Normalleşme söylemi, hüzün ve zamana hükmetme isteği

Bir aydır, bize pandemiden bakiye kalmış olması hiç de tesadüfî görünmeyen bir kavram dolaşıyor yine ağızdan ağıza: Normalleşme. Normal, normalleşme, normalleşememe, eski normal, yeni normal ve içinde “norm”a dair bir şeyler dahi barındırmayan bir kavram silsilesi. “Felaket” sonrası yaşantıyı tariflemeye çalışan bu yeni “normalleşme” kavramı, bugün, depremden sonra ilk kez karşımıza çıkmış bir söylem değil. Pandemi sürecinde bir “helâlleşme” adımı olarak devletin ortaya koyduğu normalleşme kavramı, bugün yine yönetilemeyen ve katliama dönüştürülen bir “felaket” sürecinin ardından açığa çıkıyor. Esasen, büyük ölçüde pandemiden bakiye kalan dayanışma ufkunun tekrar ve daha örgütlü şekilde açığa çıktığı bu süreçte, toplumsal bilinçdışı da normalleşme kavramını tekrar dayatıyor. Normalleşme fikrini veya isteğini değilse de bu kavramın kendisini tekrar güncelleştiriyor.

Dayanışmanın yiteceği kaygısının hissedildiği her an, dayanışmanın özneleri tarafından normalleşme olarak kavramsallaştırılıyor; çünkü normalleşme fikri bir saldırı olarak algılanıyor – ki gerçekte olan da budur. Bu gerçek, pandemide ortaya atılan normalleşme söyleminin içinde anlam kazanmıştır. Öte yandan, her söylem gibi normalleşme söylemi de birden fazla farklı anlam barındırmaktadır. Normalleştirmeye çalışan için buradaki anlam apaçık unutturmaktır. Peki, normalleştirme çabasının hedefinde olan ve normalleşmek isteğine kapılan için de bu sadece unutmaya mı eştir?

Burada bahsi geçen normalin, normlarla, normal olan ya da anormal dışında kalanla pek bir alakası yoktur. Yoksa neyin normal neyin anormal olduğu, yahut anormal olanın norm hâline geldiği toplumsal koşullarda, hâlâ normal kalma ya da normali bulma çabasının anlamsızlığından bolca söz edebiliriz; burjuva psikolojiyi de bu tartışma içinde mahkûm ederek. Oysa burada olan, normal olarak tanımlanan, eskiye, yahut stabil olmaya, durağanlığa, özünde sistemin ürettiği rutinlere atıf yapmaktadır. Normale dönmeye çalışan için iyileşme ihtiyacı olarak açığa çıkar gibi görünen şeyin ardında dahi, iyileşmeyi tanımlayan, iyileşmeyi sembolize eden bir eski zaman vardır. Zamanın eski ritminde akması… İyileşmek, zamanın kontrolünü tekrar ele almak gibidir. Nitekim normalleşme de bir zaman meselesidir, içinde gizli bir “artık” sözcüğü barındırır. Ancak normalleşme ve yeni normal söylemi içerisinde bahsi geçen zaman, kapitalizmin yarattığı zaman algısından beslenir.

Pandemi sürecinde devletin söylemi olarak açığa çıkan normalleşme söyleminin bugün kitle tarafından da refleks olarak açığa çıkması bence iki önemli şeyi vurgular niteliktedir. Öncelikle, unutturmaya karşı açığa çıkan bir kaygı ve buna karşı bir savunmadır, diğer yandan da bize şunu gösterir; tıpkı Covid-19 salgınındaki gibi, yaşanan yıkımın ruhsal etkilerinin de bir salgın gibi toplumda yaygın olarak algılandığının ve deneyimlendiğinin göstergesidir.

Depremin yarattığı travma, bu travma biçiminin özü gereği kişisel olanda yoğunlaşsa da aynı zamanda toplumsal bir travma açığa çıkarmıştır. Esasen, dinamiği gereği doğal afetler, toplumsal travma olarak deneyimlenmeye çok açık değildir, toplumsal travma olarak tanımlananlar daha ziyade insan eliyle yapılan, savaş, soykırım benzeri, şiddetin iktidarlarca topluca örgütlendiği ve uygulandığı eylemlerin sonucunda açığa çıkan ve kuşaklarca aktarılan travmalardır. Doğal afetlerin yarattığı yıkıcı etkiler ise daha çok kaderle ve doğa karşısındaki çaresizlikle tanımlanarak içselleştirilmekte ve kuşaklara yayılan bir toplumsal travma etkisi açığa çıkarmamaktır. İnsan ruhsallığını incelediğimizde bu ayrım teknik olarak doğrudur; ancak sınıflı toplumlar içerisinde afetlerin yarattığı şiddet ve yıkım, insan-doğa çelişkisinden değil, emek-sermaye çelişkisinden beslenmektedir. Dolayısıyla bugün, depremin toplumsal bir travma olarak deneyimleniyor oluşu bile bize, bunca ölümün, yıkımın sorumlularının kim olduğunu işaret etmektedir. Yaşanan, katliama dönüşmüş bir devlet şiddetidir. Ki bu da bizi aynı zamanda devlet var mıydı, yok muydu tartışmalarının da asıl cevabına götürür. Devlet, depremden önce de deprem sırasında da ve sonrasında da bu afetin şiddetini belirleyen olarak oradadır. İmar aflarıyla, yolsuzluklarla diktiği binalarıyla depremden önce orada olduğu kadar, kaldırmadığı enkazlarda, kurmadığı yaşam alanlarıyla da aynı şekilde oradadır; zira işlevi tam olarak da budur.

Yine buradan hareketle, yıkımın sorumlularını bilen, kavrayan ve bizzat görenler için yaşanan toplumsal bir travma iken, öteki için bu bir “kader” olarak algılanacaktır. Ancak bugün örgütlü dayanışmanın gücüyle de gözler önüne serilen ve şahit olunan tablo, manipülasyonla değiştirilemeyecek ölçüde, yaşananın bir kader değil, uygulanan şiddetin bir sonucu olduğunu ortaya koymuştur. Travmanın topluma yaygınlığı da bunu kanıtlamaktadır.

Öyleyse, süreç bunca toplumsal bir travmaya dönüşüyorsa bu normalleşme eğilimi, arzusu nedir ve nereden çıkmaktadır? Yahut bu normalleşenler kimlerdir? Normalleşen ve dahası normalleştirmek isteyenler, şüphesiz, bu kavramı, şiddeti unutturmak adına üretenler ve emek-sermaye çelişkilerinden beslenenlerdir. Ancak biz bir de bu kavramsal saldırının hedefi olup, normalleşme ihtiyacını duyanın ruhsallığına bakalım…

Depremin yarattığı travma süreci, daha ilk günden kişisel alana sıkıştırılmaya çalışılmıştır. Daha ilk günlerden psikososyal destek gerekliliğinin öne çıkarılması, psikologlara yapılan çağrılar, çocuklar başta olmak üzere ruhsal gereksinimlerden söz açılması, elbette uzun vadede bir ihtiyacı işaret etse de, buradaki acelecilik tabloyu psikolojikleştirme çabasının bir sonucudur. Oysa sistemin çıkarlarından bağımsız insan ruhsallığını bilebilmek, bu konudaki ikiyüzlülüğü de apaçık ortaya serer. En basitinden, travmanın açığa çıkardığı güvenlik ihtiyacı bir gerçektir; ancak psikososyal destek tartışılırken, en büyük güvenlik ihtiyacının barınma ve beslenme olduğu gerçeği bile bir kenara atılmaktadır. Psikolojik ilk yardım üzerine onlarca demeç verilirken, aslında bölgeye gönüllü olarak giderek depremzedelerin barınma ve beslenme ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan, bir yaşam alanı kurmaya çalışanların aslında en temel psikolojik ilkyardımı uyguladığı gerçeği anlaşılmamaktadır. Bu aceleciliğin kendisini yalnızca panik ve kaosun yarattığı bir kafa karışıklığı olarak yorumlamak saflıktır. Bu aceleciliğe en iyi niyetlerle kapılan dahi, kapitalizmin aceleci zaman algısından beslenmektedir. Üstelik ölümle çarpıcı şekilde yüzleşilen bu süreçte, ölümün kendisini bunca hatırlatmasının yarattığı kaygıyla, kaçan, yiten zamana karşı daha da aceleci bir manik tepki gelişmiştir.

Kapitalizmin insan ruhsallığına düşürdüğü en büyük gölge, zaman algısında yarattığı bozulmadır. Zaman sürekli içeriğinin ne olduğundan bağımsız doldurulması gereken bir şey hâline gelmiştir. Tıpkı bedensel boşalma gibi, zaman boşaldığında, bir anksiyete krizine benzer, katlanılması zor boşluk hissi yaratır. Günümüzde yaşanan yoğunlaşmış kaygı ataklarının altında yatan da bu boşalan zaman algısıdır. Ve ardından, benzer şekilde, utanç ve suçluluk duygusu bırakarak bizi melankoliye hapseder. Yiten bir şey vardır; ancak yitenin ne olduğu anlamlandırılamamaktadır; çünkü zaman bize yiten bir şey olarak sunulmaktadır. Oysa zamanın akışı baskın bir gerçeklik olarak bize kendini dayatırken, zamanın akışını bir yitiş olarak algılamak bize anlamlı gelemez.

Normalleşme de bu zamansal algı sınırlarında ihtiyaçlaşmaktadır. Adeta ne zaman normalleşeceğimizi bilmek bizi rahatlatacaktır. Ancak bu, travma yaşayan kişinin bir umuda, bir gelecek tahayyülüne ihtiyaç duymasından farklı gerçekleşmektedir. Yaşanan kayıpların yarattığı duygularla geçen süreç, aynı zamanda yeni bir yapay kayıp ortaya koymaktadır, tüm bunlara ek olarak zaman kaybedilmektedir. Geçmişin kaybıyla yüzleşmeye ayrılan süre, şimdinin, akan zamanın kaybını sunmaktadır. Dolayısıyla bir an önce zamanı tutmak ve onu doldurmak gerekmektedir. Ancak koşullar, zamanı, şimdiye kadar rutinleşmiş hâlleriyle tutmaya elvermemektedir. Yıkımı bizzat deneyimlememiş olan için ne zaman normalleşeceğiz sorusunun altında yatan en büyük itki budur. Misal, ilk yedi gün milli yas ilan edilmesi, ortaya bir süre koymakta ve “kaybedilecek” zamana bir ömür biçmektedir.

Zamanın müthiş bir hızda akıyor olması algısı, devam etmenin en büyük bahanesi hâline gelmiştir; öyle ki zamanın bu hızlı tükenişi karşısında duygulara bile gereğinden fazla zaman ayrılamaz, duygularla zaman kaybedilemez. Kapitalizmin zaman algısında yarattığı boşluk, şu paradoksa kilitlenir: Zamanın kaybedileceği, yiteceği kaygısı bir yana, fazla zamanı olmak da bir tedirginlik hâline gelmiştir. Fazla zamanı olmak, “boş” zamanı çok olmak, bir yaşamasızlık hâli olarak algılanmaya başlanmıştır. Ve bu paradoks içinde, fazla zamanı olmak, zamanın tükeneceği kaygısını tekrar tekrar tetikler. Zaman müthiş bir hızla akmaktadır ve doldurulamamaktadır. Boş zaman, libido üzerindeki baskının azalmasına yol açar ve doyurulmamış bilinçdışı arzuların yarattığı rahatsızlığı açığa çıkarır. Bu yüzden boş durmak bize içimizdeki boşluğu hatırlatır gibidir. Doyurulmayan arzularımızı, yaşamasızlığı. Libidonun, yaşamsal olanın doyumunun, üretmekten kopartıldığı bir dünyada bu boşluk bize kendisini dayatır ve kapitalizmin sunduğu biçimlerle doldurulmaya çalışılır. O yüzden kapitalizmin yarattığı zaman algısına karşı gelerek açığa çıkan süreçler, bu boşluk hissini derinleştirdiği gibi, boş olanın aslında ne olduğu sorusunun da cevabını bulmak için bir imkan yaratır.

Zamanın kapitalist zamandan ayrılarak kendisini dayattığı bu süreçlerde, kendiliğinden zaman üzerine düşünmek ve konuşmak ihtiyacı açığa çıkar. Örneğin, pandemide zaman hemen herkes için aynı kısıtlılıkta akarken, bize bugüne kadar boş olarak dayatılan fazla zamana katlanmak zorunda kalmak, bizi onu deneyimlemeye ve zamanı algılamaya zorlamıştır. Zamanın akış hızında eşitlenmek fikri -üstelik tüm dünyayı saran bir salgında-, zamanın kaçan ve kovalanması gereken bir şey olduğu fikrinden bir nebze olsun bizi uzaklaştırmıştır; zira zamanın gerçek iktidarı, kapitalizmin aceleciliğine gölge düşürmüştür.

Bugün yaşananın ardında da deneyimlenen zamanın anlamı büyüktür. Ancak bugünkü tabloda, zamanın akışında herkes için bir eşitlik olmaması fikri, buna katlanmayı ya da akan zamanı deneyimlemeyi zorlaştırmıştır. Yıkımı yaşayan veya buna şahit olan, bu ruh hâlini paylaşan için zaman hüznün zamanına ayak uydurmak isterken, öteki için zaman hâlâ kapitalizmin sunduğu -dayattığı- hızda akmakta; böylece birileri için zaman kaçırılmaktadır. Birileri yaşamasız kalırken, öteki yaşamını sürdürmektedir. Dolayısıyla bu her anlamda bir hayatta kalma mücadelesidir. Normalleşme veya normalleşememe ayrımı da bu yüzden zamanla ilişkide gizlidir. Yıkımı derinden hisseden herkes için çok haklı olarak daha ilk günden açığa çıkan istek şudur: Şimdi zaman durmalı. Bu travmatik bir şekilde yaşamdan kopmak isteği değil, aksine yaşamasız olan zamanın akışına karşı bir çıkıştır. Çünkü durması istenen zaman, sistemin sürdürdüğü zamandır.

Freud’un “Yas ve Melankoli” isimli makalesinden de hareketle, yasta kişi sevdiği bir nesnenin -kişi veya olgu- kaybıyla yüzleşmektedir ve bunun acısını yaşar; ancak melankolideki ayırt edici fark, kişinin kaybedilenin ne olduğunu bilememesidir. “Yasta yoksul ve boş hâle gelmiş olan şey dünyadır; melankolide ise bizzat ego.”[1] Dolayısıyla zamanın “boşluğu”, zamanın kaybına dair kaygıdan besleniyorsa ve zamanın fazlalığı -yani varlığı da- bir boşluk ifade eder hâle geliyorsa, bu bir bakıma kaybedilenin ya da kaybedilenin içinde yitenin ne olduğunun bilinememesi hâlinin yarattığı bir sürekli melankoliye dönüşür. Héléne L’heuillet’in dediği gibi:

“Bugün melankoli, kendi hayatının zamanından yoksun olmanın ne demek olduğunu anlamamızı sağlayan toplumsal bir semptom. Melankoli özellikle yabancılaşmanın ve hızlanmanın bir yüzü oldu. Hızlandırılmış toplum melankoliyi benimser, öyle ki kaybetmeyi her zaman tahammül edilemez bir şey olarak görür; ama onun acısını çekmeyi yasaklar. Kaybımızın acısını duymamak için giderek daha hızlı yol alırız. ‘Kesinlikle arkaya bakma’ yeni parola olmuş gibi. Artık kendimize acı çekmek için zaman tanımak istemeyiz. Gel gör ki melankoli daha güçlü; yine de acı çekeriz, hatta bazen neden acı çektiğimizi bilmemenin acısını çekeriz. Böylece çağımızdaki melankoli örtülü biçimde ilerler ve hayatlarımızı ele geçirir. Zamandan kurtulma dileğinin kaynağında yer alır bütünüyle, bu da hızlandırılmış toplumun bizzat dayanağını oluşturur. Zamandan kurtulmak gerekir; çünkü kaybetmekten kurtulmak gerekir. Ama kayıp daha güçlüdür, hatta ondan kurtulma arzusuyla büyür. Gerçekte hiçbir şey kaybın kaybından daha zarar verici değildir.”[2]

Yaşanan, çokça zikredildiği ve öne çıkarıldığı gibi sadece bir travmadan ibaret değildir. Hem dış hem de onlarla bağlantılı iç nesnelerin kaybının yaşandığı bir yas ve melankoli sürecidir. Derin bir acı ve hüzün duygusudur. Bu bir sürgün psikolojisidir, hem mekândan hem de kendi benliğinden sürgün olmak meselesidir. Ciddi bir şiddetle karşı karşıya kalınmıştır, hem bunu toplumsal travma boyutuna da taşıyan, devlet şiddetiyle hem de bir doğa şiddetiyle yüzleşilmektedir. İç ve dış nesneler anlam değiştirmiştir. Nesnede yitenin ne olduğu sorusunun karmaşıklaştığı yerlerden biri de budur. İyi nesnelerle kötü nesneler birbirine karışmıştır. Kapsayıcılığı ifade eden ev, yuva, sadece evi yıkılanın değil, yıkılacağını bildiği hâlde kendi mezarına mahkûm edilmişcesine yaşayan için de artık bir şiddet unsuru hâline dönüşmüştür. Nesneler yitmiş; ancak içimizde karşılık geldiği anlamları da yalnızca yitmemiş, kılık da değiştirmiştir. İyinin kötüye dönüştüğü ve kötünün yasının tutulduğu bir biçime dönüşmüştür. Tıpkı melankoliye gömük olan eski zamanın bile yasının tutulduğu gibi.

İnsanların dış nesnelerle iç nesneler arasında kurduğu bağ kapitalizme içkin değildir; ancak meta ilişkilerine gömük bir toplumda, dış nesnelerin metalaşması ve insanın içsel nesneleri üzerinde metaların baskınlığı bir gerçektir. Ruhsallık toplumsal alandan bireysel alana çekildikçe, temsiller de bireyselleşir. Örneğin, güvenlik hissini veren, kapsayıcı olan, kişinin kendi evinde somutlanır. Oysa ev, bundan çok daha kapsamlı ve katmanlı bir kavramdır. Ancak iç nesnelere karşılık gelen kolektif temsiller olmadığında, bunu karşılayan salt bireysel olarak ilişkilenilen metalar hâline gelir. Kapitalizmin kaybedilen metaya karşı sunabileceği yalnızca bir yenisidir. Dış nesneleri iç nesnelerle olan anlamlarından kopuk önümüze sunar ve bunlardan yeni iç nesneler yaratmamızı talep eder; tüketimin şekillenişi buna göredir, yeni bir meta yeni bir sen yaratmanın aracıdır. Evin içsel temsillerinin yitimiyle ilgilenmeyerek, yıkılan evin yerine sana yeni bir ev vermeyi vaadedebilir -ki bugün bunu da karşılayabilecek gücü kalmamıştır-. Güvenli iç nesnelerin yalnızca toplumsal alandan, toplumsal olandan beslenebileceği kitle psikolojisinin bir gerçeğidir. Bugün, yeni yaşamı, yeni iç nesnelerle birlikte kurabilecek olan da ancak budur.

Yaşanan, aynı zamanda büyük bir öfke hâlidir. Ancak öfke, öyle pek de keskin hatlara sahip bir duygu değildir. Öfke, sanıldığı kadar güçlü bir duygu da değildir çoğu zaman. Öfke, ateşlidir, yıkıcıdır; ancak bu yıkıcılığı yönsüzlüğe açıktır. Misal, öfke yönsüz olduğunda, travma sonrası bir tepki olarak ve travmanın travma yaratarak aktarılmasında bir araç olarak da açığa çıkabilir, toplumsal travmaların ve şiddetin kuşaklar byunca aktarılmasının ardında da bu yönsüzlük vardır.

Zaman algısından bahsederken söylediğim gibi, eşitlik duygusu kitle ruhunun en önemli arayışlarından biridir. Dolayısıyla kitle içinde duygudaşlık oldukça önemli bir yer tutar. Kişi, iyi duygularını, aidiyet hissettiği, bağ kurduğu topluluğa yöneltirken, olumsuz ve yıkıcı duygularınıysa ötekine yöneltir. Aidiyet hissinin ideolojiye duyduğu ihtiyaç da buradan açığa çıkar. Öfkenin yıkıcılığı, yeniyi yaratmak için ön açıcıdır; ancak ötekini, öfkenin hedefini doğru belirleyebildiği sürece. Toplumdaki asıl ayrım olan sınıf ayrımını gölgelemek üzere açığa çıkan tüm diğer ötekileştirmeler, öfkenin hedefindeki ötekiyi yeniden tanımlayarak, öfkenin sınıf içerisinde tekrar tekrar birbirine aktarılmasını sağlar yalnızca.

Depremden sonra da öfkeye dair benzer bir durum vardır, sadece depremzede için değil, dayanışmanın öznesi olan herkes için haklı bir duygudaşlık arayışı vardır. Bu duygudaşlığı kuranlar birbirine yakınlaşırken, bunun dışında kalmış görünen herkes ötekileşir ve açığa çıkan öfkenin de nesnesi hâline gelir. Ancak bu duygudaşlık arayışının terazisi oldukça hassas ve yanlışa meyillidir. Bu, normalleşmeye bakışa dair söylediğime benzerdir. Normalleşmeyi bir saldırı aracı olarak kullananla, bu saldırının hedefi olmuş, iyileşme -zamana eski bildiğiyle hükmetme- arayışında olan arasında, vicdanen kabul etmesi zor olsa da, bir fark vardır. Normalleşme isteği, travma sonrası açığa çıkan güvenlik ihtiyacını rutinlerine dönerek, bildiği güvenli alana kaçarak yahut manik bir savunma geliştirerek açığa çıkabilirken, normalleştirme isteği ise son derece sınıfsaldır. Dolayısıyla normalleşmeye karşı açığa çıkan kaygı ve öfke, normalleşene değil, normalleştirene yöneltildiği sürece işlevseldir.

Dediğim gibi, öfke her zaman sanıldığı kadar güçlü bir duygu değildir. Samandağ’da depremin 40. gününde gerçekleştirilen eylemde açığa çıkan “Hüznümüz isyanımızdır!” sloganı, insan ruhsallığı açısından da son derece anlamlıdır. Kültürel olarak yası tanımlayan 40. günde yapılan eylemde hüzün ve isyan kelimelerinin yan yana gelişi, toplumsal olanın, ruh hâlini ve çözümü tanımlamakta ne kadar daha başarılı olduğunu gösterir gibidir. Hüzün, genellikle çok daha pasif ve eylemsizlik çağrıştırır şekilde algılansa da, aslında başlı başına kapitalist zaman algısına dahi bir isyandır. Yine Héléne L’heuillet’in dediği gibi:

“Hüzünde oyalanmak, çabucak çok fazla etkinliğe girişerek onu elinin kenarıyla itmemek, tam anlamıyla gecikmeyi, zamana uymadan yaşamayı, ritimleri çeşitlemeyi, fazladan birkaç dakika, birkaç gün daha geçirmeyi kabul etmektir. Hüznün bize farklı algılattığı şey, öncellikle zamandır.”[3]

Hüznü reddetmemek, ondan kaçınmamak, iyileşmek ve iyileştirmek, dünyayı -zamanı- yeniden yaratmak yolunda olanın geçmesi gereken yoldur. Kapitalist zamana dönmek isteğiyse bizi, kendi içinde varolan melankoliye hapseder. Ludwig Binswanger’in dediği gibi, hüzün empatiktir ve “bize dünyadan el çektirmez, tersine duygulanımlara, yaşama, başkalarına karşı algılarımızı özellikle açar. Melankolik acı ise, tersine, çöküş duygusudur. Melankolik öznenin kafası yalnızca kendi kaybıyla meşguldür. Kayıp bir dünyada kaybolmuştur.”

Hüznü tarif edenin deprem bölgesindekinin kendisi olması da oldukça anlamlıdır; zira dayanışmanın bir parçası olan için, deprem bölgesinde olmadığında ya da oradan çıktığında, kaybın anlamlandırılması daha güç meseledir. Kaybettiğinin ne olduğunu bilmeme duygusu ağır basar ve zamanın eski akışını reddetmek; ancak koşullar gereği eski zamanı deneyimlemek zorunda kalmak arasına sıkışmıştır. Hissettiği büyük ölçüde melankolidir. Üstelik bu içine döndüğü eski zaman, hâlihazırda melankoliyle bezenmiş kapitalist zamandır. Deprem bölgesine dayanışmaya giden hemen herkesin döndüğünde, söylemlerinde açığa çıkan bir zaman tarifi vardır. Orada zaman çok daha yoğun algılanmaktadır ve bir gün adeta bir haftaya eşitlenmiş gibidir. Bu, hüznün ve eylemin yarattığı bir zaman algısı değişikliğidir. Birarada olmak hüznü, melankoliden kurtaran şeydir. Zaman oradaki hemen herkes için eşitlenmiş gibidir. Ve eski zamana dönmek mümkün olmadığında yeni kendisini dayatır. Eyleme geçebilecek duruma gelmek için zamana yeniden kavuşmak, bunun için de hüznü deneyimleyebilmek gerekir. Bugün hüznü yaşayarak zamana karşı koyma cüretini gösterenler, zamana hükmetme yolunda da ilerleyebilecektir.

Son olarak, Antakya’da tanıştığımız bir arkadaş bir gece normal ile anormalin tartışıldığı bir muhabbete şu soruyla dâhil oldu: “Pislik nedir?” Yaşadığı kaybın ve geride bıraktığı yıkıntıların hepsine atıf yapar gibi sorduğu bu soruya kendi yanıtını vererek devam etti: “Pislik, orada olmaması gereken şeydir. Yağ, yemeğin içindeyken makul ve temizdir, oysa üstüne döküldüğünde, pisliktir. Anormal olan da böyle bir şey.” Bana kalırsa, bu örnek çok anlamlıdır. İnsanca olmayanın yaşam üzerindeki, zaman üzerindeki iktidarı, insanda anormal olanı yaratır. İnsanda anormal olanı yaratan, insanı kirletir. Bu kirlenmeyi; ancak insanca olanın iktidarı temizler. Açığa çıkan pisliği; ancak devrim temizler!

[1]    “Yas ve Melankoli”, Metapsikoloji, Sigmund Freud, Payel Yayınları, s. 246.

[2]    “Kaygı Veren Satürn”, Gecikmeye Övgü, Héléne L’heuillet, Yapı Kredi Yayınları, s. 68.

[3]    “Kaygı Veren Satürn”, Gecikmeye Övgü, Héléne L’heuillet, Yapı Kredi Yayınları, s. 76.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz