Örgütsüz “muhaliflik”, “risksiz eylem”, eylemsiz “söz”

Tolstoy, daha 1900’lere gelmeden, Çarlık Rusyası’nda, feodal soylulardan ve burjuvalardan oluşan egemenliği, çirkeflik olarak adlandırıyordu. Aslında o, yoksul köylülüğün sorunlarına odaklanmıştı denilebilir. Ama o denli sağlam bağlarla “gerçekçiliğe” bağlı idi ki, bu arada sistemin tüm çürümüşlüğünü de, müthiş bir edebî dille ortaya seriyordu. Belki kendisini de içine koyarak, insanın önündeki üç yolu tarif ediyordu. Birincisi, çirkefliğin bir parçası olmaktır. Bu, parababası ve egemen olamayacağınız için, bir anlamda, para kazanmak da içinde onların memuru olmak demektir. İkinci yol, ona göre, çirkefliğe karşı savaşmaktır. Bunun için “kahraman olmak gerekli” diye not ediyordu. Sadece Bolşeviklerden söz ediyor değildi, belki daha çok Narodniklerden söz ediyor olmalıdır. Ve eğer bu ikisini de yapamıyorsanız, o hâlde, her akşam içip sarhoş olmak dışında yol kalmıyor, diye not ediyordu.

Okuyucu beni affetsin, bunları “Canlı Ceset”te söylediğini ve birebir aynı kelimelerle aktarmadığımı not etmeliyim. Ama aşağı yukarı bu biçimdedir.

1800’lerin sonunda, sınıf mücadelesinde tutum, üstelik işçi sınıfı cephesinden bakmayan, büyük bir gerçekçi tarafından, bu biçimde ifade ediliyordu. Ya mücadele edeceksin -demek kendini yeterince kahraman görmüyor- ya bu çirkefliği, düzeni destekleyeceksin, bundan kesinlikle nefret ediyor ve ya da unutmak için içeceksin, içtikçe “doğruları” söyleyen kişiler kervanına katılacaksın.

Unutmak, görmemek, bilip de bildiğini göstermemek, duyup da duymamış gibi yapmak üzere, bol bol söz söylemek.

* * *

Emperyalizm çağında, 1870’lerden başlayarak, İngiliz emperyalizminin hizmetkârları, hem “üstün Anglosakson ırkı” teorilerini geliştiriyorlardı hem de bu burjuva kalemşörler, birer cellat gibi bilimin tüm dallarını doğramakla meşgul oluyorlardı. Tarihsel maddeciliği, diyalektik düşünceyi, bilimin zihin açıcı, ufuk açıcı sonuçlarını sınırlandırmak istiyorlardı. Metafizik okulu böyle kuruldu. Ve o günden başlayarak, sürekli olarak, bilime savaş açmış bir emperyalist ideologlar ordusu, bu iş için oldukça büyük efor sarf ettiler. Her gün, bilimi, diyalektik ve tarihsel maddeciliği, işçi sınıfının elindeki silahları yok etmek, hapsetmek için, çok paralar döktüler.

Onların sayesinde, bir kere daha öğrendik ki, “başlangıçta söz vardı.” Başlangıçtaki söz, bizim “devrimci teori olmadan devrimci eylem olmaz” vurgumuzdaki teoriyi ilgilendiren “söz” değildir. Söz, “başlangıçta söz vardı” formülünde her nedense kitaplarını “yazılı” olarak göndermeyen tanrının sözü anlamındadır. Mistik dünyanın, sözüm ona romancılarca, sanki dinden daha yüce bir şeymiş gibi hayatımıza sokulması anlamındadır “söz”.

Gerçekte, insan düşüncesi, insanın yaşamını sürdürebilmesi için gereken maddi malların üretimi ve biyolojik açıdan soyunu devam ettirme faaliyetleri içinde, giderek gelişir. Düşünce, içinden çıktığı bu günlük maddi zeminden zamanla kopar ve “görünenin” ardındaki gerçeği, hareketin yasalarını ele almaya başlar. Suyun bir hayatî içecek olduğunu bilmeden de su içebilen insan, zamanla su hakkında daha derin bilgilere ulaşır. Gece ve gündüzün birbirinin neden ve sonucu olmadığını, birbirini takip etseler de, aslında güneş ile dünya ilişkisinin bir sonucu olarak var olduklarını anlamaya başlar. Gece ve gündüz, karşıt olmaktan çıkar. İnsanın düşünce sisteminde gece ve gündüz karşıt diye sunuldu mu, hareketi ve bizim dışımızdaki gerçekliği temel alanlar, karşıtlığın “düşünsel dünya”dan gelmediğini, onun madde ve hareketten geldiğini söylemekten geri durmazlar.

Böylece, günlük bilinç, bilimsel ve sanatsal bilinç ile aşılmaya başlanır. Artık, “güneş doğdu” derken bir noktada yanlış bir şey söylediğimizi biliriz. Aslında güneş hiç batmaz. Avrupa’da “batar”ken, mesela Japonya’da “doğmakta”dır. Yine de günlük dilimizi kolayca değiştiremeyiz. Çünkü, çoğunluk, bilimsel düşünmekten uzaktır. Bu nedenle bilim ve sanat insanları, bu günlük bilinçten daha ileri düzeydeki bilimsel ve sanatsal bilinçle, yeniden günlük yaşama, değiştirmek amacı ile müdahale etmek zorundadırlar.

Elbette bu kolay bir iş değildir. Değiştirmek amacı olmazsa, anlamak da kolay olmaz. Değiştirmek, bir eylemdir ve etik-estetik sorunları da beraberinde getirir. Bu açıdan, eylemli sanatçının, eylemli bilim insanının buna uygun gelişkin bir etik ve estetik anlayışı da olur. Tersinden, etik ve estetik değeri kalmamış bilim insanı veya sanatçı kişi, aslında çürümüş sistemle, çirkeflikle bütünleşme çabasında demektir. Tolstoy’un sınıflamasında birinci gruptakilerdir. Biraz zeki iseler, para da kazanırlar. Ama ortada bilim ve sanat da kalmaz.

İşte bu nedenle, bu düzeyde bir kavrayış sahibi olmak önemlidir. Bilim ve sanat insanları, önce doğru “teoriyi” ortaya koymalı, sonra buna uygun bir eylem geliştirmelidir. Böylece, günlük pratikten gelmiş olan “söz”, ondan kopmuş ve şimdi o günlük pratik ile yeniden ve başka bir düzeyde ilişki kurmaya başlamış demektir.

Demek oluyor ki, “başlangıçta söz vardı”, aslında hem doğru değildir hem de bizim için bir konu olan söz ve eylemin birliği ile dirhem ilgili değildir. Tersine, “başlangıçta söz vardı”, İngiliz emperyalizminin altın çağında İngiltere’de yaratılan metafizik okulunun, bilimin gelişimine ve halka yansıyan etkilerine karşı savaş yürüten burjuva ideologlarının dini farklı bir tarzda yeniden diriltme girişimlerindendir. Onlar, dinin bu yeniden baştacı edilmiş hâline “felsefe” diyorlar. Hatta felsefe tarihinden, mesela Platon’u, Aristo’yu vb. bu mistik düşünce için kaynaklar hâline getiriyorlar. Öyle ya, herkese din, farklı biçimler altında gereklidir. Din, egemenin uyuşturma, yönetme aracı ise (inananlar için anlamından söz etmiyoruz), herkese üç kutsal kitaba dayalı yorumlar yetmeyebilir. Bu durumda, “felsefe” başlığı, birçok mistik düşünceyi savunmanın yolu olabilir. Ne de olsa, “söz” söylenmektedir.

Eğer sözler, ilginç olursa, hatta biraz da “anlaşılmaz-derin”liğe sahip olurlarsa, hani sisin arasında seçilen gölgeler gibi bir görünüp bir kaybolan hâlde olurlarsa, çok ama çok makbule geçer. Emin olun, emperyalist egemenler, bu konuda başarı gösterenlere epeyce para verirler. Çelişki bu ya, para, maddi bir itki olarak bu insanların “mistik dünya” için maddi çabalarını çok çok teşvik eder, ruhlarını şaha kaldırır.

Hikâye bu ya, adam, tüm dinlere yabancıdır ve dünyayı tanımaya çalışır. Kitlelerin toplandığı ibadethaneleri, sinagogları, kiliseleri, camileri dolaşır ve her birinde farklı ibadet şekillerini anlamaya çalışır. Kısa sürede, fark eder ki, hepsinde ortak bir yön var, her birinin tanrısı sınırsız güce sahip olsa da, her birinde, yapılacak işler için para toplanmaktadır. Bu hikâye gösteriyor ki, para, egemenlerin manevi dünya organizasyonları için, çok büyük bir teşvik edici güçtür ve yaratan bunu asla çözmemiştir.

Hayır, derdimiz, mistik düşünce sistemleri konusunu tartışmak değil. Derdimiz, Tolstoy’un önünde duran soruna, formüle ettiği şeye dönmek, oradan ülkemizdeki sınıf mücadelesinde bugün, insanın önündeki yolların, seçeneklerin ne olduğuna bakmak.

Sanırım bugün, bizim çağımızda doğup yaşayan insanların önünde üç seçenek var. İlki, içinde yer aldığımız, etrafımızı saran, gün be gün çürüyen ve tüm çürümüşlüğü insanım diyen herkese de bulaştıran sistemin, çirkefliğin, içinde yer almak. Bunun bir yolu, sizin parababası olmanızdır. Doğuştan burjuva sınıfın üst katmanı diyebileceğimiz tekelci sermayedarların ailelerinden değilseniz, bu durumda onların hizmetine girmeniz gerekir. Bu sadece devlet kademelerinde hizmetli olmak demek değildir. Günümüz tekelci kapitalizm dünyasında daha başka yollar da var. Mesela uyuşturucu baronlarının organizasyonuna girebilirsiniz. Ya da mesela mafyanın içinde yer alabilirsiniz. Mesela ülkemizde dinî tarikatların içinde yer almak da öyle bir yol olabilir. Kısacası bu çirkefliğin parçası olacaksınız ve iş aynı olmak üzere bunun çeşitli biçimleri var; basın, silahlı çete, yüksek devlet memuru olmak vb. Tabii burada da yükseleceksiniz ki para kazanasınız. Öyle ya, bu çirkefliği kuranların neden hizmetine giresiniz, para için. Öyle ise iyi para kazanamazsanız, o da sorun demektir. İkincisi, bu çirkefliğe karşı savaşmaktır. Bu 1800’lerin sonlarında olduğu gibi, şimdi de kahramanlık, cesaret, bilinç vb. ister. Eğer insan olmak, ezilenlerden, sömürülenlerden, işçi sınıfından yana olmak size bir anlam ifade etmiyorsa, zaten kahraman da olamazsınız. Üçüncüsü ise, sarhoş olmaktan geçiyor. Kimisi “felsefe” toplantılarında “mistik düşünce” içerek kendinden geçer, kimisi içki masalarında. Bileceksin ama biliyormuş gibi bunun gereğini yapmayacaksın. Bileceksin ama bildiklerin sende bir sorumluluk yaratmayacak. Bileceksin ama bilmeyeceksin. Öyle sarhoş olacaksın ki, kendinin bile gerçek olup olmadığını bilmeyeceksin. İçki masalarında bu daha “maddi” bir süreç olarak işlemektedir. İçiyorsun, unutuyorsun. Bazan kalkıp afra tafra yapıyorsun, sonra “ah kader ah” diyerek kendini sandalyene bırakıyorsun. Görüyorsun ama görmemiş gibi yapıyorsun. Çeşidi çok yani. Kimisi bildiğini unutuyor, kimisi doğru ve yanlışı ayırt edemez hâle geliyor, kimisi bildiğini gizliyor, kimisi ise bildiklerini çirkefliğe, sisteme karşı savaşanların umudunu kırmak, enerjilerini yok etmek için kullanıyor: “Ahh biz bu yollardan geçtik; siz mi devrimi yapacaksınız?” İşte bir bilen kişi! Ne biliyor? Kendisi devrimi yapamamış ise, kimse yapamaz. Demek ki, kendisi, en gelişmiş, zirveye varmış insan olmuş oluyor. Sadece “korkuyorum” dememek için, dün kendisinin de içinde olduğu mücadeleye küfrediyor.

Hastalıklı hâldir bu.

1

Bugün, bir toplumsal bunalım yaşanmaktadır. Bunalım, egemen sınıfı da, işçi sınıfını da, tüm toplumu sarmış hâldedir. Kitleler bu sistemde yaşamaktan rahatsızdır. Bir arayışları var, ama bu henüz öne çıkmış değildir. Demek, bunalım en derine henüz inmiş değildir. Ama yönü burasıdır. Yönetenler ise alışageldikleri metotlarla yönetemez durumdadırlar.

Ve işçi sınıfı, yönetilenler, tüm halk, büyük ölçüde devrimci politikaya uzaktır. Yani, örgütsüzdür. Zaten öyle olur. Doğası gereği böyledir, egemen sınıf örgütlüdür, en gelişmiş örgütü devlettir. İşçi sınıfı, devrimci sosyalizm bayrağı altında örgütlü değildir. Dahası, işçi sınıfı, ekonomik haklarını, sosyal haklarını, günlük haklarını savunmak için gereken sendikal örgütlenme de içinde, örgütlenmeden yoksundur, bu açıdan zayıftır. Belki bu başka bir ülkeye göre bir farklılık olabilir. Ama, işçi sınıfının devrimci örgütlülüğü gelişmiş olsa, işçi sınıfı bu toplumsal bunalımdan bir devrimle çıkmanın yolunu da bulur demektir.

İşçi sınıfının örgütsüzlüğünü saptamak, hatta bunu tüm detayları ile her açıdan ele almak, gerçekçi olarak masaya yatırmak önemlidir. Ama bunu yaptıktan sonra, her gün işçileri suçlamanın, kitleleri suçlamanın bir anlamı da yoktur. Bir fayda getirmez.

Bu koşullarda, sisteme karşı öfke, kendini bireysel biçimlerde ortaya koymaktadır. Bu “bireysel” biçimler, bugünkü Saray Rejimi’nden “sadaka” almak, borçlanmak, evde elektrikten, doğalgazdan tasarruf etmek adına donmak ve karanlıkta oturmak, ek iş yaparak hayatta kalmaya çalışmak, eşini dövmek, sevdiklerine ve aile fertlerine şiddet göstermek, intihar etmek vb. biçimlerde ortaya çıkıyor.

Bunlar sağlıksız tepkilerdir.

Giderek bu tepkiler, kendiliğinden eylemler şeklinde ortaya çıkmaya başlar. Bugün bu vardır. Bu kendiliğinden eylemlere bakıp, “a-ha başladı” diyen eski tüfeklerin, eylemler bitince “demiştim bu halktan bir şey olmaz” demeleri, kendi hâllerini teorize etme durumudur. Doğru bir tutum değildir, hastalıklı tutumdur. Kendiliğinden eylemler, sisteme karşı duyulan tepkinin, giderek bireysel tepkilerden çıkıp, ortak, sınıfsal tepkilere doğru evrilme hâlidir. “Evrilme” diyoruz, demek oluyor ki, hâlâ bireysel tepkiler varlığını sürdürür. Bu kendiliğinden eylemler, ne zaman örgütlü bir hâl alır ve ne zaman sınıf bilincine dayalı eylemlere dönüşmeye başlarsa, yani devrimcileşme gelişirse, işte o zaman, durumda bir değişim ortaya çıkmış olur.

Tüm bu süreç, sancılı bir süreçtir. Düz bir çizgi şeklinde sürekli ileriye gelişmez. Belki bir kuşbakışı ile eğilimin yönü görülebilir, ama günlük mücadelede bu, inişli çıkışlı bir yoldur.

Devrimci sosyalizm, bu hareketliliğin genel eğilimlerini doğru saptamakla yükümlüdür. Bu nedenle, her koşulda, direniş ve örgütlenme hattını öne koymak, devrim ve sosyalizm hattını öne koymanın pratik yoludur.

2

Ülkemiz 12 Eylül yenilgisini, SSCB’nin çözülmesini iki olumsuz süreç olarak yaşarken, aynı zamanda Kürt devriminin yükselişi gibi muazzam bir direnişi de yaşamıştır, yaşamaktadır. Bu üç süreç, çok farklı tipolojileri ve tutumları günlük mücadelede karşımıza çıkartmıştır, çıkartmaktadır.

Tüm toplumu saran bugünkü bunalımda, birçok farklı tutumun tarihsel temelinde bu üç süreç vardır.

Devrimci hareketin saflarında bir biçimde yer almış, ama yenilgiler sonrasında, uzun süre seyretmiş, kenara çekilmiş, düşüncelerini terk etmiş, devrime inancını kaybetmiş insanlar, bugün, gelişmekte olan devrimin şurasında, burasında harekete geçmeye başlamışlardır.

Birçok insan, bugün içinde yaşadığımız olağanüstü rejim, Saray Rejimi koşullarında, devletin baskısı karşısında geri durmakta, yalpalamakta, hatta kendi yaşam tarzlarına sımsıkı sarılıp devrimci hareketi “akılsız” çıkışlar yapma riskine karşı “önden” uyarmakta olduğunu sanmaktadır.

Kendi hâllerini “teorize” etme tutumudur bu.

Buna bağlı olarak, bazı “eylem” biçimleri ortaya çıkmıştır, çıkmaktadır. Öyle ya, insan sonunda boş durmaz. Boş durmak, tanrılara mahsus bir hâldir. İşçiler dayak yerken, Gezi sürecinde gençler katledilirken, Saray Rejimi kurulurken, Diyarbakır Suriçi yerle bir edilip gerilla cesetleri sokaklarda sürüklenirken, Suruç’ta gençler, Ankara Garı’nda halk katledilirken, “sessiz” durmanın “eylemli” hâlleri de gelişmek zorundadır.

Bunlara şekilsiz eylemler de diyebiliriz. Çocuk tacizlerine karşı “siyah kurdele takma” eylemi, sokak köpeklerine vahşice davrananlara karşı “sosyal medya, tweet eylemi”, çoktan eskimiş tencere çalma, ışık söndürüp yakma eylemi bunlardandır. Elbette bunlar da bir çeşit “ses verme” hâlidir. Ama bunları yaparak; direnen işçilerin, kadınların, gençlerin polis karşısında barikatı aşamaması hâlini eleştirip, “bu halktan bir şey olmaz” sonucuna ulaşmak, kendini aşırı önemli addetmektir. Hastalıklı hâldir.

3

Denir ki, her devrimcide, her komünistte biraz anarşist ruh olmalıdır. Bu anarşist ruh, hastalıklara karşı vücudu sağlıklı tutmanın da bir yoludur.

Eylemsiz muhaliflik olmaz. Eylemsiz devrimcilik olmaz. Eylemsiz, söz ile yetinen bir devrimci tutum olmaz.

Örgütsüz devrimci mücadele, örgütsüz devrimcilik, bizim sol hareketimize, 12 Eylül yenilgisinin hediyesidir. Bu hediyeyi, paketi ile birlikte, süsleri ile birlikte reddetmek gerekir.

SSCB’nin yenilgisi, birçokları için, doğru ve yanlışın ortadan kalkması hâlini beraberinde getirmiştir. Bu nedenle, mesela dünyanın her yerinde gelişen kitle eylemlerine bakıp, “ah ne güzel, lidersiz, öndersiz, örgütsüz” kitle eylemleri bir seçenektir, diyenler çıkabilmiştir. Oysa, devrim isteniyorsa, bir örgüte ihtiyaç vardır. Devrim kolektif bir iştir. En küçük bir oyunda bile bir organizasyon gereklidir. Karşımızda güçlü, merkezî, despot, örgütlü bir burjuva egemenlik var. Bu sadece bu ülkede değil, tüm kapitalist sistem için geçerli bir gerçekliktir. Egemenliği yıkacak, egemeni alaşağı edecek bir mücadele, nasıl örgütsüz bir zafer kazanabilir? Bunu söylemek, kendi korkularını, işçi sınıfına bir çözüm olarak dayatmak demektir.

Temkinlilik adına, örgütsüzlüğü, amorf yapılanmaları savunmak, kendini dayatmaktır. Devrim, işçi sınıfının önderliğinde, bu dayatmaları yerle bir ederek gelişmektedir. Erdoğan imzalı grev erteleme kararlarının yazılı olduğu kâğıt parçalarını yırtan işçiler, artık bu temkinliliğin işe yaramayacağını, işçi sınıfının bu sahte dostlardan kurtulmasının zamanının geldiğini göstermektedir.

Roman, bilimsel bir yazın faaliyetidir. Hikâye onun karikatür hâlidir ve işe yarardır. Ama masal, o işe yarar olmaktan çıkmıştır. Sözlü masalların savunucuları gibi, işçi sınıfına örgütsüz ve lidersiz bir mücadeleyi övmeye çalışanlar, olsa olsa masalcı teyzeler/dayılar olarak tarihe geçebilirler.

Eylemin öğreticiliği, tüm devrim sürecinin en önemli gerçeğidir. Eyleme geçmeyen, aklını da kapalı tutmaktadır. Kendi utanılası konumunu savunma tutumudur bu. Eylem, aklı açıyor. Her bir eylemden bir zafer beklemek, devrim sürecini, bu sürecin diyalektik işleyişini hiç ama hiç anlamamak demektir. Ama her eylem, bir derstir. Her direniş, büyük devrimci kalkışmaya çok farklı yollarla bağlanan bir adımdır, sürecin bir parçasıdır. Bu nedenle, direnişin içinde olmayan, onu seyretmekle yetinen, öğrenemez.

4

Biliyoruz ki, Saray Rejimi, tüm gücü ile saldırmaktadır. Zira, çok korkmaktadırlar. Egemeni bu korku sarmıştır. Saldırılarının nedeni bu korkularıdır. Bu korku, kökü derinde bir korkudur. Sınıflı toplumun tarihi kadar eski bir tarihi vardır bu korkunun. Ve yine, egemenin, ayakta kalabilmek, egemenliğini sürdürebilmek için saldırılarının da tarihi bir o kadar eskidir.

Bugün Saray Rejimi, her hak arama eylemine, her direnişe, en küçük bir soruya bile büyük bir şiddetle saldırmaktadır. TOMA’ları, copları, akrepleri, basını, yargısı, din adamları, tarikatları, mafyatik yapılanmaları, paramiliter güçleri ile açık bir iç savaş yürütmektedirler.

Bu bir gerçektir.

Ancak bilmek gerekir ki, buna karşı dinmeyen, sönmeyen bir direniş de vardır. Bu direniş, örgütlü, bilinçli, sosyalist hatta bir direniş olmayabilir. Ama her direniş, nihayetinde, sisteme karşı mücadelenin bir parçası hâlindedir.

Ve dahası, bilim bize gösteriyor ki, gerçekte, tarihsel olarak savunmada olan, bugün vahşice saldıran egemenlerdir, kapitalist dünyadır.

Saldırıda olan ise işçi sınıfıdır.

İşçi sınıfı, kadınlar, gençler bu saldırı hâlinin ne denli bilincindedir, bu ayrı bir tartışma konusudur. Ama savunmada olan biz değiliz.

Bu saldırı, sistemi yıkmak, sınıfsız, sömürüsüz bir dünya kurmak için yürütülen mücadelenin kendisidir. Bilmek gerekir ki, biz devrimciler sınıf savaşımını yaratmadık. Sınıf savaşımı bizim dışımızda var olan, sınıfların varlığına dayalı bir gerçektir. Bu toplumsal gerçek, biz içinde yer alalım ya da almayalım, sisteme karşı bir saldırıdır.

İşçi sınıfının zaferi, yani devrim ve sosyalizm mücadelesi, örgütsüz, amorf yapılarla zafere ulaşamaz.

İşçi sınıfının zaferi, sözle yürütülemez. Egemenleri ikna edecek “altın söz” yoktur. Egemen, kendi isteği ile egemenliğini bırakmaz. Tarihte bunun örneği yoktur.

Bu, mücadelenin açık bir gerçeğidir.

Bu nedenle, işçileri sokaktan, eylemden, direnişten uzak tutma girişimi, burjuva muhalefetin bir yaklaşımıdır. Bu burjuva muhalefet, Saray Rejimi de dâhil, sistemin ayrılmaz parçasıdır. Liberal sol, söylemlerle sistemi köşeye sıkıştıracağı hayalini kurmaktadır. Bu doğrultuda, sistemin kendi içinde “demokratik” dönüşüm yaşayacağı masalını işçilere anlatmaktadırlar. Burjuva muhalefetin kuyruğuna takılan bu liberal sol, işçi sınıfının sisteme karşı öfkesini bastırma işine soyunmuştur.

Her gün diktatörlük dedikleri sistemin, her gün anayasayı tanımadığını söyledikleri Saray Rejimi’nin, her gün hukuksuzluklarını sıraladıkları Saray Rejimi’nin, sözlerle köşeye sıkıştırılacağını söylemektedirler. Masalları budur. Saray Rejimi, bizzat sandıkları gömmüş, parlamentoyu devre dışı bırakmış, seçimleri hilelerle sonuçlandırmış, açıkça “atı alan Üsküdar’ı geçti” sözleri ile hırsızlık ve hilelerini ilan etmiş iken, bunu defalarca yapmış iken, katliamlar yapmış iken, şimdi bu burjuva muhalefet ve liberal sol bize bir kere daha bu sistemin yasalarla devrileceği masalını anlatmaktadır.

Devrimci mücadele, işçi sınıfının nihaî çıkarlarının savunulması, amorf yapıların işi değildir. Bu, bilip de gerçeği gizlemektir. Bu tutum, görüp de gördüğünü saklamaktır, duyup da duymamış gibi yapmaktır. İşçi ve emekçilerden, halktan gerçeği saklamaktır.

Solu, işçi sınıfının eylemlerinden uzak tutma girişimidir.

Sözü olan, buna uygun bir eylemlilik içinde olmalıdır.

Eylemi olanın buna uygun bir örgütlülüğü olmalıdır.

İşçi ve emekçilerin çıkışı, devrimci sosyalizmdedir. Bu da devrimci bir örgütlenmeyi gerekli kılar. Elbette bu riskli bir yoldur. Deyim uygun düşerse kahramanlık ve cesaret gerektirir. Gerçeği söylemek de öyledir, gerçek bir eylemlilik, gerçek bir direniş hattı geliştirmek de.

Önümüzde zorlu bir sınıf mücadelesi vardır. Bugün bu mücadelede, işçi sınıfından yana saf tutmayanın, sosyalizm ve devrim davasına inanması bir anlam ifade etmiyor. Sosyalizm ve devrim, sözlerle gerçeklik bulamaz. İşçi sınıfının zaferi, sınıfsız bir toplum mücadelesinin zaferi, sadece tarihsel bir zorunluluk değildir, pratik mücadelenin de konusudur, günceldir ve olanaklıdır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz