Ana Sayfa Blog

Devrim için ileri, ya sosyalizm ya ölüm!

Gün geçmiyor ki… diye başlayan cümleleri ardımızda bırakma vakti geldi. Gün geçiyor; ay, mevsim, yıl geçiyor. Gün geçerken bazı çocuklar hiç büyümüyorlar. Gün geçerken yalnızca soframıza koyduğumuz ekmeğin miktarı değil değerimiz azalıyor. İşyeri cinayetlerinde ölürken “eylül ayında en az 206, 2025 yılının ilk dokuz ayında en az 1566 işçi iş cinayetlerinde katledildi” haberindeki sayı oluyoruz. Gün geçiyor. 

Zam, zulüm, gözaltı, savaş, yağma, yolsuzluk, talan, sınırları aşan açlık, işyerinde işkence, hiçbir vaadi ve anlamı olmayan seçim, satılık diploma vs. ile gün geçiyor. Karanlık ve daha karanlıkla…

Ve güneş doğarken, gün geçmiyor ki diye başlayan cümleleri ardımızda bırakma vakti geldi. Geçti “sen yanmasan, ben yanmasam…” Geçti “bir ömür de benden” vakti. Diyor ki Komutan Bekir şiirinde “kendi idealleri için savaşmayı göze alamayanlar,/ başkalarının idealleri için ölür”… 

Her olayın arkasından “sözün bittiği yer” deyip başkaca da bir şey demeyen, açıp iki kolunu iki yanına korkuluk dahi olmayan duysun, sözümüz bitmedi bizim; ne sözümüz bitti ne eylemimiz. Düşme bizimle yola sen sözüm bitti deyip kılını kıpırdatmayan acı sahtekârı.

“Söz bitti” diyor ya, sanırsın eyleme geçecek…

Maaşını istediği için çalıştığı işyerinin deposunda üç gün boyunca darp edilen, hamamböceği yedirilen işçi var bu memlekette.

Urfa’da makatına kompresörle hava verilerek işkence edilip öldürülen 15 yaşında çocuk işçi var. Bu esnada 15 yaşında çocukları nasıl daha iyi sömürürüz diye zirve toplayanlar var.

Utanmayan, bunu da “utanmıyoruz” diye ilan eden pislikler sürüsü var.

“Söz bitti” diyen, bunun sorumluluğunu alacak. İsyan insanlaştırır, hatırlatıyoruz.

“Saraylar saltanatlar çöker”

Sarayın bir günlük harcaması kaç asgarî ücrete denk hesabı yapılıyor ya, o hesap eksik.

Kaç saray daha var, kaç yalı, kaç içine giremediğimiz “ışıklı mağaza”, sınıflı toplum düzeni bütün doğa ve insanı zehirlerken, biz ilaç alamazken, önlenebilir hastalıklar yüzünden hastane kapılarında sürünürken “ışıklı mağaza”ya dönen kaç özel hastane sahibi var…

Bizim tuttuğumuz hesap basit. İki sınıf var: burjuvazi, proletarya.

Patronların hesabını tutuyoruz biz, kapitalist devletlerin sahiplerinin hesabını… 

Biz başka âlem istiyoruz.

Bugün, kapitalizmin, kâr ve daha fazla kâr ve daha fazla kâr için dünyayı ve bütün canlılığı yok etmeye giriştiği bugün; nefes alıp vermeyi sürdürmek için, bir gün daha hayatta kalmak için en boktan, en “iyi”, en “cazip”, en “asgarî ücretin bir tık üstü” maaşlı, en “güvenceli”, son derece güvencesiz işlerde, “işsiz kalırsam” diye korka korka, “işsiz kalırsam” diye diye yanan, yakılan, ezilen, düşen, ölen, ölen, ölen işçilerin ve çocukların kurtuluşu sosyalizmdedir. 

“Onlar ki kırlarda açan çiçek…”

Dün gibi aklımızda. Dün gibi aklımızda! Bugün öyle anlıyoruz ki “Deniz mahkemeye düşmüş avukatı ben olaydım”ı, “yiğitler ölür mü üç beş kurşunla/ doğrulup kalkıyor İbrahim yoldaş”ı… Ne diyordu şarkı: “tohumdu düştü toprağa/ bin Mahirler yeşerecek”…

Duysun sesimizi, duysun dağ, taş, deniz duysun, zeytin ağaçları, rüzgâr enerjisi santralleriyle göç yollarını yitiren kuşlar, sokakları dar edilen kediler, köpekler, bilumum canlı duysun, ormanlar, dereler duysun… kurtaracak olan yaşıyor, yeniden yeniden doğuyor…

1997 yılının aralık ayında devletin katlettiği iki yoldaşımız Burhanettin Akdoğdu ve Ali Serkan Eroğlu bizimle yaşıyor, bizimle çoğalıyorlar.

Bizim bugün söylediğimiz ne varsa; düne dair, güne ve geleceğe dair söylediğimiz ne varsa, bizden önce yürüyen, bizden önce dövüşen, bizden önce elini, aklını, bilgisini, eylemini davasına, örgütüne, devrim ve sosyalizm kavgasına veren, bizden önce gidenleri varlığımıza katarak söylüyoruz: “sen, ben, biz tüm yaşamım senindir.”

Kurtuluş devrimdedir.

Devrim için ileri, ya sosyalizm ya ölüm!

KALDIRAÇ

13 Aralık 2025

Yaşamak pahalıdır, ölmek ise “ucuz”

İki yönde tuhaf alâmetler görüyoruz. Kıyamet alâmetlerinden söz eder tüm dinler.

Birinci yön, yaşamakla ilgilidir. Yaşamak çok pahalıdır. İsterseniz işçi olun, yaşamak çok zordur. Evinizin kirası, bir yandan size çok yüksek gelir, diğer yandan ise, tuhaftır ama para bile sayılmaz. 25.000 TL kira, pahalıdır ve 600 dolar etmektedir, 600 ise korkutucu bir rakam değildir. Bir çorba içeceksiniz, bir restoranda 200 TL, diğerinde 90 TL’dir ve her ikisi de pahalıdır. Elektrik, su, gaz faturaları çok pahalıdır. Isınamazsınız ve ısınamadığınız hâlde fatura yüksektir. Yol ücretleri yüksektir, yakın dönemde 5 TL ödediğiniz şey, şimdi 25 TL’yi geçmektedir ve buna bakarak, “ah bir an önce 65 yaşına gelsem de ulaşım bedava olsa,” diyesiniz gelir. İyi ama emeklinin aldığı ücret tuhaftır. “Emekli olacağına öl” diyeceğin ücrettir.

Bir kilo domates almak yok, bir ya da iki domates, oldukça pahalıdır. Et artık yenmeyecek kadar yüksektedir. Mutfak ise, kendisi bir para emen yerdir.

Eğitim ve sağlık, artık bizden, işçi ve emekçilerden uzaktırlar. Doktora gitmek korkulacak bir şeydir; hem sonucu duymak korkutucudur, hem de beklemek, yer ve sıra bulmak, bedava denilen şeye ödeme yapmak korkutucudur. Ya ilaçlar, hem çok pahalıdır ve hem de işe yaramaz. Eğitim de öyledir. Okula gitmek, başlı başına bir iştir. İç çamaşırı, don giymeyen çocuklar, su parası olmayan çocuklar, açlık çeken çocuklar eğitimin bir gerçeğidir. Ve ücretsiz değildir eğitim.

Pahalıdır yaşamak.

Bize çay ve simit hesabı yapıyorlar ve ne çay ne simit eskisi kadar dost değildir, burunları büyümüş, fiyatları şişmiştir. Yakında, simit ve çaya bakma ücreti talep ederlerse şaşmamak gerek.

Yaşamak pahalıdır.

Ama ölmek, tersine ucuzdur.

Yaşamak ne denli pahalı oluyorsa, ölmek o kadar ucuz hâle geliyor.

Her gün intihar eden insanların sayısı, ülke genelinde 5’i geçmektedir. Canına kıymak o kadar da kolay bir iş değildir. Ve gerçek sayı da bu değildir.

Her gün borç batağında yaşamak yerine ölümü seçen insan sayısı artmaktadır. Ucuzdur ölmek, bir köprüden kendini atmak, kendini trenin önüne atmak ve daha başka yolları vardır.

Ölmek ucuzdur.

Fabrikada bir iş cinayetinde ölmek mümkündür, o kadar ki, birçok işçi, sabah işe giderken evdekilerle vedalaşmaktadır. Bu yükü içinde taşıyarak işe gitmektedir. Parfüm üreten işçilerin ölümünü hatırlayalım. Her gün 4-5 kişi iş cinayetlerine kurban gitmektedir. Ve bu rakam eksiktir. Mesela göçmen işçilerin ölü bedenleri havalimanı inşaatına gömülmekteydi. Mesela Soma’da ölen sayısı doğru açıklanmamıştır.

Ölmek ucuzdur.

Yurt dışına ihraç edilirken, ilgili ülkeler tarafından kabul edilmeyen sözüm ona “organik” ürünler zehirlidir ve iç pazara satılmaktadır. Kanserojen yumurtaları bir ülke reddedince, o yumurtalar iç pazarda satılmaktadır. Her gün, yavaş yavaş ölmekteyiz. Her birimiz, bu sefer bu hastalık bir başka, demektedir. Öyledir, çünkü ne yediğin domates domatestir, ne kullandığın yağ yağdır.

Ölmek ucuzdur. Her gün inşaatlarda işçiler ölmektedir.

Ama artık, ülkeye tatil için gelen ve lüks otellerde kalma şansı olmayan insanlar da ölmektedir. Çünkü otel tarım kimyasalları ile ilaçlanmaktadır. Çünkü binada her türlü zararlı böcek vardır ve kendi soyadı böcek olan bir aile, böcek ilaçları ile ölmüştür.

Zehirli dondurmalar, sağlıksız ürünler, kullanım tarihi geçmiş ilaçlar, gıdalar, yani ölmek ucuzdur. Başına kiremit düşer, inşaat bir anda çöker, deprem olur, deniz kimyasal kaplanmıştır, içtiğin su zehirlidir, kullandığın ilaç bağımlılık yapmaktadır vb. Yani, ölmek ucuzdur.

Bir mafya grubu, sizin ev kiranız kadar bir paraya insan öldürmektedir. Ölmek ucuzdur.

Ama yaşamak, işte o pahalıdır.

Bizim için pahalı olan yaşamak, bir azınlık için son derece ucuzdur, bedavadır.

Bizim için bir eziyet olan çalışmak, patron için zevktir.

Bize ölüm getiren şey, onlara kâr getirmektedir. Bizi intihara sürükleyen şey, onlar için bir çeşit soygun, bir çeşit oyundur.

İki sınıfın yaşamıdır bu.

Bir tarafta biz milyonlarca işçi ve emekçi, diğer tarafta bir avuç para babası, kapitalist.

Onların kârları, özel mülkiyet üzerine kurulu bu burjuva egemenlik, bizim yaşamımızı çalmakta, yaşamımızı almaktadır. Bu yüzden açlık vardır. Açlık, kapitalizmin sonucudur. Bu yüzden işsizlik vardır. İşsizlik kapitalizm tarafından bizzat yaratılır. Çalışan işçidir, iş bulamayan ise yedek işçidir. Yedek, çalışmayan işçi sayısı ne kadar fazla ise, işçi ücretleri o kadar düşüktür. Ve işçi ücretleri ne denli düşük ise, kapitalistin kârı o denli fazladır.

Tüm bu ölümlerin nedeni kapitalist sistemdir. Onlar, kâr için, daha fazla kâr için, daha da fazla kâr için, işçi ve emekçilerin kanını emmekte, ölümlerine yol açmaktadır. Bu, sistemin temelidir, gerçeğidir.

Ölümü ucuzlatan, yaşamayı pahalı hâle getiren bizzat özel mülkiyet sistemidir.

İşçinin, milyonlarca insanın cehaletinin sebebi bu kapitalist sistemdir. Devlet onların devletidir ve egemenliklerinin aracıdır.

Yaşamak istiyorsak, insanca yaşamak istiyorsak, bu sistemi yerle bir etmemiz, özel mülkiyete son vermemiz, bir avuç kapitalistin çıkarlarına hayır dememiz ve insanın insan tarafından sömürülmesine, aşağılanmasına son vermemiz gereklidir.

Yaşamak, devrimci mücadele ile, direnişle, örgütlü direnişle mümkündür. Başka türlü yaşamın bir anlamı kalmamıştır.

Ön kapıdan Zelenski, yan kapıdan Şara

10 Kasım 2025, Şara ve beraberinde birçokları, Beyaz Saray’da Trump ile görüştüler.

Bunda şaşacak bir şey yok. Ama Şara, ön kapıdan Oval Ofis’e alınmadı. Oysa Zelenski, ön kapıdan girmişti. Kendisini Trump, kapıda hafifçe aşağılayarak karşılamıştı. Uygundur, çünkü artık Beyaz Saray, tüm saraylar gibi, komediye çok açıktır. Neredeyse her davetlerinde bir çeşit komik bir karşılama vardır. Avrupalı Başkanlar, Zelenski görüşmesi için apar topar Beyaz Saray’a geldiklerinde de görüntüleri komiktir. Allahtan, kokain partisini önceden yapmışlardı. Demek savaş hâllerinde her saray, biraz komediye ihtiyaç duymaktadır.

Şara, yan kapıdan alındı. Aslında gizli bir görüşme değildi ama özel bir görüşmeydi ve öyle basına poz verme teferruatlarına zaman yoktur.

Aynı anda Beyaz Saray’a, ABD Dışişleri Bakanı Rubio, Trump’ın Ortadoğu özel temsilcisi Witkoff, Suriye ve Türkiye valisi (pardon büyükelçisi) Barrack ve Şara Beyaz Saray’da bulundu. Türkiye Dışişleri Bakanı Fidan ise, daha sonra, ilgili bölümlere katılmak üzere çağrıldı. İsrail toplantıda yoktu, çünkü zaten Trump ve tüm ABD devleti vardı.

Demek ki Zelenski ön kapıdan ama yasadışı eleman yan kapıdan alınıyor. Şara, ABD’nin terörist listesindedir. Listeden son anda çıkarıldı ve Oval Ofis denilen yere, yan kapıdan alındı.

Şara, doğrudan ABD, İngiltere hattına aittir. Yani Trump’ın karşısında oturan ve poz veren 4 kişi -içlerinde Barrack ve Şara da var-, ABD’nin bölgedeki etkili yetkili kadrolarıdır. Bu nedenle, ev sahibi sayılırlar ve yan kapıdan girmeleri olanaklıdır.

Oysa Ukrayna’daki Neonazi rejimin kokainman temsilcisi dolaylı ABD kadrosundadır ve onun “resmî” olarak ön kapıdan alınması gereklidir.

Yan kapıdan giren Şara, acaba hangi kapıdan çıkmıştır? Bilmiyoruz. Belki de filmlerde gösterilen tünelleri kullanmışlardır. Ama Zelenski, geldiği yerden çıkmıştır. Her seferinde girerken daha hacimli, çıkarken hacmi küçülerek çıkmıştır.

Şara çıkarken nasıl çıktı bilmiyoruz ama açıklamalara bakılırsa, başarıları takdir edilmiş ve bu hava içinde yeni görevlerle donatılmıştır.

Fox News kendisi ile görüşmüştür. Bu mülakatta Şara, “Trump ile gelecek, bugün ve geçmiş hakkında konuştuk,” demiştir. Başka bir şey söylemesine gerek yoktur. Anlaşıldığı üzere kendisi kutlanmış, tebrik edilmiş ve durum ele alındıktan sonra, tek tek görevleri ortaya konmuştur. Şara, bu görevlerin ne olduğunu, elbette ilgili amirlerinin açıklamasını bekler. Trump ile Şara’nın çok eskiden tanıştığı biliniyor. Demek paylaşacakları çok anı vardır. Zaten Trump da şöyle demiştir: “Ahmet Şara ile vakit geçirmek benim için bir onurdu. Ortadoğu’da barışın tüm inceliklerini konuştuk. Kendisi de bu barışın en önemli savunucularından biri. Tekrar görüşmeyi ve konuşmayı dört gözle bekliyorum.”

Muhtemelen Trump’ın bu açıklamaları, iki ülkeyi üzmüştür. Biri İngiltere’dir. Demek, Şara, ABD eksenine kaymaktadır ve bu, İngiltere için sorun olmalıdır. Zira İngiltere, açık olarak Şara’nın kendilerinin olduğunu ima etmişti. İkincisi, ülkeden çok kişidir, Zelenski’dir. Zelenski, Trump’ın Şara hakkında söylediklerini kıskanmış olmalıdır. Öyle ya, “ne emredildi ise” yaptı ve Rusya’ya karşı savaş yürüttü. Ama hiç takdir görmedi. Belki de Zelenski, artık ön kapıdan girme isteğinden vazgeçip, yan kapıdan Beyaz Saray’a girmelidir.

Görüşmelerin bir kısmına katılan Fidan, kendi ziyaretinin de bu ziyarete denk geldiğini açıklamıştır. Demek ki Dışişleri Bakanı’nın espri yeteneği limitlidir. Daha ileri espri yapması yasaktır, para harcama limiti gibi bir espri limiti vardır. Komik olarak kendi ziyaretinin Şara ziyaretine denk geldiğini söylemiştir. Eğer ABD’li yetkililerden habersiz gitmiş ise görüşmelere alınmazdı. Yok eğer “denk geldi”, başka meraklıları yanıltmak için yapılan bir açıklama ise komiklikten çok zeka kıtlığına işaret olur. Demek ki komik demek daha yerinde olur.

Elbette tüm görüşmelerin kapsamlı anlam ve önemini Barrack’tan öğrenmek gereklidir. Barrack, elbette bu konuda bilgi vermiştir.

Barrack şunları söylüyor: “Cumhurbaşkanı, Suriye’nin 1946’da bağımsızlığını kazanmasından bu yana Beyaz Saray’ı ziyaret eden ilk Suriye devlet başkanı oldu.” Demek, Esad’ların ne babası ne oğlu Beyaz Saray’ı ziyaret etmiştir. Şara, ABD tarafından terör listesine konmuş, yeni çıkartılmış ve şimdi de Beyaz Saray’ı ziyaret eden ilk Suriye devlet başkanı olmuştur. Bilmeyenlere duyurulur. Bir devlet başkanı olarak yan kapıdan girmiştir. Bunlar olsa olsa ABD-İngiltere ilişkileri için bir anlam ifade edebilir.

Ama bizim Batıcı ve Amerikan demokrasisinin hayranı “dostlarımız”a ilgiye değer bir veri de sunulmuştur. Demek ABD’nin terörist ilan ettiği herkese öyle bakmamak lazımmış. Dahası, ABD demokrasisi ön kapı ve yan kapı arasındaki fark kadar anlamlıdır.

Barrack çok heyecanlıdır ve görüşmenin iyi geçtiğini söylemektedir. Erdoğan-Trump görüşmesinin ve meşruiyet arama işinin de mimarı olan Barrack, Erdoğan gibi, “fevkaladenin fevkinde” dememiştir. Ama iyi bir görüşme olduğu konusunda nettir. “Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed El Şara’ya Beyaz Saray’da eşlik etme şerefine nail oldum,” demektedir. Meşruiyet arayan Erdoğan’a göre, Şara’ya eşlik etmek, Barrack’ı daha fazla heyecanlandırmış gibidir.

“Şam artık IŞİD, İran Devrim Muhafızları, Hamas, Hizbullah ve diğer terörist ağların kalıntılarıyla mücadele ve bunları ortadan kaldırma konusunda bize aktif olarak yardımcı olacak ve barışı sağlamak için küresel çabalara kararlı bir ortak olarak yer alacaktır.” Bu sözler Barrack’a aittir.

İşin içeriğinin ilk bölümü buradadır. Ama bununla sınırlı değildir.

“ABD-Türkiye-Suriye çerçevesinin bir sonraki aşamasını belirledik. Suriye Demokratik Güçlerini (SDG) yeni Suriye ekonomi, savunma ve sivil yapısına entegre etmek, Türkiye-Suriye-İsrail ilişkilerini yeniden tanımlamak ve İsrail-Hamas ateşkesini destekleyen uyumu ilerletmek, ayrıca Lübnan sınır sorunlarını ele almak.”

Bu da konunun boyutlarına ilişkindir.

“Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan’ın rolü sihirli bir iksir oldu,” demektedir.

Demek ki resim netleşmektedir.

1

Şam, terörist olarak adlandırılan dört gruba karşı mücadele edecektir. IŞİD, aslında bir ABD uzantısıdır. Hamas, İsrail’in soykırım saldırılarının bahanesi olarak sunulan gruptur. Hizbullah Lübnan’dadır ve İran ile ittifak hâlindedir. Devrim Muhafızları ise İran’ın resmî devlet gücüdür.

Demek ki, kendisine bir devlet denilebilir mi bilmiyoruz ama yeni Suriye yönetimi, İran’a karşı savaşın bir parçası olarak konumlandırılmaktadır. Bu da, bölgede Suriye devletine karşı IŞİD ile birlikte savaşmış tüm katiller sürüsü, şimdi İran’a karşı savaş için organize edilecek, demektir.

Demek ki İran’a karşı savaş planları devrededir ve bu savaş planları yakınlaşmış olmalıdır.

Erdoğan’ın ziyaretinin ardından Şara ziyareti, bu saldırıda, İran’a karşı saldırıda, TC devletinin de etkin rol alacağının kanıtıdır. Her ne kadar Şara Erdoğan’ın girdiği kapıdan Oval Ofis’e girmemiş olsa da, aynı iş için görüşülmüştür. Giriş kapıları ayrı ama konuşulan konunun özü aynıdır.

Şam, bu konuda yeni görevler üstlenmiş olmalıdır.

 

2

Bir sonraki adımda üç nokta vardır.

(a) SDG’nin entegrasyonu. Biliniyor, son dönemde bizler, entegrasyonu, Öcalan’ın ağzından da duyuyoruz. Kürt sorununun bir entegrasyonla çözüleceği fikri açık olarak orada da vardır. Demek ki, SDG’nin Suriye devletinin planlanan yapısına entegrasyonu da bu çerçevededir. Burada Barrack, “ekonomi, savunma ve sivil yapısına entegre etmek”ten söz etmektedir. Bu adım, önümüzdeki günlerde ele alınacak gibidir.

(b) ABD, Türkiye ve Suriye ilişkilerinin ele alınması da önümüzdeki ikinci aşamanın işi olarak ele alınıyor.

(c) İkinci aşamada ele alınacak bir başka konu ise, Türkiye, Suriye ve İsrail ilişkileridir. Demek ki, ikinci aşamanın üç maddesi açıktır.

Biz ikinci dönemin ne zaman demek olduğunu bilmiyoruz.

Eski düşmanların ateşli müttefikler hâline gelmesinden söz eden Barrack, şöyle diyor: “Entegrasyon bir süreçtir, bir olay değildir ve bir kişinin vizyonu artık birçok kişi tarafından paylaşılmakta ve gerçeğe dönüşebilir.” Burada entegrasyonun bir süreç olduğu vurgusu, işin kolay olmayacağını ifade eder gibidir. Ama özellikle bir kişinin vizyonu birçok kişi tarafından paylaşılmaktadır derken, bu “bir kişi” ile kimin kastedildiği boşluktadır.

İkinci aşamanın önemli bir sorunu da İsrail-Hamas anlaşması ve Lübnan sınırı meselesidir.

Demek ki ABD, İran’a saldırmadan, Lübnan sınırı meselesini, Hizbullah’ın etkisiz hâle getirilmesini de hâlletmek istemektedir.

Tüm bu işler için bir görevlendirme olmaması mümkün değildir. Katar ve Suudi Arabistan, Suriye devletini finanse edecek gibidir ve öyle anlaşılıyor, İsrail ve Türkiye, adı geçen dört terörist gruba karşı saldırılar için Şam’a yol gösterecektir.

Kafkaslar sahasını bilemiyoruz. Orada Ermenistan ve Azerbaycan, acaba İran’a karşı saldırıya katılacak mı, bilmiyoruz. Ama ABD’nin orada hazırlıkları olduğu biliniyor. Demek ki şimdi tüm dikkat noktası İran’a kaymaktadır. “Şimdi” derken, bunun ne kadar zamanı alacağını elbette bilmiyoruz. Buna birkaç ay mı demeli, bilmiyoruz. Zaten bizim bilgilerimizle bunu tahmin etmek güçtür ve ayrıca gerekli de değildir. Mesele İran’a karşı savaş planlarıdır ve bu tüm bölgeyi kana bulayacak bir girişimdir.

Bu savaşın ana üsleri İsrail ve Türkiye’dir. Bunu daha öncesinden biliyoruz. Erdoğan’ın ABD ziyaretinde kendisine bu konuda bir kez daha görevi hatırlatılmış olmalıdır. Şara’nın ve bilcümle ABD heyetinin Beyaz Saray’daki toplantısı, Suriye’nin bu süreçte alacağı rolü belirlemiştir. Böylece İran yalıtılmak, izole edilmek istenmektedir.

Bu, savaşı daha da boyutlandıracaktır. İran savaşı, ABD ve Batı güçlerinin savaş planlarının içinde öne alınmaktadır. Venezuela, Tayvan ve Ukrayna hamleleri, aslında Rusya ve Çin’i hareketsiz kılmak için devrededir.

Demek, yan kapıdan Oval Ofise girmek, oldukça anlamlı olmalıdır. Belki de Erdoğan da bu yolu denemelidir. İtibar açısından faydalı bir yol olarak görünmektedir.

Böylesi bir savaş, daha önceden de belirttiğimiz gibi, tüm bölgeyi savaş alanı hâline getirecektir.

Bölgemizdeki tüm işçi hareketi, tüm devrimci hareket, bu savaşın karşısında olmalıdır. Dahası, bölgede gelişecek bir devrimci kalkışma dışında bu savaşı durdurma olanağı da yoktur. Bugün bu devrimci isyandan uzaktayız. Ama savaş durumu ve bölgedeki gelişmeler, çok farklı gelişmeler için de bir temel yaratabilecek durumdadır. Bu nedenle devrimci hareketlerin, kendi bulundukları alanda, işçi sınıfının devrimci hattına, sosyalist devrim iradesine sahip çıkmaları gereklidir. Her parçadaki devrimci güçlerin durumu birçok zayıflık içermektedir. Ama bu zayıflıklar bugüne aittir ve eğer devrimci rotada yürümek başarılabilirse, bu güçlükler aşılabilecektir.

İnsanlığın kurtuluşu sosyalist devrimdedir

Ekonomik kriz, hem ülkemizde hem de dünyada, daha önce nadiren görünen görüntülerle kendini gösteriyor. Açlık, evsizlik, işsizlik, sağlık sorunları, eğitim sorunları ve daha başkaları, önce “şaşırtan” görüntülerle ortaya çıkmıştı ve giderek daha kötüsüne alışılmış durumdadır.

Biz diyelim ki çöpten yiyecek toplayan insanları gördüğümüzde şaşıranlara şaşırır hâle geldik. Okula giden ve yiyecek yemeği olmayan çocukları konuşurken, şimdi hayatı boyunca pantolonun altına don giymemiş çocukların varlığını görmeye başladık. Çok örnek var.

Öyle anlaşılıyor ki, bizim edebiyatçılarımız, bir “cafe”de birbirine bakmadan mesajlaşan veya internet uygulamaları üzerinden ayarlanmış randevularda ortaya çıkan tuhaf hâlleri kitaplarında konu ediniyorlar. Orhan Pamuk, Nobel ödüllüdür ve kitaplarında 400 kelime ile hikâyesini anlatır. PEN Kulübünün üyesi/başkanı Burhan Sönmez, solculuk ve demokratlık adına mistik anaforları Londra kökenli ajanslardan alıp Václav Havel Ödülü’nü almayı hazmedebilmektedir.

Demek ki, ne kadar sistemin hizmetine girmiş iseler o kadar hazmetme yeteneklerini geliştiriyorlar.

Bizim edebiyatçılarımız kalemlerini işsizliğin, açlığın, toplumu baştan başa saran metalaşmanın, görülmemiş yabancılaşmanın, çöp tenekelerinin etrafında süren yaşamın, barınamayan öğrencilerin, vücutlarını satan gençlerin yaşamlarına ilgi gösterecek tarzda kullanmıyorlar.

Onların kalemlerinde mistik öğeler karanlık olup damlamaktadır. Dini ritüelleri, mistik inanışları, bir çeşit din taciri gibi pazara sürerler. Bir yanda eşi benzeri tarihte görülmemiş gösteriş ve sapkınlığa varan eğlenceler, diğer yanda hesabı tutulamayan kara paralar onların daha çok ilgisini çekmektedir. Bu şaşaalı yaşamı süren bir avuç zenginin yaşamından anlatacakları bir şey de yoktur ve bu nedenle, muska yazıcısı gibi edebiyatçılar, miskin ve mistik yaşamı pompalamak için canhıraş çalışırlar. Ve elbette para kazanırlar.

Ressamlarımız, mesela bir pazar yerinde çürümüş meyve ve sebzeleri toplayıp evine taşıyanların yaşamlarını resmetmezler. Resim diye, bir tuval üzerine atılmış renkleri, renklerin büyüsü diye izleyiciye sunarlar. Sapkın yaşamlarına renk katsın diye bu nesnesiz resimleri, bir çeşit “boyacı” faaliyetinin sonucu olarak duvarlarına birkaç gün asmak için satın alırlar.

Burjuva sistem, kendi çürümüşlüğünü, edebiyat ve sanat alanında, son derece gelişkin bir çürüme ile dışa vurur.

Ama bize de, elbette, gerçek insanların, milyonlarca emekçinin yaşam koşullarını anlatmak için, makalelerin, siyasal yazıların arasına manzaralar aktarmak görevi düşer.

Edebiyatçılarımız ve sanatçılarımız gerçekçilikten koptukça, ekonomik ve sosyal krizin manzaralarını aktarmak, elbette eksik kalmaktadır. Kadınların, çocukların, gençlerin, işçilerin, çevresini ve kentini savunan insanların hikâyelerini yazmak, elbette onların kendilerine düşmeye başlar.

Ekonomik kriz, giderek derinleşmektedir. Dünyayı saran bu kriz, aslında kapitalist sistemin tarihsel olarak eskimiş olduğunun da kanıtıdır.

2008’de başlamış olan kriz, önce bir finansal kriz olarak ortaya çıkmıştır. Günümüzde, kapitalist-emperyalist sistemde krizler elbette daha çok finansal alandan patlamaktadır. Zira dünya kapitalist ekonomisinin toplam yıllık üretiminin 10 katından fazla bir borç stoku vardır. Bu öylesine bir boyuta gelmiştir ki, bizim 10 kat dediğimiz borç stokunun çok daha fazla olduğunu söylemek de mümkündür.

Dahası bu kriz, emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımı ile de üst üste gelmiştir. Başlıca beş emperyalist güç, ABD, Almanya, Fransa, Japonya ve İngiltere dünyayı yeniden kendi aralarında paylaşmak için, SSCB’nin çözülmesi ve “komünizm tehdidi”nin ortadan kalkmasının ardından, daha açık harekete geçmişlerdir. Ve bu durum, krizi daha da ağırlaştırmaktadır.

Dünyayı yeniden paylaşmak için birçok savaş organize edilmiştir. Bu savaşlar, sistemin hegemon gücü olan ve rakiplerine göre askerî üstünlüğe sahip olan ABD’nin, var olan imparatorluğunu büyütmek ve sağlamlaştırmak için ortaya konmuştur. Ama savaşların kendileri, beklenen sonuçları vermemiştir. Bu durum da krizi daha da ağırlaştırmıştır.

Ve bu savaşın bir devresinde adım adım kuşatılan Rusya’nın sahaya inmesi, krizi bir kere daha ağırlaştırmıştır.

Aynı dönemde Çin, dünyanın fabrikası olarak Batı emperyalizmi için oynadığı rolü değiştirmiş, bizzat kendi markaları ile pazara girmiştir. Bu da krizle birleşmiştir, krizi derinleştirmiştir.

Bugün sürmekte olan Rusya ve Çin’e karşı savaş, işte bu dönemde, 2014’te organize edilmeye başlanmıştır. Bugün, Rusya ve Çin’i sömürgeleştirmek için tüm Batı birleşmiştir. Ve bu yolla, krizin içinden çıkış yolları aranmaktadır. Suriye savaşının ardından Ukrayna’da organize edilen darbe, bu amaca dönüktür.

Savaş, tekellerin, burjuvaların kârlarını artırır. Ancak Ukrayna’da olduğu gibi savaş bir yenilgiye evrildiğinde durum farklılaşır. Batı, Rusya’ya stratejik bir yenilgi yaşatmayı, bu yolla Rusya ve Çin’i Batı’nın sömürgeleri hâline getirmeyi hedeflemişti. Ama Ukrayna savaşı Rusya’yı yıkmış değil. Dahası, tersine dönmüştür ve Ukrayna’da ABD ve NATO yenilmiştir. Savaş henüz bitmemiştir ve buna rağmen bu yenilgiden söz etmek mümkündür. Ama ABD bu yenilgiyi açıkça kabul etmekten uzaktır. Çünkü yenilgi henüz bir cephededir ve ABD bu yenilgi nedeniyle pes edecek değildir.

Tüm bu süreç, krizi daha da derinleştirmektedir.

Kriz, kapitalist sistemin otomatik olarak yenilmesi ya da tarih sahnesinden silinmesi sonucuna varmaz. Egemenler, ellerindeki devlet makinasını bu krizleri aşmak için kullanırlar. Sistemi yıkacak olan ise, işçi sınıfının devrimci eylemidir.

İşçi sınıfının tarih sahnesine yeniden çıkması gereklidir.

Bunun ipuçları vardır.

Filistin soykırımı nedeniyle dünya çapında oluşmuş olan dayanışma eylemleri, zaten her kapitalist ülkede gelişmekte olan tepkisel direnişle birleşmeye başlamıştır. Bu aynı zamanda örgütsüz tepkisel ve kitlesel direnişin, örgütlenmesi yönünde eğilimler oluşturacaktır.

Dünyanın pek çok yerinde, sisteme karşı tepkisel direnişler gelişmektedir. Bu direnişler kitleseldir. Ve bunların önemli bir özelliği, örgütsel zayıflığıdır. Bir başka özelliği, tepkisel olmasıdır ve bu nedenle, sisteme karşı kitlesel direniş, aslında yönsüzdür de.

Yönsüz derken, elbette sisteme karşı olması bir yöndür. Ama bizim kastettiğimiz, bu direnişin sosyalizm gibi, sistemi yıkmak ve yeni bir dünya kurmak gibi bir netleşmiş yönünün olmamasıdır.

Ortadoğu’da ortaya çıkan direnişler, daha çok anti-emperyalist temellidir. Ya da başka yerlerde de bunun örnekleri vardır. Çevre direnişleri, sistemden, sermayeden gelen saldırılara karşıdır. Ama bu her iki durumda da, bir saldırıya karşı durma vardır. Değerlidir, önemlidir. Ama ne istemediğimiz belli olsa da, ne istediğimiz belli değil ise, mücadelenin yönü de net olmaz. Bu durum direnişlerin dayanıklılığını da etkiler. Dinî eğilimlere karşı olmak, aslında bir çeşit orta yoldur. Çevre saldırılarına karşı olmak bir çeşit tepkidir ve orta yoldur. Oysa direnişin sistemi yıkmak hedefi ile birleşmesi gereklidir. Yani sisteme karşı, devrimci bir mücadele gereklidir. Sistemin karşısına yeni bir dünya isteği ile çıkmak, devrimci yoldur.

Bu ise, dünya çapında ya da her bir ülkede devrimci işçi hareketinin örgütlü bir güç olarak varlığını şart koyar.

Bu açıdan söylemek mümkündür ki, dünya proletaryası, ayağa kalkmış, devrimci bir sınıf olarak yeniden tarih sahnesine girmiş değildir. Belki bunun arifesinde olduğumuz söylenebilir. Kitlesel direniş, elbette devrimci sosyalizmin örgütlenmesinde yeni ve büyük olanaklar yaratmaktadır.

Bu elbette uzun bir yoldur.

Sınıf savaşları tarihi bize işçi sınıfının bir devrimci sınıf olarak tarih sahnesine çıktığı dönemlerin varlığını göstermektedir. 150 yılı aşkın bir dönemde, dünya işçi sınıfı, Paris Komünü, Ekim Devrimi, Çin Devrimi, Küba Devrimi gibi örneklerle birden çok kere zafere ulaşmıştır. Ama SSCB’nin çözülmesi, kapitalist sistemin yeni zaferi olarak, dünya proletaryasının geri çekilmesine yol açmıştır. Bu geri çekilme, ideolojik alanda da etkisini bulmuş ve devrimci sosyalist hareket ciddi bir erozyonla karşı karşıya kalmıştır. Batı kapitalist ülkelerinde ABD, Avrupa ve Japonya’da işçi sınıfının sendikalar aracılığı ile sisteme bağlanması ve devrimci yönünün törpülenmesi, SSCB yenilgisi ile daha da derinlik kazanmıştır. Bu nedenle, işçi sınıfının yeniden ayağa kalkması, kolay bir süreç değildir.

İçinde yaşıyoruz ve kolay olmadığını biliyoruz.

Ancak, bu süreçte inancını, umudunu kaybetmiş birçok sol çevrede, sosyalizmin gerekliliği meselesi yeniden düşünülmeye başlanmıştır. Kitlelerde var olan, kapitalist sistem içinde yaşamanın insan olarak yaşamak demek olmadığı fikri, duygusu, daha ileri kesimlerde sosyalizmin gerekliliği fikri ile birleşmektedir. Artık burjuva ideologları bile, kapitalist sistemi savunmakta zorlanmaktadır. Bize sürekli olarak reel sosyalizm deneylerinin eksikliklerini anlatmaktadırlar. Oysa bu deneyimlerin eksiklikleri, bu eksikliklerin aşılmazlığının kanıtı değildir, olamaz.

Sosyalizm, isterse hiçbir ülkede iktidarda olmasın, artık bir gerçektir. Maddeleşmiş bir düşüncedir. Öyle havada asılı bir şey değildir.

Sosyalizm ve onun dünya çapında örgütlenmiş yayılmış hâli olan komünizm, insanoğlunun, kendi yaşam koşullarını bizzat kendisinin oluşturması demektir. Yani, doğanın devamı olan toplumda işleyen kör yasaların aşılması ve insan iradesi ile yeni bir dünyanın kurulması demektir. Bunun ilk denemede mükemmel olmayacağı açıktır. Ve aynı anlama gelmek üzere sosyalizm deneyimlerindeki eksikliklerin, onun yenilgisinin otomatik olacağı demek olmadığı da açıktır.

Sosyalizm, dünyada hiçbir şey yok iken, kapitalist sistem ve onun egemenleri yok iken, sermaye egemenliği yok iken, binlerce yıllık özel mülkiyet toplumu tarihi yok iken kurulmuyor. Tersine, sınıf savaşımı sürerken kuruluyor. Demek ki iktidardan alaşağı edilmiş egemen sınıf, burjuvazi bu sürece her zaman direnecektir. Ta ki sosyalizmin dünya çapındaki zaferine, burjuva sınıfın tümden yok edilmesine, burjuva sınıfı yok eden işçi sınıfının bir sınıf olarak kendini de yok etmesine kadar.

Anlaşılacağı üzere, bu sadece nesnel bir süreç değildir. Nesnel olan, sosyalizmin olanaklı olmasıdır. Ama iktidarın alınması, öznel bir süreçtir ve sistemin mezar kazıcısı olan proletaryanın devrimci örgütünün varlığını şart koyar. Yani, devrim salt nesnel şartların sonucu olarak gerçekleşmez. Devrim, aynı zamanda devrimci işçi sınıfı partisinin, devrimci mücadelesini şart koşar.

Kapitalist sistemin bugününe baktığımızda, sistemin yıkılmasının sadece işçi sınıfının kurtuluşu demek olmadığını saptamak mümkündür. Kapitalist sistem, bugün, insanoğlunun insan olarak kalma sürecini tehdit etmektedir. Kapitalizm, insanı insan olmaktan çıkartarak, köleleştirerek, daha da köleleştirerek yaşayabilmektedir. İşçinin fabrikada kanını emen sistem, bugün sadece işçinin emeğine el koymuyor. Kitlesel büyük çaplı üretimin sonucu olarak toplumu tüketim toplumuna çeviriyor ve bu yolla, günlük yaşamın her alanını meta ilişkilerinin egemenliği altına alıyor. İşçi zorunlu çalışma, emek gücünü satmak ve emeğin metalaşması yolu ile kendi emeğine yabancıdır. Bu, kapitalist sistemin özünde vardır. Ama bugün bu süreç çok daha ileri taşınmıştır. İşçi sadece kendi emek ürünlerine yabancılaşmakla kalmıyor. Fakat aynı zamanda günlük yaşamının her alanında esirliği pekiştiriliyor. Kendine yabancılaşma ileri boyutlara taşınıyor. İşçi sınıfı, direnişler dışında, bir hiç hâline getiriliyor.

Meta ilişkileri, yaşamın her alanına girmiştir. Meta ve para, tüm insanî varlığın temeli hâline gelmiştir. Kapitalist büyük çaplı üretimin sonucu olan tüketim toplumu, kişiyi tükettikçe var olan bir varlığa dönüştürüyor. Bunun yolu da daha çok para ele geçirmek demek oluyor. “Paran kadar konuş” artık tüm toplumsal ilişkilerin normalidir. Sokakta yürürken, giysilerin, takıların, senin ne olduğunu -asla kim olduğunu değil-, “kaç paralık bir adam” olduğunu gösteriyor. Komşunla ilişkilerin sahip olduklarına göre belirleniyor ve bu durum, tüm komşuluk ilişkilerini yok ediyor. Aslında tüm insanî ilişkiler sahip oldukların üzerinden, deyim uygun düşerse ambalajların üzerinden değerlendiriliyor. Moda kavramı, salt ekonomik bir kavram değildir, insanların akıllarını başlarından alan bir ideolojik kavramdır ve bu yolla, özgürlük, satın alabildiklerine bağlı bir şeye dönüşüyor.

İnsan olmaktan çıkmak bu ve buna benzer burada saymakta eksik bıraktıklarımızla bağlantılıdır.

Tüm insanlık tarihi, insanın bir parçası olduğu doğadan kopması ve insanlaşması, doğanın insanlaşması, doğanın kendi bilincine varması demek ise, kapitalist egemenliğin bugünkü aşaması, bu insanlaşma sürecine bir engeldir.

Doğanın parçası olarak insanın ilk doğası kendi bedenidir. İnsan kendi bedenine yabancılaşmaktadır. Bu nedenle, bir gencin kendi bedenine ilişkin algıları, toplumsal pazar ilişkilerine bağlı olarak şekilleniyor.

İnsan olarak kalmak ile kapitalizme karşı sosyalist bir dünya ve sosyalist devrim için mücadele birleşmektedir.

İşçi sınıfının kurtuluşu, toplumun kurtuluşunun yoludur.

Bugün, işçi sınıfının kurtuluşu, insanlığın kurtuluşunun yoludur.

Bu da sisteme karşı militan bir mücadele demektir.

Kitlesel direniş, insanların kapitalist algı mekanizmalarını bir süreliğine olsa da aşmasının olanaklarını barındırmaktadır.

Eğer bu örgütsel bir hâle gelir ve maddeleşirse, işte o zaman insan olmaktan çıkma süreci de durdurulabilir ve insanlaşma süreci devam ettirilebilir.

Yani, kapitalist egemenlik, söylendiği gibi (ki doğrudur) sadece gezegenimizin geleceğini tehdit etmekle kalmamaktadır, bir bütün olarak insanlaşma sürecini de tehdit etmektedir.

Evet, sosyalizm işçi sınıfının öncülüğünde gerçekleşir.

Evet, işçi sınıfı bu görevini ancak devrimci öncü partisi yolu ile yerine getirebilir.

Ama artık, insan olarak kalmak isteyen herkes için sosyalist devrim mücadelesi bir zorunluluktur.

Tüm toplumu hasta hâle getirmiş olan, kapitalist egemenlik ilişkileridir. Bizim okur yazar takımımız, o çok bilmiş hâllerini bir etiket olarak taşımak yerine devrimci mücadeleye girerek, hastalıklı hâllerinden kurtulabilirler.

Sosyalist devrim, işçi sınıfının, toplumun ve insanlığın kurtuluşunun tek gerçek yoludur.

Çürüme ya da “böyle yaşamak istememe”

Ülke üzerine ya da içinde yaşadığımız koşullar üzerine, herkesin ilgiye değer hikâyeleri var. Eskiden, ancak “deneyimli vatandaş” diye adlandırılan, belki 40 yaşını geçmiş insanların kendine ait böylesi hikâyeleri olurdu. Hastahane kuyruğunda başına gelenler, kasapta yaşanan ilginç bir olay, bir tren yolculuğunda meydana gelen vukuat vb. gençlerin hikâyelerinde yer almazdı. Oysa şimdi, ülkemizde, her gün öylesine ilginç olaylar yaşanıyor ki, hiçbir aksiyon, dram ya da komedi filmi bunlarla yarışamaz. Bu nedenle diyorlar ki, “Türkiye’de yaşamasan, aslında oldukça eğlenceli bir ülke.” Ama biz içinde yaşıyoruz ve eğer alışmışlığımızı saymazsak, her gün cinnet hâlleri içindeyiz. Bu, geniş kitlelerin hâlidir.

Bu nedenle, toplumu baştan başa saran hava, “böyle yaşamak istemiyorum” biçiminde ifade edilmektedir ve doğrudur.

Ve elbette “böyle yaşamak istemiyorum”, kendiliğinden kitle eylemlerinin artışı oranında, devrimci durumun önemli bir göstergesidir.

Aslında sistemin içinde olduğu durum, çürümedir. Çürüme denildi mi buradan otomatik olarak sistemin çökeceği sonucu çıkmaz. Hiçbir zaman kapitalist sistem kendi kendine çökmez. Zayıflar ama egemen mutlaka kendi iktidarını sürdürmek için yollar bulur. Hiçbir egemen, iktidarını gönüllü olarak devretmez, mutlaka, devrime karşı karşı-devrim örgütler. Tıpkı bugün ülkemizde olduğu gibi. Sistem, bugün, kendi devamı için, devleti olağanüstü olarak örgütlemiştir ve biz buna Saray Rejimi diyoruz.

Saray Rejimi, sistemi ayakta tutabilmek için, tekelci polis devletinin olağanüstü örgütlenmiş hâlidir. Ama buna rağmen sistem rahat değildir. Yönetme güçlüğü açık ve ortadadır. Sadece işçi sınıfının örgütlülüğü zayıftır. Bu zayıflık yenildikçe, aşıldıkça, Saray Rejimi alaşağı edilecektir.

Ama biraz olsun, ortaya çıkan bu çürümeyi, çürüme görüntülerini tartışmak, belki de sayfalar yetmez ama bir bölümünü sıralamak faydalı olacaktır.

Ekim ayında, adına “bahis skandalı” denilen bir şey paylaşıldı. Öğrendik ki, yasal ve yasadışı bahis, devlet ve mafyanın ortak organizasyonudur. Ve tüm yönleri ortaya çıkmadı ama, aslında her akçeli işler, her mafyatik işler gibi, işin ucu Saray’a ulaşmaktadır. Saray Rejimi zaten bu demektir. Saray Rejimi, yasalara uyan, seçimle gelip seçimle giden, “demokratik sosyal bir hukuk devleti” vb. değildir. Tersine, tıpkı bu bahis skandalındaki gibi bir mekanizmadır. Sadece artık bu skandallar, kendi aralarındaki çatışma ölçüsünde ortaya çıkmaktadır.

Acaba kaç milyon kişi, kaç milyon genç bahis adı verilen kumar oynamaktadır? Acaba bahis için alınan kredilerin miktarı tespit edilebilir mi? 300 bin TL kredi alan ve bunu bahiste kaybeden, borçlanan kişi nasıl bir yaşam sürebilir? Asgarî ücret ile yaşamını sürdüremeyen insanlar, gençler, kazanma umudu ile kumara tutunmak durumunda kalmaktadır.

Hukukçular, bazısı hukukçu da olmayan “uzman”lar, bizi affetsin, çok tuhaf ve cafcaflı laflar bulmakta ellerine su dökülemez. Onlar için önemli olan doğru bir tanımlama, doğru bir kavram değil. Gerçeğin üstünü örtecek tuhaf ve şifreli bir kavrama sarılmakta marifetlidirler. Nasılsa kimse onlara “bu ne” diye sormamaktadır.

Bir yeni kavramları var: “suça sürüklenen çocuklar”. Demek ki, (a) çocuk yaşta suç işlenmektedir, (b) bunları birileri bu işe sürüklemektedir. Öyle ise “eğitim şart” efendim, eğitim şart. Böylece bir sosyal durumu tartışıyormuş gibi yapıp, görünmez hâle getirmektedirler.

Şimdi, “kumara, bahise sürüklenen gençler” diye bir kavram icat etmelidirler. İyi de bunu bir sistem kuruyor. Yasal para, yasadışı para nasıl varsa, aynı biçimde yasal bahis ve yasadışı bahis var. Yalnız yasadışı bahis, herkesin bildiği ve ortada olan, ulaşılması çok kolay olan bir şeydir. Mesela Fenerbahçe’nin yeni başkanı, bu işin mafyasından biridir ve onun diğer yanında da esas mafya Galatasaray yönetimi vardır.

Öğrendik ki, 571 hakem varmış ve bunların 371’i bahis oynuyormuş.

Bizim salon solcularımız, liberal solcularımız, ahlâk timsali okur yazarlarımız, hemen devreye giriyorlar: “Efendim, liyakat yok, belki de bu hakemleri bahisin yasak olduğu konusunda eğitmemişlerdir.” İşte budur. Bu ülkenin okur yazar takımını, efendiliği giyim tarzı ve konuşma üslubu sanan, masa adabını insanlık ve medeniyet göstergesi bilen, kibarlıktan elleri kirlenmemiş, hijyen hastası, beyaz Türk hayranı, Batıcı medeniyet tutkunlarını çok ama çok eğlenceli bulmamak mümkün müdür? Acaba, alıklaşmak “efendilik” gösterisi ile birleşince bu kadar bilgiçlik taslama olanağına mı dönüşüyor?

Neymiş efendim hakemlere “bahis yasaktır” eğitimi verilmemiştir, çünkü, “liyakatli” kadro seçimi yapılmamaktadır.

Ülkenin ekonomisinin en az yarısı kadar kara paranın dolaştığı Kapalıçarşı esnafını eğitmek için, en usta ekonomistlerinizi mi göndereceksiniz? Oysa onlar tersine, ekonominin gerçekliğini Kapalıçarşı’nın sokaklarına hâkim olan bu çetelerden öğrenmektedir. Ve doğrusu, bunların her biri, bizim ekonomi fakültelerini ve borsayı dolduran iktisatçılarımızdan bin kat daha ahlâklıdırlar, çünkü ahlâksızlıklarını örtmek için bir örtüye ihtiyaç duymazlar. Kara para, sanıldığı gibi gizlenmez, açık olarak ortada dolanır.

Hakemler, futbol kulüpleri, başında Saray görevlileri, Saray’ın en başına kadar ulaşan para bölüşümü, futbolcular, bunların çevresindeki mafya, hepsi hep birlikte bahis işini yapmaktadır. Milli Piyango artık devlete ait değil ve ait olduğu dönemdekine göre çok daha yasal bir dolandırıcılık yürütmektedir.

Şimdi, kim kimi bahise sürüklüyor? Bunu yapan bizzat sistemdir, devlettir.

Büyük hırsız, her zaman iktidarda olandır, egemendir. Ve kuraldır, büyük hırsız küçük hırsızı cezalandırır. Şimdi, çizgiyi aşan, sistemi bozup kendine fazla para alan, açgözlülükte en baştakilerle yarışmaya kalkan ortaya serilmektedir. Hepsi budur.

Çürümedir.

Sistem “rant yağma ve savaş ekonomisi” üzerine kurulu bir Saray Rejimi tarafından yönetilmektedir ve elbette bu sistemde, isyan etmeyen emekçiler, isyan etmeyen halk, örgütsüz kitleler, bireysel çıkış yollarını arayacak ve kendisi bir kumarhane olan kapitalist sistemin kasasını kazandırmak üzere, sürekli borçlanacak, sonra da intihara yöneleceklerdir.

Demek ki, böyle bir sistemi sürdürmek için, “liyakatli” kadro demek, tam da bugün bizzat yönetimde olan hırsızlar, mafyalar sürüsüdür.

Bahis işini gerçekten soruşturacaklarsa, tüm futbol kulüpleri, tüm Saray yönetimi, tüm menajerler, tüm hakemler, tüm futbolcular yargılanmalıdır ve bunun anlamı da bildiğimiz tarzda futbolun son bulması demektir. Bir sektör olarak, bir kara para aklama alanı olarak, bir kumarhane sisteminin parçası olarak profesyonel futbola karşı çıkmadan, meseleyi anlamak mümkün değildir.

Gelin bu çürümeyi eğitim sisteminde izleyelim.

Biliyoruz, ülkede özel okullar var. Devlet vergiler topluyor ve bu vergilerle çocuklara, gençlere, düzene uygun kafalar yetiştirmek üzere eğitim vermekle görevlidir. Ama sistem budur. Kapitalizm, ucuz devleti sever. Bu nedenle, devletin yürüttüğü eğitimi özelleştirmek isterler. Bunu yapmak için, önce sorunu büyütürler. Üniversiteye girmek için milyonlarca insan sınava girer. Üniversiteye girmek başlı başına bir amaçtır ve eğitimin tüm amacı gibi görünmektedir.

Derken, hepimiz biliyoruz, özel okullar ortaya çıkar. Özel okullar İngilizce ve bilgisayar öğreten yerler olarak öne çıkartılır. Oysa bugün, ne dil öğrenimi için, ne de bilgisayar öğrenmek (her ne demekse) için okula bile gerek yoktur. Özel okullar çoğalır, yıllık 1 milyon TL öğrenci başına para alır hâle gelirler.

Sonra üniversite giriş sınavının soruları satılır. Para eden ne varsa devreye sokulacaktır. Sonra diplomalar satılır. 5 bin dolara bir diploma, üstelik yüzde yüz yasal. Vergisini ödeyen kişi, şimdi, okul parası ödemekte, bu yetmezse, bir de diploma parası ödemektedir. Dershane parası, özel dersler, okula bağışlar vb. de unutulmamalıdır.

Çürümedir.

Öğretmenler, kara cahilden bir dirhem ileri kapkara cahildirler ve her biri birer çavuş kadar despot, birer çavuş kadar emir kuludur. Hukukçularımız yakında, buradan davalar üredikçe, “eğitime sürüklenmiş gençler” demeye başlayacaklardır.

Sağlığı ele alalım.

Önce her çalışan işçi, (a) sağlık sigortası, (b) emeklilik sigortası öder. Zamanla bunlara işsizlik sigortası vb. eklenir. Artık, bir maaş bordrosunu yapabilmek için, uzman olmak gerekir. Ne kadar damga pulu, ne kadar deprem kesintisi, ne kadar asgarî geçim indirimi, ne kadar vergi, hangi vergi diliminden vergi, ne kadar emekli sigortası, ne kadar işsizlik sigortası, ne kadar sağlık sigortası hesaplanacak? Oysa işçilere, memurlara brüt maaşlarını verseler, işçiler, tıpkı patronlar gibi, kendi prim ve vergilerini kendileri gidip ödeseler, ne güzel olurdu. Sendikalar, bunu dile getirmelidir.

Önce devlet hastahaneleri sağlık hizmeti alınamaz hâle getirdiler. Kuyruklar, içinden çıkılmaz kaos, bir mezbaha görüntüsü, tüm bunlar, “özel sağlık kurumları” diye bir özelleştirmenin yolunu döşediler. Sonra, başladılar, lüks otel ortamında, sivil hizmet, sıfır sağlık desteği ama büyük soygun. Bugün acaba, organ kaçakçılığı nerede yapılmaktadır? Medical Park kimindir? Sağlık Bakanlarının hastahaneleri var mı? Acaba bu isim yapmış hastahaneler, organ kaçakçılığının ana üsleri değil midir? İlaç şirketleri olmadan uyuşturucu hap üretmek nasıl zor ise, ondan daha kesin olarak organ kaçakçılığı için tam donanımlı bu hastahaneler şarttır.

Efendim ne olmuş, yaşlıları ex yapıyorlarmış, yenidoğan çetesi varmış ve çocukları acımasızca öldürüyorlarmış, efendim tedavisi zor hastaları, donanımsız küçük hastahanelere, “yatak yok” diyerek gönderiyorlarmış.

Eskiden, hapse giren için “Allah düşürmesin” derlerdi. Şimdi, “Allah kimseyi hastahaneye muhtaç hâle getirmesin” deniliyor.

Çürümedir.

Yenidoğan çetesine karşı çıkmak için, önce sağlık sisteminin tümüne, özelleştirmelere karşı çıkmak gerekir. Sağlığın bir rant alanı hâline getirilmiş olmasına karşı çıkmak gerekir. İlaç şirketlerinin rüşvet karşılığı ilgili ilgisiz hastalara kendi ilaçlarını sakız gibi yazmalarına olanak tanıyan sisteme karşı çıkmak gerekir. Rothschild ailesinin ülkedeki tüm kan merkezlerini kontrolüne almasına karşı çıkmak gerekir.

Orman yangınlarını mı unuttuk?

Yoksa maden sahaları açarak ülkenin tüm alanlarını insansızlaştırma politikalarını mi unuttuk?

Kentlerin, tümden rant alanı hâline getirilişi ve barınma sorununu içinden çıkılmaz, yaşanamaz hâle getirmelerini mi unuttuk?

Turizm Bakanı’nın tur şirketlerini ve yanan otellerde can veren insanları mı unuttuk?

Şimdi bizim salonlarda yemek ve içki adabı, üslup ve giyim dersleri veren zarif solcuların, “ne yani evsizlerin evleri kamulaştırmasını mı savunuyorsunuz,” demeye niyetlendiklerini görür gibiyiz. Evet, sokakta kalanlar, bu evlere el koymalıdır. Mesela, tüm özel yurtlar kamulaştırılmalıdır ve bunu devletten istemiyoruz, öğrencilerin bunu bizzat yapmaları gereklidir. Efendiler, beyaz Türkler, bize ahlâk üzerine nutuk atanlar, “aaa bu özel mülkiyete karşı olmak demektir,” diyecektir. Yerindedir. Onlar korkuları ile, olacak olanı önceden anlarlar.

Mafya çetelerinden yakınıyorlar. Her yerde varlar. Suça sürüklenen çocuklar buradan geliyor. İyi ama ülkemizde, TC devletinin tarihinde devletsiz mafya olur mu, polis olmadan hırsızlık olur mu?

Bize içişleri bakanı gösterin ki, mesela 12 Eylül’den bu yana, mafya yöneticisi olmasın. Mesela Ağar mı, mesela Soylu mu, mesela Yerlikaya mı? Hepsi birer mafya mensubudur. Ve hepsi narko içişleri bakanlarıdır. Bugün tüm uyuşturucu sistemi Ağar ve ekibine bağlıdır ve Ağar, içişlerinde Erdoğan’dan bin kat etkilidir.

Birkaç gazeteci, iyi iş çıkartarak birçok dosyayı ortaya çıkartmaktadır. Bunu kolaylaştıran şey, her bir mafya grubunun bir an için kenara atılması gerçeğidir. Tıpkı Sedat Peker gibi. Sedat Peker, sistem içinde yaptıklarını, kendisi kenara itilince anlatmaya başlamıştır. Bizim kibar solcularımız, “bunları bize Peker mi anlatacak,” dediklerinde, haklı olarak Peker, “elbette ben anlatacağım, yoksa cami hocası mı anlatacak,” diye yanıt vermişti.

Cami hocasının anlatacağı tarikatlar vardır ve orada da tüm pislikler ortaya serilmektedir. Çocukların tacize uğradığı Kur’an kursları hâlâ çalışmaktadır. Milyonlarca çocuk bu kurslardadır. Ve burada dönen rant, çok ama çok büyüktür. Sadece Sağlık Bakanlığı değildir tarikat yuvası olan.

Uzatmaya gerek var mı?

Elektrik özelleştirmelerini, akbil yolsuzluklarını mı sayalım?

Tüm sistem budur.

Bunlar istisna değildir, sistemin kendisidir.

Sistem, şimdi, tüm bunları gizleyemiyor. Çünkü, her bir yerdeki bu suç organizasyonları, bir diğeri ile çatışmakta ve büyük olanlar küçükleri ayaklarının altından çekmektedirler. Hem yaygındır, hem de su üstüne çıkmışlardır.

Çürümedir.

Tüm bunları ayrı ayrı olaylar olarak ele almak doğru değildir. Hastahaneler olmadan organ kaçakçılığı olmaz. İlaç şirketleri olmadan uyuşturucu haplar olmaz.

Nasıl ki kadınlar haykırıyor, “kadın cinayetleri politiktir” diye. İşte aynen öyle, tüm bahis işleri politiktir, devlet tarafından organize edilmektedir. Tüm organ kaçakçılığı, uyuşturucu trafiği bizzat devlet tarafından yürütülmektedir.

İşte “böyle yaşamak istemiyorum” sözü, bu gerçekliğe dayanmaktadır. Ve bunlara karşı bireysel arayışlarla bir çıkış yolu bulunamaz. Bu sistemin kendisidir ve buna karşı, örgütlü direniş gereklidir.

Evet, böyle yaşamak istemiyoruz. Ama bu yetmez. Yeni bir dünya istiyoruz ve bu yeni dünya, bir sosyalist devrimle hayat bulacak, öyle başlayacaktır. Kitleler, şu ya da bu yaştaki insanlar “suça” sürüklenebilir ama devrime sürüklenmeleridir onların esas korkuları. Ve devrim, ancak bir örgütlülükle, bir toplumsal isyanla gerçekleşir.

Şimdi devrimi örgütlemenin zamanıdır. Yaşamın her alanını bizzat biz işçiler, bizzat biz gençler, bizzat biz kadınlar, biz direnenler yönetmek üzere örgütlenmeliyiz. İşte o zaman bu çürüme, sistemin yıkılmasına doğru yol alacaktır.

Kapitalizm öldürür, sosyalist devrim kurtuluştur

Dilovası, Gebze’ye bağlı bir sanayi bölgesidir. Bölgede var olan fabrikalar, doğayı yok etmekle, kirletmekle kalmazlar, bölgede var olan fabrikalar aynı zamanda sömürünün en yoğun yaşandığı fabrikalardır. Antep sanayi bölgesi öyle değil mi? Öyledir.

Ülkenin her yanında, fabrikalar, işyerleri, madenler, tersaneler, ölüm yerleridir.

Ekmeğini kazanmak üzere çalışmak, emek gücü satarak köle gibi yaşamak, daha çok ve daha çok üretmek, daha çok ama daha çok sömürülmek yetmiyor. Sermaye, daha fazlasını almak için, her yolu deniyor. Sosyal güvencesiz çalışma konusunda ülkemiz, sermaye için âdeta bir cennettir.

Ve işyeri cinayetleri, her yerde, her gün daha da fazla artmaktadır. Tutulabilen kayıtlara göre, her gün 4 kişi, 4 işçi, çalışırken can vermektedir. Kötü çalışma koşulları nedeniyle oluşan hastalıklardan ölenler buna dâhil değildir. Bilgisi dışarıya çıkmayan, ister göçmen işçi olduğu için, isterse üzeri örtülen cinayetlerde kurban gittikleri için ölenler bu sayılara dâhil değildir. Ve anlaşılan, bunların sayıları da bir o kadardır.

Her gün kaç kadın cinayete kurban gidiyor?

Her gün kaç kişi intihar ediyor?

Her gün kaç çocuk kaçırılıyor?

Her gün kaç çocuk cinsel saldırıya maruz kalıyor?

Sayıları bile belli değildir.

Her marketten ne kadar mal çalındığı kayıtlıdır. Ama kayıp, mal değil de insan ve özellikle de işçi insan olunca kayıtları tutulmamaktadır.

Arabasını tamire ve bakıma götüren bir kişi, hasta olduğu için hastahaneye giden bir kişiye göre, çok daha iyi bir bakım ve hizmetle karşılaşmaktadır. Hastalanmak suçtur ve bedeli ağırdır. Oysa sistem, her işyerinde, hastalıklar üretmektedir.

Gebze’nin Dilovası bölgesinde, Ravive diye bir kozmetik ürünler üreticisi fabrikada yaşları 16 ve 17 olan çocuklar da dâhil, 7 kişi yanarak can vermiştir.

Cinayettir.

İş kazası değil, cinayettir. Ve her işyeri cinayeti, her işçi cinayeti politiktir.

Nasıl mı?

Ölen işçilerin acısı ile protestoya başlayan gençler, olay nedeni ile ilk tutuklananlardır ve dosyalarındaki suç, “halkı kin ve nefrete teşvik etmek”tir. Demek ölen işçilerin ardından “hesap sorulsun” demek üzere yürümek, slogan atmak suçtur ve suç, devlete karşı bir suç olarak görülmektedir.

Devlete, Dilovası’ndaki Ravive fabrikası için başvuran, suç duyurusunda bulunan vardır. Ama önemsenmemiştir.

Dilovası’ndaki ölümleri, cinayet diye nitelendirip protesto edenler, bizzat devlet tarafından tutuklanmış ve suçlanmaktadır. Demek, iş cinayetleri politiktir. Demek işveren başvuruda bulunmadığı hâlde, devlet protestocuları cezalandırmak için harekete geçmiş, kolluk kuvvetleri ve yargısını devreye sokmuştur.

Demek, devlet, bu ölümlerden yanadır. Bizzat işvereni korumaktadır.

8 Kasım’da yaralılar bir yana, 7 ölümle sonuçlanan bir olay vardır ve ölenlerin ikisi çocuktur. Demek, çocuk işçi çalıştırmak suç değildir. Patronların yaptıkları hiçbir şey suç değildir. Daha çok kazanmak, kârını katlamak için işverenin yaptıkları her durumda mübahtır. 301 işçinin öldüğü Soma’da, devlet görevlileri ölenlerin yakınlarını tekmelemiştir. İşte burjuva devlet budur. İşte Saray Rejimi budur.

Hayat pahalıdır. Yaşamak ciddi biçimde pahalıdır. Barınmak, faturaları ödemek, çocuğunu okula göndermek, hastalanınca hastahaneye gitmek pahalıdır. Ekmek almak, et almak, beslenmek pahalıdır.

Ama can ucuzdur. Birkaç çeteciye birkaç on bin TL ödeyerek adam öldürme siparişi verilebilmektedir. Kadınlar sokaklarda eşi benzeri görülmemiş vahşiliklerle öldürülmektedir. İşyerlerinde insanlar çalışmak için gittiklerinde, çalışma koşulları nedeni ile cinayete kurban gitmektedir. Yani, can ucuzdur.

“Efendim, Dilovası’ndaki cinayet nedeni ile istifa eden yetkili yok,” demek, konuyu adlî olay hâline getirmektir. Oysa tersine bu adlî bir olay değildir, cinayettir ve bundan sonra da sürecektir.

Bu cinayetler, kapitalist sistemin, ülkemizdeki sistemin doğrudan gereğidir. Yani bir hata, bir eksiklik sonucu ortaya çıkan bir durum değildir. Tersine, bilerek ve isteyerek işlenen cinayetlerdir. Patron, patronların siyasal iradesi olan devlet, sadece o gün kimin öleceğini planlamamış olabilir. Oysa bir cinayet işleyecekleri kesindir. Bu koşullar var oldukça, kâr için kapitalistin yapacağı her şeye izin verildikçe, bu cinayetler sürecektir. Bu nedenle, bu cinayetler, bilerek işlenen siyasal cinayetlerdir. Bakan istifa eder mi? Çocuk değilseniz, bu sorunun fazla olduğunu anlarsınız. Neden istifa etsin? O, sermayenin adamıdır ve onun için gerekeni yapmaktadır. Zaten Saray, “işin fıtratında var” demiştir ve Diyanet İşleri bu fetvayı vaazlarında işlemiştir. Öyle ise işçi ölümleri onların derdi değildir.

Onların derdi, işçi cinayetlerinde, kadın cinayetlerinde, çocuk cinayetlerinde sokaklara çıkan ve protestoya başlayan “isyan”cılardır.

Acaba, Ravive denilen fabrikada üretilen her bir kozmetik ürünü, orada ölen kadınların maaşları ile karşılaştırılabilir mi? O fabrikadaki bir kadın işçi, “benim maaşımla kaç ‘kozmetik’ mal alınabilir” diye düşünürse, acaba bu kozmetik ürünlerini üretenin kim olduğu sorusunu sorarsa, başına neler gelir?

Mesele, orada çalışan işçilerin çalışmak zorunda olmaları ve işlerini kaybetmemek için seslerini çıkartmamalarındadır. CİMER’e yazarak devletten yardım istemek yerine, işçiler örgütlü bir biçimde üretimi durdursalardı ve ücretler de dâhil çalışma koşullarını düzeltmeyi talep etselerdi, acaba ne olurdu? İşte mesele buradadır. Kendi yaşamlarına, kendi emeklerine sahip çıkmak için örgütlenmemiş işçiler, devlette iyi niyetli adam aramakta ve devletin kendilerine sahip çıkmasını istemektedirler. Oysa o işveren ya da başka bir işveren, gerçekte bizzat devlet denilen çarkın esas sahipleridir. Onlara karşı her hak arama eyleminde karşımızda polisi, yargıyı vb. bulmamız bundandır.

Ölenler kadındır.

Ölenler, kendi emeklerinin ürünü olan kozmetik ürünlerini bile kullanmaktan uzak bir yaşam sürmektedirler. Kendi emekleri ile ürettikleri kozmetik ürünlerine hasretle, hayranlıkla, ulaşılamaz bir şeye bakar gibi bakmaktadırlar. Pahalıdır yaşamak. Ama ölmek, ama can vermek son derece ucuzdur.

Şimdi, hiç utanmadan, patronun bu işçilerin ailelerine, adına “kan parası” dedikleri bir para ödeme yollarını arayacaklardır. Ölen artık geri gelmez diyecekler, bari siz, şu 100 bin TL’yi alın, ne yapalım, diyeceklerdir. Zaten yoksul olmasa, zaten açlık ve işsizlik korkusu olmasa, kimse o koşullarda çalışmaya razı olmaz. Madem açsın, madem açlıktan ve işsizlikten korkmaktasın, madem bu yeryüzünde, bir şehrin ortasında kurda kuşa karşı yapayalnızsın, öyle ise, bu “kan parası”nı almak senin için en iyisidir, diyeceklerdir. Yüce hukuk sistemi, bu duruma uygun bir düzenleme yapacaktır. Diyanet İşleri, buna uygun fetvalar verecektir. Din devreye girecek ve suçsuz çocuklarımız bari öbür tarafta cennete gitsin diye, “kan parası” kabul edilecektir. Bu “kan parası”nı kabul eden aileler için, yaşam, artık her türlü rezilliğe daha fazla açık hâle gelecektir. İşçi olmak, insan olmaktan çıkmak demektir. İnsan olmaktan çıkmak, bunun üzerinden verilen sadakaya razı olmak demek olacaktır. Böylece başını hiç dik tutmamak, devletten gelecek baskı ve işkenceden korktuğun için insanlık onurunu ayaklar altına almak söz konusu olacaktır.

Bu, şu ya da bu kişinin, işçinin yaşadığı bir sorun değildir. Her işçinin yaşadığı bir gerçekliktir. Ve işçilerin, kendi iradelerini örgütlenmedikçe, örgütlü bir güç ile sermayeye ve devlete karşı savaşmadıkça, bu süreci durdurmaları mümkün değildir.

Mesele açık ve nettir. Bu sistem kapitalist sistemdir. İnsanın insan tarafından sömürüsüne dayalı bir sistemdir. Sömüren kapitalisttir, sömürülen işçidir. Kapitalist ile işçi arasında, uzlaşmaz bir çelişki vardır. Kapitalistin, sömürenin elinde bir örgüt, siyasal mekanizma, devlet var. Devlet egemen sınıfın örgütüdür. İşçiler sömürüye, işyerlerinde can vermeye son vermek istiyorlarsa, örgütlenmek, siyasal bir devrimci güç hâline gelmek ve devlet denilen bu egemen sınıfın baskı makinasını yerle bir etmek zorundadır.

İşçi sınıfı, bir bütün olarak, tüm ülke genelinde devrimci mücadeleye atılmak, katılmak zorundadır. Bunu yaptıkça, kendini, kendisi gibi işçi olan kardeşlerini de tanıma şansını yakalayacaktır.

İşçi sınıf ya devrimcidir ve her şeydir ya değildir ve hiçbir şeydir.

Tüm ülke genelinde, genel grev ve genel direniş sloganını yükseltmek, bu doğrultuda örgütlenmek gereklidir. Hayatı üreten biziz.

Gözyaşları bir şeyi çözmez. Örgütlü mücadele gereklidir. Öfkemizi biriktirmek ve örgütlenmek gereklidir.

Türkiye’de sendikalaşmanın ve toplu pazarlığın düzeyi | Murat Özveri

Sendika, işçilerin ortak çıkarlarını korumak ve geliştirmek için bir araya gelmiş bir işçi örgütüdür. Kapitalist sistemde hukukî koruma altında varlıklarını sürdürebilmeleri, sistemin sınırları içerisinde kalmayı kabul etmelerine bağlıdır. Kısaca sendikalar, kapitalist bir ekonomik sistemde sömürüyü sınırlandırabilmek için işçilerce kurulmuş düzen içi örgütlenmelerdir. Kapitalizmin hâkim üretim biçimi olduğu 19. yüzyıl başlarında ortaya çıkmışlar, uzun süre yasaklar ve baskılar altında var olmaya çalışmışlardır. Bu baskı ve yasaklara karşı verdikleri mücadelede siyasal sistemi demokratikleştirip, içeriğini zenginleştirerek kendilerini meşrulaştırmışlardır. Bu bir uzlaşmadır. Devlet “ben güçlü işveren karşısında sizin güçlerinizi bir araya getirerek haklarınızı korumanızı kabul ettim ancak siz de kapitalizmi kabul edeceksiniz” diye özetlenebilecek bir uzlaşı sonucu sendikal hakları anayasal koruma altına almıştır.

Sendikaların üyelerinin ortak çıkarlarını korumak amacıyla yürüttükleri en önemli faaliyet ise, üyeleri adına toplu pazarlık yaparak çalışma koşullarını ve ücreti toplu iş sözleşmeleri aracılığı ile belirlemeleridir. Toplu sözleşmeler aracılığı ile barış sağlanacak, işçiler toplu sözleşmelerin yürürlük süresi içerisinde eylem yapmayacaklar, işveren de toplu sözleşmeden doğan yükümlüklerini harfiyen yerine getirecektir. Toplu sözleşme görüşmelerinde grev hakkı ile işverene denk bir güç hâline gelmiş olan işçiler çalışma koşullarını iyileştirip ücretlerini arttıracaklar, toplu sözleşme gelir arttırıcı bir işlev görecektir. İşçilerin gelirini arttıran, iş barışını sağlayan toplu sözleşmeler aracılığı ile düzen sağlanacak, sistem kuralları önceden belirlenmiş bir düzen içerisine girecektir.

Toplu sözleşmenin bu işlevini yerine getirmesinin de asgarî koşulları vardır. İşçiler, sendikaları özgürce kurabilme hakkına sahip olmalıdırlar. Sendikanın hangi düzeyde kurulacağına, hangi düzeyde toplu pazarlık yapacağına işçiler özgürce karar verebilme hakkına sahip olmalıdırlar. Kısaca sendika seçme özgürlüğü güvence altında olmalıdır. İşçiler sendika seçme özgürlüğünü özgürce kullanabilmelidirler. Sendikalar işçilerin örgütü olmalı, devletten ve işverenden bağımsız olarak faaliyet yürütebilmelidir.

Son olarak sendikal hakların bölünmezliği ilkesi gözetilmiş olmalıdır. Sendikal haklar; grev ve toplu sözleşme hakkı gibi, biri olmadan diğerinin anlamını yitireceği, birinin varlığının diğerinin varlığını koşullandırdığı haklardır. Bu nedenle grev ve toplu sözleşme hakkından yoksun sendikaya sendika demek olanaklı değildir.

Türkiye’de grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı ancak 1961 Anayasası ile hukuken tanınan haklar hâline gelmiştir. Ancak, her yasal düzenleme hem güvence hem sınırlama anlamına gelmektedir. 1961 yılında çok düzeyli olarak kabul edilen toplu pazarlık sistemi, 12 Eylül darbesi sonrası kabul edilen 1982 Anayasası, sendikalar ve toplu sözleşme yasaları ile cendere içerisine alınarak eşine az rastlanır bir şekilde sınırlandırılmıştır.

1963-1980 döneminde sendikalaşma düzeyi

ve çok düzeyli toplu pazarlık

Türkiye sendikacılık tarihinde 1963-1980 yılları arası, sendikal hakların kurumsallaşması ve örgütlenme modellerinin çeşitliliği açısından kritik bir dönemi ifade etmektedir. Bu dönemde sendikaların faaliyet alanları ve örgütlenme düzeyleri, işyeri, işkolu veya bölge esaslarına göre farklılaşmıştır. Sendikaların kendileri için öngördükleri bu faaliyet alanları, sendikacılığın düzeyini belirlemiş; işkolu, işyeri veya meslek düzeyinde örgütlenme modellerinin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Bu çeşitlilik, en geniş anlamda sendika kurma ve sendika seçme özgürlüğünün tanınması açısından hayatî bir öneme sahip olmuştur.

  1. 274 sayılı Sendikalar Kanunu ve örgütlenme özgürlüğü

Dönemin temel yasal dayanaklarından biri olan 274 sayılı Sendikalar Kanunu, kendisinden sonra yürürlüğe girecek olan 2821 ve 6356 sayılı yasalara kıyasla örgütlenme özgürlüğü açısından çok daha geniş ve kapsayıcı hükümler içermekteydi. Yasanın 1. maddesi, işçilerin kurabileceği örgütleri “sendika, birlik, federasyon ve konfederasyonlar” olarak sıralayarak örgütlenme hakkını geniş bir yelpazede tanımlamıştır.

Yasanın 9. maddesi, sendikaların hem işyeri hem de işkolu düzeyinde kurulabilmesine olanak tanımıştır. Bu düzenlemeye göre:

İşyeri sendikaları: Aynı işyerinde çalışan işçileri kapsamına alan örgütlenmelerdir.

İşkolu sendikaları: Aynı işkolundaki işyerlerinde çalışan işçileri veya birbirleriyle ilgili işkollarında çalışan işçileri bünyesinde toplayan örgütlenmelerdir.

274 sayılı yasa, sendikaların üst kuruluşlarını da detaylı bir şekilde tanımlayarak “Birlikler”, “Federasyonlar” ve “Konfederasyonlar” ayrımına gitmiş, bu örgütleri şu şekilde tanımlamıştır:

Sendika birlikleri: Belirli bir mahal veya bölge sınırları içinde, birbirleriyle ilgili olmayan çeşitli işkollarında dahi olsa, mevcut sendikaların en az ikisinin bir araya gelmesiyle kurulan örgütlerdir.

Federasyonlar: Aynı işkolunda ve o işkolu ile ilgili işkollarında kurulmuş olan sendikalardan en az ikisinin bir araya gelmesiyle oluşan yapılardır.

Konfederasyonlar: Sendika birlikleri, federasyonlar ve Türkiye çapında faaliyette bulunmayı amaç edinmiş işkolu esasına göre kurulmuş sendikalardan en az ikisinin bir araya gelerek oluşturdukları en üst çatı örgütlenmedir.

  1. Toplu pazarlıkta yetki ve düzey tartışmaları

Sendikal örgütlenmeyi tek bir tipe indirgemekten kaçınan 274 sayılı yasa ile paralel olarak, 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu da toplu sözleşme birimini hem işyeri hem de işkolu olarak belirlemiştir. Bu ikili yapı, toplu pazarlık süreçlerinde esneklik ve kapsayıcılık sağlamayı amaçlamıştır.

275 sayılı yasanın 7. maddesi uyarınca, bir işkolunda çalışan işçilerin çoğunluğunu temsil eden işçi federasyonu veya işkolu esasına göre kurulmuş işçi sendikası, o işkolundaki işyerlerini kapsayan toplu iş sözleşmesi yapmaya yetkili kılınmıştır. Bu hüküm, işkolu veya federasyon çatısı altında örgütlenmiş sendikaların, işkolu düzeyinde toplu sözleşme yapma hakkını, o işkolunda çoğunluğu sağlamaları koşuluyla elde etmelerini sağlamıştır.

Aynı maddenin devamında, işyeri sendikalarına da işyeri düzeyinde toplu sözleşme yapma hakkı tanınmıştır. Madde, “Bir veya birden fazla işyerinde çalışan işçilerin çoğunluğunu temsil eden sendika, o işyeri veya işyerleri için toplu iş sözleşmesi yapmaya yetkilidir” hükmünü getirmiştir. Böylece, 274 ve 275 sayılı yasalar, çoklu düzeyde örgütlenme ve bu örgütlenme biçiminin mantığı ile uyumlu şekilde çoklu düzeyde toplu pazarlık yetkisini kabul ederek, sendika çokluğu ilkesini ve sendika seçme özgürlüğünü en geniş manada hayata geçirmiştir.

  1. Meslek sendikacılığı tartışmaları

Dönemin en hararetli tartışmalarından biri, meslek sendikacılığı üzerine yoğunlaşmıştır. 274 sayılı yasa meslek sendikacılığının kurulmasını yasaklamamış olsa da 275 sayılı yasa bu sendikalara toplu sözleşme hakkı tanımamıştır. Bu durum, yasanın meclis görüşmeleri sırasında ciddi tartışmalara neden olmuştur. Muhalefet partileri ve Türk-İş, meslek sendikalarına toplu iş sözleşmesi yapma yetkisi verilmesine, “güçlü sendikacılık” ilkesi ve “düzenin bozulmaması” gerekçeleriyle karşı çıkmışlardır.

275 sayılı yasanın hükûmet tasarısı aşamasında, 7. maddenin 3. fıkrasında belirli koşullarda ve zorunlu hâllerde meslek düzeyinde toplu iş sözleşmesi yapma olanağı veren bir hüküm yer almaktaydı. Tasarıdaki bu hüküm, bir işyerindeki çeşitli işçi kategorilerini temsil eden sendikaların, işin niteliğinden ötürü zaruret bulunan durumlarda ayrı ayrı toplu sözleşme yapabilmelerini öngörüyordu. Zaruretin varlığına ise başvuru üzerine Yüksek Hakem Kurulu karar verecekti.

Tartışmalar sonucunda, yasa tasarısının ilgili fıkrasının kapsamı daraltılarak sadece “deniz ve hava ulaştırması işkollarında” uygulanacağı belirtilmiş, daha sonra ise Senato ve Meclis görüşmelerindeki itirazlar ve Geçici Komisyon Sözcüsünün de eleştirilere katılmasıyla, küçük sendikaların kurulabileceği endişesiyle bu fıkra tamamen metinden çıkarılmıştır.

  1. Sendikalaşmanın merkezîleşmesi ve sendika enflasyonu iddiası

274 ve 275 sayılı yasaların sağladığı çoklu düzeyde örgütlenme özgürlüğü, çalışma yaşamında sendika sayısında belirgin bir artışa neden olmuştur. 1967 yılında yapılan bir araştırmaya göre, toplam sendika sayısı 711’e ulaşmıştır. Bu sendikaların 218’i işkolu düzeyinde, 127’si ise işyeri düzeyinde kurulmuştur.

Bu dönemde, sendikalaşmanın düzeyi (işyeri, işkolu, meslek vb.), sendika çokluğu ve sendika seçme özgürlüğünün sınırlarını belirleyen temel bir tercih olarak öne çıkmıştır. Eğer sendikalaşma düzeyi tek bir tiple sınırlandırılırsa (örneğin sadece işkolu sendikacılığı), toplu pazarlığın birimi de zorunlu olarak sınırlanmış olacaktır.

Diğer yandan, farklı düzeylerde sendikaların kurulabilmesi; işçilerin gücünü dağıtacağı, sarı sendikacılığın önünü açacağı ve malî açıdan zayıf sendikaların ortaya çıkmasına neden olarak “sendika enflasyonuna” yol açacağı gerekçeleriyle eleştirilmiştir. Güçlü, merkezîleşmiş ve demokratik işleyişe sahip sendikalar, işçi hakları mücadelesinde önemli araçlar olsa da, yasalar zoruyla merkezîleştirilen ve tek tipleştirilen bir sistem, sendikaların zamanla işçilere yabancılaşmasına ve şeklen var olan örgütlere dönüşmesine neden olma riski taşımaktadır.

Nitekim 1963-1980 yılları arasında sendika sayısının çokluğu ve çok düzeyli toplu pazarlık yapısına rağmen, işçilerin gönüllü mücadelesiyle etkili bir sendikacılık yaratılabilmiştir. Buna karşın, 12 Eylül 1980 sonrası getirilen zorunlu merkezîleşme ve baraj sistemleri, sendikaların hak mücadelesindeki etkinliğini 1963-1980 döneminin gerisine düşürmüştür. Nitekim literatürde 1961-1980 arası dönem, devletin tüm engelleme çabalarına ve sendikal bölünmelere rağmen, işçiler ve sendikalar için “altın çağ” olarak nitelendirilmektedir.

1980 sonrası dönemde toplu pazarlığın düzeyi

  1. Ekonomik kriz ve 24 Ocak Kararları

Türkiye, 1970’li yılların sonlarına doğru, dünya ekonomisindeki durgunluk ve sermaye birikimi yetersizliği nedeniyle derin bir ekonomik krizle karşı karşıya kalmıştır. 10 Ağustos 1970’teki devalüasyon ve ardından gelen petrol krizleri, ithal ikameci sanayileşme modelini sürdürülemez hâle getirmiştir. Enflasyon 1977 yılından itibaren üç haneli rakamlara ulaşmış ve reel ücretler hızla gerilemeye başlamıştır.

1979 yılı sonunda kurulan azınlık hükûmeti, Turgut Özal liderliğinde hazırlanan ve 24 Ocak 1980 tarihinde ilan edilen istikrar programını (24 Ocak Kararları) devreye sokmuştur. Bu kararlar, Türkiye’nin ithal ikameci modelden ihracata dayalı büyüme modeline geçişini simgelemekteydi. Yeni modelin temel özelliği, “ücretlerin düşürülmesi yoluyla yurtiçi talebin daraltılarak yurtdışı pazarlara ihraç edilecek bir artığın yaratılması” hedefiydi.

Programın başarısı, işçi ücretlerinin baskılanmasına bağlıydı. Ancak mevcut özgür toplu pazarlık düzeni, işçilerin yeni sözleşmelerle ücretlerini artırmasına olanak tanıyordu. Hükûmet, Toplu Sözleşme Koordinasyon Kurulu aracılığıyla ücretleri kontrol altına almaya çalışsa da 1980 yılında toplu sözleşme görüşmelerinin çoğu uyuşmazlıkla sonuçlanmış ve grev kararları alınmıştır. Hükûmetin çok sayıda grevi ertelemesine rağmen, özgür toplu pazarlık düzeninin olduğu bir ortamda 24 Ocak Kararlarının öngördüğü düşük ücret politikasını tam olarak uygulamak mümkün olmamıştır. Bu ekonomik program, ancak 12 Eylül 1980 darbesi ve sonrasında kurulan darbe hukukuyla tam anlamıyla uygulanabilmiştir.

  1. 12 Eylül darbesi ve yeni hukukî düzen

(2821-2822 sayılı yasalar)

Devletin ittihatçılardan başlayarak sendikaları olanaklı olduğu ölçüde işçi hareketini kontrol edecek kurumlar olarak konumlandırma uğraşı kriz dönemlerinde çok daha net görülebilmektedir. Türkiye’de endüstri ilişkileri sistemini 1983 yılından sonra 12 Eylül darbesi sonrası yapılan düzenlemeler şekillendirmiştir. 12 Eylül darbesini yapanlar ve darbe sonrası sendikal hakların yeniden tanımlanması sürecinde görev alanlar net bir şekilde iyi ve kötü sendikacı tarifi yapmışlardır. 12 Eylül sonrası dönem için yapılan iyi sendikacı tanımında 1963-1980 döneminde Türkiye’de yaşanan sendika pratiği ve bu pratiğe duyulan tepki belirleyici olmuştur. 12 Eylül darbesi sonrası yürürlüğe giren 1982 Anayasası 1961 Anayasasının sendikal haklara ilişkin hükümlerine tepki niteliğinde hükümler içerdiği gibi, bu anayasaya uygun olarak yürürlüğe giren 2821 sayılı Sendikalar Kanunu (SK) ve 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu (TSGLK) 05.05.1983 tarihinde sadece Milli Güvenlik Kurulunda görüşülerek kabul edilmiş, 07.05.1983 tarih, 18040 sayılı Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Her iki yasa da 1963-1980 tarihleri arasında yürürlükte olan 274 ve 275 sayılı yasalara dönük eleştiriler üzerinden şekillendirilmişlerdir. 274 ve 275 sayılı yasalara işverenler ve darbeyi gerçekleştirenlerin eleştirileri önemli ölçüde 2821 ve 2822 sayılı yasaların getirmiş olduğu yeni düzenlemelerin gerekçesini oluşturmuşlardır.

1982 Anayasası ve buna bağlı olarak çıkarılan 2821 sayılı Sendikalar Kanunu ile 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu, bu yeni dönemin hukukî altyapısını oluşturmuştur.

Kısaca 1980 sonrası sendikal hakları düzenleyen yasalar, 1963-1980 dönemindeki 274 ve 275 sayılı yasalara yöneltilen işveren eleştirileri doğrultusunda şekillendirilmiştir. 1980 öncesi dönem, “dağınık, parçalanmış ve yozlaşmış” olarak nitelendirilmiş ve bu durumun düzeltilmesi için “güçlü sendikacılık” adı altında merkeziyetçi ve kısıtlayıcı bir yapı getirilmiştir.

  1. Grev korkusu ve hakların kısıtlanması

1980 sonrası dönemde, işveren kesimi ve darbe yönetimi, 1963-1980 dönemindeki grevleri “hak çizgisini aşan” eylemler olarak nitelendirmiştir. TİSK Genel Sekreteri Halit Narin’in “20 yıldır biz ağladık onlar güldü” şeklindeki ifadesi, dönemin ruhunu ve işverenlerin beklentilerini özetler niteliktedir. Yeni düzenlemelerle, grev hakkı ekonomik ve milli sınırlarla çevrilmiş, sendikaların faaliyet alanı sadece “sendikal faaliyet” (toplu sözleşme) ile sınırlandırılmaya çalışılmıştır.

  1. İdeolojik sendikacılık söylemi ve siyaset yasağı

Dönemin en belirgin özelliklerinden biri, 1980 öncesi sendikal faaliyetlerin “ideolojik sendikacılık” olarak yaftalanmasıdır. 1961-1980 dönemi için işverenler ve işveren temsilcileri tarafından yapılan değerlendirmelerin bir boyutunu da bu dönemde en azından bazı sendikaların “ideolojik sendikacılık” yaptığı saptaması oluşturmaktadır. Bu saptamalarda “ideoloji” kavramı, belirli bir dünya görüşü ekseninde olayları sistematik ve belirli bir iç tutarlılık içerisinde açıklama anlamında kullanılmamıştır. İdeoloji ve ideolojik sendikacılık bir sendikal anlayışı olumsuz olarak nitelendirmek için kullanılmıştır. Bu kullanış tarzı olumsuz anlamıyla günümüze kadar gelmiştir.

İdeoloji kavramına olumsuz anlam yükleyerek görüşlerini dile getiren işverenler “Türkiye’de yerleşen ve her gün yaygınlaşan ideolojik sendikacılık anlayışı, hedef olarak işverenleri seçmiş bulunmaktadır” sözleriyle sendikaları suçlamışlar, sınıf çıkarlarını önceleyen sendikacılık anlayışını mahkûm etmeye çalışmışlardır. İşveren temsilcilerine göre, toplu sözleşmeleri ekonomik çıkar kavgasından öte siyasi ve ideolojik bir kavgaya dönüşmüştür. Bu söylem üzerinden, sendikaların siyasetle uğraşması, siyasi partilerle ilişki kurması yasaklanmış ve sendikalar sadece üyelerinin ekonomik çıkarlarını koruyan dar bir alana hapsedilmek istenmiştir. 1982 Anayasası’nın 52. maddesi gibi düzenlemelerle sendikalara siyaset yasağı getirilmiş, sendika yöneticiliği ile siyasi görevler bağdaşmaz hâle getirilmiştir.

  1. İşkolu sendikacılığı dayatması ve çifte baraj sistemi

2821 sayılı yasa, “güçlü sendikacılık” yaratma iddiasıyla sendikal örgütlenmeyi sadece işkolu düzeyi ile sınırlandırmıştır. 274 sayılı yasanın izin verdiği işyeri ve meslek sendikaları yasaklanmıştır. Bu durum, sendika enflasyonunu önleme ve dağınık yapıyı toparlama gerekçesiyle savunulmuştur.

Milli Güvenlik Konseyinde kabul edilen bu modele göre, sendikaların toplu iş sözleşmesi yapabilmesi için çifte baraj sistemi getirilmiştir:

İşkolu barajı: Sendikanın kurulu bulunduğu işkolunda çalışan işçilerin en az %10’unu üye yapması gerekmektedir.

İşyeri barajı: İşyerinde çalışan işçilerin yarıdan fazlasının sendika üyesi olması gerekmektedir.

Ayrıca, üyeliklerde sahteciliği önleme gerekçesiyle sendika üyeliği ve istifası noter şartına bağlanmıştır. Yetki tespiti süreçleri merkezîleştirilerek Çalışma Bakanlığının kontrolüne ve bilgisayar sistemine entegre edilmiştir.

  1. Toplu sözleşme düzeyinin sınırlandırılması

2822 sayılı yasa ile işkolu düzeyinde toplu iş sözleşmesi uygulaması kaldırılmış, sözleşme düzeyi işyeri ve işletme ile sınırlandırılmıştır. 1982 Anayasası’nın 53. maddesi ile “Aynı işyerinde aynı dönem için birden fazla toplu iş sözleşmesi yapılamaz ve uygulanamaz” hükmü getirilerek, 1963-1980 dönemindeki çoklu sözleşme pratiği anayasal düzeyde yasaklanmıştır. Bu düzenleme, işyerinde tek bir normatif düzenlemenin hâkim olmasını ve iş barışının sağlanmasını amaçladığı iddiasıyla savunulmuştur.

Sonuç

1980 sonrası oluşturulan sendikal mevzuat, 1963-1980 döneminin özgürlükçü ve çoğulcu yapısına bir tepki olarak doğmuştur. Çok düzeyli toplu pazarlık yasaklanmıştır. Sendikal örgütlenme işkolu düzeyinde sendikacılıkla merkezîleştirilmiş, ancak aynı merkezîleşmenin toplu pazarlık birimi için de yapılmasına izin verilmeyerek toplu pazarlık birimi işyeri/işletme olarak belirlenmiştir. Böylece işkolu düzeyinde örgütlenmek zorunda olan ancak işkolu düzeyinde toplu pazarlık ve grev hakkı bulunmayan bir sendikal yapı oluşturulmuştur. Bu garabet hâlen de devam etmektedir. İşkolu barajını aşmamış veya işyeri, meslek sendikası olarak kurulan sendikalara toplu sözleşme hakkı verilmeyerek bu sendikaların gerçek anlamda sendika olmasının önüne ket vurulmuştur.

Böylece işçilerin sendika seçme özgürlükleri çok önemli ölçüde sınırlandırılmıştır. Grev yasakları ve grev erteleme adı altında etkili grevlerin yasaklanması ile devletten ve/veya işverenden icazet almadan toplu sözleşme yetkisi alması neredeyse olanaksız hâle gelmiş, güdümlü ve etkisiz bir sendikal yapı var edilmiştir. Var olan toplu pazarlık sistemi; sendikaları denetim altına almayı, grev hakkını kısıtlamayı ve sendikal rekabeti devlet kontrolündeki barajlarla sınırlandırmayı hedefleyen yasakçı bir çerçeve içerisinde tam bir açmaz içerisine itilmiştir.

Bizim Karl Marx(’ımız)

“Henüz hiçbir şey bitmedi, hattâ yeni başlıyor.”[1]

Çok az insan dünyayı -fikirleri felsefeyi, tarihi ve iktisadı geri dönülemez şekilde değiştiren- mütevazı[2] Karl Marx’ın sarstığı kadar sarstı. Tam da bunun için o, hâlâ “bizimle” ve yalnızca teorik değil, siyasi bakımdan da vazgeçilmez olmayı sürdürüyor, hâlâ yaşıyor.

17 Mart 1883’te Karl Marx’ın mezarı başındaki konuşmasında yoldaşı Friedrich Engels, “Marx her şeyden önce bir devrimciydi,” deyip şunları vurgulamıştı:

“Bu adamın ölümü, yalnızca Avrupa ve Amerika’daki proletarya için değil, bilim dünyası için de telafi edilemez bir kayıptır. Darwin’in organik doğanın gelişim yasalarını keşfetmesi gibi, Marx da insan tarihinin gelişim yasalarını keşfetti. Marx, bugüne kadar ideolojik örtüler altında gizlenmiş olan basit gerçeği, insanların öncelikle yemek, içmek, barınmak ve giyinmek zorunda olduğunu, ancak bunları sağladıktan sonra siyaset, bilim, sanat, din vb. ile uğraşabileceğini ortaya çıkardı.

“Ama hepsi bu değil. Marx, modern kapitalist üretim tarzının ve onun yarattığı burjuva toplumunun özel hareket yasasını da keşfetti. Artı değerin keşfi, tüm bu sistemi anlamak için anahtardı ve bu, önceki sosyalistlerin karanlıkta yürümesine karşılık, aydınlık bir yol açtı.”

Bu öyle bir yoldu ki, coğrafyamızın maruf kapitalistlerinden İshak Alaton’u bile etkiledi!

“Nasıl” mı?

Alaton, coğrafyamızda sermaye elitlerinin katıldığı bir toplantıda baş konuşmacı olan General Electric yöneticisi Jack Welch’e, binlerce insanın açlık ve yoksulluk çektiğinden ve hattâ yaşamını yitirdiğinden söz ederek, “Serbest piyasa ekonomisi artık işlevini yerine getiremiyor mu? Adam Smith öldü sanırım. Çözüm için insanlığın Karl Marx’ı yeniden keşfetmesi mi gerekiyor?” diye sordu ve salonda büyük alkış koptu.

Bu, “bizim Karl Marx’(ımız)ın büyüklüğüne işaret ediyordu.

Çünkü o bir devrimciydi ve bu onun en önde gelen özelliğiydi. Karl Marx’ın cenaze töreninde Friedrich Engels’in söylediği sözler bu noktayı açıkça vurgular: “Marx her şeyden önce bir devrimciydi. Onun hayattaki gerçek misyonu kapitalist toplumun yıkılmasına şu ya da bu biçimde katkıda bulunmaktı… Kavga tam onun işiydi. Ve kimsenin aşık atamayacağı bir tutku, azim ve başarıyla kavga verdi.”

Karl Marx’ın güncelliği, -muhtelif zırvalara rağmen!-[3] kavramlarının “eski” olmamasından değil, kapitalizmin hâlâ aynı sonsuz genişleme mantığıyla işlemesinden kaynaklanıyor. Bugünün göreviyse bu mantığın sınırlılığını göstermekle kalmayıp, yerine yaşamı ve gezegeni önceleyen bir düzen inşa etmektir. Onun bize bıraktığı en büyük miras, tam da bu eleştirel akıl ve örgütlü yaratıcı güçtür.

Kolay mı? O, “var olan her şeyin amansız eleştirisini” ve özellikle “silahlı eleştiriyi” savunan çağrısını doğrudan kitlelere ve proletaryaya yöneltiyordu.[4]

* * * * *

Karl Marx, bilimin devrimler çağındaki büyük sıçraması ile emekçilerin büyük düşleri arasındaki köprüyü kuran, çağımızın devrim ustasıydı. Kapitalizm çağındaki çözümünü ortaya koyan büyük devrimci öğretmen ve eylem adamıydı.

Onun teorisinde insan, biricik yaratıcıydı ve “En büyük üretici gücün devrimci sınıfın kendisi” olduğunu ortaya koyuyordu.

Kapitalizmin devrimle eleştirilmesinden yana olan Karl Marx’ın kapitalizm eleştirisi diğer bütün eleştirilerden ayırdı. Çünkü Marx’ın eleştirisi, fikir düzleminde kalmadı, emekçinin eleştirisi hâline geldi. “Tarihin itici gücü, eleştiri değil, devrim”di.

Karl Marx’a göre devrimin amacı yalnız eski toplumun yıkılması değil, bizzat devrimci sınıfın kendisinin değişmesiydi. “Devrim, yalnızca yönetici sınıfı devirmenin başka bir yolu olmadığı için değil, fakat aynı zamanda onu deviren sınıf, ancak ve ancak bir devrim içinde kendisini geçmişin birikmiş tortularından temizleyebileceği ve böylece toplumu yeniden kurtarabileceği için de zorunludur.”

Formüle ettiği tarihin hareket yasasının hâlen geçerli olduğu açıktır; Karl Marx, sadece yapıtları ve öğretisi ile değil, XIX. yüzyılın çalkantıları içinde verdiği örgütsel mücadeleler ile de dünya proletaryasının önderidir. Her ne kadar liberalizmden payını alan post-Marksist düşünürler, onu yalnız bir iktisatçı, bir filozof gibi sunsa da, Karl Marx, fildişi kulede yazarlık yapmamış, Avrupa’daki işçi örgütleri ve sendikaların içinde bir devrimci olarak bizzat çalışmıştı. İşçi sınıfının uluslararası çapta örgütlenmesini bir zorunluluk olarak gördüğü için Birinci Enternasyonal’de mücadele yürütmüş ve ona önderlik etmişti.

Sürdürdüğü örgütlü mücadelenin bir yanı da işçi sınıfının stratejisini ve programını oluşturmasıydı. İşçi sınıfının gündelik mücadelelerinin, sermaye sınıfından bağımsız bir işçi partisi içerisinde siyasi mücadeleye doğru yol alması gerektiğini, bu mücadelenin de ancak bağımsız bir şekilde inşa edilebileceği savunusunu zihinlere kazımıştı. Burjuvazinin hâkim olduğu kapitalist devletin yıkılması ve bu aygıtın parçalandıktan sonra bir işçi devleti kurulması gerektiğini ileri sürmüş, pek çok genç devrimciyi bu fikirle eğitmişti. Proletarya diktatörlüğü kavramı ile işçi sınıfının egemen güç olarak, işçi devriminden sonra kontrolü tek elde toplaması ve zor gücünü yerinden ettiği sermaye sınıfının tasfiyesi için kullanması gerektiğini savunmuştu; Karl Marx’ın, “İşçi sınıfının kurtuluşu kendisi tarafından kazanılabilir,” ifadesi eşliğinde…

* * * * *

Tam da burada, “Sınıfları ve sınıf karşıtlıklarıyla eski burjuva toplumunun yerine, her bireyin özgür gelişiminin herkesin özgür gelişiminin koşulu olduğu bir birliğe sahip olacağız,” vurgusuyla “Komünistler, kendi görüşlerini ve amaçlarını gizlemeye tenezzül etmezler. Hedeflerine ancak tüm mevcut toplumsal koşulların zorla yıkılmasıyla ulaşılabileceğini açıkça ilan ediyorlar. Varsın egemen sınıflar bir komünist devrim korkusuyla titresinler. Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yoktur. Kazanacakları bir dünya var. Bütün ülkelerin işçileri, birleşiniz!” diye haykıran Komünist Manifesto’ya kulak vermek gerek:

“Toplumsal ilişkiler, üretici güçlere sıkı sıkıya bağlıdırlar. Yeni üretici güçler sağlamak için insanlar kendi üretim biçimlerini değiştirirler; kendi üretim biçimlerini değiştirmek, yaşamlarını kazanma yollarını değiştirmek için de bütün toplumsal ilişkilerini değiştirirler. Yel değirmeni size feodal beyli toplumu verir; buharlı değirmen ise, sınai kapitalistli toplumu…

“Tüm sabit, donmuş ilişkiler, eski ve saygıdeğer önyargılar ve görüşler silsilesiyle birlikte süpürülüp atılıyor, yeni kurulanların hepsi kemikleşemeden eskimiş hâle geliyor. Katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan her şey kirleniyor…

“Sürekli genişleyen sürüm ihtiyacını karşılamak için burjuvazi, yeryuvarlağının bütününe el atmakta. Her yerde yerleşmesi, her yerde yapılaşması, her yerde bağ kurması gerekiyor. Burjuvazi, dünya pazarını sömürmek yoluyla tüm ülkelerin üretim ve tüketimini kozmopolitleştirdi. Gericilerin çok üzülecekleri biçimde ulusal zemini sanayinin ayağının altından çekiverdi. En eski ulusal sanayiler yok edildi ve hâlâ yok ediliyor…

“Burjuvazi ile modern kapitalistler sınıfı, toplumsal üretim araçlarının sahipleri ve ücretli emek kullananlar kastediliyor. Proletarya ile ise, kendilerine ait hiçbir üretim aracına sahip olmadıklarından, yaşamak için işgüçlerini satmak durumunda kalan modern ücretli emekçiler sınıfı…

“Kol emeğinde ustalığın ve gücün payı azaldıkça, bir başka deyişle, modern sanayi daha da geliştikçe, o ölçüde kadın çalışması erkek çalışmasının yerini alır. İşçi sınıfı için yaş ve cinsiyet ayrımlarının artık hiçbir ayırdedici toplumsal geçerliliği kalmamıştır. Bunların hepsi, yaşına ve cinsiyetine göre, kullanılması daha çok ya da daha az maliyeti olan iş aletleridir…

“Dolayısıyla burjuva toplumunda geçmiş şimdiye hükmeder; komünist toplumda ise şimdi geçmişe hükmeder. Burjuva toplumunda sermaye bağımsızdır ve bireyselliği vardır, insan ise bağımlıdır ve bireyselliği yoktur.”

“Ama bizimle tartışırken kendi burjuva özgürlük, eğitim, hukuk vb. tasarımlarınızla burjuva mülkiyetine son verilmesini ölçüp durmayın. Sizin düşüncelerinizin kendileri burjuva üretim ve mülkiyet ilişkilerinin birer ürünüdür, tıpkı hukukunuzun da sizin sınıfınızın yasa hâline getirilen iradesinden, içeriği sizin sınıfınızın maddi yaşam koşullarınca belirlenen bir iradeden başka bir şey olmayışı gibi.

“Sizi üretim ve mülkiyet ilişkilerinizi tarihi, üretimin seyri içinde gelip geçici ilişkilerden ölümsüz doğa ve akıl yasalarına dönüştürmeye yönelten bencil yanılgı, yok olmuş bütün hâkim sınıflarla paylaştığınız bir yanılgıdır. Antik mülkiyet söz konusu olduğunda kavradığınız, feodal mülkiyet söz konusu olduğunda kavradığınız şeyi burjuva mülkiyetine gelince kavrayamazsınız tabii.”[5]

* * * * *

Karl Marx ile Friedrich Engels, ütopik sosyalist özlemleri bilimsel bir temele yerleştirip, devrimci bir uluslararası işçi sınıfı hareketinin zeminini oluşturdu. Böylelikle de 1843-1847 kesitinde, teorik düşüncede, XVIII. yüzyılın ağırlıklı olarak mekanik maddeciliğinin ve Georg Wilhelm Friedrich Hegel’in diyalektik mantığının idealist gizemliliğinin sınırlamalarının üstesinden gelen bir devrim gerçekleştirdi.

Felsefî maddeciliği tarih ve toplumsal ilişkiler alanına genişleten O, sosyalizmin gerekliliğinin kapitalist sistemin içsel çelişkilerinin yasalara bağlı gelişmesinden kaynaklandığını kanıtladı

Karl Marx’a dünya çapında tarihsel bir kişilik konumuna yükselten şey, tarihin maddeci kavranışının doğruluğunu kanıtlayan Kapital’i yazması oldu.

Komünist Manifesto’daki teorik çerçeve “Kapital” ile yetkinleşir. Ekonomi-Politiğin Eleştirisine Katkı’nın ünlü önsözüne Karl Marx şu cümleyle başlar: “Burjuva iktisat sistemini şu sırayla inceliyorum: sermaye, toprak mülkiyeti, ücretli emek, devlet, dış ticaret, dünya pazarı.”[6] Kapital’in konusunu ilk üç – sermaye, toprak mülkiyeti, ücretli emek- mesele oluşturur.

“Benim kadar az parası olup da para hakkında bu kadar çok yazan başka kimse olmadı. Kapital, onu yazarken içtiğim tütünün parasını bile karşılamayacak,” diyen o, “Dağınık olan sistem değil, sistemin çarkları hâline dönüşmeye meyilli olan insan aklı,” uyarısıyla ekler:

“Kişisel emekten doğan dağınık özel mülkiyetin kapitalist özel mülkiyete dönüşmesi, hâlen toplumsallaşmış üretime fiilen dayanan kapitalist özel mülkiyetin toplumsal mülkiyete dönüşmesinden kuşkusuz kıyaslanamayacak kadar daha uzun süreli, daha şiddetli ve çetin bir süreçtir. Birinci durumda, halk yığınlarının birkaç gasp edici tarafından mülksüzleştirilmeleri söz konusuydu; ikincisinde ise, birkaç gasp edicinin, halk yığınları tarafından mülksüzleştirilmeleri söz konusudur.”

“Her hisse senedi dolandırıcılığında herkes bir gün çöküşün geleceğini bilir, ama herkes kendisi altın yağmurunu yakalayıp güvenli bir yere koyduktan sonra komşusunun başına düşmesini umar. Après moi le déluge! (benden sonrası tufan!) her kapitalistin ve her kapitalist ulusun parolasıdır. Bu nedenle Kapital, toplumun zorlaması olmadıkça, emekçinin sağlığını ya da yaşam süresini umursamaz.”

“Meta olarak şeylerin varlığının ve onları meta olarak damgalayan emek ürünleri arasındaki değer ilişkisinin, metaların fiziksel özellikleriyle ve bundan kaynaklanan maddi ilişkilerle kesinlikle hiçbir bağlantısı yoktur. Orada insanlar arasında kesin bir toplumsal ilişki vardır ve bu ilişki onların gözünde şeyler arasındaki bir ilişkinin fantastik biçimini alır… Ben buna meta fetişizmi diyorum

“Metaların fiyatı veya para biçimi, genel olarak değer biçimleri gibi, elle tutulur bedensel biçimlerinden oldukça farklı bir biçimdir; bu nedenle, tamamen ideal veya zihinsel bir biçimdir.”

“Sermaye birikiminin bir sonucu olarak emeğin fiyatındaki artış, aslında yalnızca, ücretli işçinin kendisi için zaten oluşturmuş olduğu altın zincirin uzunluğunun ve ağırlığının, bu zincirin geriliminin gevşemesine izin verdiği anlamına gelir.”[7]

“Bir öğretmen, öğrencilerin kafasına vurmasına ek olarak okulun sahibini zenginleştirmek için de eşek gibi çalışıyorsa üretken bir emekçi sayılır. Okul sahibinin sermayesini sosis fabrikası yerine öğretim fabrikasına yatırmış olması hiçbir şeyi değiştirmez.”

“Tıpkı Georgialı köle sahibinin, zencilerin sırtından kamçıyla sağladığı artı-ürünün hepsini şampanya ile har vurup harman savursam mı yoksa bir kısmını daha fazla zenci ve toprağa mı dönüştürsem diye düştüğü üzüntülü çıkmazdan, yakın zamanda, köleliğin kaldırılması ile kurtarılması gibi, kapitalistin de bu eziyetten ve şeytanın kışkırtmasından kurtarılması düpedüz bir insanlık borcudur.”

Kapital’de tarif edilen kapitalist üretimin bir yan ürünü olarak yabancılaşma da, Karl Marx’ın Georg Wilhelm Friedrich Hegel ve Ludwig Andreas Feuerbach’tan devraldığı kavramken; onun ellerinde kapitalizmin bütüncül eleştirisini anti-hümanist bir sistem olarak teorize etmeyi mümkün kılan araca dönüştü.

Karl Marx, yabancılaşma teorisini ilk olarak erken dönem eserlerinden 1844 Ekonomik ve Felsefî Elyazmaları’nda geliştirmiş olsa da bu teoriyi Kapital dâhil tüm iktisadî yazınının merkezine oturtup, yabancılaşmayı sınıf sorunuyla ilişkilendirir. “Eğer emeğin ürünü işçiye ait değilse… bunun sebebi ürünün işçi dışında başka bir insana ait olmasındadır.” Bu “başka adam” “çalışmayan ve üretim sürecinin dışında olan” kapitalistten başkası değildir gerçeğinin altını şöyle çizer: “İnsanın kendi doğasına yabancılaşması kapitalist toplumun en temel kötülüğüdür.”

“Özel mülkiyet bizi öylesine aptal ve tek yanlı hâle getirdi ki, bir nesnenin, ancak bizim için bir sermaye olarak var olduğunda ya da ona doğrudan sahip olduğumuzda, yediğimizde, içtiğimizde, giydiğimizde, içinde yaşadığımızda vs. kısaca onu kullandığımızda bizim olduğunu düşünürüz.”

“Ne kadar az yer, içer, kitap okursan, tiyatroya, dansa, meyhaneye ne kadar az gidersen, ne kadar az düşünür, sever, kuram yaratır, şarkı söyler, resim ve eskrim yaparsan, o kadar fazla sermaye biriktirirsin; mezar böceklerinin ve toprağın yok edemeyeceği hazinen o kadar büyür. Kendin ne kadar azalırsan o kadar çoğa sahip olursun; kendi öz hayatını dile getirmenle dışsallaşmış hayatını dile getirmen ters orantılıdır; yabancılaşmış varlığın gitgide büyür.”[8]

* * * * *

Friedrich Adolph Sorge’nin dediği gibi: “Marx’ın bir bilim adamı, işçi sınıfının bir savunucusu olarak yaptığı şeylerin, ne dökme demirlerden anıtlara, ne de ateşli söylevlere ihtiyacı yoktur. Marx’ın eylemlerini dile getiren şeyler bronz ya da granit anıtlar değil, yer yuvarlağının her yanında sayısız işçinin Marx’ın ölümsüz savaş çağrısını izleyerek oluşturdukları saflardır.”

Gerçekten de V. İ. Lenin’in, “Marx’ın felsefesi, tüm insanlığa, özellikle de işçi sınıfına yüce bir bilgi silahı sunan, tamamlanmış felsefi materyalizmdir,”[9] vurgusuyla müsemma Marksizm, toplumbilim ve felsefenin devrimci bir bireşimidir

Marksist düşüncede toplumun sınıflar temelinde analizi büyük bir önem taşır. Sınıfların bu önceliği ve önemi, hem toplumun bilimsel analizinin sonucu hem de çıkış noktasıdır. Sınıfları bütünlüklü olarak ele alıp tartışmamış olsa da Karl Marx’ın sınıfların genel çerçevesini güçlü bir biçimde çizdiği söylenebilir. Sınıf, onun tüm yapıtlarının anahtar kavramıdır ve hemen hepsinde merkezi bir yere sahiptir.

Bu bağlamda o, geleceğe yönelik dersler çıkarmak için günün koşullarına bakar. Yöntemi tarihsel maddeciliktir…

Kapitalistlerin servetinin kaynağını ücretli köleliğin yani artı-değerin, kârın yer aldığı bir sistematikten hareketle açıklar. Yani eleştirisinin merkezinde kapitalizmin yer alırken, sınıflar mücadelesini her adımda ısrarla vurgular.

“Neden işçi sınıfı” mı? Onun öz-kurtuluş fikri, Marksizmin tam kalbinde yer alırken; bundan başka bir şey daha doğar: Devrim ihtiyacı, vazgeçilemezliği…

“Biz işçilere diyoruz ki: Eğer şartları değiştirmek ve kendinizi yönetmeye hazır hâle getirmek istiyorsanız, bunun için on beş, yirmi, elli yıllık iç savaşlara katlanacaksınız,” diyen Karl Marx devrimin genel tarihsel önkoşullarını 1859’da şöyle özetlemişti:

“İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddî üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukukî ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri hâline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar… İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddî varlık koşulları eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar.”

Ona göre sosyalist devrimin büyük hedefi işçi sınıfının sosyal ve ekonomik özgürleşmesiydi:

“Enternasyonal, bütün biçimleriyle köleliğin, her türlü toplumsal sefaletin, zihinsel çöküşün ve siyasal bağımlılığın temelinde, çalışanların, iş araçlarını, yani yaşam kaynaklarını tekelinde bulunduranların iktisadî boyunduruğu altına girmelerinin yattığını, işçi sınıfının iktisadî kurtuluşunun, bu nedenle, her siyasal hareketin, bir araç olarak, tâbi olması gereken büyük amaç olduğunu ilan eder.”

İşçi sınıfı “siyasal egemenliğini, tüm sermayeyi burjuvaziden derece derece koparıp almak için, bütün üretim araçlarını devletin, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde merkezîleştirmek için” kullanmalıydı.

Konuyla ilgili olarak Karl Marx, kapitalizmden komünizme geçiş sorununa şu satırlarla değinmişti:

“Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrimci dönüşüm dönemi yer alır. Buna da bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada devlet proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.”[10]

Bu saptamanın tarihsel açıdan işçi devletinin ilk deneyimini oluşturan Paris Komünü ile bağlantısı önemliydi.

“Komün, şehrin çeşitli semtlerinden genel oyla seçilmiş, sorumlu ve her an görevden geri alınabilir belediye meclisi üyelerinden oluşuyordu. Komün üyelerinin çoğu doğal olarak işçilerden ya da işçi sınıfının ünlü temsilcilerinden oluşuyordu. Komün parlamenter bir organ değil, ama aynı zamanda hem yürütmeci hem de yasamacı, hareketli bir organ olacaktı.”[11]

Yeri geldi belirtelim:

Komün tipi örgütlenme asla küçük devletler federasyonu biçiminde düşünülemez. Tersine, mümkün olan en geniş uluslar birliği temelinde bir siyasal merkezîleşmeyi hedeflemelidir.

Komün belediyesel özgürlüğü içerir fakat bir belediye rejimi değildir. Yani, komün tipi iktidarın özelliği, siyasal merkezîleşmeye karşıt bir yerel yönetimcilik, otonomculuk değildir. Üreticilerin kendi öz örgütlülüklerine dayanan, üretim ve yaşam birimlerindeki en geniş inisiyatiflerini içeren merkezî siyasal birliğinin oluşturulmasını amaçlar.

Genel oy hakkı, burjuva parlamentarizminden özünde farklı olmak üzere ama mutlaka işletilmelidir. Bu siyasal mekanizma, burjuva parlamentarizminde olduğu gibi A ya da B partisini iktidara getirmek üzere değil, komünler biçiminde örgütlü proletaryanın ve diğer emekçilerin diledikleri, beğendikleri temsilcilerini özgürce belirlemelerine hizmet edecektir. Yani kim seçilirse seçilsin, iktidar komünlerde olacaktır. Bu nedenle işçi demokrasisinin, burjuva demokrasisinden kat be kat demokratik karakteri (en geniş demokratik hak ve özgürlükler, işçi devletinin anayasasına uymak koşuluyla her partiye serbestçe örgütlenme, çalışma, seçimlere katılma hakkı vb.), komünler iktidarını pekiştirmeye hizmet edecektir.

Nihayet Paris Komünü için, “ücretli emeğin kurtuluşunun gerçekleşmesini sağlayacak nihayet bulunmuş siyasal biçim” vurgusuyla Karl Marx ekler:

“Genel oy hakkı, her üç ya da altı yılda bir halkı parlamentoda yönetici sınıfın hangi üyesinin kötü temsil edeceğini tayin etmek yerine, komünler biçiminde örgütlenmiş halka hizmet edecekti; tıpkı bireysel seçim hakkının kendi işi için işçi ve idareci arayan herhangi bir işverene hizmet etmesi gibi.”[12]

Toparlarsak “Biz, dünyaya, ‘Mücadelelerinize son verin, onlar ahmakça; biz size gerçek mücadele sloganını sağlayacağız’ demiyoruz. Biz, dünyaya, yalnızca, uğruna mücadele edilen şeyin gerçekte ne olduğunu ve bilincin, o istemese bile elde edilmesi gereken bir şey olduğunu gösteriyoruz.”[13]

“Eleştiri silahı, elbette, silahların eleştirisinin yerini tutamaz; maddî güç, maddî güç ile alaşağı edilmelidir. Ancak, teori de kitleleri kavrar kavramaz maddî bir güç hâline gelir.”[14]

“Alman’ın kurtuluşu insanlığın kurtuluşudur. Bu kurtuluşun başı felsefe, kalbi proletaryadır. Felsefe, proletarya ortadan kaldırılmaksızın bir gerçeklik hâline getirilemez; proletarya, felsefe bir gerçeklik hâline getirilmeden ortadan kaldırılamaz.”[15]

“Sorun, şu ya da bu proleterin, hattâ bir bütün olarak proletaryanın belirli bir anda neyi hedefi olarak gördüğü değildir. Sorun, proletaryanın ne olduğu ve bu varoluş doğrultusunda tarihsel olarak ne yapmak zorunda olacağıdır.”[16]

“Tarihsel eylemin bütünlüğü ile birlikte, o eylemin sahibi olan kitlenin büyüklüğü de artacaktır.”[17]

“Bugüne kadar var olan bütün toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir.”[18]

Bizim Karl Marx’ımız budur; yani V. İ. Lenin’in sözleriyle, “XIX. yüzyılın, en ileri ülkelerde temsil edilen başlıca üç ideolojik akımı olan klasik Alman felsefesini, klasik İngiliz politik ekonomisini ve genel olarak Fransız devrimci öğretileri ile birleştirilmiş Fransız sosyalizmini devam ettirmiş ve tamamlamış olan bir deha”dır![19]

Öyleyse yeniden ve en baştan ona dönmek, devrim ve komünizm için elzemdir. Evet, post-modern zamanlarda soru(n)ları aşmanın yolu Karl Marx’a dönüştür.

Malum üzere o, sadece var olanı anlamamıza değil, var olanı aşmamıza dönük nesnel olanaklardan da bahseder bize. “Kapitalizmden başka bir seçenek yokmuş”, “devlet olmaksızın toplumsal birlik sağlanamazmış”, “toplumsal özgürlük hiçbir zaman gerçekleştirilebilir değilmiş” gibi düşünüldüğü ve bu olanaksızlıkların biteviye ideolojik olarak öğretildiği bir koşulda Karl Marx’a dönmek, bu öğretilmiş olanaksızlıkların nasıl temelsiz olduğunu ve özgürlüğün olanağının insanlığın tarihsel üretim etkinliğine nasıl dayandığını görmek açısından olmazsa olmazdır.

* * * * *

Şimdi yeniden “Benim harcım değil/ Barışık yaşamak dünyayla/ O bitmeyen kavgada olmalıyım/ Kaygısızlık değil benim harcım./ Öyleyse atılalım bütün işlere/ Durmadan yorulmadan/ Her zaman umutla, her zaman tutkuyla/ Uslanıp durulmadan,” vurgusuyla “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir,” diye Karl Marx’a kulak verme zamanıdır:

Kapitalizm…

“Kapitalizm doğayı ve insanı yok etme eğilimindedir”…

“Açıklanması gereken ya da tarihi bir sürecin sonucu olan şey, canlı ve etkin insanın doğa ile metabolik alışverişinin ve dolayısıyla doğayı mülk edinişinin doğal, inorganik koşullarıyla birliği değil, etkin insanla bu insanın var oluşunun koşullarının birbirinden ayrılmasıdır; ve bu ayrılış tam anlamıyla ilk kez ücretli emekle sermayenin ilişkisinde kendisini ortaya koymuştur”…

“Şimdiye kadar ifade edilen ama asla takas edilemeyen; verilen ama asla satılamayan; edinilen ama asla satın alınamayan erdem, sevgi, inanç, bilgi, vicdan gibi değerlerin, kısaca her şeyin ticarete dâhil olduğu zamandır bu”…

“Bu toplumun çalışan üyeleri hiçbir şey elde edemezken, her şeyi elde edebilen üyeleri hiç çalışmamaktadırlar”…[20]

“İşçi ne kadar çok servet üretse, üretiminin gücü ve kapsamı ne kadar artsa, kendisi de o kadar yoksullaşır. Ne kadar çok meta yaratırsa kendisi de bir meta olarak o kadar ucuzlar. Şeyler dünyasının artan değeriyle doğrudan doğruya orantılı olarak insanlar dünyası değersizleşir. Emek yalnız meta üretmez; kendini ve bir meta olarak işçiyi de üretir – ve bunu meta ürettiği oranda gerçekleştirir”…[21]

“Boş zamanı olmayan, hayatı boyunca uyumak ve yemek için tamamen fiziksel molalar dışında işinden alınmış bir adam uyuyan bir canavardan daha azdır. O başkaları için varlık üreten bir makineden başka bir şey değil, fiziksel olarak bozuk ve ruhsal olarak kirlenmiş. Yine de modern sanayinin bütün tarihi gösteriyor ki sermaye durdurulmazsa tüm insanlığı en derin bozulma seviyesine getirmek için vicdansızca ve acımasızca çalışmaktadır”…[22]

“Sınıfların determinantları mülkiyettir”…

“Para açgözlülüğün yalnızca nesnesi değil aynı zamanda kaynağıdır”…

İşçi sınıfı…

“[işçi] bu yaşam faaliyetini gerekli yaşam araçlarını güvence altına almak için başka bir kişiye satar… Hayatta kalabilmek için çalışır. Emeğin kendisini yaşamının bir parçası olarak görmez; bu daha ziyade yaşamının feda edilmesidir. Bu, bir başkasına açık arttırmayla sattığı bir metadır”…[23]

“İş güçlendikçe işçi zayıflar”…

“Ekonomi Politik, proleteri… bir at gibi görür, çalışmasına yetecek kadar alması gerekir. Çalışmadığı süre boyunca onu bir insan olarak görmez. Bunu ceza hukukuna, doktorlara, dine, istatistik tablolarına, siyasete ve bekçiye bırakır”…[24]

“Emek zenginler için gerçekten çok güzel şeyler yaratır, ama işçi için ürettiği yalnız yoksunluktur… Emek saraylar üretir ama işçi için ürettiği izbelerdir”…[25]

“Modern sanayi işçiliği, sermayenin boynuna geçirdiği bu modern boyunduruk, proleterin üstünden her çeşit ulusal karakteri sıyırıp atmıştır”…

“İngiliz burjuvazisinin işçi sınıfını sistematik olarak İrlanda işçi sınıfına karşı nasıl kışkırttığı ve bu bölünmeyi işçi sınıfının sömürülmesi için nasıl kullandığı bilinmektedir. Böylece İngiliz burjuvazisi İrlanda’yı sömürge olarak korurken, içerde de ücretleri düşük tutmayı başarmıştır. Bu antagonizma, örgütüne rağmen İngiliz işçi sınıfının güçsüzlüğünün sırrıdır. Aynı zamanda kapitalist sınıfın iktidarını korumasının da sırrıdır. Ve ikincisi (burjuvazi) bunun tam bilincindedir”…[26]

“Bilmeden yaparlar”…

Din…

“Kutsal olan hiçbir şey yoktur; her şey maddi koşulların ürünüdür”…

“Kilise, egemen sınıfın ideolojik aygıtıdır”…

“Tanrı fikri, insanın kendi özünü yabancılaşmış bir şekilde kavramasıdır”…

“Dinî ıstırap, hem gerçek ıstırabın ifadesi hem de gerçek ıstıraba karşı bir protestodur. Din, ezilenlerin iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz koşulların ruhudur”…

“Ahiret inancı, mevcut dünyadaki acıları meşrulaştırmak için bir tesellidir”…

“İnsanların mutluluğu için dinin kalkması şarttır”…

Teknoloji…

“Teknoloji insanın doğayla uğraşma biçimini, hayatını sürdürebilmesi için gerekli olan üretim sürecini gösterir; ve böylece sosyal ilişkilerinin oluşum biçimini ve bunlardan kaynaklanan düşünsel kavramları açığa vurur”…

İnsan…

“İnsanlar, kendi tarihlerini kendileri yaparlar”…

“İnsanlar düşündükleri gibi yaşamaz, yaşadıkları gibi düşünür”…

“İnsanların varlığını belirleyen onların bilinçleri değildir; tersine insanların bilinçlerini belirleyen onların varlıklarıdır”…

“İnsanı insan yapan dış dünyayı değiştirmesi değil, dış dünyayı değiştirirken kendini de değiştirmesidir”…

“İnsan anatomisi, maymun anatomisi için bir anahtar içerir”…

“İnsan en gerçek anlamıyla politik bir hayvandır, yalnızca toplu yaşayan bir hayvan değil, kendini ancak toplumun ortasında bireyselleştirebilen bir hayvandır. Toplumun dışında yalıtılmış bir birey tarafından üretim… bireylerin bir arada yaşamadan ve birbirleriyle konuşmadan dilin gelişmesi kadar saçmadır”…[27]

“İnsanlık önüne çıkan sorunlara çözüm arar”…

“Ne kadar azsan, yaşamını ne kadar az görkemli kurmuşsan o kadar çoksun demektir ve görkemli yaşamın da o denli büyüktür”…

“Karşılığında sevgi uyandırmadan seviyorsanız, yani sevgi olarak sevginiz karşılıklı sevgi yaratmıyorsa; seven bir kişi olarak dışavurumunuzla kendinizi sevilen bir kişi yapamıyorsanız, sevginiz güçsüzdür, bu bir talihsizliktir”…

“Mükemmel bir birey ancak mükemmel bir toplum içerisinde yetiştirilebilir.

“Eğer kişi sadece kendisi için çalışırsa ünlü bir bilim adamı, büyük bir düşünür, çok iyi bir şair, müzisyen olabilir. Ama asla mükemmel bir insan olamaz.

“Tarih ancak ortak çıkarlar için çalışmış insanların yüceliğini kabul eder.

“En mutlu insan en fazla sayıda insanı mutlu eden insandır”…

Kadın…

“Özel mülkiyetin egemen olduğu yerde, insanların ilişkisi ve kadın erkek ilişkisi bir ticarete dönüşür”…

Barış…

“Barışın anlamı sosyalizme karşı muhalefetin olmamasıdır”…

Ekoloji…

“Lüks, doğal olarak gerekli olanın tam tersidir”…

“Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser”…

Özgürlük…

“Soyut özgürlük kelimesine aldanmayın. Kimin özgürlüğü? Bir bireyin diğerine göre özgürlüğü değil, sermayenin işçiyi ezme özgürlüğü”…

“Özgürlük, başkasına zarar vermeyen her şeyi yapma ve peşinden gitme hakkıdır”…[28]

“Gerçek özgürlük âlemi, kendi başına bir amaç olarak insan enerjisinin gelişmesi, bunun ötesinde başlar”…[29]

Devlet…

“Modern devlet iktidarı, yalnızca tüm burjuva sınıfının ortak işlerini yöneten bir komitedir”…

“Özgürlük, devleti toplumdan üstün bir organ olmaktan çıkarıp kesinlikle ona tâbi bir organ hâline getirmekten ibarettir”…[30]

“Devlet çelişki üzerine kuruludur. Kamusal ve özel yaşam arasındaki, evrensel ve tikel çıkarlar arasındaki çelişkiye dayanır. Bu nedenle devlet kendisini resmi, olumsuz faaliyetlerle sınırlamalıdır”…

“Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir de, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, egemen manevi güçtür de”…[31]

“Vergi, bürokrasinin, ordunun, din adamlarının ve sarayın, kısacası tüm yürütme gücü aygıtının yaşam kaynağıdır. Güçlü iktidar ile güçlü vergi aynı anlama gelir”…

“Kendisinden önce egemen olan sınıfın yerini alan her yeni sınıf, amacına ulaşmak için kendi çıkarını toplumun tüm üyelerinin ortak çıkarı olarak göstermek durumundadır. Düşünsel biçimde ifade edecek olursak, yeni sınıf kendi düşüncelerini evrensel olarak biçimlendirmek; onları yegâne mantıklı ve evrensel açıdan geçerli düşünceler olarak sunmak zorundadır”…[32]

Zor…

“Zor, yeni bir topluma gebe her eski toplumun ebesidir”…

“Bizde merhamet yok ve sizden de merhamet istemiyoruz. Sıramız geldiğinde, terör için mazeret üretmeyeceğiz”…

Devrim…

“Devrimler tarihin motorudur”…

“Bir yandan insanal yaşamın gerçekleşmek için özel mülkiyete gereksinme duyduğu ve öte yandan da, şimdi, özel mülkiyetin kaldırılmasını gerektirdiği ikili kanıtı, iş bölümü ile değişimin özel mülkiyet biçimleri oldukları olgusunun ta kendisine dayanır”…[33]

“İnsanlık tarihi, sınıf çelişkisinden ibarettir”…

“Toplumlar üstesinden gelemeyecekleri sorunları gündeme getirmezler”…

“Radikal olmak, şeyleri kökünden kavramak demeye gelir. Ne ki insan için, kök insanın kendisidir”…[34]

“Yalnızca yenilerine yer açmak için bir sürü suçluyu idam eden cellatları yüceltmek yerine, bu suçları üreten sistemin değiştirilmesini iyice düşünmek gerekmez mi?”[35]

“İşçi sınıfı hazır devlet mekanizmasını basitçe ele geçirip kendi amaçları doğrultusunda kullanamaz”…[36]

“Bugüne kadarki tüm toplumların tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir… Bizim için sorun özel mülkiyetin herhangi bir değişikliğe uğratılması değil, yok edilmesidir; sınıf karşıtlıklarının üzerinin örtülmesi değil, sınıfların ortadan kaldırılmasıdır; mevcut toplumun iyileştirilmesi değil, yeni bir toplumun kurulmasıdır”…

“Asacağımız son kapitalist, bize ipi satan kapitalist olacak”…

Komünizm…

“Komünizm teorisi tek bir cümlede özetlenebilir: Tüm özel mülkiyetin kaldırılması”…

“Komünizm bizim için kurulacak bir durum, gerçekliğin kendisini ayarlamak zorunda olduğu bir ideal değildir. Biz komünizmi, şeylerin mevcut durumunu ortadan kaldıran gerçek hareket olarak adlandırıyoruz. Bu hareketin koşulları, şu anda var olan öncüllerden kaynaklanmaktadır”…

“Başladığımız öncüller keyfî öncüller değil, dogmalar değil, ancak hayal gücünde onlardan soyutlama yapılabilecek gerçek öncüllerdir. Bunlar gerçek bireyler, onların faaliyetleri ve içinde yaşadıkları maddi koşullardır, hem zaten var olan, hem de faaliyetleri tarafından üretilen koşullar. Bu öncüller böylece tamamen ampirik bir şekilde doğrulanabilir”…

“Hem bu komünist bilincin kitlesel ölçekte üretilmesi hem de… insanların kitlesel ölçekte değiştirilmesi için… bir devrim gereklidir; bu nedenle bu devrim, yalnızca egemen sınıf başka bir şekilde devrilemeyeceği için değil, aynı zamanda onu deviren sınıf ancak bir devrimle çağların tüm pisliklerinden kurtulmayı başarabileceği ve toplumu yeniden kurmaya hazır hâle gelebileceği için de gereklidir”…[37]

“Ancak tarih ilerledikçe ve proletaryanın mücadelesi daha net formlar kazandıkça, artık zihinlerinde bilim aramalarına gerek kalmayacak; sadece gözlerinin önünde olup bitenleri not etmeleri ve onun sözcüsü olmaları gerekecek. Bilimi aradıkları ve yalnızca sistemler kurdukları sürece, mücadelenin başında oldukları sürece, yoksullukta yoksulluktan başka bir şey görmezler, onda eski toplumu devirecek devrimci, yıkıcı yanı görmezler. Bu andan itibaren, tarihsel hareketin bir ürünü olan bilim, kendisini bilinçli olarak onunla ilişkilendirmiş, doktriner olmaktan çıkmış ve devrimci hâle gelmiştir”…[38]

* * * * *

Friedrich Engels’in, “Adı ve eylemi çağlar boyu yaşayacak!” notunu düştüğü Karl Marx’a dönüş yolunda atılması gereken ilk adım “Hasta la Victoria Siempre!/ Zafere Kadar, Daima!” diye haykıran Ernesto Che Guevara’nın vazgeçmeyen isyankârlığıdır.

Bu temelde onun yöntemi, yani özellikle Grundrisse’deki “Ekonomi Politiğin Yöntemi” başlıklı bölümünde tartışıldığı üzere, duyu deneylerinden yani “somut” düzeyden soyuta doğru ilerlemek, ardından tekrar somut düzeye geri dönmek biçiminde (somut-soyut-somut) özetlenen duruştur.

Çünkü “Somut, pek çok belirlenimin, dolayısıyla da çeşitliliğin birliği olduğu için somuttur. Bu yüzden, düşünme sürecinde somut, bir başlangıç noktası olarak değil, bir yoğunlaşma süreci olarak, bir sonuç olarak kendisini gösterir; ancak gerçeklik için bir başlangıç noktası, bu yüzden de aynı zamanda gözlem ve kavramlaştırma için de bir başlangıç noktasıdır. İlk yol boyunca, bütünlüklü bir kavrayış, soyut belirlenime yol verecek biçimde ortadan kalkarken, ikinci yol boyunca soyut belirlenimler, somutun düşünce yoluyla yeniden üretimine götürür.”[39]

Ve bir şey daha: Genel olarak Marksizm, devrimsiz bir hiçtir.

Bizim Karl Marx(’ımız) böyle söyler…

15 Kasım 2025, İstanbul.

[1]         Selçuk Kozağaçlı.

[2]           O, ömrünün son yıllarında, 1881’de, Karl Kautsky tüm eserlerinin toplu basımını düşünüp düşünmediğini sorduğunda şöyle cevap vermişti: “Öncelikle o eserlerin yazılıp bitirilmesi gerekiyor ama,” (Karl Kautsky, Mein Erster Aufenthalt in London, içinde Benedikt Kautsky (der.), Friedrich Engels’ Briefwechsel mit Karl Kautsky (Viyana, 1955), s. 32) diyecek kadar mütevazı idi.

[3]           “Marksist-Leninizmin kuruluşuyla Marx’ın düşüncesinin yozlaşması en açık ifadesini buldu.” (Marcello Musto, “Karl Marx’ın Yeniden Keşfi”… https://marcellomusto.org/karl-marx-n-yeniden-kesfi/).

[4]           Karl Marx’ın Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Giriş adlı eserinden alınmış (Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1997.) ilgili pasaj şöyledir: “Eleştirinin silahı, elbette ki silahların eleştirisinin yerini alamaz; maddi gücün yıkılması ancak maddi bir güçle mümkündür ama kuram da, bir kez kitleleri kavradığında, maddî bir güce dönüşür.”

[5]           Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.

[6]           Karl Marx, Ekonomi-Politiğin Eleştirisine Katkı, çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1970.

[7]           Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.

[8]           “Üretimin komünistçe düzenlenmesiyle, yani insanın kendi ürününe karşı yabancı tutumunun ortadan kalkmasıyla… insanlar değişimi, üretimi ve karşılıklı ilişki tarzlarını yeniden kendi denetimleri altına alırlar.” (Karl Marx, Yabancılaşma, çev: Barışta Erdost, Sol Yay., 2013).

[9]           V. İ. Lenin, Karl Marx ve Marksizm Üzerine, çev: Mazlum Beyhan, Yordam Kitap, 2013.

[10]          Karl Marx-Friedrich Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, çev: M. Kabagil, Sol Yay., 1969.

[11]          Karl Marx-Friedrich Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt II., çev: A. Kardam, S.Belli, M. Ardos, K. Somer, Sol Yay., 1977.

[12]          yage.

[13]          Karl Marx’ın Arnold Ruge’a yazdığı mektup, Eylül 1843… yage.

[14]          Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1997.

[15]          yage.

[16]          Karl Marx-Friedrich Engels, Kutsal Aile, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 2003.

[17]          yage.

[18]          Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.

[19]          V. İ. Lenin, “Karl Marx”, Collected Works, Cilt 20; Moskova, 1964, s. 50.

[20]          Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.

[21]          Karl Marx, 1844 El Yazmaları, çev: Murat Belge, İletişim Yay., 2000.

[22]          Karl Marx, Ücret, Fiyat ve Kâr, çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1975.

[23]          Karl Marx, Ücretli Emek ve Sermaye-Ücret, Fiyat ve Kâr, çev: İsmail Yarkın, İnter Yay., 1999.

[24]          yage.

[25]          “Tüm iktisatçılar, artı-değeri saf hâliyle değil, kâr ve rantın özel biçimleri içinde inceleme hatasını paylaşırlar.” (Karl Marx, Artı Değer Teorileri, çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 2013).

[26]          Karl Marx’ın Sigfried Meyer ve August Vogt’a mektubu… https://www.altust.org/2019/03/irlanda-sorunu-hakkinda-marxtan-mektup/

[27]          Karl Marx, Grundrisse: Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma, çev: Sevan Nişanyan, İletişim Yay., 4. baskı, 2014.

[28]          Karl Marx, Yahudi Sorunu Üzerine, çev: Burcu Denizci, Altıkırkbeş Yay., 2015.

[29]          Karl Marx, Yabancılaşma, çev: Barışta Erdost, Sol Yay., 2013.

[30]          Karl Marx-Friedrich Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, çev: M. Kabagil, Sol Yay., 1969.

[31]          Karl Marx-Friedrich Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt I., çev: A. Kardam, S. Belli, M. Ardos, K. Somer, Sol Yay., 1976.

[32]          Karl Marx, Aforizmalar/ Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var!, çev: Peren Demirel, Zeplin Yay., 2014.

[33]          Karl Marx, 1844 El Yazmaları, çev: Murat Belge, İletişim Yay., 2000.

[34]          Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1997.

[35]          Karl Marx, İntihar Üzerine, çev: Zeynep Özarslan, Yeni Hayat Yay., 2006.

[36]          Karl Marx-Friedrich Engels-V. İ. Lenin, Paris Komünü Üzerine, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1977.

[37]          Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi [Feuerbach], çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.

[38]          Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, çev: Ahmet Kardam, Sol Yay., 7. Baskı, 2011.

[39]          Karl Marx, Grundrisse: Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma, çev: Sevan Nişanyan, İletişim Yay., 4. baskı, 2014.

DİSK Ankara’ya taşınıyor “Ankara’nın en çok İstanbul’a dönüşü” ilginçtir

Şair şöyle demiştir; Ankara’nın en çok İstanbul’a dönmesini severim. İster kadın olun, ister erkek, bu sözü bir kez olsun hatırlamış olmalısınız. Elbette Ankara’yı çok sevenler de vardır. Ama onlar dahi, İstanbul’a dönmesini çok özlerler.

DİSK, kasım (2025) ayında açıklama yaptı ve altında 6 imza bulunan açıklama ile, genel merkezini Ankara’ya taşıma kararı aldı.

11 sendika, son derece açık bir biçimde bu taşınmaya karşı çıktı. Bu sadece basit bir genel merkez taşınması değildir, dediler ve bu aynı zamanda hat değiştirmektir, özetle genel merkezleri Ankara’da olan Türk-İş ve Hak-İş gibi devlet bürokrasisine yakın olma isteğidir, dediler. Haklıdırlar.

Tam da bizim Kaldıraç Yayınevinin, Yaşasın DİSK “Sınıf ve Kitle Sendikacılığında Atılım” başlıklı eski bir kitabı, “tarihî belge” olarak yayınladığı günlerin arkasından böyle bir karar alındığını duyunca, doğrusu ben, Ankara’ya kaçıyorlar, diye düşündüm.

Kanımca eksiktir.

DİSK yönetimi, Ankara’ya sığınmaya gidiyor.

Bu benim ilk düşüncem nasıl eksik ve yanlış ise, maalesef son derece doğru şeyler söyleseler de, son derece net bir karşı çıkışları olsa da, 11 sendikanın karşı çıkış metinlerinde de eksiklik, o anlamda yanlışlık vardır.

DİSK, sadece genel merkezini Ankara’ya taşımıyor, “hat da değiştiriyor” demek eksik kalır.

Çünkü DİSK o hattı çoktan değiştirmiştir. Daha fazlası var.

“Durun nereye kaçıyorsunuz?” demeye gerek yok. Çünkü Ankara bir sığınma yeridir ve çoktan hat değiştirmiş olduklarından, şimdi biat etmenin işareti olarak kendilerinden Ankara’ya taşınmaları istenmiştir. Yoksa İstanbul Türkiye illerinden biri olmaktan çıktı da, yerli ve milli sendikacılık gereği DİSK, ülkenin başkentine taşınmaya karar vermiş değildir. Yok eğer İstanbul, işçi sınıfının kalbi, ülke sınırlarının dışında kalmış da biz mi bilmiyoruz? Öyle ise de, işçilerin vatanı yoktur ilkesine uygun olarak DİSK, adından devrimci kelimesini çıkartmadan Ankara’ya taşınmamalıdır, sendikalar buna izin vermemelidir.

Sahi ne demektir Ankara’ya taşınmak?

Bir sendika olarak DİSK, en başından Ankara’da bulunan Türk-İş gibi Ankara’da kurulmayı kabul etmedi. Etmedi çünkü işçi sınıfına, yaşamın merkezine, ülkenin kalbine yakın olmak diye bir derdi vardı.

Demek, DİSK, bugün işçilerden kaçmaktadır.

İyi de Ankara’da da işçiler vardır, yoksa yok mu?

Dünyanın bazı ülkelerinde başkent ile ikinci bir şehir arasında ilgiye değer bir bağ oluşur ya da oluşturulur. Mesela Washington, ABD başkentidir. İyi ama işin kalbi New York’ta atar. Gerçek yaşam merkezi Washington değildir. Bonn’un başkent olduğu dönemde Berlin Bonn ilişkisi de böyledir. İstanbul ve Ankara ilişkisi de böyledir. İstanbul, aslında Türkiye’dir ama başkent elbette Ankara’dır. İstanbul 24 saat yaşam demektir, Ankara, eğer öğrencilerin aktivitesi olmamış olsa, kuru bir “memur şehri”dir. Allahtan öğrenciler var.

Bu arada DİSK bilmez ama, işçisi de az değildir Ankara’nın.

Şimdi soru şudur: Bunca sorun varken (mesela sendikalaşma, mesela örgütlenme, mesela genel grev örgütleme, mesela asgarî ücret, mesela işsizlik, mesela açlık, mesela iş cinayetleri, mesela kötü çalışma koşulları vb.) DİSK neden genel merkezi taşıma meselesini öncelikli bir sorun hâline getirir? Soru yerindedir.

DİSK, önümüzdeki dönemde, hiçbir şey yapmama işini, Ankara’da olmakla örtebilir mi? Belki örtemez ama denemeye değer bulunmuş demektir.

DİSK, suskundur ve sendikacılık yapmamaktadır. Daha büyük bir sessizlik için Ankara daha uygun bir adres midir? Öyle sanıyorlar. Ankara, büyük susma yeridir.

Saray Rejimi, devlet, Özgür Özel’e, siyaseti Ankara’dan yap, diye çağrılar yapmış, tehditler savurmuştur. Demek, Özgür Özel’den önce DİSK üzerine alınmış ve “yerli ve milli sendikacılık” kervanına katılmak için, salon sendikacılığı yapmak için, devlet bürokrasisine “biz terörist değiliz”i göstermek için, Ankara’ya iltica etme kararı almıştır.

Bu bir çeşit ilticadır.

Öyle İstanbul’da, bu kadar büyük bir sessizlikle yaşamak mümkün değildir. Mesela Taksim’de 1 Mayıs meselesini ele alalım. Bu kadar yalan ve dolan ile Taksim’den vazgeçmiş bir sendika, Şişli’de genel merkezi varken, yani genel merkezi Taksim Meydanı’na 3 km uzakta iken, 2026 yılı 1 Mayıs’ı için ne diyecektir?

Zor oyunu bozar. DİSK zoru görmüştür ve devletin kollarına iltica etmek istemektedir.

Mesela nasıl olacak da, İstanbul’da bir işçi grevi dalgası patlarsa, DİSK, onu yönetenlerin yönetiminde kalabilir. İşçi birlikleri, o yönetimin frenleme girişimlerini bir sel gibi önüne katar ve bir bakmışsın, DİSK yönetimi olayların önündedir. Olayların önünde olma hâlinin özlemini çekmiyorlar, bu durumun sonucunda devletin karşısına nasıl çıkacaklarını düşünüyorlar. Yani daha olaylar olmadan, tüm öngörülerini, tüm birikimlerini, korkmak için kullanıyorlar.

DİSK, Saray Rejiminin kararı gereği, Türk-İş ve Hak-İş’e benzemek istemektedir. Böylece Ankara sabahlarında birlikte kahvaltı yapar, akşamlarında birlikte pavyonlara giderler ve gün içinde yekpare camdan sendika merkezlerinde steril bir hâlde telefonları ile oynarlar. İşte sendika bürokrasinin sendika mafyası ile yakınlaşma süreci.

Şimdi, elbette 11 sendikanın, DİSK taşınmamalıdır, anlamındaki bildirisini destekliyoruz.

Şimdi, bu sendikalar, yönetimden hesap sormalıdır ve genel merkezi taşıma kararının maddî nedenlerini açıkça sormalıdır.

Şimdi bu sendikalar, bu süreci genel kurula getirmelidir ve işçilerin İstanbul’da kalma iradelerini ortaya koymalarını istemelidir.

Ve elbette son derece net, bir o kadar öfkeli olan sendikalar, bir o kadar da sakin olmalıdır. Çünkü, sendika merkezinin Ankara’ya taşınması kararı, 6 kişinin imzası ile gerçekleşemez. Bu ağızlarından “demokrat” olmayı düşürmeyenler, 6 kişinin kararı ile bu işin yapılamayacağını anlayacaktır. Bunun için sendikaların, 11 sendikanın açık ve net tutumları yetmez, tam olarak DİSK içindeki bu yol ayrımında işçilerin de tutum almalarını istemeleri gereklidir.

Eğer DİSK yönetimi ille de taşınmak istiyorsa, DİSK olmadan taşınsınlar.

Yakışır.

Hattâ Ankara yerine, Marmaris ya da Fethiye de uygun olabilir. Marmaris’te, Saray’ın yazlık versiyonuna yakın olurlar. Hattâ Ahlat’a da taşınabilirler, bu durumda “yerli ve milli” sendikacılık anlayışı da bir kere daha güç toplayabilir. Fethiye en uygunudur, Ölüdeniz, dinlenme yeridir ve hiçbir sessizlik, kış döneminde Ölüdeniz kadar derin olamaz. Ölüdeniz’de dalga riski de yoktur, tam sükûnet ve tam dinlenme yeridir. Kıbrıs’a taşınmaları risklidir, bugünlerde baş ağrısı yapabilir. Ama Ölüdeniz, tam ölü taklidi yapma yeridir. Ankara’da Saray Rejimi sizi sürekli dürter, ama Ölüdeniz’de sizi biri dürtse dahi, Ölüdeniz’e düşersiniz ve dalgasız sular sizi içine çekip yok etmez, suyun üstüne kalabilirsiniz.

DİSK olarak taşınmak, her şeye rağmen risklidir. Çünkü içinde sarı olmayan sendikalar vardır. Bu durumda DİSK’i bırakarak taşınmak en güvenli olandır ama anlaşılan bunu da “taşının” diyen devlete kabul ettiremezler.

Böylece, sanılıyor ki tüm sendika konfederasyonları Ankara’da olur ve sendikacılıkta Ankara tarzı, Ankara siyaseti kalıcı olur. Böylece “terörsüz Türkiye”nin işçi ayağı da garantiye alınmış olur.

Öyle ya, Özgür Özel, ne zaman sokaklara çıktı ve ses vermeye başladı, işte o zaman ona, “Ankara’ya dön, Ankara’da siyaset yap,” dediler. Ankara’da siyaset demek, hiçbir hükmü kalmamış olan parlamentoda grup konuşmaları yapmak, bürokrasi salonlarında, Ankara otellerinde, pavyonlarında saz ekibi eşliğinde farklı masalarda ama diğer siyasilerle birlikte eğlenmek, arada bir açıklama yapmak demektir. Burjuva anlamda dahi siyaset yapmaktan vazgeçmek demektir.

Peki Ankara’da sendikacılık ne demektir? Yekpare camdan, süt döküp yalanacak mermerlerden imal edilmiş sendika binalarında sessiz ve sükûnet içinde “çalışmak”, akşamları eğlenmek, arada bir açıklama yapmak, asgarî ücret komisyonuna katılmak, komisyon toplantılarında mikrofonun açık olduğu durumda konuşmalarına dikkat etmek ama akşam yemeğinde dertlerini söylemek, mümkün olduğunca işçilerden uzak, baş ağrısı olmadan yaşamak demektir.

Demek DİSK’ten istenen, işçilerden, mücadeleden, işçi sendikacılığından, bizim deyimimiz ve DİSK tarihindeki gibi “sınıf ve kitle sendikacılığı”ndan uzak durmasıdır. İsteyen merkez bellidir, Saray Rejimi ya da devlet. Araya kimi sokmuşlardır bilmiyoruz. Ama bu istekler, hem bir tehdit ve hem de bir havuç sunularak dile getirilir. DİSK yönetimi, bu konuda bir karar almış ve bu kararı, kendi tabanına bile danışmamıştır.

Demek DİSK, işçi sendikası olarak, geldiği tarihi reddetmek istemektedir.

Demek DİSK yönetimi, Türk-İş ve Hak-İş’e yakınlaşmak için, işçilerden boşanmaya, kaçmaya, Ankara’ya iltica etmeye karar vermiştir. Ankara elbette bu ilticayı “sevgi” ile kabul edecektir.

Yalnız, biliniyor ki DİSK taşınınca, işçiler de İstanbul, Marmara vb.den taşınmayacaktır. Yine Çorlu’dan İzmit’e, Bursa’dan İstanbul’a işçi sınıfı varlığını sürdürecektir.

Türk-İş ve Hak-İş bürokratları, aslında Ankara’nın en çok İstanbul’a dönmesini sevmezler. Çünkü onlar için İstanbul’a gelmek, her zaman bir dert var demektir. Bu nedenle İstanbul’a gelmek, sendika merkezleri için bir çeşit sorundur, kâbus değilse eğer.

Bu nedenle, DİSK yönetimi, sınıf savaşımının kızıştığı, işçilerin fabrikalarda öldüğü, açlığın ve işsizliğin kol gezdiği, sürekli işçi eylemleri ve direnişlerinin ortaya çıktığı, genel grev sloganlarının yükseldiği, Saray’a yürüme tartışmalarının mayalandığı bir dönemde, Ankara’da rahata kavuşamayacaktır.

Ve elbette Ankara’dan İstanbul’a dönmek ilginç olacaktır.

DİSK, olur da genel merkezini Ankara’ya taşımayı başarırsa, tüm tepkilere rağmen bu konuda ısrar ederse, isminin başındaki “D” harfini İstanbul’a bıraktığı gibi, “İ” harfini de bırakmak zorunda kalacaktır.

Tüm bunlar, savaş hazırlıklarıdır.

Savaş, TC devleti de içinde, NATO makinası tarafından kışkırtılmakta, kundaklanmaktadır. İşçi sınıfı, savaşa hazırlanan her burjuva devlet için bir sorundur. İşçiler, başka halklara, başka ülkelerin işçilerine kurşun sıkmayı reddederse, ki reddetmelidir, sistem için sorunlar başlayacaktır. Cephede ölümler, işçilerin karnını doyurmaz. Bu nedenle her savaş, bir iç savaştır ve bu iç savaşta işçiler, dünyanın her ülkesinde kendi ülkelerindeki devletle karşı karşıyadırlar. Bu nedenle, Ankara’ya taşınmak, bir çeşit sığınmaktır, iltica etmektir. DİSK, İstanbul’un bir işçi kenti olduğunu bilmektedir ve bu nedenle İstanbul’dan kaçmak istemektedir. İşçilerden kaçmak, İstanbul’dan kaçmakla aynı anlama gelmektedir.

DİSK yönetimi, DİSK tarihinden uzaklaşmak istemektedir.

DİSK yönetimi, direnişlerden uzaklaşmak istemektedir.

İyi ama Ankara’da da direniş sizi bulur. Bir yere kaçamazsınız.

2026 yılı bütçesi üzerine

Bu yazının hazırlandığı sırada Mecliste bütçe görüşmeleri devam etmekte idi. Yazı okurlara ulaştığında bütçe kesinleşmiş olacak ve yürürlüğe girmesi için geri sayım sürecinde olacağız. Henüz görüşmeler devam etmekte iken bütçe ile ilgili iddialı bir yazı kaleme almak pek kolay değil. Kolay değil çünkü görüşmeler esnasında önemli değişiklikler gerçekleşebilir ve Meclisin onayladığı bütçe ile tartışmaya sunulan taslak arasında önemli farklılıklar meydana gelebilir. Ancak bu olasılık Türkiye Cumhuriyeti devleti için geçersiz. Ülkede tek adam rejiminin resmîleşip yasama, yürütme ve yargı erkleri tek kişinin kontrolüne geçtiği tarihten beri bu olasılık söz konusu değil bizler için. Tek adam rejiminin hazırladığı sekizinci bütçe taslağı bu. Bundan öncekilerde olduğu gibi yine taslak olduğu gibi ya da en iyimser olasılıkla birkaç biçimsel değişiklikle onaylanacak ve ülkenin bir yıl boyunca izleyeceği ekonomi politikaları resmiyet kazanacak. Dolayısı ile şimdiden yazmanın riski yok. Hâl böyle olunca şu soru geliyor akla:

“Madem Saray’da hazırlanan bütçe olduğu gibi kabul ediliyor, o hâlde neden meclise gönderilip tartışmaya açılıyor?”

Yanıtı gayet açık kanımca, kendilerini muhalif olarak tanımlamış milletvekillerinin içlerini döküp deşarj olmalarını sağlıyor bu tartışmalar. Başka bir işe yaradığı yok. Elbette bu benim kişisel gözlemim. Ancak geçmiş yılların bütçe taslakları ile Mecliste gerçekleşen görüşmeler sonrasında kesinleşen bütçeleri karşılaştırınca bu gözlemin yabana atılmayacak bir gerçeklik ihtiva ettiği görülüyor.

Bu girişi yaptıktan sonra 2026 yılı bütçesinin nasıl bir ekonomik tablo betimlediğinden söz edebiliriz. Bu betimlemeyi yaparken ana kaynağımız bütçe taslağı olmakla birlikte zaman zaman TCMB 2026 yılı tahminlerinden de yararlanacak böylece daha net bir tabloyu gözler önüne sermiş olacağız.

Bütçe ait olduğu dönemdeki gelir ve gider tahminlerini içeren bir çalışmadan ibarettir. Aile bütçesi de herhangi bir şirketin bütçesi de devletin bütçesi de bu genel tanımın içinde ifadesini bulur. Gelir kaynaklarının ne olacağı, elde edilen gelirin nasıl harcanacağı sorularının yanıtı da bütçeyi oluşturur. Merkezî bütçe ya da kamuoyunda yaygın bir biçimde kabul görmüş biçimi ile genel bütçe de bu kapsamda gerçekleştirilen bir çalışmadır. Bütçe kavramı içinde değerlendirilen diğer çalışmalardan farkı ise bu bütçenin tüm toplumu ilgilendiren bir mahiyet taşımasıdır. Merkezî bütçe müfredatı içerisinde yer alan her gelir kalemi bahse konu gelirin toplumun hangi kesiminden hangi yol (ya da yollar) ile elde edileceğini bir başka ifade ile kaynağın nasıl yaratılacağını, müfredatta yer alan her gider kalemi ise yaratılmış olan kaynağın toplumun hangi kesimlerine ne maksatla verileceğini ifade eder. Bu açıdan baktığımızda “Merkezî bütçe siyasi iktidarın toplumsal sınıflara bakış açısının bir göstergesi, toplumun farklı kesimlerine yönelik uygulamaya karar verdiği politikaların aynasıdır,” diyebiliriz. Bu son önerme yazının bundan sonraki bölümüne rehberlik edecektir.

Bütçenin temel mantığında denklik esası vardır. Bir başka anlatımla gelir ve giderler denkleştirilmeye çalışılır. Her ne kadar başlangıçta yapılan hesaplar yıl içerisinde revizyona tâbi tutulsa ve “denk bütçe” bir hayalden ileriye gidemese de siyasi iktidarlar hiç değilse başlangıç aşamasında Meclisin onayını alabilme endişesi ile denk bütçe taslağını Meclise sunma gereğini hissederler. Ne var ki Saray yönetimi bu temel ilkeyi dikkate almadan hazırlamaktadır bütçeyi. Bundan önce hazırlayıp uygulamaya koyduğu yedi bütçe çalışmasında olduğu gibi bu kez de gelir ve gideri denkleştirme gereğini hissetmemiş ve Meclise gönderdiği taslakta bir trilyon iki milyar lira açık öngörmüştür. Bu rakam toplam harcamaların yüzde beşlik bir oranına denk gelmektedir. Bu açık kapatılamaz mı idi? Elbette kapatılabilirdi. Yapılması gereken tek şey harcamaların kısılıp tasarrufa gidilmesi. Ancak siyasi iktidar buna yanaşmıyor. İşçi ve emekçi yığınlara harcamalarını kısmalarını öğütleyenler söz konusu kendileri olunca tasarruf sözcüğünün t’sini bile ağızlarına almıyorlar. Neden mi?

“İtibardan tasarruf olmaz.”

Yukarıda yazılanlar bir iddia değil şimdilik taslak hâlinde olan bütçe çalışmasının içerdiği gerçekler. Durumu biraz da rakamlarla teyit edelim:

Saray için öngörülen bütçe 21.286.534.000 lira. Bu durumda günlük harcaması 58 milyon seviyesini biraz aşmış durumda. Tasarruf sözcüğü buralara yabancı.

Saray bütçesinde dikkat çekici bir detay da vakıf ve derneklere yapılacak ödemeler kalemi. Tam 80 milyon lira düşünülmüş bu iş için. TÜGVA vb. kuruluşlara gidecek bu para. Temsil ve tanıtım giderleri için ise 310 milyon lira ayrılmış. Bu yıl yine bol miktarda “ejder meyvesi” tüketilecek anlaşılan.

Saray’ın “Propaganda Bakanlığı” işlevini gören “İletişim Dairesi Başkanlığı” bağımsız bir bütçeye sahip. Bu kuruluş 7,5 milyar lira harcayacak 2026 yılı boyunca siyasi iktidarın büyük bir önem verdiği Diyanet ise 174 milyar lira ile önemli bir pay alıyor bütçeden. Buralarda tasarruf sözcüğü bir anlam taşımıyor.

Saray bütçesinde vakıf ve derneklere yapılacak ödemeler kaleminden söz edilmişti. Orada belirtilen rakam dışında bir de bağımsız bütçesi var bu kalemin. Bu fasılda 2,26 milyar lira yer alıyor. Tarikat ve cemaat yapılanmaları ile siyasi iktidarın desteklediği vakıflar para içinde yüzecekler âdeta.

Meclis bütçesi de küçümsenmeyecek bir paya sahip 27,23 milyar lira. 2025 yılına göre %55 oranında bir artış gerçekleşmiş bütçede. Meclis lokantası kent lokantalarından daha düşük fiyatlarla hizmet vermeye devam edecek bu durumda.

Bütün bu rakamlar Saray ve yakın çevresi ile Meclisin tasarruf sözcüğünü telaffuz etme yeteneğine sahip olmadıklarını göstermekte. Dolayısı ile tasarruf sadece halk yığınları için geçerli bir sözcük. Bu yıllın bütçesinde halka yönelik yeni yaptırımlar da var, ileride sözünü edeceğiz bu yaptırımların.

Bütçe gelirlerinin kimlere nasıl dağıtılacağına yönelik bilgi paylaşımına devam edelim.

Hatırlanabileceği gibi Çanakkale köprüsü ve çevre yolları hizmete girdiğinde “devletin cebinden bir kuruş çıkmıyor bu işler için” demişti Saray’ın tepesindeki şahıs. Gerçekten doğru söylemiş. Kuruş çıkmıyor, milyarlar çıkıyor. Garanti yolculu otoyol, köprü geçişi, hava limanı ve garanti hastalı şehir hastaneleri müteahhitlerine bu yıl ödenecek para 280 milyar lira. Müteahhitlere garanti edilen yolcu ve/veya hasta sayısına ulaşılamadığı için ödenecek para bu. Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) adı ile tanıtımı yapılan uygulamanın 2026 yılı bütçesine getirmiş olduğu yük (şimdilik) bu kadar. Yıl içinde yabancı paraların kazanacağı değere göre daha da artacak bu tutar. Bilindiği gibi bahse konu işleri yapan müteahhitlere garanti edilen gelir USD bazlı. Bu para birimi TL karşısında değer kazandıkça müteahhide yapılan ödeme de artıyor.

Bedelini ise işçi ve emekçiler ödüyorlar. Yaygın deyimi ile kullanmadığımız köprü, otoyol ve havalimanları, gitmediğimiz hastaneler ve yararlanmadığımız hizmetler için ödeme yapmaya devam edeceğiz 2026 yılında da. Üstelik planlanan yeni yatırımlarla gelecek yıllarda daha da artacak bu ödemelerimiz. Bu yılın programında pek çok yeni yatırım var. Kanımca bunlardan en ilginci Bayburt-Gümüşhane Hava Limanı yatırımı Bahse konu iki ilin merkez nüfusları toplamı 110.000 dolayında. Turizm açısından da pek canlı bir bölge değil burası. Böyle bir yere hava limanı yapmak rasyonel değil. Rasyonel değil de artık hava limanı yapılacak yer kalmadı memlekette. Oysa müteahhitlere para transferi gerçekleştirilmesi gerek. Çareyi böyle bulmuşlar işte. İşlerliği olmayacağı daha şimdiden belli olan bir hava limanı. Yine kullanılmayacak bir hava limanı için para ödeyeceğiz. Benzer cümleleri 2026 yılı programına konulmuş olan Yozgat Hava Limanı için de söylemek mümkün kuşkusuz.

Bütçe gelirlerinin nasıl dağıtıldığı, kamu kaynaklarının nasıl har vurup harman savrulduğu açıkça görülmekte Ulaştırma Bakanlığının bütçesinde. Tabii bu israf politikası ile siyasi iktidar kendisini destekleyen sermaye kesimlerine borcunu ödemekle, bu kesimlere servet transferi gerçekleştirmekle yükümlü hissediyor kendisini.

Servet transferi sadece müteahhitlerle sınırlı değil. Ticaret Bakanlığı bütçesinde teşviklere ayrılan 23 milyar lira var. Bu tutarı da sermaye kesimine transfer edilecek servet olarak değerlendirebiliriz. Teşviklerin detayını incelediğimiz takdirde bunların ağırlıklı olarak “Anadolu Kaplanları” olarak bilinen sermaye gruplarına yönelik olduğunu görürüz. Bilindiği gibi bu kaplanlar(!) siyasi iktidarın kayıtsız şartsız destekçileri. Bahse konu şirketlerin ortaklarının önemli bir kısmı AKP adlı organize suç örgütünün taşra teşkilâtlarında yöneticilik yapmaktalar.

İlginç bir teşvik de istihdam arttırıcı önlemler arasında yer alıyor. Buna göre işletmesinde çalışan sayısını arttıran işverenlere gerçekleştirdiği her ek istihdam için 41.000 lira SGK prim desteği verilmekte. Bu teşvikten yararlanacak olanlar da yine “Anadolu Kaplanları” işin ilginç tarafı da şöyle; işletmene işçi alıyorsun, onun yarattığı artı-değeri sömürerek kazanç sağlıyorsun, bu kazanç yetmemiş olacak ki SGK teşviki alıp bu konudaki yükümlülüğünü de merkezî bütçeden karşılıyorsun. Böyle ballı teşvike kolay rastlanmaz dünyanın bir başka yerinde. Bir başka önemli harcama kalemi ise Savunma Bakanlığı bütçesinde. 2,1 trilyon lira var bu fasılda. İçinde bulunduğumuz yılın bütçesine göre %32’lik bir artış var. ABD Başkanının talimatı yerine getirilmiş adeta. Savunma harcamaları diye sunulan bu kalem gerçekte ölüm makinaları olarak adlandırabileceğimiz silahlara ayrılmış olan para. Bu rakamı görünce nutku tutuluyor insanın. Bir politik değerlendirme yapmak için henüz erken. Bu nedenle ABD’nin İran’a yönelik gerçekleştirmeyi planladığı saldırılarda siyasi iktidarın aktif bir görev alma niyetinde olup olmadığı konusunda bir fikir yürütemeyeceğim. Ancak savunma(!) harcamaları kalemindeki tutarın uluslararası silah tekellerinin iştahını kabartacak mahiyette olduğu da açıkça görülmekte.

Bütçe gelirlerinin sermaye kesimine nasıl peşkeş çekildiği konusundaki örnekler saymakla bitecek gibi değil. Ancak yazıyı fazla uzatmamak için bu kadarı ile yetinerek bahse konu aktarımlar için nelerden vazgeçildiğini açıklamaya çalışalım. Ekonomi biliminin temel kavramından söz edelim öncelikle “gereksinmeler sonsuz ancak kaynaklar sınırlıdır” buradan hareketle karşılanan her gereksinimin bir başkasından feragat etmeyi gerektirdiğini ifade edebiliriz. Sermaye kesimi ile Saray çevresi ve Meclise aktarılmış milyarlar nedeni ile karşılanamayan gereksinmeler siyasi iktidarın tercihlerini göstermekte bizlere. Söz gelimi Milli Eğitim Bakanlığı bütçesi ilk bakışta hayli kabarık gibi görünüyor (1,95 trilyon lira) ancak bu paranın büyük kısmı (%83) maaş ve ücret ödemelerine aktarılmış. Eğitim yatırımlarına ayrılan pay ise sadece %8,2. Bu arada deprem bölgesine yönelik ek bir eğitim yatırımı ise sıfır. İlk ve orta öğrenimdeki öğrencilere yemek verilmesi düşünülmemiş bile. Yeri gelmişken gelişme çağındaki çocuklar için hayatî önem taşıyan bu öğle yemeği bedelinden söz edelim. Ülkede yaklaşık 16 milyon ilk ve orta öğrenimde bulunan öğrenci var. Bunların 3 milyonu özel okullarda öğrenim görmekteler. Devlet okullarındaki öğrenci sayısı yaklaşık 13 milyon. Bu öğrenciler için üç kap yemek vermenin günlük maliyeti yine yaklaşık olarak 1,75 milyar lira (Bir öğün yemeğin maliyeti 134 lira olarak hesaplandı). Tatiller çıkarıldıktan sonra bir ders yılında 160 gün var. 1,75×160=280. dikkat ediniz bu hesap sonucu ortaya çıkan 280 milyar lira KÖİ müteahhitlerine önümüzdeki yıl zarfında ödenmesi planlanan rakam.

İşte siyasi iktidarın toplumun hangi kesimlerine nasıl bir değer biçtiğinin açık göstergesi.

Yüksek öğrenimdeki gençlerin barınma sorunu hepimizin bildiği bir gerçek. Ancak bu konuda da çözüm üretebilecek bir yaklaşım yok bütçede. Yeni açılacak öğrenci yurdu sayısı 30.000’de kalmış, bir önceki yıl bu sayı 40.000 idi. Yenilenmesi ve tadil edilmesi planlanan yurt kapasitesi ise 3000’e düşürülmüş. Buradan çıkarılabilecek sonuç ise siyasi iktidarın öğrencilere ev kiralayan ev sahiplerine bir güzellik yaptığı.

Adalet Bakanlığı bütçesinde de ilginç bir harcama var. Buna göre 9 yeni tutsak evi inşa edilecek 2026’da. Anlaşılan düzene muhalefet eden kesimler yatak bulma sorunu yaşamayacaklar 2026 yılında.

Sağlık bütçesi ise insanı hasta etmek için planlamış adeta şöyle ki:

  • Koruyucu sağlık hizmetlerinin payı düşürülmüş, buna karşın tedavi edici sağlık hizmetlerinin payı arttırılmış. Dolayısı ile insanların hastalanmaları teşvik edilmiş.
  • Şehir hastanelerini işleten 45 şirkete 236 milyar lira ödenek ayrılmış. İşte bir başka servet transferi.

Görüldüğü gibi geniş halk yığınlarına yönelik bir hizmet yok 2026 bütçesinde. Peki, tamamen böyle mi? Hayır, sosyal yardımlarda bir artış söz konusu. Artış oranı %34 hayli yüksek bir oran. Ancak bu sosyal yardım faslında gerçekleştirilen hizmetler can sıkıcı. Makarna, un, kömür vb. yardımlar gerçekte siyasi iktidarın kararlılıkla devam ettirdiği “sürdürülebilir yoksulluk” politikasının bir ürünü. İktidar böyle yaparak yoksulları (tamamını değilse bile büyük bir kısmını) kendisine bağımlı hâle getirmenin peşinde, yoksul kesimlere yönelik gerçekleştirdiği “sadaka” misali yardımlar “biz gidersek bu yardımlar kesilir” propagandası ile birlikte sunuluyor. Bu uygulama da AKP’ye oy verme zorunluluğu hisseden kesimlerin bahse konu suç örgütüne bağlanması ile sonuçlanıyor. Doğru politika yoksulluğu sürdürülebilir kılmak değil, yoksulluğun üzerine giderek onu bertaraf etmek olmalı kanımca.

Yeri gelmişken bu aralar yine yandaş basının yığınlara büyük bir vaveyla ile sunduğu “vatandaşlık geliri” (onlar “vatandaşlık maaşı” diyorlar) kavramından söz edelim. Bu kavram mahiyeti itibarı ile pek çok sakıncayı taşımakta. Bu konu ile ilgili bir eleştiri, okumakta olduğunuz yazının sınırlarını hayli aşar. Bu nedenle “vatandaşlık geliri” kavramına yönelik eleştirileri bir yana bırakarak şunu söylemekle yetinelim:

Bütçede vatandaşlık geliri için ayrılmış bir kuruş bile yok.

Sanırım harcama kalemlerine yönelik yeterince örnek vererek bütçenin kime neler getireceğini açıklamış olduk. Şimdi bir de gelir kalemlerine bakalım ve kimlerden neler götüreceğini incelemeye çalışalım.

Hemen hepimizin bildiği gibi merkezî bütçenin en önemli gelir kaynağı vergi geliridir. Bu da son derece doğal. Ancak verginin hangi kesimlerden nasıl tahsil edildiği önem kazanır bütçe çalışmalarında.

Normal şartlarda gelir ve kazanç üzerinden alınan vergilerin büyük kısmının şirket kazançlarından tahsil edilmesi gerekir. Vergi hukuku temel ilkelerinden biridir bu. Ancak Saray tarafından hazırlanmış taslakta bu ilkenin tersi uygulanıyor ve vergi gelirleri içinde sermaye kesiminin payı giderek düşüyor. 2026 yılı bütçesinde kurumlar vergisinin (işletmelerin kârından tahsil edilen vergi) payı %33, ücretlerden alınan verginin payı ise %67. Bu oranlar siyasi iktidarın işçi sınıfına savaş açtığının göstergesi bana göre.

Kurumlar vergisindeki artış oranı %1,9 olarak hedeflenmiş. Buna karşın ücret geliri elde edenlerden alınacak gelir vergisinde hedeflenen artış oranı %39,55. Burada küçük bir hesap daha yapalım: 39,55/1,9 =20,81. Açıkça görülebileceği gibi Saray’ın işçi sınıfından tahsil etmeyi planladığı vergi artışı işverenlerden tahsil etmeyi planladığı artışın 20,81 katı. Bu açık bir savaş ilanıdır.

Tabii bununla da yetinmiyor Saray. Yukarıda sadece doğrudan vergilendirmeden söz edildi; işin bir de dolaylı vergi boyutu var. Yine bütçe taslağı verilerinden çıkardığımız sonuca göre vergi gelirlerinin %44,16’lık bölümü dolaylı vergilerden elde edilecek. Dolaylı vergiler son derece adaletsiz bir vergilendirme yöntemidir. Ailesi ile birkaç dakika konuşabilmek için telefonunu kullanan üniversite öğrencisi de, telefonla talimat yağdırıp servetine servet katan holding yönetim kurulu başkanı da aynı oranda “iletişim vergisi” öder söz gelimi. Ya da ayda bir kez evine yarım kilo kıyma alan emekçi ile sofrasından pahalı etleri eksik etmeyen zenginin ödediği KDV de aynı orandadır. İşçi, emekçi ve öğrencilerin sayısı patronlara göre çok daha fazla olduğuna göre bu dolaylı vergi kaleminden devletin tahsil ettiği paranın büyük kısmı da bu kesimin ödediği vergilerden oluşmakta.

Bu durumda zaten yüksek vergi ödemekte olan geniş halk yığınları vergisini ödedikten sonra elinde kalan para ile yaşamını sürdürmek için gerekli olan ürün ve hizmetlere ulaşabilmek için KDV, ÖTV gibi vergiler ödemek zorunda kalmakta ve adeta ikinci kez vergilendirilmekte.

Sonuç olarak 2026 yılında Saray yönetiminin bütçe gelirlerini toplumun yoksul kesimlerinden elde etmeyi ve bu geliri “creme de la creme” olarak tabir edilen ayrıcalıklı patronların emrine tahsis etmeyi planladığını açıkça görmekteyiz. Bu durumda maaşlar, ücretler ve taban fiyatlar artması gerektiği kadar artmayacak ancak ödenecek vergiler katlanarak büyüyecektir. İşte bu nedenle 2026 yılı bütçesi bir savaş bütçesidir; bu savaş bir başka devlete karşı değil ülkenin işçi ve emekçilerine karşı başlatılan bir savaştır.

Böylesi bir savaşta Saray çevreleri emekçi halkın rızasını alamayacaklarını bildiklerinden yargıdan destek alarak, şiddet uygulayarak politikalarını empoze etmekten çekinmeyecekleridir. Bu durumda sosyalistlere düşen görev, aralarındaki görüş farklılıklarını bir kenara bırakarak eylem birliği gerçekleştirmek ve ülkenin her köşesinde Saray’ın saldırılarını püskürtecek direnişleri örgütlemek için çaba sarf etmektir.

Tabii bu benim görüşüm.