Ana Sayfa Blog

1968(imiz)*

“Adaletsiz bir dünya ile yüzleşmenin tek yolu ona başkaldırmaktır.”[1]

Yerkürede ve coğrafyamızda kapitalist zorbalığa karşı itiraz kültürü ve eyleminin tarihin sahnesine çıkışıdır 1968. Var olan kapitalist kültürel kodları, zorbalığı sorgulayan bir devrimci başkaldırıdır.[2]

Yerkürenin hemen her yerinde başkaldırıya ilham kaynağı olması yanında, hızla büyüyen devrimci bir yangındı. Paris sokaklarında öğrenciler, “Cours camarade, le vieux monde est derrière toi!/ Koş yoldaş, eski dünya arkanda!” diye haykırıyorlardı. Bu öyle bir maratondu ki Paris, Chicago, Londra vb. sokaklarda, binlerce kentte, eski dünya gerçekten de arkada bırakıldı.

Bu “Tout et possible!/ Her şey mümkün!” diyen bir isyandı; isyanın yeniden ve bir kez daha mümkün olduğunun kanıtıydı. İsyan, yaratıcılık ve mücadele ateşi, zaten patlamaya hazır bir barut fıçısını andıran dünyanın fitilini ateşledi. O ateş on yıllarca yandı, yerküreyi kasıp kavurdu.

O, “Halkların Baharı”ydı. Yerkürede 1968’in simgesi, Fransa’da mayıs ayındaki dev öğrenci eylemleriyle tarihin en uzun genel grevinin çakışması olmuştu.

Sonrasında 1968 coğrafyamıza haziran ayında öğrenci hareketinin ayağa kalkmasıyla, üniversitelerdeki boykot ve işgallerle gelip çattı.

Öğrenciler, başka ülkelerdeki kardeşlerinin yolundan yürüdüler.

İsyan heyecanı, bulaşıcılığını bir kez daha kanıtlarken; coğrafyamızda öğrenci hareketiyle sınırlı kalmayan 1968 işçi hareketinin yükselişinin, köylü eylemlerinin, Kürtlerin mücadelesinin yeniden canlanışının da adıydı.

Ve nihayet bu isyan dalgasından işçilerin, gençlerin, kadınların, tüm ezilenlerin öğrenecekleri şey “Gerçekçi ol, imkânsızı iste!” şiarıyla başkaldırmaktı!

Çünkü 1968 Mayısı “Bütün iktidar hayal gücüne!” sloganının anlattığıydı.

Evet, 1968 Mayısı bir öğrenci hareketi olarak başlamıştı. 2 Mayıs’ta Nanterre, 3 Mayıs’ta Sorbonne, sonra da öteki üniversitelerin öğrencileri boykota gitmişti.

6 Mayıs’ta Paris’te 20 bin öğrencinin katıldığı yürüyüş polisin saldırısına uğrayınca barikatlar kurulmaya başladı. Polis baskısı karşısında liseliler de harekete katıldılar. 10 Mayıs’taki büyük yürüyüş yine polis saldırısına uğradı, sokak savaşları sabaha kadar devam etti. Polisin gaddarlığı karşısında işçi hareketi de protestoya katıldı. 13 Mayıs’ta işçi sendikalarıyla öğrencilerin birlikte katıldığı bir yürüyüş bir milyondan fazla insanı bir araya getirdi.

Artık devrimci bir dinamik harekete geçmişti. Öğrenciler Fransa çapında en az 400 “eylem komitesi” oluşturdular: Kitle demokrasisi çiçekleniyordu.

14 Mayıs’tan itibaren işçi sınıfı da bir destek güç olmaktan çıkarak mücadeleye boylu boyunca katılacaktı.

1968 Fransa genel grevi, uzunluğu, dayanıklılığı ve bir fabrika işgalleri dalgasıyla güçlendirilmesi bakımından hâlâ tarihin en büyük genel grevidir. 68 Mayısına asıl devrimci karakterini veren de budur.

Mayıs 1968’in bir dersi isyan ise, öteki dersi de işçi sınıfı için siyasi önderliğin ne denli önemli olduğunu vurgulamasıydı.

1968’in Fransa’sı ile birlikte sembolik önem taşıyan öteki olay da Vietnam’daki Tet Taarruzu’dur. ABD emperyalizmi ve müttefiklerine karşı kahramanca bir bağımsızlık savaşı veren Vietnam halkının bir genel askerî taarruz ve devrim provasıdır.

1968 ertesinde birçok ülkede onyıllardır görülmemiş düzeyde büyük işçi mücadeleleri patlak verdi. Bunların en önemlileri, İtalya’da, Arjantin’de ve İngiltere’de yaşanmıştır.

1968 ile 1975 arası, Avrupa’nın güneyinde bulunan bütün ülkelerde ciddi bir devrimci mayalanma dönemi olmuştur. Bu dönemde Fransa (Mayıs 68), İtalya (1969 “Sıcak Sonbahar”), Yunanistan (1974’te “Albaylar Cuntası”nın devrilmesiyle sonuçlanan 1973 Politeknik ayaklanması), İspanya (Franco’nun ölümü ertesinde büyük işçi sınıfı mücadeleleri ve faşist diktatörlüğün devrilmesi) ve Türkiye (1968 ve sonrasında öğrenci mücadeleleri, 1970’te 15-16 Haziran büyük işçi isyanı, köylülerin toprak işgalleri ve “üretici mitingleri”, Kürtlerin “Doğu Mitingleri” vb.) ciddi kitle mücadeleleriyle sarsılırken, Portekiz’de Avrupa’nın XX. yüzyılının son devrimi yaşanmıştır. 1974 Portekiz Devrimi çürümüş bir faşist rejime karşı bir askerî ayaklanma ile başlamış, daha sonra da demokratik devrimden bir proleter devrimine doğru bir sürekli devrim dinamiği içine girmiştir. Ancak, hem sol önderliklerin hatalı yönelişleri hem de devrimcilerin yuvalanmış olduğu bir askerî birliğin yaptığı erken çıkış dolayısıyla 1975’ten itibaren sönümlenmiştir.

ABD ise, 1960’lı yılları büyük toplumsal çalkantılar ile geçirdi. Önce ülkenin güneyinde o dönemde hâlâ katı ırk ayrımı (“segregation”) kurallarına tâbi olarak yaşayan siyahilerin “medenî haklar hareketi” ülkeyi 1960’ların başından itibaren sarstı. Hareketin pasifist kanadı 1968’de bir suikasta kurban giden Martin Luther King Jr.’un adıyla özdeşleşmiştir. Hareketin devrimci kanadının manevi önderi, siyah İslâmî hareketten ayrıldıktan sonra devrimci Marksizme yaklaşan, enternasyonalist bir bakış açısıyla yüzünü Afrika siyahlarına da çeviren, Che Guevara ile temas içine giren Malcolm X’tir. Malcolm X 1965’te bir suikastta öldürülmüştü. En önemli devrimci örgüt ise 1966’da kurulan Kara Panter Partisiydi.

1960’larda Latin Amerika’da Küba Devrimi’nin yarattığı ivme ve Che Guevara’nın örgütlenmesine katkıda bulunduğu kıta çapındaki devrimci hareket sonucunda, gerilla mücadelesinin damga vurduğu bir devrimci yükselişe sahne olmuştu. Guatemala’dan 70’li yılların ilk yarısında Arjantin’e, askerî diktatörlük altındaki Brezilya ve Uruguay’dan Che’nin hayatını yitirdiği Bolivya’ya birçok ülkede gerilla hareketleri doğmuştu. Kıta işçi sınıfının bu dönemdeki en büyük kitle hareketi ise 1970-1973 kesitinde Şili’de Salvador Allende yönetimindeki Halk Birliği hükûmeti döneminde, hükûmetin uzlaşma politikalarının dışına taşarak devrimci bir durum yaratan Şili proletaryası ve yoksul köylülüğünün mücadelesiydi. Bu mücadele (MIR’a rağmen) hükûmetin reformist stratejisi yüzünden büyük bir yenilgiyle sonuçlanacaktı.

Yine 1960’larda çeşitli coğrafyalar ulusal kurtuluş hareketlerinin yükselişine sahne olmuştur. Vietnam ve Küba’nın yanı sıra bir dizi Afrika ülkesinde (Kongo, Mozambik, Angola, Gine-Bissau vb.) sömürgeciliğe karşı savaş emperyalizmin duvarında ciddi çatlaklar yaratmıştı.

Avrupa’da İrlanda, Bask ve Katalan ulusal kurtuluş hareketleri 1960’ların sonu ve 70’lerin başlarında yeniden canlandı. Aynı şey Irak’taki (Güney’deki) Kürt halkı için de geçerliydi.

En önemlisi de, 1948’de İsrail tarafından vatanından kovulan Filistinlilerin 60’larda gerilla mücadelesi başlatması ve 70’lerin ortalarına kadar çarpıcı eylemlerle sürgünde bir devletin çekirdeğini oluşturabilecek bir demokratik yapılanmaya gitmeleridir.

Metin Altıok’un, “Şölensiz, sevinçsiz yaşıyoruz şimdilerde,/ Bir iğdiş ve buruşuk zamanı”; Özdemir Asaf’ın, “Nelere alışıyor insan/ Alıştıkça şaşırdığı ne çok şeye,” dizelerindeki kapitalist “normal” karşısında 1968, “Memleket bir kurtlar sofrasına döndü mü, isyan haktır,” cümlesiyle Attila İlhan’ın hatırlattığıydı.

Özetle Paris’te başlayan 1968 hemen tüm ülkelerde etkisini gösterdi. Ancak Kuzey’i, Güney’iyle her coğrafyanın 68’i farklıydı. 1968 Japonya’da öğrenci hareketi olarak kalırken; coğrafyamızın 1968 hareketi 1969’dan itibaren devrimci sosyalist bir nitelik kazanmaya başladı.

1968’E DAİR “ZIRVALAR”!

Her büyük olay gibi 1968 de liberal tahrifatın boy hedefi olurken; “68 hareketi sahte bir efsane sahte bir mitostu… Bir sahte efsane, bir sahte mitos oluşturuluyor. Aslında bütün mesele buradan kaynaklanıyor. Biz feodal bir toplumuz. Sanki kendini sorgulamak bir suçmuş bir cürümmüş gibi algılanıyor. Dolayısıyla bu durum, kendilerini hâlâ solcu ve Marksist olarak adlandıranların kendi feodal önyargılarını kıramamış olduklarından kaynaklanıyor,”[3] diyen Hadi Uluengin’in yanı sıra, Hasan Bülent Kahraman’ın şu zırvalarına da maruz kalmıştır:

“Demek istediğim şudur: Batı’da 68 bir özgürlük hareketidir. Amerika ve Fransa türleri birbirinden farklıdır. Amerika, Columbia kampüsündeki ilk olaylara tanıklık ettiğinde, evet, Vietnam savaşı önde gelen itkiydi. Fakat ondan fazlası vardı: tüm Amerika, Güney’de zencilerin başlattığı temel hak ve özgürlük talebiyle alev almış yanıyordu…

“Paris bu harekete Marksist boyutu kattı. Mayıs 68’de Sorbonne’u, St Michele’i, Odeon’u, St Germain’i dolduran gençler ‘yeni’ Marksist hareket olarak görüp benimsedikleri Maoizmin peşindeydiler. İşçi-öğrenci dayanışmasını arıyor ve gerçekleştiriyorlardı. Ama bu Paris sokaklarına yayılan şiire engel değildi. Öte yandan 68’in Paris’i düpedüz yeni aydınlar kuşağının hareketiydi…

“Türkiye 68’i bu tarihin hiçbir yerinde yok. Biz, 1968’i çok sert bir devlet çatışması olarak yaşadık ve kendi toplumsal ve entelektüel tarihimizin özgüllüğü içinde yaşadık…

“Hareket 1968’de öğrencilere yayıldı. Üniversitedeki kitle esasen 1960’ın hemen öncesinde sokağa çıkıp ‘gücünü’ sınamış, özgüvenini kazanmıştı…

“Öyle şiir falan yoktu bizim 68’imizde. Evet, bir şiir vardır, soldan yazılan ama o ‘devrimci’ şiirdir. İşte, Sofya’daki Devrim Müzesi hakkında yazılmış kaba saba şiiridir. 68 Mayıs’ında Paris sokaklarına saçılan hepsi birbirinden lezzetli ve hülyalı sloganlara bizim 68 gençliği kulağını tıkıyor, muhtemelen onları ya hiç duymuyor ya da duyduklarını yeteri kadar devrimci bulmayarak, ‘burjuva işi’ görüyordu…

“1968’le 1971 arasında üç yıl var. 1971 yeni bir darbedir…

“Askerlerin 12 Mart’ta verdikleri muhtırayı kendi gözlerinde meşrulaştıran öğrencilerin başlattığı gerilla faaliyeti, yeraltı örgütlenmesi, silahlı hareketlerdir.

“Hareketin arkasında 1959 Küba devrimi vardır. Castro ve Che Guavera devrimci romantizmi sonuna kadar tahrik etmiştir…

“12 Mart çok kanlı biter. Tüm kanlı hareketler gibi haksızlığa bulaşmış ve batmıştır…

“1973-1980 arasındaki sokak faşizmine kapı açmıştır. Sonunda 12 Eylül günü devlet faşizmi gelecek ve hepsini yok edecektir.

“1968’in bizdeki tarihi budur. Bu ‘sert’, hatta çok sert, öldürücü, ölüm tarihinin öyle bedensel, cinsel, ruhsal özgürlüklerle ilgisi yoktur…

“Böyle bir hareketin Paris 68’inin ‘şiiriyle’ içli dışlı olması beklenebilir mi?

“Bir de erildir Türkiye’deki 1968 kuşağı. Sonradan kadınları kucaklayan, onlara da alan açan bir görüntü kazanmıştır, kadınlar 68’de mevcuttur ama ‘bacı’ olarak…

“Daha çok irdelememiz gerekiyor Türkiye 1968’ini…”[4]

Hayır; bunlar yanıt vermeye değmez; sadece hatırlatıp, kayıt altına almakla yetiniyorum; o kadar!

OYSA HAKİKÂT FARKLIDIR

Tüm tahrifatlara rağmen 1968 değerlidir. Çünkü Immanuel Wallerstein’ın “bir dünya devrimi olduğunu” ifade ettiği o, Kuzey’i, Güney’i ile yerküre tarihinin en önemli başkaldırılarındandır.

Kolay mı?

1968’in herkese verdiği ders, devrimci olmayan zamanlarda da devrimi aramanın zorunlu olduğunu anımsatmasıydı. Çünkü 1968’in altını çizdiği gibi devrimi büyütmenin, ona hazırlanmanın başka bir yolu yoktu.

1968 denilince ilk akla gelen Fransa’da yaşananlar olsa da, bu devrimci dalga ne sadece Fransa’ya özgüydü ne de Avrupa’ya; üstelik sadece 1968 ile de sınırlı değildi.

Bu devrimci dalga tüm dünyaya yayıldı ve 20. yüzyılın ikinci yarısının en önemli olayları arasında kendisine yer buldu. Bütün ülkelerde işçiler, öğrenciler, gençler özgürlük, barış ve demokrasi talepleriyle sokaklara çıktılar, grevler yaptılar, fabrika ve okul işgalleri gerçekleştirdiler.

Vietnam savaşı ABD de dâhil olmak üzere eylemleri fitilleyen önemli faktörlerden biriydi. ABD katliamlarının TV kanallarında yayınlanmasıyla New York’ta 100 bin kişilik savaş karşıtı bir eylem gerçekleştirdi. 1968 Martında Vietnam’da 349 sivilin acımasızca öldürülmesi sadece ABD’de değil, tüm dünyada ABD emperyalizmine karşı bir öfke doğurdu.

Japonya Okinawa’daki ABD üssünün kapatılması için gösteriler düzenlendi. Almanya’da, İtalya’da ve diğer Avrupa ülkelerinde de benzer olaylar yaşandı. Latin Amerika’da da ölümüne çatışmalar gerçekleşti. Che’nin CIA tarafından öldürülmesi ABD emperyalizmine karşı öfkeyi iyice biledi. Meksika’da polis göstericilerin üzerine ateş açtı ve yüzlerce kişiyi öldürdü.

1968 devrimci dalgası coğrafyamızı da vurdu. Kapitalizm 60’lı yıllarla birlikte işçi sınıfını ve işçi sınıfının mücadelesini de geliştiriyordu. TİP ve DİSK bu dönemde hayata gözlerini açtı. Fransa’da yaşanan üniversite işgalleri coğrafyamız devrimci gençliğine de örnek oldu: Üniversite işgalleri ile boykotlar yaşandı. Ayrıca ABD’nin 6. Filosuna yönelik devrimci eylemler gerçekleştirildi.

Tüm bunlar Jean-Paul Sartre, “İsyan etmek, varoluşsal bir tercihtir. İnsan, kendi özgürlüğünü ve anlamını bulmak için başkaldırır, çünkü varoluşun özü budur”;[5] Albert Camus’nün, “İsyan, varoluşun en saf ve en yalın ifadesidir. İsyan etmek, bir insanın varlığını tüm dünyaya ilan etmesidir,”[6] tespitlerini bir kez daha doğruladı.

Evet 1968 isyanı yeniden olası bir başlangıçtı.

Çünkü isyan bir tartışmanın, altüst oluşun, başkalarına da yol açan bir patlama, niteliksel değişimlerin, özgürlüğün ölümsüz sesidir.

Juvenal’ın, “Onlara ekmek ve sirkler verin, asla isyan etmeyecekler,” ifadesiyle müsemma kapitalist cehennmede isyansız bir tartışma, değişim ya da ütopya mümkün değildir; bunun için başkaldırının yeniden yaşama geçirilmesi gerekir; hem de yenilmek pahasına ve Paulo Freire’nin, “Mücadele, insanların, başkalarınca mahvedilmiş olduklarını görmeleriyle başlar”;[7] Dante Alighieri’nin, “Cehennemin en karanlık yerleri buhran zamanlarında tarafsız kalanlara ayrılmıştır”; March Bloch’un, “İnsanlar babalarından çok, zamanlarının çocuklarıdır,” uyarıları eşliğinde…

1968 NEYDİ (Mİ)?

Bernard M. Baruch’un, “Milyonlarcası elmanın düşüğünü gördü, ancak sadece Newton ‘Neden’ diye sordu,” ifadesindeki üzere 1968 “Neden?” sorusunu dillendirme cüretiydi…

THKO’lu bir 1968’li Atilla Keskin’in, “En kısa tanımlamayla 68; kendinden önce hiç olmadığı bir şekilde yerleşik kurallara, dogmalara, tabulara, hegemonyoya, otokrasiye ve statükoya karşı uluslararası bir başkaldırıydı.

“Ülkeler arasında farklılıklar olmasına rağmen ortak özellikleri; anti-emperyalist, anti-bürokratik ve anti-otokratik mücadeleler toplamıdır. Dünyanın birçok ülkesinde başta öğrencilerin benzer itiraz ve umutlarla sokağa çıktıkları, bir yandan kapitalist düzenin bütününü, bir yandan da Vietnam savaşı gibi süregelen savaşları sorguladıkları bir yıldı 68.

“68 hayatı başka bir şekilde yaşamanın olanaklı olduğunu düşünenlerin verdiği bir mücadeledir. Bunu mümkün kılabilmek için hayal kurabilen, imkânsız gibi görünen arzuları dile getiren insanların verdiği bir mücadeleydi,”[8] tanımıyla müsemma 1968 hikâyesi başkaydı…

“Nasıl” mı?

Örneğin bugünlerde sürdürülemez kapitalist yabancılaşma bataklığında yaşa(tıl)dığımız postmodern çöküş koşullarından çok farklı bir devrimci bir ruhtu, eşitlikçi-özgürlük umudunun dünyada kol gezdiğini süreçti.

O, etkisini dünya ölçüsünde hissettiren yakın zamanların devrimci dönemiydi; dünyanın en uzun yılıydı…

Michel Foucault, “Mayıs 68 tartışmasız çok önemli bir deneyimdi,”[9] derken, Ertuğrul Kürkçü’nün, “1968’in mirası yarına taşınacaksa, bunu elbette bir devrime her şeyden çok ihtiyacı olanlar, kapitalizmle ve otoriter devletle iç içe yaşayamayacak olanlar, onların tarihçileri ve düşünürleri yapacak,” notunu düştüğü şeydi.

Kolay mı?

Büyük kırılmalara ve tartışmalara yol açan hakikât, yani XX. yüzyılın en devasa toplumsal muhalefet dalgası, zamanın anti-kapitalist, düzen karşıtı ruhuydu 1968 hareketi…

Etkileri kendinden sonraki mücadeleleri de esinleyen bir hareket, bir kuşak olarak tarihe geçen 1968, II. Dünya Savaşı sonrası ABD hegemonyası çerçevesinde ortaya çıkan yeni dünya düzeninin ekonomik, siyasal ve kültürel yapısına karşı özellikle gençliğin radikal tepkisi olarak açığa çıktı.

ABD’nin Vietnam müdahalesi sözde “hür dünya” (burjuva demokrasisinden tüketim kültürüne, Amerikan yaşam tarzına verilen ad) yanılsamasını yerle bir etmişti.

Kapitalist düzen(sizliğ)in toplumu siyasal alanın dışına atan otoriter yapısına karşı muhalefet yükselirken; gelecekteki toplumun nüvelerinin bugünden oluşturulmasına yönelik pratikler üretti. “Devrim Hemen Şimdi” sloganı dönemin temel düsturlarından biriydi.

’68 ilhamını Latin-Amerika’da ve sömürge dünyasında ortaya çıkan kurtuluş mücadelelerinden alıyordu. Küba ve Çin kültür devrimleri de hareketin esinlendiği diğer gelişmeler oldu.

Fransa’nın bütününü kapsayan genel greve 11 milyon işçi katıldığı ve Avrupa tarihinin en kalabalık grevi sayılan gerçek ’68 hareketi, böylelikle çok daha geniş bir toplumsal güce dönüştü; ve yeni toplumsal mücadele biçimlerine ilhamı kaynağı oldu.

Eric Hobsbawn’ın sözleriyle, “Gençlik eylemlerinin merkez üssü” Paris, Türkiye’den ABD’ye tüm coğrafyalarda kapitalizme yeni bir isyan dalgasının startını verdi.

Bu arada hatırlatmadan geçilmemeli: 1968 denince, genel olarak öğrencilerden söz edilir. Ancak bu tek başına yeterli değildir. Mesela Avrupa’da, Fransa olsun, İtalya olsun, kısmen Almanya, İngiltere olsun, esas olarak öğrenci hareketi işçi hareketiyle omuz omuza protestolarını yürüttü.

Daha önce de ifade ettiğim gibi, Güney’deki itiraz Kuzey’inkinden farklı olarak, kültürelden çok, devrimci politik ve ulusal bir itirazdı. ABD’nin hâkimiyetine ve ABD hâkimiyetinin içerideki taşıyıcısı olduğu bilinen hükûmetlere, onun ortaklarına yönelik bir itiraz yükseltiliyordu. Dolayısıyla, üçüncü dünyadaki diğer hareketlere, Venezuela, Meksika, Vietnam, Filistin’deki itirazlara daha çok benzeyen bir dili olduğunu söylemek mümkündür; tıpkı coğrafyamızdaki uzun 1968 ve ağır bilançosundaki üzere…

Coğrafyamızın 1968’i, Batı Avrupa’dan ve ABD’den farklı olarak, bir-iki yılla sınırlı kalmadı; 1980’e dek sürdü; sınıf çatışması ritminde 1980’e kadar geldi.

Ağır bir bilanço vardı yaşananda. Başarılamamış bir devrim, gerçekleştirilememiş bir devrimci zafer vardı. Böyle olmasına rağmen, bugün o dönem hâlâ son derece önem taşır.

Bu çerçevede, uzun süren 1968, coğrafyamız tarihinde -bütün zaaflarına rağmen- yapıcı, ilerletici bir rol oynadı.

Örneğin coğrafyamızın 1968 kuşağı, Fransa’dan hemen 1 ay sonra üniversite eylemleri ile başlayarak, süreç içinde ülkenin tüm siyasal mücadelelerinin parçası hâline geldi. Hareketin ilk adımı, 1968 Haziranında, Ankara Üniversitesi Dil Tarih-Coğrafya Fakültesi öğrencilerinin eğitim reformu talebiyle boykot örgütlemesiyle atıldı. Kampüsü işgal eden öğrencilerin eğitim reformu talebi, hem Fransa ’68’inin etkisini hem de gençlerin devrimci bilincini gösteriyordu:

“Dünya gençliği bizden çok daha iyi şartlarda bulunurken, daha iyi olanaklara kavuşmak için mücadele verirken, pek ilkel koşullarla ve en ilkel yönetmeliklerle öğrenimimize devam etmemiz, Türk gençliğinin devrimcilik görüşü ile bağdaşmamaktadır.”

İstanbul Üniversitesinde örgütlenen eğitim boykotunun sebebini, dönemin devrimci liderlerinden Harun Karadeniz; “Niçin ve kimin için eğitim yaptığımızı düşünmeden, rastgele öğrenim kurumlarında, rastgele bilgiler genç kafalara yerleştirilmektedir,” sözleriyle anlatıyordu.

Eğitim reformu boykotlarının hemen ardından, üniversite gençliği bu kez hedefine Amerikan emperyalizmini yerleştirdi. 15 Temmuz’da ABD 6. Filosu Dolmabahçe’ye demir atınca, İstanbul Teknik Üniversitesi öğrencileri, üzerinde “6. Filo Defol” yazılı pankartlarla yürüyüşe geçti. Öğrencilerin hazırladığı bildiri, 6. Filo’nun simgelediği emperyalizme bakışı açıkça ortaya koyuyordu:

“6. Filo, 54 tane ikili anlaşmanın ve 101 adet Amerikan üssünün bekçisidir ve halkımıza dost değil düşman bir kuvvettir… 6. Filo toprak ağalarının düzenini beklemektedir… 6. Filo, düşük ücretlerle çalıştırılan işçilerin değil, bu işçileri sömüren, bu işçileri ücret kölesi olarak çalıştıran sömürgen şirketlerin düzenini beklemektedir… 6. Filo, petrolümüzden bakırımıza tüm yeraltı kaynaklarımızı soyan yabancı şirketlerin düzenini beklemektedir… Kısaca 6. Filo, bu çürümüş ve halk düşmanı düzenin bekçiliğini yapmaktadır.”

Protesto eylemleri 15 Temmuz ile sınırlı kalmadı, sonraki gün öğrenciler Amerikan askerlerinin kaldığı otelleri taşladı, polisle çatıştı. 17 Temmuz’daki eylemin ardından polis İTÜ yurdunu bastı, Vedat Demircioğlu’nu camdan aşağı attı. Düştükten sonra da polisin vurmaya devam ettiği Demircioğlu kaldırıldığı hastanede hayatını kaybetti.

Vedat Demircioğlu’nun katledilmesi, ülke çapında öğrenci gençlikte büyük bir öfke yarattı. 18 Temmuz’da üniversite öğrencileri Taksim’de toplandı. Deniz Gezmiş’in “Akın var, güneşe akın! Güneşi zapt edeceğiz, güneşin zaptı yakın!” dizelerini okumasının ardından yürüyüşe geçen öğrenciler, Dolmabahçe’de Amerikan askerlerini denize döktü.

  1. Filo eylemleri, ilerleyen aylarda da sürecekti. Gençlerin anti-emperyalist hareketinin yarattığı rahatsızlığa karşı, devlet, gerici öğrenci birliklerinin öğrencilere saldırısını örgütledi. 16 Şubat 1969 yılında, polisin içlerine soktuğu sopalı, bıçaklı MTTB öğrencileri, 6. Filo’yu protesto eden devrimci öğrencilere saldırdı, iki öğrenci öldürüldü.

68 kuşağı eylemleri arasında öne çıkan bir başka protesto, ODTÜ’de Amerikan büyükelçisinin arabasının yakılması oldu. Medyada Vietnam kasabı olarak bilinen, II. Dünya Savaşı sırasında Vietnam’da on binlerce insanı katleden ve o dönemde süren işgal sırasında da siyasi faaliyetleri devam eden William Robert Komer, 6 Şubat 1969’da ODTÜ’de dönemin rektörü Kemal Kurdaş’ı ziyarete gelir. Onun geldiğini fark eden öğrenciler, Rektörlük önüne gelerek protesto eylemine başlar ve arabasını ters çevirip yakar. William Robert Komer’in kendisinin yıllar sonraki itirafı, sadece ODTÜ’de değil tüm Türkiye’de üniversite gençliğinin siyasal bilincini ortaya koyar:

“Biz o yıllarda müfredatını teknik alanlara oturtmak suretiyle ODTÜ öğrencilerini politika dışında tutabileceğimizi sanmıştık, elektriğin ve fiziğin ağır konsantrasyon gerektiren dersleri, o günkü kafamıza göre öğrencilerin politize olmasını önleyecekti. Hâlbuki üniversiteyi giderek politize olan Türkiye’nin dışında tutabilmek olanaksızdı.”

NE(LER) OLDU?

1968’e damgasını vuran öğrenci hareketleri ve daha sonra işçilerin de katılımıyla ’68 Başkaldırısı olarak anılan ve tüm yerküreyi sarsan ayaklanma hareketi kültürel ve sosyal bir hareketti. Bir yandan tüketim toplumunu ve insanların mutluluğundan çok finansal verimliliği düşünen üretim ideolojisini reddediyor; eşyalarla sağlanan yabancılaşmayı ve sürekli olarak yeni ihtiyaçların yaratılması çabalarını tepkiyle karşılıyordu. Öte yandan geçmişten miras kalan disiplinlerin ve hiyerarşilerin katılığına karşı özgürlüğü yüceltiyordu. Böylece ailede, okulda, işyerlerinde, devlette, kiliselerde, bütün örgütlerde ve sosyal yapılarda hâkim olan otoriter model, bürokratik emir-komuta üslubu yeniden tartışma konusu oldu.

1968 pratiği hem sınıfsal hem de ülkeler arası hâkimiyet ilişkilerinin belirleyici olduğu bir ortamda ortaya çıkmıştı. Daha önceki devrimler döneminde rastlanmış “Barikatlar” yeniden kurulmaya başlanacaktı.

Böylece güçlü toplumsal hareketler doğdu ve bu hareketler başka çok sayıda ülkede de yankı buldu, tepkiler yarattı. Hareketin dinamiği, katılanları da değiştirdi.

Bu bağlamda 1968, toplumu değiştiren bir kilomere taşı oldu. Büyük bir toplumsal deneydi. Neredeyse toplum içindeki her şey sorgulanıyordu: Meclisler ve partiler, yargı ve polis teşkilâtı, kiliseler ve sendikalar, bankalar ve tekeller, basın ve medya, hatta aile okul ve üniversite gibi merkezî önem taşıyan toplumsal müesseseler; eleştiriden kısmetini almayan bir alan yok gibiydi. Ve mesele hemen daima, otoritenin reddiydi. Bunun nedeni, kökleri yüzleşilmemiş nazi geçmişine uzanan bir güven kriziydi.

Batı’da 68, sistemin temel özelliklerine karşı geniş ve kitlesel bir güvensizliğin doğmasına yol açan olayların etkisiyle patlayan bir öğrenci gençlik ve işçi hareketi niteliğiyle gelişip, “Gerçekçi ol imkânsızı iste!” dedi (Unutmamak gerekir ki, ’68 Hareketi Fransa’nın tanıdığı en büyük işçi grevine yol açtı ve bu grev neticesinde asgarî ücret yüzde 30 arttırılırken, diğer ücretlere de yüzde 10 zam getirildi).

Bugün hâlâ düşünce hayatı diye bir şey var olacaksa, fikir geliştirmeye devam edilecekse, “gerçekliğin diktatörlüğü”ne boyun eğmemek, “İmkânsızı iste!” sloganına sadık kalmak gerekecektir.

İş bu nedenledir ki, sürdürülemez kapitalist uygarlığın III. Paylaşım Savaşı eşiğinde tek seçenek 1968 Mayısını yeniden siyasallaştırıp, toplumsallaştırmaktır.

Bu elbette kolay değil.

Ancak bu noktada Robert H. Goddard’ın, “Neyin imkânsız olduğunu söylemek zor; çünkü dünün hayali, bugünün umudu, yarının gerçeğidir”; Julio Cortazar’ın, “Hiç kuşku yok ki, duygularımız içerisinde bizim olmayan, bize ait olmayan tek şey umuttur. Umut yaşama aittir, yaşam kendini böyle korur,”[10] vurgularını anımsamak yararlıdır.

BİZİM 1968

Dünya çapında 1968, tek bir yıla sığdırılamayacak, geniş anlamıyla alındığında, 1960’lı yılların ilk yarısından başlayarak 1970’li yılların ortalarına kadar süren, çok çeşitli toplumsal ve siyasal mücadeleleri içeren genel bir devrimci yükselişin adıyken; aynı şey coğrafyamız için de geçerlidir.

Dar anlamda 1968 yılı içinde olup bitenler, aslında 1960’lı yılların ilk yarısında başlayan ve 12 Mart rejimi esnasında yaşanan mücadelelerle sona eren bir dönemin yalnızca bir kesitidir. Bu evre coğrafyamızın devrimci mayalanma dönemidir.

Kısaca özetleyeyim:

  1. i) İşçi sınıfının mücadeleciliğinde muazzam bir yükseliş: 1961’de İstanbul Saraçhane’de sendikal haklar için yapılan büyük mitingi, birçok fabrikada (Kavel, Demir Döküm, Sungurlar, Paşabahçe, Derby vb.) yapılan grev ve direnişler izlemiştir. Bu yükselişin sonucu, 1952 yılında kurulmuş olan Türk-İş’in sınıf işbirlikçi sendikacılığında bir çatlağın doğması ve 1967 yılında DİSK’in kurulması olmuştur. İşçi sınıfı bu dönemin sonlarına doğru, 15-16 Haziran 1970’te, DİSK’in sınıf mücadeleci sendikacılığının tasfiyesi girişimlerine karşı İzmit ve İstanbul’u kapsayan tüm bölgede sayısı 150 bine varan bir kitlesellikle sokağa çıkarak ayaklanmış ve bu tasfiyeyi engellemiştir.
  2. ii) Köylülerin toprak işgalleri ve “üretici mitingleri”: 1968 aynı zamanda üretici köylülüğün coğrafyamızdaki militan mücadelelerine tanık olmuştur. Ege ve Akdeniz bölgelerinde toprak işgalleri ve sert mücadelelere, Türkiye’nin hemen her bölgesinde ürünlerinin değerlendirilmesi ve tarımsal destek politikaları konusunda talepler formüle eden üretici köylülüğün “üretici mitingleri” eşlik etmiştir. Bütün bu eylemlerde öğrenci gençlik köylülerin yanı başında olmuş ve ona ciddi bir destek sağlamıştır.

iii) “Doğu mitingleri” ve DDKO: Kürt halkı, 1960’lı yıllarda, biraz Irak Kürt hareketinin mücadeleleri, biraz da Türkiye’deki Kürt illerinde genel hareketlenmenin etkisi altında yeniden canlanmaya başlamıştır. TİP içinde sendikacılar ve aydınların yanı sıra üçüncü önemli bileşeni oluşturan Kürtler, aynı zamanda 1967’den itibaren “Doğu mitingleri” düzenleyerek ve Devrimci Doğu Kültür Ocaklarında (DDKO) örgütlenerek ciddi bir atılım yapmışlardır.

  1. iv) Kitlesel bir öğrenci hareketi: Öğrenci hareketi, 1965’te kurulan FKF’nin daha sonra Dev-Genç’e dönüşmesiyle toplumsal ve siyasi mücadelelerin tam ortasında yer almaya başlamış, bir yandan radikalleşirken bir yandan da kitleselleşmiştir.
  2. v) Aydınların sola kayışı ve kültür devrimi: 1960’larla birlikte gerek üniversite içinde, gerek yayın alanında, gerekse sanatta sosyalizm giderek hegemonik bir ideoloji hâlini aldı. 1970’lere ulaşıldığında artık sosyalist olmak aydınlar için bir onur işareti hâline gelmişti.
  3. vi) 1960’larla birlikte, özellikle TİP deneyimi ve seçim başarısı temelinde, sosyalizm ilk kez büyük kitlelere mâl oldu. Aynı zamanda, bu büyük mayalanma deneyiminin etkisi altında 1971 yılında kurulan THKP-C, THKO ve TKP-ML aracılığıyla sosyalist hareket, pratikte devlete devrimci tarzda meydan okuyarak reformist gelenekten bir ayrışmaya tanık oldu.

Geniş anlamıyla 1968, bize Türkiye’de sınıf mücadelelerinin çok ciddi boyutlara ulaştığı dönemler yaşandığını öğretiyor. Bu mücadelecilik, daha sonra 12 Mart askerî müdahalesine rağmen 1970’li yıllarda bütün Türkiye sathına yayılacak bir büyük sınıf mücadelesinin tohumlarını atmıştı.

Arka planını görmeden 1968 direnişini tek başına Avrupa’daki rüzgârın coğrafyamıza yansıması olarak değerlendirmek doğru olmaz.

Coğrafyamızın 1968’i şüphesiz dünyadaki gelişmelerden etkileniyordu. Ancak kendi yolunu kendisi çizen özgün davranış biçimleri olan bir hareketti. 1968’i çok canlı ve yaratıcı yaşayan üniversitelerden birisi Orta Doğu Teknik Üniversitesiydi. O dönemi Mimarlık Fakültesi öğrencisi Akın Atauz şöyle anlatmaktadır:

“Eylemlerimiz topyekûn bir isyanın yansımasıydı. Bizden önce olan her şeye isyan ediyorduk. Ama isyan sonrası gelecekte ne yapılacağı konusunda ortak bir düşünce yoktu. Devrim istiyorduk ama bu eylemlerle devrim yapılamayacağını biliyorduk. Sadece bugüne kadar tanımlanmış bir sosyalist ütopyayı bir kez daha tanımlamakla yetinemezdik. Bunu yapmak, isyan ettiğimiz her şeyle ve bütün düşüncelerimizle çelişirdi. Çünkü biz yepyeni, bambaşka bir dünyayı istiyorduk…”[11]

Karl Marx’ın, “Bütün ölmüş kuşakların geleneği… yaşayanların beyinleri üzerine kâbus gibi çöker. (Ve yaşayanlar) tam da böyle devrimci bunalım çağlarında geçmişin ruhlarını kaygıyla yardıma çağırılar, onların adlarını, sloganlarını ve kılıklarını ödünç alır, yeni tarih sahnesine zamanında saygın olan bu kılıkla ve ödünç alınmış dille çıkmaya çalışırlar,” ifadesindeki üzere 1968 başkaldırısı salt anti-emperyalist bir direniş olmanın çok ötesinde; prototip olarak sosyalistti.

1968’liler devrimci teoriyi, en azından sezgi ile içgüdüsel olarak yakaladıklarından, o yılların en önemli marşı olan Avusturya işçi marşını dillerinden düşürmezlerdi: “Anamız amele sınıfıdır, yurdumuz bütün cihandır bizim.”

Bu yüzden de 1968 direnişi bunu böyle bildiği için, Che Guevara’nın “Bir, iki, üç daha fazla Vietnam” sloganı hep yükseklerdeydi. Daha 1967’lerde, başta Deniz olmak üzere onlarca devrimci Filistin’e taşınmaya başlamıştı. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan da, diğer yoldaşlarıyla birlikte Filistin’e koşarak, siyonizme ve emperyalizme karşı mücadeleye katkıda bulunmuşlardı.

Bir şeyi daha eklemeden geçmeyeyim: 1968’de de 78’de de kadınlar mücadelenin ayrılmaz bir parçasıydı, inanmışlıklarıyla, değiştirici gücün bir parçası olarak kendi iradeleri ve ataklıklarıyla, militanıydı.

1968 Hareketine ve 70’lerin ikinci yarısından sonra yükselen harekete dair değerlendirmelerde genellikle kadınların rolüne ilişkin tespitler destekçi rolüyle sınırlı. Özellikle 68 Hareketi dendiğinde ilk akla gelenler militan erkekler ve kadınların daha gerilerde, destekçi rollerle hareketin bir parçası olduğuna dair bir yargı oluşmuş nedense. Oysa hareketin bütününe baktığımızda durum hiç de böyle değil.

Coğrafyamızda 1968 Hareketinde önemli yer tutan kadınların varlığı ve mücadelesi bugünün kadınlarına cesaret veriyor. Naciye Sarıkaya, Rüçhan Manas, Tebessüm Sarp, Serpil Çelenk, Şirin Cemgil, Gülay Özdeş, Nuran Ağırnaslı (Saygılı), Müzeyyen Pervan, Seyhan Erdoğdu ve isimlerini sayamayacağımız, harekete damgasını vuran sayısız kadın militan. Öncelleri ise, Şekibe Çelenk, Behice Boran ve oğlunun cenazesi başında, köylü kadınlara o muhteşem konuşmayı yapan Nazife Cemgil’di.

1968 kadınları da 1978 kadınları da idamdan ağır hapis cezalarına kadar her düzeyde cezalandırma talepleriyle yargılandı, işkencesini, hapisliğini ve verilen cezaların bedelini yaşadı, göğüsledi. Yani öyle bir gölge olma durumu, destekçi pozisyonu yoktu, bizzat mücadelenin ve hareketin öznesiydiler.

Ayrıca 1968’e gelen süreçte toplumsal mücadelelerde ve işçi direnişlerinde kadınların rolü hiç de azımsanacak düzeyde değildir. Kavel direnişi erkek işçilerin grevi olsa da grevin ve direnişin başarıya ulaşmasında işçi aileleri kadınların ve çocukların rolünün hakkı teslim edilmiştir ve Kavel grevcilerinden Ahmet ustanın deyimiyle “Kavel Grevi’nin ardındaki kahramanlar kadınlardır.” Berec işçisi kadınların 41 gün süren grevi kazanımla sonuçlandı ve bu 41 günlük grev kadın işçilerin militan mücadelesinin ve kararlı duruşlarının önemli örneklerin biri oldu. İşçi sınıfının aile boyu katıldığı Paşabahçe grevi ve efsanevî mektubu da tarihte hak ettiği yeri bulmuştur. Cibali şahsında tütün işçisi kadınların şiirler başta olmak üzere edebiyata da konu olan yaşam ve hak mücadelelerinin altını da çizmek gerekir.

Toparlarsak: 1968’in dinamiklerini arka planıyla birlikte sorgulamaktan kaçan liberaller devrimci bir geleneğe çamur atma küstahlığıyla malûllerken; 68 bir semboldür. Hayatı başka bir biçimde yaşamanın mümkün olduğunu düşünenlerin verdiği mücadelenin sembolüdür.

Bunu mümkün kılmak için hayal kurabilen, imkânsız gibi görünen arzuları dile getiren insanların yaşadıkları destandır.

Onlar tüm öğrendiklerinin yeniden sorgulanabileceğini ve başka dünyalar kurulabileceğini hayal edenlerin önlerini açtılar.

Yaşadıkları bir tecrübeydi; tecrübeyi zenginlik olarak gördüler ve geriye olağanüstü bir dil bıraktılar. Bu dil hayatın kendisiydi.

El özet: 1968 ve onun ürünü Deniz Gezmişlerden, Mahir Çayanlardan, İbrahim Kaypakkayalardan bugüne kalan en önemli miras, devrimci isyan geleneğidir.

Devrimciyim, sosyalistim, komünistim diyen insanların Cumhuriyet tarihinde ilk kez devlete karşı direnme ateşini yakmasıdır 68. “Dünyayı değiştirmek mümkündür”, “Başka bir dünya mümkündür” diye, dalga dalga yayılan 68 ve onu izleyen silahlı isyan, ezilenlere, yoksullara devrimin nasıl yapılacağını da öğreten zengin bir hazinedir.

İşte tam da bunun için 1968 Pierre-Jean de Beranger’in şu dizeler ile anılmayı hak etmiştir:

“Yolun düşerse kıyıya bir gün

Ve maviliklerini enginin seyre dalarsan

Dalgalara göğüs germiş olanları hatırla.

Hatırla yüreğin sevgi dolu, selamla!

Çünkü onlar fırtınayla çarpıştılar

Eşit olmayan savaşta

Ve dipsizliğinde enginin yitip gitmeden

Sana liman gösterdiler uzakta.”

NİHAYET

Gücün fizikî kapasiteden çok boyun eğmeyen iradeden geldiğini hepimize öğreten 1968: i) “Umut bitmemeli, bu kavga tüm insanlığın, eşit ve özgür yaşayabilmesi için.”[12] ii) “Zamana direnebilenler yalnızca, zaman içinde yer almayanlardır.”[13] iii) “Mücadele dediğin son nefesine kadar verilir. Öyle iki tur koşmakla dünya değişmez.” “Yol hep yeniden başlıyor. Biten biziz. Bitmemek için savaştığımız kadar insanız,”[14] gerçeğini hatırlatır.

Ve o; Ayn Rand’ın, “Asıl soru kimin bana izin vereceği değil, kimin beni durduracağıdır”…

Pablo Neruda’nın, “Her çağın bir savaşçısı vardır; karanlık zamanlarda aydınlık için direnenler, zorbaların karşısında eğilmeyenler, bir halkı yeniden ayağa kaldıranlardır”…

Bernard Shaw’ın, “Hiç düş kırıklığına uğramayanlar hiç umut beslememiş olanlardır”…

Samuel Smiles’in, “Umut, kendisine doğru yol aldığımızda yükümüzün gölgesini arkamıza düşüren güneşe benzer.” “İrade düşünmenin çekicidir”…

Metin Altıok’un, “Yarın farklıdır bugünden,// Sen bugünden yarına/ Birazcık umut sakla,”[15] betimlemeleriyle müsemma… o

9 Temmuz 2025, Çeşme Köyü.

 

 

* 15 Temmuz 2025’te Özgür Üniversite Hareketi’nin İzmir Pamucak’daki 2. Yaz Kampı’nda yapılan konuşma…

[1] Albert Camus.

[2]    Bkz: Temel Demirer, “40 Yıl Sonra ‘68”, Kaldıraç dergisi, No: 90, Haziran 2008 ve Ankara Hukuk Fakültesi Öğrenci Derneği Yayını, Duvarın Arkası: İç Kantin, No: 6, Ekim 2008… ii) Temel Demirer, “41. Kere ’68!”, Sosyalist Demokrasi, No: 80, 1 Haziran 2009… iii) Temel Demirer, “Bir Kez Daha ‘68 İçin”, Öğrenci Gazetesi, Mart-Nisan 2009 ve Eylül dergisi, Yıl: 2, No: 11, Mayıs-Haziran 2009… iv) Temel Demirer, “Anti-Emperyalist Mücadele Tarihi(miz): Gerçek ve Yalan(lar)!”, Kaldıraç dergisi, No: 142, Nisan 2013… v) Temel Demirer, “68 Başkaldırısı ve Öğrenci Hareketi”, Kaldıraç, No: 182, Eylül 2016…

[3]    Hadi Uluengin, “68 Hareketi Sahte Bir Efsane”, Taraf, 10 Haziran 2012… https://www.odatv.com/medya/68-hareketi-sahte-bir-efsane-24239

[4]    Hasan Bülent Kahraman, “1968’e Türkiye’den Bakmak…”, 11 Mayıs 2018… https://www.sabah.com.tr/yazarlar/kitap/kahraman/2018/05/11/1968e-turkiyeden-bakmak

[5]    Jean-Paul Sartre, Bulantı, çev: Selahattin Hilav, Ataç Kitapevi, 1961.

[6]    Albert Camus, Baş Kaldıran İnsan, çev: Tahsin Yücel, Varlık Yay., 1967.

[7]    Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Dilek Hattatoğlu-Erol Özbek, Ayrıntı Yay., 2016.

[8]    Atilla Keskin, “Dünyada ve Türkiye’de 68 Hareketi -1-”, 27 Ocak 2025… https://www.avrupa-postasi.com/dunyada-ve-turkiyede-68-hareketi-1

[9]    1968 İsyan, Devrim, Özgürlük, Derleyen: Ömer Turan, Tarih Vakfı Yurt Yay., 2019.

[10]  Julio Cortazar, Seksek, çev: Necla Işık, YKY, 2009, s. 239.

[11]  Atilla Keskin, “Dünyada ve Türkiye’de 68 Hareketi -2-”, 2 Şubat 2025… https://www.avrupa-postasi.com/dunyada-ve-turkiyede-68-hareketi-2

[12]  John Steinbeck, Gazap Üzümleri, Ergun İlgin, Halk Yay., 1974.

[13]  Jorge Luis Borges, Sonsuz Gül, çev: Ayşe Nihal Akbulut-Cevat Çapan, İletişim Yay., 2016.

[14]  Vedat Türkali, Mavi Karanlık, Cem Yay., 1987.

[15]  Metin Altıok, Bir Acıya Kiracı, Kırmızı Kedi Yay., 2000.

Türkiye Varlık Fonu hakkında – 1

Ülkenin ekonomi çevrelerinde sıklıkla tartışılan bir konudur Türkiye Varlık Fonu. Ekonomi çevrelerinde tapılan akademik tartışmalar halkımızın pek ilgisini çekmez genellikle. Ancak kendilerini “muhalif” olarak tanımlayan medya organlarında özellikle de görsel medyada yapılan tartışmalar hayli ilgi görür. Bu tartışmalarda boy gösteren sözde ekonomistler de eleştiri üzerine eleştiri yöneltirler Türkiye Varlık Fonu adlı kuruluşa. Bu kuruluşa eleştiri yöneltilmesi elbette doğal da, eleştirilerin doğru bir perspektif dâhilinde doğru bir biçimde yapılması gerekir kuşkusuz. İşte bu konuda sınıfta kalıyorlar sözünü ettiğim muhalif medyada boy gösteren sözde ekonomistler. Sınıfta kalmalarının en önemli nedeni ise varlık fonlarının felsefesi ve uygulamaları hakkında yeterli bilgi sahibi olmamaları. Onlar, varlık fonu kavramının, üzerinde yaşadığımız coğrafyanın bir ürünü olduğunu varsayıp bu varsayım üzerine kuruyorlar eleştiri mekanizmalarını. Oysa durum böyle değil. Dünyanın değişik ülkelerinde bulunmakta varlık fonu uygulamaları. Bu yazı dizisinde önce varlık fonu felsefesinden ve dünyadaki uygulamalarından söz edip ardından da Türkiye uygulamalarına yönelik eleştirilerimizi sıralayacağız.

VARLIK FONU NEDİR?

Ulusal varlık fonları değişik finansal varlıklara yatırım yapıp gelirlerini arttırmak amacında olan devletlerin kendi sahipliği ve yönetimi altında faaliyet gösteren fonlardır. Bu fonların kuruluş sermayesi devletin BÜTÇE FAZLASI gelirlerinden oluşur. Bütçe fazlası veren ekonomilerde bu fazlayı kullanmanın değişik yolları vardır, bunların en yaygın olanları aşağıda sıralanmıştır:

  • Devlet harcamalarını arttırmak,
  • Dolaylı ve dolaysız vergilerde indirim yaparak halkın üzerindeki vergi yükünü azaltmak,
  • Mevcudiyeti halinde borçlarını vadesinden önce ödemek,
  • Bir varlık fonu oluşturarak bütçe fazlası gelirleri buraya aktarmak, burada oluşan sermaye ile çeşitli finansal varlıklara yatırım yapmak. Bu varlıklar ulusal ya da dış kaynaklı olabilir. Burada amaç yatırım yapılan fonlar vasıtası ile devletin gelirlerini arttırmak ve elde edilen gelirler sayesinde ülkenin refah düzeyini tabana yaymak ve gelecek kuşaklara refah aktarmaktır.

Bu tür fon yönetimlerinin temel amacı varlıkların risk ve getiri dengesini dikkate alarak mümkün olan en yüksek kârı sağlamaktır. Özellikle parlamenter demokrasi denilen kapitalist devlet biçimi ile yönetilen ülkelerde mevcut olan bütçe kısıtlamaları ve parlamento denetimleri nedeni ile bu amaca ulaşmak pek de kolay değildir. Ulusal varlık fonları esas olarak parlamento denetimini aşmak amacı ile kurulmuşlardır.

Bu açıklamalardan da anlaşılabileceği gibi ulusal varlık fonlarının kuruluş felsefesinde bütçe fazlası gelirlerin belirli yatırım alanlarına kanalize edilmesi düşüncesi yer alır. Bu nedenle de BÜTÇE FAZLASI OLMAYAN EKONOMİLERDE VARLIK FONU KURULMASI GÖRÜLEBİLEN BİR OLGU DEĞİLDİR.

Varlık fonlarında biriken sermaye iki şekilde oluşabilir:

1)         Emtiaya dayalı fonlar: Bunlar genellikle bir ya da daha çok ihraç ürününden elde edilen bütçe fazlası gelirlerden oluşan fonlardır. Körfez ülkelerinin petrol ve LNG (sıvılaştırılmış doğal gaz) ihracatından elde ettikleri gelirler bu tür fonların kurulmasını sağladılar. Yine Norveç devleti tarafından kurulmuş olan Government Pension Fund (Devlet Emeklilik Fonu) da bu tür fonlara örnek gösterilebilir. Fon kuzey denizinden elde edilen petrol gelirleri sayesinde 1990 yılında kurulmuş ve gerçekleştirdiği başarılı yatırımlarla bugün yaklaşık bir trilyon USD seviyesinde bir büyüklüğe ulaşmıştır.

2)         İkinci tip varlık fonları ise herhangi bir emtiaya bağlı olamayan fonlardır. Bu fonların sermayesi ise ağırlıklı olarak ülkelerin elde ettikleri dış ticaret fazlasından oluşurlar Çin’de faaliyet gösteren ulusal varlık fonları bu tür fonlara örnek teşkil ederler. ABD’de ise her iki tip ulusal varlık fonunun örnekleri bulunmaktadır.

Yukarıda genel prensiplerinin açıklanmasına çalışılan varlık fonları yine yukarıda belirtildiği gibi dünyanın dört köşesinde uygulama alanı bulmuştur. Hâlen aktif faaliyet gösteren irili ufaklı 82 adet ulusal varlık fonu bulunmaktadır. Bazı ülkelerde birden fazla ulusal varlık fonu kuruludur. Örneğin Çin’de faal olan dört, ABD’de ise 9 ulusal varlık fonu faaliyet göstermektedir.

Varlık fonları ağırlıklı olarak devlet tahvillerine, hisse senetlerine, yatırım fonlarına yatırım yaparlar. Bunun dışında nadiren de olsa yüksek getiri olasılığı bulunan projelere yatırım yapıp kalıcı veya geçici ortaklıklar kurmakta veya özel ortaklıklar (Joint Venture) teşkil etmektedirler. Ancak yatırım yaptıkları tüm alanlarda kazanç beklentisinin yüksek olması ve riskli yatırımlara girişilmemesi bahse konu fonların adeta ortak özelliğidir. Bu konuda o kadar tavizsiz davranılmaktadır ki SnP ve Moddy’s gibi kuruluşların yüksek kredi notu vermediği ülkelerin tahvillerine yatırım yapmamayı adeta yazılı olmayan bir kural h â line getirmişlerdir.

Varlık fonları ağırlıklı olarak ait oldukları ülkenin Merkez Bankası nezdinde kurulur. Merkez Bankası para politikalarını yönlendirme ve finansal istikrarı koruma alanlarında deneyimli kuruluşlardır. Bu durum ulusal varlık fonlarının liyakat sahibi uzmanlar tarafından yönetildiği inancını besler ve kuruluşundan itibaren fona güven duyulmasını sağlar. Ayrıca Merkez Bankasının hükûmetten bağımsız olarak faaliyet gösteren bir kuruluş olduğu genel kabul görmüş bir düşüncedir. Dolayısı ile bu fonların güncel siyasetten etkilenmeyeceği, devlet denetiminde olmakla birlikte siyasi rüzgârlardan bağımsız bir şirket olarak faaliyet gösteren bir kuruluş olarak faaliyet göstereceği düşüncesi egemen olur. Böylece ülke halkının fona karşı güven duyması sağlanır.

Bunun dışında bağımsız bir şirket olarak kurulmuş ulusal varlık fonları da mevcuttur. Bu tür fonlar hükûmet ve parlamentonun etkilerinden tamamen uzak oldukları düşüncesini oluşturmak açısından avantaja sahiptirler; ne var ki bunların halk nezdinde güven kazanabilmeleri zor olmakta, kendilerini kanıtlayabilmeleri kimi zaman yıllarca devam eden bir süreci gerektirmektedir.

Ulusal varlık fonlarına yönelik olarak bu genel bilgilendirme notunu takiben Türkiye Varlık Fonunun yukarıda açıklanmaya çalışılan felsefe ve prensiplere uygun olup olmadığını tartışabiliriz.

TÜRKİYE ULUSAL VARLIK FONU KURABİLİR Mİ?

Konuyu ulusal varlık fonlarının kuruluş felsefesi üzerinden tartışalım.

Bir varlık fonunun kurulabilmesi için her şeyden önce kamunun elinde birikmiş bir gelir fazlasının olması gerekir. Türkiye Cumhuriyeti nezdinde böyle bir gelir fazlasının, böyle bir birikimin bulunmadığı herkes tarafından bilinmekte. Dolayısı ile daha ilk adımda bir kural dışılık söz konusu.

Kamunun elinde hâlen böyle bir gelir fazlası, bir birikim olmadığı gibi ne kısa vadede ne de orta vadede böylesi bir fazlalığın oluşabilme olasılığı da mevcut değildir. Türkiye ne petrol ya da doğalgaz gibi ihracı ile gelir fazlası yaratabilecek bir emtiaya ne de dış ticarette bütçe fazlası yaratabilecek bir dış ticaret hacmine sahiptir. Cari fazlası olan bir emeklilik sistemi de mevcut değildir. Tam tersine Türkiye’de yıllardan beri devam eden bir bütçe açığı ve dış ticarette önüne geçilemeyen bir cari açık söz konusudur. Emeklilik sistemi için de benzer ifadeleri kullanmak gerekiyor. Burada da günden güne büyüyen bir cari açık bulunmakta ve bu açık bütçeden yapılan kaynak transferi ile kapatılmakta. Gelir fazlası olan tek kamu fonu işsizlik sigortası fonu. Buradaki gelir fazlası da işsizlik sorununa çözüm bulmak için kullanılması gereken bir fazlalık. Tabii bu gelir fazlasının sermaye kesimine teşvik amacı ile kullanılmış olması da ayrı bir eleştiri konusu ancak bu yazının kapsamı dışında.

Bütçe açığının ve dış ticarette oluşan cari açığın nedenlerini de tartışacak değiliz. Mevcut durumun resmini çekmek amacımız. Bu resim de bize içinde bulunduğumuz koşullarda Türkiye’de bir ulusal varlık fonu kurulmuş olmasının en hafif deyimi ile “abesle iştigal” anlamına geldiğini göstermekte.

O hâlde neden kuruldu bu fon?

Bunu da önümüzdeki sayıda tartışalım.

“Kadının beyanı”, ifşa, linç… Ne yapmalı?

“Ne mutlu eğri zamanda

Doğru yerde durabilene.”[1]

4 Haziran 2025 günü Devrimci Gençlik Dernekleri (DGD) çevresinden bir genç, Yusuf Uçak kendini öldürdü… Aynı günün sabahı sosyal medyada dört-beş genç kadın ve bir erkek tarafından tartaklanarak “cezalandırıldığı”nı gösteren bir video düşmüştü sosyal medyaya. Yusuf bundan birkaç gün önce, yine sosyal medyada fotoğraflarıyla “tacizci” olarak ifşa edilmişti. Ama kim(ler)i, ne zaman, nasıl taciz etmişti, orası belli değil. Hiç açıklanmamış. Sadece bir kadının taciz edildiğine ilişkin beyanı…

İntiharın hemen ardından, ifşacılar paylaşımlarını silip hesaplarını kapatarak sosyal medyadan yok oldular. İlişkin başka paylaşımlar da, öyle anlaşılıyor ki Yusuf’un ailesinin talebi üzerine, mahkeme kararıyla kaldırıldı.

Dolayısıyla olaya ilişkin az sayıda sosyal medya paylaşımı bulunuyor. Bunlardan Yusuf’un kendisini taciz ettiğini iddia eden kadının DGD’ye başvurduğunu, DGD’nin gecikmeksizin soruşturma mekanizmasını harekete geçirdiğini, ancak şikâyet sahibi kadının Yusuf’la son bir kez görüşmek istediği gerekçesiyle soruşturma sürecini ertelediğini, o gün Yusuf’un “cezalandırıldığı”nı gösteren videonun sosyal medyaya düştüğünü anlıyoruz. Sonrası… biliniyor.

Yine Yusuf’un (biri eski kadın arkadaşı olmak üzere) dostlarının onun ardından yazdıklarını okuyunca, insanları incitmekten çekinen, incelikli, duyarlı bir genç adam portresi çıkıyor ortaya. Birkaç ay önce tanıştığı bir genç kadınla yakınlaşan, bu yakınlaşma sırasında genç kadın tarafından reddedilen ve bundan dolayı muhatabından özürler dileyen… İfşacılarının “zaten suçunu itiraf etmişti” diye dolaşıma soktukları WhatsApp mesajından kopartılmış bir-iki cümlede dahi özür dilemeyi sürdürüyor. Yusuf, öyle gözüküyor ki en azından “tacizci” diye damgalanmadan önce dinlenmeyi, kendini savunmayı fazlasıyla hak eden naif bir delikanlı…

Olay gerek feminist, gerekse sol hareket içerisinde epey yankı buldu, tepki topladı. Çoğunluk tepkiler, “kadının beyanı esastır” ilkesinin ve feminist “ifşa” aracının bu olayda çarpıtıldığı ve olayın bir “yargısız infaz”, “zorbalık” ve “linç” olduğu yönündeydi. DGD[2] ve Öğrenci Kolektifleri’nin[3] sosyal medya hesaplarından yaptıkları açıklamaların yanı sıra, Eşitlik İçin Kadın Platformu (EŞİK) konuya ilişkin bir sohbet toplantısını YouTube’da yayınladı.[4] Feminist sosyal bilimci Nil Mutluer bu konuda İlke TV’de özeleştirel nitelikte bir yazı yayınladı.[5]

Bu tepkilere gelen itirazlar ise, genelde, eleştirilerin sol hareket içindeki kadınların yıllardır mücadele ettiği cezasızlık politikasını ve örgütler içerisindeki erkek egemenliğini yeniden ürettiği, “erkek şiddeti”ni görünmez kıldığı, “ölüm gibi hassas bir olgunun kadınların politik mücadelesini itibarsızlaştırmak için kullanılamayacağı”[6] yönündeydi. Yeni Kadın dergisi ise, X hesabından DGD’nin açıklamasına bir yanıt yayınlayarak şunları vurguladı: “Devrimci mücadelenin tarihinden biliyoruz ki, bazı hatalar insanların canına mal oluyor. Coğrafyamızdaki mücadelenin tarihi maalesef bunun gibi onlarca örnek içermektedir. İfşa veya ezilenin ezene dönük şiddeti devrimci mücadelenin yöntemlerinden biri olarak meşrudur, istenmedik sonuçlar üretmesi hem araçların hem de bu araçları uygulayanların hedef hâline getirilmesine neden olmamalıdır. (…) İfşa ve şiddet, kaçınılmaz olduğunda meşrudur…”[7]

İtirazlara ilişkin örneklediğim her iki bildirim de “Kadının beyanı esastır” hükmüyle sonlanıyor.

“Kadının beyanı esastır”? Feminist literatürde ve onun etkisi altındaki sol cenah kadınları arasında en sık terennüm edilen ve/fakat en az anlaşılan önerme. Aslına bakılırsa, kaynağını oluşturan hukuk sistemi içerisinde ve savunucuları olan feminist hukukçular arasında da “ne” olduğu, ama esas olarak “nasıl” uygulanacağı konusunda bir görüş birliği olduğu söylenemez.

Kadın hakları savunucusu tüm hukukçuların üzerinde anlaştığı tek husus, “Kadının beyanı esastır” ilkesinin soruşturma sürecinin başlatılması noktasındaki gerekliliği ve geçerliliğidir. Toplum(lar)da cari cinsiyetçi/ataerkil zihniyet ve tutumların, kadınların fiziksel ya da cinsel taciz ve/veya şikâyetiyle kolluk kuvvetleri ya da yargıya başvurduklarında, kolluk ya da yargının bu şikâyetleri ciddiye almaması, “giysin, tavırların vb. nedeniyle hak etmişsindir,” tutumuna girmesi ya da “olur böyle şeyler, haydi barışın” baskısı uygulamaları veya yasal prosedürü başlatabilmek için müştekinin taciz ve veya şiddete dair somut deliller sunmasını talep etmesi, “vaka-i adiye”dendir. Feminist hukukçular bu alanda yaşadıkları sayısız deneyimden hareketle, kadına yönelik şiddet ve cinsel suçlarda “kadının beyanı esastır” ilkesinin geçerli olması gereğini vurgularlar.

Çünkü şiddet, taciz, tecavüz teşebbüsü gibi fiiller, genellikle üçüncü şahısların/tanıkların bulunmadığı bir alanda gerçekleşir. Bu vakalarda müştekinin tanık gösterme olanağı hemen hiç yoktur. Bu nedenle yasal işlemleri başlatmak için kadının beyanı esas kabul edilmelidir. Feminist hukukçuların çoğunluğunun üzerinde uzlaştığı önerme, bu ve bundan ibarettir. Yani kamuoyunda yaygın olan, yargı önünde erkeği kendisine şiddet uygulamak, taciz ya da tecavüzle suçlayan bir kadının iddiasının “doğru” sayılarak hükmün ona göre verileceği kanısı bir safsatadan ibarettir…

Öte yandan, “kadının beyanı”nın yasal süreci başlatmanın yanı sıra, herhangi bir delilin olmaması durumunda hükme de esas teşkil etmesi gereğini savunan daha az sayıdaki hukukçu, yargıç tarafından kadının beyanına dayalı olarak verilecek kararın kimi koşullara bağlı olması gereğini kabul ederler. Bu görüşü savunan feminist avukat Hülya Gülbahar’a göre bu koşullar:[8]

  1. Beyanın hayatın olağan akışına uygunluğu;
  2. İfade ve yargı sürecinin tüm aşamalarında beyanın samimiyetinden kuşkuya düşürecek bir tutarsızlığın olmaması;
  3. Mağdur ile zanlı arasında iftirayı gerektirecek bir husumetin olmaması;
  4. Zanlının kendini savunma hakkının eksiksiz olarak tanınması;
  5. Mağdurun olayı sıcağı sıcağına başkalarıyla paylaşmış olması;
  6. Şiddet faillerinin temel insan haklarının ihlal edilmemesi;
  7. Mağdurun “ben şiddet gördüm/ tacize-tecavüze uğradım” beyanında bulunduğunda itibar kaybına uğrama olasılığının mevcudiyeti…

olarak özetlenebilmektedir. Aksi durum, hukuk sisteminde temel bir insan hakkı kabul edilen ve İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde yer alan “masumiyet karinesi”[9] ile çelişecektir. Nitekim, “kadının beyanı esastır” önermesi ile “masumiyet karinesi” ilkesi arasındaki çelişkinin giderilebilmesi ya da aralarında nasıl bir dengenin kurulabileceği sorunu, feminist hukukçular dâhil konuyla ilgili hukukçuları en çok uğraştıran sorunlardan biridir.[10] Özetle konu züccaciyeci dükkânındaki fil yöntemleriyle çözümlenemeyecek hassas bir mevzu…

Türkiye’de konuya ilişkin ilk tartışmalar, sanırım Gezi Direnişi günlerindeki malûm ve mahut “Kabataş yalanı” ile başladı… Kabataş’ta karşılaştığı deri pantolonlu, yarı çıplak bir erkek topluluğu tarafından taciz edildiği, tartaklandığı, üzerine işendiği, elindeki bebek arabasının kontrolünü yitirdiği iddiası, salt dile getiren kişi kadın olduğu için ne denli kabul edilebilir idi?

Son yıllarda, sol cenahta pek çok örgüt/oluşum “Kadının beyanı esastır” önermesini ilkesel olarak benimseyip iç işleyişlerine dâhil ederken, bu düsturun suiistimaline dair pek çok örneğin ortaya çıkmasının, ilkenin şiddetli savunucuları feministleri de rahatsız etmeye başladığını gözlemlemek mümkün. Nitekim, Yusuf’un intiharının ardından EŞİK’in düzenlediği bir video-konferansta ilkenin örgüt içi iktidar mücadelelerinde araçsallaştırıldığı konusu dile getirilmiş, genç feminist kadınların zaman zaman kantarın topuzunu kaçırdıkları, “kadının beyanı” ilkesi ile “ifşa” eyleminin suiistimalinin bizatihi feminist harekete zarar verdiği vb.den dem vurulmuştu.[11] “Politik mekanizmaların bir hınç aracına dönüşmesi”nden söz eden Nil Mutluer ise, “kadının beyanı esastır” ilkesinin “kamuoyunda ‘kadınlar sorgulanamaz’ veya ‘erkekler doğrudan suçludur’ gibi indirgemeci biçimlerde algılanmasının tartışmalı bir zemine yol açtığı”nı vurgulayıp “ifşa” kisvesiyle gerçekleştirilen delilsiz suçlamalar ya da sosyal linç riskinin, bu yöntemin sınırlarını da tartışmalı hâle getirdiğini vurgulamakta… Mutluer, “Feminist hareketin bu araçları tartışılmaz doğrular olarak değil, etik ve stratejik sınırlarıyla birlikte ele alması”[12] çağrısını yapıyor, haklı olarak…

Gerçekten de son yıllarda sosyalist/devrimci hareketler içerisinde erkeklere yöneltilen cinsel taciz suçlamaları, bu suçlamaların sosyal medya mecralarına dökülüp hareket içinde (çoğu kez Yusuf Said Uçak vakasında olduğu üzere geri dönüşsüz sonuçlara varmasa da) bölünmelere, husumete, politikayı terke varan sonuçlara yol açmasına sıkça rastlanır oldu. Birileri birilerini tasfiye etmek istediğinde, artık “ajandır”, “işkencede çözüldü”, “ihbarcılık yaptı”, “örgüt parasını yedi” vb. denilmiyor. “Tacizci” suçlaması, yeterli görülüyor. Ve bunun için bir ya da birkaç kadının kişiye ithamda bulunması yetiyor genelde… Değil mi ki “kadının beyanı esastır”? Kopartılan sosyal medya şamatasında suçlanan kişinin kendini savunma çabaları duyulmuyor bile… Hele ki büyük çoğunluğun “kadının beyanı esastır” önermesini “kadın her zaman haklıdır” olarak yorumladığı bir ortamda… Ne de olsa devrimci/sosyalist hareket içerisinde yer alan genç kadınların çoğu, iyi bir eğitim, güçlü bir sosyal sermaye (geniş ve aktivist bir destekçiler ağı, sosyal medyayı kullanım becerisi vb.) ataerkillik konusunda “terbiye edilmiş” bir erkek arkadaşlar çevresine sahipler… Linç için her şey hazır!

Oysa, tekrar ediyorum, “kadının beyanı esastır,” çok dikkatli başvurulması gereken ve değerlendirilmesi, kullanılması hukukî uzmanlık gerektiren bir ilke… Öfkeli bir kafadarlar grubunun, hatta örgüt içinde oluşturulan disiplin mekanizmalarının suçlayan kişinin politik, ideolojik ya da psikolojik saiklerle hareket edip etmediğine karar vermesi, pek kolay ve güvenilir değil.

Öte yandan, devrimci, sosyalist erkekler de sütten çıkmış ak kaşık değil, elbet. Genç insanların ağırlıkta olduğu örgütlerde cinsellik her an zorlamaya dönüşme potansiyeline sahip. Bu tip zorlamaların hasıraltı edilmesi, kurmayı düşlediğimiz dünyaya, toplumu özgürlükçü eşitlikçilikten yana dönüştürme iddialarımıza ihanet anlamına gelir.

Bu durumda ne yapmalı?

Öncelikle “kadının beyanı esastır” önermesini kamuoyu, özellikle de sol kamuoyu nezdinde bir ajitasyon aracı olarak kullanagelen feministlerin[13] (“Solcu erkekler de kadına şiddet uyguluyor, taciz ediyor!”), bundan böyle daha özeleştirel, daha titiz ve daha duyarlı davranarak, özellikle de feminist hukukçular eliyle, konuyu sol/sosyalist/devrimci kamuoyu önünde enine boyuna tartışmaya açması, kavramın olanak, olasılık ve sınırlarını vurgulaması, belki de bunun örgüt-içi eğitimin bir parçası hâline getirilmesi gerekiyor.

Dahası, örgüt içi eğitim programları toplumsal cinsiyet rol ve ilişkileri, yabancılaşma, aşk, devrimci etik, kültürel kodlar, sosyal medya kullanımı vb. konuları kapsayacak biçimde genişletilmeli.

Ve nihayet, örgüt/hareket içi taciz-şiddet iddialarının olabildiğince tarafsız, hukuk ilke ve uygulamaları konusunda birikimli ve deneyimli bir heyet -örneğin ÇHD tarafından görevlendirilecek bir komisyon- tarafından ele alınıp karara bağlanması düşünülebilir.

Kadınlar ve erkekler birbirleri için vazgeçilmezlerse ve devasa bir toplumsal dönüşüm serüvenine birlikte girişeceklerse, birbirlerinden öğrenip birbirlerini dönüştürmeleri, şarttır! 

15 Temmuz 2025, Muğla.

 

[1]    Pir Sultan Abdal.

[2]    “Bizler kimsenin devrimcilere ya da kadın hareketine baktığında adalet yerine linci koyan, savunma hakkına fırsat vermeyen, kontrolsüz bir kitle rüzgârının etkisiyle insanların hayatlarında geri dönülmez sonuçlar doğuran bir manzaranın görünmesini istemiyoruz. En başta kadınlara zarar veren bu orta çağ ilkelliğinin siyasal kılıflarla meşrulaştırılmasını da tolere edecek değiliz. Dünden bugüne tavrımız nettir: Her işimizde sabırlı olacağız, özenli olacağız; suçunu sabit gördüğümüz insanlara ceza vermekten çekinmeyeceğiz ancak hiçbir insanı da umutsuz vaka olarak görmeyeceğiz. Kadın mücadelesini herkesi susturarak tekeline almaya çalışanları ve bu mücadelenin araçlarını sorumsuzca kullananların provokatif çıkışlarını dikkate almayacağız. Son olarak bu sözde ‘teşhir’ sürecini örgütleyenlerin, sorumsuzca yaptıkları şeylerin kadın mücadelesine ve devrimci mücadeleye zarar verdiğini; bir insanın savunmasının dahi alınmadan suçlu ilan edilip cezalandırılmasının sonuçların çok vahim olduğunu, acı bir ölümün ardından da olsa artık anlamalarını temenni ediyoruz.” (https://x.com/DGDernekleri3/status/1930623447022924114).

[3]    “Son yaşananlar ise aksi tutum ve eğilimlerin öne çıkışının bir örneğidir. Feminist hareketin de bir kazanımı olan ifşa ve teşhirin politik zeminden koparılarak ölçüsüz bir cezalandırmaya dönüşmesini, kişisel öfkenin politik tutumun yerine konmasını, örgütsüz cezalandırma pratiklerinin olağanlaştırılmasını, bu konuda kendimize görevler çıkaracak biçimde sorgulamalıyız.” (3 Haziran tarihinde yaşanan olaya dair kamuoyuna açıklamamızdır.” (https://x.com/kolektifler3/status/ 1931085748209656315).

[4]    “Kadının Beyanı Esastır İlkesini ve Feminist İfşayı Yusuf Uçak Olayı Üzerinden Konuşuyoruz”, https://www.youtube.com/watch?v=VwXEN6_XGco&t=6715s

[5]    Nil Mutluer, “Masum Değiliz Hiçbirimiz: Beyan, İfşa, Rıza ve Hakikât”, https://ilketv.com.tr/masum-degiliz-hicbirimiz-beyan-ifsa-riza-ve-hakikat/

[6]    GsrmpC9XwAAhn7y

[7]    Yeni Demokrat Kadın, “Kadın Mücadelesinin Yarattığı Değerlerin Arkasındayız”, https://x.com/ydkonline2/status/1930709114130169884

[8]    “Avukat Hülya Gülbahar: Kadının Beyanı Esastır İlkesi”, https://www.youtube.com/watch?v=eKWOFRO-825Y&t=4586s

[9]    Masumiyet karinesi, suçsuzluk ilkesi veya uluslararası hukuk terimi olarak presumption of innocence; suç kesinleşmediği sürece kimsenin hükümlü sıfatıyla değerlendirilemeyeceğini ifade eden, temel hukuk doktrini. Evrensel hukuk kurallarına göre, bir kişinin masum olduğunun kanıtlanmasına gerek yoktur; kişinin suçluluğunun kanıtlanamamış olması yeterlidir. Bunun için masumiyet karinesinin temelini, hukukta hüküm giydirmenin yalnızca iddia edilen suçların kanıtlanmasıyla mümkün olduğu gerçeği oluşturur. Bu da hüküm giymemiş kimsenin suçlu sayılamayacağı veya suçlu olarak lanse edilemeyeceği ilkesini; yani masumiyet karinesini doğurur. Masumiyet karinesi evrensel bir yargı doktrini olup; İnsan Hakları Evrensel Bildirisi‘nde yer almaktadır. Buna bağlı olarak bu bildiriye taraf olan ülkeler, yasalarında bu doktrine yer vermek durumundadır (Vikipedi, https://tr.wikipedia.org/wiki/ Masumiyet_karinesi#:~:text=Masumiyet%20karinesi%20evrensel%20bir%20yarg%C4%B1,devaml%C4%B1l%C4%B1%C4%9F%C4%B1n%C4%B1%20sa%C4%9Flama%20fonksiyonuna%20da%20sahiptir).

[10]    Kapsamlı bir örnek için bkz. Av. Seher Kırbaş Canikoğlu, “ ‘Kadının Beyanı Esastır’: Çok Bilinmeyenli bir Denklem”, Ankara Barosu Dergisi, 2015/4, ss. 230-253.

[11]    “Kadının Beyanı Esastır İlkesini ve Feminist İfşayı Yusuf Uçak Olayı Üzerinden Konuşuyoruz”, https://www.youtube.com/watch?v=VwXEN6_XGco&t=6715s

[12]    Nil Mutluer, ay.

[13]    “Ben potansiyel olarak her erkeğin tacizci olduğunu düşünüyorum” diyor, örneğin feminist hukukçu Eren Keskin, bir söyleşide! (“Cinsel Taciz: Tanımlar ve Tartışmalar Üzerine Sohbet”, Eren Keskin, Esra Aşan, Hülya Gülbahar, Nükhet Sirman, Zeynep Kutluata, 2 Şubat 2011, İstanbul. Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar, sayı 13 Mart 2011, s. 48).

 

Karanlık ve “seferberlik” Saray Rejimi ve “iç cepheyi güçlendirmek”

“O duvar,
             o duvarın dibinde seferberlik var
1914’ten daha büyük,
             daha mel’un
                         bir seferberlik…

Karanlıklar
             güneş altında nasıl kaçarsa bir deliğe,
             koşuyor burjuvalar
                                     bu seferberliğe:
Britanya dretnotlarının Cemiyeti Akvamı,
             beyaz eldivenleri barut kokan diplomat,
                         çürümüş insan eti müstahsili
                                                             general,

II’inci Enternasyonal;
zehirli çiçeklerini toplamak için,
                                                “din”in
toprağını gübreliyen, kazan,
eserlerini banknotlara yazan
                                     filozof,
permanganatın âşıkı şair,
ölüm şuaı satan kimyager,
hepsi seferber,
             seferber
                         o duvarın bayrağı altında…

O duvar,
o duvar, o duvar.
O duvarın dibinde
                         bizimkiler kurşunlanıyorlar…”

Nâzım Hikmet, “İzmir’den Akdeniz’e dökülen ve yakında Bombay’dan Hint Denizi’ne dökülecek olan emperyalizmin şarkı saran duvarı hakkında yazılmıştır” şiirinden

Saray Rejimi, içeride ve dışarıda savaş politikasını sürdürüyor.
“İçeride ve dışarıda savaş politikası” öyle hafife alınacak, sadece Erdoğan’a bağlanacak bir politika değildir. Erdoğan’a bağlı, sadece onun işi olan bir şey varsa, evet hafife alabilirsiniz. Sakıncası olmaz. Ama Saray Rejimine “tek adam rejimi” demek, aslında onu anlamamaktır ya da hafife almaktır. “Almanya, İngiltere, Fransa ve şahsım toplandık,” derken Erdoğan, sadece kibrinden kabarmış bir hafiflik sergiler. Bu durumda hiciv olarak “şahsım” rejimi derseniz, bilimsel olmaktan uzak ama bir durumu ifade edersiniz. Oysa Saray Rejimine, mesela “tek adam rejimi” derseniz, sadece devleti aklamış, tüm kötü uygulamaların “tek adam”dan kaynaklandığını iddia etmiş olursunuz. Ve bu, sizin amacınızı bilmeyiz ama, aslında devleti aklamak, tüm içeride ve dışarıda savaş politikalarını onaylamak anlamına gelir.
Peki, Saray Rejimine “sultanizm” (ya da patrimonyal sultanizm) derseniz, uygun mu düşer? Bizce, bir adım daha ciddiyet içerse de, uygun değildir. Ciddiyet içerir, çünkü devletteki değişimi ele almaya niyetli gibidir. Evet, Erdoğan ve ailesinin, bir yüzükten başlayan ve gemiciklerle, sıfırla oğlumlarla, çetelerle, altınlarla, yağma ve talanla, ganimetlerle büyüyen servetine bakarak, işte sultan diyebilirsiniz. Ama “sultanizm” durumu anlatmaya yetmez. “Tek adam rejimi”nin daha süslüsüdür. Bir kere öyle feodal sistemdeki gibi ailelere bağlı bir yaşam yoktur ve olamaz. Tersine, burjuva egemenliktir geçerli olan. Ve dahası, sistemi ayakta tutan, devlet çarkının temelini oluşturan gerçekleri görmemiş olursunuz. “Diktatörlük” demekten kaçmanın yolu ise sultanizm, bir anlam ifade edebilir. Bizim için ise, zaten öncesi de diktatörlüktür. Yani 2017’de Saray Rejimi başladı ise, öncesi demokrasi değildir. Her devlet bir diktatörlüktür, egemen sınıfın diktatörlüğüdür. Bu nedenle, günümüz burjuva devleti olan Tekelci Polis Devleti de bir diktatörlüktür. Vurgulanması gereken nokta, onun yeni biçimidir ve bu da, parlamentonun, seçimlerin, siyasal partilerin vb. ortadan kalktığı, doğrudan devletin olağanüstü örgütlenmesidir. Bu olağanüstü örgütlenme, savaş ve iç savaş koşullarına bağlıdır. Oysa sultanizm, bir kişinin yasaları kendine göre ayarlaması hâli, hattâ nedensiz bir kötülük olarak ele alınmaktadır.
Saray Rejimine bir de “AKP-MHP faşizmi” denmektedir. Bu söylem, en çok Kürt hareketi tarafından kullanılmaktadır ve artık sonuna gelinmiştir. Çünkü, yeni süreç, bilfiil bu noktayı aşmıştır. Bu nedenle, bir devlete, dayandığı tahmin edilen partiler nedeniyle bir isim takmak da, aslında anlamlı değildir. Bunu anlamış olduk. Kabul edileceğini umuyoruz. Örnek olsun, mesela Kılıçdaroğlu, bu “AKP-MHP faşizmi”nde acaba, daha az role mi sahiptir? Demek devlet böyle incelenemez.
Kuşku yok ki, her türlü adlandırmayı, olumsuz anlamda hak ederler. Biz, komünistler, elbette devleti yıkmak için, düşmanı ve onun egemenlik aygıtı olarak devleti doğru tanımlamayı isteriz. Bu nedenle elimize geçen her olanakta, devleti biraz daha çıplak ortaya koymak için harekete geçmeyi görev biliriz. Devleti kutsal olarak görmeyiz, devleti, burjuva sınıfın egemenlik aracı olarak görürüz.
İşte bu Saray Rejimi, bugünlerde durmadan, “iç cepheyi güçlendirmek” siyasetinden söz ediyor. Bunun için, sadece işçi sınıfına, sadece devrimci harekete saldırmıyorlar. Burjuva cephenin içinde kendilerine muhalif olan, parlamenter sistem ve benzerini savunanlara da saldırıyorlar. Bu saldırıları ele almak istiyoruz. Ama bize biraz tablonun bütününe bakma çabası gerekiyor. Takip etmeye niyetli okuyucu için bunu birlikte yapalım.
Bunun, saldırıların, iki nedeni var.
İlki, dışarıdaki savaş politikasıdır. Bu savaş politikası, bazılarının iddia ettiği gibi, tek başına TC devletinin, aynı anlama gelmek üzere, bu devletin olağanüstü örgütlenmesi olan Saray Rejiminin isteğinin ürünü değildir. Türkiye bir sömürgedir. Modern bir sömürge demeye bile gerek yoktur. Çünkü artık, eski tip sömürgeciliğin biçimleri de ortadadır. Trump mesela, bunu çok dolaysız olarak ortaya koyuyor. Avrupa’nın “ince” politikalarına gerek duymuyor. Türkiye bir sömürgedir. Bir sömürge olarak, Batı emperyalizminin, ABD ve NATO’nun denetimi altındadır.
Bu bugün, ABD adına tetikçi olmak demektir.
ABD hegemonyası, giderek çözülmektedir. ABD, kendi hegemonyasının çözülmesini durdurmak için, dünyanın hâkim gücü olma tutumunu bir adım geri çekmek zorunda kaldı. Ama şimdi, eski kapitalist-emperyalist dünyayı, kendi liderliği altında yeniden toplamak istiyor. Suriye savaşı, Ukrayna, bunun içindir ve ABD, tüm NATO’yu, tüm Batı cephesini, daha çok da tüm Avrupa’yı kendi denetimi altına almayı başardı. Yani, bir anlamda, “iç cephesini güçlendirmek” için epeyce iş yaptı. Almanya ve Fransa, tüm Avrupa iradesini neredeyse kaybetmiştir.
ABD, buna “iç cephe” demiş olsa yerinde olurdu.
ABD, hegemonyasının çözülmesini önlemek için Ukrayna’da savaşı kundakladı. Tüm Avrupa’yı kendi kanatları altında kontrolüne yeniden aldı. Ama Ukrayna savaşında NATO ve ABD yenildi ve Trump, bu yenilgiyi gizlemek, hafifletmek, bu arada savaşı daha da büyütmek üzere güçlerini yeniden yerleştirmek için iktidara geldi.
İşte TC devleti, bu ABD tarafından, NATO tarafından, Batı tarafından kundaklanan dünya savaşının tetikçisidir. Bu nedenle savaş politikası, efendilerinin emridir ama aynı zamanda TC devletinin de heveslendiği bir alandır. Demek ki Saray Rejimi, hem dışarıda savaş politikası gütmek istiyor, hem de kendinden de bu isteniyor. Bu nedenle, Ortadoğu’daki savaşın ayrılmaz parçasıdır Saray Rejimi.
Savaş, bir karanlık seferberlik de demektir. Karanlık ve seferberlik, her emperyalist savaşın içinde vardır. Her seferberlik karanlık olmak zorunda değildir. haklı bir savaş için seferberlik bambaşka anlam ifade eder. Ama her emperyalist savaşın seferberliği, karanlıkla birlikte var olur. Bu karanlık, tüm Batı’da devlet örgütlenmesinde görülmektedir. İsrail’in katliamları, bu durum, bu Batı emperyalist güçlerinin savaş planları olmadan anlaşılamaz. Ve TC devleti, İsrail gibi, bu politikalara bağlıdır.
Dışarıda savaş, içeride de savaş olarak ortaya çıkmaktadır.
İkinci nedeni de (saldırgan politikaların) budur.
Saray Rejimi, TC devletinin olağanüstü örgütlenmesidir. Bu olağanüstü örgütlenme, olağan devlet mekanizmalarının yetersizliğinin ifadesidir. Bu olağanüstü örgütlenme, üç etken tarafından şekillendirilmiştir. Birincisi, emperyalistler arasındaki dünyanın yeniden paylaşımı savaşıdır. İkincisi, Kürt devrimini durdurma girişimidir ve üçüncüsü, Gezi sonrasında başlayan, geri düşse de hiç dinmeyen direniş hareketidir. Buna, işçi hareketi demek, aslında eğer diğer hareketleri (kadın, gençlik, çevre vb.) görmemek demek olmayacaksa, yeterli olur. Çünkü, gelecekte bu savaşta, bu direniş hattında, bu kitlesel direnişte belirleyici olacak olan işçi sınıfının direnişi olacaktır.
İşte bu nedenle, TC devleti, Saray Rejimi, şimdi “iç cepheyi güçlendirmek” için hareket etmektedir. Bu çağrı, Saray’a, ABD ve NATO tarafından verilmiş bir emirdir. Bu nedenle, İmamoğlu’nu tutuklama planı, ABD tarafından onay verilen bir plan hâline gelmektedir.
İçeride ve dışarıda savaş politikası, “iç cepheyi güçlendirme” ismi ile lanse edilmektedir. Ve biz, uzun süredir, bu politikanın, aslında işçi sınıfı ve direniş hattını teslim alma girişimi olduğunu söylüyoruz.
İyi de, akla şu soru geliyor; bu durumda, işçi sınıfı ve devrimci harekete saldırı ile sınırlı bir tablo yeterli olmaz mıydı? Olurdu, ama direniş işçi sınıfı, kadınlar, gençler, çevre savunucuları, LGBTİ+ vb. toplumsal kesimlerden gelmektedir. Ama onları durdurmak için, sadece onlara saldırmak yeterli değildir. Çünkü, zaten yıllardır onlara saldırılmaktadır ve TC devletinin Kürtlere ve devrimci harekete saldırılarının çok farklı türleri ortaya konmuştur. Bu politikalar, artık ters tepmektedir.
Öte yandan, içerideki devlet şiddeti, susturmaya dönüktür. İşçi sınıfı ve direniş cephesinin örgütlülüğü zayıftır. Orada saldırılacak yer kitlelerdir ve onların içinden öne çıkanlardır. Buraya zaten sürekli saldırılmaktadır.
Ancak, Saray Rejimi, tekellerin, sermayenin büyük başlarının, emperyalist güçlerin, uluslararası tekellerin iktidarıdır. Ve elbette onun ekonomik politikaları, daha geniş kesimleri de sarsmaktadır.
Bu nedenle, Saray Rejimi, Kılıçdaroğlu’nu, CHP eli ile kitleleri evinde tutmak işi ile görevlendirmiştir. İyi ama, bu artık başarılamaz hâle gelmektedir. Saray’ın saldırıları, burjuva cephe içinde de rahatsızlık üretmektedir. Bu durumda, elbette, bu kesimlere de saldırmaktan korkmayacağını göstermek istiyorlar.
Biraz daha yavaş yürüyelim.
Saray Rejimi, son seçimlerde yine seçimleri çaldı. Kılıçdaroğlu, İnce’de olduğu gibi, aldığı seçimleri, emir üzerine devretti. %54 küsur ile aldığı seçimleri, Erdoğan’a zafer olarak sundu. CHP, bununla yetinmedi. Devleti korumak, devletin kurucu partisi olmak adına, devlete zeval gelmesin politikası ile, seçimi çalmış olanları (bu ta 2015 yılından beri böyledir, 2015 seçimlerini kaybetmiş olan AK Parti, CHP eli ile seçimleri tekrar tekrar çalmıştır), “meşru” ilan etti. Çünkü efendiler, NATO ve ABD bunu istiyordu. Bu andan başlayarak, son Erdoğanlı Saray Rejimi döneminde, iki yeni adım attılar: (a) Hemen ekonomiyi uluslararası tekellere, alacaklılara, uluslararası konsorsiyuma devrettiler. (b) Ve hemen gizli bir savaş kabinesi kurdular.
Bu yeni dönem saldırılarını bu iki yeni örgütlenme ile bağlantılı düşünmek gerekir.
Saray CHP’ye, yumuşama, normalleşme sinyali verdi. Yerel seçimlerde kazanan taraf CHP oldu ve CHP belediyelerine, “sadaka politikasını” devrederek, ekonomik krizin bir isyana dönüşmesini önlemek için önlemler aldılar. CHP, bu nedenle daha sol vurmak zorundaydı. Özel, Saray ile yapılan anlaşmada, sözlerini tutacağını sandı ve buna inandı.
19 Mart’ta İmamoğlu’nun diplomasını aldıklarında bu süreç yeni bir noktaya evrildi. İmamoğlu, Cumhurbaşkanı adayı olmayı ilan edeceğini ifade etti. CHP, bir parti olarak, İmamoğlu’nu aday ilan etti. Ve elbette, seçimlere daha var, ama bu durum, Saray için bir tehdit anlamına geldi. Yoksa seçimler yakın diye bu telâşları yok. Saray Rejimini doğru anlamak gerekir. Yoksa, sadece Erdoğan iktidarı olarak ele alırsanız, bu durumları da anlamak zor olur.
Son gelişmelere bu gözle bakmak gerekir.
Hangisini ele almalıyız, çok olay var? Birkaçını seçmek yeterli olur kanısındayız.
Birincisi yeni Kürt açılımıdır. PKK kendini feshetti ve silah bırakma açıklaması yaptı. Ama buna rağmen, Saray Rejimi, henüz hiçbir adım atmadı.
İsrail’in İran’a saldırısı ve 12 gün savaşı, bu sürecin bir parçası hâline geldi. Şimdi, TC devleti, atacağı adımları atmak konusunda daha da ağırdan alacaktır.
Saray, bu nedenle, hızla yeni hamlelere yöneldi.
Ümit Özdağ içeriden çıkartıldı. İçeri girmesi, “yasal” değildi. Ama dışarı çıkması, Saray ile yeni dönem için yeni bir anlaşma yaptığının işareti olmalıdır. İç cepheyi güçlendirmek için Özdağ’ın yeni görevleri olacak gibidir. İstenenleri yapmazsa, yeniden içeri alınacaktır.
Fatih Altaylı, gözaltına alınmış, hapse konulmuştur. Tarihe başvurarak, “bu millet padişahları bile alaşağı etmiştir” türünden sözler söylemiştir. Aslında farklı cümlelerde söyledikleri birbirine eklenmiş ve tutuklanması için zemin hazırlanmıştır. Altaylı, son dönemde, YouTube üzerinden, “muhalif” bir tutum almıştır. Geniş bir izlenme oranına ulaşmıştır. Demek, muhalif olmak ilgi çekmektedir. Not edilmelidir. Saray’a biat para kazandırır ama çok izlenmek için, gerçeğe yakın olmak şart. Az da olsa işe yaramıştır. Öyle anlaşılıyor ki, devlet içinde yakın olduğu kesimler, arkasında durmamıştır. Demek ki Altaylı, gazetecilik yapmaya kalkmıştır (ki yapmalıdır) ve elbette saldırıya uğramıştır. TC devletine bir kere biat ettin mi, senden bunu sürekli yapmanı bekler. Belki Altaylı’yı affedebilir, görmemezlikten gelebilirlerdi. Ama bu durumda, diğer tüm gazetecilere, hele hele sürekli olarak sadece gazetecilik yapanlara büyük bir cesaret bulaşmış olurdu. Ve devletin farklı cepheleri arasındaki itişme, onu hapse götürmüştür.
Saray sıkışmış durumdadır.
Saray, karanlık bir seferberlik için, en küçük bir aykırı sese dahi tahammül edemez durumdadır. Tüm baskılara rağmen, işler istediği gibi gitmemektedir. Ve devletin çeteleri arasında çatışma olduğunu görmek mümkündür. Bu durumda savaşa, dışarıdaki savaş politikalarına bağlıdır.
Halk TV’nin üzerindeki baskıları da böyle ele almak gerekir. İsrail’in İran’a saldırısı karşısında, açık ve net olarak İsrail’den yana tutum almamak, bir suç olmalıdır. Öyle bakılıyor. Ve giderek daha geniş bir izleyici kitlesine ulaşmaya başlayan Halk TV’nin hızla hizaya getirilmesi gereklidir. Bu saldırı, zaten, basında iş yapmaya, gazetecilik yapmaya çalışanlara da iyi bir hiza verme girişimidir.
Saray Rejiminin, karanlık bir seferberlik içinde olduğunu, içeride ve dışarıda savaş politikasının bu demek olduğunu anlamak gerekir. İç cepheyi güçlendirmenin, gerçekte işçi sınıfına ve direniş hareketlerine karşı bir ortak tutum almak demek olduğunu biliyoruz. Bunu, bilince çıkartmak gerekir. Bu savaşı kazanmak için, TC devleti, daha büyük bir karanlığa ihtiyaç duyuyor. “Karanlıklar güneş altında nasıl kaçarsa bir deliğe, koşuyor burjuvalar bu seferberliğe.” Demek ki 1914’te de böyleydi, Nâzım’ın şiirini yazdığı İkinci Dünya Savaşı döneminde de böyleydi ve şimdi de böyledir. Şimdiki daha da büyük bir karanlık seferberliktir.
Bir de, “mutlak butlan” meselesi var.
Olağanüstü rejim, Saray Rejimi, olağanüstü dönemlere özgü kavramları da öne çıkartıyor.
Saray Rejimi, parlamentoyu bir süse çevirmiştir. Artık parlamento, bir merkez değildir. Ne yasama, ne yürütme, ne de yargı ile ilgili bir işi vardır. Görüntüdür, sahnedir ve sahne olarak da hiçbir göz alıcılığı yoktur.
Saray Rejimi, iç savaş hukuku uygulamaktadır. Bu açıdan yasalar, onlar açısından önemli değildir. âna, olaya uygun yasa yazılmaktadır. Bu, işçi sınıfına açık olarak, “kendi yasanı kendin yaz” demek ile eş anlamlıdır. Yeter ki, işçi sınıfı, kendini bir siyasal varlık olarak sahneye koysun.
Saray Rejimi, tüm burjuva siyasi partileri, birer “kulüp” (kibarcası), birer çete hâline getirmiştir. AK Parti diye bir parti yoktur. MHP diye bir parti yoktur. Bunlar artık siyasal partiler değildir. Burjuva partilerin hepsi böyledir ve şimdi CHP’yi yok hâline getirmektedir.
İşte “mutlak butlan” bununla ilgilidir.
Özgür Özel, CHP’nin başına geçti ve 1 Mayıs’ta kitleleri, işçileri satarak, Saray’a koştu. “Devlet terbiyesi” almaya hevesli idi. Kendisine sözler ve görevler verildi. Görevlerini yapmaya başladı. ABD’de, rüşvete jest bile dedi. Ama Saray pek rahat değil ve acelesi vardı. 19 Mart’ta, İmamoğlu önce diplomasını kaybetti, sonra yeni bir “konut”a sahip oldu, hücresine yerleştirildi. Özel, şaşkındı. Kendine verilen sözler tutulmuyordu, “normalleşme” ve sarılma söz konusu iken, tersini gördü. Şaşkınlık içinde beklerken, Saraçhane’ye akın eden kitleleri gördü. Şaşkındı ve polise sordu, bunlar nereden geliyor, dedi. Ve gençlerin Saraçhane’ye akışına sevindi. Kitlesel sel, CHP’yi önüne kattı ve Özel, bu yeni duruma ayak uydurmak için, “sel”in götürdüğü yere doğru yol almaya başladı. Bu seli önleyemezdi. O da bu selin durabildiği kadar yanında durmaya başladı ve önüne geçmek istedi. Kitlelerin eylemini “evinize dönün” nidaları ile karşılayacağı kesin olan Kılıçdaroğlu’ndan farklı tutum aldı, öğrendi. İmamoğlu’na sahip çıkmak adına, kitlelerin eylemine de belli sınırlar koyarak içinde yer almayı seçti. Eylemleri daha da ileri götürmeliydi, engel olmayı seçmemeliydi, daha da ileri gitmek için olanakları değerlendirmeliydi. Ama nihayetinde, bu yolu seçmedi, seçemezdi. İmamoğlu’na 15 milyon oy almak, ardından, 27 milyon imza toplamak onun için yeterli idi. Nihayetinde Batı, efendiler, Erdoğan döneminin bittiğine inanacaklar, diye umdular. Umdular, çünkü İmamoğlu da, Özel de bunu hedefledi. Ama Avrupa ya da Batı, istenilen desteği vermemiştir. İmamoğlu ve Özel, Avrupa’nın çoktan ABD kontrolüne “sığınarak” iradesini kaybettiğini görememiştir. Özel, doğru olarak, bir burjuva muhalefetin yapması gereken minimum şeyi yaparak mitingler düzenledi.
Ama biliyoruz, sarayda oyunlar, hileler bitmez.
“Mutlak butlan” bu yeni oyunlardan biridir. Mutlak butlan üzerinden, CHP kongresini yok saymak, Kılıçdaroğlu’nu başkan olarak atamak istiyorlar. Mutlak butlan, hem yeni yönetimi, Özel ve arkadaşlarını yok saymak, hem de onların aldıkları İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanı adayı olarak gösterilmesi kararını ve diğer kararların tümünü yok saymak demektir.
Ama yine de siz, bunu seçimle ilgili ve sadece bununla ilgili olarak ele almayın. Almayın, çünk, o zaman Saray Rejimini anlamış olmazsınız. Evet bir yönü cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgilidir. Ama daha da önemlisi, kazanacak başka birisinin varlığı, devletin “iç cepheyi tahkim etme” politikasının iflası demek olacaktır. Çünkü içeride ve dışarıda savaş, tüm burjuva devlet çarkının, muhalefeti de dâhil burjuva iktidarın tek ses çıkartmasını gerektirmektedir. Oysa başka bir adayın, kazanacak bir adayın varlığı, bu süreci yönetmeyi zorlaştıracaktır. Tam bir sessizlik gereklidir.
Ama seçime daha var. Ve Saray gerekirse seçimi de yapmaz. Saray Rejimi seçimle gelmedi, seçimle gitmez. Saray Rejimi, savaş için iç hazırlıklar yapmaktadır. Yoksa Erdoğan’sız bir Saray Rejimi de olur. Ama Batı, NATO ve ABD savaş naraları atarak Ortadoğu’yu kana bularken, tetikçi rolünü görmesi için Erdoğanlı Saray Rejimine ihtiyaç duymaktadırlar. Bu nedenle, kazanma ihtimali olan İmamoğlu gibi bir adayın varlığı, savaş politikalarına ters bulunmaktadır. TC devleti, Saray Rejimi, bir tetikçi olarak atik, içerisini hâlletmiş hâlde olmalıdır. Yapmak istedikleri budur. Bu sadece bir seçim hesabı değildir.
Biliniyor, partilerin kongrelerinin onay veya itiraz makamı YSK’dır. YSK, Saray ne derse yapar. Ama işte hâl budur, Saray’ın uzmanları, Özel seçildiğinde, bu durumu akıl edememiş ve Özel’in seçildiği kurultayı kabul etmişler, onaylamışlardır.
O hâlde Saray, bir başka yok bulmalıdır. Bulur. Yasalar onlar için engel değildir. Bir mahkemeye giderler, YSK kararları kesin olsa da oradan bir karar çıkartırlar. İş olur biter. İşte bunu yapıyorlar.
Demek, çok çaresizdirler.
Demek, çaresizlikleri kadar, fütursuzlukları da var.
Her adımlarında, tüm devlet makinasını, tüm pisliklerini örten şal kalkıyor, çırılçıplak tüm yüzleri, gövdeleri ortaya çıkıyor.
Kılıçdaroğlu, konuya ilişkin ilgiye değer açıklamalar yapmıştır.
Diyor ki Bay Kemal, ben Erdoğan’ın yedeğiyim ve Saray Rejimine doğrudan bağlıyım.
Diyor ki Bay Kemal, bana verilen görevi, Alevilerin ve harekete geçen kitlelerin öfkesini evlerinde tutmalarını sağlayacağım, görevim bitmedi.
Diyor ki Bay Kemal, eğer, mutlak butlan kararı çıkarsa, ben görevi alırım.
Soruyorlar, ama CHP merkezini size teslim etmezlerse ne olur? Yanıtı hazır: Ben gider bir binaya yerleşirim, o bina CHP merkezi olur, ben neredeysem merkez orasıdır. CHP de olsa bir tarihi vardır ve bu kadar kendini bu tarihten “özgür” ve ayrı hissetmektedir.
Diyorlar ki, ama parti buna ne der? Yanıt veriyor: Parti kadroları birkaç gün itiraz ederler sonra dediğimi yaparlar. Nasıl milletvekili olacaklar, nasıl belediye başkanı olacaklar, nasıl maaşlarını alacaklar? Demek ki, biat edecekler. Özetle, “eşek gibi” kabul edecekler demek istiyor ama “eşek” sözünü kullanmıyor.
Bu sözleri daha önce de söyledi. Ekmeleddin aday olduğunda, tıpış tıpış gidip oy vereceksiniz, diyordu. Kendisi hep tıpış tıpış gitmiştir.
Bu, “devlet terbiyesi”dir.
Bay Kemal böyle diyor.
Bay Kemal, heveslidir. İçinde görev aşkı var ve oyuncağı elinden alınmış bir kişi olarak, oyuncağını geri almak isteyecek bir çocuk kadar akılsız, ama bir çocuk gibi temiz değildir. Baştan aşağıya Saraylıdır. Saray’ın merdivenlerini dili ile yalamak istiyor.
Sizce Bay Kemal, hiçbir zaman Saray’a muhalif olmuş mudur?
Şimdi, mutlak butlan davası, iki amacı gütmektedir. Birincisi, CHP’yi bir parti olmaktan çıkartmak, ikincisi, “muhalefeti şekillendirmek” istiyorlar. Erdoğan, bunu zaten söylüyor. “Muhalefeti de şekillendireceğiz” bu demektir.
Şimdi, muhtemelen 30 Haziran’da, dava sonuçlanmayacak, dava ertelenecek. Böylece, CHP içinden bazı milletvekillerinin AK Partiye ya da Saray’a doğru yolculuğunun yolu döşenecek. Dava sürecek ve sahneye büyük bir hevesle dalmış olan Kılıçdaroğlu, parti içinde tartışmaları artıracak.
Yok eğer dava sonuçlanır ve “mutlak butlan” kararı verilirse, bu durumda, CHP ne yapacak? Partiyi teslim etmeyiz açıklamaları işe yarar mı? Kılıçdaroğlu’na göre yaramaz. Ya butlan olacak ya da kayyum. Sanki kendisi kayyum değilmiş gibi. Ve acaba CHP ne yapacak? Sizce CHP, artık illegal bir parti olarak mı çalışacak? Acaba kaç CHP milletvekili, ne kadar paraya ve ne olanaklarla, Kılıçdaroğlu listesinden Saray’a eklemlenecek?
Bunlar belki şimdilik uzak ihtimaller. Ama dikkate alınmalıdır.
Kılıçdaroğlu, Özel’i eleştiriyor. Bizim az bulduğumuz eylemlerini fazla buluyor. Ve diyor ki, mealen, İmamoğlu’na sahip çıkmaya gerek yok, gidersin hapiste ziyaret edersin, bir miting yaparsın ve sonra da yargı kararını beklersin. Dediği budur. Tam Saray ağzıdır. Ve Saray ağzı, her zaman fütursuzdur.
Daha ne desin!
Açık olarak Bay Kemal, ben Saray mensubuyum ve bunun gereğini yapacağım, diyor. Diyor ki, bana rol verin, CHP’nin yoldan çıkmasını önleyeyim. Diyor ki, herkesi eve tıkmak için, bende güç var. Diyor ki, ben Alevileri hizaya getirebilirim. Diyor ki, ben Bay Kemal’im ve gereğini yaparım. Bu parti de bana biat eder. Ne diyelim, CHP’yi yönetmiş biridir.
Saray’ın acelesi var, telâşı var.
Saray, zeytinlikleri de ham etmek istiyor.
Saray, CHP’yi de çabucak hizaya çekmek istiyor.
İşçilere, emekçilere, kadınlara ve gençlere, yani direnen herkese karşı uygulanan şiddet, eskisi gibi işe yaramıyor. Bu nedenle, tez elden, Saray, tüm burjuva muhalefeti savaş mangası hâline getirmek istiyor. Savaşın gereği olarak, tek ses çıkartmak istiyor.
Aceleleri var. Telâşlıdırlar. Ve öyle anlaşılıyor, karanlık ve şiddet dışında bir yolları kalmamıştır. Devletin bir grubu, savaş düzeni almak için ABD’den gelen emirlere tam uyumlu olarak yol almak istiyor. Ama başka gruplar veya gruplar da, bu savaşın içinden çıkılamayacağını düşünüyor olmalıdırlar. Bu, çatlak ses demektir ve “içeride ve dışarıda savaş politikası”na uyumsuz bir durumdur. Bu nedenle, Bay Kemal devrededir.
Özel ve arkadaşları, Altaylı ve benzerleri, bildiklerini halka, kitlelere açıklamak zorundadırlar. Gerçeğin sadece bir parçasını söylemek, onları kurtarmayacağı gibi, yalan söylemenin de bir yoludur.
Gerçekte tüm bu saldırılar, işçi sınıfına, emekçilere, gençlere, kadınlara ve direnen herkese karşı saldırının bir parçasıdır. Bu nedenle, “iç cephe” açıklamaları, doğrudan toplumsal muhalefeti susturmaya dönüktür.
İşçi sınıfı, emekçiler, kadınlar ve gençler, kısacası direnen herkes, Saray Rejimine karşı mücadeleyi, yükseltmek zorundadır. Direniş bir haktır. Saray Rejimine karşı örgütlü direniş, Birleşik Emek Cephesinde birleşmeyi gerektirmektedir. Bu direnişin adresi CHP ya da başka bir burjuva parti değildir. Burada net olmak gerekir. Direnişin merkezi, devrimcileşen işçi sınıfı ve onun öncülüğünde Birleşik Emek Cephesidir. Burada iki sınıf vardır. Burjuva sınıf, kendi aralarındaki çatışmalara rağmen, bir ve bütündür. Buradan kalıcı bir sonuç çıkmaz, çıkamaz. İkinci cephe, ikinci sınıf, işçi sınıfıdır, işçi sınıfının cephesidir. Bu cephede yer alan tüm güçler, şimdi direnişi yaymak, daha da örgütlü hâle getirmek görevi ile karşı karşıyadır. Krizin bedelini ödeyen işçi sınıfı ve emekçilerdir. Bu nedenle, onları kurtaracak başka bir güç yoktur. Birleşik Emek Cephesi, direniş hattını örgütlü hâle getirmenin, direnişi büyütmenin tek yoludur. Genel Grev ve Genel Direniş sloganı, ancak bu yolla, örgütlü bir güçle yerine getirilebilir.
Sınıf savaşımının tarihi bilimle aydınlatılmaktadır. Bilim bize, işçi sınıfının devrim ve sosyalizm mücadelesinin nasıl zafere ulaşacağını göstermektedir. Dünyada dün işleyen bu yasalar, sınıf mücadelesinin yasaları, bizim ülkemizde de işlemektedir. Bunda şüphe yoktur.
Nâzım’ın “Cevap” şiiri ile bitirelim:

O duvar,
o duvarınız,
             vız gelir bize vız!..
Bizim kuvvetimizdeki hız,
ne bir din adamının dumanlı vaadinden,
ne de bir hülyanın gönlü yakışındandır.
O yalnız
             tarihin o durdurulmaz akışındandır.
Bize karşı koyanlar,
karşı koymuş demektir:
Maddede hareketin,
yürüyen cemiyetin
                         ezelî kanunlarına.
Sükûn yok, hareket var
bugün yarına çıkar,
yarın bugünü yıkar,
ve bu durmadan akar
                                    akar
                                     akar.
Biz bugünün kahramanı,
yarının
             münadisiyiz.
Bu durmadan akan,
                         yıkıp yapan
                                     akışın
                                     çizgilenmiş sesiyiz..

Komünist demek,
adımlarını tarihin akışına uyduran
temelleri çöken emperyalizme vuran,
                        yarını kuran,
                                    kahraman demektir.

O duvar
             o duvarınız,
                         vız gelir bize vız!

 

İsrail-ABD cephesinin İran saldırısı

İran, ABD-İsrail cephesinin saldırısına uğradı. Bombardımanlar, suikastlar ve onların karşılığında demir kafesi delen füzeler şeklindeki saldırı, ABD’nin, İran’a haber vererek “sığınak delici” bombalarla saldırması ve karşılığında İran’ın Katar’daki ABD merkez üssüne saldırarak karşılık vermesi sonrasında savaş mola verdi.

İsrail-ABD cephesinin saldırganlığı biliniyor. Burada İsrail saldırganlığından söz ederken, ABD’yi unutmak yerinde olmaz. Saldırgan, bir bütün olarak Batı cephesidir. ABD ve NATO olmadan, bu saldırıyı anlamak zordur. Bu bir bütün saldırıdır ve Afganistan, Irak, Libya, Suriye, Lübnan saldırıları da bu işin içindedir. Aynı serinin devamı saldırılardır bunlar. Demek ki, saldırılar Batı cephesinin, bu anlamda da NATO’nun saldırılarıdır. Ve elbette Türkiye de içindedir. Afganistan’da Türkiye vardı, Irak’ta ABD yanlısı idi, Libya’da sahadaydı, Suriye işgalinde vardır ve bugün, elbette İran’a dönük saldırıların da geri planda duran öğelerinden biridir.

Almanya’nın yeni ve savaş ruhlu Başbakanı Merz, “İsrail bizim için gerekli bazı kirli işleri yapıyor” türünden açıklamada bulunurken, aslında bu gerçeği ortaya koymaktadır. Öyle ise, sadece saldırgan olarak İsrail’i görmek yeterli değildir. İsrail, ABD adına bir tetikçidir ve TC devleti ile aynı rolü oynamaktadır, elbette bazı farklar içinde.

İsrail’in saldırganlığını görmek ve kabul etmek kolaydır. Gizlenmesi ise zordur. Hiçbir normal insan, Gazze’deki soykırım ve katliam politikalarını açıktan savunamaz. Savunan vardır ve onlar İsrail devletinin görevlisi, yazar çizer vb. de olsa İsrail’in uzantılarıdır. Ama ABD ve NATO’nun, tüm Batı’nın bu saldırganlığın içinde olduğunu unutmamak gerekir. Sokaktaki insan, “şu küçük İsrail’i birisi durdurmayacak mı” diye sormaktadır. Oysa bunun nedeni, ABD ve NATO’nun arkada gizlenmiş olmasıdır. Sanki İsrail yalnız saldırıyor, sanki ABD, İngiltere, Almanya, Fransa vb. arkasında yok gibi. Türkiye, İran’a dönük saldırı sürecinde, Kürecik ve İncirlik üslerini kullandırmış, hattâ Konya’da İsrail uçaklarının üslenmesine izin vermiştir. Savaşta rolü olmak budur.

Bu savaşın sonuçlarına şimdi bir kere daha bakmak gerekir.

1

Ortada ilan edilecek bir zafer yoktur, ne İsrail-ABD cephesi için ne de İran için.

2

Saldırganlar, en azından işin bu birinci aşamasında istedikleri sonuçları alabilmiş değildirler. ABD ve İsrail cephesi, İran’ı test etmiş, gerçekte gücünün ne olduğunu ortaya çıkarmaya çalışmıştır. İran, komutanlarını kaybetmesine yol açan İsrail’in İran içindeki ajanlarının etkili eylemlerini önleyememiştir. Uçakların bombalarının ülkeye düşmesine de engel olamamıştır. Ama buna rağmen, bize Batı medyasının anlattığı gibi, kof bir güç olmadığını da ortaya koymuştur. Saldırganlar, ABD-İngiltere, İsrail cephesi, istediği ve beklediği sonuçlara ulaşamamıştır. İran’ın diz çökmesini umuyorlardı. Ama öyle olmamıştır.

İran, elbette aldığı yaraları sarmakla uğraşacaktır. Ama bu konuda çok zamanının olduğu kanısında değiliz.

3

İsrail, demir kubbesinin delik deşik olduğunu görmüştür ve dahası, elde etmeyi düşündüğü prestiji elde etmek şöyle dursun, tersine yaralar almıştır. İsrail vatandaşlarının her birinin en az çift pasaportu olduğu düşünülürse, ülkeyi terk etme yolunu seçmelerinin kolaylığı ortaya çıkmıştır. İsrail, ülkeden çıkışları kapatmış olsa da, yatlar ve motorlarla Kıbrıs’a kaçış yaygın bir hâl almıştır. Zira savaştan uzakta yaşama olanakları olduğunu düşünmeleri bile yeterlidir.

4

ABD, elbette büyük bir kayıp vermemiştir. Ama anlaşılan, Ukrayna yerine, savaş mühimmatlarını İsrail’e kaydırma kararı vermek zorunda kalmıştır. Ve dahası, karşılıklı anlaşma ile olsa da, bombalar karşılığında, 14 füzenin kendi üssüne atılmasına evet demek zorunda kalmıştır.

5

Biz elbette, kimin ne kadar kaybı olduğu, kimin gücünün nasıl hesaplanacağı gibi konularda, doğrusu doğru bilgilere sahip olma şansına sahip değiliz. Bu konuda basına ulaşan bilgiler, savaş ortamının izlerini taşırlar ve doğruluklarını bizim test etmemiz mümkün değil. Ama dahası var, İsrail’in İran’a saldırısı ile ortaya çıkan bu savaş durumuna bu gözle bakmak, çok geri bir tutum olur.

Biz, işçi sınıfının bölgede mayalanan devrim için geliştirebileceği eylemliliğe bakmayı tercih etmeliyiz. Bizim bakmamız gereken, dikkat noktamız olması gereken yer burasıdır.

6

Savaşın bittiğini iddia etmek mümkün değildir. Tersine, ABD cephesinin savaş için tüm cephelerde hazırlık yaptığını görmek mümkündür.

Trump, Ukrayna’da ABD’nin aldığı, NATO’nun aldığı yenilgiyi kaşla göz arasında unutturmak, yokmuş gibi yapmak için iktidara gelmiştir. Ve bu arada, savaş için tüm cephelerde, kendi güçlerini yeniden konumlandırma olanakları aramaktadır.

İşte İsrail’in İran’a saldırması, bu yeni savaş hazırlıklarının parçasıdır ve savaşı boyutlandırma isteğinin ifadesidir. Yoksa, füze ve bombaların karşılıklı atılması, her iki cephe tarafından anlamsız olur. İran sadece bombardımanla işgal edilebilecek bir durumda değildir. İsrail’in tüm alanı, Ankara il sınırlarından daha küçüktür. Ve böylesi bir alana düşen her füze, düşecek boş alan bulmakta zorlanır. Ama İran öyle değildir. Bu fizikî bir durumdur. Öyle ise, bu saldırı, elbette söyledikleri amaçları içerse de, daha büyük bir amaç için bir testtir. İran’a kara operasyonu yapma hazırlıklarında oldukları konusunda şüpheye yer yoktur.

(a) Türkiye, bu savaşta ABD-İsrail (NATO) cephesindedir. Ama TC devleti, bu durumdan çekinmektedir. ABD’nin Saray’a verdiği görev budur. Bu görevi yapmakta hevesli olanlar ile, bu hevesin yaratacağı geleceksizlik korkusunu yaşayanlar arasında bir çatışma, TC devletinin içinde yer bulmaktadır. Bu nedenle, TC devleti bir yandan saldırmakta heveslidir ama diğer yandan bunun sonuçlarından korkmaktadır. Bu açıdan, İran’ın söylediği kadar kof olmadığı anlaşılınca, bu devlet içi kavganın da artması olasılığı yüksektir.

Ama ne olursa olsun, TC devleti, bu konuda hazırlıklar yapmaktadır. Nasılsa ABD-NATO cephesi, eninde sonunda İran’ı yener, diye düşünüyorlar. Bu durumda, bu fırsatı kullanarak, bir yandan bir Kürt katliamı ortaya koymak, diğer yandan da kârlı çıkmak mümkündür şeklinde akıl yürütmektedirler. Ama tüm bu varsayımların, Rusya ve Çin’in bu konudaki tutumunun ne olacağına bağlı olduğu da açıktır. Bu nedenle TC devleti, sözde İsrail’e karşı nutuklar atmakta, ama gerçekte tüm ticari ve askerî yardımları tedarik etmektedir.

Nihayetinde Saray Rejimi, TC devleti, NATO bağlantıları, ABD tetikçiliği görevi nedeniyle, bu savaşta askerî güç olarak kara gücü görevini görmekten geri durmayacaktır.

(b) İran’a karşı bu saldırı için, İran’ın sınırları bulunan ülkelere bakmak gerekir. Afganistan ve Pakistan, Irak ve Türkiye, Ermenistan ve Azerbaycan, başlıca komşularıdır. Öyle anlaşılıyor, savaş sürecinde Ermenistan ve Azerbaycan, İran’a saldırıyı kınamakta duraklamışlar ve ancak savaşın üçüncü gününde açıklama yapmışlardır. Ama şimdi, hem Ermenistan ve hem de Azerbaycan’da, ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Fransa ve Almanya etkisi devreye sokulmaktadır. Bu oyunların ne kadar etkili olacağını bilmek, bizim için mümkün değil. Ama Ermenistan ve Azerbaycan’da bu konuda bir hareketlilik olduğu, hattâ Azerbaycan’ın Kiev’de Nazı rejimi ile görüştüğü basına yansımaktadır.

(c) Yemen’e karşı İsrail, İngiltere, ABD hazırlıkları da bunun kanıtıdır. Hattâ Gazze’de ateşkes ilan edilmesi de bunun bir parçasıdır.

(d) Pentagon, temmuz başında, yani savaşın durması (mola vermesi) sürecinin hemen arkasından, Ukrayna’ya silah sevkiyatını durdurmuştur. Aynı anda ise, İsrail’e büyük çaplı tedarik yaptıkları da basına yansımıştır.

Bu dört gelişmeye bakarsanız, İran’a saldırı uzak değildir. Bu süre içinde başka nelerin olacağını bilemiyoruz. Ama Çin ve Rusya’nın burada boş duracaklarını düşünmek aptallık olacaktır.

Demek ki savaşa, İsrail’in İran’a saldırısına, iki ülkenin didişmesi, karşılıklı bombalayarak sonra ara vermesi diye bakmak hatalı olur.

Bu savaş, aslında, Çin ve Rusya cephesine karşı, yeni bir savaş cephesi açmak anlamına gelmektedir. Bu nedenle, savaşı, aslında Rusya ve Çin’e karşı süren savaşın bir parçası olarak ele almak yerinde olur.

İran’da istenilen hedeflere ulaşamamış olmaları, işin kolay olmadığının görülmesi, Macron’un Putin’i aramasında da ifadesini bulmaktadır. İngiltere ve Almanya ile savaş çığırtkanlığı yapan ve kokain partisi ile Rusya’ya karşı savaşı bize bırak ey ABD çağrıları yapan üçlünün biri, Fransa, Rusya ile ilişki kurma yoluna girmiştir. Bu durum, savaşın daha geniş bir savaş olduğunun da kanıtıdır.

Tam bu noktada, ABD, Çin civarında, Japonya, Avustralya ve Hindistan ile birlikte ticari vb. görüşmelere başlaması boşuna değildir.

İsrail’in İran’a saldırdığı sürede, St. Petersburg’da geniş çaplı ekonomik forum toplanmıştır. Tarih öyle denk gelmiştir ve foruma 144 ülke katılmıştır. Davos toplantılarından önce yapılmıştır ve Davos, onun gölgesinde kalmaktadır. Bu durum, çözülen ABD hegemonyasının en açık kanıtıdır. Ama bu süreç bitmiş değildir ve devam etmektedir.

İşte ABD, bu noktada müttefiklerini denetim altına almışken, ekonomik olarak avantaj elde etmek istemekte, bir yandan da savaş için tüm cephelerde kendi güçlerini yeniden konuşlandırmaktadır.

Türkiye, bu savaşta ABD cephesinin içindedir. Türkiye’nin durumu İsrail’inki kadar kolay değildir, bazı zorlukları vardır. Ama eninde sonunda yer alacağı cephe bellidir. NATO bağları ve Türkiye’nin bir sömürge olması, ABD emirleri dışında hareket etme olanağının olmaması, bunun başlıca nedenidir.

Demek oluyor ki, ABD’nin savaşı genişletme ve kışkırtma politikaları boyutlanarak sürecektir. Ve İran’a karşı savaş, sadece mola vermiş gibidir. İsrail saldırıları ile, İsrail yara almış olsa da, İran yara almıştır ve şimdi, daha etkili bir saldırıyı, kara harekâtı ile birleştirmek istedikleri kesindir. Barzani güçleri bu konuda nettir, İsrail-ABD-İngiltere cephesinde yer almaktadır. Ama diğer güçler için mesele o kadar kolay değildir.

Azerbaycan’da, Ermenistan’da, Türkiye’de yapılan hazırlıklar, nasıl sonuç verecek henüz bilinmiyor. Ama biz biliyoruz ki, ülkemiz işçi ve emekçilerinin, emperyalist saldırganlık için dökülecek kanı yoktur. Türkiye işçi sınıfı, gençler, kadınlar, bölgenin tüm halkları, en başta da Kürtler, emperyalist savaş için kendi kanlarını dökmeyi reddetmelidir.

Bizim bakmamız gereken nokta budur.

Emperyalizm, hiçbir halka, hiçbir ülkeye “demokrasi”, “özgürlük” vb. getirmez. Libya orada, Irak orada, Suriye orada birer canlı örnektir. Bu kan ve kaosun içinde çıkışın tek yolu, işçi sınıfının devrimci yolundan, ülkedeki iktidarı almaktır. Kimse bize, “savaştan ülke adına bir koyup beş almak” tutumundan söz etmesin. Kimse bize, ABD emperyalizminin emrinde 23 sentlik asker olmayı, vatan-millet edebiyatı ile anlatmasın. Eğer bir şey alacaklarsa, onlar, egemenler alacaktır. Petrol şirketleri, müteahhitler, ilaç firmaları vb. kârlarına kâr katacaklardır. Onların kazançları, milletin, ülkenin vb. kazancı değildir. Madem o kadar hevesliler, o kadar kâr elde edecekler, kendileri gitsin savaşsınlar. Onlar adına, işçi ve emekçilerin, işçi ve emekçi çocuklarının dökülecek kanları yoktur ve bu amaçla başka ülkedeki işçi ve emekçilerin kanlarını dökmeye de niyetleri yoktur. Bu vahşet, emperyalist egemenlik içindir. Bu vahşet, kapitalist sömürüyü, kapitalist düzeni sürdürmek içindir. Hiçbir dinî ideoloji, emperyalizme karşı savaş için tutarlı bir yol izleyemez. Tutarlı yol, devrim ve sosyalizm yoludur, işçi sınıfının devrimci yoludur.

Biz devrimciler, hangi ülkenin elinde hangi düzeyde yıkıcı silahların olduğunu hesaplamakla uğraşmamalıyız. Bunu bizim bilmemiz de mümkün değildir, bu bizim işimiz de değildir. Bizim dikkat noktamız, ülkemizdeki burjuva egemenliği yıkmak, parçalamak, sosyalist devrimi gerçekleştirmek ve bu sosyalist devrimi, tüm bölgede yükselecek bir sosyalist devrimin kaldıracı yapmaktır.

Bunun kolay olduğunu söylemiyoruz. Kolay ya da zor, görev budur. Önemli olan kolay olanı seçmek değil, önemli olan, her şart ve koşul altında, işçi sınıfının nihaî çıkarlarını savunmak ve bu yolda işçi sınıfını örgütlemektir. Bunun için savaşın bizim yanıbaşımıza düşen bombalar hâlinde kapımıza gelmesini beklemek utanç vericidir. Tersine, ülkede süren ekonomik kriz ile birlikte harekete geçmiş olan işçi sınıfının, kadınların, gençlerin geliştirdiği direnişi büyütmek gereklidir. Bu nedenle, devrim ve sosyalizm için, savaşı durdurmak ve gerçek anlamı ile barış için, işçi sınıfının iktidarı için Birleşik Emek Cephesi, bugün acil bir görevdir.

Şu ya da bu ülkenin emekçilerine karşı savaşmak yerine, dünya kapitalist sisteminin bizdeki uzantısı olan burjuva devlete, Saray Rejimine karşı savaşmak esastır. Kitlelerin, örgütlü kitlelerin gücüne güvenmek, doğru rotada yüksek bir bilinç ve irade ile mücadele etmektir esas olan.

Savaşlar ve işçi sınıfı*

GİRİŞ

“Savaşlar tarih boyunca insanların kendi elleri ile yaratmış oldukları felaketlerin en büyüğüdür” şeklinde bir önerme yapmış olsak sanırım pek de yanılmış olmayız. On dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinden günümüze kadar geçen yüz elli yıllık zaman diliminde savaşlarda ölen insan sayısının yüz milyonu aşmış olması yukarıdaki önermemizi destekleyen kanıtlardan sadece biri. Üstelik teknolojik gelişmelerin etkisi ile silahların her daim bir önceki döneme göre daha fazla tahrip gücüne sahip olması, yaşanan her savaşta ölü sayısının artmasına neden olmakta. 1914-1918 yılları arasında gerçekleşmiş olan Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda ölen insan sayısının 14 milyon olduğu tahmin edilirken 1939-1945 yılları arasında gerçekleşen İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda bu sayının 70 milyona çıkmış olması da bu durumun göstergesi.

İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nı izleyen yıllarda dünyada bir kez daha bu büyüklükte bir savaşın yaşanmayacağına yönelik kuramlar geliştirildi. Tüm dünyayı etkileyen büyük savaşların yerini bölgesel savaşların alacağı tezleri yaygınlaştı. Bahse konu kuramları bu yazıda tartışmayacağız. Konumuz o değil, savaşların yıkıcılığı ve işçi sınıfının savaşlar karşısındaki pozisyonu bizim konumuz. Şurası muhakkak; İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında dünya bir başka büyük savaşa sahne olmadı (Bir yanlış anlamayı engellemek için bu açıklamayı yapmak gerekiyor: bugüne kadar olmaması bundan sonra olmayacak anlamına gelmiyor kanaatime göre). Büyük bir savaşa sahne olmadı ancak savaşlar da dünya üzerinden eksik olmadı. Örneklemek gerekirse Vietnam savaşında 2 milyon, Irak savaşında 300 bin, Türkiye’de yaşanmış olan (ve yakın gelecekte bitmesini temenni ettiğim) düşük yoğunluklu iç savaşta resmî olmayan kaynaklara göre 50 binden fazla insan canını yitirdi. Hâlen devam etmekte olan NATO saldırıları (NATO’nun Rusya’ya yönelik saldırıları) İsrail’in saldırıları (gerek Filistin gerekse İran’a yönelik saldırılar) ve Suriye’de sürmekte olan savaşta yitirilen canların sayısı ise her gün artmakta olduğundan bu konuda bir rakam vermenin hayli güç olduğunu düşünmekteyim. Ancak kesin olan bir husus var: Savaşlar can almaya devam etmekte dünya üzerinde.

Kuşkusuz savaşın etkileri sadece ölen insanlarla sınırlı değil. Canlarını yitirmiş olanlardan daha fazlası uzuv kayıplarına ya da kalıcı hastalıklara maruz kalmaktalar savaş nedeni ile. Bunun dışında sayıları ancak milyonlarla ifade edilen mülteciler de savaşların bir sonucu olarak karşımıza çıkmakta. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği tarafından mayıs ayında yayınlanan rapora göre geride bıraktığımız on yıl zarfında yaşam alanlarını terk etmek zorunda kalan insanların sayısı 120 milyon. Bu dehşet verici rakamın 73,5 milyonluk bölümü yaşanan savaşlar nedeni ile yerini yurdunu terk etmek zorunda kalan insanlara ait. Bununla da bitmiyor savaşın etkileri. Savaşa sahne olan ülkelerde gerçekleşen ekonomik krizler, işsizlik ve yüksek enflasyonu da hesaba katmak gerek. Bir başka anlatımla savaş denilen felaketin yarattığı olumsuzluklar saymakla bitmiyor.

Devam edecek olursak eğer yukarıda verilen can kayıplarının sayısının bununla sınırlı olmadığını söylemek gerekecek. Zira o rakamlar savaş esnasında doğrudan savaş nedeni ile ölen insanların sayısını yansıtmakta. Buna mülteci dediğimiz insanların göç esnasında verdikleri kayıpları, savaş nedeni ile hastalanan ve iyi bir bakım göremediği için dünyayı terk eden insanların sayısını eklersek eğer (yazık ki bu konuda sağlam bilgilere ulaşabileceğimiz istatistik ve kayıtlar mevcut değil) savaşların sonucu meydana gelen can kayıplarının görülenden çok daha büyük olduğunu fark edebiliriz.

Savaşlarla ilgili olarak dikkat çeken bir olgu daha var. O da savaş nedeni ile canını yitirenlerin giderek daha fazla sivillerden oluşması. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı esnasında ölenlerin %5’i sivil halktan kişiler iken bu oran İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda %67’ye çıkmış. Daha vahimi ise emperyalist paylaşım savaşı sonrası yaşanan bölgesel savaşlarda karşımıza çıkmakta. Guardian gazetesi Kolombiya’da yarım asırdan fazla süren iç savaş esnasında ölenlerin beşte dördünün sivil halka mensup insanlardan oluştuğunu ifade etmişti. İsrail’in hâlen devam etmekte olan Filistin saldırıları esnasında ölenlerin yaklaşık %90’ının sivil halka mensup kişilerden oluştuğu da bilinmekte.

Buraya kadar hep insan kayıplarından ve ekonomik tahribattan söz ettik. Savaşların bir de doğaya ve ekolojik sisteme vermiş olduğu zararlar var. Konu ile ilgili olarak yapılan bilimsel çalışmalar savaşın bu boyutunu ortaya koymakla birlikte henüz çevreye ve ekolojik sisteme vermiş oldukları zararın büyüklüğünü belirleyecek olgunluğa ulaşamamıştır. Öte yandan hukuk sistemi de savaşlar nedeni ile ekolojik çevreye verilmekte olan zararı cezalandıracak yeterli bir düzenlemeye sahip değildir. Ancak bütün bunlara rağmen savaşların bir anlamda da ekolojik soykırım nedeni olduğu gerçeği de gözler önündedir.

SAVAŞLAR NEDEN ÇIKIYOR?

Kuşkusuz her savaşın ayrı bir çıkma nedeni var. Tarih boyunca yaşanmış hiçbir savaş nedensiz çıkmadı. Savaşların nedenlerine ilişkin bir kısmı bilimsel ancak pek çoğu da bilim dışı olarak nitelendirilebilecek pek çok analiz yapıldı. Bunlardan söz etmenin bir anlamı yok. Konumuz açısından önemli olanı irdeleyelim, yani emperyalizm çağında yaşanmış olan savaşların nedenlerini. Emperyalist paylaşım savaşlarının adı üzerinde zaten. Bunların nedeni üzerinde bir şeyler yazmanın anlamı yok. Bölgesel savaşlara gelince dinsel farklılıklar, ırk ayrımcılığı mezhepçilik gibi medeniyetler çatışmasının ürünü olan savaşlardan söz etmek gerekir öncelikle. Bir de bağımsızlık savaşlarından. Tabii bunlar da yetmez. ABD’nin yarattığı kaotik durumun ürünü olan savaşlar var. Kimi zaman iç içe geçiyor bu nedenler. Örneğin Suriye’de ABD’nin yarattığı kaotik durum mezhepsel ve etnik çatışmaları tetikledi. Yakın geçmişte Irak’ta da benzer durum yaşanmıştı. Despot (!) bir lidere karşı demokrasi vaadi ile girdi ABD askeri bu ülkelere. Ardından olanları hep birlikte izledik. Libya’ya da demokrasi getirme vaadi ile başlatılmıştı çatışmalar. ABD buraya girmedi. Taşeron kullandı bu iş için. Yaratılan kaotik ortam bir aşiretle koalisyonu olan Libya’da koalisyon ortağı olan aşiretlerin ortaklığı bozarak çatışmaya girmelerine neden oldu ve yıllardan beri devam etmekte bu ülkedeki çatışma ortamı. Libya’da yaşanmış ve etkileri hâlâ devam etmekte olan kaotik ortam MENA (Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinin kısa adı) bölgesinde yaşanan çatışmalara yönelik bir örnek olay mahiyetindedir. Bu nedenle ileride konu ile ilgili geniş bir araştırma dosyası paylaşmayı planlamaktayım.

Şimdilik devam edelim “savaşlar neden çıkmakta” sorusuna yanıt bulmaya. Eğer iktisadî bir yaklaşımla ele alacak olursak konuyu, dev silah tekellerinin para kazanma hırsından ya da savaş çıkan bölgelerdeki enerji kaynaklarının kontrol altında tutulması istemlerinden söz edebiliriz. Yine savaş esnasında yıkılan tahrip edilen bina, endüstriyel tesis vb. yapıların yeniden inşa edilmelerinin yarattığı para kazanabilme olanakları da savaşın çıkma nedeni olarak düşünülebilir.

Tüm bu görüşleri bir arada değerlendirdiğimizde on dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinden itibaren yaşanmış ve günümüzde de yaşanmakta olan savaşların kapitalist-emperyalist sistemle doğrudan ilişkili olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Bir başka anlatımla, birer birer ele alındığında her birinin farklı bir nedenle ortaya çıktığını gördüğümüz ve ne zaman nasıl başlayacağını öngörebilmenin pek de kolay olmadığı savaşlar, bir bütün olarak ele alınıp incelendiğinde yeryüzünde egemen olan sistemin bir ürünü olduklarını söylerler bize.

Savaşların kapitalist-emperyalist sistem ile ilişkisi bir sır değil kuşkusuz. Bu tespiti, biraz düşünme yeteneğine sahip olan her birey yapabilmekte. Benim burada üzerinde durmak istediğim husus, savaş denilen olgunun bir grup kapitalistin para kazanma hırsı sonucu ortaya çıkan münferit bir olgu olmadığı gerçeği. Kuşkusuz birileri tetiği çekip savaşı başlatan olmakta. Ancak önemli olan o tetiğin kurulu ve her zaman çekilmeye hazır olduğu gerçeği. Bu durum da bir grup kapitalistin niyetinden ziyade sitemin kendisinden kaynaklanmakta. Savaşlar da tıpkı krizler gibi sistemin asal bileşenlerinden biri. Savaş sistemin yapısında mevcut ve bu nedenle tetiği çeken kim olursa olsun bütünü ile değerlendirildiğinde kârlı çıkan bir kısım kapitalist değil, sistemin bütünü oluyor. Örneğin Ortadoğu enerji kaynaklarını kontrol etmek amacı ile yaratılmış olan bir savaş, kullanılan silahlar nedeni ile silah tekellerini mutlu ederken bu alanda yapılan yatırımları da arttırıyor. Bu kadarla da kalmayıp enerjiye olan gereksinim azalmadığı ancak enerjiye ulaşabilmenin daha zor hâle gelmesi nedeni ile enerji piyasalarında dalgalanmalara ve fiyatların yükselmesine neden oluyor. Bu durum para piyasalarının hareketlenmesini tetikliyor. Savaşın sona ermesini takiben gerçekleşecek olan inşaat faaliyetleri ise inşaat sektörü ve bu sektörün yan dallarına olan yatırımların hareketlenmesine yol açıyor. Buradan da anlaşılabileceği gibi bir savaş, sistemin bütünü ile kazançlı çıkmasını sağlayacak sonuçlar yaratmakta.

Konuyu çarpıcı bir örnekle somutlaştıralım:

Great Man-Made River (Büyük Yapay Nehir) Kaddafi döneminde Libya’da gerçekleştirilmiş olan en büyük sulama projelerinden biri idi. Her biri yer yüzeyinin en az beş yüz metre altında olan 1300 tatlı su kaynağından boru hatları aracılığı ile alınan suyun ülkenin meskûn bölgelerine taşınmasını sağlıyordu. Projenin gerçekleşmesi için yaklaşık 3000 km boru hattı inşa edilmişti. Proje günde 6,5 milyon m3 su temin edebilecek kapasitede idi. Bunun ne anlama geldiğini açıklayabilmek için İstanbul’un günlük su tüketiminin yaklaşık 3,2 milyon m3 olduğunu belirtelim. Bu devasa proje hiçbir uluslararası finans kuruluşunun desteği olmadan sadece Libya’nın olanakları ile tamamlanmış ve yaklaşık 25 milyar USD dolayında bir maliyetle tamamlanmıştı. Libya halkının rutin su gereksinmesinin önemli bir kısmını karşılamakla yetinmiyor bazı yörelerde sulu tarım yapılmasına da olanak sağlıyordu. Yapılan çalışmalar bu şebeke sayesinde elde edilen tatlı suyun deniz suyunu tuzdan arındırarak elde edilene göre üç kat daha ucuz olduğunu göstermişti. Libya’da yaratılan karışıklıklardan ilk etkilenen yapılardan biri de bu su hattı oldu. NATO uçakları burayı bombaladılar. Suya erişme zorlaştı. Kısıtlı tarım alanları çoraklaştı. Bu durumun bir sonucu olarak Libya’ya tarım ürünleri satan kuruluşların kârları arttı. Öte yandan bu ülkeye su satışı da kârlı bir alan hâlini aldı. Yaşanan krizin petrol fiyatlarını arttırması beklenen bir durumdu; nitekim kısa süreliğine de olsa ham petrolün varil fiyatı %30 arttı.

Silah tekelleri, tarım ürünleri satıcıları, su satıcıları derken petrol tekelleri de kazançlarını katlamaya başladılar. Tabii bununla da kalınmadı. Libya hükûmetinin 25 milyar USD maliyetle tamamladığı ve NATO uçakları tarafından tahrip edilen Great Man-Made River projesinin yeniden gerçekleşmesi için yapılan ihalede fiyat 200 milyar USD olarak belirlendi. Libya bu tutarı kendi olanakları ile karşılayamayacağı için uluslararası kredi kuruluşları devreye girdi ve bu ülke bir yandan kuşaklar boyu ödeyemeyeceği bir borcun altına sokulup küresel finans sistemine bağımlı hâle getirilirken bir yandan da inşaat tekellerinin özellikle de boru hatları inşası konusunda iddialı olan Spiecapac, Saipem gibi şirketlerin olağanüstü kazançlar elde etmeleri sağlandı. Bu arada Libya sahillerinde deniz suyunu arıtma amacı ile de tesisler kurulduğunu belirterek bitirelim örneğimizi. Görüldüğü gibi Libya’ya “demokrasi” (!) ihraç edileceği vaadi ile başlamış olan gelişmeler kapitalist-emperyalist sistemin adeta ihya edildiği bir sürecin mimarı oldu.

Kaddafi karşıtı hareketlerin başladığı dönemde fiilen Libya’da bulunduğum için bütün ayrıntılarına vâkıf olduğum bir süreci özetledim bu örnekte. Bunu genele teşmil etmenin pek de kolay olmayacağını düşünsek bile geride bıraktığımız yüzyılda da günümüzde de yaşanmış olan savaşların her birinde kapitalist-emperyalist sistemin bir bütün olarak kazançlı çıktığını görmemizi sağlayacak analizler yapabiliriz.

Bu bölümü şu sözlerle özetleyebiliriz:

Kapitalist-emperyalist sistem ile savaşlar birbirinden ayrılması mümkün olmayan sistem bileşenleridir. Ekonomik çatışmaların olmadığı bir kapitalizmden söz edebilmek mümkün değildir. Bu çatışmalar ise ulusal, bölgesel, etnik, dinsel ve mezhepsel çatışmaları tetikleyen gelişmeleri yaratır. Bahse konu gerginlikler savaşların önünü açar ve sonuçta kapitalist sistem kazançlı çıkar.

Bütün bu açıklamalardan sonra savaşların ekonomi politiği ile ilgili birkaç cümle kurabileceğimizi düşünmekteyim.

SAVAŞLARIN EKONOMİ POLİTİĞİ

Bu bölümde savaşların ekonomi, sosyal sınıflar ve devlet ile ilişkileri, alınan kararların toplumsal sınıflar ile ilişkisi gibi konular düşünülür. Böyle bir bakış açısı ilk olarak askerî harcamaları akla getirir. Bu harcamaların alternatiflerinin neler olabileceği de beraberinde akla gelir kendiliğinden. Henüz çok yani sayılabilecek bir örnekle açıklayalım meramımızı:

Geride bıraktığımız haziran ayında gerçekleşen NATO zirvesinde ABD’nin önerisi ile çok önemli bir karar alındı. Buna göre NATO üyesi ülkeler önümüzdeki on yıl içerisinde askerî harcamalarını (onlar “savunma harcamaları” diyorlar) GSYH tutarlarının %5’i seviyesine çıkaracaklar. Karara İspanya karşı çıktı ve kabul edilse dahi katılmayacağını açık bir dille ifade ederken İtalya da çekimser kaldı. Bu ikisi dışında kalan tüm NATO üyelerinin kabul etmesi ile kesinleşen kararın Türkiye açısından ne ifade ettiğine bakalım. Türkiye’nin 2024 yılı GSYH tutarı 1,35 trilyon USD, bunun %,2,5’i 33,75 milyar USD ediyor. Bu tutar Türkiye’nin güncel askerî harcamalar tutarı. Önümüzdeki 10 yıl zarfında ülkede GSYH hiç artmasa bile on yıl sonra bu harcama tutarı iki katına çıkıp 67,5 milyar USD olacak. Aradaki fark bu ülkede yaşayanların refahından çalınmış para anlamına gelmekte takdir edebileceğiniz gibi. Peki bu para ile neler yapılabilir? Ona odaklanalım isterseniz. Ülkede olası bir depremden etkilenme riski olan yaklaşık 7 milyon bina bulunmakta. Bunların depremden korunacak biçimde sağlamlaştırılması bunun mümkün olmaması hâlinde yıkılıp yeniden inşa edilmesi için gereken para yaklaşık 20 trilyon lira. Şimdi başa dönelim; askerî harcamalar için taahhüt edilen artış 33,75 milyar USD güncel kurdan 1,3512 lira (yazı ile bir trilyon üç yüz elli milyar lira) etmekte. Basit bir hesap yapalım şimdi de, 20/1,35 = 14,8 demek oluyor ki Türkiye ABD’nin talebi üzerine askerî harcamalarını iki katına çıkarmamış olsa başka hiçbir kaynağa gereksinme olmaksızın ülkedeki tüm riskli konutları yenileyebilecek 15 yıla kalmadan. Üstelik bu süre konut sahiplerinden hiçbir katkı alınmaması durumunda geçerli. Konut sahiplerinin yapabilecekleri katkılarla yukarıda belirtilenden çok daha kısa sürede depremde riskli yapı kalmamış bir ülkede yaşayabilirdik.

Bu paranın harcanabileceği başka yerler de bulunabilirdi elbette. Örneğin bu paranın 500 milyarı ile 20 milyon öğrenciye ders yılı boyunca bir öğün doyurucu yemek verebilir, kalan 850 milyarın üç yüz ellisi ile yüksek öğrenimdeki tüm öğrencilere kredi verebilir, üstelik hâlen ödenmekte olan kredileri iki katına çıkarabilirdik. Yine de bitmezdi bu para. Görüldüğü gibi askerî harcamalara yönelik artışın alternatifi halkın refah düzeyinin artışı. Bu durum sadece Türkiye için değil tüm dünya için geçerli. Küresel boyutta bir örnekle devam edelim. Küresel düzeyde askerî harcamalar tutarı 2024 yılında 2,718 trilyon USD olarak gerçekleşti. Bu tutar bir önceki yıl 2,43 trilyon USD idi. Aradaki fark 288 milyar USD, sadece 2024 yılında gerçekleşen artış hayata geçirilmeyip dünyanın yaşamakta olduğu önemli sorunlardan birine söz gelimi açlıkla mücadeleye ayrılmış olsa idi açlık sorunun çözümünde ne düzeyde bir aşama kaydedileceğinin tahminini bu yazıyı okuyan arkadaşlarıma bırakmak istiyorum. Bir açıklayıcı not ekleyeyim FAO (BM tarım ve gıda örgütü) 2024 yılı raporuna göre küresel açlık sorunları ile baş edebilmek için yılda 17 milyar USD tutarında harcama yapmak yeterli olacak.

Bütün bunlardan anlaşılabileceği gibi savaşlar ya da savaş hazırlıkları nedeni ile artan askerî harcamalar ekonomik kaynakların doğru biçimde kullanılmalarını engellemekte, ülkeleri eğitim, sağlık, sosyal refah, altyapı yatırımları gibi alanlarda harcama yapmaktan uzaklaştırmaktadır.

Savaşların ülke ekonomisini nasıl etkilediğini yakın çevremizde yaşanmış olan ve yoğunluğu düşmüş olmakla birlikte hâlen devam etmekte olduğunu bildiğimiz Suriye iç savaşının bu ülke üzerinde yaratmış olduğu ekonomik yıpranmadan söz edelim.

Türkiye’de özellikle ulusalcı kesimler sürekli olarak savaş nedeni ile ülkelerini terk etmek zorunda kalan Suriye halkından (mültecilerden) şikâyet eder ve bunların yarattığı (!) sorunları yalan yanlış bilgiler yardımı ile abartılı bir biçimde aktarırlar kamuoyunun dikkatine. Bu insanların neden ülkelerini terk etmek zorunda kaldıklarını düşünmek bile istemezler nedense. Bu insanların neden ülkelerini terk etmek zorunda kaldıklarını açıklayacak pek çok argüman var kuşkusuz. Bu yazıda sadece işin ekonomik boyutu ile ilgilenelim. Savaş öncesi yıllarda Suriye’nin GSYH tutarı yaklaşık 100 milyar USD idi. Yıllık ortalama enflasyon oranı ise %16. Suriye parası konvertibl olmadığı için iç pazarda yüksek alım gücüne sahipti, temel ürün ve hizmetler ile dışarıdan temin edilen ürün ve hizmetler için devlet sübvansiyonları bulunduğundan bunlara ulaşabilmek Suriye halkı için pek de güç olmuyordu. Savaş başladıktan sonra enflasyon tehlikeli bir tırmanış gösterdi ve yıllık bazda %190 seviyelerine ulaştı. Bunun yanında GSYH büyük bir düşüş gösterip 40 milyar USD seviyesine geriledi. Savaş öncesi yıllarda özellikle Avrupalı turistler için cazip bir destinasyon olan Suriye, savaşın etkisi ile tehlikeli bir ülke hâline geldiğinden ülkenin turizm gelirleri yok oldu. Ekonominin diğer önemli bileşenleri petrol ve tarımsal üretim idi. Petrol kuyularının devlet kontrolünden çıkması, savaşın etkisi ile tarım alanlarının zarar görmesi gibi faktörler de devreye girince ekonomi iyiden iyiye çaresiz bir duruma düştü. Devlet sübvansiyonları da bu durumdan etkilenmiş ve büyük ölçüde sonlanmıştı. Artan işsizlik, azalan gelirler ve tırmanan enflasyon. İşte Suriye iç savaşının sonuçları. Böyle bir durumda kalan insanlar görece daha iyi bir yaşam sürdürebilmek için ülkelerini terk ettiler diye suçlanabilirler mi?

İşin mülteci boyutunu bir kenara bırakacak olsak bile savaşın Suriye ekonomisi üzerindeki yakıcı mahiyetteki olumsuz etkilerini derhal fark ederiz yukarıda verilen rakamlara bakmak sureti ile.

Askerî harcamaların alternatif kullanım alanlarının olası sonuçları ile ilgili bir araştırma, ürettiği sonuçlar açısından hayli yararlı bilgiler vermekte. Buna göre eğer ABD yıllık ortalama 800 milyar USD dolaylarında seyretmekte olan askerî harcamalarında %15 oranında tasarruf yapıp 120 milyar USD tutarındaki kaynağı başka bir alana örneğin yeni istihdam yaratma çabasına harcasa eğitim sektöründe 900.000 sağlık sektöründe 700.000, inşaat sektöründe 350.000 rüzgâr ve güneş enerjisi sektöründe 50.000 olmak üzere 2.000.000 yeni istihdam yaratacaktı. Federal istihdam bürosunun yayınlamış olduğu rapora göre ABD’de işsiz sayısı 2024 yılı itibarı ile 8.000.000. Bu durumda askerî harcamalardan yapılacak %15 oranındaki bir tasarruf işsizlerin %25’inin iş bulma olanağına kavuşabileceği yeni yatırım alanları oluşturabilecek. Kuşkusuz hesaplama bu kadar basit olmamalı. Sonuçta askerî harcamalardan yapılacak tasarruf bu sektörde çalışmakta olan insanlardan bir kısmınım işlerini yitirmesine neden olacak. Ayrıca ülkedeki işsizlerin eğitimlerinin yukarıda sözü edilen alanlarda çalışmaya uygun olup olmadığı da bilinmiyor. Bir başka bilinmeyen ise ABD’de yaşamakta olan işsizlerin yukarıda anılan sektörlerde çalışmayı isteyip istemeyecekleri. Araştırma bu yönleri ile eksik. Ancak bir gerçeği ortaya koyuyor; alternatif alanlara yapılan yatırımların askerî yatırımlara göre daha fazla istihdam sağladığı gerçeğini. Bir de askerî harcamalarda yapılacak tasarrufun ülkedeki işsizlik sorununun çözümüne katkı yapacağı gerçeğini.

Önümüzdeki sayıda devam edeceğiz.

*= Hayli yüklü bir dosya oluştu bu yazının hazırlanması esnasında. Bu nedenle ikiye belki de üçe bölünerek paylaşılacak. Yararlanılan kaynaklar dizini ise yazı tamamlandıktan sonra son bölümün altında verilecek.

“Satın alıyorum, öyleyse varım…”

Fransız filozof René Descartes (1596-1650), “düşünüyorum öyleyse varım” demişti… Kapitalizmin hizaya getirdiği günümüz insanı da satın alıyorum öyleyse varım diyor. Kapitalizm dâhilinde üretim etkinliğiyle ihtiyaçların tatmini arasındaki doğrudan bağ kopmuş durumdadır, ki bu insanlık ve uygarlık tarihinde bir ilktir… İlişki piyasa (pazar) aracılığıyla kuruluyor… Kapitalizm sürekli büyüme, genişleme, yayılma eğilimine ve dinamiğine sahip… Sermaye büyümeden var olamaz, zira büyüme veya yok olma durumu söz konusudur…

Her kapitalist/kapitalist işletme, sermayesini büyütmeye mahkûmdur… Bana bu kadarı yeter, burada durayım diyemez… Aksi hâlde büyükler tarafından yutulur, yarış alanının dışına atılır… Fakat bir sorun var: Kapitalizm dâhilinde üretmekle iş bitmiyor. Üretilen satılamazsa, ortada ölü bir yığın var demektir. Üretilenin satılmasına da realizasyon (gerçekleşme) deniyor… Eğer üretimle ihtiyaçların tatmini (karşılanması) arasındaki doğrudan bağ kopmamış olsaydı, birlerce, on binlerce, yüz binlerce zararlı, değilse gereksiz şey üretilmez, satılmaz/alınmaz/ tüketilmezdi…

Sermaye sınırsız büyümek zorunda ama bu dünyanın kaynakları sınırlı… Bir zaman geliyor, şimdilerde olduğu gibi, sınırsız büyüme doğal kaynakların sınırına dayanıyor ve bir sürdürülemezlik durumu ortaya çıkıyor… Kapitalistler sadece işçi sınıfını, bir bütün olarak mülksüzleştirilmiş, üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan ve kayraklardan mahrum edilmiş çoğunluğu sömürmüyor, doğayı da yağmalıyor, talan ediyor… Velhasıl, yaşamın iki kaynağını aşındırıyor…

Bir şey üretmek de doğadan bir şeyler çekmekle mümkün… Kirletmek de kaçınılmaz… 1970-2020 aralığında doğadan çekilen kaynak ikiye katlandı… Eğer bu kör gidiş vakitlice durdurulamazsa, 2060 yılında üçe katlanacağı tahmin ediliyor… Öyle bir dünyayı tahayyül edebiliyor musunuz? Her geçen yıl doğanın bir yılda ürettiği yeni kaynaktan daha çoğu harcanıyor (tüketiliyor, telef ediliyor)… Son dönemde dünya limit aşımı günü denilen bir ölçü oluşturuldu… Doğanın bir yılda ürettiği yeni kaynağı insanların ne kadar zamanda tükettiğinin ölçüsü… Geçen yıl dünya (2024) limit aşımı günü 1 Ağustos’a gerilemişti ki bu yılın beş ayını doğaya borçlu geçireceğiz demek… Aynı şeye ekolojik bütçe açığı da diyebiliriz… Sadece devlet bütçesi açığı yok, bir de ekolojik bütçe açığı var… Ve bu durum sürdürülebilir değil…

O hâlde sadede gelebiliriz… Nasıl oluyor da insan yaşamı için gereksiz, değilse zararlı onca şey üretiliyor, satılıyor ve tüketiliyor? 1950 sonrasında kimyasal ve plastik üretimi 50 kat artmış… Şimdilerde mütevazı haneler bile birer çöp fabrikası… Her eve her gün onlarca plastik torba giriyor… Türkiye’de çoğu araba 31 milyon 976 bin motorlu araç var… Dünyada da 2 milyar kadar… 70-80 kilo ağırlığındaki bir insanı 2 tonluk araçla taşımak size mantıklı geliyor mu? Ortalama büyüklükte bir araba üretmek için ağırlığının iki katı kadar petrol ve 300.000 litre su gerekiyor. Ağırlığının 20 katı kadar da hammadde kullanılıyor… Elektrikli araba için daha çok kaynak gerekiyor… Söylediklerimden “araba üretilmesin” sonucunu çıkarmamak gerekir… Araba üretilsin ama kamu taşımacılığını, toplu taşımayı destekleyecek, yetersizliği giderecek kadar… Bunca şımarıklığın, bunca saçmalığın ne âlemi var!

Onca zararlı, değilse gereksiz şeyi satmak da reklamlar, moda, marka ve “programlanmış eskitme” sayesinde mümkün oluyor. Reklam stratejisinin amacı, insanları satın almaya ikna etmek ve o amaç için aldatmaktır… Reklam kimi zaman gülünç, kimi zaman “sempatik”, kimi zaman da şaşırtıcı görüntü imaj ve dille tehlikeli bir iş yapıyor. Zira sürekli yenilenen bıktırıcı imajlar ve görüntüler, sözler, sesler vb. insanları alıklaştırıp yaşamın anlamını silikleştiriyor… İnsanların düşünme yeteneğini köreltiyor, iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin ayrımı yapmasını zorlaştırıyor… Sağımız-solumuz, önümüz-arkamız, dağ-taş reklam… Bir insanın günde kaç reklama maruz kaldığını hiç düşündünüz mü? Reklam, ürünün gerçek niteliği, kalitesi, nasıl ve ne pahasına üretildiği, onu üretmek için insanların hangi koşullarda, nasıl çalıştığı, üretilenin sosyal ve ekolojik maliyetini görünmez kılıyor… Reklamlar, “tüketim ideolojisini” doğrudan veya dolaylı olarak insanların kafasına enjekte ediyor. Reklamlar aşırı üretim ve tüketim aymazlığını sürdürerek hem insanî ve hem de ekolojik sorunları azdırıyor…

Moda, modalar ve esas itibariyle giysi modası, bir dönemin, bir bölgenin zevkine göre giysiyi tasarlamak, dizayn etmek demek. Moda söz konusu olduğunda “estetik kaygılar” akla gelse de, modanın asıl işlevi daha çok satmak, daha çok kâr etmektir… Aslında moda, “süratle yok olmak üzere üretilendir”… Bir moda doğduğu anda ölüyor. Devam etmesin diye üretiliyor. Bunu “moda demode olmak içindir” şeklinde de ifade edebiliriz… Bir sonraki bir öncekini yok ediyor. Öyle bir “yenilik saçmalığı” ki, yenilik ortaya çıkar-çıkmaz silikleşiyor… Velhasıl tam bir israf ve yok etme aracı… Eskiden moda sezonu ilkbahar-yaz, sonbahar-kış olmak üzere yılda iki kere arz-ı endam ediyordu, şimdilerde hızlı moda (fast fashion) 52 haftaya yayılmış durumda… Bir fikir vermek için İngiltere’de 2013 yılında ortalama bir kadının gardırobuna 200 giysi giriyordu, bir kısmı hiç giyilmeden, geri kalanı da çok az giyilerek çöpe atılıyordu…

Marka kaliteyi sorun olmaktan çıkarıyor. Zira marka, kalitenin ve zarâfetin timsali-garantisi sayılıyor… İnsanlar “tutkunu oldukları” marka malları gözü kapalı satın alıyor. Böylece her istediğini satmak olanaklı hâle geliyor… Büyük şirketler bir ürün tasarlamadan önce, bir marka yaratmaya yöneliyorlar…

Aşırı üretim ve tüketime endeksli kapitalist sistem, akıl almaz bir israf ve yok etmeyle yol alıyor… Sistemin mantığının ve işleyişinin bir gereği olarak, satılan malların ve hizmetlerin sürekli yenilenmesi ve yenilenme hızının da sürekli artması gerekiyor… Aksi hâlde sistemin işlerliği mümkün olmazdı! Satın alınan onca şeyin “normal ömrünü” doldurmadan çöpe atılması mümkün olmazdı. İşte daha çok satmanın, daha çok kâr etmenin yöntemlerinden biri de “proglamlanmış eskitme” denilen… Bir ürünün ne kadar zamanda kullanılamaz hâle geleceği daha tasarım aşamasında üretici şirket tarafından belirleniyor, bir “ömür biçiliyor!” İngilizcede “planned obsolescence”, Fransızcada “obsolescence programmé” denilene bizde “programlanmış eskitme” demek mümkün… Özetle programlanmış eskitme, bir şirketin bir ürünün kullanım ömrünü taşarım aşamasında istediği gibi belirlemesi demek. Başka türlü ifade edersek, programlanmış eskitme, bir malın, bir ürünün kullanım ömrünü kısaltarak, yenilenme katsayısını büyütmek demek… Bir araba 40 yıl, bir çamaşır makinası 50 yıl, televizyon 30 yıl, cep telefonu 20 yıl yerine, sırasıyla 15 yıl, 12 yıl 10 yıl, 8 yıl kullanılacak şekilde tasarlanıp-üretildiğinde, satışlar da aynı oranda artacak demektir…

Satın alma eylemiyle ihtiyaçlar arasındaki bağ sadece reklamlar, moda, marka, programlanmış eskitme sayesinde kopmuyor. “Özel günler” yüzünden de işte nişanlanma-evlenme, çocuk doğduğunda, yaş günlerinde, karne, diploma alındığında, sevgililer, anneler, babalar günlerinde, bayramlarda… satın alma otomatiğe bağlanıyor… Hediye vermek borçlandırmaktır… Bir yanlış anlamaya da meydan vermemek gerekiyor. Kapitalist toplumda bir kutupta zenginlik üretmek, karşı kutupta yoksulluk ve sefalet üretmeden mümkün değildir… Bir taraftaki satın alma çılgınlığına, karşı tarafta temel ihtiyaçlarını karşılayamayan çoğunluk eşlik ediyor… Velhasıl, neden söz ettiğini bilmek önemlidir denecektir…

Kaç kuşak boyu uzar acılar?

“İnsan, öyle bir hatırlama yeteneğiyle
donatılmıştır ki kendi sınırlarının
farkına yine kendisi varır.
Anılar bizi saldırılara açık,
acı çekmeye hazır kılar.”[1]

Bir kitap daha düştü posta kutumuza geçenlerde… Bir roman. Nayȇ…[2] İlk sayfasında bir not düşülmüş el yazısıyla: “Değerli Hocam, Edirne F Tipi Cezaevi’nden içten selam ve sevgilerimle…” İmza: Tolga Arı…

İçinde yazara dair bir bilgi notu yok. Ne yalan söylemeli, bizim de yazıştığımız tutsaklar arasında pek aşina olduğumuz bir isim değil. Romanı okudukça daha bir meraklanıyor insan.

Akıcı bir anlatım. Bir solukta okutuyor kendini.

Tolga belli ki Dersimli. O coğrafyaya hâkim. Sizi dağ dağ, tepe tepe, ırmak ırmak dolaştırıyor Dersim kırsalında. Burnunuzda ışkın, çiriş, kenger kokuları, ciğerlerinizde dağ havası.

Yalnız coğrafyaya mı? Her Dersimli gibi o da acıların tarihinde pişmiş.

Biz Nayȇ’yi gözaltında ikide bir sorguya alınan ve her seferinde yüzü gözü dağıtılan bir üniversite öğrencisinin ağzından dinliyoruz. O da bir dahaki sorguyu beklerken, çocukluğunda anneannesinin anlattığı bir öyküden anımsıyor. Her bayram torunlarını etrafına toplayıp anlattıklarından farklı, insanın içini ürperten bir öykü.

Polisler ha babam adını soruyorlar. O da ısrarla “Haydar” diye yanıtlıyor. Polisler inanmıyorlar. Kim bilir, gerçek adını söylese, serbest bırakacaklar. En azından o böyle düşünüyor. Ama Haydar’dan vazgeçmiyor bir türlü.

Peki neden Haydar? Ya da Haydar kim?

Anneannenin öyküsüne dönelim.

Tertele zamanı… Yolu kardan kapanmış, dünyayla ilişkisi kesik bir mezra… Acil durumlarda at sırtında dağ-bayır aşarak ulaşabildikleri kazadan öğreniyorlar olup bitenlere dair öğrenebildiklerini. Tertele’den ve Seyit Rıza ve arkadaşlarının idam edildiğinden bir tek köy dergâhının dedesi Musa Dede ve oğlu haberdar. Kaygılanmasınlar diye köy halkına bildirmemişler olan biteni.

Baharın eşiğinde, karlar erimeye yüz tutmuşken, Nişangâh Tepe’nin üzerinde bir gölge belirir. Onu ilkin kış boyu, Erzincan’a çalışmaya gidip de dönüşte kendisine bir radyo getireceğine söz veren amcasını pencerede bekleyen el kadar kız çocuğu Nayȇ görür. Amcası söz verdiği gibi çıkagelmiştir. Omzundaki heybede de kesin radyo vardır. Sevinçten çılgına döner yetim Nayȇ…

Oysa gelen amca değildir. Gelen, Haydar’dır… Seyit Rıza’nın yoldaşı Haydar. Pirini hükûmetten çağırmışlar, “gel anlaşalım” demişlerdir; o da devletin sözüne güvenip yola koyulmuştur. Kaygılı yoldaşları da ardından… Nahiyeye yaklaştıklarında olan olmuş, jandarma Pir’i kuşatıp teslim almış, ardına düşenlerden kaçabilen kaçmıştır. Haydar, onlardan biri.

Kendi köyünün de jandarma kuşatması altında olduğunu görünce çar naçar kendini karakışa ve dağlara teslim etmiş, nihayetinde yolu Nayȇ’nin köyüne düşmüştür. Açtır, bitkindir. Birkaç çatlak sesin dışında köylüler Musa Dede’nin sözünü dinleyip onu dergâha buyur ederler, önüne katık, altına döşek sererler…

Musa Dede’nin bildiğini, yani Pir’inin asıldığını Haydar bilmemektedir. Musa Dede ve oğulları onu daha da üzmemek, kendine zarar verecek bir şey yapmasını engellemek için ses etmez, oyalarlar.

Haydar’ın heybesinde gerçekten de bir radyo vardır. Nayȇ’nin de aylardır yolunu gözlediği gibi… Kendini biraz toparlar toparlamaz çevredeki tepelere çıkıp Pir’inden haber alabileceğini umduğu radyo. Radyonun civar dağların hiçbirinde çekmeyeceğini ise ne Haydar bilir ne de Nayȇ… Haydar’ın anlattıklarından amcasının köye dönemeyebileceğini kestiren anası Gülizar ise Nayȇ’ye radyosuna belki de hiç kavuşamayacağını söyleyememektedir bir türlü…

Günler geçer. Karlar erimeye yüz tutar, Haydar kendini toparlarken köyün yaşamını altüst eden bir olay daha olur. Nayȇ oyun oynarken tandırın içine düşer. Yüzü, bacakları, gövdesi kavrulmuştur; acilen kazaya yetiştirilmesi gerekmektedir. Haydar ile Musa Dede’nin oğlu Kemal, küçük kızı alıp yola koyulurlar… Yetiştirirler de.

Kazadaki doktorun zorlu müdahalesiyle Nayȇ kurtulur. Ama çürük elmalar her yerde; kaçak “şaki”leri ihbar edenlere verileceği duyurulan ödül, köyün “çürük elma”sı Mamo’nun aklını başına almış, çoktan kazanın yolunu tutmuştur bile…

Nayȇ kurtulur, anasına kavuşur; ama Haydar’ın başı büyük derttedir. Çaresiz, köyün yakınlarındaki Piyer Gözü’ne sığınır. Fırsat buldukça radyosunu alıp kendini tepeler vuracak, Pir’inden, köyünden haber almaya çalışacaktır. Peşinde jandarmalar…

* * *

Nayȇ Kürtçede “yok, gelmiyor” vb. anlamlara gelirmiş. Gerçekten de roman iki “gelmiyor” üzerine kuruludur; Nayȇ’nin amcası dolayısıyla da radyosu, Haydar’ın da Pir’inden haber…

Nayȇ, dünyadan kopuk, her şeyden habersiz bir mezranın gözünden Tertele’nin öyküsü… Bilmezler, duymazlar, ama şiddeti, acısı oradadır. Ve kuşaklar boyu sürecek, Dersim’den İstanbul’a göçmüş bir ailenin üniversiteli oğluna yüzü yanık anneannesinin (kim bilir, belki de Nayȇ’nin kendisi…) ağzından aktarılacaktır. O da işkencecilerini beklerken bu öyküyü bizlere anlatır.

“… ‘Adın ne?’

‘Haydar.’

İnanmıyorlar. Ben henüz adımın neden Haydar olduğuna kendimi ikna edememişken, bunlara ne oluyor, bilemedim. (…) Eksik olmasınlar; tüm dikkatime rağmen ağzıma iki tane çakıp merasim usulü hücreme yolluyorlar.”

* * *

Yayıncısından öğrendik; Tolga Arı İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Bölümünde öğrenciyken ilkin 2009 yılında tutuklanıp 3.5 yıl sonra serbest bırakılmış. Ardından 2017’de yeniden tutuklanmış. Hâlen müebbet hükmüyle Edirne F Tipinde yatıyor. Nayȇ Tolga Arı’nın ilk romanı.[3]

Eline, kalemine, yüreğine sağlık, Tolga…

19 Temmuz 2025, Muğla-İstanbul

[1]           Andrey Tarkovski.

[2]           Tolga Arı, Nayȇ, Evincan Yayınları, 2025, 149 sayfa.

[3]           Bilgileri veren yayıncı Yavuz Kardaşlar’a teşekkürlerle…

Şimdi, evet şimdi! Direniş zamanı

Sermaye, emperyalist sermaye ve onun yerli ortakları, dünyanın her yerinde ama özellikle de bölgemizde, savaşı kundaklıyorlar. ABD, saldırganlıkta sınır tanımıyor. Almanya’nın yeni hükûmeti, savaş sanayiini körüklemek için, her türlü Nazi propagandasını gündeme taşıyor. İngiltere, dünyanın en kanlı emperyalist gücü olarak, kana susamış sermaye için naralar atıyor, Fransa eşi görülmemiş sömürgecilik uygulamalarına yenilerini eklemek isteği ile, Avrupa’da savaşın büyümesi için elinden geleni yapıyor.

Ve tüm bu emperyalist Batı’nın tetikçisi olarak İsrail ve Türkiye, bölgede kanlı saldırılar organize ediyor. İsrail’in kanlı saldırılarına, en son toplama kampı kurma girişimi eklendi. Ve TC devleti, Saray Rejimi, İsrail’e silah sağlayan şirketleri protesto eden gençlerin evlerini basıyor, tutukluyor.

İşte size “insan hakları”, işte size “demokrasi”. Bir iktidar, İsrail’i terörist devlet olarak ilan ediyor. Erdoğan’ın ağzından bu sözler dökülüyor ama İsrail’e silah tedarik eden şirketleri ziyaret edenler hemen gözaltına alınıyor.

Korkuyor Tayyip Erdoğan. Kendi ağzından terörist diye nitelediği İsrail ile ilişkilerinin ortaya çıkmasından korkuyor.

Korkuyor Saray, ABD’li efendilerinin, İsrail ile ortak projeleri niye aksatıyorsunuz, demesinden korkuyor.

Bu nedenle, sürekli saldırıyorlar.

Korkmalıdırlar.

Ülkede ağzını açan, herhangi bir sosyal medya mesajı yayınlayan herkes tutuklanıyor. Hapishaneler, doldu ve %50 fazla ile çalışıyor. Elektronik kelepçeler tükendi ve yeni 300 bin elektronik kelepçe sipariş edildi. Ama buna rağmen, kitleler durmuyor, tepkisini, şu ya da bu yolla ortaya koyuyor.

Mesele şudur: Madem bir mesaj ile tutuklanıyoruz, öyle ise, doğru ve daha etkili eylemler yapmalıyız.

Mesele şudur: Madem her hakkımızı aradığımızda, en sıradan bir talebimizde karşımıza polis, cop, plastik mermi, basın, TOMA, hapishane, mahkeme vb. ile tüm güçleri ile devlet dikiliyor, öyle ise, biz de daha etkilisini yapmalıyız.

Madem bize nefes almak yasak, öyle ise, sakınacak neyimiz var?

İşsizlik, sermayenin elinde bir çekiç gibi her gün bir fabrikada işçilerin kafasına iniyor. Ülkenin 3’te biri işsizdir. TÜİK ne derse desin.

Açlık, eline tırpanını almış Azrail gibi sokakları, evleri ziyaret ediyor. Filistin’de açlıktan ölenler gibi, ülkenin her ilinde açlık kol geziyor.

Gençler, eğitim hakları ellerinden alınmış hâlde, işsiz ve aç yaşıyorlar. Özel okullarda milyonlarca liraya okuyanlar varken, 2 milyon öğrenci, sadece kiralar nedeniyle, barınamadığı için, açlık ve işsizlik nedeniyle, üniversite kaydını dondurdu.

Sağlık sistemi, insanın her yolla aşağılandığı, kendini işe yaramaz, değersiz hissettiği yer hâline gelmiştir.

Saray, kendi adaleti için büyük saraylar yaptıkça, adalet sarayları, adaletin kovulduğu binalara çevrildiler.

İşçiler işyerlerinde cinayete kurban gidiyorlar. Her gün 5-6 işçi ölmekte, çok daha fazlası yaralanmakta, uzvunu kaybetmektedir. İşçi cinayetleri politiktir dememizin nedeni budur.

Kiralar, ücretleri çoktan geçti. Maaşlar, faturalara yetmiyor. Vergiler, zamlar, haraçlar yolu ile devlet, işçi ve emekçilerden para alıp, sermayeye aktarmaktadır.

Ülkede her gün 30 çocuk kayboluyor. Çocukların bir bölümü, Melih Gökçek ve Fatma Şahin gibi “ünlü” satıcılar aracılığı ile Epstein dosyalarına girmiştir. Türkiye’den 48 bin çocuk Epstein dosyasında vardır.

Ülkede her gün, bilinen, 4 kadın cinayete kurban gidiyor ve TC mahkemeleri katilleri korumak için, cansiparane çalışmaktadır.

Hukuk, iç savaş hukukudur. Yargılananın kim olduğuna göre ayarlanmaktadır.

Ve ülkenin ormanları yanmakta, yakılmaktadır. Hem rant uğruna ülke toprakları yağmalanmaktadır -zeytinliklere karşı yürütülen hayasız kampanyaya bakın, ağaçları söküp taşıyacaklarmış; yalan utanmazca söylenmektedir-, hem de ülkenin ormanları, kendiliğinden bile yansa, Saray, bu yangınlara adeta sevinçle yaklaşmaktadır.

Depremde, “asrın felaketi”nde, hemen rant hesapları yapmaya başladılar. Samandağ’a, Hatay’a bakın anlamak için yeterlidir. Ve ormanlar yanarken, doğrudan, rant hesabı yapıyorlar.

Bu nedenle diyoruz ki,

– İş cinayetleri politiktir.

– Kadın cinayetleri politiktir.

– Depremde öldüren afet değil, devletin kendisidir. Rant hesabıdır.

– Orman yangınları öldürmüyor, devlet öldürüyor. Orman yangınları, rant hesabını güden politikaların sonucudur.

Ülkede yaşamak pahalıdır.

Ama ölmek ucuzdur. Her ay intihar eden insan sayısı, 500’lü rakamları geçmektedir. Üç çocuk yapın diyenler, insan ölümleri karşısında kâr hesabı yapan sermayenin temsilcileridir.

İşte direnmenin zamanıdır.

Şimdi, tam zamanıdır.

Sendikalar, işçileri satmaktadır. Memur sendikalarının hâline bakın. Grev yapamazlar, ama toplu sözleşme yapacaklarmış. Artık, komiktir. Takke düşmüş ve tüm sendikaların kellesi görünmüştür.

Şimdi, fırtına ekenler yel biçecektir.

Şimdi zamanıdır.

Tüm enerjimizi toplayarak, tüm aklımızı devreye sokarak, kendi ellerimizle geleceğimizi yazmak üzere, örgütlenmeliyiz.

Bu rantçılara, bu yağmacılara, bu savaş ekonomisini pohpohlayanlara, bu “içeride ve dışarıda savaş” politikalarını devreye sokanlara, bu karanlıktan beslenenlere, bu her türlü hak ve özgürlüğü tırpanlayanlara, bu eğitimi, sağlığı satanlara, bu elleri kanlı katillere, bu İsrail destekçilerine, bu Batı emperyalizminin tetikçilerine, bu Amerikan uşaklarına karşı şimdi direnmenin zamanıdır.

Gözünü aç ve direnişe bak!

İhtiyaç duyduğun umut, ihtiyaç duyduğun ışık, bu direnişlerin içindedir.

Örgütlenmek, hem gereklidir, hem mümkündür, hem zorunludur. Başka çıkış yolu yoktur. İşçi sınıfının devrimci yolu, şimdi, hepimizin yoludur.

Şimdi, direniş zamanıdır.

Şimdi, var olan direnişleri büyütmenin zamanıdır.

Şimdi, “genel grev ve genel direniş” sloganını yükseltmenin zamanıdır.

Sermaye, Saray Rejimi, fütursuzca, azgınca saldırmaktadır. Korkuyorlar. Korkuları, ağızlarında çirkeflik, yaşamlarında karanlık olarak ortaya çıkmaktadır.

Şimdi, genel grev ve genel direnişi örgütlemek için, birleşik emek cephesinde örgütlenmenin zamanıdır.

Gezi Direnişi’nden 19 Mart direnişine, barikatların nasıl aşılacağını öğrenmenin, öğretmenin zamanıdır.

Şimdi, her yerde, her alanda, işyerinde, okulda, fabrikada, sokakta, mahallede, köyde, şehirde, direnişi örgütlemenin zamanıdır.

Seyretmenin, sözler söyleyerek yetinmenin, sosyal medya mesajları ile tatmin olmanın zamanı değildir. Şimdi, direnmenin zamanıdır. Şimdi, tüm işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin direniş bayrağını daha da ileriye taşımanın zamanıdır. Şimdi, evet şimdi, Birleşik Emek Cephesinde örgütlenmenin zamanıdır. Şimdi, Kaldıraç Hareketi saflarında direnişe katılmanın zamanıdır.

Bütün yollar Saray’a çıkar

Saray Rejimi, “içeride ve dışarıda savaş” politikasını, tüm güçlerini devreye sokarak yürütüyor.

Dışarıda şiddet, elbette efendilerinin emridir. Efendileri, NATO, ABD ve tüm bileşenleri ile Batı emperyalist güçleri, ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya en başta, Saray Rejimini, TC devletini bir tetikçi olarak kullanmak istiyorlar. Libya’da yaptılar, Irak’ta yaptılar, Suriye’de yaptılar ve hâlâ yapmaktadırlar. Şimdi, daha büyük bir hedef için, İran için tetikçilik görevi devrededir. Ve Saray Rejimi, tüm güçleri ile dışarıda savaş politikasının gereklerini, efendilerinin söylediklerini yerine getirmeye çalışıyor. Heveslidirler ve “bir koyup beş almak” politikasının yanında, fırsat bu fırsat Kürt halkına karşı katliamlar da heveslerini artırmaktadır.

“İçeride ve dışarıda savaş” politikasının, içerideki bölümünde ise, efendilerinden aldıkları onayların yanında, kendi hamlelerini de devreye sokuyorlar. Fırsat bu fırsattır düşüncesi ile, sürekli bir saldırı politikasını devreye sokuyorlar. Saldırganlıkta sınır tanımıyorlar. Hapishaneler, mevcut kapasitesinin 1,5 katı ile doldurulmuştur, ev hapisleri için elektronik kelepçeler sipariş ediyorlar. Ellerindeki bitmiş ve 300 bin yeni elektronik kelepçe sipariş ettiler. Ülke açık bir hapishaneye dönmüş iken, yetinmiyorlar, evleri hapishane yapmaya çalışıyorlar. Oysa Kılıçdaroğlu, kitleleri evde tutmak için, “özgün” yalanlara zaten sahip idi. Eskiyor ve şimdi, tam hapis yaşamı başlatılıyor.

Baroya, barolara karşı saldırılar devrededir. Dün baroya karşı davalar başladığında, biliniyordu, bununla sınırlı kalmayacaklar, kalamazlar. Arkası geliyor ve tüm toplumu sindirmek için, her türlü yola başvuruyorlar.

Bir yandan, ülkenin tüm doğal zenginliklerini yağmalıyorlar; zeytinlikler sıradadır. Diğer yandan ülkenin her yeri yangın yerine dönmüştür ve söndürmek için bir organizasyonları bile yoktur. Bir otel yangınının ardından öylesi yangınlar ortaya çıkıyor ki, hiç kimse bunlara felaket, afet vb. diyemiyor.

Bir yandan yoksulluk, açlık, işsizlik artıyor, diğer yandan ise yağma, rant ve savaş ekonomisi tüm hızı ile işliyor. Sanki telâşlı bir aceleleri var gibi, her şeyi kapıp yutmak istiyorlar. Ve elbette efendileri, kendi paylarını alıyor.

TV kanallarını karartıyorlar. Değil solcu, değil devrimci basın, burjuva basının içinden de haber yapan, gerçeğin bir parçasını olsun söyleyen her basın kuruluşu karartılıyor. Halk TV bunların son örneğidir.

CHP’ye sürekli baskınlar yapılıyor. CHP, her hafta bir operasyona uyanıyor. Şafak baskınları, sıradan vakalar oldu ve inandırıcılığı olmayan bu operasyonlarla Saray, CHP’yi “Ankara’ya” taşınmaya, orada kapalı kapılar ardından demeçlerle siyaset yapmaya davet ediyor. CHP operasyonları, İmamoğlu, Özel ve ekibini istedikleri çizgiye çekmek için şantaj olarak kullanılıyor.

CHP, 19 Mart’ta başlayan eylemleri söndürmek için uğraştığı hâlde, onu tümden sokaktan çekmek istiyorlar. Kılıçdaroğlu devreye sokuluyor. CHP’ye kayyum atanmak isteniyor. Bu tehditler, Saray Rejimini güçlendirmek için devreye sokuluyor. Hiçbir aykırı ses çıkmasın istiyorlar ve bu elbette dışarıdaki savaş politikasının uzantısıdır. Dışarıda savaş, içeride iç savaş hukukunun devreye sokulmasını zorunlu kılıyor ve egemen, tüm araçları ile saldırıyor.

Ve Erdoğan, Saray’da başka bir işi olmadığı açık olan Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nun sözlerine sarılıyor; CHP yargıyı beklesin, yargıya güvensin deniliyor. Diploması iptal edilen İmamoğlu, içeride gerçekte yargılanmadığını, cezalandırıldığını söylüyor ve doğrudur.

Demek, Kılıçdaroğlu ve Erdoğan aynı durumdadır, hem ikisi de yetkisiz hem ikisi de görevlidir. Ve her ikisi de aynı teraneyi söylüyor. Özgür Özel, beni Erdoğan tehdit ediyor; ya Ankara’da sessizce otur ya da seni partinin başından alırız diyorlar, diyor. Anlamıştır. Erdoğan, muhalefeti hizaya getirmekten söz ediyor, Bahçeli, daha ağır sözlerle aynı şeyi ifade ediyor.

Onlara bağlı olsun olmasın, birçok yazar, çizer, hukukçu, uzman vb. hep birlikte, “Türkiye, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir,” diyorlar. Biraz daha utananları, giderek diktatörlüğe gidiyoruz diyorlar. Oysa her şey ortadadır. Onlara göre seçim yapılmış ise, diktatörlük yoktur. Seçim ortadan kalkınca diktatörlük olacak. Buna göre, seçimleri beklemek ve bu süre içinde sessiz kalmak, devletin kolları altında susmak, en iyi demokratik eylem oluyor.

Bir bölüm aklıevvel, bu baskıların AK Partinin yıpratılması demek olduğunu, aslında bunları yapmamaları gerektiğini söylüyorlar. Ama, anlamadıkları bir şey var, AK Parti çoktandır bitmiştir. Ülkemizde Saray Rejimi, devletin olağanüstü örgütlenmesidir. Saray Rejimi, seçimleri ortadan kaldırmıştır. İki kanıtı var. Birincisi, son 8 yıldır tüm yerel seçim sonuçlarına rağmen, kayyum politikaları uygulamalarıdır. İkincisi, her seçim hilelidir ve Erdoğan seçilmiş değildir. CHP, bunu görmezden geliyor. Saray Rejimi, sadece seçimleri bitirmemiştir. Seçimleri göstermelik hâle getirmiş, parlamentoyu bir süs hâline sokmuştur, Saray’ın pisliklerini örten bir süs. Mesela parlamento hiç olmamış olsa, bizim ünlü hukukçularımız için, bu bir diktatörlüktür dememek için acaba hangi bahaneye sarılacaklar? Saray Rejimi, aynı zamanda siyasi partileri, burjuva siyasi partileri bitirmiştir. MHP bir parti değildir, AK Parti bir parti değildir ve şimdi CHP’yi o hâle getirmek istiyorlar. Yani mesele AK Partinin yıpratılması vb. değildir. TC devleti, Saray Rejimi, bu saldırıları, öyle söylendiği gibi AK Partiyi yıpratmak için yapmıyor. Bu çocukça düşünmektir. Bu Saray Rejimini anlamamaktır. Saray Rejimi, bir Erdoğan rejimi değildir, AK Parti ve MHP ittifakı ile sınırlı bir hâl değildir. Saray Rejimi, devletin olağanüstü örgütlenmesidir.

Saldırlar, Saray Rejiminin, acil olarak toplumu teslim alma, tüm muhalefeti susturma görevinin gereğidir. Bunun için, içeride hiçbir aykırı ses çıkmasını istemiyorlar. Dışarıda savaş acil hâle geldikçe, bu saldırılar daha da hızlanmaktadır. İsrail, ABD emri ve desteği ile, İran’a saldırınca, içeride de saldırılar artmıştır. Saray, bu yoldan vazgeçmeyecektir.

Ekonomik kriz ile tüm kitlelerin artan öfkesini bilen devlet, tüm gücü ile en sıradan hak arama eylemlerini bastırmak istiyor. İşçilere, öğrencilere, kadınlara saldırıyor. Bu saldırılar o kadar gündem olmuyor ama CHP’ye saldırılar, aynı zamanda geniş kitleleri, direnenleri korkutmak amaçlıdır. Bu nedenle basına ve CHP’ye özellikle saldırıyorlar.

CHP, birçok yerde, Kılıçdaroğlu geleneğini aşarak, mitingler yapıyor. Boğaziçi köprüsüne asılan pankart gibi eylemler ortaya koyuyorlar. Zira Saray, CHP’yi, AK Parti hâline getirmek istiyor. Ancak parlamentodan grup toplantılarından konuşması ile sınırlı bir “muhalefet” istiyorlar.

Özel, bunu “iktidarın yaptığı, azınlık iktidarının yaptığı kötülük” olarak isimlendiriyor. Yanlıştır. Bu bir kötülük değildir, saldırıdır ve saldırı CHP’ye yapıldığında dahi, kitlelerin direnişine karşı yapılmaktadır.

Özel, artan saldırılar karşısında susmayacağını, arkadaşlarını terk etmeyeceğini söylüyor. Kılıçdaroğlu’nun, yargıyı bekleyin talimatına hayır diye yanıt veriyor. Ve Erdoğan dili ile yapılan tehditleri algılıyor, “beni susturmanın yolu” diye başlıyor ve kendisine dönük suikast ihtimalini dile getiriyor.

Tüm bunlara rağmen CHP, aileye dokunmamak, bildiklerini halka açıklamamak konusunda anlaşmaya uymaktadır.

19 Mart’ı darbe diye nitelendiren Özel, seçime gel, diyor. 2 Kasım tarihini veriyor. Oysa, aynı zamanda seçimi ortadan kaldıracak bir darbe ihtimalinden de söz ediyor. Seçim için Erdoğan’ın aday olabileceğini koşullu da olsa kabul ediyor ve gel karşımıza çık, diyor.

Saray ise, İmamoğlu’nun fotoğraflarını vb. yasaklıyor.

İnsanlar tweet attıkları için, uzun zamandır tutuklanıyor. Erdoğan istifa diyenler, Erdoğan’a hakaret suçundan gözaltına alınıyor. Saray, her gün yeni bir yolla saldırıyor. Gençleri tutuklamada sınır tanımıyor. Birçok ailenin evi, hapishane hâline gelmiştir.

Bu korkudur. Saray Rejimi korkuyor. Kitlelerin direnişinden korkuyor, işçilerin, gençlerin, kadınların direnişinden korkuyor.

Boğaziçi’nde diplomasını alan bir genç, diplomasını yırttı diye Erdoğan’a hakaret suçundan yargılanıyor. Oysa üniversite diploması almak artık bir kazanım değildir. Değildir, çünkü her an iptal edilebilir. Değildir, çünkü ülkede %30’u geçmiş olan bir işsizlik var. Değildir, çünkü asgarî ücretin bile altında çalışmak zorunda kalıyorlar. Ama Erdoğan’ın diploma saplantısı artık bir travma hâlinde derinleşmiştir. Kendi diploması olmadığı için, İmamoğlu’nun cumhurbaşkanlığı adaylığını önlemek için, onun da diplomasını iptal ettiler. Oysa diploması olmamak, cumhurbaşkanı seçilmenin önünde engel değildir. Örneği var.

Şimdi CHP ve bazı “burjuva demokratlar”, uzmanlar, hep birlikte Saray’ın insafa geleceği bir anı bekleyerek, onu ikna etmeye çalışıyorlar. Onu ikna edemezlerse Washington başta, Batı’yı ikna etmek için, “bak Erdoğan’ın seçilmesi imkânsız” anlatısını devreye sokuyorlar.

İşçiler, ülkenin her yanında, sendika mafyasının tüm frenleme çabalarına rağmen eyleme, direnişe geçiyorlar. Artan açlık, artan işsizlik, artan yoksulluk, direnişlerin kendiliğinden de olsa artmasına neden oluyor.

Gençlik ve kadınların direnişi gelişiyor.

İşçiler, kadınlar, gençler, nereye yürüyeceğini, kime başvuracağını bilemiyor. Polonez işçileri, Saray’a yürümekten söz ettiklerinde, işler bir anda değişti ve işçilerle bir görüşme trafiği başladı. Avukatlar, ikili baro uygulamasına karşı Saray’a yürüme fikrini seslendirmeye başladıklarında, Saray’a yürümek olgunlaşmamış bir fikir idi.

Şimdi, hep birlikte görüyoruz ve yaşıyoruz ki, tüm yollar Saray’a çıkmaktadır. CHP milletvekilleri, Saray’a mı yürüyelim, diyorlar. Bunu yapmak istemiyorlar elbette. Ama fikirler böyledir, bir kere ana rahmine, bir kere kafaya girdiler mi, gelişirler.

CHP, Saray’ın iç savaş istediğini söylüyor. Saray’a yürümek, onlara saldırı olanağı sunacak ve ülke kana bulanacak, diyorlar. Oysa zaten her gün her yerde kan akmaktadır. Her gün çocuklar kaybolmakta, her gün iş cinayetleri işlenmekte, her gün kadınlar öldürülmektedir.

CHP’nin, uzmanların, kendine “demokrat” diyen burjuva sistem savunucularının görmek istemediği şey, zaten ülkede bir iç savaşın sürmekte olduğudur. İç savaş var ve iç savaş hukuku uygulanmaktadır. İç savaş hukuku bunun değil ise neyin kanıtıdır. Aynı uzmanlar, “demokrat”lar, Saray Rejimini anlamak istemiyorlar. Saray Rejimini, Erdoğan’ın kişisel iktidarı, sultanizm vb. olarak görüyorlar. Oysa öyle değildir. Erdoğan, iktidar blokunun bulduğu, ortak adaydır. Hiçbir ciddi gücü yoktur. Aynı biçimde, Saray’ın saldırılarının nedenini görmüyorlar. Onlara göre bu seçimler için yapılan bir saldırıdır. Öyle değildir. Seçime daha vardır ve hattâ seçimin olup olmayacağı belli değildir. Saldırılarının esas nedeni, dışarıdaki savaş politikası ile bağlıdır. İçeride ve dışarıda savaş politikası kavranmadan, “yağma, rant ve savaş ekonomisi” anlaşılmadan, Saray Rejimini anlamaları da mümkün değildir. Tüm seçilmiş belediye başkanları içeri atılıyor, kayyum politikası yıllardır var ve hâlâ, iç savaş çıkar, denilmektedir.

CHP, sendikalarda da etkisi olan bir partidir. Bu durumda CHP, değil mitinglerle yetinmek, daha ileri gitmeli ve genel grev çağrılarına katılmalıdır.

Bir iç savaş, ille de, karşılıklı güçlerin silahları ile ortaya çıkması demek değildir. Bu iç savaş farklıdır. Bu sivil bir iç savaştır. TC devleti, işçi sınıfı ve kitleleri bastırmak istiyor. Bunu sağlamak için, tüm burjuva partilerden aynı sesi, tüm basından aynı sesi çıkartmak istiyorlar. Egemen sınıfın kendi içindeki çatışmaları, efendilerin verdiği görevlere göre çözmek istiyorlar. İç savaşın bugünkü hâlinde, iktidarın karşısında yer alan, işçi ve emekçilerin örgütlülüğüdür eksik olan. Tüm varlığı ile süren saldırılara karşı, direnişler yetersizdir. Hepsi budur.

İşçiler, her eylemlerinde, çözümün adresinin Saray’a yürümekten geçtiğini anlıyorlar. Avukatlar, meslek örgütleri, bırakın bunları, ticaret odaları bile, Saray’a başvurmaktan söz ediyorlar. Öğrenciler, ODTÜ’de, “Saray’ı boşalt geliyoruz” pankartını açtılar.

Söz eskidir, “bütün yollar Roma’ya çıkar.” Yanılmıyorsam, burada Roma, İstanbul’dur ve söz Doğu Roma olarak da anılan Bizans dönemine aittir. Sözün anlamı elbette farklıdır. Ama şimdi, bugünlerde işçiler ve emekçiler, genel grev ve genel direniş sloganını dillendirmektedir. Sendika mafyası, bu işçi direnişlerini engellemekte zorlanmaktadır. İşlerinin kolay olmadığını, maruzatlarını Saray’a bildiriyorlar.

Bütün yollar Saray’a çıkar. Ve işçi birlikleri Saray’ı yıkar!

İşçi sınıfı, emekçiler, kadınlar ve gençler, toplumsal muhalefet, devrimciler, genel grev ve genel direnişi örgütlemek için, Birleşik Emek Cephesinde (BEC) birleşmelidir. BEC, Saray Rejimini alaşağı etmenin tek yoludur. BEC, direnişi büyütmek, yaymak, birleştirmek için bir yoldur. Devrimci hareket, bu sürece önderlik etmek zorundadır.

Üç fikir, toplumsal mücadelenin rahmine düşmüştür: (a) genel grev ve genel direniş, (b) tüm yollar Saray’a çıkar ve direniş Saray’ı yıkar, (c) direnişi örgütlemek için BEC gereklidir.

Toplumsal mücadele, toprak gibidir. Tohumlar toprağa düştü mü, eninde sonunda bir yerden filiz atarlar.