Ana Sayfa Blog Sayfa 181

Failin psikolojisi ve mağdur suçluluğu

Derin bir nefes al ve saymaya başla… 1, 2, 3…
Hala hayattayız, varız ve çoğalıyoruz. Bu bağlamda kazanımları azımsamak haksızlık olur -ki bizler haksızlığın her türüne karşı durmayı huy edinme gayesindeki insanlarız-. Acıların isminin konması, failinin tanınması, yiğit yürekleriyle gençlerin akademide yok edilmeye çalışılan mücadele alanlarında yerini alıp safları sıklaştırmaları; dün ekilmiş tohumların filizlendiğini görmek, yarın gölgesinde soluk alabileceğimiz ağaçlar olacağını bilmek gibi… Heyecanlanıyorum…
Öte yandan yıl olmuş 2016 ve aylardan hâlâ Haziran… Yöntemler farklı olsa da savaşlar devam ediyor, soğuğuyla sıcağıyla; kadınlar öldürülüyor sokakta yahut evlerinde erk ya da erkek eliyle; yaşlarına bakılmaksızın çocuklar evlendiriliyor hâlâ resmi ya da dini nikahla…
Derin bir nefes al ve saymaya devam et… 4, 5, 6…
İktidarın değişmeyen politikası… Azınlık gruplardan birini karanlık bir sokakta yakala ve sessizce saldırıya geç. Eğer yakalanırsan çok basit; karşı tarafı suçlarsın. Karşı taraf? Kimi zaman madenciler, kadınlar, barış diye haykıranlar… Sesler fazla mı yükseldi, azınlık mı kalmadı? Canım bir diğerine yönel ve bırak birbirine karışsın acılar… Nasılsa unutulur, nasılsa durulur…
Derin bir nefes al ve saymaya devam et… 7, 8, 9…
Neden mi?
Çünkü her birimiz kum taneleriyiz; çölün tüm sıkıntısını içinde taşıyan… Bir araya geliyoruz, bazen bir direnişte, bazen tam köşeye sıkıştık, yalnız kaldık sanırken ve temas ediyoruz birbirimize an be an… Acıyı nerede görsek tanıyoruz, öznesi gibi gözükmesek de o an, Marx’ın dediği gibi anlatılanın bizim hikâyemiz olduğunu biliyoruz. Yaralarımız birbirine denk geldiğinden, sımsıkı sarıyoruz, sarılıyoruz…
İyi ki sarılıyoruz, iyi ki…
Girizgâh olarak dilim döndüğünce merhaba demek istedim. Nefes alış verişlerimizi uyumlu hale getirelim ve hep birlikte haykırabilelim diye…

Failin Kısır Döngüsü

Sizlere öncelikle failin psikolojisinden bahsetmek istiyorum bu yazımda… İster tecavüzcü olsun ister katil ister ikisine de işaret eden iktidar mekanizmasının -ki her fail iktidarın temsilcisidir; iktidarın ona verdiği yetkiye dayanır her hareketi- failini unutturma girişiminden, ‘müdahale sistematiğinden’, an be an zihnimize tecavüz edişinden… Hepimizin bildiğini yazmak istiyorum; çünkü biliyorum o bunu yapmamı istemiyor…
Bizler ruhunu kaybetmemiş insanlarız; hiç bilmediğimiz canlıların acısını taşırız içimizde… Kendimizi suçlu, sorumlu hissederiz. Hatta bazılarımız -abartıp- faili anlamaya çalışır (bunun idealize edilmesinin gerekli olduğunu düşünmüyorum). Sağda solda duyarız bazen faillerin çaresizliğini; dillendirenler olur, gülümserim acı acı… Belki bu başka bir yazının konusu olabilir; ama bu yazının değil; çünkü bu yazının konusu bir yerde bir şey yaşandıktan, bazen küçük bir çocuk, bazen bir kadın, bazen kocaman bir insan topluluğu zulme uğradıktan sonra failin davranış biçimi… Çığlıklar, acı, kan ve gözyaşı henüz tazeyken…
Biz zihnimize kazırken her çığlığı, fail unutulması için elinden geleni yapmaya başlar. Yeni gündemler, yeni cinayetler, artan istihdama dair absürt haberler, gelişen sanayi zırvalıkları, ya da hiç olmadı; yeni bir saldırıyla… Böylece olaylar arasındaki bağlantıları görebilme yeteneğinden yoksun olduğuna inandığı insan zihnini manipüle etmeye uğraşır. Bu yöntem çoğu zaman işe yarar, ki zaten failin en büyük motivasyon kaynağı mağdurun sessiz kalacağı, tanıkların ise ses çıkartmayacağı inancıdır.

‘’Dünya, kötülük yapanlar yüzünden değil,
Seyirci kalıp hiçbir şey yapmayanlar yüzünden tehlikeli bir yerdir.’’
Albert Einstein
Bazen sesleri bastıramaz fail, istediği sessizlik sağlanmaz. Şiddete maruz kalanın sesi kısılır kısılmasına ama bir şey vardır tanıdık gelen insanlara; kendilerini maruz kalanla özdeşleştirdikleri, derin bağlar kurdukları şeyler; Özgecan’la herkesin kendisini, kızını düşünmesi, Ali İsmail’le kardeşlerimizi hatırlamamız, Ethem’le gençliğimizi yâd etmemiz gibi… Sesi olur insanlar sessiz kalması beklenenin, kulakları patlatırcasına…
Sükûnet yönteminin tutmadığı böyle zamanlarda ise ikinci bir plan olarak fail, mağdurun inanılırlığını zedelemeye çalışır; çünkü onlar ‘gece dışarı çıkmıştır’, onlar ‘kaçakçıdır’, ‘teröristtir’…
Aynen bir bilgisayar programı gibi; döngüsel bir sistemde, önce zulmet sonra unutulmasını ümit et ya da buna zorla ve ezilenin ses çıkarmasını engelle… Baktın öyle olmuyor, o halde duyanların ona inanmasının önüne geç.
Elbette bu sırada, failin sonuna kadar ‘inkâr’ hakkı saklı olmakla birlikte, yaşanan vahşetin aslında ne kadar ‘gerekli’ olduğunu, nasıl yüce bir amaca hizmet ettiğini söylemesi de seçeneklerinin arasındadır.
Örneğin; söylenen şey kesinlikle olmamıştır, yalandır, abartılıyordur, hatta mağdur olanın aslında kendi rızası vardır, aslında bu dünyanın her yerinde yaşanan bir durumdur, dolayısıyla ‘normal’dir. Elbette her ne yaşanmış olursa olsun, durmak seçenekler arasında değildir, yola devam edilmelidir.
İstersen derin bir nefes al ve saymaya başla, katliamları, tecavüzleri, kadın cinayetlerini, atılan bombaları, sürüklenen bedenleri, teslim edilmeyen cenazeleri, delik deşik duvarlarıyla evleri, tecavüze uğrayan çocukları, öldürülen transları ve daha nicelerini…
Sahi nereden başlamak isterdin? O, bizim unutmamız ve yola devam etmemiz için elinden geleni yaparken, biz birine koştuğumuzda diğerine saldırırken.
İstersen saymayı bırak. Sayı her dakika artıyor nasılsa…
Ama nefes almayı ihmal etme, derin… Çünkü her nefesi ensesinde hissedecek zalim.
Ve unutma, yaşananların üstünü örtecek yorgan henüz yeryüzünde dikilmemiştir…

Bizim Büyük Suçluluğumuz

Yukarıda, failin psikolojisine değinirken haklılıktan bolca bahsettim. Bu kezse suçluluktan bahsetmek istiyorum; hepimizin içinde yer alan, dünden bugüne ve geleceğe uzanan ‘’mağdur suçluluğu’’ndan (aslında mağdur kelimesini sevmiyorum sadece maruz kalan ve zarar gören anlamında kullanıyorum). Kimimizin haykırmasına, kimimizin sesinin kısılmasına, kimimizin donakalmasına sebep olan, aklımıza nereden bir mağduriyet gelse içimizde yer eden, boğazımızı düğümleyen, bir yumruk gibi karnımıza saplanan suçluluktan…
Öncelikle fail kendini haklı hissederken mağdurun nasıl olup da suçlu hissettiğini anlamak için hikâyenin başına gideceğiz. Hazırsanız bu defa geriye doğru sayın ve okumaya devam edin.
Maslow’un hiyerarşiye soktuğu ihtiyaçlarımızdan başlayabiliriz mesela. Maslow’un bu ihtiyaçlar hiyerarşisini temsil eden piramide göre insan evladı yeme, içme, uyuma gibi ihtiyaçlarını karşıladıktan hemen sonra kendini güvende hissetmeye ihtiyaç duyar. Çoğu zaman güvenliğimizi en temel ihtiyaçlarımızı karşılayabilmek için riske atarız. Örneğin; karın tokluğuna madende çalışırız. İşte Maslow bunu ihtiyaçlar arasındaki hiyerarşiyle yani öncelik ilişkisi ile açıklıyor. Burada atlanmaması gereken bir nokta var, o da güvenliğin sadece ana dair bir ihtiyaç olmayışı; yani tek ümidimiz ve beklentimiz köşe başını döndüğümüzde bir gergedanın bize çarpma ihtimalini minimalize etmekle sınırlı değildir. Bunun yanında geleceğe baktığımızda başımızı koyabileceğimiz standart bir ev için çekmemiz gereken krediyi ödeyebilecek iş garantisine sahip olmak, haklarımızı ararken kendimizi riske atmayacağımızı bilmek de temel güvenlik ihtiyaçlarımız arasında sayılabilir. İdeolojimiz ya da siyasi görüşümüz sebebiyle yadırganmayacak, dini inançlarımız farklı diye yakılmayacak ya da milli kimliğimiz yüzünden soykırıma uğramayacak olduğumuzu -keşke bunlar 21. yüzyılda konuşulacak konular bile olmasa- bilmekle kendimizi güvende hissetme ihtiyacımız tatmin edilebilir.
Ah, tabii bir de her an patlayacak bir bombayla, eğer büyük şehirlerdeysek ‘şehit’, barış diye haykırmak üzere toplanmış bir kalabalığa dâhilsek ‘hiç’ olarak hayatımızı kaybetme korkusu taşımamak da hoş olurdu, kendimiz ve sevdiklerimiz için.
Peki, kendimizi güvende hissetmezsek ne olur? Bir sonraki basamağa çıkmamız yani aitlik hissini ve temel sevgi ihtiyacımızı karşılamamız güçleşir. Birçok insanın hiçbir şey hissetmediğinden bahsediyor olması sadece tesadüfle açıklanamaz, değil mi? Eğer kendinizi güvende hissetmiyorsanız, mesela barış çağrısı için dışarı çıktığınızda patlayan bombaların ya da sonrasında üzerinize atılan biber gazlarının arasında kalabileceğinize; yaşama hakkınızın her an elinizden alınabileceğine; devletten aldığı yetkiye dayanarak evinize giren karanlık tiplerin sizi ya da çocuğunuzu öldüreceğine; yarın sebep bile gösterilmeksizin terörist ilan edilebileceğinize ve sonrasında başınıza gelebilecek her şeyin meşru sayılacak olmasına ihtimal verebiliyorsanız, uzun bir adamın seçim öncesi ya da sonrasında meydanlara çıkıp herkesi kucaklayacak olmasını söylemesi muhtemelen ihtiyaçlar gündeminize bile giremez. Hatta size itici gelen bu davranış birçok travmatik değişkeni de içerir ve beden ile ruh bütünlüğünü bozmaya yönelik sapkın bir girişimle, tacizle ya da tehditle açıklanabilir.
Kısacası eğer güvende hissetmiyorsak sadece fiziksel ihtiyaçlarımızı tatmin etmeye çalıştığımız ilkel bir hayatın içerisinde çırpınıp dururuz. Karın tokluğu ve başımızı sokabileceğimiz bir çatı için emeğimizin sömürülmesine göz yumarız. Kendimizi ait hissettiğimiz hiçbir yer yoktur, oluşturmayız, hatta bu söz konusu bile olamaz; çünkü o basamağa asla tırmanamayız.
Aidiyet hissetmek ve temel sevgi ihtiyacı neden önemlidir? Çünkü bunlar örgütlü bir toplumun temel taşlarıdır.
Eylem sence de biraz abartmadın mı? Yani kendimizi güvende hissetmedikçe, bir araya gelmememiz, kendimizi ait hissettiğimiz bir topluluğa dâhil olmamamız, hatta ve hatta böyle bir ihtiyacımız olduğunun bile farkında olmayışımız, sonra o topluluğun ortak amacı uğruna çaba sarf etmeyecek olmamız ve bunların kendimizi daha çok güvende hissetmemize engel olması… Gerçekten çok trajik olmaz mıydı? 21. yüzyıl trajedisi… Peki ya bu planlanmışsa? Bir araya gelmeyelim ve birleşmeyelim diye. Hadi ama Eylem!..
Neyse, sizi bu distopik fikirlerle baş başa bırakmayacağım; çünkü acıya saplanıp kalınan arabesk kültürden pek haz etmiyorum, üstelik bu büyük haksızlık olurdu onca ödenmiş bedeli düşününce. Bu üzerimizde deneyimlenmeye çalışılan bir şey dahi olsa, asla etkisini hesap edemeyecekleri bir değişken var insan evladının içinde taşıdığı… Bir ruh, bir ateş, bir devrim inancı…
Nasıl ki açlığa, uykusuzluğa, susuzluğa bir süre tahammül edip ardından önce hayal etmeye, baktık olmuyor, güvenliğimizi hiçe sayıp bu ihtiyaçlarımızı karşılamaya çalışıyorsak, zamanla güvenli hissetme ihtiyacımızı karşılamamız da zorunlu hale gelecek. Şimdilik bunu düşlüyoruz, yarın bu düş yeterli gelmeyecek. İyi ki yeterli gelmeyecek. Uyanacak ve rüyalarımızı gerçek kılana dek mücadele edeceğiz. Omuz omuza…
Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisini aklımızın bir köşesine tutturduktan sonra çok daha psikolojik bir çerçeveden sohbete devam etmeyi önereceğim. Eğer itirazınız yoksa okumaya devam edin lütfen.
Aslında temel güven duygusu ilk bakım verenle ilişkimizde kazanılır. Hayatın başlangıcıyla kazanılan bu güven duygusu zamanla tüm ilişki ağlarımızın ve inanç sistemlerimizin zeminini oluşturur. Deneyimlediğimiz bu ilk ilişki bizim sevilebilir, dünyanınsa konuksever olduğuna dair inanç geliştirmemizi sağlayabilirse ilk adımlarımızı atmış oluruz ait olduğumuzu hissedebileceğimiz dünyaya doğru. Güvene dayalı bu bağ, kişilik gelişimimizin temelini oluşturduğu gibi hayatın devamlılığına, doğanın düzenine dair de inanç kaynağımız olur. Tüm ilişkilerimiz bu temel güven zemini üzerinden şekillenir, biz de bu zemine basarak ayakta dururuz. Ancak bazen olumsuz olaylar yaşanır; doğadan geldiğinde afet, insan eliyle yapıldığında vahşet dediğimiz. Ve zemin ayaklarımızın altından kayar gider, sanki yer yerinden oynadı, dünya başıma yıkıldı denir ya hani, işte öyle bir şey.
Biri gelir bedenimizi istila eder, kirlenmiş hissederiz. Biri gelir evimizi, ocağımızı zapt eder. Yani üzerinde söz sahibi olduğumuz, olmayı beklediğimiz özel yaşam alanlarımız parçalanır. Zihin bu çelişkiyle yaşayamaz ve ortada bir yaşanmışlık olduğuna göre de inancı değişir. İnançla kastettiğimiz tam da bugüne kadar her şeyi üstüne kurduğumuz temel güven zeminidir. Yani böylesi bir durumda her şey yıkılır bir anda.
İnisiyatif kapasitemizin ve yeterlilik algımızın zedelenmesi pozitif kendilik imgemizi baltalar. Otonomi algımız zarar görür. Ne kadar aciz olduğumuzu, hayata dair sandığımız kadar söz sahibi olmadığımızı, o kadar da haklı olmadığımızı ya da yaşananı bir sebeple hak ettiğimizi, karşı çıkmayı başaramadığımız, kendimizi korumayı beceremediğimiz için ne de zavallı olduğumuzu düşünürüz.
Bir dakika! Sanki fail de tam olarak bunları söylüyordu bize, öyle değil mi? Aslında bunlar yaşanmamıştır, yaşansa bile hak edilmiştir. Güvenlik zafiyeti yoktur; yani biz kendimizi güvende tutamamışızdır ve tonlarca zırvalık…
Patlayan bir bombadan, elinde silahı, yetkili devlet memurundan, bıçakla üzerimize yürüyen ‘erkekten’, tecavüz fikri aklını uçurmuş psikopat bir ‘erk’ten kendimizi koruyamadığımız için. Güvenlik zafiyeti de olmadığına göre bizim zaafımızdan kaynaklı olmalı tüm yaşananlar. Suçlu ve sorumlu olmalıyız tüm yaşananlardan… Yaşandığı için sorumlu, hayatta kaldığımız için suçlu. Sarsıntının şiddetini hissediyor musunuz?
Her şey yıkılmaya devam eder; hele de failin eli güçlüyse, hele de insanlar bizleri görmemeyi tercih etmişse. Utanmaya ve kuşkulanmaya en yakın olduğumuz andır bu.
Utanma, haysiyetin başkalarının gözünde zarar görmesine, çaresizliğe, beden bütünlüğünün bozulmasına verilen ilk tepki olarak damga vurur kişisel tarihimize. Kuşkuysa hem başkalarına hem kendimize dair hislerimizin içine sızan yılan gibi dolanır düşüncelerimizde.
Sadece bunlar da değil üstelik, bir de suçluluk ve aşağılık hisleri var. Ne yazık ki her travmatik olayın sonunda mağdur kendi hareketlerini gözden geçirir, suçluluk, aşağılık hissetmek, utanç ve şüphecilik neredeyse evrenseldir. Fail ne kadar haklı olduğundan bahsederken mağdur bir köşede kendini suçlar.
Suruç ve Ankara katliamlarında yoldaşlarımızı kaybettiğimizde siz kendinizi nasıl hissettiniz?
Kadın cinayetlerine şahitlik ettiğimiz her gün kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
Suçlu mu? Sizin de kısıldı mı sesiniz? Siz de sesi kısılanın yanını mı tercih ettiniz?
Hayatta kaldığınız için şanslı değil de suçlu hissetmenin dayanılmaz ağırlığını hissettiniz mi siz de?
Umarım içiniz ezilmiş, psikolojiniz bozulmuştur. Umarım ayak uyduramamışsınızdır gündelik yaşama.
Aksi durumda ‘biz’ çekimli tüm cümlelerden kendinizi soyutlamanızı rica edeceğim; çünkü ne yazık ki henüz bu yazı kendi kendini imha edebileceği bir teknolojinin ürünü değil. Ve evet bu yaptığım şeyin adı ayrımcılık biliyorum. Amacım tam da zalimi ve mazlumu birbirinden ayırmak; zalimin mazlum rolünü afişe etmek ve mazlumun hislerinin aslında bir şok tepkisi olduğunu göstermek.
Çünkü bu suçluluk hissi gerçek değil, gerçekte suçlu olan bizler değiliz.
Şimdilik yaşanan acılar karşısında kendini suçlu hissedenlerle sohbete devam etmek ve güzel yüreklerinden selamlamak istiyorum; çünkü dünyanın en yapıcı suçluluğunu paylaşıyoruz birlikte.
Güç ve kontrol hissini tekrar kazanmak, yaşananlardan yararlı birkaç ders almak, kayıtsız şartsız kendimizi ‘çaresiz’ kabul etmediğimizin nişanesi olarak içimizde taşıdığımız bizim büyük suçluluğumuz…

Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya,
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya,
Anamız çay demliyor ya güzel günlere,
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa,
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız,
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler,
Biz şimdi yan yana geliyor ve çoğalıyoruz.
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün
havasını,
İşte o gün sizi Tanrılar bile kurtaramaz.
Cemal Süreya

Eylem Esen

Latin Amerika: sağın geri dönüşü-2 Paraguay: “teknik darbe”

“Güneşe bakarsan,
gölgeleri göremezsin.”
Aslına bakılırsa Brezilya’da olan bitenin provası, üç yıl önce küçük ve yoksul bir başka Latin Amerika ülkesinde yapılmıştı: 2008’deki seçimlerde irili ufaklı sol partilerden oluşan bir ittifakın desteğiyle devlet başkanlığına getirilen, Kurtuluş Teolojisine bağlı eski bir rahip, Fernando Lugo (halk arasında popüler lakabıyla “Yoksulların Psikoposu”), -üstelik de Anayasa’ya göre bir daha devlet başkanı olamayacak olmasına rağmen, seçimlere bir yıl kala, 2012’de yine bir senato darbesiyle görevinden azledilmişti.
Lugo’nun azli de, üç yıl önce Honduras’ta Manuel Zelaya’nın -bu kez Yüksek Mahkeme kararıyla- azlini izlemişti… Ve Honduras, Paraguay, Brezilya… ABD her üç ülkedeki “teknik darbe”leri “hayırlısı, bakalım, göreceğiz” kıvamında, sevincini zor gizleyen ‘yücegönüllü’ bir hayırhahlıkla karşıladı…
Ekvator’daki yerli cemaatleri arasında uzun süre çalışmış Katolik bir rahipti, Fernando Armindo Lugo Méndez. Vatikan tarafından Kutsal Kelam tarikatının başına getirilmiş; 1994’te ise San Pedro bölgesi piskoposu olmuştu. Ne ki, bir yandan Colorado Partisi, bir yandan da Paraguay ordusu tarafından desteklenen diktatör Alfredo Stroessner’e karşı muhalif konumu ve topraksız köylülerin sahiplerinin işlemediği toprakları işgallerine verdiği destek Vatikan’ın da hoşuna gitmeyecek ve kilise görevlerinden istifaya zorlanacaktı.
Ama Kilise kapısının kapanması, Lugo’nun önünde yeni bir kapıyı açtı: 2006’dan itibaren yürütmeye başladığı gayrı resmî seçim kampanyası, işgallerde, protesto gösterilerinde üstlendiği aktif rol, popülaritesini arttırdı; yedi küçük sol/muhalif partiden oluşan koalisyonun (Değişim İçin Yurtsever İttifak – APC) desteğiyle, ittifak üyesi Hıristiyan Demokrat Parti adayı olarak katıldığı 2008 Başkanlık seçimlerini kazanarak ülkeyi büyük bir bölümü tek-parti rejimi olmak üzere 61 yıl yönetmiş olan Colorado Partisi’nin egemenliğine son verdi.
Lugo’nun vaatleri arasında tarım reformu, 300 bin topraksız köylüye toprak dağıtılması, eğitim ve sağlık hizmetlerinin ücretsiz sağlanması, daha adil bir yargı sistemi ve diktatör Stroessner’in keyfî biçimde eşe-dosta dağıttığı 7 milyon hektarlık toprağın geri alınması vardı.
Aslına bakılırsa Lugo’nun 1954-1989 arasında hüküm süren Stroessner’in ve Stroessner sonrasında da kesintisiz biçimde iktidarda kalan Colorado Partisi’nden devraldığı miras; toprak sahiplerinin % 1.5’inin tüm toprakların % 77’sine sahip olduğu, eşi az bulunur bir eşitsizlik tablosuydu. Son yirmi yıl boyunca bu eşitsizliğe bir de Çokuluslu tarım şirketlerinin baskısı eklenmişti: Paraguay ihracatının % 30’unu elinde tutan Cargill, Archer, Daniels Midland, Bunge ve Monsanto gibi tarım devleri, ülke kırsalının neredeyse tümünü, -çoğu Brezilyalı göçmen çiftçiler tarafından işlenen- uçsuz bucaksız bir soya tarlasına dönüştürmüşlerdi. Paraguay’ın ekilebilir topraklarının % 25’inde, Avrupa çiftçilerinin hayvanlarını beslemek üzere genetiği değiştirilmiş soya tarımı yapılmaktaydı. En vahimi, ne çokuluslu tarım şirketleri ne de topraklarını onlara kiralayan büyük toprak sahipleri, Paraguay devletine tek kuruş vergi ödemiyordu. Bir yandan tarım devlerinin, bir yandan da sığır yetiştiricilerinin baskısı altında, her yıl on binlerce köylü topraktan koparak büyük kentlerdeki işsiz yığınlarına katılıyordu. Kırsal yaşam yalnızca soya üreticisi şirketlerin paramiliter timlerinin değil, aynı zamanda, topraklarda soyadan başka her şeyi öldüren, su kaynaklarını zehirleyen, insanlarda körlük, kanser ve doğuştan deformasyonlara yol açan tarım ilaçlarının tehdidi altındaydı. Yoksulluk ve açlık, hem kırda hem de kentte iktidardaydı.
Yarattığı umut nedeniyle kır ve kent yoksulları, Lugo’nun başkanlığını coşkuyla karşılamışlardı. Binlerce köylü ailesi, toplumsal reformları desteklemek üzere oluşturulan Toplumsal ve Halk Cephesi’ne dahil olan kırsal kooperatiflere katıldı. Kırsal örgütler, toprak reformunun acilliğine dikkat çekmek üzere bir dizi toprak işgali başlatmıştı.
Kırsaldaki bu radikalleşme, toprak sahipleri ve tarım devleri nezdinde alarm zilleri çalmasına yetecekti: bu kesimde campesino’lara desteğini bırakmazsa Lugo’nun gelecek seçimlere dek iktidarda kalamayacağına dair homurtuların yükselmesi gecikmedi.
Tehditler, Lugo’yu ürkütmüş olmalı: Kırsal ayaklanmaları bastırmaya yönelik özel askerî birliklerin eğitimine hız verilmesi, Lugo destekçileri arasında derin kuşku ve güvensizliğe yol açacaktı. Bu adımı, köylülerin -haklı olarak- büyük toprak sahiplerinin kolluk gücü olarak gördükleri jandarma karakollarının kırsaldaki yaygınlaşması izledi. Köylü örgütlerin bu önlemlere karşısı sert oldu: Toprak işgalleri yoğunlaşırken köylülerle polis/jandarma arasındaki çatışmalar sıklaştı.
Başkan Lugo, kendisini ileri adımlar atmaya zorlayan campesino örgütleri, sol partiler ve Halk Cephesi ile köylüler ve diğer taban örgütleriyle tüm ilişkilerini kesmeye zorlayan toprak sahipleri ve tarım şirketleri arasında sıkışmış durumdaydı. Özellikle de iktidar ortağı Otantik Radikal Liberal Parti, muhalefetle el ele, üzerinde yoğun basınç uygulamaktaydı. Ulusal Campesino Örgütleri Koordinasyonu Genel Sekreteri Luis Aguayo’nun deyişiyle “Kongre ona karşı; yargı erki ona karşı. Hatta başkan kabinenin bütününü dahi kontrol edemiyor”du.
Söylemeye gerek var mı, Lugo, Başkanlık yaptığı dört yıl içinde vaatlerinin -sağlık hizmetlerinde düzeltmelerin dışında- hemen hiçbirini yerine getir(e)medi.
Buna karşılık, toprak reformu söylemlerinin sürmesi içeride, Küba, Venezuela, Bolivya, Ekvator gibi Latin Amerika’nın göreli “radikal” (dolayısıyla ABD’nin antipati beslediği) yönetimleriyle iyi ilişkilerini sürdürmesi, Küba’ya karşı oluşturulan blokun karşısında yer alması, ve belki daha da önemlisi, 2009’da Paraguay’da inşası planlanan ABD üssüne izin vermemesi, dışarıda (ABD nezdinde) onu hedef tahtasına yerleştirmeye yetmişti. Aslına bakılırsa, GDO’cu şirket Monsanto temsilcilerinin de katıldığı ABD elçiliğindeki darbe toplantıları daha Lugo’nun göreve başlamasının ertesi yılı, 2009’da başlamıştı. İlk darbe girişiminin bu yıl gerçekleştiği Wikileaks belgelerinde açığa çıkacaktı. Devlet Başkanı Fernando Lugo, darbe söylentilerini yalanladıktan bir gün sonra ordu komutanlarını görevden aldı.
Ordulu darbe teşebbüsünden sonuç alınamayınca, bu kez “parlamenter” (ya da “teknik”) darbenin yasal koşulları oluşturulmaya başlandı. Paraguay Senatosu 22 Haziran 2012’de anayasaya “görevlerini düşük performansla yerine getirdiği” takdirde başkanı görevini ihmalden ötürü yargılanabilmesine izin veren bir madde ekledi. Hedefte tabii ki Başkan Lugo vardı.
Çokuluslu şirketler, ABD ve büyük toprak sahiplerinin ortak yapımı, sonuç alıcı “teknik darbe”, 2013 yılında, ülkenin en zengin toprak sahiplerinden, Colorado Partisi eski senatörü Blas Riquelme’nin topraklarını işgal eden bir grup köylünün tahliye operasyonu bahanesiyle gerçekleştirildi. Pepe Escobar’ın anlatımıyla:
“15 Haziran’da bir grup polis ve komando, başkentten 200 km uzaktaki Curuguaty’de tahliye emrini zorla uygulamaya hazırlanıyordu ki, çiftçilerin arasına sızan keskin nişancılar tarafından pusuya düşürüldü. Tahliye kararını Colorado partisinin eski başkanı ve eski senatör olan zengin toprak ağası Blas Riquelme’yi koruyan bir yargıç çıkarmıştı. Riquelme’nin yasalara uydurduğu sahtekârlıkla ele geçirdiği devlete ait 2 bin hektar toprak, topraksız çiftçilerin işgali altındaydı ve çiftçiler Lugo’dan toprağın yeniden paylaştırılmasını talep ediyordu. Curuguaty’de sonuç 6’sı polis, 11’i çiftçi toplam 17 ölü ve en az 50 yaralı oldu. Oysa tahliyeyle görevlendirilen Özel Operasyon Grubu adlı elit güç, ABD ‘nin Kolombiya Planı çerçevesinde Kolombiya’da kontrgerilla eğitiminden geçmişti.”
Pepe Escobar’ın “Amerika kıtasının en yolsuzu desek az kalacak bir senato” sözleriyle betimlediği Paraguay Senatosu Curuguaty olayını bahane ederek Lugo ile ilgili azil sürecini başlatmakta gecikmedi. Senato, Başkan Fernando Lugo’ya 24 saat içinde hazırlanıp savunmasını vermeye ve iktidarı terk etmeye davet etti. “Lugo bu silahlı çatışmaya neyin sebep olduğunu araştırmak için öneri verdi ama muhalefet çoktan tetik düşürmüştü bile.”
İşte Fernando Lugo, bir “derin provokasyon” gibi görünen bu katliam gerekçesiyle alındı görevinden. Ancak ne ilginçtir ki insanların yaşamını yitirmesinden çok “topraksız köylülere destek verdiği” suçlamasıyla!
Gerçekten de azil gerekçelerin başında Curuguaty gelse de aslında 4 temel suçlama vardı:
– 2009 yılında bir askeri üste, Che Guevara bayraklarıyla sosyalist bir eylem yapılmasına göz yummak;
– Ñancuday’da toprak ağalarına karşı köylülerin işgal eylemlerini desteklemek;
– Paraguay Halk Ordusuna karşı yeterli mücadele vermemek;
– Curuguaty katliamı.
Başkan Lugo, “teknik olarak yasal” olmakla birlikte “gayrimeşru” ilan etse de, Senato tarafından atanacak bir başkanla yerinden edilmesine olanak tanıyan yargı kararını kabul ederek muhaliflerinin elini güçlendirdi…
Latin Amerika ülkelerinin hemen tümünün “darbe” olarak kabul ettiği ve tanımayı reddettiği bu gelişmeyi ABD, tabii ki “hayra yordu”… ABD Dışişleri Bakanlığı’na bağlı Batı Yarımküre İşleri Bürosu sözcüsü Darla Jordan, “Paraguay Senatosu’nun Devlet Başkanı Lugo’yu soruşturmak için oylama yapmasını anlıyoruz. Tüm Paraguaylıları ülkenin demokratik prensipleri doğrultusunda, soğukkanlılık ve sorumlulukla, barışçıl bir şekilde davranmaları için uyarıyoruz” diyordu darbenin hemen ardından. Bir başka deyişle “sorumlu” davranması gereken, darbeciler değil, darbeyle ekmeği daha da küçülecek, topraklarını daha da yitirecek Paraguay halkıydı…
Öyle de oldu… Lugo’nun azlinden sonra Senato yerine, büyük toprak sahipleri, soya ve büyükbaş hayvan üreticileriyle işbirliği içinde; Monsanto, Cargill ve Rio Tinta Alcan gibi çokuluslu şirketlerle çok sıkı ilişkileri olan, Ayrıca ABD ile ve ABD’deki aşırı sağcı hareketlerle içli dışlı olan Liberal Parti’li yardımcısı Federico Franco’yu getirdi. Franco’nun ilk icraatı, soya şirketlerinin talepleri doğrultusunda, soya üretiminin vergi dışı bırakılması oldu. İkinci olarak, büyük Rio Tinta Alcan alüminyum rafineri şirketinin Paraguay’a 4 milyar dolarlık yatırım yapma projesi Lugo hükümeti tarafından reddedilmişti. İktidara gelen darbe hükümeti ise Paraguay’a bu rafinerinin kurulması için yeşil ışık yaktı.
Paraguay’lı campesino’lar ve kent yoksulları, başlarına geleceği biliyordu. Lugo’ya karşı düzenlenen darbe üzerine sokaklara döküldüler. Ancak Lugo’nun darbeye bir karşı duruş sergilememesi, kır ve kent yoksullarının elini iyice zaafa düşürmüştü… Sokak, çaresiz kaldı…
Ve 21 Nisan 2013’de yapılan seçimler, Colorado Partisi’nin geri dönüşüne sahne oldu: Colorado adayı, homofobik Horacio Cartes Paraguay devlet başkanı olurken, parti hem Senato hem de Meclis’te çoğunluğu kazandı… Bugün Paraguay ABD merkezli tarım Çokuluslularının cirit attığı, bir avuçluk oligarşinin ülkenin toprak ve servetinin büyük bölümüne el koyduğu, toprakları ABD üslerine ve zehirli tarım ilaçlarına ardına kadar açık, kırsalında ve kentlerin sokaklarında yoksulluğun ve her türden suç çetesinin kol gezdiği bir ülke… Politikacıları, yeni başkan Cartes’e hükümet üyelerine “Çalmaya son verin. Artık hırsızlık yapmayın. Bu halkın parası” çağrısını yaptıracak kertede yolsuzluğa batmış durumda… Lugo’nun başkanlığı, değerlendirilememiş bir olanak olarak geçmişte kaldı…
Paraguay bahsini kapatmadan önce Wallerstein’ın vurguladığı çok önemli bir duruma dikkat çekmek gerekiyor.
Latin Amerika ülkeleri, Paraguay darbesine çok şiddetli tepki verdi. Paraguay’ın, Latin Amerika “Ortak Pazar”ı Mercosur üyeliği askıya alındı. Üye ülkelerin oybirliğiyle… Ancak yine de, durumu ikircimli olan bir ülke var. Wallerstein’ın deyişiyle: “Ancak Brezilya’nın pozisyonu müphemlikler içeriyor. Köylüler karşısında mücadele ettikleri Paraguay’daki plantasyonların büyük bir bölümüne Brezilyalılar ve Uruguaylılar’ın (Brasiguayos) sahip olduklarını söylüyorlar ve Brezilya bunun için Paraguay ile tüm iktisadi bağlarını koparmak istemiyor. Üstelik, Paraguay Brezilya için önemli bir hidro enerji kaynağı.
Pekâlâ, bundan sonra ne olacak? Kilit aktör kesinlikle Brezilya. Ortaya Bütün Güney Amerika’da Amerika Birleşik devletlerinin pozisyonunu güçlendiren bir tavır aldığı yönünde bir algıya yol açacak bir şey koyamaz. Ancak “gelişmekte” olan bir güç olarak Brezilya’nın siyasi çıkarları, yani Brezilya tarafından yönetilen güçlü bir Güney Amerika’nın oluşturulması yine aynı Brezilya’nın Güney Amerika’daki iktisadi çıkarları tarafından dengelenmek zorunda. Paraguay’da şimdi ne olacağını bilmek için gözümüzü Brezilya üzerinde tutmalıyız.” q
14 Temmuz 2016 10:27:35, Ankara.

Darbe girişiminden sonra cezaevlerinde : Görüş yasak! Tahliye yasak !

Darbe girişimi sonrası Adalet Bakanlığı’nın cezaevindeki tutsaklarla avukatların görüşünü yasakladığı ortaya çıktı. Olay, Tutuklu Hükümlü Aileleri Hukuk Dayanışma Dernekleri Federasyonu (TUHAD-FED) üyesi avukatların Bursa Cezaevi’ndeki siyasi tutsakları ziyaret etmek istemesi üzerine anlaşıldı. Cezaevi yönetimi, avukatlara “Adalet Bakanlığı’ndan ikinci bir emre kadar avukatların görüşü yasaklanmıştır” yanıtı verdi. Avukatların cezaevi yönetiminden bu yasağın yer aldığı yazıyı görmek istemesi üzerine cezaevi yönetimi Adalet Bakanlığı’nı aradı.
Siyasi tutsaklara devam ediyor…
Görüşmenin ardından avukatlara bu kez de “Adli tutsaklar üzerindeki bu yasak kaldırıldı. Ancak siyasi tutsaklara yönelik bu yasak devam edecek. Ayrıca siyasi tutsaklar tahliye olsa bile tahliye edilmelerine izin verilmeyecek. Bu yasak özellikle cemaat dosyalarından tutuklu olan kişiler için geçerli” yanıtı verildi. Özgürlükçü Hukukçular Derneği (ÖHD) ve Mezopotamya Hukukçular Derneği (MHD) üyesi avukatların birçok cezaevindeki müvekkilleri ile görüşemediği ve bu duruma dair yazılı başvuru yapacakları öğrenildi. Ayrıca tutsakların aileleri ile telefonla görüşmesinin de yasaklandığı belirtildi.

Cezaevlerine görüş yasağına karşı hukukçulardan açıklama
ÖHD ve Mezopotamya Hukukçular Derneği’nin ortak imzayla yayınladığı açıklamada “Darbeyi önlediğini söyleyenler, darbe dönemlerinde dahi yaşanmayan yasaklamalar ile halka karşı fiili darbe sürecini başlatmıştır. ” diyerek tutsaklara ve savunma hakkına dönük bu uygulamayı kabul etmediklerini ve yaşanan ve yaşanabilecek hak ihlallerine yönelik yasal sürecin takipçisi olacaklarını duyurdu.
‘Cezaevlerinde sevkler artacak’
Darbe girişiminin ardından cezaevlerinde bulunan tutsakların koşulları günden güne kötüleşiyor. Yığılmaların yaşandığı cezaevlerindeki hasta tutsakların tedavisi engellenirken, sevklerde tekrar gündeme geldi. Avukat Gulan Çağın Kaleli, ilerleyen süreçlerde sevklerin daha da artacağına işaret etti.
Darbe girişimi ardından yoğun gözaltılar ve tutuklama dönemine girildi. Özellikle Ankara’da günde yaklaşık 250-300 civarında tutuklama gerçekleşirken bu tutuklular özellikle Sincan 1 Nolu’lu F Tipi Kapalı Cezaevi ve 2 No’lu F Tipi Cezaevi ve Kadın Kapalı Cezaevi’ne götürülüyor. Son dönemde yapılan tutuklamalar sonucunda Sincan Cezaevi’nin genelinde ciddi sıkıntılar baş göstermeye başladı. F1 ve F2 Tipinde bulunan 150 siyasi tutsak Bolu’ya sevk edilirken, tutsakların aileleriyle görüşü ve tüm iletişim kanalları kapatılmış durumda. Avukatlar normalde sınırsız görüşme hakkına sahip iken şuan hafta içi 09.00-17.00 saatleri arasında, hafta sonları ise 10.00-15.00 saatleri arasında 30 dakika müvekkilleri ile görüşme yapacak.
Özgür Hukukçular Derneği Avukatlarından Gulan Çağın Kaleli, siyasi tutsakların askeri içtimaya zorlandıklarına işaret ederek, tedavi olması gereken tutukluların tedavilerinin durdurulduğunu ve hastanelere sevklerin durdurulduğunu ifade etti.
15 Temmuz gününden itibaren birkaç gün boyunca müvekkillerinin durumuna ilişkin hiçbir bilgi alamadıklarını belirten Kaleli, diğer yandan aileler ile telefon görüşmelerinin yasaklandığını hatırlattı.
Cezaevi idaresinin ilk görüş yasaklarına ilişkin avukatlara hiçbir yazılı gerekçe göstermediğini, OHAL kapsamında çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnamelerin gerekçe yapılarak bu tür uygulamalara gidildiğinin altını çizdi. Kaleli, “Uygulamaya ilişkin cezaevinde de ciddi kafa karışıklıkları var. Avukat görüş yasağının, aile ile görüş yasağının yahut telefon görüşlerinin yasaklanmasını son dönem tutuklamalarına ilişkin bir düzenleme olduğunu ifade ediyor cezaevi idaresi. Oysa aynı kampus alanında dahi farklı uygulamalarla karşılaşmamıza neden oluyor” dedi.
Sincan 2 No’lu F Tipi Cezaevi’nde avukat görüşü yapıldığını aynı gün içerisinde birkaç saat sonra 1 No’lu F Tipi Cezaevine gittiklerinde engellenme ile karşılaştıkları bilgisini paylaşan Kaleli, “Cezaevine gitmeden önce bilgi almak amacıyla cezaevini aradığımızda avukat görüşü yapılmıyor bilgisine karşılık, haksız ve herhangi bir hukuki dayanağı olmayan bu uygulamalara karşı tutanak tutmak üzere cezaevine giden arkadaşlarımız avukat görüşünün yapıldığını tespit ediyor. Kısaca şu an için cezaevlerinde el yordamıyla yürütülmeye çalışılan bir sistem uygulanıyor” diye konuştu.
Sincan 1 No’lu F Tipi Cezaevi’ndeki hükümlülerin tamamının Tekirdağ, Amasra, Bafra Cezaevlerine sevk edildiğini belirten Kaleli, “Uygulama yalnızca hükümlüler için uygulanmıyor. Cezaevi savcısı ile yaptığımız görüşmede, Adalet Bakanlığı talimatı gereği şu anda hükümlüler ve hükmen tutukluların sevkinin söz konusu olduğunu ancak ilerleyen süreçte sevklerin daha da fazlalaşacağını bilgisini verdiler” dedi.
Kaleli, Sincan 1 No’lu F Tipi Cezaevi ve Kadın Kapalı Cezaevi’nde bulunan tutuklular ile yapılan görüşmeler sonucunda son tutuklamalardan dolayı cezaevinde yığılmanın olduğu ve bu sebeple koğuşlarda 5’erli veya 6’şarlı olarak düzenlemeler yapıldığını ve bunun artabileceğini belirtti. Aynı zamanda tutukluların spor, sosyal aktivite, atölye gibi etkinliklerinin tamamen iptal edildiğini belirtti.
Kaleli, “Mektup, kitap, dergiler tutuklulara teslim edilmediği gibi tutukluların kişisel ihtiyaçlarını karşılamak üzere cezaevi emanet eşyaya bırakılan eşyalar ‘yoğunluk’ gerekçesiyle çoğu zaman alınmıyor” dedi.
Gardiyanların koğuşlara girip siyasi tutsaklara askeri içtima dayatmasında bulunduğunu ifade eden Kaleli, “Tutukluların duvar dibine yüzleri dönük bir şekilde geçmeye zorlanıyorlar. Bu uygulamayı kesinlikle kabul etmediklerinden, hangi koşulda olursa olsun böyle bir dayatmanın karşısında olduklarını ifade eden tutuklular, gardiyanların sözlü olarak tacizine uğradıklarını ifade ettiler” şeklinde bilgiler paylaştı.

Siyasi tutsaklar: Cezaevleri işkence merkezi haline geldi
Şırnak T Tipi Cezaevi’nde mektup gönderen siyasi tutsaklar, cezaevlerinin işkence merkezi haline geldiğini belirterek, yaşadıkları hak ihlallerini aktardı.
Şırnak T Tipi Cezaevi’nde tutulan siyasi tutsaklar, cezaevlerinde artan baskı, hak ihlalleri, keyfi uygulama ile PKK Lideri Abdullah Öcalan’a yönelik tecride dair DİHA’ya mektup gönderdi. Mektupta, işkence merkezi haline getirilen cezaevlerinde bu uygulamaların sistematik ve organize bir şekilde yürütüldüğü belirtilerek, “Hak ihlallerinin en fazla yaşandığı yerlerin başında cezaevleri gelmektedir” denildi.
‘Hasta tutsaklar ölüme terk ediliyor’
Cezaevlerinde yaşanan baskı ve hak ihlalleri mektupta şöyle sıralandı:
*PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerinde yürütülen tecritle bağlantılı olarak birçoğumuzun evleri yıkıldı. Yakınlarımızı kaybettik. Büyük yıkıma şahit olduk. Bizlerde cezaevindeyiz.
*Neredeyse her hafta sürgünler olmakta, sürgünlerin uzak şehirlere yapılması hem ailemizi hem de bizi mağdur etmektedir. Hukuki yardım alamıyoruz. Ailelerimizin maddi durumu avukatların yol gidiş-gelişlerini karşılayacak düzeyde değil.
*Yeni tutuklananlar girişte gardiyanlar tarafından işkence ediliyor. ‘vücutta yara var mı’ bahanesiyle çıplak arama yapılıyor. Oysa darp izi kontrolünü bir sağlıkçı yapmalı.
*Yazdığımız birçok dilekçenin çıkış numarası verilmiyor. Dilekçelerimiz keyfi ve hukuksuz olarak işleme alınıyor.
*Kantin eşyaları fahiş fiyatla satılıyor. Tarihi geçmiş ve kalitesiyle oynanmış ürünlerin satışı sağlımızı tehdit ediyor. Aylardır bize gazete verilmiyor.
*Sürekli aramalar yapılıyor. Sudan sebeplerle toplu hücre cezaları veriliyor. 3 aydır ailelerimizle görüşemiyoruz, telefonlar bozuk deniliyor.
*Hasta arkadaşlarımızın tedavileri yapılmıyor. Hasta birçok arkadaşımız resmen ölüme terk edilmiş durumda. Birçok personel faşizan yaklaşıyor. Provokasyonlara davetiye çıkarıyorlar.
(direnisteyiz3.org-DİHA)

“Demokrasi Savaşçıları” Devrimci, Yurtsever, Alevi mahallelere saldırdı

Darbe girişiminin ardından, Erdoğan’ın sokaklara çağrısıyla “demokrasi nöbeti” bahanesiyle sokaklara çıkan çeteler; devrimci, yurtsever; alevi ve kürtlerin ağırlıkta yaşadığı mahallelere saldırdı.
Sokaklara çıkan kitlelerle ilgili “Hanımların meydanlara inmesi uygunsuz” gibi açıklamalarıyla da gündeme gelen çeteler, İstanbul Gazi, Ankara Tuzluçayır, Antakya Armutlu ve Malatya Paşaköprüsü mahallelerine saldırı girişiminde bulundu.
Başarısız saldırı girişimi, halkın ve devrimcilerin direnişiyle püskürtüldü.

Latin Amerika: sağın geri dönüşü – 1 Brezilya örneği

“Kendi alevlerinizle
yanmaya hazır olmalısınız.
Önce kül olmadan kendinizi
nasıl yenileyebilirsiniz?”
21. yüzyıl Latin Amerika’ya, küresel ölçekli neoliberal talanın elinde bunalmış, yaşam olanakları daraltılmış, örgütleri dağılmış, hem pratik hem de ideolojik olarak bir hayli geri adım atmak zorunda kalmış emekçiler için umut verici gelişmelerle girmişti. 1994 yılının başında, tam da Meksika’nın ABD ile imzaladığı Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA)’nın yürürlüğe gireceği gün, yüzleri kar maskeli, elleri silahlı birkaç yüz Maya köylüsünün Chiapas eyaletindeki San Cristobal de las Casas’ı işgal etmesi, her şeyin tükenmediğine, umudun Pandora’nın kutusunun dibinde beklemekte olduğunu göstermişti adeta.
EZLN kalkışmasını yeni umut verici gelişmeler izleyecekti: Neoliberal politikaların ekonomik ve siyasal bataklığa sürüklediği Venezüella’da sol-halkçı önder Hugo Chávez’in devlet başkanlığına seçilmesi (1998); Şili’de sosyalist Ricardo Lagos’un 2000 yılı başkanlık seçimlerinde sağcı Şili için İttifak adayı Joaquín Lavín’i bozguna uğratması; 2006 seçimlerinde ise Sosyalist Partili Michelle Bachjelet’nin göreve gelmesi; 2002’de Arjantin’de sol-Peroncu Nestor Kirchner’in, Brezilya’da ise sol-popülist Lula da Silva’nın devlet başkanı seçilmesi; Uruguay’da sol partilerin oluşturduğu Frente Amplio (Geniş Cephe)’nun ülke politikasına yüzyıl boyunca hükmeden liberal-muhafazakâr tahterevallisini kırarak Tabaré Vázquez’in devlet başkanı seçilmesini sağlaması (2004: Vázquez bir sonraki seçimlerde yerini aynı partiden, eski kent gerillası José Mujica’ya bırakacaktı); 1999-2005 arası ülkeyi sarsan emekçi ve yerli ayaklanmaları sonucunda 2005 seçimlerinde Aymara sendika lideri Evo Morales’in Bolivya’da devlet başkanı olması; aynı yıl Honduras’ta devlet başkanı seçilen liberal Manuel Zelaya’nın kısa sürede sol politikalara yönelmesi; Ekvator’da sendikaların, sosyal hareketlerin ve yerli örgütlerinin desteklediği Rafael Correa’nın devlet başkanı seçilmesi (2006); aynı yıl eski gerilla lideri Daniel Ortega’nın Nikaragua’nın devlet başkanı olması; 2008’de Paraguay’da Kurtuluş teoloğu eski rahip Fernando Lugo’nun devlet başkanı seçilmesi; 2009’da El Salvador’da FMLN adayı Mauricio Funes’in başkanlığa getirilmesi; 2011’de “ulusal solcu” Olanta Humala’nın iktidara gelmesi…
Uluslararası Politika Akademisi’nin web sitesinde yer alan 3 Mart 2014 tarihli bir yazı, daha iki yıl önce kıtada politik durumu şu saptamayla özetliyordu: “Burada dikkat edilmesi gerekilen temel unsur 34 Latin Amerika ve Karayip ülkesinin 20’sinin hâlâ neoliberal sisteme ayak uydurması değil, Latin Amerika’nın büyük ülkelerinin sol politikaları benimsemiş partiler tarafından yönetiliyor olmasıdır.”
Çoğu 20. yüzyılın ikinci yarısını, birbirine karşı darbe yapan ABD destekli askerî cuntalar silsilesinin cenderesinde geçiren kıta ülkeleri, bu noktaya, 1990’lı yıllarda (yine ABD mahreçli) neoliberal siyasalar eliyle “sivilleşmeyi” yaşamış ve uğradıkları neoliberal talan ve yıkımın ardından varmış ve kıta on yıl içerisinde Sol’un çeşitli versiyonlarının boy gösterdiği bir sahneye dönüşmüştü.

Giriş

Ne ki bu trend, pek uzun ömürlü olacakmış gibi gözükmüyordu. 2010’lu yıllar, ABD’nin doğal müttefiki yerel elitlerin, Çokuluslu şirketlerin, ABD istihbaratının bu sol iktidarlara karşı manevralarına olduğu kadar, emekçilerin ve bir kısmında da yerli halkların iktidar politikalarına karşı sokaklara dökülmesine sahne oldu. Bugün ne yazık ki kıtada tüm dünyadaki emek eksenli-sol muhalefete umut veren “Latin solu”, göze görülür bir gerileme içerisindeydi.
Bu gerileme, örneğin Honduras’ta Liberal Parti adayı olarak girdiği başkanlık seçimlerini kazandıktan sonra orta sol politikalara yönelen; Latin sağının (ve hiç kuşku yok ki ABD’nin) nefret objesi Fidel Castro ve Venezüella devlet başkanı Hugo Chávez’le iyi ilişkiler geliştiren; ABD’nin ülkelere dayattığı serbest ticaret anlaşmalarına alternatif olarak Küba ve Venezüella öncülüğünde kurulan ALBA’ya katılma niyetini açıklayan… Manuel Zelaya’ya karşı yüksek yargı darbesi biçimini aldı. Zelaya, 2009 yılında, hakkında Yüksek Mahkeme’ce çıkartılan görevden alma kararının ardından, askerler tarafından derdest edilerek Costa Rica’ya sürgüne gönderildi…
Honduras’daki “başarılı” azil ABD ve Latin Amerika sağını cesaretlendirmiş olmalı ki, benzeri kongre ya da yargı darbeleri, Paraguay ve Brezilya’da da yaşandı: Paraguay’da, Pepe Escobar’ın “Amerika kıtasının en yolsuzu desek az kalacak” diye tanımladığı senato, 2012’de Lugo’yu, “toprak reformuyla bağlantılı karanlık bir olayı idare edememekten suçlu bularak “azletti”.
Brezilya’da ise, Lula’nın ardılı Dilma Roussef yine bir parlamento darbesiyle, yolsuzluk suçlamalarıyla Mayıs 2016’da Senato tarafından görevden alındı.
Senato darbeleri, Venezüella ve Ekvator’da ise girişim aşamasında kalarak başarısız oldu. Venezüella’da 2002 yılında ordunun üst kademeleri tarafından Chávez’e karşı yapılan darbeyle sağcı bir iş adamı olan Pedro Carmona Başkanlık görevine “atanmış”, ABD de bu yönetimi hemen tanımıştı. Ancak Latin Amerika ülkelerinin darbeyi sert bir dille eleştirmeleri darbecileri açıkta bıraktı. İki gün sonrasında Cumhuriyet Muhafızları durumu kontrole alarak Chávez’in görevinin başına dönmesini sağladılar. Ancak iş bununla kalmayacak, Chávez yaşamı boyunca pek çok sivil darbe girişimini boşa çıkaracaktı.
Ekvator’da ise 2010’da Correa, özlük haklarının kısıtlanmasına isyan eden polisin darbe girişimini ordu ve kendisine sadık polis güçleri sayesinde atlatacaktı. “12 saat rehin tutulduğu hastaneden kurtarılıp sarayına götürülen Correa, öldürülmek istendiğini belirtip ABD’yi suçladı.”
Askerî, polisiye ya da sivil/parlamenter darbelerin işlemediği yerlerdeyse iki tür gelişme gözlemleniyor: solcu liderlerin sağın adayları karşısında seçimleri kaybederek iktidardan düşmesi (Arjantin) ya da güç yitirmesi (Bolivya, Venezüella) ve buna koşut olarak otokratlaşması (Bolivya, Ekvator)…
Sosyalistlerin, devrimcilerin 2000’li yıllarda neoliberal dayatma ve oldubitti karşısında umutlarını ayaklandıran Latin Amerika’nın “sol” dalgasının bu geri çekilişini iyi değerlendirmesi, “başka bir dünya” tahayyülünü ete kemiğe büründürebilme girişimlerinde “Latin dersleri”nden yararlanmaları gerek.
Böyle bir değerlendirme girişimine kalkışmadan önce, bölge ülkelerinin deneyimlerinin teker teker ele alınması, sanırım öğretici olacaktır.
Brezilya’dan başlayalım.

Brezilya: İşçi Partisi’nin “Çakallarla Dans”ı

Brezilya Emekçiler Partisi (PT) 1980’de, emekçileri temsil iddiasıyla kurulmuştu. 1982 seçimlerinde yüzde 3 oy kazanan parti 1989’da sendika lideri Lula’nın başkanlık seçimlerini kıl payı kaybetmesiyle birlikte, iddialı bir özne olarak siyasete ağırlığını koyacaktı. Lula tam dördüncü girişiminde, 2002’de başkan seçildi. PT 2006’da Lula’yla, 2010 ve 2014’te de Dilma Rousseff ile başkanlığı sağa kaptırmadı.
Rousseff 1970’lerde askeri cunta döneminde zindanlarda yatmış eski bir gerilla lideriydi. Lula’nın önce enerji bakanlığına, sonra genel sekreterliğine getirdiği teknokrat özellikleri ağır basan bir kişilik olarak tanınmaktaydı.
PT, Brezilya solunun tüm renklerini, sosyal hareketleri ve sendikaları bünyesinde toplayan şemsiye bir örgüt olarak kuruldu. Hükümette merkeze yanaşmasıyla radikal unsurlar bünyesinden kopsa da, solun en büyük adresi olmaya devam ediyor.
Niyet, 2018 seçimlerinde, Anayasa art arda üç dönem başkanlık yapmayı engellediği için iki dönemini tamamlayan Roussef yerine Lula’nın yeniden aday olması gibi görünüyordu.
Ancak, ülke, Bilkent Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Berk Esen’in deyişiyle, “Yaklaşık 3 senedir giderek daha kötüleşen bir ekonomik durgunluk ve onun tetiklediği ama kontrol edilemedikçe iktidar için varoluşsal bir tehdit hâline gelen bir siyasi krizle boğuşuyor”du. Brezilya, yaklaşık 10 yıl boyunca Lula’nın liderliği altında hep siyasi istikrar ve ekonomik büyümeyle anılagelmişti. “Bu olumlu tablo önce ulaşım ücretlerine yapılan zamlara karşı başlayan, ama sonra Dünya Kupası ve Olimpiyatlar için yapılan pahalı yatırımlar başta olmak üzere iktidarın ekonomik politikalarına tepki şeklini alan protestolarla yıkıldı. Lula’nın ardından 2010 yılında seçilerek iktidara gelen İşçi Parti adayı Dilma Rousseff’in popülaritesi, 2014 seçimlerini çok az farkla da olsa kazanmasına rağmen, ekonomik büyümenin hızının ciddi anlamda düşmesi sonrası hızla eridi. İşte tam bu ortamda, Rousseff yönetimi, Sergio Moro adlı enerjik ve idealist birinin yürüttüğü Lava Jato (Araba Yıkama) adlı yolsuzluk soruşturmasıyla sarsıldı. Soruşturma çeşitli inşaat şirketlerinin Brezilya devletine ait petrol şirketi Petrobras’a değerinden daha yüksek harcamalar yazdırıp, bu meblağın bir miktarını önemli siyasetçilere rüşvet olarak dağıttığını ortaya çıkardı. Eski başkan Lula da olmak üzere onlarca üst düzey siyasetçi bu soruşturma kapsamında sorgulandı ve süreç hâlen devam ediyor… Rousseff yönetimi yolsuzluk soruşturmasından önce bile parlamentoda güçlü bir çoğunluğa sahip değildi ve soruşturma sonrası yasama organında iyice zorlanmaya başladı. Muhalefet ise giderek artan ekonomik sıkıntıları kullanarak, Rousseff yönetimine olan tepkisini önce sokaklara ve sonra da parlamentoya taşıdı. Muhalefet, Araba Yıkama soruşturmasını bir bahane olarak kullanarak çok düşük halk desteğine karşın istifa etmemekle direnen Rousseff’i azletme sürecini başlattı. ”
Başardı da… Senato, 12 Mayıs 2016 tarihinde gerçekleştirdiği oylamada, 22 “hayır”a karşılık 55 “evet” oyuyla Rousseff’i görevinden azletti. İşin ilginç yanı, Rousseff’i azletmek için “2014 yılında seçimi kazanmak için bütçe hesapları üstünde yasadışı bir şekilde oynama yapmak ve Petrobras’ın başında olduğu dönemde kurumdaki yolsuzluklardan haberdar olmak” dışında bir “suç” bulamayan senatörlerin kendilerinin gırtlaklarına kadar yolsuzluğa batmış olmaları. Örneğin, “şu an itibariyle Meclis ve Senato üyelerinin yaklaşık yarısı yolsuzluk, para aklama ve seçim hilesi suçlamalarıyla karşı karşıya. Bu isimlerin hatırı sayılır bir oranı muhalefet partilerinde siyaset yapıyorlar. Ellinin üstünde milletvekili “Araba Yıkama” operasyonu kapsamında soruşturuluyor… Mesela bugün Başkan Rousseff’ın en önemli muhaliflerinden olan Parlamento Başkanı Cunha da aynı operasyon kapsamında soruşturulan isimlerden biri. Cunha 40 milyon dolara yakın bir parayı rüşvet olarak alıp, İsviçre bankalarına yatırmakla suçlanıyor… (Rousseff’in azil girişimlerinin başını çeken ve Başkanın azledilmesiyle şu sıralar geçici devlet başkanlığı görevini üstlenen, Rousseff’in başkan yardımcısı) Michel Temer’in adı, ethanol ihalesindeki yolsuzluk iddialarında geçiyor.” Dilma’nın azli yönünde oy kullanan senatörlerin “zafer”i cuntanın işkenceci şeflerine adamaları da cabası!
Bir başka deyişle, Brezilya oligarkları ile ABD, büyük olasılıkla bir 2018 başkanlık seçimlerinde karizmasını hâlâ koruyan Lula’nın adaylığının önünü kesmenin de telaşıyla, gırtlağına kadar yolsuzluğa batmış siyasal elit eliyle “en günahsız” olan Rousseff’i tasfiye etmişti. 2013’den bu yana Brezilya sokaklarını sarsan ve gaz ve tazyikli suyla bastırılmaya çalışılan kitlesel protesto gösterilerinin arka planında…

Bir “Başarı Öyküsü”…

Oysa çok değil, 2-3 yıl öncesine dek BRIC’in Brezilya’sı, anaakımda bir “başarı öyküsü”süydü; “Brezilya demir, petrol ve soya gibi birçok üründe çok zengin doğal kaynaklara sahip bir ülke olarak ve sergilediği ihracata dönük ekonomi politikaları ile son yıllarda yüksek büyüme oranı elde ederek BRIC denen hızlı büyüyen ülke grubunun parlak oyuncularından biri hâline gelmişti.”
Ya da: “Brezilya’nın performansı göz kamaştırıcı. Lula döneminde Brezilya’da büyüme hızı yüzde 4 ile 1990’lı yılların iki katından fazla oldu. On yıl önce krizlerle boğuşan Brezilya 2025’te dünyanın beşinci büyük ekonomisi olmaya aday.
Dünyada gelir dağılımının hâlen en bozuk olduğu on birinci ülkesi olan Brezilya’da nüfusun beşte biri resmen yoksul. Lula’nın uyguladığı Bolsa Familia planı sayesinde yoksulluk üçte bir oranında azaldı ve eşitsizliği ölçen Gini katsayısı 0,6’dan 0,54’e geriledi. Yani durumda bir devrim olmasa da hissedilir bir düzelme var. Sağlık ve eğitim politikaları da başarılı. 1993-1995’te 5,4 olan ortalama eğitim süresi 7,6’ya yükseldi. Birçok yoksul Brezilyalı orta sınıfa taşındı. Yoksulluktan çıkan 20 milyon yeni tüketici, yerli ve yabancı sermayenin iştahını kabartıyor.”
Korkut Boratav, Türkiye ile Brezilya’nın uluslararası malî krizle baş etme performanslarını karşılaştırdığı yazısında şöyle diyor: “Lula, borçları erken ödeyerek standby anlaşmalarına son vermiş ve neoliberal makroekonomik reçeteyi, IMF’den bağımsız olarak uygulamıştı. Bu uygulama belli bir hareket serbestliği de sağlamıştı. ‘Esnek kurlara’ bağlılık, zaman zaman ‘esnetilmiş’; rezerv biriktirmeye öncelik verilerek döviz fiyatlarının aşırı ucuzlaması frenlenmiştir. Uluslararası krizin çevre ekonomilerini etkilemeye başladığı tarihte (Ağustos 2008’de) Bank of International Settlements (BIS) tarafından hesaplanan dövizin efektif reel fiyatına bakalım. Tam on yıl öncesiyle karşılaştırılırsa, Brezilya’da reel döviz fiyatı aşağı yukarı değişmemiş; Türkiye’de ise üçte bir oranında ucuzlamıştır.
Bir diğer farklılaşma iki ülkenin dış ticaret rejimlerinde gözlenmiştir: AB ile Gümrük Birliği, Türkiye’nin gümrük tarifeleri üzerindeki özerkliğini büyük ölçüde tasfiye etmiştir. Brezilya ise ABD ile ne ikili ne de çok taraflı bir serbest ticaret veya gümrük birliği anlaşması yapmamıştır.
Döviz kurları ve dış ticaret rejimleri arasındaki ayrışma, iki ülkenin dış dengelerindeki gelişmeleri de farklılaştırmıştır. Dünya ekonomisinin kriz-öncesi canlanma konjonktürünü kapsayan 2003-2007 döneminde Lula yönetimindeki Brezilya her yıl dış fazla vermiş; AKP yönetimindeki Türkiye ise cari açıklarını dörtnala artırmış; bunların toplamı sözü geçen beş yıl içinde 117 milyar dolara ulaşmıştır.
Türkiye uluslararası krizden bu nedenlerle daha ağır etkilenmiştir. İki kriz yılında (2008-2009’da) Brezilya büyümüş; Türkiye küçülmüştür.
Bölüşüm ilişkilerine bakıldığında, Lula Brezilya’nın temel toplumsal gerilimlerini oluşturan emek-sermaye ve topraksızlar-kapitalist çiftçiler çelişkilerinin üzerine gitmemiş; bunların yerine kamu kaynaklarının önemli bir bölümünü 15 milyon yoksul aileye (Bolsa Familia programı içinde) yapılan nakit ödemelerine ayırmış; sekiz yılda reel asgari ücreti yüzde 54 oranında artırmış; diğer sosyal harcamaları da yukarı çekmiş; yoksulluk oranını düşürmeyi başarmıştır.”

Cui bono? Kimin için?

Hayri Kozanoğlu, 21. yüzyıl başlarında yükselişe geçen Latin Amerika solunda iki ana eksenin ortaya çıktığını söylüyor: “Bir yandan Venezüella’nın, Bolivya’nın, Küba’nın oluşturduğu ‘iyilik ekseni’, öte yanda Brezilya’nın başını çektiği ‘mutabakat ekseni’. Chávez 21. yüzyılın sosyalizminden söz ederken, ‘iyilik ekseni’ kapitalizmi karşısına almaktan çekinmiyor; Brezilya-Şili-Uruguay hattında ise sol hükümetler sosyal politika uygulamalarıyla yetinip, genel hatlarıyla neo-liberal politikalarla arasına mesafe koymuyordu.”
Bolivya ve Venezüella’nın ne kadar “iyilik ekseni” oluşturduğu tartışması bir yana; Lula ve ardılı Roussef’in, neoliberal politikalardan kopmak bir yana, bu politikaları küresel malî kriz derinleştikçe yoğunlaştırdıkları bir sır değil. PT Ulusal Yönetim üyesi, Sol-Marksist eğilimin lideri, İşgal Edilen Fabrikalar Hareketi eski koordinatörü Serge Goulart, Rousseff yönetimini “programı ve bileşimi ile İşçi Partisi’ni içinde barındıran burjuva bir hükümet” olarak tanımlarken, hem Lula, hem de Rousseff yönetimlerinde “İşçi Partisi’ni (PT) ve Merkezi Sendikal Hareketi (CUT) kontrol altından tutmanın bir yolu olarak “Toplumsal Barış” söylemi sayesinde kapitalistler kazançlarını en üst düzeye çıkardık”larını vurguluyor:
“Lula, 2003 yılında ‘Brezilya burjuvazisinin gölgesi’ denebilecek, partiler ve şirketlerden oluşan bir koalisyon hükümeti oluşturdu. Merkez Bankası’nın yönetimine Boston Bankası’nın eski bir yöneticisi yerleştirildi. Hazine Bakanlığı Washington’daki Bush ve Condolezza Rice ile ortaklaşarak adlandırıldı ve oluşturuldu.
Lula’nın 2003 ile 2011 yılları arasındaki temel ekonomik ve politik yönelimleri, Dilma yönetime geçtiğinde, 1.5 trilyon doları geçen uluslararası borç ve dünyanın en yüksek faiz oranıyla oluşturulan spekülasyonla birlikte ülkeyi alım, birleşim ve teçhizat alanları için uluslararası sermayeye açtı.
Büyük şirketlerin finansmanı için devlet destekli programlar hiçbir zaman önceden kabul edilen seviyelere ulaşmadı ve bireysel krediler 25 milyar dolardan 300 milyar dolara yükselerek ülkede daha önce hiç ulaşılmayan bir seviyeye çıktı. Toplam kredi miktarı (şirketler dahil) GSYH’nin yüzde 40’ına ulaştı, yani 1 trilyon dolara.
Lula’nın ihracatla ilgili ilk çabaları finans alanını açmak ve modernize etmek, büyük hazine arazilerini ticari tarıma (agronegocio) açmak ve uluslararası sermayenin toprak mülkiyetine izin vermek oldu. Tarım reformu pratik olarak açık bir şekilde durdu. Eğitimde Lula yönetiminin ilk çabası özel üniversiteleri büyük teşvikler ve federal burslar aracılığıyla teşvik etmek ve yaymaktı. Sağlıkta, yerel ve genel sağlık hizmeti veren yapıları özel işletmelere çevirmeye çabaladı, bu işletmeler kâr amacı gütmeyen sosyal işletmeler olarak adlandırıldı, fakat aslında bunlar sağlıkla ilgili ulusal ve uluslararası şirketlerin uzantılarıydılar.
Lula devlet şirketlerini özelleştirmeye devam etti (barajlar, demiryolları, otobanlar, havalimanları vb..), daha önce Fernando Henry Cardoso (FHC) hükümeti döneminde Petrobras adlı devlet şirketinin tekelinde olan petrolü açık artırma yollu ihalelerle özelleştirdi. Sevinen bankacılar Lula’nın ‘on numara başkan’ olduğunu söylüyorlardı, finansörler ve büyük şirketler ‘Kalkınma Konseylerine’ katıldılar. 2009 yılındaki G-20 toplantısında Barack Obama kendisine ‘Lula, işte bu adam!’ diyecekti.
Lula hükümeti 300 milyar dolarlık ‘kamu-özel işbirliğini’ oluşturarak, Brezilya’yı limanlar, tren yolları, yollar ve havalimanları yapımı aracılığıyla tarım-maden ihracatında modern bir platforma dönüştürmeyi amaçlayan ‘Hızlandırılmış Büyüme Planı (PAC)’nı yarattı.
Devletin borçları hiçbir zaman bu kadar olmamıştı (1 trilyon dolar) ve ekonomi uluslararası spekülatif sermayeye bu kadar bağımlı kılınmamıştı…
Şimdi, Dilma hükümeti Lula tarafından yönlendirilen ‘büyük koalisyon’dan veya PMDB’den oluşuyor. Burjuva partisi hükümetin başkan yardımcılığını yürütüyor. Koalisyonun diğer bileşenleri, PP gibi öteki partiler ise 20 yıl Brezilya’yı yöneten resmi cunta partisi.”
Şunu vurgulamak gerek; Brezilya’da İşçi Partili Lula da Silva iktidarı, bir yandan “biraz neoliberal, biraz kalkınmacı hibrid bir program”ı uygulayarak, yüksek emtia fiyatlarına dayanan yüksek ihracat girdileri ve bol ve ucuz kredi sayesinde Brezilya’yı “yükselen ekonomilerin lideri” konumuna yükseltmekle hem içeride hem de dışarıda oligarşilerin takdirini kazanmıştı. Uluslararası siyaset alanındaki (ABD’ye karşı sürdürdüğü) “bağımsızlıkçılık” ve “Latin Amerikacılık” söylemi, 1960’larda kıtayı kasıp kavuran antiemperyalizmin gölgesini üzerine doğru çekerken, sosyalist blokun çözülmesiyle iyice yalnızlaşmış Küba ile geliştirdiği dostça ilişkiler, hem kıtanın hem de dünyanın sol/devrimci güçlerinin gönlünü kazanmasının önünü açmıştı
Ancak Brezilya “sol”unun, ya da Lula da Silva-Dilma Rousseff iktidarının esas dayanağı, büyüyen ekonominin kaynaklarının bir kesimini toplumun yoksul kesimleri arasında dağıtmasıydı: bu çerçevede, açlık sınırında yaşayan 44 milyon kişiye, 3 öğün yemek kampanyası başlatıldı; en alt gelir seviyesindeki 12 milyon aileye (35 milyon kişi), bütçeden ayda 65 dolar yurttaşlık aylığı bağlandı; aylık geliri 40 doların altında olanlara, 65 doları tamamlayacak şekilde aradaki fark bütçeden ödendi. 50 milyondan fazla yurttaş çocuklarını okula göndermek karşılığı ‘Bolsa Familia’ sosyal yardım programından yararlandı. Üniversiteye girişte emekçi çocuklarına öncelik tanındı. Yoksulluk yüzde 55, aşırı yoksulluk yüzde 65 geriledi.
Bir başka deyişle, Lula ve (en azından başlangıçta) ardılı Rousseff iktidarları, kapitalist mülkiyet ilişkilerine dokunmaksızın, Çokuluslu şirketlerin egemenliğine dayalı neoliberal politikaları, bu politikaların toplumun en kırılgan kesimleri üzerindeki yıkıcı maliyetlerini minimize ederek sürdürmeye çabalamış, ülkenin “büyüme” trendi sürdüğü sürece de hem içerideki hem de dışarıdaki oligarkların takdirini üzerinde toplamıştı.

Masalın Sonu

Ancak Brezilya ekonomisi, yaygınlaşan küresel durgunluk karşısında daha fazla direnemeyecekti. 2010 yılında yüzde 7.5 büyüyen ülke ekonomisi, 2011’de yüzde 2.7’lik büyüme oranıyla adeta “çakıldı”. Credit Suisse’in 2012 büyüme tahmini ise yüzde 1.5 dolaylarındaydı ve küresel finans çakalları, vakit yitirmeksizin ulumaya koyulmuşlardı: “Wall Street Journal’a beyanat veren ve geçmişte BRIC kısaltmasını icat eden Goldman Sachs analisti ve gelişen ülkeler ekonomisti Jim O’Neill, ‘Brezilya en azından yüzde 3.5 on yıllık büyüme ortalaması elde etmediği takdirde BRIC grubundan çıkar!’ diyor.”
Brezilya oligarkları, daralan ekonomik kaynaklardaki paylarını yitirmemek için, gözlerini yoksulların “Bolsa”sına (çanta, para çantası) diktiler: “sol”cu PT, “popülist” politikalardan, “israf”tan vazgeçmeli, geniş çaplı işten çıkartmaların önünü açmalı, özelleştirmelere hız vermeli, ücretleri düşürmeli, sosyal bütçeleri daraltmalı vb. idi…
Rousseff’in bu taleplere tepkisi oldukça mülayim ve hayırhah oldu: Ucu ucuna kazandığı 2014 seçimlerinin hemen ardından kemer sıkma politikalarının mimarı Joaquim Levy’yi maliye bakanlığına getirerek Brezilya oligarklarını ve uluslararası finans çakallarını rahatlatmaya çalıştı. Yanısıra, “harcamaların ve yatırımın azaltılması, kamu çalışanlarının maaşlarının dondurulması, (…) sosyal güvenlik katkılarının sona ermesi, emekli aylığı reformu, çalışma reformu, mali reformlar” hükümet programında yerini almıştı. Hazine Bakanlığı açıklıyordu: “Bazı harcamaları kısacağımız bir program hazırlamaktayız, özellikle (…) fonları. Bu, elimizdeki faiz dışı fazlalıkları koruyarak açığı ve kamusal borcu önemsiz hâle getirmek demek. Yapısal olarak, (…) harcamalarındaki düşüş çok az olmayacak, ciddi oranda düşüş olacak.”
Brezilya bugün ciddi bir ekonomik kriz yaşıyor. 10 milyondan fazla işsiz var, çalışanların geliri düşüyor, 18 yaş üstü nüfusun yüzde 40’ı; 58 milyon Brezilyalı borç içinde.
Ekonomik krizin 10 milyonun üzerinde işsizle, 58 milyon kişiyi borç içinde yaşama sürükleyerek en fazla vurduğu Brezilyalı emekçiler bir yandan bu kemer sıkma politikalarına, bir yandan da sağın emek örgütlerini ve İşçi Partisi’ni kriminalize etme girişimlerine karşı yığınsal bir karşı duruş sergiledi. 2012 yılında 400 bin memur, 90 gün süreyle devasa bir grev örgütledi, örneğin. Protestolar, Dünya Kupası nedeniyle iktidarın yoksul mahallelerinde devlet terörünü yoğunlaştırdığı 2013 yılında sokak çatışmalarına dönüştü; sağlık ve eğitimdeki yetersiz destekler öğrencileri sokağa döktü, metal sektöründe de büyük işçi grevleri yaşandı.
Rousseff’in emekçilerin baskıları sonucu geri adım atacağı korkusu (Joaquim Levy görevden alınmıştı) azil sürecini tetikleyince, halk protestoları da yön değiştirecekti. Brezilya Devrimci Komünist Partisi Yöneticisi Jorge Batista Brezilya’daki son süreci şöyle aktarıyor: “17 Nisan’da meclisteki görevden alma oylamasına kadar halk hareketi mevcut hükümetin kemer sıkma politikalarına karşı yükselmişti. Dilma Rousseff hükümeti halk desteğini kaybetmişti. Bu nedenle işçi sınıfı ve genel olarak halk bu hükümeti savunmak için harekete geçmedi. Fakat şimdi yeniden hareketlenme başladı, bu kez ‘Temer defol’ sloganıyla sokağa çıkılıyor. Sendikal hareket ise on ayrı konfederasyona bölünmüş durumda. Bazıları yeni hükümeti destekliyor, diğerleri ise Dilma Rousseff ve hükümetini destekliyor. Yaşanan süreç ulusal karakterde ya da yaygın grevler örgütlenmesini giderek zorlaştırıyor. Bu süreçte insanları yaşananlar konusundan gerçekten aydınlatacak bir çalışma yapmanın önemini görüyoruz. Brezilya’daki siyasi sistem burjuvaziye ve emperyalist çıkarlara boyun eğerek tamamen yozlaşmıştır. Tek gerçek alternatif halk iktidarıdır.”

Brezilya Dersleri

Brezilya örneği, aslına bakılırsa “Latin Amerika’da Sağın geri dönüşü” ba’bında diğer ülkeler (Honduras, Paraguay, Venezüella, Bolivya, Arjantin…) için elverişli bir “şablon” oluşturuyor. Yanısıra, neoliberal çağda, Yunanistan’ın Syriza’sı ve olasıdır ki İspanya’nın Podemos’u da dahil, “sol” alternatiflerin yetmezlikleri konusunda münbit olanaklar sunuyor. Bu nedenle, Brezilya’dan çıkartılacak dersleri kıtanın gerileyen diğer “solcu” rejimlerine genelleştirmek, dolayısıyla da “Başka bir dünya mümkün” söylemimizin altını bundan böyle daha nitelikli bir dolguyla takviye etmek, mümkün.
Öncelikle, Brezilya deneyimi, Hugo Chávez’in dilinde “21. yüzyıl sosyalizmi” olarak vaftiz edilen tahayyülün mülkiyet ilişkilerinin dönüştürülmesindense “yeniden-dağıtım”ı yeniden düzenleyerek, “neo-kalkınmacı” hamlelerle sağlanan büyümenin getirilerinden toplumun en yoksul kesimlerinin aldığı payı büyütmek suretiyle yoksulluğu azaltma projeksiyonuyla sınırlı olduğunu gösteriyor. Latin Amerika’daki sol yükselişin ne Brezilya, Arjantin, Paraguay, Honduras gibi “light” versiyonları, ne de Venezüella, Bolivya, Ekvator gibi “sert” uygulayıcılarında mülkiyet ilişkilerinde köklü bir dönüşüme yol açmadığı, açıktır.
Bırakın sınıfların “ulusal” diziliminde bir değişiklik yaratmayı, Latin Amerika “sol”unun neo-kalkınmacı hamleleri, “ulusal sermaye” ile küresel sermayenin entegrasyonu sürecini hızlandırmak gibi “ters” bir sonuç verdi. El Colegio de la Frontera Sur’da profesör Peter Rosset’in sözleri, Brezilya bağlamında bu yönelimi açıkça sergilemekte:
“Merkez sol hükümetler uluslararası kuruluşların Brezilya’da mevcudiyetini mümkün kıldı. Bu, Brezilya’da mevcut olan bazı sektörlerdeki şirketlerin bir çeşit füzyon geçirmesini beraberinde getirdi. Çünkü temelde inanılan şey, eğer ki Brezilya ekonomisi küresel pazara açılacak ise, bazı şirketlerin özellikle bazı sektörlerde birleşerek büyük ulusal şirketler hâline gelmesi, kendi alanlarında bir çeşit öncü rol üstlenmesiydi. Örneğin madencilik alanında Vale Şirketi buna örnek olarak gösterilebilir. Bu şirketler ilk bakışta ulusal ekonomiyi sürdürecek ulusal çaplı tekeller olarak görünüyordu. Ancak bu şirketlerin büyük bir kısmı küresel finans kapital tarafından satın alınmıştı. Aynı zamanda tarım ve madencilik sektöründe, köylülerin toprağa erişim hakkının altını oyan maden şirketleri ve tarım şirketleri ortaya çıkmıştı.”
Bir başka deyişle, 21. Yüzyıl Brezilya (“Latin Amerika” olarak da okunabilir) solu, “ulusal bağımsızlığı sağlamak” adına 1950’li yılların “ulusal kalkınmacı” formüllerine sarılırken, neoliberal kapitalizmin “dünyasında, sermayenin ne ölçüde “küreselleştiğini”, unutmuş gözüküyordu! Böylelikle, İşçi Partisi, küresel sermayenin basıncı karşısında, iktidara taşınmasına gövdesini koymuş “Topraksızlar Hareketi”ne rağmen Toprak reformu vaatlerini sümenaltı ederek latifundiaları başta soya olmak üzere ticarî monokültüre açacaktı.
Brezilya deneyiminden çıkartılacak bir başka ders, “yoksulları hayata katma” yönündeki girişimlerin, onları belirli bir kapasiteye sahip tüketicilere dönüştürmenin ötesinde bir ufka seslenmediğidir. Yoksullar, içine kıstırıldıkları dışlanma çemberini kırsınlar ki, piyasayı rahatlatacak, ekonominin dönmesini sağlayacak bir alım gücüne kavuşsunlar… Bu, kapitalizmin yeniden üretilmesidir.
“Sao Paulo’nun telefon üzerinde hızlı parmaklara sahip olan gençleri, dünya üzerindeki sokakları ele almış durumda,” diyor Lula da Silva “Brezilya’nın gençlerine mesaj”ında. “Protestolar; demokrasinin olmadığı, işsizliğin giderek arttığı Tunus ve Mısır gibi ülkelerde ya da demokratik hükümetlere sahip ama yine de ekonomik krizden kurtulamayan İspanya ve Yunanistan gibi ülkelerde yaşanıyor olsaydı bu durumu açıklamak çok daha kolay olurdu. Fakat protestolar; şu an tarihinde en düşük işsizlik oranının, ekonomik ve sosyal hakların genişlemesinin tadını çıkarıyor olmasına rağmen Brezilya gibi bir ülkede de yaşanabiliyor.
Birçok analist son yaşanılan protestoların, siyasetin reddedilmesi olarak görmekte. Bana göre ise tam tersi bir durumla karşı karşıyayız: protestolar, asıl demokrasiye ulaşabilmek için insanları teşvik etmek amaçlı yapılmakta.
Ben sadece kendi ülkem Brezilya adına bir yorumda bulunabilirim ki protestoların sosyal, ekonomik ve siyasi açıdan önemli başarılara imza attığına inanıyorum. Son on yılda Brezilya’nın fakir ailelerinden üniversiteye gidebilen öğrenci sayısı iki katına çıkmış durumda. Keskin olan eşitsizliği ve yoksulluğu kesinlikle azaltmış bulunmaktayız. Bütün bunlar çok önemli başarılardır ama yine de bu durum genç kesime tamamen normal gelmektedir. Özellikle de aileleri hiç bir şeye sahip olmayanlara!
Bu genç insanlar 1960 ve 1970 yıllarında ki askeri diktatörlüğün baskısını yaşamamış ve görmemiş insanlar. Maaşımızı aldığımız zaman hemen marketlere koşup, ertesi gün fiyat artmadan alışverişimizi tamamladığımız 1980 enflasyonunu da yaşamadılar. Durgunluk ve işsizlik döneminin en fazla olduğu 1990’larını ise çok az hatırlıyorlar. Daha fazlasını istiyorlar.
Böyle olması gerektiği anlaşılabilir bir durum. Kamu kalitesinin artmasını istiyorlar. Yükselen orta sınıf da dahil olmak üzere milyonlarca Brezilya’lı ilk arabalarını ve ilk uçak biletlerini aldı. Toplu taşıma daha verimli olmalı ve büyük şehirlerde yaşamı daha da kolaylaştırmalıdır.
Gençlerin duyduğu kaygı sadece maddiyata değil. Onlar eğlence ve kültürel faaliyetlere daha fazla ve daha kolay erişimde bulunmak istiyorlar. Ama bütün bunlardan önce istedikleri şey; Brezilya’nın son zamanlarda da açıkça göstermiş olduğu çağdışı siyaseti ve seçim sisteminin bozulmaları olmadan, daha şeffaf, daha açık ve daha temiz siyasi kurumlara sahip olmak! Bu isteklerin çok çabuk olmayacağını bilsek de bu taleplerin meşruluğu inkâr edilemez. Para bulmak ve paraya sahip olmak, bu amaçlarını, hedefleri gerçekleştirebilmek ve bir zaman çizgisi yaratabilmek için çok önemli.”
Söylemin, Gezi kalkışması sırasında şaşkınlığa düşen AKP “sosyolog”larını çağrıştıran (“Her şeyleri var işte, daha ne istiyorlar?”) tınısı bir yana, Brezilya gençliği için daha çok tüketme özgürlüğünden ötesini istememesi, düşünmemesi, oldukça açıklayıcı! Bu Brezilya’da etkin olan toplumsal hareketlerin bir bölümünün (örneğin MST) “eşitlikçi, paylaşımcı, ortaklaşmacı, çevresel ve toplumsal sorunlara duyarlı insan” biçimlendirme idealine fazlasıyla yabancı, uzak bir projeksiyon!
Mülkiyet (dolayısıyla da sınıf) ilişkilerini (ve de insanı) değiştirmemenin yanı sıra, Latin Amerika’nın sol iktidarları, toplumsal hareketlerle kliyentalist ilişkiler oluşturarak, onların dejenerasyonuna katkıda bulunmuşlardır. Kaynakların yeniden dağıtımında sivil toplum örgütlerinin muhatap kılınması, çoğulluk ortamında denetim zaafları ölçüsünde) bu sektörde eşitsizliklere, yeni elitlerin oluşumuna, bölünmelere yol açmaktadır.
Hiç kuşku yok ki bu durum, “21. Yüzyıl sosyalizmi” kavrayışına derinlemesine nüfuz etmiş “yeni sol” söylemlerle de bağıntılıdır. “21. Yüzyıl solcu”ları, Sovyetik dejenerasyonu eleştirirken, sınıf mücadelesi, işçi sınıfı iktidarı, proletarya diktatörlüğü, üretim araçlarının kolektivizasyonu gibi temel Marksist önermelerle bağlarını koparmada aceleci davranmışlardır. Yerine ikame ettikleri “çoğulculuk, çeşitlilik, çok kültürcülük, kimlik politikaları, adem-i merkeziyetçilik, özyönetim, iktidarın reddi, diyalog, uzlaşma” vb. söylemler ise, emekçiler lehine kazanımların kalıcılığını güvence altına alacak araçları sağlamakta fena hâlde yetersizdir.
Şu hâlde, kapitalizmle ciddi sorunları olan, onun sürdürülemezliği ve eşitlikçi, özgürlükçü bir alternatifle ikame edilmesi gerektiğini düşünen herkese, ve tabii ki öncelikle, sosyalistlere düşen, kimilerinin yaptığı gibi Brezilya’daki (ve de kıta genelindeki) hiç de iç açıcı olmayan gelişmeleri ABD/CIA ve/ile yerel oligarkların manevralarına, komplolarına indirgeyip soyut bir “kitlelerin/emekçilerin direnişi” umuduna sığınmak yerine, dünyayı dönüştürme yönündeki mücadelede Latin Amerika deneyiminin olumlu ve olumsuz yönleri üzerine derinlemesine düşünerek sosyalistlerin, devrimcilerin bundan sonraki adımları konusunda somut önermeler üretmektir.
Dünyanın gidişatı, kaybedecek fazla vaktimiz olmadığını gösteriyor… q
6 Temmuz 2016 09:26:35, Ankara.

 

1  F. Nietzsche.
2  “Latin Amerika’da Sol Partilerin Yükselişi ve Brezilya ile ABD’nin Dansı”, 3 Mart 2014… http://politikaakademisi.org/2014/03/03/latin-amerikada-sol-partilerin-yukselisi-ve-brezilya-ile-abdnin-dansi/
3  Olay Escobar’ın anlatımıyla şöyle gelişmişti: “15 Haziran’da bir grup polis ve komando, başkentten 200 km uzaktaki Curuguaty’de tahliye emrini zorla uygulamaya hazırlanıyordu ki, çiftçilerin arasına sızan keskin nişancılar tarafından pusuya düşürüldü. Tahliye kararını Colorado partisinin eski başkanı ve eski senatör olan zengin toprak ağası Blas Riquelme’yi koruyan bir yargıç çıkarmıştı. Riquelme’nin yasalara uydurduğu sahtekârlıkla ele geçirdiği devlete ait 2 bin hektar toprak, topraksız çiftçilerin işgali altındaydı ve çiftçiler Lugo’dan toprağın yeniden paylaştırılmasını talep ediyordu. Curuguaty’de sonuç 6’sı polis, 11’i çiftçi toplam 17 ölü ve en az 50 yaralı oldu. Oysa tahliyeyle görevlendirilen Özel Operasyon Grubu adlı elit güç, ABD’nin Kolombiya Planı çerçevesinde Kolombiya’da kontrgerilla eğitiminden geçmişti. Paraguay Planı’na gelirsek, çok basit: Her çiftçi örgütlenmesine tümüyle suç örgütü yaftası yapıştırarak onları kırsal bölgeleri uluslararası tarım ticaretine bırakıp terke zorlamak.” (Pepe Escobar, “… ‘Demokratörlük’ Ülkeleri”,
Asia Times, 4 Temmuz 2012.)
4  “Correa’nın Fendi Darbecileri Yendi”, Radikal, 2 Ekim 2010, s.13.
5  Hayri Kozanoğlu, “Brezilya’da Neler Oluyor?”, Birgün, 5 Nisan 2016, s.5.
6  “Lula Yolsuzluk Davasından Kurtuldu”, Gündem, 19 Mart 2016, s.16.
7  Can Uğur, “Yolsuzluk İşçi Partisi’yle Sınırlı Değil Sağcılar Durumu Çarpıtıyor”, Birgün, 4 Mayıs 2016, s.4.
8  yagk.
9  yagk…. Yanısıra, “azil sürecinin mimarı, dünkü oylamanın yöneticisi Meclis Başkanı Eduardo Cunha, Petrobras’taki dev hortumlama şebekesiyle bağlantılı olarak milyonlarca dolar rüşvet almakla suçlanıyor. Rousseff azledilirse görevini devralacak yardımcısı Michel Temer de yasadışı petrol sanayii anlaşmalarına karıştı.” (“Brezilya Rüyası İçin Kâbus Günü”, Cumhuriyet, 18 Nisan 2016, s.7)
10  “Aşırı sağcı vekil Jair Bolsonaro, oyunu cuntanın işkence şefi Carlos Brilhante Ustra’ya adadı. Gençlik yıllarında diktaya karşı mücadele veren solcu gerilla lideri Rousseff de Ustra’nın işkencelerinden geçmişti.” (“İşkenceciye Adanan Oylar”, Cumhuriyet, 19 Nisan 2016).
11  PT, Lula’yı dokunulmazlık şemsiyesi altına alabilmek için bakan olarak kabineye girmesi yolunda bir manevra yaptıysa da, bu girişim Anayasa Mahkemesi savcısı Gilmar Mendes tarafından askıya alınacak, yolsuzluk suçlamalarından Lula da Silva da kurtulamayacak (“… ‘Bakanlık Formülüne’ Savcı Çelmesi”, Milliyet, 20 Mart 2016, s.14), hatta kısa süreliğine gözaltına da alınacaktı (“… ‘Efsane’ Lidere Gözaltı”, Cumhuriyet, 5 Mart 2016, s.13.)
12  Deniz Gökçe, “Brezilya’nın Gidişatına Dikkat!”, Akşam, 16 Temmuz 2012, s.9.
13  Ümit İzmen, “Brezilya Dersleri”, Taraf, 4 Ekim 2010, s.6.
14  Korkut Boratav, “Latin Amerika’da ‘Sol’ İktidarlar: Brezilya Örneği”, Birgün, 30 Kasım 2010, s.5.
15  Serge Goulart, “Lula, Dilma ve Dünyanın 6. Büyük Ekonomisi”, Gündem, 12 Kasım 2012, s.11.
16  Ergin Yıldızoğlu, “Brezilya’nın Gösterdiği”, Cumhuriyet, 25 Nisan 2016, s.9.
17  Meral Tamer, “Lula’nın Sıfır Açlık Reçetesi ve Kılıçdaroğlu”, Milliyet, 30 Mayıs 2010, s.8.
18  Hayri Kozanoğlu, “Brezilya’da Neler Oluyor?”, Birgün, 5 Nisan 2016, s.5.
19  Bu takdirin somut göstergelerinden biri; son başkanlık seçimlerinde Dilma Rousseff’in seçim kampanyasına Brezilya oligarşisinin sunduğu 80 milyon dolarlık destek. (“Bu kampanyaları finanse edenler büyük şirket sahipleri, bankacılar, sermaye sahipleriydi,” diyor Devrimci Komünist Parti (PCR) merkez yöneticilerinden Luiz Falcão. “Ve bu paraları alan siyasetçiler büyük müteahhitler ve uluslararası kapitalist gruplarla anlaşmalar yaptılar. Seçimlerin ardından, bu bağışları değerinin üzerinde ödeme yapılmış milyon dolarlık bu anlaşmalarla geri verdiler.” (Elif Görgü, “Brezilya, Kırk Katırla Kırk Satır Arasında”, Evrensel, 6 Nisan 2016, s.10.)
20  Deniz Gökçe, “Brezilya’nın Gidişatına Dikkat!”, Akşam, 16 Temmuz 2012, s.9.
21  Serge Goulart, “Lula, Dilma ve Dünyanın 6. Büyük Ekonomisi”, Gündem, 12 Kasım 2012, s.11.
22  Elif Görgü, “Brezilya, Kırk Katırla Kırk Satır Arasında”, Evrensel, 6 Nisan 2016, s.10.
23  Serge Goulart, “Brezilya Yargısı Engizisyon Mahkemelerine Dönüşerek İşçi Partisi ve CUT’a Saldırıyor”, Gündem, 22 Ocak 2013, s.11.
24  “Dilma Rousseff 60’lı yıllarda diktatörlüğe direnen yeraltı örgütünde militan. Yıllar sonra enerji ve sanayide öne çıkan Rousseff ekonomik mucizeyi gerçekleştiren Lula’dan sonra başkan seçiliyor, “Ülkenin Annesi” sıfatıyla. Ama, “anne” çocuklarını iyi emziremiyor.
Ulaşım, gıda fiyatları katlanıyor, kiralar üçle çarpılıyor, okul ve hastane hizmetleri kötüleşiyor, üretim düşüyor, büyüme hızı düşüyor, Lula zamanında başlayan büyük yatırımlar yerinde sayıyor, harabe hâlinde, üstüne üstlük su kıtlığı ve trafik keşmekeşi. Elektrik sürekli kesiliyor, maçlar oynanırken kesilirse sürpriz olmaz.
Bunlara karşı ücretler yetersiz. Halk öfkeli, kupa harcamalarının vergilerinden karşılandığını düşünüyor.
Brezilya’da hayat zorlaşırken, yeni statlar yükseliyor. FIFA kendi ölçülerine göre, yeni stadyumlar istiyor. Brezilya yapıyor, tahminen 2.7 milyar Euro’ya, kupanın toplam maliyeti ise 9.9 milyar Euro dolayında. Ekmek bulmakta zorlanan halk, stadyumları görünce çıldırıyor, milyonlar grevde ve gösterilerde.
Buna karşı Rousseff ‘anne şefkatini’ unutuyor, yeni antiterör yasası getiriyor. Eylemde yakalanan herkes terörist sayılacak, ceza katlanacak. Halk iyice çılgına dönüyor.” (Yalçın Doğan, “Çacando Elefantes Brancos”, Hürriyet, 8 Haziran 2014, s.20.)
25  Brezilya’nın ilk kadın Cumhurbaşkanı olan Dilma Vana Rousseff’e destek için ülke çapında binlerce kişi yürüyüş yaptı ve ‘Darbe’ istemediklerini haykırdı. Göstericiler Rio de Janeiro, Sao Paulo ve Brasilia dahil olmak üzere ülkenin 31 şehrinde eski şehir gerillası da olan Dilma’nın İşçi Partisi’nin kırmızı renkli bayrağını dalgalandırdılar. Yürüyüşte ‘Darbeye hayır’ ve ‘Demokrasi’ pankartları açıldı. (“Brezilyalılar Darbeye Karşı Ayakta”, Gündem, 4 Nisan 2016, s.13.)
26  Elif Görgü, “Brezilya’da Bir Darbe Var, Suç Ortağı da İşçi Partisi”, Evrensel, 20 Mayıs 2016, s.10.
27  Abdullah Aysu, “Peter Rosset: Brezilya, Darbe, Çiftçiler-MST”, Gündem, 9 Mayıs 2016, s.11.
28  1948’de kurulan ve 1950’den itibaren Arjantinli iktisatçı Raúl Prebisch’in yönetimini üstlendiği BM Latin Amerika İktisadi Komisyonu (ECLA) yarıküre ve ötesinde kalkınma politikalarını köklü tarzda etkileyen bir “entelektüel devrim” başlatmıştı. ECLA öğretisi, ağırlıklı olarak hammadde ihracatına dayalı Latin Amerika ülkelerinin ticaretteki uzun vadeli düşme eğiliminden olumsuz yönde etkilendiğini ileri sürmekteydi: zaman içerisinde, aynı miktarda ithalatı sürdürebilmek için daha fazla ihracat yapmak gerekiyordu. Prebisch’e göre bunun nedeni, dünya ekonomisinin “merkez”indeki tekelci güçlerin uluslararası ticaret aracılığıyla “çevre”den artı aktarımıydı. Bu nedenle ihracat yönelimli kalkınma kronik dış ticaret açıklarına ve piyasa salınımları karşısında kırılganlığa yol açmaktaydı – 20. yy. ortalarında Latin Amerika ülkelerinin çoğunun ihracat gelirlerinin yarıdan fazlası bir avuç maldan sağlanmaktaydı. Prebisch yönetiminde ECLA iktisada “yapısal” bir yaklaşım geliştiriyordu: ithal ikameci sanayileşme ve iç pazarların canlandırılmasına bağlı içe dönük (ihracat yerine) bir kalkınma modeli. Latin Amerika solunun 1960’lı yıllarındaki anti-emperyalist, bağımsızlıkçı söylemleri, şu ya da bu biçimde Prepisch’in Keynes’ci tezlerinin etkisini taşımaktadır. (Bkz. Marc Edelman ve Angelique Haugerud, “Introduction: The Anthropology of Development and Globalization; The Anthropology of Development and Globalization. From Classical Political Economy to Contemporary Neoliberalism. 2005, s.12.)
29  “Brezilya İşçi Partisi – PT, parti önderi Lula ile bir merkez sol hükümeti ilk defa başa geldiğinde ki bu parti köylü hareketinin önemli bir ittifakıydı, köylü hareketi tarım reformunun hızlanacağını ve merkez sağ dönemden çok daha fazla toprağın köylülere dağıtılacağını düşünüyordu. (…) Lula iktidara geldiği zaman Brezilya’da hâlihazırda finansal sermaye yerleşik olarak bulunuyordu. Latifundia’yı verimli ve modern arazilere, şirket tarımına çevirmek, özellikle soya olmak üzere ihracata yönelik girişimlerde bulunmak istiyorlardı. Bunun nedeni bu arazileri küresel ekonomi ve tarımsal yakıtlar için kullanmaktı. Lula hükümeti mecliste her daim azınlık hükümetiydi. Yönetimi sağlayabilmek için bir çeşit ittifak yapması gerekiyordu. Tarım şirketleri ve finans kapitalle ittifak yaptılar. (…) Toplumsal hareketler PT hükümetine karşı hayal kırıklığı içerisindedir. PT, tarım reformunu gerçekleştirmek yerine durdurmuştur. Tarım reformunu durdurdular, çünkü tarım şirketleri ve finans kapital ile ittifak yaptılar. (…) Sadece tarım reformunun durması değil; tarım reformu mücadelesinde elde edilen kazanımların geri alınması, toplumsal hareketlere karşı doğrudan şiddet, saldırılar, polis saldırıları gibi durumlar da söz konusu.” (Abdullah Aysu, “Peter Rosset: Brezilya, Darbe, Çiftçiler-MST”, Gündem, 9 Mayıs 2016, s.11.)
30  Luiz Inácio Lula da Silva, “Lula’dan Brezilya’nın Gençlerine Mesaj”, Birgün, 24 Temmuz 2013, s.11.
31  UCLA’dan Perry Anderson’un şu saptamaları, hayatî önem taşıyor: “Güney Amerika’da bir döngü sona eriyor. 15 yıldır ABD’nin ilgisinden muaf biçimde, ticaretteki tırmanıştan ve halk geleneğinin derin rezervlerinden faydalanan kıta, dünyada isyankâr sosyal hareketlerinin düzen karşıtı hükümetlerle bir arada var olabildiği tek yerdi. 2008 krizinin ardından isyanlar dünyanın dört bir yanına yayıldı. Ancak aykırı hükümetler henüz belirmedi. Şimdi bu küresel istisna sona eriyor. Yerini alacak bir yer de henüz ufukta görünmüyor.” (“Bir Döngü Sona Eriyor”, Cumhuriyet, 19 Nisan 2016, s.13.)

15 Temmuz darbe girişimi kronolojisi

15 Temmuz
22.20 İstanbul’da jandarma köprü trafiğini durdurdu
İstanbul Boğaziçi ve Fatih Sultan Mehmet köprülerinin Anadolu’dan Avrupa’ya geçiş yönü araçlarla birlikte darbeci güçler tarafından trafiğe kapatıldı. Metrobüs geçişi de engellendi.
Beylerbeyi Sarayı önünde askerler trafiği durdurarak Anadolu yakasından Avrupa yakasına geçişleri araç trafiğine kapatırken Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nünde trafiğe kapatıldığı iddiaları sosyal medya üzerinden yayılmaya başladı. Yollarda uzun araç kuyrukları oluştu.
Ankara semalarında sıra dışı savaş uçağı hareketliliği yaşandı. Uçuşlarda uçaklar alçaktan uçuş yaptılar.
Birçok ilden de askerlerin sokakta olduğu bildirilmeye başlandı.
22.46 Genelkurmay’da güvenlik önlemleri
Ankara’da Genel Kurmay Başkanlığı çevresinde geniş güvenlik önlemleri alınıyor. Jetler alçaktan uçuyor. Genelkurmay Başkanlığı önündeki güvenlik önlemlerinde çok sayıda ambulans da hazır bulunduruluyor.
23.04 Ankara’da emniyet müdürlüğünün tüm personeli göreve çağırdığı bildirildi.
23.07 Başbakan Yıldırım: darbe demek doğru olmaz, kalkışmadır.
Başbakan Binali Yıldırım, “Türkiye Cumhuriyeti hükümeti milletin iradesini temsil eden hükümet işbaşındadır. İşbaşından gitmesi ancak milletin kararıyla olur. Bu çılgınlığı yapanlar, bu kanunsuz girişimde bulunanlar en ağır şekilde bedelini ödeyecektir. Asla ve asla bu gibi kalkışmalara izin vermeyeceğiz. Bu ve buna benzer çılgınlıklara izin vermeyeceğiz. Bunun adına henüz bir darbe demek doğru olmaz. Bir kalkışma olduğu doğrudur. Belirli bölgelerde sorumsuzca, devletin emanet ettiği araçları silahları alıp, vatandaşların üzerine giden, onları yere yatırmaya çalışan bir takım gruplar var. Milletimiz rahat olsun, asla ve asla yasa dışı, demokrasiyi kesintiye uğratacak faaliyetlere izin vermeyeceğiz. Güvenlik güçlerimiz harekete geçmiştir, gereği yapılacaktır” diye konuştu.
23.13 Sosyal medya ağları Twitter ve Facebook’a erişim engellendi.
23.28 Asker TRT binasında, açıklama: Yönetime el konuldu
TRT’den Türk Silahlı Kuvvetleri’nden yapıldığı bildirilen açıklamada, “TSK; anayasal düzeninin, demokrasinin, insan hak ve özgürlüklerinin tekrar temin ve tesisi; ülkede hukukun üstünlüğünün yeniden hakim kılınması; bozulan asayiş düzeninin tekrar sağlanması maksadıyla ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur. Tüm uluslararası anlaşmalarımız ve taahhütlerimiz geçerliliğini korumaktadır. Tüm dünya ülkeleri ile iyi ilişkilerimizin devam edeceğini temenni ederiz” denildi.
TSK’nın yönetime el koyduğunu açıklamasının ardından Taksim Meydanı’nı asker tarafından kapatıldı.
23.34 Bayrampaşa’daki çevik kuvvet binasının girişinde birden fazla tankın konuşlandırıldığı görüldü.
23.38 Birçok farklı noktada polis ve asker arasında gerginlik yaşandığını aktaran NTV, köprü üzerinden silah sesleri geldiğini bildirdi.
23.40 Anadolu Ajansı (AA) Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar’ın rehin alındığını duyurdu.
23.56 Bozdağ: Soruşturma Başlatıldı
Adalet Bakanı Bozdağ, “Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, bu kalkışmayı yapanlara karşı soruşturma başlatmıştır, adli süreçler de işletilmektedir. Güvenlik güçleri, devletin diğer birimleri de gereken tedbirleri almaktadır. Bu noktada vatandaşlarımızın, hükümetin gereken tedbirleri aldığını, almakta olduğunu bilmesinde fayda görüyorum” dedi.
23.41 Ankara’nın Gölbaşı ilçesindeki Polis Özel Harekat Eğitim Merkezi’nde patlama meydana geldi. Patlamanın ardından alevler yükseldi.
23.45 Ankara’da Genelkurmay’da silah sesleri duyuldu. Bir helikopterden de dışarıda bulunanların üzerine ateş açıldı. Sonucunda çok sayıda ölü ve yaralı bulunduğu söylendi. Twitter üzerinden saldırının görüntüleri paylaşıldı.
23.50 Atatürk Havalimanı’na tanklar ve zırhlı personel taşıyıcıları gönderildi. Havalimanı yolu trafiğe kapatıldı. Havalimanı girişinde tank ve zırhlı personel taşıyıcıları bekliyor.
23.52 ABD, Türkiye’de yaşanan kalkışmayı teyit etti.
16 Temmuz
00.01 Milli Savunma Bakanı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nden gelen açıklamanın korsan olduğunu bildirdi.
00.03 Kerry: ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Türkiye için barış ve ‘devamlılık’ dilediğini iletti.
00.11 Yurtta Sulh Konseyi: Meşruiyetini Kaybetmiş Siyasi İktidara El Çektirildi
TRT’de Yurtta Sulh Konseyi imzasıyla okunan bildiride, TSK’nın yolsuzluğu engellemek, terörle mücadele yolu açmak, tüm vatandaşlar için laik, demokratik, sosyal ilke üzerine oturan anayasa düzeni tesis etmek için, daha güçlü bir ilişki maksadıyla yönetime el konulduğu bildirildi. “Meşruiyetini kaybetmiş siyasi iktidara görevden el çektirilmiştir” denilen bildiride, “Tüm yurtta sıkıyönetim ilan edilmiştir, ikinci bir duyuruya kadar sokağa çıkma yasağı uygulanacaktır” denildi.
00.19 Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın evinin bulunduğun Üsküdar Kısıklı Caddesi’nde polis güvenlik önlemleri aldı. Cadde trafiği her iki yönde özel harekât polisleri tarafından kapatıldı.
00.21 Savunma Bakanı Fikri Işık: “TRT’de yayınlanan korsan bir bildiridir.” açıklamasını yaptı.
00.25 Cumhurbaşkanı Erdoğan: Milletimizi Meydanlara Davet Ediyorum
Cumhurbaşkanı Erdoğan Cep telefonu ile bağlandı. Erdoğan “Milletime çağrı yapıyorum, illerimizin meydanlarına havalimanlarına davet ediyorum.” derken, “Şu anda yapmış oldukları işgali de çok kısa zamanda ortadan kaldıracağımıza inanıyorum. Kararlı bir şekilde üzerine gideceğimizi söylüyorum. Kimsenin test etmeye gücü yetmeyecektir.” diye konuştu.
00.29 Kılıçdaroğlu: Aynı Sıkıntıların Yaşanmasını İstemiyoruz
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “Bu ülke darbelerden çok çekmiştir. Aynı sıkıntıların yeniden yaşanmasını istemiyoruz. Cumhuriyete ve demokrasimize sahip çıkıyor; inancımızı eksiksiz bir şekilde koruyoruz. Herkes çok iyi bilmeli ki Cumhuriyet Halk Partisi, Parlamenter demokrasimizin vazgeçilmezi olan yurttaşlarımızın özgür iradesine bağlıdır” diye konuştu.
00.41 Lavrov: Sorunlar Anayasal Alanda Çözülmeli
Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov, Türkiye’de darbe girişimiyle ilgili haberleri yorumladı. Lavrov, “Herhangi kanlı çatışmanın önlenmesi gerekir ve tüm sorunlar kesinlikle sadece anayasal alanda çözümlenmeli” dedi.
01.18 ‘Köprüde Silah Sesleri Duyuldu, 3 Yaralı Var’
CNN Türk muhabiri Burak Özcan, Boğaziçi Köprüsü’nden silah sesleri geldiğini ve 3 yaralının taksiye bindirilerek olay yerinden uzaklaştırıldığını ifade etti. Köprünün Anadolu Yakası girişine insanların ilerlediğini aktaran Özcan, bölgeden tankların da geçtiğini belirtti.
01.01 Davutoğlu: Bu Gece Onur Gecesidir
Eski Başbakan Ahmet Davutoğlu, katıldığı NTV canlı yayınında yaşananları ‘onur gecesi’ olarak nitelendirdi. Türk Silahlı Kuvvetleri ve milletin sınavla karşı karşıya olduğunu belirten Davutoğlu, herkesi bu ‘darbeye’ karşı durmaya çağırdı. “Bu gecenin güzel ve aydınlık bir sabaha varacağına inanıyorum. Bugün bir onur gecesidir” diyen Davutoğlu, herkesi ses yükseltmeye ve yaşananlara tepki göstermeye çağırdı.
01.05 Birinci Ordu Komutanı: Küçük Bir Grubu Temsil Ediyorlar
Birinci Ordu Komutanı Orgeneral Ümit Dündar “(İstanbul ve Ankara’daki askeri kalkışma) Birinci Ordu Komutanlığı içinde küçük bir grubu temsil ediyorlar. Endişe edecek bir durum yok, bunlara katılmayan ve şu anda emir komuta zinciri içinde olan diğer birliklerle birlikte gerekli tedbirleri alıyoruz” dedi.
01.11 AA: Anadolu Ajansı, Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün ikinci defa ‘savaş uçağı ve helikopter’ tarafından saldırıya uğradığını ifade etti.
01.13 BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun’un Türkiye’de yaşananları yakından takip ettiği ve sükunet çağrısında bulunduğu belirtildi.
01.34 HDP: Demokratik Siyaset Tek Çıkış Yoludur
HDP’den Eş Genel Başkan Selahattin Demirtaş imzasıyla yapılan açıklamada, “Türkiye’nin içinden geçtiği bu zorlu ve kritik dönemde, gerekçesi ne olursa olsun hiç kimse kendini halkın iradesi yerine koymamalıdır. HDP, her koşulda ve ilkesel olarak her tür darbeye karşıdır. Türkiye’nin acilen çoğulcu ve özgürlükçü bir demokrasiye, iç ve dış barışa, evrensel demokratik değerlere ve sözleşmelere uyum ihtiyacı vardır. Demokratik siyasete sahip çıkmak dışında bir yol yoktur” ifadelerine yer verildi.
01.35 İstanbul’da birçok camiden sela verilmeye başlandı.
01.38 Milletvekilleri ile birlikte Meclis’te bulunan TBMM Başkanı İsmail Kahraman, dayanışma çağrısında bulundu. Parti liderlerine teşekkür eden Kahraman, Meclis’in bir sonraki gün olağanüstü toplanacağını ifade etti.
01.40 Yaşananların Silahlı Kuvvetler’in emir komuta silsilesi içinde gerçekleşmediğini belirten Başbakan Binali Yıldırım, yaşananları ‘terör olayı’ olarak tanımladı. “Tanklardakiler, kurumları basanlar adeta terör örgütünün elemanı, devamı gibidir” diyen Başbakan, yaşananın TSK bayrağı altında görev yapan askerlere yakışmadığını söyledi. Başbakan, Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın rehin alınıp alınmadığına dair cevap vermeyi reddetti.
01.46 Rusya Devleti: Endişe Duyuyoruz
Türkiye’de yaşananlardan endişe duyduklarını ifade eden Kremlin sözcüsü Dimitriy Peskov, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in gelişmelerle ilgili düzenli olarak bilgilendirildiğini aktardı. Gelişmelerin çok hızlı ilerlediğini belirten Peskov, “Neler yaşandığını tam olarak anlamamız mümkün değil” dedi.
Rusya’nın Türkiye’nin istikrar yoluna geri dönmesini umduğunu belirten Peskov, Türkiye’de her kim yönetimdeyse Rus vatandaşlarının güvenliğinden onun sorumlu olduğuna dikkat çekti.
Peskov’a, Rusya’nın Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a sığınma hakkı vermesinin mümkün olup olmadığı soruldu. Peskov soru karşısında, “Böyle bir kararı yalnızca Rusya Devlet Başkanı (Vladimir Putin) alabilir. Şu anda varsayımlar üzerinden konuşamayız. Bunun hakkında ancak böyle bir rica gelmesi üzerine düşünebiliriz” dedi.
01.50 AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Mogherini: “Türkiye’de itidal ve demokratik kurumlara saygı gösterilmesi çağrısı yapıyorum.”
02.07 3. Kolordu Komutanı Erdal Öztürk askerlere kışlalara dönmeleri, aksi takdirde cezai işlem uygulanacağını söyledi.
02.11 Bursa İl Jandarma Komutanı Albay Yurdakul Akkuş gözaltına alındı
02.22 TRT üzerinden, ‘Yurtta Sulh Konseyi’nin darbe bildirisini okumaya zorlanan spiker Tijen Karakaş, CNN Türk’e konuştu. Stüdyo ve haber merkezinde rehin alınmalarının ardından tehdit edildiklerini söyleyen Karakaş, şunları anlattı: “Silahlı kişiler tarafından bildiriyi okumaya zorlandım. TSK adına bu eylemi gerçekleştirdiklerini bize zarar vermeyeceklerini ve milletin iyiliği için yaptıklarını söyleyen silahlı bir grup tarafından alıkonulduk. Ellerimiz arkadan bağlandı. Silahla tehdit ederek, bir bildiri okumamı istediler. O bildiriyi canlı olarak yayınlayacaklarını ve tüm Türkiye’den yayınlayacaklarını ifade ettiler. O şartlarla okudum. Stüdyoda şu anda bizi seven milletimizle birlikteyiz. Çok şükür başımıza bir şey gelmedi, çok şükür ayaktayız.”
02.24 Fethullah Gülen’le bağı bulunan The Alliance for Shared Values (AfSV), Türkiye’de yaşanan darbe girişimini kınadı. Açıklamada, Türkiye’nin iç siyasetine müdahalede bulunan herhangi bir askeri müdahalenin kınandığı belirtildi.
02.27 TRT binasına girerek yayına müdahale eden askerlerden 9’u gözaltına alındı. Askerlerden birinin yüksek rütbeli olduğu belirtildi.
02.30 Türkiye’deki tüm tarafları, ABD’deki diplomatik görevlilerin ve vatandaşlığın güvenliğini sağlamak konusunda uyaran ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, “Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’yla konuştum ve Türkiye’nin seçilmiş kurumlarına, sivil hükümetine ve demokratik yapılarına desteğimi sundum” ifadelerini kullandı.
02.37 MİT: Darbe Püskürtüldü
MİT Basın Danışmanı Nuh Yılmaz, darbenin püskürtüldüğünü söyledi. Son 1 saattir yavaş yavaş her şeyin kontrol altına alındığını söyleyen Yılmaz, “Kimlerin bunların arkasında olduğu biliniyor” dedi.
02.38 TBBM’ye Bomba Atıldı
Bomba nedeniyle bazı polis memurları ve Meclis görevlileri yaralandı, kulis camları kırıldı.
02.46 MİT Danışmanı Nuh Yılmaz, Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar’ın görevinin başında olduğunu açıkladı.
02.50 Recep Tayyip Erdoğan’ın Atatürk Havalimanı’na inmeye gelen uçağı havada beklemeye başladı.
02.52 NTV canlı yayınında konuşan Başbakan Binali Yıldırım, vatandaşın üzerine havadan mermi ve bomba atıldığını belirterek, “Çılgın kalkışma yapanlar yol yakınken dönsün. Daha fazla insan zarar görmeden bu yoldan dönmelerini istiyorum. Bu andan itibaren havadan karaya her türlü atışlara karşılık verilecektir” dedi.
02.54 Meclis’te Üst Üste Patlamalar
Meclise yeni bombalar atılmaya başlandı. TBMM Başkanı İsmail Kahraman ve Genel Kurul’daki milletvekilleri Meclis sığınağına inerken; NTV, Meclis’e 4 bomba atıldığını aktardı.
02.57 Almanya’dan Tepki: Demokratik Düzene Saygı Duyulmalı
Almanya Başbakan Angela Merkel’in sözcüsü Steffen Seibert yaptığı açıklamada, “Türkiye’de demokratik düzene saygı duyulmalı. İnsanların hayatını korumak için her şey yapılmalı” dedi. Almanya’nın, Türkiye’de seçimle iş başına gelmiş hükümeti desteklediğini vurgulayan Seibert, Başbakan Merkel’in gelişmelerle ilgili Başbakan Yardımcısı Sigmar Gabriel, Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier ve yakın ekibiyle sürekli temas içerisinde olduğunu kaydetti.
03.27 Askerler Doğan Medya Merkezine Girdi
CNN Türk canlı yayınında bir grup askerin Doğan Medya Center binasına girdiği ifade edildi. Saat 03.20 sularında binanın bahçesine bir helikopter indiğini aktaran CNN Türk sunucusu, binaya zor kullanarak giren askerlerin stüdyolara doğru ilerlediğini aktardı.
Binaya giren askerler CNN Türk yayınına son verip, stüdyo’yu boşalttılar. Yayın kesilmeden uzun süre stüdyodan insanların çıkarılışını ve içerideki arbede seslerini aktarmaya devam etti. Canlı yayında bir el silah sesi duyulurken, ‘Ya Allah bismillah Allah-u ekber’ ve ‘Asker dışarı’ sesleri yükseliyor.
Özel harekat polislerinin binaya geldiği belirtildi. Stüdyoyu gösteren canlı yayına çıkan ve slogan atan bir kişinin bir süre yayında durması sonrası 04.46’da CNN Türk yayın akışına geri döndü.
03.47 Associated Press, polis ve askerin Taksim Meydanı’nda çatıştığını aktardı. AP, patlama sesleri geldiğini ifade etti.
03.48 AK Parti’nin reklam kampanyalarının mimarı olan reklam ajansı sahibi Erol Olçak ve oğlunun, Boğaziçi Köprüsü’nde açılan ateş sonucunda öldürüldüğü belirtildi.
04.05 Gürcistan Başbakanı Giorgiy Kvirikaşvili, Türkiye’yle olan hava sınırının kapatıldığını, sınırdan geçişlerin de sınırlandırıldığını açıkladı.
04.23 Erdoğan: Bedelini Ağır Ödeyecekler
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, ‘darbe girişimi’yle ilgili Atatürk Havalimanı’nda açıklama yaptı. Açıklamada, “Şu anda yapılan hareket bir ihanet hareketidir. Bunun bedelini çok ağır ödeyecekler. Burada milletin oylarıyla iş başına gelmiş bir hükümeti hazmedemeyişi onlar için bitiş olmuştur. Biz bu yola başımızı koymuşuz. Biz buraya canımızla kefenimizle yola çıkmışızdır. Birileri ne olacağını çok iyi kestirdiler. O yüzden böyle bir adımı attılar. Atatürk Havalimanı’nı üzerinde F-16’lar uçuyor. Niye uçuyor? Biz bunları düşmana karşı ülkeyi savunsun diye aldık. Ben Marmaris’teydim. Maalesef arkamızdan bombalamışlar orayı” dedi.
“Genel sekreterimi alıp götürdüler, ne yapacaksınız siz benim genel sekreterimi?” diyen Erdoğan, “Genelkurmay Başkanımızın durumunu bilmiyorum” ifadesini kullandı.
04.48 Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, darbe girişiminde bulunan FETÖ/PDY ile irtibatı olan Yargıtay, Danıştay, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi ve Askeri Yargıtay Daire Başkanı ve üyeleri, HSYK’da görev yapan FETÖ/PDY örgütü mensubu üyeler ile sözde “Yurtta Sulh Komitesi” mensubu general, amiral, subay, astsubay, er ve erbaşlar hakkında gözaltı kararı aldı.
04.50 Avrupa Birliği Dış Politika ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini, Türkiye başlığında acil bir toplantı düzenleme kararını açıkladı.
05.11 Reuters: Askerler Atatürk Havalimanı’nı Kontrol Altına Aldı
Reuters, görgü tanıklarına dayandırdığı haberinde, askerlerin Atatürk Havalimanı’nı ele geçirdiğini aktardı. Havalimanı’nın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın alana varmasından kısa bir süre sonra ele geçirildiğini kaydeden Reuters, askerlerin hangi tarafta yer aldığını belirtmedi. Kısa süre sonra havalimanındaki askerlerin havaalanını hükümet adına kontrol altına almış olduğu ortaya çıktı.
05.50 İstanbul Boğazı Kapatıldı
Reuters, taşımacılık şirketi GAC’ye dayandırdığı haberinde, İstanbul Boğazı’nın ‘güvenlik’ sebebiyle gemi trafiğine kapatıldığını aktardı.
06.05 Boğaziçi Köprüsü’nde Tank Atışı
İhlas Haber Ajansı, Boğaziçi Köprüsü’nde darbe girişiminde bulunan askerler tarafından tank atışı gerçekleştirildiğini aktardı. Olayda bir TOMA ve bir sivil aracın isabet aldığı, 3 kişinin yaralandığı belirtildi. Köprüdeki çatışmaların yer yer devam ettiği kaydedildi. CNN Türk askerin TOMA’ya ateş açtığını ve çevreye fırlayan şarapneller sebebiyle bir sivilin hayatını kaybettiğini duyurdu.
06.11 İBB Önünde Asker Ve Polis Arasında Çatışma
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni (İBB) kapatan askerler ile polis arasında çatışma yaşandığı bildirildi. Hürriyet’in haberine göre; polis ekiplerinin teslim ol çağrısına askerlerin ateşle karşılık vermesi üzerine özel harekat ekipleri askerlerin olduğu yere yönelerek operasyon başlattı. Habere göre askerler tarafından vatandaşların ve polis ekiplerinin üzerine plastik mermi ve gaz bombası sıkıldı.
06.30 Erdoğan: Durum Normalleşene Kadar Buradan Ayrılmak Yok
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Vur de vuralım, öl de ölelim” sloganları eşliğinde Atatürk Havalimanı’nda konuştu: “Size milletim adına teşekkür ediyorum. Bu olayın paralel işi olduğu dün akşamki eylemleriyle ortaya çıkmıştı. Terör eyleminin tam manasıyla örneğini dün akşam verdiler. Biz kefenimizle bunların karşısında dikildikçe yapamayacağımız hiçbir şey yok. Buradan durum normalleşene kadar ayrılmak yok.”
Erdoğan’ın konuşması esnasında ‘İdam isteriz’ sloganları atıldı. Erdoğan, “Pensilvanya’ya da sesleniyorum. Bu devlete, bu millete yaptığın ihanet yeter. Eğer sıkıysa memleketine gel. Oradan bu ülkeyi karıştırmaya gücün yetmeyecek” dedi.
06.45 Boğaziçi Köprüsü’ndeki askerler teslim oldu
06.50 TSK’dan Açıklama
Genelkurmay’ın resmi sitesinde saat 06.50’de yayınlanan bildiride, “Yurtta Sulh Harekatına kararlı şekilde devam edilmektedir” ifadelerini kullanıldı. Vatandaşların evlerinden çıkmamaları yönünde uyarıda bulunuldu.
07.02 Tuğgeneral Semih Terzi’nin öldürüldüğü açıklandı.
07.05 Başbakan: Muhalefete Teşekkür Ediyorum
Başbakan Binali Yıldırım, “Muhalefet liderlerine teşekkür ediyorum, demokrasiye sahip çıkmışlardır, darbe girişimine karşı net bir tavır göstererek, hükümetimizin yanında yer almıştır. İkincisi, vatandaşlarımız sokağı darbecilere bırakmamıştır, vatandaşlarımıza çok teşekkür ediyorum ancak vatandaşlarımız asla ayrılmasınlar, evinden kalkan hemen meydana insin, meydanı boş bırakmayalım” dedi.
07.35 köprüdeki askerlere saldırı
Reuters, görgü tanıklarının ifadelerine dayandırdığı haberinde, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı desteklemek için sokağa çıkan kişilerin Boğaziçi Köprüsü’ndeki askerlere saldırdığını belirtti.
07.55 Reuters: Genelkurmay başkanlığı hükümet yanlısı güçlerde
Reuters, üst düzey bir yetkiliye dayandırdığı haberinde, Genelkurmay Başkanlığı’nın hükümet yanlısı güçler tarafından kontrol altına alındığını kaydetti. Haberde, darbeci askerlerden oluşan küçük bir grubun direnmeye devam ettiği belirtildi.
İsyancı güçlerin jetlere ulaşımı kalmadığını aktaran yetkili, helikopterlerin de yakın zamanda indirileceğini ifade etti. Meclis’e ve Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ne saldırıların neredeyse durduğu aktarıldı.
08.15 boğaziçi köprüsü kısmen trafiğe açıldı
Gece boyunca tanklarla kapatılan Boğaziçi Köprüsü, askerlerin teslim olmasının ardından kısmen trafiğe açıldı.
08.25 genelkurmay başkanı kurtarıldı
Akıncılar Üssü’ne operasyon düzenlendi, Org. Hulusi Akar kurtarıldı. Akar’ın sağlık durumunun iyi olduğu belirtiliyor.
08.45 köprüler trafiğe kapatıldı
Boğaziçi köprüsü terkedilen tankların çekilmesi için çift yönlü, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü ise Avrupa yakası istikametine trafiğe kapatıldı.
09.00 Atatürk Havalimanı’nda uçuşlar normale döndü
09.19 müezzinoğlu: darbecilere idam cezası verilmesini masaya getireceğiz
Eski Sağlık Bakanı ve AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Müezzinoğlu, darbe girişiminden sonra “Darbecilere idam cezası verilmesini masaya getireceğiz” dedi.
09.46 Genelkurmay Başkanlığı’ndan çıkan 200’e yakın silahsız er ve erbaş polise teslim oldu.
09.52 Eski Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Akın Öztürk ile Kara Kuvvetleri Eğitim ve Doktrin Komutanlığı (EDOK) Muhabere ve Destek Eğitim Komutanı Korgeneral Metin İyidil hakkında, vatana ihanet suçundan işlem başlatıldı.
10.10 Boğaziçi Köprüsü’nde Bir Asker Başı Kesilerek Öldürüldü
T24’te yer alana habere göre, askerlerin teslim olduğu sırada saldırıya uğrayan askerlerden biri boğazı kesilerek öldürüldü.
10.57 İstanbul Emniyeti’nden Askerleri İhbar Edin Çağrısı
İstanbul Emniyeti’nden yapılan açıklamada “Sokakta üniformalı, eli silahlı kişilerin görülmesi durumunda ihbar edin” dedi.
12.00 Marmara Hava Sahası Kapatıldı
İstanbul’u da kapsayan Marmara Bölgesi üzerindeki hava sahası görerek uçuş yapan tüm sivil hava araçların uçuşlarına kapatıldı.
13.29 Darbeci Askerler Helikopterle Yunanistan’a Kaçtı, Türkiye İadelerini İstedi
Yunanistan’ın Dedeağaç kentine bir Türk askeri helikopterinin indiği bildirildi. Helikopterdeki sekiz kişi, Yunan polisi tarafından gözaltına alındı. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, “Helikopterle Yunanistan’a kaçan sekiz hain askerin derhal teslim edilmesini istedik” dedi.
13.36 Fidan: Nokta Operasyonuna Geçtik
13.43 Gökçek: Rus Uçağını Düşüren Pilot Darbe Girişimcilerinden Biri
CNN Türk’ün canlı yayınına katılan Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, 24 Kasım 2015’te Rus uçağını düşüren F16 pilotunun darbecilerden biri olduğunu söyledi.
13.45 KCK: Taraflardan birinin yanında yer alınmamalı
14.00 Darbe girişiminin ardından, Kuleli Askeri Lisesine düzenlenen operasyonda çok sayıda asker ve askeri lise öğrencisi gözaltına alındı.
14.34 Darbe girişimiyle ilgili, Diyarbakır 8. Jet Ana Üs Komutanlığında görevli aralarında 2 general ile askeri savcı ve hakimlerin de bulunduğu 100’e yakın askeri personel gözaltına alındı.
14.45 2745 Hakim HSYK Tarafından Açığa Alındı
15.20 Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, Diyanet TV’de bir açıklama yaptı: “Gün milletçe kenetlenme günüdür…”
15.34 Nato: Türk Halkının Demokrasiye Gösterdiği Destekten Memnuniyet Duyuyorum
15.40 Renzi: Darbe Girişiminin Bertaraf Edilmesinden Dolayı Rahatladım
15.52 Kerry: Türkiye, Gülen’in İadesi İçin Başvurmadı
15.57 Fransa: Türkiye’nin Bu Demokrasi Sınavından Başarıyla Çıkmasını Umuyoruz
16.20 AB’den Darbe Girişimine Kınama: Türkiye İle Dayanışma İçindeyiz
16.36 140 Yargıtay Ve 48 Danıştay Üyesi Hakkında Gözaltı Kararı
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının konuya ilişkin soruşturması kapsamında 140 Yargıtay ve 48 Danıştay üyesi hakkında gözaltı kararı alındı.
16.52 Kılıçdaroğlu: Keşke Türkiye Böyle Bir Travmayı Yaşamasaydı
Darbe girişiminin ardından bugün 17.00’de gerçekleştirilecek TBMM Genel Kurulu’na katılmak için Ankara’ya gelen CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, gazetecilerin sorularını yanıtladı.
“Keşke Türkiye böyle bir travmayı yaşamasaydı” diyen Kılıçdaroğlu, herkesin son derece üzgün olduğunu belirtti.
“Genelkurmay Başkanı ile görüştünüz mü?” sorusuna da Kılıçdaroğlu, ‘Hayır’ karşılığını verdi.
16.54 İncirlik Hava Üssü Giriş-Çıkışa Kapatıldı
CNN International, ABD ordusu tarafından kullanılan İncirlik Hava Üssü’nün Türk yetkililerce giriş-çıkışa kapatıldığını bildirdi. ABD’nin Adana Konsolosluğu’na dayandırılan haberde, üste elektriklerin kesildiği de aktarıldı.
Konsolosluk, ABD vatandaşlarını, ikinci bir bildirime kadar üsten uzak durmaları için uyardı.
16.55 Obama, Ulusal Güvenlik Konseyi’ni Türkiye İçin Toplayacak Haberi
Beyaz Saray, ABD Başkanı Obama’nın, Türkiye’deki gelişmelerin ele alınması için Ulusal Güvenlik Konseyi’ni toplayacağını açıkladı.
Almanya Başbakanı Angela Merkel, darbe girişimi hakkında yaptığı açıklamada, “Tüm Alman hükümeti adına, Türk askeri birliklerin, ülkesinin seçilmiş hükümetini ve seçilmiş cumhurbaşkanını zor kullanarak devirme girişimini en sert bir şekilde kınıyorum” ifadelerini kullandı.
17.00 Meclis’te AKP, CHP, MHP ve HDP ortak açıklaması
Olağanüstü toplanan meclis oturumu Meclis’teki dört partiden darbeye karşı ortak bildirinin okunmasıyla başladı.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar da, olağanüstü toplanan TBMM Genel Kurulu’nu izlemek üzere Meclise geldi.
17.44 Kılıçdaroğlu: Anayasa Ve Hukukun Dışına Çıkanlar Bedelini Ödemeli
18.00 Bahçeli: Demokrasi Uçurumdan Dönmüştür
18.08 HDP: Hedef 78 Milyonun Siyasi İradesidir
HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş adına, HDP Grup Başkan Vekili İdris Baluken konuştu. Baluken’in açıklamalarından öne çıkan bölümler şunlar:
* Hedef 78 milyonun siyasi iradesidir.
* Parlamentonun bombalanması, yüzlerce sivil insanın sokak ortasında katledilmesi, havadan yapılan saldırılar, tipik bir darbeyi aşan vahşet, katliam ve kaos içeren bir planlamayı yapan aklın ürünüdür.
* Türkiye’de devleti ele geçirmeye çalışan iktidar kavgaları ve toplumsal kutuplaşmalar ülkeyi uçurumun kenarına sürüklemekteydi.
* HDP olarak darbe girişimine zemin hazırlayan tarihsel gerçeklerden birinin 7 Haziran’dan sonraki çatışmalı ortam olduğunu ifade etmekteyiz uzun süredir. Tankların şehirlere inmesi, demokrasi dışı güçlere yasal ve fiili güçler katarak darbe mekaniğini diri tutmuştur
* Barış yoksa darbe ihtimali vardır. Ankara’da tankları ve savaş uçaklarını ortaya çıkaran tehlikeyi bu bakış açısı üzerinden ortaya çıkarmamız gerekiyor. Bu meclis kürsüsünde defalarca Cizre, Sur, Nusaybin, Şırnak’ta yaşananların Ankara, İstanbul, İzmir’de yaşanma ihtimaline dikkat çektik. Ne yazık ki bunu anlamamız için dün ki darbe girişiminin gerçekleşmesi beklendi.
18.40 Yaşanan darbe girişiminin ardındaki isim olduğu iddia edilen eski Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Akın Öztürk gözaltına alındı.
19.17 Perinçek: Darbe Girişimi Türkiye’nin Rusya Ve Asya İle Yakınlaşmasına ABD’nin Tepkisidir
19.25 Milli Savunma Bakanı Işık: Darbe Engellendi
Işık, operasyonların tamamlandığını da açıkladı.
19.40 Başbakan Binali Yıldırım, Genel Kurul sonrasında TBMM önündeki kalabalığa hitap etti. Yıldırım, kalabalığın ‘İdam isteriz’ tezahüratını ‘Mesajınızı aldık’ yanıtı verdi.
20:01 Yunanistan’a Kaçan 8 Askerin İlk İfadesi Ortaya Çıktı
Dedeağaç Polis Merkezi’ndeki sorgudan çıkarak DHA’nın sorularını yanıtlayan Avukat Lia Marikani, polislerin saat 13.30’dan bu yana helikopterle Yunanistan’a kaçan sekiz Türk askerini sorguladığını söyledi.
Türkiye’den gelen askerlerin, ‘ülkeye kaçak girmek’ ve ‘iki ülke arasında dostluğu tehlikeyle sokmak’ ile suçlandığını söyleyen Marikani, sekiz askeri ifadelerine ilişkin şunları söyledi: “İstanbul’da yaşanan olaylar sırasında 4 helikopter ile yaralıları taşımak için görevlendirilmişler. Yaralıları olay yerinden alıp ambulanslara götürmek istedikleri sırada yerden ateş açılmış. Üç helikopterden inerek 8’i bir helikoptere binmiş. Daha sonra Yunanistan’a yakın ormanlık bir bölgede helikopter ile iniş yapmışlar. Burada ne yapacaklarını aralarına tartışarak Yunanistan’a gelmeye karar vermişler. Bu sırada cep telefonundan aileleri ile görüştüklerinde darbe girişiminden haberleri olmuş. Daha sonra Yunanistan’a geçmişler.”
20.13 Kocyas’tan 8 Askerin İadesi Hakkında Açıklama
Yunanistan Dışişleri Bakanı Nikos Kocyas, helikopterle Yunanistan’a kaçan 8 askeri personele ilişkin, “Gözaltına alınanların ülkelerinde anayasal düzeni çiğnediklerine ve demokrasiye müdahale ettiklerine dair suçlamalar ciddi bir şekilde ele alınacaktır” açıklamasında bulundu.
21.05 Barzani’den Darbe Girişimine Kınama
20.35 Beyaz Saray’dan ‘Seçilmiş Sivil Hükümete Destek’ Açıklaması
Beyaz Saray, Türkiye’deki darbe girişimiyle ilgili son durumu değerlendirmek üzere ABD Başkanı Obama ile Ulusal Güvenlik Konseyi yetkililerinin gerçekleştirdiği görüşmenin ardından yazılı açıklama yaptı. Açıklamada, “Başkan Obama, ABD’nin, Türkiye’nin demokratik yollardan seçilmiş sivil hükümetine koşulsuz desteğinin altını çizdi” ifadelerine yer verildi.
21.39 ‘Darbenin Arkasında Amerika Var’
Habertürk yayınına katılan Çalışma Bakanı Süleyman Soylu, “Darbenin arkasında Amerika var. Oradan yayınlanan birkaç dergi, birkaç aydır faaliyette bulunuyordu” dedi.
22.59 Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Meclis Başkanı İsmail Kahraman, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu ve MHP lideri Devlet Bahçeli’yi arayarak darbe girişimine karşı durdukları için teşekkür etti.
00.32 Yunanistan’a kaçan askerlerin kullandığı helikopter, TSK personeli tarafından teslim alınarak, Dedeağaç Havalimanı’ndan Türkiye’ye hareket etti.

Gazeteci Ahmet Şık 15 Temmuz Darbe Girişimi ile ilgili sosyal medya hesabından iddialarda bulundu. Ahmet Şık’ın iddiaları şöyle:
“Ankara’dan istihbarat kaynaklı bir takım iddialar:
Ordudaki Cemaat kadrolarına yönelen soruşturmalarla ilgili 16 Temmuz sabah erkenden operasyonların ilk dalgasının yapılmasına karar verildi. İzmir askeri casusluk davası kumpas soruşturmasın savcısı Okan Bato’nun şüpheli listesindeki askerlerin tamamı hakkında gözaltı kararı var. Bunun dışında komuta kademesindeki birçok rütbeliyi kapsayan gözaltı kararı verilmişti. Savcı Bato’nun, Ağustos şurasından önce operasyonların başlatılması önerisi Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından onaylanmıştı. Gözaltı kararları ve yapılacak operasyonlarla ilgili Genelkurmay’a bilgi verildi onay alındı. Bu sabah 04’te operasyonlar başlayacaktı. Aralarında darbe girişimine kalkışanların da bulunduğu haklarında gözaltı kararı verilen tüm askerler teknik takip altındaydı. 15 Temmuz gündüz saatlerinde teknik izleme yapan birimler olağan dışı hareketlilik gözlemlendiğini rapor etti. Ancak ne olduğu anlaşılamadı. 15 Temmuz gecesi ise darbe girişimi ortaya çıktı. Tahminen daha ileri tarih için planlanan darbe girişiminin B planı devreye sokuldu. Jandarma ve Hava Kuvvetleri merkezli darbe girişiminin beyni Cemaat. Sayıca çok büyük değillerdi ve ordu içinden destekleri zayıf kaldı. AKP ve Erdoğan karşıtı asker ve sivillerin kendilerine destek vereceklerini, AKP yanlılarına karşı yanlarında duracağını düşündüler. PKK ile devam eden savaş koşulları nedeniyle ciddi eylemler gerçekleştirileceği ve darbe girişimine karşı güçlerin bölüneceği hesaplanmıştı. Bu planların hiçbiri tutmadı. Başlangıçta adı darbeci diye anılan 1. Ordu Komutanlığından da karşıt açıklama gelmesi ellerini zayıflattı. Operasyonlar sürecek. Önceden de belirlenen asker, polis ve yargı başta olmak üzere bürokrasideki tüm isimler gözaltına alınacak. Yargının tüm birimlerinde Cemaat’le bağları tespit edilenlerin hepsi görevden alınacak. Bank Asya krizi sırasında Cemaat’in çağrısıyla bankada hesap açtıkları belirlenen çok sayıda polis meslekten çıkarılacak. Özetin özeti: Korunan demokrasi değil parlamenter sistem oldu. Apoletli faşizm ile sivil faşizmin taht savaşının tek kazananı faşizm oldu.”
“Yurtta Sulh Konseyi” adlı darbeci gruba bağlı olduğu iddiasıyla gözaltına alınanlar arasında, 2. Ordu Komutanı Orgeneral Adem Huduti’nin de bulunduğu duyuruldu.
Huduti’nin yanı sıra 2. Ordu Kurmay Başkanı ve Malatya Garnizon Komutanı Tümgeneral Avni Angun da gözaltına alındı.
Huduti, Cizre ve Sur’da kış aylarında sürdürülen operasyonları komuta etmişti.
Huduti, hükümete yakın medyada “Sur’u ve Cizre’yi temizleyen komutan” olarak övülmüştü.

Dünya Basınına Darbe Girişimi “Ülkenin Kontrolü Kimde Belli Değil” Şeklinde Yansıdı
Dünya Basınına Yansıyan Bazı Başlıklar Şöyle:
New York Times gazetesi, “Başbakan, askeri darbe girişimi olduğunu söyledi” başlığıyla darbeyi duyurdu. Gazete, Türkiye’nin 3 kez darbeye sahne olduğunu belirtirken, “ülkenin kimin kontrolünde olduğu şimdilik belli değil” diye paylaştı.
Reuters Haber Ajansı ilk olarak İstanbul’daki köprülerin ulaşıma kapatıldığını duyururken, bir subayın “askerlerin diğer kentlerde de harekete geçtiğini’ söylediğini duyurdu. Reuters, “ancak hangi askerler olduğunu söylemedi” diye yorumladı.
Associated Press Haber Ajansı da gelişmeyi son dakika haberi olarak verirken, askeri jetlerin ve helikopterlerin alçaktan uçtuğu ve askerin köprülerden geçişi engellediği bilgisini paylaştı.
Fransız Le Monde gazetesinin internet sayfasında “Türk başbakanı darbe girişimini bildirdi” başlığıyla verdi.
Le Monde, Yıldırım’ın ‘bedelini en ağır şekilde ödeyecekler’ biçimindeki açıklamasını öne çıkardı.
15 Temmuz darbe girişiminin yankıları

Ortak Sömürgeye Yönelik “Darbe Girişimine” İlişkin İlk Açıklamalar…

İsrail: Haaretz’de yer alan habere göre, İsrail Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Emmanuel Nahshon, “İsrail, Türkiye’deki demokratik süreçlere saygılı ve iki ülke arasındaki uzlaşma sürecinin devam etmesini bekliyor” dedi.
ABD: ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, ilk saatlerde, “Türkiye için istikrar, barış ve süreklilik umduğumu söylüyorum” dedi. Daha geç saatlerde ise, Kerry, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nu aradı; “Demokrasiye inanıyoruz, Türk demokrasisine destek veriyoruz” dedi. ABD Başkanı Obama da hükümeti destekleme çağrısı yaptı.
Rusya: Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, “Türkiye’deki olaylara ilişkin reel zamanda bilgiler alıyoruz. Her türlü ölümcül çatışmadan uzak durulması ve tüm sorunların anayasa çerçevesinde çözülmesi gerek” ifadelerini kullandı.
Avrupa Birliği: Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Jagland, “Demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğünü savunan Avrupa Konseyi’nin bir üyesi olan Türkiye’de demokratik olarak seçilmiş liderleri devirmeye yönelik herhangi bir eylem kabul edilemez’’ dedi.
İngiltere: İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nın internet sitesinden yayınlanan duyuruda, İngiliz hükümetinin Ankara ve İstanbul’daki gelişmelerden kaygı duyduğu belirtildi.
Almanya Başbakanı Merkel: Türkiye Konusunda Endişeliyim
Almanya Başbakanı Angela Merkel, NATO müttefiki Türkiye’deki gelişmeleri endişeyle izlediğini belirterek, Türkiye’nin darbe girişiminin sorumlularının peşine düşerken ölçülü davranması gerektiğini söyledi.
Merkel, “Tabii ki böylesi bir darbe girişimi gerçekleştiğinde bu isyancılara karşı anayasal düzenin elverdiği çerçevede bütün imkânlarla hareket etmek önemli” dedi ve ekledi: “Anayasal bir devlette -ki beni endişelendiren ve yakından takip ettiğim de bu- ölçülü olma prensibi herkes tarafından garanti edilmelidir.”
Beşar Esad: Erdoğan Darbeyi Muhalefeti Susturmak İçin Kullanıyor
Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad, Türkiye’deki darbe girişimi ile ilgili yaptığı değerlendirmede şunları söyledi: “İki gün önce Türkiye’de yaşanan olayların ne olduğu henüz kesinleşmiş değil. Herkes yaşananlarla ilgili tahminlerini ve öngörülerini dile getiriyor. Bazıları, Türkiye Cumhurbaşkanının bu olayı Türkiye’deki ordu, yargı ve siyaset kurumlarındaki her türlü muhalefete son vermek için kullanmak istediğini söylüyor.”
İran: TSK’deki bir grup askerin darbe teşebbüsünün ardından açıklamalarda bulunan İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif Suudi Arabistan ve Katar’ın da olduğu kimi ülkelerin Türkiye’deki darbe girişiminin başarılı olmasından yana olduklarını belirtti.
El Fetih Yetkilisi: Hamas, Erdoğan’a Yardım için Türkiye’ye Silahlı Militanlarını Gönderdi
El Fetih Siyasi İlişkiler Sorumlusu Serhen Yusuf Mihemed, katıldığı Süleymaniye’deki Abdullah Öcalan’ın Düşünceleriyle Ortadoğu’da Barış ve İstikrar Konferansı’nda Hamas’ın 15 Temmuz darbe girişiminin ardından AKP hükümetine yardım amacıyla silahlı güçlerini Türkiye’ye gönderdiğini ifade etti.
ABD İstihbarat Direktörü: “Muhataplarımızın birçoğu görevden uzaklaştırıldı”
Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Ulusal İstihbarat Direktörü emekli General James Clapper Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesindeki ‘temizliğin’ terör milisi IŞİD ile mücadeleyi zorlaştırdığını söyledi.
Clapper Aspen’deki güvenlik konferansında bir soru üzerine, ‘ordudaki ihraç kararlarının Türk güvenlik mekanizmasının bütün alanlarını etkilediğini’, belirtti.
ABD Ulusal İstihbarat Direktörü James Clapper, “Muhataplarımızın birçoğu görevden uzaklaştırıldı ya da tutuklandı. Bunun Türklerle yürüttüğümüz işbirliğini zayıflatıp zorlaştıracağı şüphe götürmez”, dedi.

New York Times: “Erdoğan’ın Pervasız İntikamı”
15 Temmuz darbe girişiminin ardından Türkiye’de yaşananları ele alan New York Times gazetesinde “Erdoğan’ın Pervasız İntikamı” başlıklı bir yazı kaleme alındı.
Yazıda, “Aynı zamanda Türkiye’nin kırılgan demokrasisinin bu mücadeleden sağ çıkıp çıkamayacağı da, fiilen otoriter bir devlet haline gelip gelmeyeceği de açık değil”
“Paronaya eşiğindeki otoriter eğilimi güçlenmişe benziyor” dendi.
Sokaktaki halkın demokratik bir lidere ihtiyacı olduğunu ifade eden New York Times, “Şimdiye dek, Erdoğan bu liderlik testini geçememiş görünüyor. Darbe girişimi Erdoğan’ın liderliğine damga vuran paranoya eşiğindeki otoriter eğilimi daha da güçlendirmişe benziyor” diye yazdı.
“Hükümetin kan banyosu Türkiye’yi daha da istikrarsızlaştırabilir”
NATO ve AB ile ilişkilerin Türkiye’ye idam geldiği takdirde biteceğini yazan Times, “Ama elbette hükümetin müsaade ettiği bir kan banyosu Türkiye’yi daha da istikrarsızlaştırabilir ve Erdoğan’ı, Türkiye’nin Müslüman demokrasi modeli vaadini yok eden adam olarak damgalayabilir” ifadeleri kullanıldı.

Robert Fisk:”Darbe bir sonraki darbeye kadar engellendi.”
Independent’ın Muhabiri Robert Fisk, Türkiye’deki darbe girişimini değerlendirdi. Darbenin bir sonraki darbeye kadar engellendiğini savundu.
Darbenin başarısız olmasının ordunun Erdoğan’a sadakati anlamına gelmeyeceğini söyleyen Fisk ayrıca, 161 ölünün, Türkiye’nin Ortadoğu’daki ulus-devletlerin çöküşünden bağımsız kalamayacağını gösterdiğini savundu.
“Ortadoğu’daki devletler çöküyor”
Dün yaşananların Ortadoğu’daki sınırların ve devletlerin çökmesi ile bağlantılı olduğunu kaydeden Fisk, istikrarsızlığın bölgede yolsuzluk kadar yaygın olduğunu belirtti.
“Erdoğan’a da Mursi gibi davranılacak”
Fisk, ABD’nin “seçilmiş hükümete” destek açıklaması yaptığını, ancak 2013’teki Mısır darbesinde olduğu gibi darbenin başarıya ulaşması durumunda Erdoğan’a da Mursi gibi davranılacağından emin olunması gerektiğini vurguladı.
Erdoğan’ın Putin’den özür dilemesi ve Netanyahu ile arasını düzeltmesinin, orduya güveninin bitmesiyle kıyaslanamayacağını savunan Fisk, “Bu durumda konsantre olman gereken daha ciddi meseleler vardır” dedi.
Fisk, ordu içinde darbe yapmaya niyetlenen askerlerin, Erdoğan’ın ülkelerini yok ettiğini düşünenlerin çok küçük bir kısmı olduğunu da ileri sürdü.
Fisk birkaç ay ya da yıl içerisinde yeni bir darbeye hazır olunması gerektiğini belirtti.
Kaynak: direnisteyiz3.org, Sputnik

33’ler Suruç’tur; biz 33’leriz!

“ölümün içinden yeşerir yaşamak.”
Bazı anlar vardır, söyleyecek söz bulamazsın; öyle bir şey işte…
20 Temmuz 2015 Suruç Katliamı ardından sözün bitirildiği, tüketildiği zamanlardayız; acıyı, öfkeyi nasıl ifade edebilirim?
Kolay mı? Suruç’tan sonra aldığım her nefes içimde isyan ediyorken; bıçağın kemiğe dayanmaktan öte, kemiği delip geçtiği bir hâl bu.
“Yaşamak şakaya gelmez” demişti şair. Öyle yaptılar. Büyük bir ciddiyetle, sosyalistçe yaşadılar. İşleri güçleri aşk, hayat ve devrim için yaşamak oldu.
* * * * *
Biz Onları çok sevdik: Çünkü Paramaz Kızılbaş’ı selamlayıp, “Hayal gücü iktidara,” diyenlerdi Onlar…
Polen Ünlü gibi, gülüşleriyle yüreğimize, duruşlarıyla beynimize kazınan 33 yürekli, sosyalist devrimciydiler.
Ece Ayhan’ın, “Tarihi düzünden okumaya ayaklanan çocuklar”ındandılar.
“Umut(umuz)” denilen şeyin bombalarla yok edilemezliğini; dost düşman herkese bir kez daha öğreten Onlar; Turgut Uyar’ın, “Birisi bir camı açar, birden haykırır/ Sen de varsın ey hayat,/ Tıpkı, ölüm gibi,” dizelerini terennüm edenlerdi…
Ya da Hasan Hüseyin Korkmazgil’in, “elbet bir bildiği var bu çocukların, yoksa kolay değil genç yaşta ölmek” dediklerindendiler…
Onlar hepimize, herkese, bila istisna; “Aşk olsun size çocuklar aşk olsun!” dedirtenlerdi…
* * * * *
“Terör eylemi tam da budur işte!” dedirten; Onların katli coğrafyamız için bir milattır.
Çevresine ölüm saçanların, hayatı savunanlara reva gördüğü bir zulümdür.
Kürtlerin Rojava ve Kobanê’deki atılımlarıyla, onlarla enternasyonalist dayanışmaya gözdağı vermeye yönelik devreye sokulan Suruç saldırısı, polislerin yaralıları taşıyanlara saldırdığı devlet destekli katliamdır.
Korkunçtur; vahşettir; devlet mamûlatıdır; egemen nefretin yarattığı kan gölüdür.
O bir AKP-IŞİD ortak yapımıdır; katliamıdır ve insanlık suçudur.
* * * * *
Katil(ler)i tanıyorsunuz; azmettiricileri de ayan beyan ortadadır.
Katliamın sorumluları, IŞİD’i besleyenler, barındıranlar, silahlandıranlardır.
Emri verenin kim olduğu bellidir; vahşeti devlet ile IŞİD birlikte gerçekleştirdi; Selahattin Demirtaş’ın, “IŞİD’in başını okşayan Ankara’daki yöneticiler bu barbarlığın suç ortağıdırlar,” ifadesindeki üzere…
Roboskî’den Reyhanlı’ya; Gezi/ Haziran’a uzanan devlet terörüyle, Kürt illerindeki kırımlarla, AKP Türkiye’si karanlık bir coğrafyaya dönüşmüştür.
Kırım ve kıyımlar saymakla, anmakla bitmiyor.
Katil(ler)in hiç birisi hukuk önünde sağlıklı yargılamadan geç(iril)mediği gibi, Sünnî ve Türk olmayan herkes hoyrat bir ayrımcılığa maruz bırakıldı.
Farklı düşüncenin örgütlenmesine, kendini ifade etmesine tahammül edilmedi.
Tüm bunların ve daha fazlasının sorumlusu kirli savaş mimarı AKP’dir; Ankara Katliamı’nın sorumlusu da, Reyhanlı ve Suruç’un faillerini ortaya çıkartmayanlardır.
IŞİD İstanbul’da toplu bayram namazı kılıp tehditler savurmuşken; AKP’nin haberi ve onayı olmadan, hiçbir şeyin olması mümkün değildir.
Bir an anımsayın: AKP, IŞİD’e canlı kalkan olarak kullanacakları 49 konsolosluk görevlisi ve karargâha çevirecekleri bir konsolosluk binası vermedi mi?
Sözde rehinelere karşılık cezaevlerindeki 180 cihatçıyı salıvermedi mi?
TIR’lar dolusu silah(lar) vermedi mi?
Libya’dan gelen cihatçıları karşılayacak liman ve Orta Asya ile Kafkasya’dan gelenleri taşıyacak uçak vermedi mi?
Kürtlere saldırsınlar diye yol ve sınırı rahat rahat kullansınlar diye geçişlere göz yummadı mı?
Kafa kesmekten yorulduklarında gelip dinlenecekleri sınır kentlerini tatil beldelerine dönüştürmedi mi?
Yağmaladıkları petrollerini satacakları pazar sunmadı mı?
Bunlar, fazlasıyla böyleyken; Suruç’un ve bundan sonra olabilecek katliamların sorumlusu AKP ve ona oy verenlerdir!
* * * * *
Coğrafyamız, Pakistan oldu; Pakistanlaştı.
İnsanların parçalanmış cesetlerinin, bir kez daha Sivas’ı, Çorum’u, Maraş’ı anımsattığı tabloda “Bunu devlet yaptı,” diyenler haklıdır; “MİT yaptı,” diyenler de haklıdır; bunun neresinde olursa olsun, suçlu devlet ve istihbarat teşkilâtıdır.
Ancak kimse Suruç’un sorumlusu “sadece AKP”dir, “IŞİD”dir diyerek kurtulmaya çalışmasın. Herkes yaptıklarının, söylediklerinin mantıksal sonuçlarından sorumludur… Katliamın sorumlusu, içi Kürt nefretiyle kapkara olmuş, yürekleri kurumuş, ırkçısı, İslâmcısı, ulusal solcusudur, medyasıdır da…
Evet, Ahmet Ümit’in, “Suruç’u yazamayan basın seri katile bağladı,” dediği ve Cumhurbaşkanı 7 Haziran 2016 sonrasında hükümet kurma görevini günlerce bekletip, AKP’nin bir hükümet kuramadığı, kurdurtulmadığı, kurmak da istemediği bir dönemde işlenen “Yeni Türkiye”nin kolektif suçlarındandır Suruç…
Kaldı ki 1 Kasım seçimleri için Türkiye’ye gelen Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi heyetinin başkanı Andreas Gross’un, 100’ü aşkın insanın öldürüldüğü Ankara Katliamını, Türkiye’nin güvenlik güçlerinin bilmemesinin mümkün olmadığını vurgulaması da boşuna değildir.
Amara Kültür Merkezi önünde gerçekleştirilen katliam için şu şöyle olmuş, bu böyle olmuş demek anlamsız. İstihbarat teşkilâtı burada insanların ölmesine göz yummuştur. Bu insan(lar)ı AKP, kapitalizm katletmiştir.
* * * * *
Suruç, “yine” faili bulunamayacak bir katliamdır. Bu belli değil mi, bugüne dek, olayla ilgili hiç bir şey ortaya çıkartılmamıştır.
Oysa Diyarbakır’ın bağlantıları ortaya çıkartılsaydı, Suruç, Ankara olmazdı.
Hesabı sorulmayan her cinayet, katliam bir sonrakine yol verip, fırsat sunarken; hesap sorulsaydı, katliamı yapanlar, arkasındakiler açığa çıkartılsaydı, bundan sonrakiler olmayacaktı.
Oysa Gökçer Tahincioğlu’nun, “Bir mitingi patlatmak için yola çıkan zanlı otelde bulunduğunda arama kayıtları yok edilir,” notunu düştüğü Suruç’un ardından Kızılay, “Kan vermeyin, ihtiyaç yok,” dedi; THY, 180 TL olan uçuş ücretini 400 TL’ye yükseltti!
A. Davutoğlu’nun “açıklama”sına(?) göre, “Suruç’taki saldırının hedefi Türkiye” imiş! Ne kadar da aydınlandık değil mi?
Ya polis? Adli tıbba taşınanlara polis saldırıyor; yaralıları taşıyanlara gülerek bakıyor ve gaz bombası atıyorken; hükümet yalakaları da, “Suruç ile AKP’yi mağdur etmeye çalışıyorlar,” diye çığrışıyorlardı!
‘Suruç Aileleri İnisiyatifi’ ile ‘Suruç için Adalet Platformu’ üyelerinin, savcısı ile görüşmesi ardından, dava avukatlarından Gülhan Kaya, gizlilik kararı devam ettiği, “Daha önce aldığımız cevaplara benzer ‘incelemeler hâlâ devam ediyor’ cevabını aldık. Dosyanın ne aşamada olduğunu bilmiyoruz. Henüz bir dava açılması durumu da söz konusu değil. Dava ile ilgili bir yol kat edilmiş değil. Ankara katliamı ile Pirsus katliamı failleri arasında bağlantı olduğu, buna ilişkin kimi belgeleri basından öğrendik. Bir yıla yaklaştı. Dosyada bir adım dahi yol katledilmedi. Bir kısım aile henüz eşyalarını almış değil. Bazı ailelerimiz bu talepte bulundular, ancak bu talebimizde bu gün (20 Haziran 2016) reddedildi,” dedi.
Ayrıca Suruç’ta katledilen Murat Yurtgül’ün annesi Nimet Yurtgül, gözyaşları içerisinde oğlunun öldüğü yeri öperek ağıt yakıp, “Benim oğlum ne yaptı ki? O barış istedi barış. Benim çocuğum oyuncaklarıyla barış istedi. Onu öldürdüler. Onunla gurur duyuyorum. Onların da çocukları yok mu, yürekleri yanmıyor mu? Biz çocuklarımızı kaybetmişiz. Tek isteğimiz davanın açıklığa kavuşturularak sonuçlanmasıdır,” derken; anma nöbetinde “Kalplerimiz adalet için atsın, gizlilik kararı kaldırılsın” yazılı pankart açıldı.
Evet, evet olup bit(mey)enler yani bunlar kötü bir şaka değil; onların gerçeğidir!
* * * * *
Onların gerçeği, “yok başka bir cehennem yaşıyorsunuz, yaşıyoruz işte,” dizelerindeki Dersim, Sivas, Maraş, Çorum, 1 Mayıs 1977 Katliamları’dır; Auschwitz, Treblinka, Hiroşima, Nagazaki, Srebrenica’dır.
Sonra Roboskî, Reyhanlı, Soma, Ermenek, Diyarbakır ve şimdi de Suruç… (Suruç’un, Paris’teki Charlie Hebdo Baskını’ndan, Londra’daki Metro Saldırısı’ndan veya İstanbul’daki 29 Haziran 2016’daki Hava Limanı saldırısından ya da diğerlerinden ne farkı var ki?)
Hatta daha da fazlası: Onların, “insan”la, “insanlık”la ne alâkâsı olabilir ki?
Coğrafyamızda insan(lar)ın KaçAK-saray’ın girişinin koruduğu gibi korunmadığı, insan(lığ)ın yok edildiği “Yeni Türkiye” budur…
* * * * *
Suruç’tan sonrasına gelince: Suruç başlangıçtı. Sonrası malum!
Mehveş Evin’in ifadesiyle, “Savaş artık her yerde… ‘Türkiye Pakistanlaşacak’ tezi gerçek oldu… Hiç kimse, hiçbir yerde güvende değil”ken; Suruç, bize hüzne değil, öfkeye muhtaç olduğumuzu öğretir.
33’ler korkmadı; siz de korkmayın kardeşler.
Korkmayın ve gözyaşı dökmeyin ki, vahşetin mimarları amacına ulaşmış olmasın!
Barbar vicdansızlığın sınırı olmadığını bir kere daha görmek yüreklerimizi ezmiş olsa da; ağlamayıp, öfkeleneceğiz.
Sağlam, çok sağlam durun kardeşler; tıpkı Onlar gibi…
Daha ağır günler, daha acı günler eşikte.
Şimdi korkuyu değil umudu büyütme; gözyaşı dökme yerine öfkelenme zamanıdır.
Öfkelenin ve iyi olmayın!
Her gün, yaşam için öl(dürül)üyorken; biz iyi değiliz, siz de iyi olmayın
Biz o gün Charlie Hebdo’yduk; dün Madımak, bugün de Suruç…
Hatırlayın: “İyi olmayın,” demiş saldırıdan yaralı kurtulan Loren Elva, “Artık bana bir daha hiç bir zaman ‘Nasılsın’ diye sormayın. Hayatımdaki en değerli varlıkları kaybettim. Ve bir kez daha yineliyorum bu saatten sonra da iyi değilim, iyi olmayacağım, iyi olmayın!” haykırışıyla…
* * * * *
Coğrafyamızda ölmek kolay, yaşamak zorken; insanca, kardeşçe yaşamak kolay olmasa da; hesap mahşere kalmayacak; emin olun kalmayacak.
Yas tutmayacağız. Savaşacağız. Bulunduğumuz her yerde savaşacağız. Eğer yas tutmak için başımızı öne eğersek, o anda ensemize bir IŞİD/AKP kurşunu daha gelir.
Yine ölmedik; öldüremediler Onları; öldüremeyecekler asla biz(ler)i.
Sıyrılıp gelenin ifadesi olan 33’lerden biz(ler)e kalan özgürlük renginde gülüşleri ve Hasan Hüseyin Korkmazgil’in “kandan kına yakılır mı?” dizesinde ifadesini bulan kararlılıklarıdır.
Emin olun; asla şüpheye düşmeyin: Pablo Neruda’nın dediği gibi, “Dünyadaki tüm çiçekleri koparsalar dahi baharın gelişini asla engelleyemeyecekler”…
Çünkü Onlar; ““Nâzım kadar coşkulu/Aragon kadar aşık/ Lorca kadar yaralıydık,” dizelerinde Murathan Mungan’ın anlattıklarıydılar.
Çünkü Onlar; “vurun ulan,/ vurun,/ ben kolay ölmem./ ocakta küllenmiş közüm,/ karnımda sözüm var/ hâldan bilene,” diye haykıran Ahmed Arif’in yoldaşlarıdır.
Çünkü Onlar; “yine doğumdayız işte, yine sevinçteyiz./ bitmedi daha sürüyor o kavga/ ve sürecek/ yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!” dizelerindeki Adnan Yücel’in umutlarıyla silahlananlardır.
* * * * *
Bütün insanlık suçları gibi Suruç’un da hesabı sorulacakken; gelecek(imiz), elbette onu yaratan 33’lerin olacaktır; elbette bunun için ödenmesi gereken bedel sonuna dek ödenerek!
Kolay mı? Paul Simon’un, “Günümüz insanının, metronun zamanında gelmesini temenni etmekten başka hiç bir beklentisi yoktur”; Claude Lucas’ın, “Yirminci yüzyılda özgür olmak demek terliğini, pijamanı giyip, sıcak evinde oturmak demektir,” dizeleriyle betimlenen kapitalist yabancılaşma dünyasında; “Ya düşlerinin peşine düşmeyi seçersin, ya da olanları kabullenmeyi. ‘İyi ki’lerinle güçlenir, ‘keşke’lerinle tükenirsin. Karar senin,” diyen Charles Bukowski’nin uyarısını “es” geçmeden Prometheus’u, Spartküs’ü, demirci Kawa’yı, Şeyh Bedreddin’i ve ötekilerle 33’leri asla unutmayıp, açtıkları yoldan yürümekten vazgeçmeyeceğiz…
Çünkü şüphemiz yok: “Kimsenin tarihin tekerleğini sonsuza dek tersine çevirmeye gücü yetmez. Şimdi hesap zamanı, bilme vakti; yenilenler için hezimet, bu gerilimin ardından, bilginin dövüşken güzüyle donanacak. (…)
Yenilenler efsanevi mağluplar, bizimdir karşı çıkışlarınızın o destansı mirası! Siz! Eski zamanın ezilenleri! Mezarların ihtişamı uğruna sakatlanan o kutsal-güneşin köleleri! Derinizle aynı renkteki toprakla birlikte satılanlar, kara sabana koşulanlar! Otlaklar çitlerle çevrilince pamuk tarlalarında, kömür ocaklarında kan ter döken yerinden yurdundan edilmiş çocuklar! Siz kabullendiniz mi bunu? Kimse kabullenmez asla bunu!
Spartaküs, Köylü Jacquou! Thomas Münzer! Ve sizler: Ovaların baldırı çıplakları, balçıklı çeltik tarlalarının Taipingleri, Çartistler ve makine kırıcılar, kenar mahalle sokaklarının üçkâğıtçıları, Babeufcu eşitlikçiler, Fransız Devrimi’nin baldırıçıplakları (sans-culottes) komüncüler, Spartakistler! Halk örgütlenmelerine ve büyük mahalle konseylerine katılan tüm o insanlar, terör döneminin hizipçileri, yaba taşıyıp, mızrak kuşananlar, barikatlarda savaşanlar, şatoları ateşe verenler! Ne kadar da çok oldukları şiddetle keşfedilen, tüm diğer kalabalıklar. Kendi faal bütünlüklerini tarih kıtalara ayrılırken keşfedenler! Subaylarını etçil balıklara atan denizciler, hudutlarının ileri karakolunda savaşan güneş ülkesi ütopyacıları, dinamitleri büyük bir iştahla kullanan And Dağları’nın Quechualı madencileri! Ve sömürgeci kokuşmuşlukta ışıldaya o panter desenli kalkanların arkasında dalga dalga yükselerek gelen Afrikalı asiler! Elbette, av tüfeğini çıkarıp, şüphe çekici bir yaban domuzu gibi Avrupa’nın ormanlarında işgalciye karşı direnişe başlayan yalnız adamı da unutmamalıyız. (…)
Hepiniz! Uçsuz bucaksız tarihten gelen kardeşlerimiz! Sizler bizim mağlubiyetimizi yargılıyor ve neden burada pes ediyorsunuz mu diyorsunuz? Söylenebilecek tüm sözler bir yana; yenilmedik mi biz? Sürekli olarak yenilmedik mi? Bizim hezimetimizi mahkûm etmeye cüret eden kimse bırakın kalksın ayağa! Bırakın hiç de utanç duymasın! Sizin müphem katiyetinizi biz doğurduk. Ve bugün sahip olduğunuz zafere yazgılı gücünüz, bizim size miras bıraktığımız girişimlerle aynı kumaştan ve aslında onların temize çekilmiş hâlinden ibaret. Siz, tevekkül edenler! Gerici bir yargıya bel bağlayarak, mağluplar gibi başınızı eğip, yenilgiyi kabullenerek bizim devasa çabamızı yerle bir mi edeceksiniz?
Hayır! diyorum, hayır! Tuzu kurular ve korkaklar bizi ilgilendirmiyor. Halkların sebatkâr hafızasıdır dünyadaki büyük boşluğu açan ve işte o boşluk içerisinde yüzyıllardır dikilmekte, komünizmin işaret feneri! Bütün zamanların halkları! Her yerdeki halklar! Hepiniz bizimlesiniz!”
33’ler ve tüm isyancılar için “Fama semper vivat/ Şân sonsuza kadar yaşasın”!
Yaşayacaklar da… q
3 Temmuz 2016 10:29:11, Ankara.

1  Pablo Neruda
2  Sibel Bahçetepe, “Ahmet Ümit: Suruç’u Yazamayan Basın Seri Katile Bağladı”, Cumhuriyet Sokak, 12 Haziran 2016, s.18.
3  Duygu Güvenç, “Güvenlik Kurumlarının Bilgisi Olmadan Ankara Saldırısı Olmaz”, Cumhuriyet, 4 Kasım 2015, s.12.
4  Gökçer Tahincioğlu, “Suruç’tan Sonra”, Milliyet, 26 Temmuz 2015, s.12.
5  “Suruç Soruşturmasında Bir İlerleme Yok”, 20 Haziran 2016… http://halkingunlugu.net/index.php/g%C3%BCncel/item/8457-suru%C3%A7-soru%C5%9Fturmas%C4%B1nda-bir-ilerleme-yok.html
6  “Suruç Saldırısında Ölen Oğlunun Can Verdiği Yeri Öptü”, Cumhuriyet, 22 Haziran 2016, s.12.
7  Müslümanların yapabileceği türden saldırı. İçinde Müslümanlığın ya da Müslümanların geçmediği intihar saldırısı var mıdır yakın tarihte? “Gerçek İslâm bu değil,” demeyin; karşımızdaki -İslâm- budur!
8  Mehveş Evin, “Suruç Katliamı: Savaş Artık Her Yerde”, Milliyet, 22 Temmuz 2015, s.13.
9  Alain Badiou, Komünist Hipotez, Çev: Oylum Bülbül, Encore Yayınevi, 2011.

Egemenlerin kavgasından emekçilere, halklara demokrasi çıkmaz! Kendi gücüne güven, örgütlen!

Sürekli birbiri ile çelişen haberler, yorumlar gerçekte ne yaşandığının üstünü örtmeye çalışma girişimlerini de göstermektedir. Örneğin, darbe girişimini eniştesinden öğrendiğini söyleyen cumhurbaşkanı, servis edilen haberlere göre, darbeden haberdar olduğu halde kendisine bildirmeyen MİT ve Genelkurmay başkanını görevden alamamaktadır.
Yağma ve talan üstüne kurulan AKP/Saray iktidarı, bir taraftan darbenin ezildiğini, bu girişimin kendileri için bir “lütuf” olduğunu söylese de, kendi seçmeni ve linç güruhlarını sokakta tutabilmek için her yolu denemektedir. Şu anda, kendi partileri de dahil, hiçbir kuruma güvenememektedir.
Devletin tüm kurumlarında gerçekleştirilen gözaltı, tutuklama, görevden alma furyası devletin işleyişini de zora sokmuş durumdadır.
Aynı zamanda, darbe girişiminin bastırılmasından aldıkları güçle, hızla kendilerini sağlama alacak, dağılan ittifak ilişkilerini toparlayacak adımlar atmaya çalışmaktadır.
Orduda, Ergenekon ve Balyoz davaları ile uzaklaştırdıkları subayları geri çağrıyorlar.
Ekonomide, patronları rahatlatacak, işçi-emekçilerin yaşamını daha da çekilmez hale getirecek önlemler alacaklarının sözünü veriyorlar.
Doğanın ve kentlerin yağması üzerinden rant dağıtmaya devam edeceklerini söylüyorlar.
Uluslararası sermayenin önünü daha da açacaklarını duyuruyorlar.
Ortaya çıkan bu kriz durumunun sorumlusu olduklarını teşhir edecek olan, tüm gerçekleri olduğu gibi ortaya koyacak olan toplumsal muhalefet güçlerini baskı altında tutmak için ise OHAL’i devreye sokuyorlar.
Korkuları,Gezi ve Kobane direnişi’nde açığa çıkan halkların ortak mücadele eğiliminin, 7 Haziran seçimlerinde kendini somut olarak ortaya koymasıdır.
Korkuları,bu sömürü, yağma ve zulüm düzenine karşı ortak mücadeleyi geliştiren işçi-emekçilerin, halkların varlığıdır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, darbe girişiminden iki gün sonra, “Gezici”lere seslenmesi, Gezi parkına topçu kışlası yapmaktan söz etmesi asıl korkularını da açığa vurmaktadır.
Gezi direnişi boyunca sokağa çıkan milyonların yanında, sözü bile edilmeyecek sayıda kendi kitlesini sokakta tutmaya çalışması, caddelerde gürültülü araç konvoyaları dolaştırması,emekçi mahallelere linç güruhlarını yönlendirmesi, bu çürümüş sisteme karşı; “Artık yeter!” diyecek milyonları susturma, sindirme girişimidir.
Korkuyorlar ve korkularını bizlere, insanca, onuruyla ve kardeşçe yaşamak isteyen milyonlara bulaştırmak istiyorlar.
Şimdi karar vermesi gereken, korkutulmaya çalışan bizleriz! Ya korkularımıza teslim olup, susup sinecek, kendimizin, çocuklarımızın geleceğini karartacağız. Ya da, egemenler arası iktidar kavgasında izleyici olmaktan çıkıp, kendi taleplerimiz, gündemlerimizle; insanca,onurumuzla ve kardeşçe yaşayacağımız bir ülke, dünya için direneceğiz.
Bunu başarmanın yolu çoğalmak değil, örgütlenmektir. Çünkü zaten çoğunluk olan biziz. Ama örgütlülüğümüzün zayıflığı gücümüzü sınırlamaktadır.
Kurtuluş ve özgürlük, bir kenarda gelecek güzel günleri bekleyerek; saldırıları seyrederek, birilerinin bizi kurtarmasını bekleyerek gelmeyecek.
Bulunduğumuz her yerde; mahallede,işyerinde, okulda,fabrikada.. birbirimizi bulmalı,örgütlenmeliyiz.
* Ulaştığımız herkese gerçekleri taşımalıyız.
* Bulunduğumuz her yerde, dernek, sendika, meslak odası, siyasi parti, devrimci örgütlerle ilişkiye geçmeliyiz.
* Yerellerde, toplumsal mücadele güçleri olarak yanyana gelmeli, ortak mücadeleyi adım adım örgütlemeli ve yükseltmeliyiz.
Sokakta, işyerinde, evde nefes alabilmemizin tek yolu budur.
Kendi gücüne güven, örgütlen!

Kaldıraç / 24 Temmuz 2016

Erdoğan’ın Putin’den özrü krizi çözer mi?

12 Şubat 2016 tarihinde yayınlanan ‘Türkiye’nin Dış Politikasının Çöküşü ve Suriye-Rojava Yenilgisi’ makalemde: “… Önümüzdeki birkaç ay içinde, Türkiye’nin ekonomik ve politik krizi derinleşeceğine dair birçok veri bulunuyor. Türkiye’nin bütün bunları aşabilmesi için önünde tek bir şart var: Önce Rusya’dan özür dilenmesi, sonra Rusya’nın şartlarının yerine getirilmesi. Peki, Erdoğan bu adamı atar mı; başka şansı bulunmuyor. Önümüzdeki birkaç ay içinde Erdoğan’ın Putin’den özür dilemesi sürpriz olmaz” ve hatta bunun “kaçınılmaz olduğuna” dikkat çekmiştim. Beklenen oldu; diklenen Erdoğan, çaresizlik içinde Putin’e mektup göndererek çok açık olarak ‘özür’ dilediği Rusya tarafından uluslararası kamuoyuna açıklandı. Bu gerçeğe rağmen Dışişleri Bakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı sözcülerinin Erdoğan’ın ‘özür’ mektubunu gizlemek için çok özel bir çaba içerisinde oldukları görülüyor. Ancak Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mariya Zaharova, bu konuya ilişkin bir soruyu yanıtlarken: “Şimdi engeller kaldırılıyor; çünkü Türkiye özür diledi… Bu özürleri kabul ettik…”
‘Asla özür dilemeyiz, biz haklıyız ve hatta Rusya bizden özür dilemelidir’ diyen bir iktidarının ve cumhurbaşkanının, tam tersi bir yönelimle özür mektubu göndermiş olmasının, Türkiye’nin bölgesel ve iç krizi ile birlikte değerlendirilmesi gerekir.
Türkiye çok yönlü bir krizle karşı karşıya bulunuyor. Uluslararası ve bölgesel ölçekteki bütün ilişkilerde ciddi darbeler alan, yalnızlaşan, bölgesel denklemin dışına düşen, oluşturulan politik stratejilerde artık hesaba katılmayan bir Türkiye gerçeğiyle karşı karşıyayız.
ABD bölgesel stratejilerini belirlerken artık AKP iktidarını ve özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı hesaba katmıyor. ABD’nin özellikle Irak ve Suriye politikasının belirlenmesinde Türkiye’nin politik ve bölgesel hassasiyetleri dikkate alınmıyor. Erdoğan’ın ‘terörist’ olarak ilan ettiği PYD ya da YPG/YPJ, ABD’nin yeni bölgesel ittifak gücü olarak ön plana çıktı. Türkiye’nin bütün ısrarlarına ve itirazlarına rağmen, ABD, Suriye’deki politik ve askeri geleceğini Kürtler üzerinde şekillendiriyor. Bunun bir başka ifadesi, artık resmiyet kazanan ve özellikle Suriye’nin iç denkleminde önemli bir güç olan PYD, ABD tarafından son derece önemsenmekte olup, önümüzdeki süreçte stratejik bir ittifak gücü olarak çok daha fazla ön plana çıkartılacaktır.
Bugün ABD askerlerinin YPG armalarıyla savaşa katılmaları, Türkiye’ye verilen çok net bir politik mesajdır. Menbiç’te YPG inisiyatifinde IŞİD’e karşı yürütülen savaş aynı zamanda Türkiye’nin bölgesel politikalarının tasfiyesinin önemli bir halkasını oluşturuyor. Menbiç’ten sonra esas meselenin Arfin’e kadar olan bölgenin özgürleştirilmesidir ve bu adım atılacaktır. Bir başka ifadeyle Rojava kantonlarının birleştirilme stratejinin aşamalı olarak yaşama geçirilmesidir. Türkiye ABD ile askeri bir çatışmaya girmeyeceğine göre; AKP iktidarı ve cumhurbaşkanı askeri ve politik olarak ABD karşısında ve bu nedenle de PYD karşısında kaybetmiş oluyor.
Diğer bir başka önemli faktör de, Suriye kökenli göçmenler nedeniyle AB/Brüksel ile ‘Ermeni soy kırım tasarısının’ parlamentoda kabul edilmesiyle Almanya/Berlin ile ilişkilerdeki gerilmenin giderek artmasıdır. Türkiye’nin özel bir beklentiye girdiği ‘vize serbesti’ kararının AB tarafından uygulanmaya konulmadı; ‘terörle mücadele kanunu’ndaki değişikliklerin yapılması başta olmak üzere demokratikleşmenin önündeki engellerin kaldırılmasında ısrar edilmesi, Türkiye’nin ‘vize serbesti’ beklentisini olumsuz yönde etkileyen bir faktör olarak ön plana çıktı.
AKP iktidarının Almanya üzerinde uygulamayı denediği şantaj politikalarına rağmen, ‘soykırım’ tasarısı kabul edildi. Hatta hem Almanya’nın AB içerisindeki stratejik konumunu ve gücünü hesaba katmadan; hem de Almanya ile yıllık ithalat ve ihracat oranının % 26 civarında olduğunu görmeden Berlin’i cezalandırmaya kalkmaları, politik analiz yapma yeteneğinin ne kadar zayıf ve basiretsiz olduğunu gösteriyor. AB ile Türkiye arasında ciddi ve etkili bir denge politikası oluşturan Almanya’ya karşı uygulanmak istenen kararlar, Almanya’ya hiçbir ciddi etkisi bulunmayacaktır. Tersine Türkiye’nin AB politikalarından bütünüyle yalnızlaşması ve izole olması anlamına gelecektir. Bu bakımdan Almanya’nın soykırım tasarısına karşı, Türkiye’nin Almanya’yı etkisizleştirecek hiçbir ciddi yönelimi olmayacaktır.
Rusya uçağının düşürülmesinden sonra, Putin’in AKP ve Erdoğan’ı beklenilenden çok sert bir şekilde cezalandırması, Türkiye’nin bölgesel dengelerini bütünüyle sarstı ve Türkiye’yi Suriye’de adeta yok hükmünde bir uygulamaya yöneltti. Aynı şekilde Türkiye ile olan bütün ekonomik ilişkileri minimum düzeye indirdi, ihtilat ve ihracatı sıfırlama noktasına getirdi. Rusya’nın Türkiye’ye karşı uygulamaya koyduğu ekonomik yaptırımlar içte ekonomik krizin gelişmesinde önemli faktör haline geldi.
Böylelikle ABD ile sorunlu, AB/Almanya ile kavgalı, Rusya ile çatışmalı bir AKP iktidarıyla karşı karşıyayız. Bölgesel ilişkilerde sıfırlanmış ve artık hesaba katılmayan bütünüyle yenilmiş bir politikanın sonuçları tahmin edilenden çok daha ağır oldu, olmaya devam edecektir. İçte artan politik kaos ve en önemlisi derinleşen ekonomik kriz toplumun bütün kesimlerini kapsayarak gelişme potansiyeli taşıyor. Dahası krizin toplumsal tepkiye dönüşme eğiliminin oluşması, iktidarı önemli oranda tedirgin etmeye başladı. Böylelikle çok yönlü bir krizle karşı karşıya olan Erdoğan, özellikle uluslararası ve bölgesel gelişmelerin kendi aleyhine döndüğünü ve iktidarını bu tarz politikalarla süreklileştirmeyeceğini çok daha açık olarak gördü. Bu bir bakıma çok güçlü göründüğün bir andan ‘tehlike‘ çanlarının çalmaya başlamasıdır. Erdoğan, artık manevra alanını kalmadığını görünce, ‘diklenmeyi’ bir kenara bırakıp, ‘uzlaşmaya’ dahası teslim olmaya karar verdi. Yaptığı açıklamalarla bugüne kadar izlediği ve bütünüyle başarısız kalan dış politikasında temel değişikliklerin olacağına dair ip uçları verdi.
İlk adımı, Putin’den özür dileyerek attı. Peki, bu özür, Rusya ile sorunların bütünlüklü olarak çözüleceği anlamına gelir mi? Bu soruya çok açık olarak olumsuz yanıt verebiliriz. Putin, Erdoğan’ın ‘özür’ mektubunu kabul etmesi, sadece bir ilk adım olarak değerlendirdi. Rusya’nın ekonomik, askeri ve diplomatik olarak Türkiye’yi teslim aldığını uluslararası kamuoyuna deklare etti. Rusya, bu ilk adımla yetinmeyecektir, bugüne kadar başarılı bir şekilde uygulamaya koyduğu Suriye politikasını Türkiye’ye kabul ettirmeyi hedefliyor ve AKP iktidarına dahası Erdoğan’a bu politikasını kabul ettirecektir. Rusya’ya karşı direnme şansı bulunmayan iktidar, zorunlu olarak boyun eğecektir.
Ankara için son derece önemli olan ekonomik ilişkilerin yeniden eski dönem düzeyine getirilmesi için gösterilen yoğun çabaya karşılık, Moskova ise bunun için acele etmediğini, zaman içerisinde bunların aşılacağını açıkladı. Bu açıklama, Türkiye’ye ayar vermeye devam edileceğini gösteriyor.
Rusya’nın diplomatik baskısı ve ekonomik ambargosu önemli oranda etki oldu. Devlet adına özür dilendi. Ancak bu asla yeterli görülmüyor. Esas sorun şu: Moskova/Putin, Ankara’yı/Erdoğan’ı Suriye merkezli Ortadoğu politikalarında teslim almak, böylelikle Suriye’deki askeri ve politik çözüm sürecini hızlandırmak istiyor. Radikal İslamcı örgütlerle askeri, ekonomik ve lojistik destek veren Türkiye, Suriye’nin iç dengelerini bozuyor. Rusya, Türkiye’den Suriye politikasını esastan değiştirmesini, El Nusra ve IŞİD merkezli radikal İslamcı örgütlere verilen bütün desteğin kesilmesini talep ediyor. Dahası Şam ile diplomatik ve politik ilişkilerin kurulması gerektiğine vurgu yapıyor. Şam ile Ankara arasında politik-diplomatik ilişkilerin yeniden kurulması, Radikal İslamcıların Suriye’deki faaliyetlerinin çöküşü bakımından önemli bir sürecin başlaması anlamına gelecektir. Türkiye, Rusya’nın istemleri doğrultusunda Şam ile diplomatik ilişkileri kuracaktır. Bunun ilk adımı olarak İran üzerinde Esad ile görüşme kararı alındı. Böylelikle kaybeden Erdoğan, kazanan Esad buluşmasına dair bir süreç başladı denebilir. Ayrıca Dış İşleri Bakanı Çavuşoğlu’nun, “Suriye konusunda Rusya ile yakın bir çalışma içerisinde olacağız” açıklaması esasen Rusya’nın Suriye politikasına yöneldiğinin ilk işareti olarak değerlendirilmesi gerekir.
Putin-Erdoğan görüşmesi, Rusya’nın Türkiye politikasının boyutunu nispeten şekillendirecektir. Erdoğan bir kez daha Erdoğan’ın gözünün içine bakarak ‘özür’ dileyecektir. Buna rağmen çok açık olarak ifade etmek gerekir ki, Moskova-Ankara ilişkileri hiçbir şekilde eskisi gibi olmayacaktır.
Türkiye’nin bütün çabasına rağmen ilişkiler eskisi gibi olmaz, uluslararası ve bölgesel ilişkilerde gerçekçi düşünen Putin, Türkiye ile ilişkileri eskisi gibi yürütmez. Örneğin Türkiye ilişkilerinin düzeyi ne olursa olsun, Rusya’nın Rojava ve PYD politikası değişmez. Suriye’nin iç politik istikrarının PYD ile olan ilişkilerden geçtiğini gören Moskova, Türkiye’nin istemi üzerine kesinlikle PYD’ye karşı tutum almaz ve mevcut politikasını değiştirmez.
Dünya ile kavgaya tutuşan, Ortadoğu’nun kan gölüne çevrilmesinde küresel güçler kadar sorumluluğu olan Türkiye’nin izlediği bölgesel dış politikasının çöküşüne paralel olarak, radikal İslamcı örgütlerin savaşı Türkiye’yi çok daha derinden etkileyecektir. Bütün bunları büyüten, her şehirde ve mahallede örgütlenmesine izin veren, ekonomik, lojistik ve askeri destek veren AKP iktidarı, tahmin edilenden çok daha fazla bir krizle karşı karşıyadır.
Rusya’ya teslim olması, Şam ile doğrudan diplomatik ilişkilerin kurulması iç politik krizi ve sorunları tek başına çözmez. İçte yoğunlaşma eğilimine giren krizi aşamayan AKP iktidarı, tahmin edemediği daha büyük krizlerle karşı karşıya kalacaktır. q

Restorasyon

Darbe haberi duyulur duyulmaz bir tek soru soruldu: “Bunu kim yaptı, arkasından kim var?”. Bir Allah’ın kulu da çıkıp “bu ülkede hâlâ neden darbe oluyor?” sorusunu sormuyor… Oysa darbeler TC rejiminin normal halidir, bir istisna değil kuraldır. Zira bu rejim başka türlü yapamaz. Öyle olduğunu görmek için rejimin niteliğine dair birazcık kafa yormak yeter… Durum öyledir ama her ağzını açan kaşarlanmış profesyonel politikacı, “konunun uzmanları”, burnundan kıl aldırmayan ‘siyaset bilimciler’ her şeyi bilen köşe yazarları, televizyon “yorumcuları”, akademik statünün gardiyanları, bıkıp-usanmadan, Türkiye’nin “demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti” olduğunu söylüyorlar… Eğer öyle olsaydı belirli aralıklarla darbe yapılır mıydı? Siz anayasanın ikinci maddesinde öyle yazdınız diye öyle olması mı gerekiyordu! Türkiye’de ‘demokrasi’ sadece bir retoriktir. Ahmakları aldatmaya yarayan bir kuyruklu yalandır. İnsanlar, işte siyasi partiler var, belirli aralıklarla da seçimler yapılıyor diye Türkiye’de demokrasi var sanıyor. Oysa bilmiyorlar ki, siyasi partiler ve seçimler, demokrasinin değil, demokrasiyi engellemenin araçları… İnsanlar birbirlerinden hiç de farklı olmayan devlet partilerinden birine veya ötekine oy verdiklerinde bir şeyleri değiştirdiklerini sanıyorlar… Oysa oyuna geliyorlar, zira kullandıkları oyun bir karşılığı yok. İpana diş macununu da alsanız, Colgate diş macununu da alsanız, sonuçta bunların ikisi de diş macunu ve dişleri temizlemeye yarıyor. Marka farkı işin esasını angaje etmez! Hangi partiye oy verirseniz verin sonuçta bir devlet partisine oy veriyorsunuzdur ve değişen bir şey olmaz…

Bu rejim yaklaşık 20-30 yıllık aralarla yapılan restorasyonlarla yol alıyor. Bundan önceki köklü restorasyon, ünlü 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül askeri darbesiyle yapılmıştı. 24 Ocak kararları tam bir ‘yeniden kompradorlaşma’ tercihiydi. Neoliberalizme teslim olmaktı ve ekonominin rotasını belirledi. 12 Eylül Amerikancı darbe de rejime yeni bir elbise giydirmek demeye geliyordu. 2010’dan bu yana yeni bir restorasyon gündemde. Bu sefer restorasyon iktidar partisi AKP tarafından yürütülüyor. 15 Temmuz darbe girişimi, o süreci hızlandıracaktır. AKP başlarda merkez-sağ bir parti görüntüsü vermeyi başardı. Fakat, yerini sağlamlaştırdıkça, özellikle de 2010’dan sonra artık asıl niyetini gizlemeye gerek duymuyor. AKP’nin iktidara taşınması, ABD’nin ve bir bütün olarak NATO’cu kampın Orta-Doğu denilen bölgeyi dizayn etme projesinden bağımsız değildi. Bölgede 1970’li yıllardan beri iktidarda olan pro-Amerikan, pro-emperyalist otokrasiler artık gününü doldurmuştu. Onların yerine, ne demekse “Ilımlı İslam” dedikleri bir Politik İslam versiyonunu ikâme ederek, hegemonyayı sürdürmeyi amaçlıyorlardı. AKP’li Türkiye de bir “Ilımlı İslam” modeli olarak diğerlerine örnek olacaktı! Böylece Politik İslam’ın ‘laiklik ve demokrasiyle “bağdaşırlığı” da kanıtlanmış olacaktı. ABD’nin ve şürekasının hesabının boşa çıkması kaçınılmazdı, zira ‘politik İslam’ın’ bir toplum projesi yok, olması da mümkün değildir!
Fakat Türkiye’de devleti ve toplumu ‘dincileştirme’ tercihi çok önceleri yapılmıştı… Dinci gericilik ABD tarafından Sovyetler Birliği’ni çökertmek ve bölgede (Orta-Doğu) yükselen ilerici, seküler, sol, sosyalist, ulusçu, komünist akımların ve hareketlerin önünü kesmek için bir ‘dalga kıran’ işlevi görecekti… Dinci gericiliğin mayalandırılıp-palazlandığı yer de Suudi Arabistan’dı. Geride kalan dönemde, İslam’ın Vahabî yorumunun başta bölge ülkeleri olmak üzere, tüm Müslüman ülkelerde kök salması için on milyarlarca petro-dolar harcandı ve harcanmaya devam ediyor. Türkiye’de Vahabiliğin yerleşmesi için, özellikle 1960’lı yıllardan başlayarak sistematik ve kararlı bir politika yürütüldü. Amaç Türkiye’de Mısırdaki Müslüman Kardeşlerin bir versiyonunu oluşturmaktı. Dinci gericiliğin dayatılmasıyla kitleleri daha kolay manipüle edilebilir yığınlar haline getirmeyi amaçlıyorlardı. Yurttaşın yerini ümmet aldığında, tebâ aldığında mesele halledilmiş olacak ve yönetmek kolaylaşacaktı…
Vahâbi-Selefi İslamcılar (politik İslamcılar) esas itibariyle iki alanda etkili olmayı amaçlıyorlar: 1. Başta ideolojik niteliktekiler (milli eğitim, radyo-televizyon, bir bütün olarak medya, kültür, vb.) devlet aygıtının tüm kurumlarına sızarak devleti içerden kuşatmak; 2. Hayır kurumları aracılığıyla da bir kitle tabanı oluşturmak. Türkiye’de sol hareketin yükselişe geçip, bu ülkenin tarihinde ilk defa bir aktör olarak sahneye çıktığı, ‘artık bundan sonra politika arenasında ben de varım’ dediği 1960’lı, 1970’li yıllarda, dinci gericilik tüm imkânlar seferber edilerek desteklendi. Solun bir politik özne olarak sahneye çıkması, hem Türkiye’nin mülk sahibi sınıfları ve hem de emperyalizm için kaygı vericiydi ve ne yapıp-edip önünün kesilmesi gerekiyordu! Burada gözden kaçırılmaması gereken önemli bir şey daha var: Aslında Türkiye’nin mülk sahibi sınıfları ve onların devleti, sadece kendi ürettikleri ‘uyduruk’ resmi ideolojiye dayanarak yönetemezlerdi. Dinci gericiliği yardıma çağırmak zorundaydılar. Dolayısıyla dinci unsurların devlet aygıtını kuşatması bilinçli bir tercihti… Gerçek durum öyleydi ama güya “irtica ile mücadele” söylemi de dillerden düşmüyordu… Zaten ikiyüzlülük ve yalan egemen olmanın kuralı değil midir?
Eğer toplumu dincileştirmek (politik İslam’ı dayatmak anlamında) ve dinci unsurları devlet içine yerleştirmek, bilinçli bir devlet politikasıyla, ki öyleydi, o zaman birincisi, bunu bilmiyormuş gibi yapmak, vay efendim, orduya, milli eğitime, istihbarat örgütüne, vb. ‘sızmışlar’ diye sızlanmanın, şikayet etmenin ne alemi var; ve ikincisi, bu durumun sorumlusu, sorumluları kimdi, kimlerdi? Onları onca yıl oraya kimler soktu? Geride kalan dönemde bu ülkeyi yöneten tüm hükümet üyeleri, tüm Genel Kurmay Başkanları, generaller, başbakanlar, bakanlar, cumhurbaşkanları, Demireller, Ecevitler, Özallar, Erbakanlar, Tayyip Erdoğanlar az ya da çok bu durumdan sorumludurlar. Kendi elleriyle büyüttükleri musibetten bir de kalkıp şikayet etmeye hakları var mı? Veya gerçekten şikayet ediyorlar mı? Aslında bu kepazeliğin, bu ikiyüzlülüğün ikircikli olmayan bir tarzda teşhir ve mahkûm edilmesi gerekiyor. Hem dinci gericiliğin devlet kurumlarına nüfuz ederek içerden kuşatmalarının yolunu açacaksın ve hem de kendi eserin olan bu durumdan şikayet ereceksin! Yazık ki, insanları hâlâ aldatmayı başarıyorlar!
O halde biraz geç de olsa sadede gelebiliriz. Son darbe girişimi ne anlama geliyor, ne ifade ediyor veya onu nasıl anlamak gerekir? Aslında son darbe girişimi iki dinci güç arasındaki çatışmanın sonucu. Ama her ikisinin da amacı aynı. Her ikisi de 1923 sonrasını bir “sapma” olarak görüyorlar. Açıkça “parantezi kapatmak” istiyorlar ve bunu da mümkünse 2023’ten önce sonlandırmak istiyorlar. Osmanlı İmparatorluğunu ihya etmek, Sultanlı, Halifeli, bir tür Suudi rejimi gibi bir rejim kurmayı amaçlıyorlar. Eğer onu başarabilirlerse, ilelebet iktidar olacaklarını düşünüyorlar. Böylece “şanlı geçmiş” ihya edilmiş olacak! Lâkin hesap etmedikleri bir şey var: Bu dünyada geriye dönüş mümkün değildir. Kırk yaşındaki adama sekiz yaşındaki çocuğun ceketini giydiremezsiniz… Gerçek durum öyledir ama bu kimilerinin saçma-sapan hezeyanlara kapılmasına engel değil. AKP, 2010 sonrasında restorasyona hız verdi, “Arap Baharı” sonrasında da hevesleri iyice arttı. Artık bir İslam Devletine az kaldığını düşünürken eski ortağı tarafından oyun bozulmak istendi. Belli ki o da ‘parantezi’ kapatmak için zamanın geldiğini düşünüyor ve erken davranmak istiyordu… Elbette bu işi Fetullahçı denilen ekip bir başına yapmamıştır, mutlaka birileriyle hareket etmiştir ve darbeden beklentisi olan başka unsurlar da muhakkak vardır ama işin o yanı bizim için önemli değil. İşte bunun arkasında kim vardı, vs… Bu aşamada ‘bu iş buraya nasıl geldi?’ sorusuna odaklanmak gerekir. Aksi halde her zaman olduğu gibi teferruatla zaman kaybetmek, oyuna gelmek, boşa kürek çekmek kaçınılmaz olur.
Eğer bu restorasyon tamamlanırsa, artık eskiler gibi olmayacak. Bir rejim değişikliği olacak ki, başta ABD olmak üzere NATO’cu kampın doğrudan savaşlar veya “vekalet savaşlarıyla” yapmak istediği “rejim değişikliği” dış müdahaleye gerek kalmadan ‘içerden’ gerçekleşecek! Fakat pabuç o kadar ucuz değil. Bu ülkenin gerçekten demokrasi yanlısı güçleri, bu saldırıya hoş geldin safa geldin demeyecek ve eninde sonunda karanlıkçı cephe bir şekilde püskürtülecektir. Aksi halde bu toplumun bir geleceği olmazdı… Fakat bir şartla: Devlet nedir? Kapitalizm nedir? Neoliberalizm nedir? Emperyalizm nedir? Memur nedir? Amir nedir? Zenginlik nedir? Yoksulluk nedir? Bu rejim ne mene bir şeydir?, vb. gibi soruları sorup, gerektiği gibi tartışarak, anlayarak, bilince çıkararak… Başka türlü söylersek bu rejimin fiziki şiddet de dahil her türlü şiddetinden kurtulmanın yolu, bilincin özgürleşmesine bağlı… Bu aşamadan sonra rejimin elinde şiddeti daha da tırmandırmaktan başka bir seçenek yok! Bu da demektir ki, artık yönetemiyorlar… Kimse sahte demokrasi söylemine, “birlik-beraberlik” mavalına aldanmasın.. Bir rejim şiddete ne kadar sarılırsa, bu onun sona da o kadar yaklaştığı demeye gelir… Eğer öyleyse bu, yönetilenlerin işe müdahale etmesi zamanının geldiği anlamına da geliyor… Bütün mesele o davete icabet edip-etmemekle ilgili… Velhasıl haysiyetli insanlar olarak yaşama iradesini ortaya koyup-koyamamakla ilgili… q