Kapitalist sistemin krizi ve savaş politikaları

Bugün, kapitalist dünya ekonomisi, derin bir kriz yaşıyor. Bu ekonomik kriz, aslında ekonomik kriz olma noktasını aşarak, tüm sistemin krizine dönüşüyor.

Biliniyor, kapitalist sistem krizsiz bir sistem değildir. Kâr için üretim, sürekli olarak krizleri beraberinde getiriyor. Bu krizler, kapitalist sistem tarafından, eğer sistem bir devrimle parçalanmaya başlamıyorsa, daha büyük bir krize gebe olacak şekilde aşılıyor.

Bu nedenle biz Marksistler deriz ki, krizler, kapitalist sistemi otomatik bir biçimde yok olmaya götürmez. Tersine, kriz ne kadar büyük olursa olsun, mutlaka sistemi yıkacak bir öznel güç, yani işçi sınıfının devrimci önderliği şarttır. Yani, oturduğun yerden “kurtuluş” diye bir şey yoktur. Mücadele edeceksin ve dahası öyle sıradan bir tarzda değil, sistemi yıkacak tarzda bir mücadele geliştireceksin.

Demek ki, hem krizler, sistem tarafından daha büyük krizlere gebe olacak tarzda aşılıyor hem de sistemin krizleri onun zorunlu ve otomatik yıkımı anlamına gelmiyor. Ama yine de her krizi ayrıca ele almak, incelemek gerekir. Yani, krizlerin önemsiz olduğu sonucuna da varmamak gerekir. Nasılsa kapitalizmi yıkacak bir devrimci örgütlülük yoksa, krizler kapitalizm tarafından aşılabiliyorsa, öyle ise krizlerin de önemi yok sonucu çıkmaz.

Tersine, devrimci durum ile bu krizler arasında sıkı bir nesnel bağ vardır.

İçinde bulunduğumuz bu son kriz, 2008’de başladı. Mortgage krizi olarak da adlandırılan, ABD finans sisteminin çöküşü ile tepe noktasını bulan bu kriz, bugün hâlâ devam etmektedir. Yani, 15 yıldır, kapitalist sistem, krize bir çözüm üretebilmiş değildir. Bu durum, bizi bu krizin tarihsel ve toplumsal boyutları ve kendine has özellikleri konusunda çalışmaya, kafa yormaya itmelidir.

Diyalektik ve tarihsel materyalizm, şeylere, “hareket, zaman ve mekân” birlikteliği içinde bakar. Demek ki, madde, hareket, mekân ve zaman birlikte ele alınır. Söz konusu olan toplumsal süreçler/olaylar olunca, tarihsel ve toplumsal bağlamından kopuk olayları ele alarak bir “gerçekçi” sonuca ulaşmak mümkün değildir. Zira zaman ve mekânı, tarihsel ve toplumsal olanı birlikte ele almak gerekir. Bu krize de bu yaklaşım içinde bakmak gerekir.

2008 krizi, sadece büyük bir “finansal kriz” değildir.

Aslında finansal kriz olarak başlasa da, daha derin bir krizdir ve tüm neoliberal politikaların çöküşünün de ifadesidir. Buna rağmen, emperyalist güçler, uluslararası tekeller yeni bir çıkış yolu geliştirebilmiş değildir.

Bu krizin ayırt edici özellikleri, iki etkenle birleşmesi ile oluşmaktadır.

Dediğimiz gibi, tarihsel ve toplumsal koşulları göz ardı ederek süreci, süreçleri anlamamız mümkün değildir.

Kriz, SSCB’nin var olmadığı bir dünyada, SSCB çözüldükten 18 yıl sonra ortaya çıkıyor. Kapitalist dünya, “alternatifsiz” olduğunu ilan etmiş iken, “tarihin sonu”nu ilan etmiş iken, “güllük gülistanlık bir dünya” yaşanmakta iken, bu kriz ortaya çıkmıştır.

SSCB’nin olmaması demek, aslında ABD hegemonyasının zirvesi de demektir. İki anlamda da; birincisi ABD dünya imparatorluğu hayalleri ile gerçek bir zirvede olduğunu ilan ediyordu ve bu güce sahip olduğunu düşünüyordu, ikincisi zirve aynı zamanda düşüşün başladığı yerdir, bu anlamda da zirve sayılabilir.

SSCB dağılınca, sosyalizm “tehdidi” “ortadan kalkınca”, hem ABD dünyanın tek gücü olduğunu ilan etti hem de diğer emperyalist rakipleri, en başta Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere olmak üzere diğer eski partnerleri, dünya egemenliğinden, dünya pazarlarından daha fazla pay alma isteklerini açığa vurdular.

1990’ların ortalarında, emperyalist güçler arasında bir yeni paylaşım savaşımının görünümleri ortaya çıkmaya başlamıştı. Yugoslavya’nın paylaşılması, Irak ve Afganistan işgalleri, Libya işgali vb. saymakla bitmeyecek pek çok savaş, aslında bu yeni paylaşım savaşımının ilk hamleleri, görünüm biçimleriydiler.

İşte 2008 krizi, emperyalist güçler arasında dünyanın yeniden paylaşımı savaşımının öne çıkmaya başladığı bir döneme rastlamaktadır.

Krizin, ayırt edici yönlerinden biri budur. Mesela 1971 krizi, böylesi bir paylaşım savaşımının açık hâller aldığı bir dünyada ortaya çıkmamıştı.

Paylaşım savaşımı, krizin şiddeti ve sürecini etkilemiştir, onunla birleşmiştir.

İkincisi, SSCB dağıldıktan sonra, zafer ilan eden kapitalist-emperyalist cephe, ucuz işgücü ve büyük kârlar nedeni ile gittiği Çin’den, diğer ülkelerden farklı bir sonuçla karşı karşıya kaldı. Emperyalist sermaye, her gittiği ülkeyi nihayetinde sömürge hâline getirebilme yeteneğine sahiptir. Çin söz konusu olunca, süreç tam olarak böyle işlemedi. 2000’li yılların başında Çin, dünya pazarına kendi markalarını sunma kararı aldı. 2003 yılında dünyanın 500 büyük şirketi içinde Çin’in hiçbir şirketi yoktu. Oysa bugün, 120’yi aşkın şirketi ile Çin, en büyük 500 liginde ilk sırada yer alan bir ülkedir. Bu şirketlerin ağırlıklı devlet sermayeli olması ayrı bir konudur. Ve bu gerçekleşirken, Çin, sömürge hâline getirilememiştir.

Çin, neoliberal ekonominin, kapitalist dünya ekonomisinin kuralları ile oynadı ve sonunda, pazara bir büyük güç olarak dönmeye başladı.

Bu durum krizi daha da ağırlaştırmaktadır.

Bu iki etken, kuşku yok ki, birlikte işlemekte, birlikte etki etmektedir. Ama sonuçta kriz, bu iki etken ele alınmadan anlaşılamaz. Yani krize iki global etken, sistemi ciddi biçimde etkileyen iki süreç eklenmektedir.

Şimdi, bugün, 2008’de başlayan, başlangıçta bir finans krizi görünümü alan ama aslında daha derin bir kriz olan kriz, artık salt bir ekonomik kriz olma noktasını geçmiştir.

Dünya kapitalist sistemi, derin bir bunalım yaşamaktadır. Ekonomik krizi aşan bu bunalım, kendini sadece savaşlarla ortaya koymuyor. Pandemi gibi uygulamalar da içinde birçok savaş metodu devreye sokuluyor. Kârlarına kâr katmak isteyen uluslararası tekeller, dünyayı yağmalıyor, dünya kaynaklarını hoyratça kullanıyor. Gezegenin varlık-yokluk sorunu bu sürecin, bu kapitalist kâr için üretimin sonucudur ve bu giderek daha sınır tanımaz bir hâl almaktadır.

1

Ama kriz, giderek bir bunalıma dönüşürken, derinleşirken, aynı zamanda, dünyada “parlamentarizm” gözden düşmektedir. Bu durum, yaşanmakta olan bunalımın açık kanıtıdır. Emperyalist merkezler, hem kendi ülkelerinde hem de kendilerine bağlı sömürgelerde, daha açık bir biçimde “tekelci polis devleti”nin şal ile örtülü mekanizmalarını açığa çıkartmak zorunda kalıyor.

Macron, Trump, Biden, Janson, Scholtz gibi liderler gösteriyor ki, emperyalist efendilere, egemen sınıfa, uluslararası tekellere, eski “kibar” ve uyanık, “maskelenmiş” yüzlü liderler yerine daha “aptal” seçilmişler gerekiyor. Kaba kuvvet rol oynayacaksa, ağızların da bozulması, kuralların da, “nezaket” kalıplarının da bir tarafa bırakılması gerekiyor.

Bu, parlamentarizmin gözden düşmesi denilen şeydir. Aslında, oradan bakınca görülen budur. Yani egemenler, efendiler için de parlamentarizm bir önemli başlık değildir. Çünkü, savaş, her açıdan şiddetlenmektedir, örtüler inmekte, maskeler gereksiz hâle gelmektedir.

Burada, uzatma pahasına biraz daha sürece yakından bakmalıyız.

Kapitalist dünyada devlet örgütlenmeleri, ilki Ekim Devrimi ile, ikincisi İkinci Dünya Savaşı’ndaki Kızıl Ordu’nun zaferi ile derin bir değişiklik yaşamıştır. Yeni kapitalist devlet, burjuva devlet, çok sevimli liberallerimizin, çok kibar salon sosyalistlerimizin değer atfederek kullandıkları şekli ile burjuva demokrasisi, faşizmin tüm dişlilerini kendi bağrında birleştirmiş, toplamış, ancak onların üzerini kadife ile kaplamıştır. Biz tam da buna tekelci polis devleti diyoruz. Tekelci polis devleti, esas olarak bir iç savaş örgütlenmesidir ve devletin hem tekellerin devleti olduğunu (her zaman en büyük, en gerici tekellerin devleti) hem de gözetleme ve denetim mekanizmalarının gelişmişliği nedeni ile “polis” kelimesinin yerine oturduğunu ifade ediyor. Sadece polis devleti demek, aslında bir geçici hâlden söz etmek olacağı kadar, daha vahimi, devletin sınıf karakterini de gölgede bırakabilir. Hukukçular, hukuk kurallarını çok saygın bulanlar, baskı ve şiddetin öne çıktığı hâllere “polis devleti” demeyi yeğlerler. Oysa bizim burada polis, daha kapsamlı anlamda kullanılmaktadır. Ve tekelci polis devleti denilmezse, aslında devletin sınıfsal niteliği gölgede kalmaktadır. Tekelci sermayenin devleti olduğunun altını çizme isteği bu nedenledir (Okuyucuya tekelci polis devleti konusunda daha detaylı bilgi edinmesi için, Kaldıraç Yayınevi’nden çıkan çalışmamızı öneririz. Böylece, daha kapsamlı bir görüş elde edebileceği gibi, 1990’da ilk baskısı yapılmış bir çalışmayı inceleme şansı da elde edilmiş olunur).

Parlamentarizm, yakın zamana kadar, burjuva egemenliğin apış arasını örten bir yaprak idi ise, bugün bu yaprağa gerek duyulmuyor. “Demokrasi” hayranlığı ile Batı demokrasilerini yücelten “elit” yazarlarımız için gözyaşı dökecek değiliz. Onlar için bir hayal kırıklığı anlamına gelebilir. Ama açıktır ki, dünya çapında, kapitalist egemenlik, parlamentarizmi gözden düşüren bir şiddetle yeniden örgütlenmiştir. Bu örgütlenme, Ekim Devrimi’ne ve devrimlere karşı yürütülen örgütlenmelerin kendisinden başka bir şey değildir. Bu nedenle, “sürekli faşizm”, “süreç içinde faşizm”, “seçimli faşizm”, “seçimsiz faşizm” gibi tartışmaların, devlet konusundaki yanlış kavrayışın bir ürünü olduğunu söyleyeceğiz. Bu durumda da, sol eğilimli okuryazar takımını rahatsız etmiş olacağımızın bilincindeyiz. Ama neyleyelim, gerçekler böyledir, ilanihaye örtülemezler, eninde sonunda kendilerini hissettirirler.

Demek ki, emperyalist merkezlerdeki bu tuhaf “demokrasi” uygulamalarını “dünya nereye gidiyor” diye ele almak yeterli değil. Bunlar, kapitalist sisteminin krizinin bir genel bunalıma evrildiğinin göstergesidir. Paylaşım savaşımı ile krizin birleşmiş hâlinin dışa vurumudur.

Elbette, bu emperyalist Batı’nın “demokrasi”lerinde ortaya çıkan “arıza”, asla bir arıza değildir, tam da eşyanın tabiatına uygun bir gelişimdir. Devlet budur, egemen sınıfın siyasal örgütlenmesidir ve her bunalım durumunda sistemi devam ettirmek için, olağan dönemde gizlediği dişlilerinin üzerindeki örtüyü kaldırır. Egemen, egemenliğini her koşul ve şart altında savunur. Tıpkı biz işçilerin, bu egemenliği, her koşul ve şart altında yerle bir etmemiz gerektiği gibi.

“Gelişmiş Batı demokrasileri”ndeki bu hâl, Macronlar, Jansonlar, Bidenlar vb. bizde, sömürge ülkelerde, Erdoğanlara dönüşüyor. Efendiler, sömürge ülkelerde, daha “belkemiği” olmayan, daha sömürge valisi tipinin öne çıkmasını sağlıyor. Zira ortada bir paylaşım savaşımı var. Herkes kozlarını adım adım masaya sürüyor.

2

Bu durum, tüm toplumsal yaşamda, kapitalist dünyada, çürümeyi daha da fazla açığa vuruyor. Burjuva egemenlik, hem daha çok kâr için ürettiği günlük politikalarda daha vahşi davranmaktadır hem de “tarif edilmiş”, “geleneksel” denilen davranış normlarını, kendi yasalarını bir kenara bırakmak zorunda kalıyor. Böylece, savaş hukuku, iç savaş hukuku öne çıkıyor.

Böyle olunca, tıpkı Birinci Dünya Savaşı’nın arifesinde olduğu gibi, sol kesim, kendi burjuvazisinin, kendi egemeninin yanında saf tutmaya “davet” ediliyor. İkinci Enternasyonal’in büyük ihaneti, şimdi yeniden devreye sokuluyor. Bu bazan kendi egemenini, kendi ülkendeki devleti desteklemek tutumuna dönüşüyor, bazan da bir emperyalist güce karşılık, diğerinin emrine girme eğilimi olarak ortaya çıkıyor. Her ikisi de, işçi sınıfının davasına, sosyalizm ve özgürlük davasına, toplumsal kurtuluş davasına ihanettir.

Kapitalist meta ekonomisinin yatak odalarına kadar sızan egemenliği, tüm toplumsal hayatı dejenere ettiği için, bu “ihanet”, siyasal ihanetler, yeterince kavranmıyor ya da “normal” olarak görülmeye başlanıyor.

Bunalım, egemenin bunalımıdır ama artık tüm toplumu, tüm dünyayı sarmaktadır. Bu bir yanı ile bir çürüme olsa da, bir yanı ile, “böyle yaşamayı” reddetme eğilimini besliyor. Dünyanın her yerinde sessiz kitleler, bir kıvılcımla sokaklara taşıyor. Kendi egemenlerinin kuçukuçusu hâline gelmeye eğilimli sol sağa savrulurken, geniş ve örgütsüz kitleler sola, radikal direnişe yöneliyor. Bu süreç daha da ilerleyecektir; iki yönde de.

3

Emperyalist cephe, en başta ABD, tüm bu sürece uygun olarak, çıkış yolunu savaş ekonomisinde, savaş politikalarında görüyor. NATO, daha yakın dönemde, tüm üyelerine savaş sanayiine yatırım yapmalarını, savaş bütçelerini geliştirmelerini önermiştir. 14 Mayıs-28 Mayıs arasında, yani seçimin birinci ve ikinci turu arasında NATO, üyelerine, Türkiye’ye, savaş sanayiine yönelmeyi “önermiş”tir.

Batı güçleri, çözümü, ABD önderliğinde, Çin ve Rusya’ya karşı bir savaş organize etmekte bulmuşlardır. Bu ABD planıdır ve NATO, en başta ABD’nin olmak üzere emperyalist cephenin ortak savaş örgütüdür. Böylece, Rusya ve Çin hedef tahtasına konmuştur. Bu yolla, kendi aralarındaki paylaşım savaşımı, bir süre arka planda kalmaya başlamıştır. Bu durum, ABD için, çözülen hegemonyasını devam ettirme olanağıdır. Arayışları budur.

Nereye kadar?

Derler ki, çıkmamış candan umut kesilmez. ABD şu an, buna yakın bir politika uygulamaktadır. Bu yolla, Rusya ve Çin’i sömürge hâline getirmek istiyorlar. Gerçekten de bunu başarabilirlerse, Çin ve Rusya, paylaşılacak büyük bir alan olacak ve kapitalist sistemin bu derin krizi çözülmüş olacaktır.

Ama Rusya ve Çin, iki büyük güç olarak bu planlara karşı durmaktadırlar. Her ikisi de sosyalist değildir, ama her ikisi de sosyalist geçmişleri sayesinde, devrimleri sayesinde bugün, hâlâ bağımsız güçlerdirler.

Ukrayna hamlesi ile ABD, kendi hegemonyasına başkaldıran Avrupa güçlerini, kendi denetimi altına girmeye zorlamıştır. Burada hangi tehdit mekanizmalarının işlediğini bilmiyoruz. ABD, Almanya ve Fransa’yı sadece Erdoğan eli ile “mülteci” IŞİD çeteleri ile tehdit etmekle yetiniyor olamaz. Bunun bizim göremediğimiz başka mekanizmaları olduğundan eminiz. NATO, tüm bu mekanizmaların örgütlenmesinde bir araçtır.

1,5 yıldır sürmekte olan Ukrayna operasyonunda Batı, eğer Rusya ve Çin’e diz çöktürmeyi, onları yalıtmayı hedeflemiş idiyse, bu ölçü ise, bu savaşı çoktan kaybetmiş durumdadırlar. 2011’de Suriye savaşı ile içine girdikleri sürecin, 2012’de Rusya’nın sahaya inmesi sonrasında geliştirdikleri 2014 Ukrayna darbesi aşaması da onların derdine çare olmuş değildir.

Ama ABD, Ukrayna meselesi yolu ile, Fransa ve Almanya başta olmak üzere Avrupa’yı kendi denetimine almış, bir zafer kazanmıştır, Batı güçleri, görüntüde de olsa birleşmiştir. Bu “birleşme” Soğuk Savaş dönemindeki kadar sağlam bir birleşme olmasa da, bir gerçektir.

Bu sürecin bizzat kendisi de kapitalist sistemin bunalımını derinleştirmektedir.

ABD hegemonyasının düşüşte olduğu gerçeği de açık olarak ortada durmaktadır.

4

Rusya ve Çin ekonomileri zayıflamış da değildir. Tersine, BRICS ülkeleri (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’nın başlangıcını yaptığı örgütün yeni sayısı 9 olmuştur) daha şimdiden G7 ülkelerini (ABD, Almanya, Japonya, İngiltere, Fransa, İtalya ve Kanada) ekonomik büyüklük olarak geride bırakmıştır. Batı’nın teknolojik üstünlüğü, eski bir hikâye hâline gelmiş durumdadır.

Tüm yaptırımlara rağmen, Rusya ve Çin’in “dolar”ı uluslararası para olmaktan çıkartma hamleleri yol almaktadır. Rusya’nın 2008’de başlattığı doları uluslararası para olmaktan çıkartma hamlesi, karşılık bulmaktadır.

Batı ekonomilerindeki kriz daha da derinleşmektedir. ABD, dolar aracılığı ile, karşılıksız dolar basarak, kendi krizini, enflasyonunu tüm Batı dünyasına ihraç etmektedir. Bugünlerde ABD’de temerrüde düşme, borçlarını ödeyememe tartışmalarının olması, o kadar da önemli değildir. Çünkü ABD, dolar basarak, bu işin içinden çıkma olanaklarına sahiptir. Ama yine de durumun ciddiyetini göstermektedir. ABD borçları, ABD GSMH’sini geçmiş durumdadır. Bizim gibi sömürge ülkelerde dış borç, büyük bir sorundur, ama elinde dolar basma olanağı olan ABD için bu sorun, o denli kritik bir sorun değildir. Yine de önemsiz de değildir.

ABD ve Batı’nın Rusya ve Çin’i yalıtık ülkeler hâline getirme girişimleri de başarısız kalmıştır. En azından bugüne kadar durum budur. Üstelik, Batı bu konuda oldukça saldırgan, Rusya ve Çin tarafı da sadece hamlelere karşılık vermekle yetindikleri hâlde. Dünya ticareti için oluşmuş liberal uygulamalar, Batı tarafından ayaklar altına alınırken, Rusya ve Çin, bu kurallara uymayı hâlâ sürdürmektedir.

Bu açıdan bakılırsa, ABD-NATO, Suriye savaşını da kaybetmiştir, Ukrayna savaşını da kaybetmiştir. Suriye yeniden Arap Birliği içine davet edilmekte, Türkiye ile kıyaslanmayacak ataklıkla Suudi Arabistan, Suriye ile ilişkilerini geliştirmektedir. Çin’in arabuluculuğu ile İran ve Suudi Arabistan arasında ilişkiler yeniden kurulmuş durumdadır. ABD’nin bu süreci baltalama girişimleri, tehditleri, eskisi kadar başarılı sonuçlar vermemektedir. Ukrayna’da da, Rusya’nın “askerî operasyon” dediği süreç, Batı’nın tüm desteğine rağmen, Batı’yı, NATO’yu durdurmuş durumdadır.

Her iki alanda da savaşı kaybetmiş olan NATO ve ABD, asla bunu kabule yanaşmamaktadır. Bu durum, ABD’nin savaşı büyütme politikalarının devrede olduğu anlamına gelmektedir. Savaşı büyütme, bugünlerde çok canlı bir politikadır.

5

Bugün görmekteyiz ki, ABD ve onunla aynı safta yarı-gönüllü saf tutmuş olan AB ve Japonya, savaş politikalarına devam edecektir. Daha şimdiden, silah şirketlerinin kârları uçmuş durumdadır.

İngiltere, savaş politikaları konusunda ABD’den daha atak olmaya heveslidir. Başka da bir yolu kalmamıştır. İngiliz yetkilileri, açıkça Rusya ile savaşta oldukları yollu açıklamalar yapmaktadır. Buna rağmen, açıktan Rusya’ya savaş ilan etmiş değildirler.

Demek ki savaşın bugünkü aşaması böyle şekilleniyor.

Egemen, kendi egemenliğini, savaşı büyüterek sürdürmek istemektedir. Dünyanın her alanını savaş alanı hâline getirme girişimleri, son hızla devreye sokulmaktadır. Bugünlerde Tayvan ve Balkanlarda yeni savaş senaryoları üzerinde çalıştıkları anlaşılmaktadır. Sırbistan-Kosova hattında askerî hareketlilik artmaktadır. Kuşku yok ki, bunları yenileri izleyecek gibidir. İngiltere, ABD, Fransa başta olmak üzere tüm NATO ve Japonya, savaş için tüm alanlarda harekete geçmiş gibidir.

Bölgemizde, Suudi Arabistan ile İran arasında yeniden diplomatik ilişkilerin kurulması, İran’a karşı Azerbaycan üzerinden provokasyonlar organize edilmekte olduğu anlaşılmaktadır. Tüm bölgeyi savaş alanı hâline getirme girişimleri, aralıksız sürmektedir. Emperyalist cephe, bununla, bu yolla, krizi aşmak peşindedir.

Tayvan üzerinden Çin’e savaş politikaları dayatmaları hız almaktadır. Ukrayna’da içine düştükleri açmazı, bu yolla aşmak istiyorlar. ABD, Filipinler’de üs kurmaya başlamıştır ve bunu Papua Yeni Gine izlemektedir.

Seçimler sonrası kurulmuş olan “yeni” hükümetin ilk işi, Saray’ın ilk işi, Kosova’ya asker göndermek olmuştur.

Mayıs sonunda toplanan Bilderberg, Lizbon’da bu savaş politikalarına eğilimini ortaya koymuştur. Kissinger, bu toplantıya, geçkin yaşına aldırmadan gelmiş ve orada, Ukrayna’nın NATO’ya alınması gerektiğini bildirmiştir. Kissinger’in bu açıklamaları hayata geçerse, Ukrayna meselesi, daha da boyutlanacaktır. Zaten, fiilî olarak, bir Rusya-NATO savaşı olan Ukrayna savaşı, bu kez, açık bir NATO-Rusya savaşına dönüşecektir. Mesela TC devleti de burada NATO çerçevesinde çok daha aktif görevler alacaktır.

TC eli ile ABD adına, IŞİD ve diğer İslamcı çetelere yeşil pasaportlar verilmektedir. Bu bir ABD-NATO operasyonudur. Bu çeteler, Afganistan-İran sınırına, Azerbaycan-İran sınırına ve Avrupa’nın değişik yerlerine kaydırılmaktadır.

Maskeler indirilmekte, cepheler netleşmektedir. Bir ABD’li uzman, AP’de, açıkça Covid virüsünün bir ABD laboratuarında üretildiğini, oradan Wuhan’a yayılmak üzere gönderildiğini ilan etmiştir. Uzmanın verdiği bilgilere göre, virüs için üretilen bazı aşıların, 12-17 yaş arasındaki çocuklarda miyokardite yol açtığı ortaya çıkmıştır. Bu durum, savaşın değişik yol ve yöntemlerle nasıl geliştirildiğinin de kanıtıdır.

Karadeniz’de Türk-Akımı’na karşı İngiliz, Amerikan ve Avrupa menşeli üç adet drone-botla sabotaj yapıldığı ortaya çıkmıştır. Savaş, daha şimdiden, son derece şiddetli biçimlerde, korsan eylemlerle sürdürülmektedir.

6

Her savaş bir iç savaştır.

Bu iç savaş, tüm Batı dünyasını sarmaktadır. Başka yolu da yoktur.

İşte bu iç savaş anlaşılmadan, Batı demokrasisinin gözde ülkeleri de dâhil parlamentarizmin gözden düşmesi eğilimi de anlaşılamaz. Elbette, bu durum, Batı’ya bağlı sömürgelerde daha erken başlayan bir süreçtir. Merkezlerde etkisi ardından ortaya çıkmaktadır.

Bu savaş geliştikçe, liberal sol, savaşı iç savaşa çevirme devrimci taktiğini etkisiz kılmak için erkenden harekete geçmiştir. Sol içinde çeşitli bahanelerle, “ulusal çıkar” vb. adı altında, kendi egemenlerini destekleme eğilimi, bir yeni milliyetçilik dalgası yaratılmak istenmektedir. Ülkemizde bu oldukça net olarak ortaya çıkmıştır.

Seçimlerin amacı budur.

Seçimlerin sonucu bir savaş hazırlığına işaret etmektedir. Sol, bu açıdan “ulusalcı” bir milliyetçi çizgiye çekilmek istenmektedir.

İşçi sınıfı, başka ülkelerin emekçilerine silahını çevirmeyi, onlara kurşun sıkmayı, kendi egemenlerinin çıkarları için savaşmayı reddetmek zorundadır. Bu devrimci tutumdur, doğru tutumdur. İşçi sınıfının vatanı yoktur. Devrimci işçiler, enternasyonalisttir. Dünyanın tüm işçileri kardeştir. Bu nedenle, kendi burjuvazisi, kendi devleti adına savaşmayı reddetmelidir. İşçi ve emekçiler, kadınlar ve gençler, emperyalist savaş maşası olmuş devletlerinin emirlerini reddetmelidirler. İşçi sınıfı, kadınlar ve gençler, gerçek dünya barışına giden yolu, devrimin zaferinden, sosyalizmden, sınıfsız bir toplum mücadelesinden geçtiğini bilmektedir.

Birinci Dünya Savaşı’nda da liberal solcular, dönekler, kendi devletlerinin safında yer almışlardı. Bugün artık, bu tutumun ne anlama geldiği biliniyor. Dünya devrim ve sosyalizm mücadelesinin tarihi, işçi ve emekçilerin almaları gereken tutum için, büyük derslerle doludur.

Bu nedenle, savaşın içine ne denli girmiş ise o ülkede iç savaş da gelişmektedir. Bu iç savaş, elbette bir iç savaş hukuku demektir ve bu da cephelerin netleşmesi, maskelerin indirilmesi, safların netleşme süreci demektir.

Bizde yaşanan budur.

Bu süreçte işçi sınıfının tutumu, açık ve nettir. Devrimi istemek demek, en başta kendi egemenine karşı savaşmak demektir ve bunu önceleyen hiçbir şey yoktur. Ülkemiz işçi sınıfı, dünyanın hangi ülkesi söz konusu olursa olsun, oradaki işçileri kendi kardeşi, kendi müttefiki, kendi yoldaşı olarak görmek zorundadır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz