nesnel koşullarında olmayacağını görmemiz lazım. Daha politik ve daha pratik bir faaliyete ihtiyacımız var. Yani teorik düzlemde söylenenlerin pratikte mutlaka uygulanmasını gündeme getirebilecek bir kadro devşirmesine ihtiyacınız var. O kadro devşirilmezse, devrimcilerle sosyalistlerle donattırılmazsa, onu da o alanın içerisinde sevk edecek bir organizasyon, bir merkezî yapılanma gerçekleştirilemezse birleşik bir emek cephesi gündeme getirilse bile pratik olarak karşımıza örgütlenme modeli olarak çıkması pek mümkün değil.

İşçi emekçilerin dışında diğer toplumsal mücadele güçleri de bir yandan direnişini sürdürüyor. Kadınların eylemleri, öğrencilerin eylemleri, mahallelilerin eylemleri devam ediyor. Bu güçler asgarî ücret mücadelesinde nasıl birleştirilebilir?

Şimdi biz toplumsal bir mücadeleden bahsediyoruz. Aslında sınıf mücadelesi dediğin şey kadınından öğrencisine, işsizinden bilfiil çalışanına kadar herkesi ilgilendiren bir şey, herkesi kapsayan bir şey. Bugünün gençleri yarının ücretli emekçileri. Yani üniversite bitirdi diye sınıfın dışında bir yerde konumlanmıyor. Sermaye sahiplerinin özel olarak yetiştirdiği yönetici sınıfı bir tarafa bıraktığımızda 50 tane üniversite bitirsin geleceği nokta işçi sınıfı. Doğal olarak o zaten senin mücadele alanının temel dinamiklerinden bir tanesi.

Yaşanmakta olan mevcut sürecin içinde dünyadaki mücadele dinamiklerine baktığımızda kadınların özgürleşme ve bağımsızlık mücadelesi öne çıkıyor. Sistemin bütün zorluklarına, yasaklamalarına, tehditlerine rağmen kitlesel ve militan tarzda bir pratik sergiliyorlar, nasıl bir irade gösterilmesi gerektiğini gösteriyorlar, önemli birikimleri ve deneyimleri açığa çıkarıyorlar. Yani bunların toplamı sınıf mücadelesinin parçaları, özneleri.

Çevre mücadelesi, iklim mücadelesini sınıf mücadelesinden ayrı düşünemeyiz. Çünkü uygulanan neoliberalizmin yani kapitalizmin, emperyalizmin gündeme getirdiği bütün metalaşma süreçlerine karşı verilecek olan mücadele toplumsal mücadele olduğundan aynı zamanda emek-sermaye çatışması mücadelesi olduğundan gençlerin, kadınların, çevre mücadelesi verenlerin birleşik bir mücadelesinden bahsediyoruz.

Asgarî ücrete geçen sene toplamda %80 zam yapıldı ancak bu zamlar bildiğiniz gibi hayat karşısında hızlıca eriyor. Bunu engelleyecek bir asgarî ücret mücadelesi mümkün mü? Ücretlere zam ile hayatın ucuzlatılması arasında nasıl bir bağ kurulabilir?

Tek başına asgarî ücret mücadelesi ile söylediğiniz bağı kurmak pek mümkün gözükmüyor. Asgarî ücretten ziyade, bir yaşamsal ücret kavramını devreye sokup bunun için kavga etmenin yol ve yöntemlerini bulmak, bunun araçlarını takip etmek gerekiyor. Asgarî ücret tartışmaları toplumda önemli bir ölçüde beklenti de yaratıyor. Biz bunu politik mücadele biçimine dönüştüremediğimiz ve güçlü bir şekilde sokağa yansıtamadığımızda asgarî ücret tartışmaları, mevcut siyasal iktidarın sosyal politikalarını da farklı bir biçimde devreye sokmasının da önünü açıyor. Biz bunun çok farkında değiliz. Yoksul ailelere verilen market çekleri, öğrencilere, kadınlara verilen yardımlar, 20-25 milyon ton kömürün ücretsiz olarak dağıtılması, aşevleri, tarikatların öğrenci yurtları gibi şeyler var. Bu uyguladıkları sosyal politikalarla da toplumu yukarıdan aşağıya önemli ölçüde konsolide ediyorlar.

Türkiye’de muhalifim diyen kesim, asgarî ücretin mevcut kapitalist sistem içinde bile yaşamsal ücret kavgası olduğunu, insanca yaşamaya yönelik bir mücadele aracı olarak devreye sokmadığı müddetçe, buradan mücadele yükseltmedikleri müddetçe mevcut siyasi iktidar ne derse o olacaktır. Buna karşı bugüne kadarki pratiklerimiz de gösteriyor.

Sadece bakanlık önüne 150-200 kişiyle gidip asgarî ücret arttırılsın diye bağırmanın bir karşılığı yok. İnsanca ücret kavgasını, ülke genelinde genel grevin aracı olarak organize edebilecek bir yaklaşım sergilenmek zorunda. Bu yapılabilir ise ki nesnel olarak bu mümkün. Çünkü son dönemde ülkenin 60-70 vilayetinde 200’ün üstünde eylem var, bugün itibariyle 24 ilde eylem yapan işyerleri var. Bunların birleşik bir mücadeleye transfer edilmesi ve buralardan elde edilen deneyim ve birikimlerden de yola çıkarak daha geniş kitlenin pratik bir mücadele içerisinde çekilmesinin önü açılabilir. Buna şimdiden başlamak lazım. Zaten bu aydan itibaren asgarî ücret tartışmaları başlıyor.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz