Kriz ve ekonomi üzerine birkaç not

Biliniyor, Kaldıraç Hareketi olarak biz kavramlar konusunda titiz olmaya çalışıyoruz. Mesela STK (Sivil Toplum Kuruluşları) gibi bilerek yanlış kullanılan kavramları deşifre etmeyi görev biliyoruz. STK, Demokratik Kitle Örgütleri (DKÖ) yerine kullanılıyor. DKÖ, biliyorsunuz, işçi ve emekçilerin günlük, akademik, sosyal, demokratik hakları için mücadeleyi temel alan kitle örgütleridir. Sendika mesela bir DKÖ’dür. DKÖ, ancak siyasal parti ve örgütler ile birlikte tartışılırsa daha anlaşılır olur. Bir DKÖ, siyasal istemlere mutlaka sahip olmak zorunda değildir. İşçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin günlük ekonomik, sosyal, demokratik çıkarlarını korumak için geliştirdikleri örgütlerdir DKÖ’ler. Bunlara STK denildi mi, ne mi olur? Birincisi “sivil toplum” diye bir şey varmış gibi davranırsınız. Oysa devletin girmediği, kontrolüne almadığı örgütler ya az sayıdadır, kalanı da devlet tarafından ele geçirilmek istenmektedir. İster bir Alevi derneği olsun, ister bir köy kalkındırma derneği, hepsine devlet mücadele alanı olarak bakmaktadır. Yani sınıf savaşımı tüm toplumsal alanı sarmıştır ve bu nedenle devletin dışında “sivil” bir alan kalmamıştır. “Sivil toplum”u kabul etmek, feodal dönemden çıkışta bir anlam ifade edebilirdi. İkincisi, eğer STK’lere bakarsanız, her türden, eften püften de dâhil dernekleri sayarlar. Amaçları toplumsal statü elde etmek, kara para aklamak vb. olan zenginlerin kurdukları papatya örgütleri STK olarak, sendikalarla ya da Pir Sultan Abdal Derneği ile birlikte anılamaz. Bu nedenle de STK doğru bir kavram değildir. DKÖ örgütlenmelerini özünden saptırmak için seçilmiş, apolitizasyon süreçlerinin kavramlarındandır. Reddediyoruz.

Bu ayıklamayı, mücadelenin, yaşamın her alanında da yapmak gerekir.

Bizim konumuz ekonomi olduğu için, biraz bu konuya odaklanmak istiyoruz.

İlkin, ilave vergiler ve haraçlar ne için konulur? Bizim, akıl sağlığını kaybetmeye başlamış solcu ekonomistlerimiz, muhalefet yapmaktan korktuklarından olacak, bildiklerini de bilmezlikten gelir hâle geldiler.

Vergiler, tüm kapitalist dünyada esas olarak çalışanlardan toplanır. Vergiler, “halka hizmet etmek”, “yol-su-elektrik-sağlık” hizmetleri için toplanmazlar. Vergiler, “devlet memurlarının maaşlarını” ödemek için toplanmazlar.

Evet, birçok yerde bu vergilerle, bu sayılan işlerin bir bölümü yapılır. Ama vergi bu demek değildir.

Devleti ayakta tutmak için vergiler toplanır. Ordular, polis gücü vergilerle beslenir. Egemen, burjuvazi, kendi devletini ayakta tutmak için, kendi cebinden ödeme yapmaz. Tersine, bu ödemeyi halka yıkar.

Vergiler, mesela tekellere ek kaynak aktarmak için kullanılırlar. Mesela ilave olarak konulan, 1999 depreminin ardından devreye sokulan deprem vergisi, tüm cep telefonu kullanımlarından alınmıştır. Böylece, milyonlarca insandan, milyonlarca lira toplamışlardır. Sonra bu paralar ne oldu diye sorulunca, artık yorulan bir bakan, Saray Rejimi de var tabii, o paraları otoyollar için kullandık dedi. İyi ama otoyolları devlet yapmıyor ki, Cengiz, Kolin, Limak vb. yapıyor. İşte size vergilere ne oluyor konusunda bir örnek.

Biliniyor, ekonomik kriz var. Öyle az buz değil. Bu durumda devlet, artan maaş giderlerini karşılamak için ilave vergiler koydu deniliyor. Yanlıştır.

Devlet, zaten yıllardır karşılıksız para basmaktadır. Üstelik bu tüm kapitalist dünya için geçerlidir. Bu paralarla zaten maaşları öderler. Artan maaş, bir ay sonra zaten binbir mekanizma ile geri alınmaktadır.

Peki vergileri niye artırıyorlar?

Seçim sonrası oluşturulan kabine, Erdoğan kabinesi değildir. Bu, NATO’nun savaş kabinesidir. Bu savaş kabinesi, muhtemelen seçimden 1-2 ay önce oluşturulmuştur. Bu kabineyi oluşturanlar, ülkenin borçlarını ödeyebilmesi için bir çeşit Düyûn-ı Umûmiye, onun modern şeklini oluşturmuşlardır. Erdoğan ve şürekâsının artık bir karar yetkisi yoktur. Kendisi imzacıdır, harem sefasından sonra imza atmakla görevlidir.

Diyelim ki, ağustos ayında, 30 milyar dolar borç ödenecek. Bu 30 milyar doların faizi yüzde 11 idi. Şimdi bu borç, uluslararası konsorsiyum tarafından ödenmektedir ve bu yeni borcun faizi yüzde 25’tir. Peki, alacaklılar bu yeni faizi ile borcu nasıl tahsil edeceklerdir? Demek oluyor ki, gelirlerin bir bölümüne el koymaları gereklidir. İşte KDV artışı, MTV vb. tam da bunun içindir. Demek ki, Saray’ın bütçesi dışında bir ilave kasa oluşturulmuştur.

Bu kasa hem savaş gibi siyasal görevlerin, tetikçiliğin gereklerinin finansmanında iş görecektir hem de yeni borçların ödenmesinin garantiye alınmasını sağlayacaktır. Mesela Akbelen’deki maden işine bu gözle de bakılmalıdır. Uluslararası şirketler, birçok gelir kaynağına el koymaktadırlar.

Hele hele, devlet, artan asgarî ücretleri ödemek için vergileri artırdı demek, tam bir saçmalık olur. Zira, asgarî ücretleri şirketler öderler, devlet de onları destekler, teşvikler sağlar. Bu destek ve teşvikler, işte sizlerin, halkın vergilerinden sağlanır. kaynak burasıdır.

Ekonomik kriz denildi mi, bu, hepimiz, ülkede yaşayan herkes için aynı şey demek değildir. Koçların, Sabancıların ya da yeni zenginlerin krizi olmaz. Onlar, para babaları, tekeller her zaman, her kriz döneminde daha da zenginleşirler.

Sanki ülkede herkes için eşit bir hâl var. Hepimiz vatandaşız deniliyor, doğru değildir. Kâğıt üzerinde herkes vatandaş ama bazıları daha vatandaş, sahip gibi. Biz ise köleleriz. Eski kölelik döneminden farklı olarak, köleler vatandaş olarak da kabul edilmektedir.

O nedenle, mesela enflasyon, herkesi etkiliyor sözü doğru değildir. Evet, etkiliyor derken kimisini daha da zengin yapıyor olmasına “etkileme” diyorsanız mesele yok.

Enflasyon, gerçekte halktan para alarak zenginlere, tekellere aktarma yollarından biridir. Krediler de öyledir. Kredilerin daha çok verilmesi demek, işçi ve emekçilerin, halkın rahata ermesi sağlanıyor demek değildir.

Mesela şöyle ele alsak; bir, okullar ücretsiz olmalıdır. Bunun için tüm özel okullar devlet okulları hâline getirilmeli ve tüm eğitimin kalitesi, zengin ve fakir ayrımına bakılmaksızın bilimsel standartlara getirilmelidir. İşte bu, eşitlikçi bir yaklaşım olabilir. Mesela madem konut sorunu var, 3 ve daha üzeri evi olanların evlerine el konulmalı, bu evler, işçi ve emekçilere, evi olmayanlara ücretsiz, 100 yıllığına verilmelidir. Kimse evin arsası üzerinde hak iddia edememelidir. Bu hem rantı önler hem de eşitlikçi yaklaşım olarak ele alınabilir. Mesela tüm özel hastahaneler kamu mülküne dönüştürülmeli ve hastahaneler, bizzat hekim, hemşire ve çalışanların yönetiminde çalıştırılmalıdır, sağlık hizmetleri ücretsiz olmalıdır. Bu da eşitlikçi olabilir. Bu ve benzeri uygulamalar, hem enflasyonu bitirir hem de gelir dağılımı sorunlarının bir bölümünü çözer. İşte bizim iktisatçılarımız, bunları, daha başkalarını dile getirmelidir.

Dolar ne olacak, acaba borsada neye yatırım yapmak lazım gibi tartışmalar, sonu önceden belli olan şeyler üzerine boş tartışmalardır.

Dünya kapitalist sistemi, 2008’den başlayarak bir kriz yaşamaktadır. Bu kriz hâlâ sürmektedir. Bu finansal alanda başlayan bir kriz olsa da, salt finansal bir kriz değildir.

Bu kriz, emperyalist Batı’nın, SSCB çözüldükten sonra yeniden tutuştukları dünyayı paylaşma savaşı ile birleşmiştir. Bu, krize yeni bir hâl eklemiştir.

Çin’in ekonomik olarak, kapitalist serbest rekabet kuralları içinde yükselişi ve bir güç olarak sahneye çıkışı, krizi daha da artıran bir başka etkendir.

Batı emperyalizmi bu krizi aşabilmek için, Rusya ve Çin’i sömürgeleştirmek, boyun eğdirmek istemektedir. Yeni sömürgelerin oluşması, bu krizin çözümü için, “mükemmel çözüm” olarak öne çıkmaktadır. Ama “maalesef” Çin ve Rusya bu sömürgeleştirilme siyasetine direnmektedir ve dahası, BRICS gibi atılımlarla, süreci daha da ağırlaştırmaktadırlar.

Bir sömürge ülke olan Türkiye, bu krizi katmerli yaşamaktadır. Her sömürge ülkede olduğu gibi bizde de, emperyalist ülkelere kaynaklar akmaktadır ve bu durum, emperyalist metropoller için bir nefes alma olanağı iken, sömürgeler için daha katmerli bir kriz anlamına gelmektedir.

Sanki kriz bir “Allah vergisi”ymiş gibi, kendi kendine ortaya çıkmış gibi, bir çeşit doğal afet gibi sunulmak istenmektedir. maalesef solcu iktisatçılarımız da, onların kavramlarını kullanmaya o kadar alışmışlardır ki, tartışmayı onlar gibi sürdürmektedirler.

Ağustos sonu itibari ile, Türkiye’de 21 milyon 700 bin icra dosyası vardır. Bu krizin göstergelerinden biridir. Bunun üzerine konuşmak daha faydalıdır. Mesela petrol fiyatları üzerine konuşmak, ülkede benzinin satış fiyatları üzerine konuşmak daha faydalıdır. Zira tüm taşımacılık, ürünlerin, temel gıdaların maliyetine büyük bir yük yüklemektedir. Mesela kredi kartı borçları üzerine konuşmak faydalıdır. Mesela bireysel kredilerin artışı ve ödenmeme durumu üzerine konuşulabilir. Bu durum, krizin, işçi sınıfının dışında, birçok esnaf üzerine de çökmekte olduğunu göstermektedir.

Buna rağmen, kara para ile, eroin vb. satışı ile, emlakçılık vb. ile elde edilen kayıtsız gelirlerin nasıl arttığı üzerine konuşmak mümkündür.

İnsanların bira içmek için lokantalara gidemez hâle geldiği görülmektedir. Bunu devlet görüyor ve yeşilliklerde, parklarda, sahilde, taşların üzerinde bira içilmesini yasaklamak istiyorlar.

Konut meselesi üzerine uzun uzun konuşulabilir. İnsanlar, akıl almaz ev kiraları ödemek ya da şehrin merkezlerinden çıkmak alternatifleri ile karşı karşıyadırlar. Konut kiralarını bu denli artıranın ne olduğunu tartışmak, bizim solcu iktisatçılarımıza bile zor gelmektedir. Onlar bile, borsa, dolar vb. üzerinden tartışmayı seviyorlar. Oysa tartışmayı sadece bu noktalara tıkamak hatalıdır.

Kaldı ki, sadece kriz tartışmalarının ekonomik veriler üzerinden yürütülmesi de eksiktir.

Her gün bu ülkede kaç çocuk kaçırılıyor? Acaba hangi hastahaneler organ kaçakçılığı işini yürütüyor? Kızılay’ın kan sattığı, çadır sattığı bir ülkede, acaba organ naklini iki “ahlâksız” doktor evlerinde mi yapmaktadır? Bunun için tesis gereklidir. Uyuşturucu hapların üretimi için nasıl ilaç fabrikası gerekli ise, bu da öyledir, tesis gerektirir.

Ülkede çalışma şartları sürekli kötüleşmektedir ve her gün en az kaç işçi iş cinayetlerine kurban gitmektedir? Bu bilgiler çok daha önemlidir.

Her gün kaç kişi intihar etmektedir?

Her gün kaç kadın cinayete kurban gitmektedir?

Her gün kaç kadın cinsel saldırıya uğramaktadır? Evlerdeki zorla cinsel ilişkileri sayamazsak bile, diğerlerinin bilgisi nasıl elde edilebilir?

Her gün kaç çocuk cinsel saldırıya uğramaktadır? Tarikatlar baştan aşağıya bunun yuvası olmuştur.

Üniversite öğrencileri, yurtlarda cinsel meta olarak satılmaktadır; acaba her gün kaç üniversiteli kadın bu sorunla yüz yüze gelmektedir?

Krizin bir de böylesi yansımaları vardır.

Bu nedenle bu sadece ekonomik kriz değildir. Yaşanmakta olan, toplumsal bir bunalımdır ve egemen kendi bunalımını, her yol ve araçla, işçi ve emekçilere, kadınlara ve gençlere, çocuklara yüklemektedir.

Hukukçularımız, bunların tümünü insanlık suçu olarak ele almak, öyle işlemek, öyle deşifre etmek zorundadır.

Açlığın kol gezdiği bir ülkede “normal”likten nasıl söz edilebilir?

Egemen, öylesine bir yağma, rant ve savaş ekonomisi uygulamaktadır ki, artık hırsızlık normal olmuştur. Burada sadece karnını doyurmak için ekmek çalan hırsız muamelesi görmektedir. Hâkimler, trilyonları götürenlere hürmetle muamele etmektedir.

Ve tüm bunlara karşı durmak, bunlara karşı mücadele etmek, devlete karşı suç olarak ilan edilmiştir, yerindedir. Çünkü tüm bunlar devletin işidir, politiktir.

İşçilerin en sıradan hakları için mücadele etmesi, hakkını araması, ağır suç olarak görülmekte, her gün işçi ve emekçiler, gençler ve kadınlar haklarını aradıkları için yerlerde sürüklenmekte, gazlanmakta, polis copları ile dövülmektedir.

Bizim ekonomistlerimiz, eğer kalemlerini satmamış, kiralamamışlarsa, hâlâ onurları kendilerine ait ise, bunları söylemeden kriz üzerine konuşmayı reddetmelidirler.

Tekeller, holdingler, para babaları, bankalar, en kârlı yıllarını yaşamaktadır. Krizin bu yönünü de ortaya koymamak, kriz ve ekonomi hakkında bildik sözleri tekrarlamak anlamına gelir. Bu bizim iktisatçılarımızın işi olmamalıdır, onursuzdur.

Bunalım, kriz, egemenin, kapitalist sistemin bunalımıdır. Kapitalizm artık insanlık için büyük bir yüktür. Kapitalizm, insanı yok ederek, doğayı yok ederek yaşayabilmektedir. Bunun için her yola başvurmaktadırlar. Bu nedenle, kapitalizme karşı mücadele sadece işçilerin sorunu, onların meselesi de değildir. Bu insan olarak kalabilme mücadelesidir de. Bu sisteme karşı, her yol ve araçla savaşmak, hem meşrudur hem de zorunludur.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz