Onurlu yol; ya da Almanya’nın soykırım kararı

Okumadıkları da zaten bundan belli. Almanya, sen tarihine bak, diyorlar. Ne kadar güzel. Zaten, 2. Dünya Savaşı’ndaki soykırımı Almanya kabul etmiştir. Bununla ilgili yasal düzenlemeler yapmıştır. Yani Almanya’ya, sen de soykırımcısın, dediğiniz zaman, zaten Almanya’nın kabul etmiş olduğu bir şeyi söylemiş olursunuz.

Oysa 1915, Ermeni halkı başta olmak üzere ülkemizde yaşanan soykırımı meselesi farklıdır. Tasarıya bakarsanız, diyor ki, biz Almanya olarak şu ya da bu ölçüde içinde idik. İşte farklılık da burada.

Başka devletlerin parlamentoları bu tasarıyı kabul ettiklerinde, birçok politik cevapla bunu geçiştirmek yolunu tutan TC devleti, bu sefer bir şahidin ikrarını görmektedir. Almanya, bu konunun yakından tanığıdır ve hatta tasarıya baktığınızda bu suç ortaklığını itiraf ettiklerini de görürsünüz. Bu, bir suç ortaklığının da itirafı olduğundan, farklıdır.

Bugün Cizre’de Nusaybin’de ortaya konan Kürt katliamına destek olmak suçtur ve hatta sessiz kalmak suçtur, seyretmek suçtur. Ve tüm Batı, bu suçu gönül ferahlığı ile işlemektedir.

İşte Almanya, 1915’deki bu suçun tanığıdır, içindedir ve bunu metne de belli ölçülerde yansıtmışlardır. İşte zaten TC devletinin yetkililerinden gelen tepki de bu nedenle “özrü kabahatinden büyük” cinsinden ya da çizgi roman kahramanlarının konuşmaları cinsindendir.

Bu tepkinin kendisi de durumu açıklamaktadır.

Ülkemizin Adalet Bakanı, hukuk denilen şeyin fenerle arandığı bir ülkenin Adalet Bakanı, Bozdağ, şöyle demiş: “Tarihimizde insanları fırında yakmak yok.”

Şuursuzca konuşuyor. Bu devletin bir aklı olsa idi, Bozdağ’a, sakın konuşma, derlerdi, Cumhurbaşkanı’na, sus, daha iyi, derlerdi.

Tarihimizde insan yakma fırınları yok, çünkü bu fırınlara yatırım yapıp para harcamayı fazla görmüş olabiliriz. O kadar. Tarihimizde Sivas var. IŞİD’in, Rakka’da, ilk insan yakma görüntüleri ortaya çıktığında ağzı açık kalanlar, aslında Sivas’da aydınların Madımak Otel’de yakılmasının filmini seyretmemişlerdir. Yoksa, evet yine çok üzülürlerdi, ama ağızlarını açık kalmazdı, çünkü “Biz bu filmin benzeri gördük” derlerdi.

Demek ki, Bozdağ doğru söylemiyor. Devlet biraz ciddi olsaydı, “keşke konuşmasaydın” derlerdi kendisine. Ama ortada öyle bir durum da yok. Danışmanları ile çizgi roman kahramanları gibi, hukuk sistemini altüst ederken arada konuştukları budur ve bu sonucu verir.

Sivas katliamı ile ilgili devletin tutumu nedir? Devlet bu sanıkları bizzat aklamak için elinden geleni yapmamış mıdır?

Peki, Çorum katliamı? Çorum katliamının failleri nerededir? Kahraman Maraş katliamına ne dersiniz? Bugün, bu adalet bakanı var iken, Maraş katliamını protesto gösterilerine Maraş’ta neden izin verilmemektedir.

Maraş’ta, evleri tek tek işaretleyerek, insanları kurşunlamak, evlerini ateşe vermek, insan yakma fırınlarından daha ucuza mal olduğu için böyle yaptınız.

1 Mayıs katliamının sanıkları nerededir? Bugün meclis başkanı olan kişi, kaç kundaklamanın, kaç katliamın içinde yer almıştır?

6-7 Eylül olayları nedir?

1910, 1919 arasındaki katliamlar nedir?

Ama dahası var.

Adalet bakanı, diyor ki; ey Almanya, sizin tarihiniz bizden kötü. Öyle ya sizde fırınlar da var. Demek oluyor ki, Adalet Bakanı, Bozdağ, soykırımı kabul ediyor ama diyor ki, bari bunu bize elleri temiz bir devlet söylese idi. Siz Almanya’nın elleri kanlıdır.

İşte durum budur. Bozdağ, aslında soykırım kararını eleştirmiyor, bu kararı alan ülkenin tarihinin daha kötü olduğunu söylemek istiyor. Gerçekten de öyledir. İkinci Dünya Savaşı, başlı başına bir utançtır, öyle olmalıdır. Dahası, Almanya’nın yaptığı soykırımı, biz söylemekle kalmıyoruz, kendileri de kabul ediyorlar. Ve yine dahası, 1915 soykırımında, kendilerinin suçsuz olduğunu da en azından o karar metninde söylemiyorlar.

Elbette Alman devletinin de eli kanlıdır ve bu konuda devletler arasında hangisi daha kötü diye bir yarışa da gerek yoktur. Adalet Bakanı sadece insan olsa idi, katliamın büyüklüğü ve küçüklüğünden çok, bizzat olmuş olmasını konuşurdu. Başka bir yerdeki katliam daha büyük diye, yapılan katliamın örtülmesini isteme hakkı olmaz.

Bir çok konuşan var, neredeyse konuşmayan yok. CHP’nin, Tayyip Erdoğan Yardımcısı, Başkanı Kılıçdaroğlu, bu işi tarihçilere bırakmak lazımdı, dedi. İşte hiçbir şey demeden konuşmak budur. Başbakan olma iddiası olmadan siyaset yapma, Baykal ve Kılıçdaroğlu ekürisinin karakteristiğidir. Hep muhalefet olmak üzere siyasal parti başkanı olmak çok ama çok zor bir iştir. Bu nedenle, kendilerini kutlarız. Soykırım konusunda da, açtı, baktı, devlet tezleri nedir; bunu tarihçilere bırakalım. Bunu gördü ve söyledi. Danışmanı böyle çalışıyor.

Tamam da, soykırımı kabul etmek, bunun tekrarlanmasını, devletin çeteler eli ile halklara karşı komplolar kurmasını önler diye bir gerçekten haberiniz yok mu? Temizlenmek, yeni bir sayfa açmak, geçmişinle yüzleşmek, tarihinle barışmak, geleceği birlikte kurmak, başka türlü olabilir mi?

İşte, her çizgi romanda bir de etkisiz eleman vardır. Çıkar ve bir şeyler söyler. İşte Kılıçdaroğlu da böyle konuşuyor.

Kararı okumuş mu, hayır. Okusa görecek ki, kararda suç ortaklığı da var. Yani İsveç Parlamentosu’nun kararından farklıdır, İsviçre’deki yasadan da farklıdır.

Muktedir ise, konuya ciğerden girmiş. “Ey Almanya ne istiyorsun?” diye kükremiş ve sonra “Delikanlı olun ciğerimi yiyin” demiş. İşte bu durum, insanı içkiye giden yola sokar.

Kararı o da okumamış, danışmanları daha detaylı bir rapor vermişler. Cem Özdemir’den söz etmişler. O da duruma uygun konuşmuş; “ Çocuk o ya çocuk, çıkmış Alman Parlamentosu’na metin hazırlıyor”.

İşte Başkanlık sevdasına bir açılıştan diğer konuşma alanına giderken arada aldığı bilgiler de böyle oluyor. Tahmin edelim, sormuş; “Kim bu Cem”, yanıt, “O çocuk, hani bir kere tanışmıştınız sayın Reis”. Sormuş, “O mu bu metni hazırladı”, “Efendimiz Sayın Reis tam bilmiyoruz ama galiba o”. İşte üç aşağı beş yukarı konuşma böyle olunca, o da; “Çocuk, o ya çocuk, çıkmış Alman Parlamentosu’na metin hazırlıyor” demiş. Peki ne demek istemiş?

Daha anlaşılmış değildir, yorumları dinleyeceğiz ve sonra anlam kazanacak. Zira muktedir, hiçbir şeyi öylesine söylemez. Söz şimdi, ne anlama geldiği yarın.

Ama Reis, Sultan, Cumhurbaşkanı, Başkomutan ve daha saymakla bitiremeyeceğimiz ünvanların sahibi, elbette ki sadece bu çocuk cümlelerini söylemekle kalmamış. Sadece ciğerden girip durmamış. Dahası var. “Afedersiniz Ermeni” meselesi için sözleri bu kadar olur mu hiç. Şöyle demiş: “Vatandaşımız olmayan Ermenileri Ermenistan’a göndeririz. Yaparız bunu.”

Aba altından sopa gösterme budur herhalde. Eğer siz Ermeni soykırımı derseniz, biz de Ermenileri geri göndeririz. Yani siz Ermeni soykırımı derseniz, biz daha fazlasını yaparız. İşte soykırımcı mantık tam da burada yatıyor.

Bu kadar da değil, Avrupa’ya göç akışını açarız, buradakileri göndeririz anlamında, “set olmaktan çıkarız” demiş. Demek bir de Avrupa’yı tehdit ediyor. Demek, Avrupa’ya göçü, bizzat devlet organize etti, yollu Fransız ve İtalyan tezleri doğru imiş.

Uzatmaya gerek var mı?

Kanımızca yoktur.

Bu işin bir doğru, onurlu yolu vardır. Tarihteki bu suçlar, bugünkü katliamların temelidirler. Bu suçların üzerini örten devlet, çeteleri her zaman devreye sokma şansını elinde tutmaktadır. “Sen şu komşunu kes, malı mülkü senindir” diye esnaf güruhunun kullanılması, bu suçların üzerinin örtülmesine bağlıdır. Tersinden, eğer devlet, bu soykırımı kabul etmiş olsa idi, bu ülkede Maraş katliamı, 1 Mayıs katliamı olmazdı. Devletin, çetelere cinayetler işletme sürekliliği bozulur ve “benim esnafım gerektiğinde polistir, hâkimdir, savcıdır” vb. nutukları atılmazdı.

Devletin yönetenleri, “Afedersin Ermeni” demezdi. Hiçbir halk, kimliği nedeni ile ayrımcılığa uğramazdı. Hiçbir Kürt, Kürt olduğu için linç edilme eylemleri ile karşı karşıya kalmazdı. Matbaalar basılmazdı. Sivas’ta aydınlar, Allah Allah, nidaları ile yakılmazdı. Bu ülkede işlenen hiçbir cinayetin üzeri örtülmezdi. Ermeni soykırımını Türkiye, açık yüreklilikle kabul edip üzerine gitseydi, bu süreç, dünyanın çeşitli devletlerinin elinde bir araç olarak kullanılmazdı. Halkların kendi aralarında çözecekleri süreçler, gelecekteki birlikte yaşama kültürünün de temelini oluşturacaktır. Gerekli olan da budur. Bu yapılmış olsa, Ogün Samast örneğindeki gibi, bir çocuktan bir katil yaratılmazdı, katiller bayrağın önünde polislerle birlikte poz veremezdi.

Bu ülkenin yönetenleri, halkları kendine düşman görmemiş olsa idi, devlet halkı kendine düşman olarak tanımlamamış olsa idi, bir dirhem olsun sorumluluk alıp adım atarlardı.

Yakında ABD parlamentosu da bu kararı alırsa, o zaman TC yönetenleri, hep bir ağızdan, “Ama siz de Kızılderilileri soykırıma uğrattınız, 500 bin Kızılderiliyi kestiniz” mi diyecekler?

Bir yol olsa idi ve keşke Türkiye, bu adımları bizzat kendisi atsaydı, diyecek bir devlet aklı olmadığına göre, diyecek gerçekten de başka bir şey yok: “Delikanlı olun ciğerimi yiyin” açıklamaları da bunu gösteriyor.

Doğrusu nedir?

Doğru olanı ve onurlu olanı şudur: Almanya da içinde, herhangi bir emperyalist gücün devreye girmesini önlemek gerekirdi. Bu topraklarda yaşayan halklar, tüm bu tarihle, kendi iradeleri ile yüzleşmeli idi. Kimimizin dedesinin katil, kimimizin dedesinin korkak, kimimizin dedesinin de mağdur olduğunu bilerek, bir kere daha halka, halklara karşı bir katliam olmasını engellemek için, tüm tarihi gerçeği, tüm ağırlığı ve çıplaklığı ile ortaya koymamız gerekirdi.

Elbette bunu halklar adına onların örgütleri ya da devletleri yapar. TC devleti, hiçbir zaman bu topraklarda halkın devleti olmamıştır. İstisnasız tüm halkları kendine düşman saymıştır. Öyle olduğu için Ermeni, Süryani, Pontus, Kürt vb. katliamların tümünü inkâr etmiştir. İşlerine geldiği zaman Dersim katliamından söz edenler, bu konuda bir tek ciddi adım atmamıştır. 1915 katliamına ilişkin belgeleri doğrudan, bir başka emperyalist devletin iznine-kullanmasına gerek kalmadan açıklama yolunu tutmamıştır.

Bu görevi, bu ülkelerin işçi ve emekçilerinin temsilcileri de yapamamıştır. Tersine, sol, çok uzun yıllar, kendi içinde yer alan kişilerin Ermeni, Rum, Laz, Kürt vb. kimliklerini gizlemiştir. Elbette, bir devrimci mücadelede devrimcilik, hangi halktan geldiğinle ölçülmez. Biz “etnik” kimlik üzerinden birbirini anlamayız. Ama bunu yok görmek, bunu gizleyecek kadar ilkelleşmek, gerçekte egemen ideolojinin tam anlamı ile etkisi altında olmaktır. Saflarımıza bir İtalyan, bir Latin Amerikalı katıldığında onun kimliğini açıkça ortaya koymasının bir sakıncası yoktur ama sıra bir Ermeni’ye gelince, bir Süryani’ye gelince, bir Pontus’a gelince vb., bu kez onun kimliğini açık etmemek gerektiği fikri, “toplumsal ortalama bilinci” aşamamaktır. Egemen sınıfın ideolojisi, her zaman kendini, ortalama bir toplumsal bilinç olarak ortaya koyar.

İşte bu nedenle, tüm tarih, uluslararası güçlerin baskı ve şantajının aracı haline getirilmiştir. Eğer, 1915’in herhangi bir emperyalist güç tarafından kullanılmasından rahatsız olanımız varsa, yapması gereken şey, kendi ülkesinde bu tarihî gerçekleri açığa çıkarma mücadelesine girişmektir. Bize göre, bu devrimci mücadelenin, sınıf mücadelesinin kendisidir. Bizzat halkların kurtuluşu, bizzat devrim, Anadolu’nun tüm halklarını tarihle barıştırma şansını ortaya çıkaracaktır. Gerçek anlamda halkların kardeşliği, bu devrimci mücadelenin içindedir.

Şu ya da bu yolla, bir burjuva devlet, tarihindeki bu katliamları, kendi suçlarını kabul eder noktaya gelebilmektedir. Ama ülkemizde burjuva devlet, bunu asla yapmaya yanaşmamaktadır. Tersine, bu konuda atılan her adımı, gelecekte yapacağı katliamları sürdürme isteği ile sürekli tehdit olarak görmektedir. Bugün Kürt halkı başta olmak üzere ülkemizde ortaya konan katliamlar, başka türlü devreye sokulamaz.

Bizim en başından beri savunduğumuz çizgi nettir, emperyalist güçler, onların işbirlikçileri ortadan çekilip gölge etmemiş olsalar, halklar, devletlerden bağımsız olarak, bu sorunu çözme yeteneğini geliştirirler. İşte onurlu yol da bu olurdu, hâlâ bu olur.