Ana Sayfa Blog

Kitlesel direnişin 1 Mayıs’ını örgütlemek…

2025 1 Mayısı’nı, geçtiğimiz yıl boyunca başta işçi eylemleri olmak üzere, öğrencilerin, kadınların eylemlerinden doğanın yağmalanmasına karşı gelişen eylemlere, hayvan hakları için yapılan eylemlere birçok alanda süren ve gelişen direnişle karşılıyoruz. Toplumsal direnişin hemen her kesiminin kendi mücadele gündemleriyle hâlihazırda sürdürdüğü direniş 19 Mart’ta öğrencilerin aştığı barikatla birlikte büyümüş, sokaklar, meydanlar “artık böyle yaşamak istemiyoruz” diyen işçilerle, üniversitelilerle, kadınlarla dolmuştur. Kendiliğinden gelişen bu patlama bugün kitle hareketinin doğal bir seyri olarak aynı büyük toplanmalarla olmasa da devam etmektedir. Liseliler, çiftçiler, üniversiteliler talepleri ile sokaklardadır.

Bu sene gerçekleşecek 1 Mayıs, sınıfın bütün kesimlerinin bir araya geldiği, mücadelelerin ortaklaştığı, direnişlerin birbirlerinden öğrendiği, direnişin gücünü gören ve gösteren, kitlesel ve coşkulu bir 1 Mayıs olmalıdır. İşçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs tarih sahnesine ilk çıktığı andan itibaren “kendiliğinden” bir eylem değildir, örgütlenmelidir. 1 Mayıs, emekten, özgürlükten yana olan sendikaların, odaların, sol-sosyalist grupların, partilerin, kitle örgütlerinin karar verdiği, örgütlediği, çağrı yaptığı bir gündür.

Bu sene, 1 Mayıs örgütleme toplantılarında “kitlesel mi yoksa sınırlı bir güç ile Taksim’de mi” tartışması öne çıkmıştır. Tekrar pahasına, 2012 Taksim 1 Mayısı’nın Küba 1 Mayısı’ndan sonra dünyadaki en kitlesel 1 Mayıs olduğunu hatırlatmak isteriz. 

2012’den bugüne bakarsak aradan geçen süreçte Saray Rejimi inşa olmuş, saldırı ve baskılarını sürekli hâle getirmiş aynı zamanda örgütlülükler zayıflamıştır. Fakat bu gerçekliğin bir diğer tarafı da ülkenin her yerinde gelişen direnişlerdir, bugün sokağa çıkan milyonlardır. 

2025 1 Mayısı’nı örgütleyenler olarak bizlerin görevi kitlesel direnişin gelişmesi ve kazanımlarla buluşması için, bugün sokaklara çıkanları kendi talepleri etrafında örgütleyebilmek ve gücünü bir sınıf olarak gösterebileceği 1 Mayıs’ı inşa etmektir.

Taksim Meydanı’nda kitlesel, görkemli 1 Mayıs, emekten, özgürlükten, yana olanların “yapılamaz” ön kabulüyle örgütlenemez. İşçi sınıfının kendi örgütleyeceği eylemleri, bir “otosansürle”, sanki yasaklar meşruymuşçasına ele almak da bunun önünü açmayacaktır.    

Bu nedenlerle 1 Mayıs Taksim de mi olsun kitlesel mi olsun ikilemi gerçek değildir. Hem görkemli ve kitlesel bir 1 Mayıs organize etmek, hem de bunu Taksim’de yapmak mümkündür, ve bu ciddi bir iştir. 

2025 1 Mayısı’nın öncesinde DİSK, KESK, TMMOB, TTB, bu seneyi örgütlemek için bir toplantı çağrısı yapmıştır. Toplantılarda yer alan çağrıcı kurumlar dâhil katılan kurumların büyük çoğunluğu, 1 Mayıs’ın Taksim’de olmasının iyi olacağını fakat 1 Mayıs’ın birleşik ve kitlesel olarak Taksim’de olamayacağını dile getirmiştir. Bu tutumla Taksim 1 Mayısı’nın örgütlenmesi mümkün değildir. Bu hâl konuyu ciddiyetle ele almaktan, 1 Mayıs’ın öznesi olmaktan uzaktır, “iyi” olanı temenni etme hâlidir.

1 Mayıs toplantılarında “şehir merkezinde bir meydan olsun, kitlesel olsun” diyerek bugün onun da örgütlenmesi için adım atmayıp ikircikli tutum alan kurumlar ciddiyetten yoksun bu tutumlarıyla hem açıklanan Kadıköy hem olma ihtimali olan Taksim 1 Mayısı’nın içini boşaltmaktadırlar. 

Bu sene yıllardır yasak olan Kadıköy’de 1 Mayıs yapılmasının açıklanması gelişen direnişin bir kazanımıdır. Birincisi, Kadıköy herhangi bir meydan değildir. İkincisi gerçeğin tahrif edildiği gibi “icazetli” bir alan da değildir. Bu gerçekliğin ortaya konması gereklidir. Kadıköy, 96 1 Mayısı’nda şehit düşenlerin meydanıdır. Şehrin merkezindedir, eylem hafızası canlı ve tazedir, örgütlenirse kitlesel ve coşkulu eylemlerin yeridir. 

Kitlesel direnişin geliştiği bir süreçte 2025 1 Mayısı’nda DİSK, “genel merkezi önüne ulaşabilen üyeleriyle, Taksim’e doğru yola koyulmaya” ise mahkûm değildir.

2025 1 Mayısı birbiri ile koordinasyonu olmadan, yürüyüş kolları olmayan, her grubun ayrı toplanıp Taksim’e gidişi ile sınırlı olmamalıdır. 

2007-2008-2009 Taksim 1 Mayıslarında ortaya konan birleşik, güçlü bir Taksim 1 Mayısı iradesi meydanı işçi sınıfına açmıştır.

Bu irade, 2007 yılında ülkedeki tüm 1 Mayısların tek adresinin Taksim olmasıyla, tüm kentlerden 1 Mayıs’a gelecekler için toplanma alanlarının, yürüyüş kollarının, miting programının ilan edilmesiyle sağlanmıştır. Bugün de Taksim Meydanı ancak böylesi bir ciddiyetle ele alınan birlikte gösterilecek bir irade ile kazanılabilir.

Tarih, 2025 1 Mayısı’nı mücadelenin ve direnişin yükseldiği, direnişlerin bir araya gelebildiği, genel grevin örgütlenmesi için adım atıldığı, kitlesel direnişin büyüdüğü bir dönüm noktası olarak yazma imkânına sahiptir.

Kitlesel ve coşkulu bir 1 Mayıs kendiliğinden olmaz.

2025 1 Mayısı’nı kitlesel ve coşkulu bir gün olarak örgütlemek isteyen tüm sendikaları, odaları, sol-sosyalist örgütleri, partileri, kitle örgütlerini bu sorumluluğu almaya, 1 Mayıs’ın muhatapları olarak bir araya gelmeye ve 2025 1 Mayısı’nı bu ciddiyetle hep birlikte örgütleme iradesini göstermeye çağırıyoruz.

Kaldıraç

23.04.2025

Our statements about March 19 Resistance

On this page you can find our statements on the protests that started on March 19 with the detention of 106 people, including the Mayor of Istanbul Metropolitan Municipality, and the flyers we distributed in the streets.

Plunder, pillage, exploitation, usurpation of will, despotism; total resistance against total attacks!

“On March 31, 2024, right after the local elections, which were completed less than a year ago, those elected said “we will balance the Palace Regime with the municipalities taken in local elections”; it was wrong, it is wrong. The Palace Regime did not come with elections, and it will not go with elections.”

“…The Palace Regime will go and the way to do this is resistance. The victory of these resistances passes through organization, through the United Labor Front.”

You can read our full statement dated March 19, 2025 by clicking here.

For a humane, honorable life; continue the resistance!

“These 6 days have shown us that the will of the people is not only the ballot box. It is even the least ballot box.

These 6 days have shown us that more is possible, for example, IBB’s previous corruption files could have been made public, all the thefts made with municipal resources could have been shared with those who took part in the resistance. And just as those of us in this square were asked to boycott EspressoLab, it could have been said that from now on we will “boycott tenders” for companies like 4.5G that feed the Palace’s coffers. These can still be done.”

You can read the full statement we distributed on March 25, 2025 at Saraçhane Square by clicking here.

Only One Question in Minds, What Will We Do Now?

“We do not have to wait for the call of a union or a party to go on strike.

It is enough for the millions filling the squares to decide on a general strike, to spread this idea in workplaces and to set a date. It is enough to fill the streets that we already fill in the evenings by coming out of our workplaces and schools and stopping life for a full day. If it’s not enough, one more day, if it’s not enough, one more day… One thing is certain, the general strike is the Palace’s nightmare and it will have to back down in the face of it.”

You can read the full statement we distributed on March 29, 2025 at Maltepe Square by clicking here.

Direnişlerin öğrettikleriyle 1 Mayıs’a!

Bu topraklarda 1 Mayısların nasıl kutlandığına bakarak mücadele gelişimini anlamak mümkündür. O sene neler yaşanmış ve bir sonraki yılı neler bekliyor sorusu cevaplanabilir. 77’den 96 1 Mayısı’na, 2012 1 Mayısı’na bakarak tarihsel dönüm noktaları izlenebilir. 2025 1 Mayısı’na giderken de bu nedenle gerçekler ve gerçeklerimiz üzerinde durmaya ihtiyaç vardır.

2024 yılında direnişler yükselmiştir. Bu demek değil ki milyonlar sokaklara dökülmüş, meydanları almıştır. Ama genişleyen, gelişen direnişlerden söz etmek mümkündür. Başta işçi eylemleri olmak üzere, öğrencilerin, kadınların eylemlerinden doğanın yağmalanmasına karşı gelişen eylemlere, hayvan hakları için yapılan eylemlere direniş birçok alanda gelişmiştir. 

Saray Rejiminin yasakları, baskıları itirazlarla karşılanmaktadır. 19 Mart direnişi bunun en açık şekilde görünür hâle gelmesidir. Konu hızlıca İmamoğlu’nun tutuklanmasını aşmıştır. Tüm baskı ve yasaklara karşı, böyle yaşamak istemiyoruz, diyenler sokaklara çıkmıştır, çıkmaktadır. Bunda kendisinden önce gelişen direnişlerin de etkisinin olduğunu görmek gereklidir. İrili ufaklı da olsa gelişen her bir direniş hem direnmek isteyenler için hem de bir sonraki adım için bir öğretmendir.

Neyin mümkün olduğu neyin olmadığı ancak yapılmak istendiğinde görülmektedir. İstanbul Üniversitesi öğrencileri bir barikatı aşmıştır. Bu, öğrencilerin geleceklerine sahip çıkmak için attıkları bir adımdır. Ama etkisi büyüktür. Gezi’den bu yana karşılarında sürekli barikatlar bulanlar bir eşiği geçmiştir. Bu, geniş kitlelere “bu mümkün” dedirtmiştir.

2025 1 Mayısı da bu gelişen direnişlerin bir araya geldiği, birbirlerinden öğrendiği, her bir direnişin taleplerinin alana yansıdığı bir gün olmalıdır. Savaşa, açlığa, işsizliğe, sömürüye, yoksulluğa, devletin baskılarına, yasaklarına, katliamlara, tutuklamalara karşı kitlesel direnişi daha da geliştirmek için bir adım olmalıdır. Bu genel direnme hâlini “genel direniş” hâline dönüştürebilen bir 1 Mayıs olmalıdır.

1 Mayıs alanı ise Taksim’dir. Ortada, kitlesel mi olsun Taksim’de mi olsun, gibi bir ikilem olmamalıdır. Hem görkemli ve kitlesel bir 1 Mayıs örgütlemek hem de bunu Taksim’de yapmak mümkündür. Hatırlanacağı gibi 2012 Taksim 1 Mayısı Küba’dan sonra en kitlesel 1 Mayıs’tır. O güne kıyasla baskının, saldırıların artması, örgütlülüğün zayıflaması önümüzdeki gerçeklerdir fakat bugün gelişen direnişten de öğrenmek gereklidir. Sokağa çıkanların aklına Taksim gelmektedir. Bu, tüm örgütsüzlüğe rağmen ortak hafızanın korunmasıdır.

Böyle bir 1 Mayıs’ı örgütlemek ciddiyet ve sorumluluk gerektirmektedir. Grev yasaklarını tanımayan metal işçilerinden Polonez işçilerinin onurları için kararlılıkla mücadeleyi sürdürmelerine, günlerce sokakları dolduranların ciddiyetine ihtiyaç vardır. 1 Mayıs kutlamalarına öncülük edenler, sendikalar, odalar, devrimciler bu ciddiyetle sorumluluk almalıdır. Direnişçilerin taleplerini bir araya getirebilmek için güç, gelişen direnişlerden alınmalıdır.

Boykot, grev, direniş öne çıkmaktadır. Öğrenciler üzerlerine düşeni yapmış etkili boykotlar örgütlemişlerdir. Asıl gücün üretimden geldiğini bilebilecek olan sendikalar, en başta DİSK olmak üzere, ise genel grev çağrısı yapmamış, direniş gelişirken, ülkenin her yerinde işçi grevleri sürerken, saat 12.00’de ayakta durma çağrısı yapmıştır. İşçilerin emekçilerin hayatları için yürüttükleri mücadeleyi ciddiyetle ele almak, genel grev çağrısı yapabilmektir. Burada sendikalı işçi sayısının azlığı konu edilmektedir. Öğrencilerin de bu denli örgütlü olmadıkları bilinmektedir.

İşçiler, öğrenciler, kadınlar, emekliler eylemlerinden öğrenmektedirler. Binler, genel grev genel direniş sloganı atarken bu 1 Mayıs “genel grev genel direniş”in örgütlenmesi için atılan bir adım olmalıdır. Sendikalar işçileri açlığa, yoksulluğa, sömürüye, adaletsizliğe karşı 1 Mayıs’a taşımalı, işçiler de sendikalarına insanca ve onurlu bir yaşam talepleri konusunda ısrarcı olmalıdır.

Tarih, 2025 1 Mayısı’nı mücadelenin ve direnişin yükseldiği, direnişlerin bir araya gelebildiği, genel grevin örgütlenebildiği, kitlesel direnişin büyüdüğü bir dönüm noktası olarak yazma imkânına sahiptir. Burada önemli olan gelişen direnişlere uygun tutum alarak kazanmak için örgütlenmenin olanaklarını yaratmak, yarın için bu direnişlerden öğrenmektir.

Özgür bir yaşam, insanca yaşam, onurlu bir yaşam sosyalizmle mümkündür. Bu, bugün atılacak adımlarda saklıdır. Kitlesel direnişin büyümesine adım olacak bir 1 Mayıs’ı örgütlemek için tüm güçleri sorumluluk almaya, bu kararlılıkla adım atmaya çağırıyoruz.

KALDIRAÇ HAREKETİ

14.04.2025

Palace Regime, Election or Erdoğan and İmamoglu

March 2025 is marked by interesting developments.

At the end of February, on February 27, 2025, Öcalan called on the PKK to dissolve and the Kurdish movement to lay down arms. This was what the state wanted and Öcalan apparently “fulfilled” this request. The process had already hit the Palace press. For example, the worm Selvi wrote about it in advance.

How is it that worm journalists, who like to know so much in advance, see themselves as important beings? This is not the topic, but this is the question. Unfortunately, it is difficult to say that they are human beings, so we call them “entities”. It suits economics, because as assets they have purchasing and sale values. It is also appropriate for war planning, since any piece of equipment can be considered an “asset”. Just as a gun needs lubrication, so does a worm journalist. A little good work, a little popularity, but most importantly, money. The more disfigured the worm journalist becomes, the more acceptable he is. Abdülkadir Selvi is acceptable in the AS genre, so he gets a lot of information and he presents himself as “a worm with many sources of information”. Pity, he has limited resources to pay. Ahmet Hakan is a worm journalist who is supported by drawing an AH; for every penny given to him, his owner sighs “ah”. Rasim Ozan Kütahyalı, read ROK in this case, is a journalist worm who is always on duty to protect the “king”. Cem, on the other hand, is the smallest of them all and his duty is to seek a place for himself. For this, there is nothing too small for him. Anyway, this is not the point.

These worm journalists took Ekrem İmamoğlu’s diploma as a subject and wrote that the diploma would be canceled first on March 15 and then on March 18. These distinguished representatives of worm journalism are actually receiving news from the “independent judiciary”. How great! No worm has ever been treated like a journalist, and in no country have journalists ever seen such worms, such beings who covet their profession.

None of those whose diplomas were canceled with İmamoğlu faced the threat of having their diplomas taken away from them by canceling this procedure enacted 30 years ago. When İmamoğlu announced that he would be a candidate for the presidency and showed that he would not be intimidated like the other CHP candidates, Ekmeleddin, İnce and Kılıçdaroğlu, something they already knew occured to them.

In accordance with the lesson “one knows the matter from oneself,” those who knew that Erdoğan didn’t have a diploma immediately started to deal with İmamoğlu’s diploma when the new candidate turned out to be a bit tougher. And İmamoğlu’s diploma was canceled. Since the CHP loves the prayer “The Turkish state is a secular, democratic and social state of law,” that night they chose to discuss what measures they would take against this travesty of law. So, the law will resolve this! But İmamoğlu had declared that he no longer trusted the judiciary either.

In the meantime, one of the most striking developments is Atasagun’s messages, which are constantly broadcast as if he were Bahçeli. When Bahçeli was in good health, he would not send so many messages. But the messages became more frequent. The fight over the diploma escalated, Atasagun, pretending to be Bahçeli, said that all Kurds should lay down their arms. The diploma was canceled, and Atasagun, pretending to be Bahçeli, said, “The PKK should immediately convene a congress, convene it in Malazgirt, convene it on May 4th.” Bahçeli seems to want to see the PKK lay down arms while he is alive. But somehow it is funny. The PKK will convene a congress in Malazgirt, but will MHP cadres take care of its security? There seem to be many messages coming in the guise of Bahçeli.

İmamoğlu, whose diploma was cancelled on the evening of March 18, İmamoğlu, was detained on March 19.

While the CHP was struggling not to take to the streets, İmamoğlu did not forget to entrust himself to his “nation.”

The Palace is imposing the trustee policy in the whole country. This is a policy of war inside and outside. And the first way to not allow trustees is not to hand over the municipalities to the trustees. This is the most realistic response to the power, to the Palace, which wants to spread the trustee policy further. If a trustee is a usurpation, the occupation of municipalities against this usurpation is a right.

On March 19, Istanbul University students broke through the police barricade and then Özel said, “I am at Saraçhane, those who ask where can I go can come here.” He had to make a shy call, not as a political figure, but as a political figure who was “afraid to invite people to take to the streets.” Everyone had already started to take to the streets. On March 18, the CHP could not take to the streets, and on March 19 it could not hold its own masses. METU students actually showed the right address by saying “Evacuate the palace, we are coming,” but on the first day they could not break through the barricade. CHP deputies had to walk from the parliament to the CHP headquarters. I hope they didn’t get black water on their feet.

The spirit of resistance is in the students of Istanbul University breaking down the barricade, in the voice rising from METU, in the resistance in the factories, in the resistance of women.

So what is this all about?

It is the rulers’ crisis of governance. Don’t misunderstand, “they can’t rule with the old methods” does not mean that they can’t rule at all. The CHP, for example, very cunningly prevented the march from Saraçhane to the police headquarters. This is also part of governing. Lots of speeches, that’s all, and they do it out of necessity.

To understand this, one must first understand the Palace Regime correctly. The Palace Regime does not only consist of the AK Party and the MHP. The Palace Regime is an extraordinary organization of The State of the Republic of Turkey. Because they cannot govern in the ordinary way. There are three factors that unravel the The State of the Republic of Turkey. One is the Kurdish revolution. The second is the war between the imperialist powers. Now, the US has started to accept the defeat in Ukraine without much publicity. In this way it is preparing for new attacks. But with this war in Ukraine, it broke the will of the EU to a great extent. Now it is locking these imperialist rivals in a war against Russia and preparing itself for a war against China, Iran, etc. Thus, the West, the five main imperialist powers (the US, Germany, Britain, Japan and France), which gave the appearance of unity with the Ukrainian war, are forced to bring the war of division among themselves to the fore again. This will also have an impact on our country. The third factor that is unraveling The State of the Republic of Turkey is the resistance movement that started with Gezi, continued and is rising again today.

Now, the US, which had to accept the defeat of the Ukraine war without seeming to accept it, is preparing for more extensive wars with Trump, while the frozen war of division on the Western front is coming to the fore again.

Now, in the midst of all this, the Kurdish question is back on the agenda. What is being imposed on the Kurds are policies of slaughter, and it is under these conditions that the Kurds are back on the agenda. They are looking for ways to resist the slaughter.

And now, as the Palace is making move after move to prevent İmamoğlu’s presidential candidacy, those fighting on the line of resistance are taking to the streets again. It has become urgent for the sovereign, including the CHP, to prevent this anger, to deflect this anger in the direction of the struggle against the system. For this reason, İmamoğlu is forced to entrust himself not to the CHP but to the “nation.”

This means that the struggle against the Palace Regime is not and cannot be an election-indexed struggle.

At this point, the way of struggle of the working class, the line of resistance, the alternative of revolution and socialism comes to the fore once again. The CHP will not be able to keep its own mass outside this struggle. The more it tries, the smaller it will have to shrink. Workers and laborers must learn to distance themselves from the CHP.

The revolutionary path of the working class is the only way to overthrow the Palace Regime.

The working class, students, women, everyone who struggles and resists must unite under the banner of revolution and socialism. We know that this will take time. But no bourgeois party, no bourgeois ideology will be able to prevent the resistance and organization of the working class.

What the working class, everyone who resists, needs today is the United Labor Front.

The line is clear and unambiguous: it is the line of mass resistance. The solution is to destroy the Palace Regime with mass resistance led by the working class. In this respect, the fronts are becoming clear. What the Palace Regime, The State of the Republic of Turkey, calls “strengthening the internal front” is actually strengthening the Palace Regime. The internal front they want to strengthen is the front against the working class. Our side of the internal front is the working class, women, students, in short, all those who resist. Our duty is to develop, organize and weave this front, the front of the working class and laborers. The working class and all those who resist must rise up, and the way to do this is through resistance, expanding resistance, spreading resistance and organizing.

Conflicts between the rulers are temporary. Plans cannot be made based on this. And only when the working class emerges as a historical force on the political stage can real change, a real revolution begin in the country. Anyone who watches Kurds, workers, laborers, women and young people being thrown into prison and put through the batons will one day face the reality that their turn will come. This is what is happening today. Today, those who are trying to get the support of workers, laborers, women and young people, Kurds, never want the working class to march to power as a political force to fulfill its historical duty. Those who are afraid of the working class, the resistance and the streets are looking for ways to be loyal to the Palace and the state. Once again, they want to extinguish the developing resistance of the working class and the masses. The working class and revolutionaries should not consent to be a party to the conflicts within the ruling class. On the contrary, the working class and revolutionaries are responsible for weaving the independent path, the revolutionary path of the working class. When this is achieved, when the working class takes its place on the political scene with all its weight as a force with the United Labor Front, it will be seen that a socialist revolution alternative is an imminent demand for our country and region. A socialist revolution that will shake the entire region will also be the condition of real peace with its international spirit. Without destroying imperialism and their local collaborationist powers and rulers, real peace is not possible. Peace is only the reality of a world without classes and exploitation.

Yes, it is necessary to take to the streets and squares. There is more; as the students have shown, as the solidarity of Istanbul University has shown, there is also the need to tear down the barricades set up against us. Squares do not mean the CHP’s rally areas. Squares must be the areas where the platforms of those who resist are set up. The streets can be liberated in the hands of workers and laborers, women and youth. Justice does not come from the courthouses, it has not come from, and it will not come from. Courthouses are the Palace’s little nests. Expecting justice from there means surrendering to the system, the state, and cowering. Justice can be achieved with the power of the working class. The socialist government of the working class, where exploitation will end, is also the source of true justice.

In this chaos, in this dust and smoke, in this oppression and violence, the compass is the line of resistance of the working class and laborers. There is no salvation without taking this line of resistance as a basis, without expanding this line of resistance, without ensuring the revolutionary unity of the working class. Yes, “There is no liberation alone, either all together or none of us,” but under the revolutionary flag of the working class.

March 20, 2025

Emperyalizm halkların düşmanıdır! Latin Amerika | Feza Sarar

K

apitalizmin tarih sahnesine çıktığından beri döktüğü kan, yağmaladığı zenginlik, yok ettiği kültürler, herhâlde tüm sınıflı toplumlar tarihi boyunca yok edilenin kat be kat üstündedir. Latin Amerika o lanetli “keşif”ten bu yana 300 yıl boyunca Avrupalı sömürgeciler eliyle kapitalizmi beslemiş, sonrasında ise ABD emperyalizmini beslemek üzere ABD tarafından kendi “arka bahçesi” ilan edilmiştir. Bu yüzden “keşif”ten bu tarafa kıtanın tarihi aynı zamanda katliamlara, soykırımlara, yağmaya, talana karşı, mücadelelerin isyanların, gerilla savaşlarının ve devrimlerin de tarihidir. Túpac Amaru’dan Simón Bolívar’a, Bolívar’dan José Martí’ye, Sandinistalardan Aydınlık Yol’a, Che ve Castro’dan Allende’ye, Topraksızlar Hareketi’nden Komutan Yardımcısı Marcos’a, Hugo Chávez’e ve daha sayamadığımız nicesine kadar isyan ve devrimler tarihidir aynı zamanda.

Kesik damarların kıtası Latin Amerika

“16.000.000 km2’lik topraklar üzerinde, 2.000 kadar farklı dili konuşan binlerce halk, 40.000 yılı aşkın bir sürede, avcı-toplayıcı takımlardan imparatorluklara, farklı boyutlarda, büyük bir kültürel çeşitlilik sergileyen toplumsal-siyasal örgütlülükler oluşturmuş yaşamlarını sürdürüyorlardı. Ta ki 1492 yılının o uğursuz ekim günü, Karayip adalarının açıklarında üç gemi belirene dek…”

Colombus ve denizcilerinin ayak bastığı ve “Hispaniola” adını verdiği adanın (günümüzde: Haiti) yerlileri Arawaklar, dostça karşılarlar Avrupalı denizcileri… Öyle ki, bu ilk karşılaşmaya dair izlenimlerini güncesine şöyle not eder “Amiral”:

“Son derece sade, dürüst ve eli açık insanlar. Herhangi birinde sahip olduğu herhangi bir şey istenince hemen veriyorlar. Kötülüğün ne olduğunu hiç bilmiyorlar, çalmıyorlar, öldürmüyorlar. Komşularını, kendileri kadar çok seviyorlar. Dünyada onlar kadar tatlı dilli insanlar yoktur. Her zaman gülüyorlar…”

Ve bu “sevimli” izlenimlerin hemen ardından ekliyordu: “Elli adamla bu halkın hepsini boyunduruk altına alabilir ve onlara her istediğimizi yaptırabiliriz.”

Colombus pragmatik, dünyevî bir Rönesans adamıydı ve “neyin” peşinde olduğunu gayet iyi biliyordu (Howard Zinn, güncesinin ilk iki haftalık anılarında, bir sözcüğün tam yetmiş beş kez geçtiğini saptar. Bu sözcük, “altın”dır…).

Batı uygarlığı, altını güvence altına alabilmek için müthiş bir sistem geliştirdi: On dört yaş ve üstündeki herkese, üç ayda belli bir miktar altın getirmelerini emrettiler. Altın getirenlere birer bakır marka verip boyunlarına astırıyorlardı. Bakır markası olmayan yerlilerin ellerini kesip kan kaybından ölmeye terk ediyorlardı.

Amerika kıtasının Avrupalı sömürgecilerce istilasından önce, sömürgeciler için “yeni dünya”, yerliler içinse gerçek ve tek dünya olan bu topraklarda göçebe kabileler -yerleşik olan olmayan aşiretler- giderek yüksek medeniyete sahip krallıklar ve imparatorluklar durumunda milyonlarca insan ve çok sayıda halk bulunuyordu.

Bunların içinde Peru’da İnkalar, Orta Amerika’nın güneydoğusunda Mayalar, şimdiki Meksika Cumhuriyeti’nin başkenti olan Meksiko’da Aztekler birçok bakımdan o günkü Avrupa’nın çok ilerisinde olan bir uygarlığı sürdürmekteydiler.

Anlatılan zenginliklerin peşine düşen katil sürüleri ana karaya seferlere başladılar. Altın ve gümüş madenlerinin bulunduğu ana karada da katliamlarına devam ettiler. Maden üretiminden besin maddelerinin üretimine kadar bütün süreç boyunca her bölge, ürettiği şeyle özdeşleşmiş hâldeydi ve Avrupa’nın kendisinden beklediğini üretmekteydi; okyanus ötesine doğru çıkan kalyonlara yüklenen her ürün, o bölge için bir mesleğe ve bir tür kadere dönüşmekteydi. Paul Baran’ın dediği gibi, kapitalizmle birlikte ortaya çıktığı şekli içinde uluslararası iş bölümü, bir atlı ile atı arasındaki rollerin dağılımına son derece benziyordu. Sömürge dünyasının pazarları, yeni doğan kapitalizmin kendi iç pazarının basit birer uzantısı olarak büyümüşlerdir.

Olağanüstü koşullarda gerçekleştirilen fetihlerle bu yeni dünyanın toprakları, teker teker, para ve iktidar hırsıyla İspanya’dan ve daha başka Avrupa ülkelerinden kopup gelen sömürgeci maceracıların eline geçti. Bunlar ele geçirdikleri bütün canlı ve cansız varlıkları tahrip ederek sömürgeci talana koyuldular.

Teslim olanlar, köleleştirilerek, alınlarında sahiplerinin kızgın damgasıyla damgalanmış işaretleri, boyunlarından birbirlerine zincirlenmiş bir hâlde maden ocaklarında ve yerleşimcilerin plantasyonlarında çalıştırılmaya gönderildiler. Yavaş yürüyenler, tökezleyenler, hayır kırbaçlanmıyordu bile… Oracıkta kafaları kesiliyordu. Yürüyüşü aksatan çocuklar parçalanıyor, gebe kadınların karınları deşiliyordu. Madenlerde, yerin onlarca, yüzlerce metre altında, günde 10-12 saat çalıştırılmaktaydılar. Pek az yerli 6 aydan uzun bir süre hayatta kalabildi. Peru’daki Potosi gümüş madenlerinin yolunu bulmak çok kolaydır, kaydını düşer tarihçiler. Çünkü madenin onlarca millik çevresi, insan kemiği kalıntılarından bembeyaz olmuştur.

İspanyol efendiler, tükenmeyecek bir köle kaynağına sahip olduklarını sanmaktaydılar.

Oysa çok hızlı tükendiler. Tüm Meksika’da Avrupalılar ayak bastığında 25 milyon olarak hesaplanan nüfus, 75 yıl sonra, 1595’te 1.300.000’e düşmüştü. Tüm Latin Amerika için Avrupalıların neden olduğu yerli nüfus kaybı, 70-80 yıl içerisinde yüzde 90-95 olarak hesaplanmaktadır.

Anglosaksonların Kuzey’deki, İspanyol ve Portekiz sömürgeciliğinin ise Güney Amerika’daki katliamlarının kesin rakamlarını tahmin edebilmek bile mümkün değildir. Sayıları milyonlarla ifade edilen Aztek ve İnka halklarının korkunç katliamlarla yok edilmesinin ötesinde sömürgecilerin yerlilerden gasbettiği maden ve altın stoklarının da miktarı tam olarak bilinmemektedir.

Yağma ve sömürü öylesine boyutluydu ki etkileri günümüze dek uzanmaktadır. Bugün Latin Amerika’da yerli halklar veya Kızılderili topluluklar, Latin Amerika nüfusunun yüzde 10’unu oluşturmaktayken; Dünya Bankası araştırmasına göre, hâlâ ciddi yoksulluk çekiyor; bölgede yaşayan diğer insanlardan çok daha düşük seviyede sağlık ve eğitim hizmeti alabiliyorlar.

Bunun yanında, Yerli Dili Yazarlar Topluluğundan Francisco de la Cruz, Meksika’da en az 10 milyon insanın konuştuğu 63 yerli dilinin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu vurgusuyla “İspanyollar fetih sırasında (1519) geldiği zaman 140 çeşit yerli dili konuşuluyordu. Her on yılda bir bu dillerde azalma kaydedildi ve bugün sadece 63 dil var. Bazı bölgelerde bu dilleri sadece yaşlılar konuşuyor, bu diller o insanlarla birlikte yok olacak,” diyor.

Nüfusun bu denli kırıma uğramasının bir nedeni de işgalciler tarafından bu topraklara taşınan bakteriler ve virüslerdir. Çiçek, tetanos, tifüs, cüzzam, sarı humma, zührevî hastalıklar getirdiler beraberlerinde. Bu bakteri ve virüslere karşı hiçbir direnci olmayan yerli halk hastalıktan ölüyordu.

XVI. yüzyıl sonunda Karayip adalarıyla, Orta ve Güney Amerika’ya 200.000 İspanyol ve Portekizli taşınmıştır; 60, belki 80 milyon ölü yerliden boşalan topraklara.

Her şeye karşın, yitirilmeyen bir umut vardı. Onurlarını korumaya kararlı birçok yerli, ayaklanmalara katılacaktı. 1781’de Túpac Amaru Cuzco’yu kuşattı.

Túpac Amaru, İnka imparatorlarının soyundan gelme melez bir kabile reisiydi. Geniş çaplı bir devrimci hareketin başını çekti. İsyan önce Tinta bölgesinde patlak verdi. Túpac Amaru, Tungasuca alanına beyaz atı üzerinde girdiği zaman trampet ve pututu’larla karşılandı. Corregidor (kent yargıcı) Antonio Juan de Arriaga’yı idama mahkûm ettiğini ve Potosí’de mita (yerlilerin çok düşük bir ücret karşılığında, kurayla, zorla çalıştırıldıkları kuruluş) uygulamasını yasakladığını açıkladı. Tinta bölgesi, gümüş madenlerindeki zorunlu iş yüzünden bomboştu. Birkaç gün sonra, Túpac Amaru yeni bir bildiriyle kölelere özgürlük tanıdı. Bütün vergileri ve her türlü iş gücü “bölüşümünü” kaldırdı. Bu “bütün yoksulların, sefillerin ve öksüzlerin babası”nın saflarına binlerce yerli katıldı. Túpac Amaru çeteleri ile birlikte Cuzco’ya yürüdü. Söylevlerinde, bu savaşta emrinde ölenlerin dirileceğini ve istilacıların gasbettiği eski zenginliklerine kavuşacaklarını söylüyordu. Kimi zaman kazanıp, kimi zaman yenik düşen Túpac Amaru, sonunda adamlarından birinin ihanetine uğradı ve zincire vurulup İspanyollara teslim edildi. Areche, Túpac Amaru’nun hücresine gelip, vaatler karşılığında kendisinden isyana katılanların adlarını öğrenmeye çalıştığında aldığı cevap şu oldu:

– Bu olayda yalnızca iki suç ortağı var: sen ve ben; sen zorba, ben de kurtarıcı olarak ölümü hak ettik.

Monroe Doktrini ve Yankee dönemi

İngiliz sömürgeciliğine karşı kendi “özgürlük savaşı”nı veren ABD’nin bu savaştan öğrendiği en kalıcı tecrübe, sömürgecilikte Avrupalı sömürgecileri aratmayacak kadar gelişmiş olmasıdır. Latin Amerika olarak bahsedilen Orta ve Güney Amerika’yı İngiliz sömürgeciliğinden bildiği yöntemleri geliştirerek sömürgeleştirmiş ve kendi laboratuvar alanı olarak kullanmıştır. 1823’te, Avrupalı sömürgecilerin Amerika kıtasında sömürge kurmamaları ve buradaki devletlerin işlerine karışmamaları yönünde uyaran ABD dış politika bildirgesi Monreo Doktrini bunun en önemli belgesidir.

Kuzey’de, yeni bir anlayış ve yeni bir güç odağı olarak gelişen ABD, 1848’de Meksika’daki iç karışıklıklardan yararlanarak, Meksika topraklarının yarısından fazlasını alıp; Teksas’ı, Yeni Meksika’yı (Nuevo Mexico) ve Yeni Kaliforniya’yı (Nueva California) kendi topraklarına kattı.

ABD’nin sınai üretimi 1880’de Büyük Britanya’nınkine ulaştı. 1894’te de onu aştı. 1898’de ABD’nin çökmekte olan İspanya’ya karşı kazandığı kolay zaferle Porto Rico, Küba ve Filipinler’i “kurtarması”, içeride tamamlanmış olan yayılmacılığın yerini alan dış yayılmacılık dönemini başlattı. “Büyük değnek siyaseti”nin kaba bir savunucusu olan ilk Roosevelt, 1903’te, ABD’nin kanal yöresine koloni kurallarını dayattığı “Panama’yı ele geçirmek”le kalmamış, güneyli ülkelere uygulanan top-tüfek politikasını da ilke hâline getirmişti. 1904’te Monreo Doktrini’ne eklediği “sonuç” bölümüyle ABD, “komşu ülkelerde”, “uluslararası polis gücü” oluşturma yetkisini resmen elde ediyordu. Bu politika günümüzde de ABD’nin kendisini Kuzey ve Güney Amerika’nın güvenliğinden sorumlu gördüğü bir politikayla hâlâ devam etmektedir.

1850’lerde filibustero (korsan) William Walker, Morgan ve Garrison adlı bankerler adına Orta Amerika’yı kuşattı. Başında bulunduğu çetelerin adı “Amerikan Ölümsüzler Tugayı” idi. Walker, ABD hükûmetinin yarı resmî desteğiyle, çalarak, öldürerek, yakarak ele geçirdiği Nikaragua, El Salvador ve Honduras’ın başkanı ilan etti kendini. İşgal ettiği bölgelerde köleci sistemi yeniden kurarak, ülkesinin kısa süre önce Meksika’da başlattığı “insanlık görevi”ni sürdürdü.

Dönüşünde, ABD’de bir ulusal kahraman gibi karşılandı. Ardından işgaller, müdahaleler, bombardımanlar, zorunlu borçlar, savaş meydanında imzalatılan antlaşmalar birbirini izledi. 1912’de Başkan William H. Taft, “Yıldızlı ve çizgili bayrağımızın birbirinden eşit uzaklıktaki üç noktaya, Kuzey Kutbu, Panama Kanalı ve Güney Kutbu’nda dalgalanacağı gün yakındır. Irkımızın üstünlüğü gereği manevi anlamda zaten bizim olan bütün yarımküre, gerçekten bizim olacaktır,” diyordu.

ABD’nin dış politikasıyla ilgili olarak adaletin gösterdiği doğru yolun, “Mallarımıza ve kapitalistlerimize kârlı yatırımlar sağlamak amacıyla yapılacak her türlü müdahaleyi” meşru kıldığını belirtiyordu. Aynı dönemde eski başkan Teddy Roosevelt, Kolombiya’yı nasıl başarıyla kesip biçtiklerini çekinmeden hatırlatıyordu. Nobel Barış Ödülü’nün sahibi, Panama’yı nasıl bağımsızlaştırdığını anlatarak, “Kanal’ı ben aldım!” diye haykırıyordu. Kolombiya kısa süre sonra 25 milyon dolarlık bir tazminat aldı. ABD’nin iki okyanus arasında bir yola sahip olabilmesi için doğmuş bir ülkenin fiyatı buydu.

Karayipler’i ulusal çıkarları bakımından denetimi zorunlu bir iç deniz olarak gören ABD, Orta Amerika berzahını da Panama yapay kanalının açılmasından önceki dönemden beri ABD’nin Atlantik ve Pasifik kıyıları arasındaki içi iletişimi sağlayan bir hat olarak tanımlamaktaydı. Bu jeopolitik yaklaşımın ötesinde Avrupalıların yerini alan ABD’nin özel avlanma alanları olarak gördükleri bazı güney ülkelerinde önemli ekonomik çıkarları da vardı. United Fruit ve National City Bank bu ekonomik nüfuzun simgeleridir. Kendilerini mare nostrum’un (bizim deniz) jandarması ilan eden Kuzey Amerikalılar, Theodore Roosevelt’in deyişi ile “uygar toplum ilişkilerinin gevşemesine yol açan iktidar boşlukları ya da yetersizliklerinin süreklilik kazanması” durumunda kendilerinde, bu “hayatî güvenlik bölgesi”ne askerî müdahalede bulunma hakkını görmekteydiler. Hattâ bu müdahale ilkesi “İspanyol boyunduruğu”ndan kurtarılan Küba’nın anayasasında bile yer almaktaydı. Kuzey Amerikalı işgal kuvvetleri adadan ancak Platt Anlaşması’nın kabulüyle çekilmişlerdi. Anlaşmanın III. maddesinde “Küba hükûmeti, Küba’nın bağımsızlığını korumak, can ve mal güvenliği ile özgürlüklere saygı gösterilmesini sağlayacak güce sahip bir yönetim kurmak için Amerika Birleşik Devletleri’nin müdahale hakkı bulunduğunu kabul eder,” denilmekte ve ABD’nin uluslararası yükümlülüğüne değinilmektedir. 1906’da Amerika yanlısı tutucu hükûmetin devrilmesi adanın ikinci kez Amerikan denizcileri tarafından işgal edilmesine neden oldu. Bu işgal, ABD’nin bölgenin öbür ülkelerine de değişen sürelerle az ya da çok doğrudan bir biçimde müdahale etmesi ve idareye el koymasıyla sonuçlanan bir dizi askerî müdahalenin ilkiydi. 1912’de Nikaragua, 1915’te Haiti, 1916’da San Domingo, Küba ile aynı akıbete uğradılar. Dominik Cumhuriyeti, 1916’dan 1924’e kadar işgal altında kaldı; Nikaragua iki kez işgal edildi (1912-1925, 1926-1933). Haiti ise, 1915-1934 arasında denizciler tarafından kesintisiz biçimde “korundu”.

Kontrgerilla, darbe, askerî diktatörlük yöntemlerinin laboratuvarı

ABD “arka bahçesi” ilan ettiği Latin Amerika’da ABD tekellerinin (United Fruit Company, Standart Oil, National City Bank, ITT, Anaconda, Kennecott…) çıkarları her tehlikeye girdiğinde müdahale etmiştir. Burası aynı zamanda dünyanın diğer bölgelerine nasıl müdahale edeceğini test ettiği bir laboratuvar işlevi de görmüştür. Çünkü o artık 2. Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalist dünyanın hegemon gücüdür. Emperyalizmin (elbette öncelikle ABD’nin) çıkarlarına aykırı her gelişme her tür yolla önlenmelidir.

Tarihleri ne olursa olsun Amerikan kuvvetlerinin geri çekilmeleri hep aynı koşullarda gerçekleşmişti. ABD geri çekilmeden önce, denizcilerin yerini alma, düzeni, iç barışı ve ABD’nin çıkarlarını savunma ile yükümlü askerîleştirilmiş bir polis gücü kurmaktaydı. Bu yeni tip orduların görevi, vasi gücü, doğrudan bir askerî müdahalenin diplomatik ve siyasal maliyetinden kurtarmak, ABD hegemonyasını garanti altına almaktı. İşte bölgenin kendine özgü nitelikler taşıyan militarizminin kökeninde egemenlikleri kısıtlı uluslara kabul ettirilen bu ikame güçler yatmaktaydı.

Dünya çapındaki Birleşik Devletler askerî-politik saldırısı, Latin Amerika’daki birçok durumda açıkça ortadadır. Birleşik Devletler saldırısı, çürümekte olan yandaş rejimleri desteklemek, bağımsız rejimleri istikrarsızlaştırmak, merkez solu sağa kaydırmak ve ABD imparatorluğuna ve onun yandaşlarına karşı mücadele eden ve hızla yayılan halk hareketlerini yok etmek veya izole etmek üzerine kuruludur.

1962 ile Küba krizinin doruğa eriştiği 1966 Haziran ayı arasında kıtada dokuz hükûmet darbesi yapıldı. Bu dokuz darbeden en az sekizinde, ordu, halk hareketleri ya da “komünizm” karşısında çok zayıf kaldığı düşünülen hükûmetlerle, Dominik Cumhuriyeti ve Brezilya’da olduğu gibi “yıkıcı” diye nitelenen reformları bizzat yapmak isteyen hükûmetleri, “işlerin daha kötüye gitmesini önleme” gayesiyle düşürmüştür.

 

 

Mart 1962        Arjantin                       Arturo Frondizi

Temmuz 1962  Peru                 Manuel Prado

Mart 1963        Guatemala       Ydígoras Fuentes

Temmuz 1963  Ekvador                      C. Julio Arosemena

Monroy

Eylül 1963       Dominik Cum. Juan Bosch

Ekim 1963       Honduras         R. Villeda Morales

Nisan 1964       Brezilya                       J. Goulart

Kasım 1964      Bolivya            V. Paz Estenssoro

Haziran 1966    Arjantin                       Arturo Illia

Haiti

Kara Haiti Cumhuriyeti’nde deniz kuvvetleri tarafından eğitilen “zırhlı jandarma”nın oluşturulması sayesinde uzatmalı bir Amerikan işgali yaşandı. Avrupa’nın, özellikle Almanya’nın, kıyıları Panama Kanalı yolu üzerinde stratejik bir konumda olan bu ülkeye gösterdikleri iktisadî ilgiden tedirgin olan ABD, Haiti’deki gelişmeleri yakından izlemekteydi. Hükûmetin para ihtiyacı ve 4 yılda 6 başkan değiştiren -sonuncusu halk tarafından linç edilmişti- ülkenin her an patlamaya hazır istikrarsızlığı, ABD’ye dolar diplomasisinin ardından, önce gümrükleri ve ulusal mali sistemi, sonra da ülke yönetimini ele almak üzere askerî bir müdahalede bulunma olanağı verdi. Doğrucu Roosevelt bu eylemi şöyle aklıyordu: Haiti anarşisi nedeniyle canlar ve mallar tehlikede değil miydi?

Burada işgal birlikleri çok kararlı bir halk direnişiyle karşılaştılar. Hedefi “istilacıları denize dökmek” olan Charlemagne Péralte’ın yönetimi altında 10.000 partizan seferber etmeyi başaran coco isyanı. Irkçılığın da yardımıyla bu isyanın bastırılışı çok vahşice oldu. Özellikle insanların derilerinin renklerine göre ayrı kamplara konulmasına dayanan uygulama açısından bu bastırma harekâtı, Kuzey Amerikalıların başka sömürgelere “barış götürme” deneylerinin ilkiydi.

Guatemala

Guatemala 1931’den sonra askerî diktatör Jorge Ubico tarafından yönetilmeye başlamıştı. Ubico, büyük bir kısmı yerli Maya köylülerinden çalınmış olan son derece verimli toprakları ABD’nin United Fruit Company isimli şirketine peşkeş çekmesi karşılığında ABD’den destek gören bir liderdi. Ubico’nun acımasız yönetimine uzun yıllar tahammül eden Guatemala halkı sonunda bir halk devrimiyle onu devirerek ülkenin ilk demokratik seçimlerinin yolunu açtı ve 1945’te yapılan seçimle başa Juan José Arévalo geçti. Felsefe profesörü olan Arévalo, selefinin tam tersiydi. Ubico ülkeyi seçkinlerin çıkarlarına uygun bir şekilde yönetirken Arévalo önceliği yoksullara veriyordu.

1950’lerde demokratik yoldan seçilmiş devlet başkanı Jacobo Arbenz’in toprak reformları (ki bu adımlar ABD’li United Fruit Company’nin çıkarlarına aykırıydı ve şirket büyük kâr getiren bu ülkeyi kaybetmek istemiyordu) sayesinde ciddi bir değişimi kucaklamaya hazırdı, fakat medya manipülatörleri, Amerikalıları Arbenz’in Amerikan demokrasisi için her nasılsa (Rus kuklası olduğu, ülkeyi Sovyetler Birliği’nin uydu devletlerinden biri gibi gösterip) bir tehdit oluşturduğuna ikna etmek için seferber oldu.

CIA’nın tezgahladığı darbe seçilmiş başkanı devirdi ve yerine kendi adamı olan Castillo Armas’ı getirdi.

Böylelikle de diktatörlüğe karşı demokrasiyi savunan, geniş işçi kitlelerine dayanan gerillaların yasa dışı rejime karşı silahlı direnişi başladı.

Öldürülen Armas’ın yerine 1958 yılında geçen Miguel Ydígoras, sürgünde bulunan Devrimci Parti lideri ve eski devlet başkanı Juan José Arévalo’ya ülkesine dönerek seçimlere katılma çağrısında bulundu. Ancak bu çağrı, ABD destekli subaylar tarafından Ydígoras’ın da devrilmesiyle sonuçlandı. Operasyonun adı “dürüstlük operasyonu”ydu.

1955 ve sonrasında Guatemala’ya yerleşmiş olan ABD sermayesi, 1960’larda gerilla mücadelelerine karşı ilk defa kontrgerilla faaliyetini örgütledi ve ilk defa napalm bombasını burada kullandı. Muhalifler ilk defa bu ülkede “kaybolmaya” başladı, 1980’lerde ilk defa köy koruculuğu sistemi yine bu ülkede başlatıldı.

United Fruit Company adlı ABD tekelinin desteği ile toplanan paralı askerler ve ABD yeşil berelilerinin müdahalesini izleyen faşist cuntalar sırasında 1960’tan 1996’ya tam 36 yıl süren iç savaş 300 bin kişinin yaşamına mâl oldu. Sadece 1986 yılı içerisinde öldürülen işçi, köylü ve devrimci sayısı 18 bindir.

Nikaragua

1932’de Amerikan denizcileri, ilk liberal ayaklanmaya katılmış olan, karısı iktidardaki başkan Sacasa’nın akrabası olan ama siyasete fazla bulaşmamış, Philadelphia’da okuduğu için de iyi İngilizce bilen, ABD’lileri iyi tanıyan Anastasio Somoza García’yı Ulusal Muhafızların şefliğine getirdiler.

Somoza’nın bu yükselişinden ürken Sacasa, Sandino’dan bir denge unsuru olarak faydalanmak istedi. Ve bu doğrultuda Sandino’nun çekilmeyi taahhüt ettiği Rio Coco bölgesindeki köylü kooperatiflerine güvence vermeyi kabul etti. Fakat Somoza kendisi için tehlike olarak gördüğü Sandino’yu 1934’te Başkanlık Sarayı’nda yapılan ziyafete davet edip, Ulusal Muhafızlar tarafından kurulan pusuda katlettirdi. Zaten silahları bırakmış olan Sandino’nun güçleri de 1-2 yıl içinde dağıldı.

Somoza, 1936 yılında Ulusal Muhafızları baskı unsuru olarak kullandı ve Sacasa’nın istifa etmesini sağladı. Kendisi de iki haftalığına Ulusal Muhafız Şef Direktörlüğünden istifa etti ve 1936 yılında devlet başkanı oldu. Somozo ailesi bundan böyle tam 43 yıl iktidarda kalacaktı.

1962 yılında Sandinista Ulusal Kurtuluş Cephesi kuruldu.

1979 yılında halkın desteği ile FSLN (Sandinista Ulusal Kurtuluş Cephesi) gerilla savaşını kazandı.

Sandinistalar, topraksız köylüler için büyük mülklere el koymaya, madenler ile ormanları kamulaştırmaya başladılar. Mülkleri ellerinden alınan ve sürgüne yollanmış toprak sahipleri “kontra” isyancı ordusu kurarak muhalefeti bir araya getirdi.

1981’de ABD basını Somozist karşı-devrimciler için Florida’da eğitim kampı açıldığını duyurdu.

1983’te 2 bin kişilik kontra Honduras sınırından girdi, bin altı yüz kişilik ABD ve 5 bin kişilik Honduras kuvveti “Büyük Çam” adlı manevralara başladı.

1983’te ABD Grenada adasını işgal etti.

1980 yılında ABD’nin para ve silah vererek desteklediği devrim karşıtı kontralar, Sandinist yönetimin devrilmesi için saldırıya geçtiler. 1985 yılında Sandinistler seçimi tekrar kazanınca ABD aynı yıl Nikaragua’ya ticaret ambargosu uygulamaya başladı. Sandinist Hareket kontralarla savaşı sona erdirmek için dayatılan barış planını kabul etmek zorunda kaldı.

1990’da düzenlenen seçimlerde ABD, muhalefet gruplarına büyük yardımlarda bulundu. Sandinistalar seçimi Violeta Chamorro liderliğindeki bir ittifaka kaybettiler.

El Salvador

Ülkedeki çatışmaları önleme adına 1979 yılında faşist bir cunta yönetime el koydu. Marksist gerilla örgütü Farabundo Martí Ulusal Kurtuluş Cephesinin (FMLN) mücadelesini ezmek için 1981’de ülkeye ABD birlikleri geldi. 75 bin kişinin öldüğü 12 yıl süren bir iç savaş yaşandı.

1979 yılından sonra CIA tarafından faşist Arena Partisi ile birlikte oluşturulan ölüm mangaları toplam 70 bin devrimci ve yurtseveri katletmiştir. Binlerce köylü ve çocuk bu rakamın içindedir. Sadece 1981’de ölüm mangaları içlerinde rahiplerin de bulunduğu 12 bin kişiyi öldürdüler. Bütün bu cinayetlerin arkasında ABD’li danışmanların durduğu ve birçok katliama bizzat katıldıkları ise resmî belgelerle kanıtlandı.

Kolombiya

Kolombiya’da 1948’de United Fruit Company ve Standart Oil’in siparişiyle CIA’nın Kolombiya Devlet Başkanı Gaitán’ı öldürmesiyle başlayan cuntalar dönemi aynı zamanda cinayetler dönemidir. 1948 ve 1957 arasındaki cuntalar sırasında 300 bin kişi, 1957 ile 1963 arasında ise 20 binden fazla insan öldürüldü.

FARC-EP’ye (Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri) karşı yürütülen karşı-devrimci savaşta ABD tarafından eğitilen ve donatılan askerî güçler ve paramiliter oluşumlarla en az 40 bin kişi öldürüldü ve 2 milyon kişi yerlerinden zorla göç ettirildi.

1998’de zamanın Kolombiya Devlet Başkanı Andrés Pastrana, barış görüşmeleri için FARC-EP’ye Caquetá bölgesinde 16 bin km karelik güvenli bir alan bıraktı. Aynı dönemde ABD bu bölgede gelişen FARC kurumsallaşmasını dağıtmak ve organizasyonu tümden yok etmek için yeni yoğun bir karşı-devrimci kampanyaya hız verdi.

Honduras

Honduras’ta ABD tarihsel olarak neredeyse tüm askerî birlikleri eğitti. Honduras’taki askerî üssü üzerinden, Pentagon’un askerî istihbarat görevlileri bütün politik aktörlerin politik eylem ve hatlarını iyi bir şekilde izleyebilmek için yakın ilişkiler kurdu. Honduras ağır bir şekilde sömürgeleştirildiği için, bölgeye yönelik ABD askerî müdahalelerine en önemli üs görevini gördü.

Demokratik bir şekilde seçilmiş Guatemala Devlet Daşkanı Jacobo Arbenz’e yönelik 1954’teki ABD destekli darbe Honduras’tan başlatıldı. 1961’deki Küba’ya yönelik ABD güdümlü işgal girişimi yine Honduras’tan başlatıldı. 1981-1989 arası, Nikaragua’nın Sandinist hükûmetine karşı savaşmak için 20 bin paralı kontrgerilladan oluşan ölüm mangaları ABD tarafından Honduras’ta eğitildi ve finanse edildi.

Şili

ABD, 1950 ve 60’larda Şili konusunda özellikle kaygılıydı. Birleşmiş Milletlerin Latin Amerika Ekonomik Komisyonuna ve Raúl Prebisch (Arjantinli ekonomist) gibi isimlere ev sahipliği eden Şili, Latin Amerika’da kalkınmacı düşüncenin merkez üssü hâline gelmişti. ABD bu fikirlerin kıtanın geri kalanına yayılmasından endişe ediyordu.

ABD hükûmeti, bu yönelimin önünü almak için 1956’da Şili Projesi’ni başlattı. Projenin amacı Şilili iktisat öğrencilerini (toplamda 100 kadar genci) Chicago Üniversitesine getirip neoliberal teorinin ilkelerine uygun bir şekilde eğiterek kalkınmacılık fikrine karşı bir direnç geliştirmekti. On yıl sonra daha da genişletilen programa kıtadaki başka ülkelerden öğrenciler de alındı ve bu sürecin sonunda Chicago’da Latin Amerika Ekonomik Çalışmalar Merkezi kuruldu. Bu öğrencileri yetiştirerek sosyal güvenlik mekanizmalarını, ticarete yönelik sınırlamaları, sanayiye yönelik korumacı düzenlemeleri, fiyat kontrollerini, kamu hizmetlerini ve o dönemde ilerici Latin Amerikalı iktisatçılar tarafından savunulan benzer nitelikteki pek çok başka politikayı gözden düşürmekte kullanılacak bir nesil yaratmak amaçlanıyordu.

Fakat USAID (ABD Uluslararası İşbirliği İdaresi) ve Ford Vakfı gibi bağışçılardan gelen milyonlarca dolar paraya rağmen proje büyük bir başarısızlık hikâyesiydi. Kalkınmacılık Latin Amerika’da yayılmaya devam ediyor, seçmenlerin büyük bir kısmı kamulaştırmaların, toprak reformlarının ve Küresel Güney ülkeleri arasındaki işbirliğinin artmasını istiyordu.

Bu gidişatın en belirgin olduğu yer Şili’ydi. O dönemde Şili nüfusunun büyük kısmı derin bir yoksulluk çekerken, ülkenin arazileri ve madenleri küçük bir seçkinler topluluğu ile ABD’li şirketlerin elindeydi. Şili’de sıradağların yamaçları dünyanın en verimli bakır rezervleridir. Dünya bakır rezervinin üçte biri Şili’de bulunur. ABD’li Anaconda ve Kennecott şirketleri bakır madenlerinin sahipleriydiler.

1970 yılında sol partilerin koalisyonu (Unidad Popular “Birleşik Halk Cephesi”) ile Salvador Allende seçimleri kazanarak (ABD’li şirketlerin CIA ile el ele verip seçimi sağcı aday Jorge Alessandri lehine manipüle etmesine rağmen) Şili devlet başkanı oldu. Allende adil bir toplum kurma sözü vermişti. Seçilir seçilmez asgarî ücret uygulaması başladı (Kennecott şirketi Şili’de ABD maden işçilerine ödediği ücretin 8’de 1’i ücret ödüyordu). Ekmeğin fiyatı düşürüldü, okullarda ücretsiz yemek verilmeye başlandı, düşük gelirlilere sunulan konutların sayısı arttırıldı. Bakır madenleri kamulaştırıldı, şahısların mülkiyetinde bulunan arazilerin 80 hektarı geçen kısmı (istimlak bedeli ödenerek) kamulaştırıldı. Toprak köylülere dağıtıldı.

ABD en başta askerî yöntemlere başvurmadan, baskı uygulayarak Allende’yi kamulaştırma programından vazgeçirmeye denedi. Şili ekonomisini boğmak için bütün yolları denedi. CIA de ABD’nin çokuluslu şirketlerinden ITT’ye ait El Mercurio gazetesi aracılığıyla Allende karşıtı bir propaganda savaşı başlattı. Bütün bu çabalar sonuç vermedi. ABD başka çaresinin kalmadığını düşünerek daha önce test ettiği yönteme, yani darbeye yöneldi.

Kendilerini ulusun potansiyel “moral gücü” olarak gören silahlı kuvvetler Şili halkına karşı gerçek bir savaş başlattılar, çünkü halk onların gözünde “iç düşman” idi. Unidad Popular lideri Salvador Allende hükûmetine karşı yapılan darbe 11 Eylül 1973’te Fubelt Operasyonu kod adıyla ve CIA’nın desteğiyle faşist diktatör General Augusto Pinochet tarafından gerçekleştirildi. Allende başında miğferi, elinde otomatik tüfeği ile darbecilere karşı başkanlık yeri Moneda Sarayı’nda savaştı. Moneda Sarayı uçaklardan atılan bombalarla vuruldu, Allende öldürüldü. Sanayi siteleri de bombalandı, binlerce işçi katledildi. Binlercesi tutuklandı, Santiago’daki Ulusal Stadyuma kapatıldı. Bununla da kalmadı binlercesine işkence yapıldı ve “temizlendi”. Bütün bu gaddarlıklar “Marksist kanseri” kesinlikle ve kökünden temizlemek için sistemli bir biçimde yapıldı.

Askerî diktatorya altında Şili, içinde kolayca deneyler yapılan bir laboratuvara dönüştürüldü. Özelleştirilmeyen bir şey kalmadı: sanayi, sağlık ve eğitim sistemi, üniversiteler, sosyal sigortalar… 1973-1990 yılları arasındaki 17 yıl süren askerî cunta dönemi iki ana siyasi parti olan Hıristiyan Demokratlar ile Sosyalistler, Şili ordusuna ve burjuvazisine ve ayrıca ABD’yle Dünya Bankası’na neoliberal modelden geri dönülmeyeceğinin güvencesini verdikten sonra sona erdi.

Brezilya

Brezilya da ABD destekli bir darbenin hedefi oldu. Eski bir futbol oyuncusu ve milli bir kahraman olarak bilinen João Goulart, 1961’de başkan olduktan sonra kendisiyle özdeşleşen temel reformlar sürecini başlattı. Amacı okuryazar olmayan vatandaşlara da oy kullanma hakkı tanımak, yoksul yetişkinlere eğitim fırsatları sunmak, çokuluslu şirketlerin ülke dışına çıkarmaya çalıştığı kârı vergilendirmek ve 600 hektardan büyük, üretim için kullanılmayan arazileri kamulaştırıp halka dağıtmaktı. Bu reformlar Brezilya’nın yoksulları açısından büyük bir nimet olsa da seçkinler durumdan memnun değildi. ABD’li çokuluslu şirketler de rahatsızdı. 1962 yılında Brezilya devleti, ABD’li ITT şirketinin alt kuruluşlarından biri tarafından yürütülen ve işini layıkıyla yerine getirmeyen telefon idaresini kamulaştırdı. ITT ceo’su Harold Geneen dönemin CIA başkanıyla arkadaş olduğu için hemen şikâyet etti. Asıl derdi bu alt şirketin başına gelenlerden ziyade, başka devletlerinde Goluart’ın politikalarını izlemesi hâlinde ITT’nin Latin Amerika genelindeki çıkarlarının zarar görme ihtimaliydi. ABD 1964 yılında Sam Kardeş adını verdiği operasyon kapsamında askerî darbeyi destekleyerek Goluart’ı koltuğundan indirdi, yerine sonraki yirmi bir yıl boyunca ülkeyi yönetecek olan cuntayı geçirdi.

 

Sömürgecilerin “Yeni Dünya” olarak adlandırdıkları, oysa kadim medeniyetleri ile aralarındaki savaşlara rağmen yüzyıllardır bir arada yaşamayı başarmış Latin Amerika tarihi; talancı, sömürgeci devletler tarafından dünyada en vahşi katliamlara tâbi tutulmuş halkların tarihidir. Aynı zamanda Latin Amerika, bunca talana, katliama rağmen, direniş ve mücadelenin en iyi örneklerini yaşamıştır, yaşamaktadır.

Latin Amerika toprakları ülkelerin çizilmiş sınırları dışında bir bütündür. Latin Amerika ile ilgili her yazı arka planında biraz eksik kalmış gibidir. Hakkında yüzlerce bilgi, belge haricinde Latin Amerika’nın (Karayipler dâhil) her metrekaresi bir katliam ve direnişin bilinen/bilinmeyen gerçekleri ile doludur.

Kaynaklar:

Latin Amerika: İsyan Hep Vardı, Derleyen: Sibel Özbudun, Kaldıraç Yayınevi, 1. Baskı, 2009.

Latin Amerika’nın Kesik Damarları, Eduardo Geleano, Sel Yayıncılık.

Bizi Ayıran Uçurum, Jason Hickel, Metis Yayınları, Ekim 2023.

Latin Amerika’da Askerî Devlet, Alain Rouquié, Baskıya Hazırlayan: Şirin Tekeli, Alan Yayıncılık, Ekim 1986.

Latin Amerika’da Militarizm, Devlet ve Demokrasi Dosyası, Derleyen: Ragıp Zarakolu, Alan Yayıncılık, Aralık 1985.

Nikaragua Sandinist Halk Devrimi, Sandinist Önderler Konuşuyor, Yazın Yayıncılık, 2. Baskı, Ekim 1986.

Neden söz ettiğini, ne ile cebelleştiğini bilmek…

“Totaliter rejimler, tabanlarını ahlâksızlaştırarak kendi suçlarına ortak ederler.”

Hannah Arendt

“Ateş en çok dumanı sönerken çıkarır.”

Halk deyişi

23 yıldır iktidar olan AKP’nin “müesses nizam”ın diğer siyasi partilerinden farklı bir ajandası var… Türkiye’deki rejimi adı konmamış bir İslam Emirliği yapmak istiyor… Eğer başarabilirse, ilelebet iktidar olmayı amaçlıyor… Bunun için de adım adım devlet aygıtını dönüştürüyor… Doğrusu hayli yol aldığını söylemek de bir abartma değil… Boşuna Yeni Türkiye demiyorlar… Bütün devlet kurumlarının içini boşalttılar. Yasa yok, kural yok, etik yok, ahlâk yok, sınır yok… Oysa etik sınır demektir, potansiyel olarak yapılabilir olandan sakınmaktır… Artık, George Orwell’in “Aslında hiçbir şey yasa dışı değildi, çünkü yasa yoktu,” dediği durum söz konusu… Ülke tam bir çöküş tablosuna hapsolmuş durumda… Ekonomik çöküş de beceriksizliğin veya yanlış politikaların değil, bilinçli bir tercihin sonucu… Dinci rejim toplumun “yandaş olmayan” öteki büyük yarısını katli vacip düşman sayıyor ki bunun tarihte bir örneği yoktur. Tam bir işgalci gibi davranıyor. Hiçbir kural, hiçbir sınır tanımıyor… Bu ülkede geride kalan yüzyıllık dönemde AKP iktidarında olduğu kadar sömürü, yağma ve talan görülmedi…

Türkiye’ye 1980’de 24 Ocak Kararları ve NATO’cu, Amerikancı faşist askerî darbeyle neoliberal ekonomik ve sosyal politikalar dayatıldı… O tarihten sonra ekonominin temeli aşınmaya devam etti… 2002’de iktidar olan politik İslamcı (İhvancı) iktidar yangına körükle gitti ve artık yağmalanmamış, talan edilmemiş pek bir şey bırakmadılar… AKP iktidarı toplum sorunlarına külliyen yabancılaşmış durumda… Yaptığı yegâne şey bütçeyi, hazineyi, müşterekleri ve doğayı yağmalamak, talan etmek… Tam bir işgalci gibi davranıyor… Aceleleri var…

İktidarını sürdürmek, İslam soslu faşizmi dayatmak ve kalıcılaştırmak için her yolu denemek isteyecektir… Zira onun için iktidarı bırakmanın maliyeti çok büyük… İktidarı bırakmak yağma ve talan olanağından mahrum olmak demek ama bir de hesap verme sorunuyla yüzleşmek zorundalar… Verili koşullarda ve verili yasal ve kurumsal çerçeve dâhilinde seçimle iktidarı bırakmaya yanaşmak istemeyecektir… Bunun için muhalefeti etkisizleştirmesi gerekiyor… Son dönemde yapılanlar niyetin ne olduğunu gösteriyor. Öyle ki, seçimler AKP’nin kaybetmeyeceği seçimler olmalı… İşlevsiz bir muhalefet arzulanıyor…

AKP’nin bu kadar kolay at oynatabilmesi, muhalefetin basiretsizliğinin eseri… Muhalefet her kritik kavşakta yanlış yaptı, gerekli direnci gösteremedi… Artık müesses nizamın muhalefetiyle çöküş tablosundan çıkmak mümkün değil. Radikal bir paradigma değişikliğine ihtiyaç var… Velhasıl, ehven-i şer’in bir işe yaramadığı zaman gelip çattı… Ekonomik çöküş sosyal kötülükleri (açlık, işsizlik, yoksulluk, aşağılanma, etik yozlaşma…) azdırıyor. Ekolojik yıkımın hızı ve kapsamı da büyüyor… Yaşamın temeli hızla aşındırılıyor… Rejim varlığını terörle mücadele retoriğine borçlu… Elbette bu sadece AKP’ye mahsus bir şey değil, bu rejim iç ve dış düşmansız yapamıyor… Terörle mücadele söylemi demokratikleşmenin önünü kapatıyor, rejimi içten içe çürütüyor… Her türlü hukuksuzluğu ve baskıyı dayatmanın aracı hâline geliyor… Vakitlice bu iktidardan kurtulmak gerekiyor ama o kadarı yeterli olmaz. Radikal bir paradigma değişikliğine de ihtiyaç var.

O hâlde neler yapılır, nelerden sakınılırsa çöküş tablosundan çıkılabilir sorusu ile devam edebiliriz. Bir kere 43 yıllık neoliberal saplantının dışına çıkmak gerekiyor… Geride kalan dönemde özelleştirme adı altında toplumdan çalınanı, gasbedileni, yağmalananı asıl sahibine iade etmek gerekiyor. Kapsamlı bir kamulaştırma, sosyalleştirme olmadan taşı yerinden oynatmak mümkün değildir… Zira kamu hizmetleri budanmış, müşterekler yağmalanmış, talan edilmiş durumda… Kamu hizmetleri ve müşterekler nerdeyse tamamen özelleştirildi… Oysa, herkesin olan, herkesin kullanımına sunulması gereken müşterekler (ortak yaşam kaynakları ve alanları) ve kamu hizmetleri toplumun tutkalıdır, birlikte yaşamın vazgeçilmezleridir… Müştereklerden yoksun bir toplumsal yaşam sürdürülebilir değildir… Her şeyin özelleştirildiği, metalaştığı, soysuzlaştığı, birer kâr aracına dönüştürüldüğü durumda ekonomi planlanamaz… Orada neyin planını, neyin hesabını yapacaksınız?.. Oysa, sadece ekonomik planlama değil, radikal bir sosyal ve ekolojik planlamaya da acilen ihtiyaç var… Ekolojik yıkımın hızı ve yoğunluğu artmış bulunuyor, ki bu yaşamın temelinin aşınmasıdır… Esasen her şeyin metalaştığı, şeyleştiği, paralılaştığı, soysuzlaştığı bir toplumsal yaşam mümkün de sürdürülebilir de değildir…

Fanatik neoliberal-İslamo-faşist rejim, toplum sorunlarına külliyen yabancılaşmış bulunuyor. Devlet aygıtı münhasıran sömürünün, yağma ve talanın, çalıp-çırpmanın hizmetinde, ki böyle bir rejimin meşruluk temeli, dolayısıyla da rıza üretme yeteneği yoktur… Gayrimeşrudur… Baskıyı şiddeti devlet terörünü dayatmak dışında bir koza ve inandırıcılığa sahip değil…

Bu yeni durumla yüzleşmek, yeni bir perspektifi, yeni paradigmayı, yeni bir örgüt ve mücadele anlayışını gerektiriyor… Şeylerin seyrini değiştirmek, yaşanabilir bir toplumsal düzene giden yolu aralamak, zihinsel-entelektüel-ideolojik-politik bir kopuş olmadan mümkün değil… Mevcut olandan farklı bir şey yapmak da bizim irademizi aşan bir şey değil… Bir kere siyaseti profesyonel politikacıların işi olmaktan çıkarmak gerekiyor… Beş yılda bir sandığa oy atmakla şeylerin seyrini değiştirmek, yeni, farklı bir şey yapmak mümkün değildir… Siyasetin bir anlam taşıyabilmesi, herkesin işi, şeyi, olmasını varsayar… Siyasal sürece katılmanın da binbir çeşit yolu var…

AKP iktidarı sömürücü, yağmacı, talancı dar bir “yandaş kitle” dışında toplum çoğunluğunun deşteğini kaybetmiş bulunuyor. Artık meşruiyet-rıza üretme yeteneği yok. Devlet terörünü dayatmak dışında da bir koza sahip değil… İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tarihî bir skandal olan diplomasının iptal edilip, ardından tutuklanması sonrasında üniversite gençliğinin barikatları aşıp meydanları doldurması, yüz binlerin Saraçhane’ye akması, 16 milyon insanın Ekrem İmamoğlu için sandığa koşması, faşist azınlık iktidarı için sonun başlangıcı demeye geliyor… Şimdi top bu toplumun tüm zenginliğini yaratan ama yarattığı zenginlikten yeterli pay alamayan, açlık, yoksulluk ve sefaletle cebelleşen işçi sınıfının, bir bütün olarak emekçi sınıfların kucağında… Bir genel grev şeylerin seyrini kalıcı olarak değiştirebilir… Velhasıl şeylerin seyri, geniş emekçi sınıfların “basiretine” indirgenmiş bulunuyor… Fakat başta da söylediğim gibi, sadece faşist azınlık iktidarını defetmek yeterli olmaz… Radikal bir paradigma değişikliğine ihtiyaç var…

Bir malî çöküş öyküsü

Uzun süreden beri uykuda olan finansman aracımız uyandı şükürler olsun. NDF (Non Deliverable Forward) bu aracın adı. Şu 19 Mart operasyonları sonucunda bir sabah uyandık ve uyandığının farkına vardık bu aracın.. Ne anlama geldiğinden söz edelim öncelikle ardından da neden uzun süreden beri uykuda iken bir sabah ansızın uyanıverdiğinden söz edelim.

Uzlaşmalı döviz satış işlemidir NDF. Piyasalarda döviz kuruna yönelik beklentileri yönetmek amacı ile kullanılan bir yöntem. Vadeli bir sözleşmedir önemli olan yanı ise vade sonunda gerçek bir döviz teslimatı yapılmaz yatırımcıya. Sistem şöyle çalışır:

Üzerinde uzlaşılmış bir vade sonunda dövizin alacağı düşünülen değer belirlenir önce. Bu değer üzerinden yatırımının karşılığını almayı kabul eden tasarruf sahibi dövizini yatırır ve vade sonunda dövizini değil, uzlaşılan değer üzerinden terli para (örneğimizde TL) karşılığını alır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta döviz değerindeki değişimin piyasa koşullarında belirlenmesine izin verilmemiş olması, devlet ile yatırımcı arasında gerçekleşen bir uzlaşma sonucunda vade sonundaki döviz değerinin ortaya çıkmasıdır. Siyasi iktidarın savunucusu olduğu “serbest piyasa ekonomisi” anlayışı ile çelişen, devlet müdahalesini öne çıkartan bir durumdan söz ediyoruz. Gerçi uzun süreden beri yabancı para üzerinde baskı uygulanmakta ve piyasa ekonomisi kurallarına uyulmamakta idi memlekette ancak bu iş dövize çok düşük TL’ye yüksek faiz uygulaması ile gerçekleştirilmekte, gerekli görülen zamanlarda ise Merkez Bankası tarafından piyasaya yabancı para sürülmesi sureti ile dövizin âni sıçramalar yapması engellenmekte idi. Bir başka anlatımla dövize uygulanan baskı piyasa ekonomisinin uygun görebileceği koşullarda gerçekleşiyor, bu nedenle küresel finans sisteminin de onayını alıyordu.

Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptal edilmesi düzeni bozacak bir hamle değildi. Ne var ki diploma iptalinin hemen ardından adı geçen şahsın gözaltına alınması ortalığı karıştırdı ve 19 Mart sabahı saat 9.30-10.00 arasında Amerikan Doları 36 liradan 40 liraya çıkıverdi. Yarım saat içinde gerçekleşen bu âni sıçrama ekonomi bürokrasisini çok zor durumda bıraktı. Durumu düzeltebilmek için süratle döviz sürdüler piyasaya ve Bloomberg verilerine göre tam yirmi altı milyar USD döviz çıkışı sağlayarak Amerikan Dolarının otuz sekiz liraya düşmesini sağladılar. Artık otuz altı lirayı tekrar görmek çok uzak bir hayal. Hatta bu seviyede kalmasını sağlamak bile hayli güç çünkü kayyum bakanın iki yıllık mesaisi sonrasında biriktirdiği döviz tükenmek üzere. Dolayısı ile yabancı paraya her zamankinden daha fazla ihtiyaç var, ancak bu paranın uygun koşullarda temin edilmesi de zorunlu. İşte bu zorunluluk devlet müdahalesini gerektirdi ve NFD devreye girdi.

Lakin işler ekonomi bürokrasisinin planladığı gibi gitmedi. Kayyum Bakan ve bürokratları nisan sonu için otuz dokuz, kırk lira bandında bir değer öngörmüşlerdi USD için. Oysa yatırımcılar kırk üç liradan başlayan değerler talep etmekte idiler. Henüz uzlaşma yok. Nasıl uzlaşılacağı belirsiz. Ancak döviz rezervleri hızla azalırken ekonomi bürokrasisinin fazla direnebileceğini sanmıyorum. Nisan sonlarına doğru kırk liranın üzerinde bir değerle işlem görecek USD.

Aslında İmamoğlu’nun gözaltına alınması ve ardından tutuklanması finans çevrelerini pek fazla ilgilendirmez. Lakin bu tür sansasyonel olayları fırsat olarak değerlendirip kendi lehine bir avantaj sağlamak öteden beri uyguladığı bir stratejidir finans çevrelerinin. Bu kez de öyle oldu. Ancak bu kadarla da kalmadı, tutuklama olayı sonrasında halk yığınlarının ülkedeki demokrasinin son kırıntılarına sahip çıkıp protesto eylemlerine girişmesi ürküttü finans çevrelerini ve yabancı para hızla kaçmaya başladı Türkiye’den. Protesto gösterilerinin beşinci günü itibarı ile TL $ karşısında %6, € karşısında %5 değer kaybetmişken borsa da %10 değer kaybına uğradı. Ancak moda deyimi ile turpun büyüğü tahvil piyasasında. Tam on dört puan arttı tahvil faizleri. Bu durumun yarattığı zararı, ortaya çıkardığı borç yükünü hesaplamak için on iki haneli hesap makinasının olanakları yeterli olmaz.

Peki kim ödeyecek bu zararı, diye soracak olursanız, elbette halkımız ödeyecek her zaman olduğu gibi, yeni acı reçetelere ve yeni vergi fırtınalarına hazırlıklı olalım.

Şimdi burada bir es verip bu duruma neden gelindiğini açıklamaya çalışalım:

Gerek sosyal medyada gerekse muhalif TV kanallarında siyasi iktidarın ABD ve AB ile gerçekleştirdiği pazarlıklar sonucu ABD ye İsrail’in yayılmacılığına ses çıkarmama, AB’ye ise kurulacak Avrupa Ordusuna aktif katılım sağlama sözü verip onlardan onay aldıktan sonra İmamoğlu operasyonunu gerçekleştirdiği konusunda mebzul miktarda yorum var. Bu konulara ilişkin bir söz söylemek istemiyorum. Belki gerçekten böyle pazarlıklar olmuştur kim bilir? Benim bilgim dâhilinde değil bu konular. Ancak bildiğim bir şey var. İmamoğlu operasyonu kayyum bakanın, ekonomi bürokrasisinin dolayısı ile Wall Street ve Canary Wharf (Londra Finans Merkezi) çevrelerinin bilgi ve onayı dışında gerçekleşti. Eğer sözünü ettiğim çevrelere bilgi verilmiş ve onların onayı alınmış olsa idi oluşacak yeni duruma göre ortak bir strateji üretilir, yabancı para değeri ve tahvil faizi oranları bu kadar sert biçimde yükselmez, borsa böyle çakılmaz sık sık işlem durdurmak zorunda kalmazdı. Dolayısı ile küresel finans çevreleri bir yandan Türkiye’yi cezalandırıp “bizden habersiz böyle işlere kalkışma” mesajını verirken bir yandan da durumdan istifade edecek fırsatlar yarattılar böyle durumlarda sık sık olduğu gibi.

Peki bundan sonra ne olur?

Nisan sonunda $ kırk lirayı geçer, € buna göre belirlenir, yılın ikinci yarısı itibarı ile yeni vergiler yaratılır.

Bitmedi.

Piyasalarda faiz indirimi beklentisi vardı. bu beklenti rafa kalktı. Tersine bir miktar daha yükselir faizler zaten piyasa yükseltti bile. Merkez Bankasının alacağı faiz yükseltme kararı malumun ilanı olur sadece.

Bunun dışında kayyum bakanın OVP’si çöp oldu artık. Burada 2025 yılı için belirlenmiş hedeflere ulaşılması İMKÂNSIZ.

Enflasyonla mücadele programı da çöpe gitti. Yıl sonu için belirlenmiş hedefin en az beş puan üzerinde çıkar enflasyon TÜİK’e rağmen.

Eğer birkaç ay içerisinde yeni dengelerin kurulması sağlanamazsa kayyum bakan çok yıpranmış olur. Böyle bir durumda istifası kaçınılmaz olur yıl sonuna doğru.

Tabii bütün bunların faturası yine halka yüklenir zaten yüklenmeye başladı bile. Nasıl mı?

Ocak 2025 itibarı ile asgarî ücret 614 $ idi, bu yazının yazıldığı saatlerde 580 $.

En düşük emekli maaşını soracak olursanız daha da vahim 402 $’dan 379’a düştü.

İşte operasyonun malî boyutu.

Elon Musk, Über Alles

“Kurtuluş, bütün kurtarıcılardan kurtulmak demektir;
en üstün, en yüksek insanın güçlükle soluduğu özgürlük budur.
Dayanabilir misin?”[1]

“Ben lideriniz Elon Musk

Beynimin üstünde bir maga kasketi

Her gün acılarınıza acı katacağım

Halkın gücü yakında yok olup gidecek

Bir gün Führer’iniz olacağım

Hepinize hükmedeceğim

Çocuklarınız okullarda bana tapacaklar

Her gün bana şükredeceksiniz

X Tesla Über Alles

Space X Doge Über Alles

Über Alles Tesla X

Über Alles Doge Space X…”

İ

şte Rick Baum’un Dead Kennedys adlı punk grubunun California Uber Alles adlı ezgisinin sözlerine yaptığı uyarlamadan birkaç dize…[2]

Elon Musk… 500 milyar dolarlık varlığıyla dünyanın en zengin insanı; olasıdır ki gidişat böyle devam ederse yeryüzünün ilk dolar trilyoneri… Kimilerine göre teknoloji dâhisi, “hayırsever”,[3] hatta “insanlığın kurtarıcısı”!

İnsanlığın kurtarıcısı? Öyle ya, hem kurucusu olduğu elektrikli araçlar şirketi Tesla’nın otomobilleriyle çevre kirliliğini önleme şampiyonu, hem de (Trump iktidarındaki yeni pozisyonuyla “kaptan köşkü”ne yerleştiği kapitalist uygarlık dünyamızı batırdığında) uzaydaki sığınağımızı şimdiden sağlama almak için uzay araştırmalarına, özellikle de “Mars’ın kolonizasyonu” projelerine milyarlar döken bir eksantrik para babası… Bu bahse döneceğiz… Şimdi biraz yaşam öyküsüne bakalım.

Bir “çizgi roman karakteri”nin yükselişi

Anne tarafından Hollanda kökenli, devrim yıllarında önce ABD’ye, ardından Kanada’ya göçmüş, sonunda Güney Afrika Cumhuriyeti’ne yerleşmiş bir aileye dayanıyor. Çocukluğunda rol modeli olan serüvenci bir büyükbaba, büyükanne: Haldemanlar. Tek motorlu uçaklarıyla çoluk çocuk Amerika kıtası boyunca yolculuklar yapan… 1950’li yıllarda apansız Güney Afrika’ya göçme kararı alan. Uçağı söküp gemiyle Güney Afrika’ya kadar taşıyan…

Nihayet Pretoria’ya yerleştiklerinde yeniden başlayan ve bu kez İskoçya’ya, Avustralya’ya dek uzanan uçuşlar… Serüven, dede Joshua Haldeman’ın, Elon Musk 3 yaşındayken uçak kazasında boynunu kırarak ölmesine dek sürecekti… Ama efsanesi Elon’un ilk gençlik yıllarında devam etti. Özellikle annesi Maye’in ağzından.

Elon’un babası Errol Musk, pek o kadar “renkli” bir hikâyeye sahip değil. Hâli vakti yerinde Afrikaner (ya da Boer) bir ailenin mühendis oğlu. Zümrüt maden ocaklarında hisseleri var. Haldemanların güzelliği dillere destan kızı Maye ile Pretoria’da kapı komşusu, yedi yıl boyunca evlenebilmek için peşinden koşmuş. Evlendikten sonra ise peş peşe üç çocuk sahibi olmuşlar: Elon, erkek kardeşi Kimbal ve kız kardeş, Tosca.

Apartheid rejimi ve siyahların ırk ayırımcılığına karşı mücadelesinin zirve yaptığı yıllarda, “Beyaz” olmanın imtiyazlarını yitirmemek için sıkıca içe kapanmış, mamur müreffeh bir burjuva ortamında geçen sıkıcı bir çocukluk. Ortama pek uyum sağlamadığı anlaşılıyor. Vasatın üzerindeki zekâsı, 1970-1980’li yıllarda Güney Afrika Cumhuriyeti gençliği arasında pek de “moda” olmadığı anlaşılan (ve popüler kullanıma Batı dünyasında da yeni yeni dâhil olmaya başlayan) bilgisayara, özellikle de bilgisayar oyunlarına olan merak…

Sokaklarda sporuna “zenci” avına çıkan beyaz akranların dünyasına pek ayak uyduramadığından olacak, bilim kurgu romanlara, uzayı fethe çıkan çizgi roman kahramanlarıyla dolu bir hayal âlemine yelken açış…

Üçüncü ya da dördüncü sınıfta Britannica ansiklopedisini başucu kitabı olarak seçen, 12 yaşında ilk parasını bir bilgisayar dergisinde yayınlanan programladığı video oyununa dair yazısıyla kazanan, 14 yaşlarında geçirdiği “varoluşsal kriz”i “Otostopçunun Galaksi Rehberi” başlıklı kitapla aşan ve o gün bugündür insanın kozmostaki yerini özel misyonu olarak gören, yaşıtlarının uzak durduğu (lise yıllarında bu “uzaklık” nefrete dönüşecek, sıkça akran zorbalığının kurbanı olacaktı), erkek kardeşi ve kuzeninden oluşan iki kişilik bir “krallığa” hükmeden yalnız ve tuhaf bir yeniyetme… Kanlı-canlı bir gerçeklikten çok, bir çizgi roman karakteri”ni andırıyor: abartılı, iki boyutlu, tek-odaklı, uzak, sürreel…

Bu “yalnızlığın” acısını, yıllar sonra, bir dolar milyarderi olarak Londra ve New York’ta şatolarda verdiği operalı, sumo güreşli, bıçak fırlatıcılı (hedefte ellerinde ve bacak arasında balonlar taşıyan Musk var!) çılgın doğum günü partilerinde çıkartacaktı…

Annesiyle babası boşandığında, erkek kardeşiyle birlikte, pek de haz etmediği babasının yanında yaşamayı seçecekti. Geniş bir malikâne, bir sürü kitap, kendine ait bir bilgisayar, yaz tatillerinde babasına çıraklık…

Kendi ifadesiyle, hem babasından hem de lise arkadaşlarından çokça çektiği ilk gençlik yılları, ülkeyi ona dar etmişti. Pretoria Üniversitesinde geçen birkaç ayın ardından, annesinin yurttaşlığından yararlanarak soluğu Kanada’da aldı. Muhtelif part-time işler, gönül ilişkileri, edinebildiği az sayıda arkadaşla teknik üzerine sohbetlerle geçen iki yıllık Queen’s College öğrenciliğinden, ekonomi ve fizik dallarında öğrenim görmek üzere Pennsylvania Üniversitesine sıçrayarak esas hedefine, ABD’ye ulaşacaktı.

İlgi alanları üniversite yıllarında netleşmişti: İnternet, yenilenebilir enerji ve uzay. Stajyer olarak işe başladığı Silikon Vadisi, bundan böyle yurdu olacaktı. Kısa sürede erkek kardeşi Kimbal ile kendi işlerini kurmak için kolları sıvadılar; ilk sermayelerini kim mi sağlamıştı? “Babam sağ olsun!…” Giriştikleri iş ise, bugün herhangi bir internet sayfası açıp da yüzlerce reklamın saldırısına uğrayan bizlerin kâbusunun başlangıç noktası olacaktı: Küçük işletmeleri web ağına bağlayarak interneti sınır tanımaz bir “AVM”ye dönüştürmek…

Proje kısa sürede tuttu ve küçük şirketleri Zip2, hızla girişim sermayesinin ilgi odağı hâline geldi. Ardından yeni bir girişim: bir internet bankası (X.com).

Elon Musk hız kesmiyor, kabına, hatta web’e sığmıyordu. Bir sonraki adımı uzaya doğru oldu: Mars’a… 2000’lerin başlarında “Mars Derneği” üyeleriyle ilişki kurdu, derneğe cömert bağışlarda bulunarak başkanlığına getirildi. Bundan sonraki projesi, Mars’ı yaşanabilir bir hâle getirip kolonize etmek olacaktı. 2017’de New Space dergisinde yayınlanan bir yazısında, yeryüzünde kalmaya devam edersek soyumuzun tükeneceğini yazıyordu. “Bunun alternatifi, uzaya açılan bir uygarlık, çok-gezegenli bir türe dönüşmek.”[4] Mars’ın “keşfi” için Rusya’dan roket satın alma planı suya düşünce, kendi roketlerini imal etmeye karar verdi. Uzayın Keşfi Teknolojileri (Space X) doğmuştu (Haziran 2002). Mars kısa vadede insan yaşamına uygun bir gezegene dönüştürülemese de, uzay yolculuklarının maliyeti düşürülüp “uzay turizmi” mümkün hâle getirilebilecekti…[5] Özetle Musk web’in ardından, uzayın da “ticarileştirilmesi” işine soyunmuştu…[6]

Musk’ın “insanlığı kurtarma” planının üçüncü ayağı, elektrikli otomobiller üretecek Tesla firması ise, yaygın kanının aksine, Musk tarafından kurulmuş değildir. Musk, iki mühendis, Martin Eberhard ve Marc Tarpenning’in 2003’te kurduğu Tesla Motors’un hisselerinin önemli bir kısmını satın alarak, şirketin büyük ortağı ve yöneticisi oldu. Ya da daha açık bir deyişle, şirkete “çöktü”!

Öykünün bundan sonrasını anlatmak gereksiz. Her yeni adımında servetinin katlanarak artması: on milyonlardan yüz milyonlara, milyarlara, yüz milyarlara…

“Yeşil” havuç, kara sopa

Kapitalist sistem bir süredir, özellikle de 1970’lerden bu yana yöneldiği sınır tanımaz neoliberal talan dürtüsüyle birlikte, bir yandan gelir dağılımı dengesini onulmaz biçimde bozduğunun ve insanlığın büyük bölümünü yoksulluk, giderek açlık sınırının altına ittiğinin, bir yandan da yeryüzü yaşamını yok oluşun eşiğine getirdiğinin farkında. Bu bağlamda, iki stratejiye yöneldi:

  1. “Yeşil (ya da eko-)kapitalizm: Kapitalizmin yeryüzü kaynaklarını bir avuç çokuluslu şirketin daha fazla kâr edebilmesi adına talana girişmesi ve çevrenin son 100-200 yıl içerisinde milyonlarca yıla varan insanlık tarihinde ulaşılanı kat be kat aşan bir düzeyde kirlenmesi, “sürdürülebilirlik” sorununu insanlığın gündemine yerleştirdi. Kitlelerin birbiri ardı sıra patlak veren ekolojik felaketler karşısında sistemi sorgulamaya/suçlamaya başlaması ise devletleri ve “yeni kuşak kapitalistler”i “yenilenebilir enerjiye dayalı/temiz/çevre dostu… vb.” olarak nitelenen teknolojiler arayışına yöneltecekti: Güneş, rüzgâr vb. enerjisi, elektrikli araçlar, fosil yakıtları ikame edecek biyoyakıtlar (kanola, mısır, soya gibi) vb.

Ama kapitalizm şu gerçeği ısrarla görmez, daha doğrusu ısrarla gözlerden gizler: Temel dürtüsü “kâr” olan bir sistem, “sorunları çözmek” adına atacağı her adımda yeni ve daha da içinden çıkılmaz sorunlar üretmeye mahkûmdur. Kapitalizmin sorunu kullandığı araçlarda (teknolojiler) değil, bizatihi içsel mantığında, ya da şöyle söyleyeyim, varoluş sebebindedir: daha çok kâr. Böylelikle, CO2 salınımını önlemek için “otomobil uygarlığı”ndan vazgeçerek, örneğin toplu taşımacılığa, kentlerin yeniden düzenlenmesine, daha yavaş, tüketim düzeyi daha düşük bir varoluş tasarımına vb. yönelecek, hasılı, kamuculuğu öne çıkartacak yerde, fosil yakıtlar yerine biyoyakıtları, elektrik enerjisini vb. ikame eden otomobiller imalatına yönelmiş, böylelikle bir taşla üç kuş vurma yoluna gitmiştir: 1. Sistem “çevre dostu” bir imaj kazanarak kendini aklayacak; 2. Yeni ve “alternatif” ürünlerin devreye girmesiyle pazar genişleyecek; ve 3. Örneğin biyoyakıt hammaddelerini üretmek için yeni ve geniş topraklar kapitalist işletmelere açılacak ve sistem o güne değin erişemediği alanları kâr kapısına dönüştürecekti (Hani RTE “arazileri arsaya dönüştürmek”ten söz ediyordu ya!). Nitekim, “biyoyakıt” projesi, Latin Amerika ve Afrika’da küçük çiftçilerin, köylülerin geçimlik tarım yaptığı milyonlarca dönüm toprağın monokültür yapan dev şirketlere devredilmesine yol açarak dünyadaki açlık sorununu büyütmekten başka bir işe yaramadı.

Ya da “alternatif” enerji kaynakları arayışları, örneğin her akarsuya inşa edilen HES’lerin, her rüzgârlı alana dikilen RES’lerin ekosistemin dengelerini altüst ettiği, canlı popülasyonunu tehdit ettiği, kültürel dokuyu harap ettiği vb.nin ortaya çıkması fazla zaman almadı…

  1. Neofaşizm: Yeşil, mor, gökkuşağı ya da başka renklerden kapitalizmin, kendisini tanımlayan sömürü ve talan düzeninde hiçbir aslî değişikliğe yol açmadığı, tersine, bir yandan dünyadaki gelir dağılımı dengesinin hızla bozulmayı sürdürdüğü ve en zengin ile en yoksul dilimler arasındaki gelir uçurumunun büyük bir hızla açılmakta olduğu, bir yandan da doğanın tahribinin geri dönüşsüz ve “bios”u tehdit eder bir hâle geldiği geniş kitlelerin bilincine çıktığı ve tepkilerin küresel ölçekte yoğunlaştığı bir ortamda, kapitalist sistem “yeşil kapitalizm” havucunu, “neofaşizm” sopasıyla desteklemeye girişti. Irkçılık, yabancı düşmanlığı, İslamofobi, kadın düşmanlığı, tırmanan şiddet, nefret söylemi, vasatın tahakkümü… Faşist liderlerin ABD’den Hindistan’a, İtalya’dan Arjantin’e iktidara geldiği, Hitler’e, Mussolini’ye hayranlıklarını gizlemeyen partilerin hızla irtifa kazandığı, herkesin nasıl ve ne zaman çıkacağını bilemediği bir dünya savaşının soluğunu ensesinde hissettiği bir dünya… Neofaşizm hem her türlü aykırı sesi bastırıp kaygılı yığınların öfke ve tepkilerinin yönünü saptırıyor, hem de “korku”yu pazarlayarak devasa kârlar (savaş-güvenlik sektörü) devşirmeyi olanaklı kılıyor.

 

“İnsanlığın kurtarıcısı”?: Musk’ın çevreyle imtihanı

İdeolojiler dünyasını biçimlendiren dikotomik yapılanış çerçevesinde, bu iki “strateji”nin genellikle birbirini “dışlayıcı”, “zıt” olduğu, ilkinin “yumuşak”/kadife eldiven (liberal?), ikincinin ise “sert”/demir yumruk (otoriter/totaliter) yönelişi temsil ettiği varsayılırdı. Bu dikotominin “sahte”liği giderek gözler önüne seriliyor. “Yumuşak güç” ile demir yumruğun, liberalizm ile (neo-)faşizmin, “insanlığı kurtarma” iddiası ile her şeyi yok etmeye azmetmiş bir iktisadî sistemin şampiyonu olma hâlinin saf bir karışımı olan Elon Musk’a, bu yanılsamayı tecessüm ettirdiği için belki de teşekkür borçluyuz. Evet, Musk, günümüz kapitalizmini anlamanın bir anahtarıdır: hem liberal hem faşist; hem çevreci hem yıkıcı… Açımlayayım…

Elon Musk’ın elektrikle çalışan araçları üreten Tesla firması, salt güneş ışığından beslenen SolarCity projesi, trafik yoğunluğunun üstesinden gelebilmek için yeraltını tünellerle doldurmayı öngören Boring Şirketi, “sürdürülebilir” bir dünyanın, alternatif ve temiz bir enerjinin, doğayı ve insanlığı “kurtarabilecek” mucize çözümler olarak sunuldu.

Ancak elektrikle işleyen otomobillerin çevre sorunlarına, küresel ısınmaya deva oluşturmayacağı, artan ölçüde ortaya çıkıyor. “Otomobil uygarlığı”nın fosil yakıtlardan elektriğe dönmesi, ne fabrikaların kurulması için sulak alanların ve ormanların tahrip edilmesinin,[7] ne tarıma ayrılabilecek alanların asfaltla kaplanmasının, ne de trafik sıkışıklığının önüne geçebilecek. Elon Musk, gerçek bir alternatif olan toplu taşımacılığa nefretini ise şu sözcüklerle dile getiriyor: “Toplu taşımacılık tam bir baş belası. İçlerinden biri bir seri katil olabilecek bir sürü yabancıyı bir araya getiriyor.”[8]

Bir başka deyişle, Musk’ın “çevre kahramanlığı” kapitalist uygarlığın sınırlarını aşmıyor: “milyonlarca elektrikli aracın işlediği tıklım tıklım yolları, paralı yeraltı tünellerini aşarak ulaşılan “Güneşkent” banliyösünde teneke biraları yudumlamak…

“Tüneller” dedim. Daniel Goulden Jacobin’deki makalesinde “Kentlerdeki trafik sıkışıklığını ortadan kaldıracak mucize proje” olarak sunulan ve tüm ABD’yi bir köstebek ağı gibi yeraltından kuşatacak “tüneller projesi” Boring Şirketi hakkında bakın neler söylüyor: “Bunu Musk’ın ABD taşımacılık sistemi üzerindeki felaketli etkisinde görüyoruz. Las Vegas’tan Chicago’ya kentler Musk’ın -trafik sorununu karmaşık bir yeraltı tünelleri şebekesiyle çözme iddiasındaki- Boring Şirketini milyarlarca dolarlık sözleşmelerle ödüllendirdi. Şirket politikacıları, toplu taşımaya para akıtmak ve banliyö yayılmasının yol açtığı çetrefilli siyasi sorunlar üzerinde çalışmak yerine, Musk’a tünel inşa etmesi ve TV’ye çıkıp trafik sorunlarını çözdüğünü iddia etmesi için birkaç milyar dolar yedirmeyi tercih ettiler. Bugüne dek ancak birkaç tünel inşa edilebildi. Şu an yalnızca Las Vegas’taki bir tünel trafiğe açık; o da trafik tıkanıklığı ile felç olmuş tek şeritli bir kâbus tüneli görüntüsünde…”[9]

Yani sorun “temiz çevre, iklim değişikliğine karşı önlem almak, doğayı, insanlığı kurtarmak” filan değil, serveti katlamak. “ABD Enerji Bakanlığı, 2008’den bu yana Tesla’ya 465 milyon dolarlık teşvik yağdırdı. Tek koşul, Tesla’nın bu parayı kâra geçmek amacıyla kullanmasıydı. Tesla batarya fabrikaları kurmak için bir 1.9 milyar dolar daha teşvik alacak.” Buna bir de, Tesla’nın fosil yakıtla çalışan otomotiv sektörüne elindeki “çevre kirletme” kotalarını satmasından gelen miktarları ekleyince,[10] kapitalizmin “çevreci” yüzünün cilaları iyice dökülüyor…

Tabii buna bir de, elektrikli araçlar için kullanılan lityum madenciliğinin içerdiği çevresel tehditleri eklemeli: lityum madenciliği şimdilik yılda 1,3 milyon ton CO2 salınımından sorumlu gözüküyor. Yanı sıra, lityum madenciliği yerel su kaynaklarını kirleterek hem insan sağlığı hem de biyoçeşitlilik için tehdit oluşturmakta. Batarya atıklarının içerdiği arsenik, kadmiyum, kobalt gibi insan solunum sisteminde hasarlara yol açan maddeler de işin cabası.[11]

Ama yalnızca çevre riskleri değil. Lityum zengini üç ülke, ABD’nin (ve tabii ki Tesla CEO’su Elon Musk’ın) hedefinde yer alıyor: Bolivya, Arjantin ve Şili. Bu üç ülke dünyadaki lityum rezervlerinin yüzde 60’ına sahipler. Ve ABD 2019’da Bolivya Devlet Başkanı Evo Morales’i devirmeye yönelik darbeden sorumlu tutulduğunda, Elon Musk, şu tweet’i atmaktan çekinmemişti: “Kime istersek darbe yaparız, bunu kabullenin.”[12]

“İnsanlığın kurtarıcısı”?: “Özgürlükçü” imaj, ceberrut vukuat

Elon Musk 44 milyar dolar verip de Twitter’ı satın aldığında burayı bir “özgürlük alanı”na çevireceğini vaad ediyordu. Kendi ifadesiyle burası, farklı görüşlerin özgürce dile getirileceği bir “kent meydanı” olacaktı. Sözünü yerine getirdi de: yeni adıyla X’in kapılarını ardına kadar aşırı sağcı, ırkçı, neofaşişt, köktendinci propagandaya, nefret söylemine açtı. Ama aynı “tolerans”ı solcu, ırkçılık karşıtı, antifaşist ya da ne bileyim siyonizm karşıtı gruplara gösterdiği söylenemez. Tabii kendisine yönelen eleştirilere de: “Solcu hesaplar, geçtiğimiz sonbaharda ilk hedeflenenler arasındaydı; Musk ile sağın iğrenç tipleri arasındaki kamuya açık görüş teatilerini, yasaklar izledi. Kısa süre sonra, Musk özel jetine dair halka açık bilgileri paylaşan bir hesabı yasakladı. Ardından, Vox, CNN, Washington Post ve New York Times’tan öne çıkan gazeteciler, Musk yasaklarını ya haberleştirdikleri ya da eleştirdikleri için hesaplarının askıya alındığını gördü.

“Yanı sıra, Twitter’ın rakibi Mastodon’la ilişkili bağlantılar da hedefe yerleştirilirken, ‘biseksüel’, ‘eşcinsel’, ‘lezbiyen’, ‘queer’ ve ‘transgender’ gibi anahtar sözcükler Twitter algoritması tarafından yumuşak sansüre uğratıldı.”[13] Musk öte yandan, sahibi olduğu sosyal medya mecrasını “Neofaşist Enternasyonal”in de hizmetine sunmaktan geri durmuyor. Hindistan Başbakanı Narendra Modi’yi eleştiren bir BBC belgeselini sansürlerken, Pencab’da patlak veren protestolar sırasında muhalif hesapları askıya alıyor, örneğin.[14] Ya da Almanya’da faşist AfD, İtalya’da Mussolini hayranı Meloni destekçilerine omuz veriyor.

Musk Twitter’ı satın alır almaz, hizmetine koşan “troller ordusu”nun da himmetiyle, pek çok solcu hesabı kapattırdı: CrimethInc, LGBTQ destekçisi EFJBGC, aşırı sağcı faaliyetlere ilişkin haberleriyle bilinen Vishal Singh, neofaşist eylemleri afişe eden Chad Loder vb.[15]

Aslında “neyin” gelmekte olduğu, Musk’ın Twitter’ı satın almasının hemen ardından, sosyal medya kanalındaki nefret söylemlerini filtrelemekle görevli binlerce çalışanı kapının önüne koymasından belliydi. Ancak, Musk’ın “sosyal medya imparatorluğu”na soyunmasındaki esas tehdit, özellikle de Trump yönetimiyle geldiği siyasal pozisyon göz önünde bulundurulduğunda, bu kanalı bir dezenformasyon ve manipülasyon aracı olarak kullanıp yüz milyonlarca kullanıcıya doğrudan seslenebilme olanağını sağlamasında yatıyor. Nitekim, X hesabında İstihdam Bürosu verilerinin Aralık 2024’ten Ocak 2025’e, yabancılar için bir milyon kişilik istihdam yaratıldığını gösterdiğini, buna karşılık ABD’liler için bu rakamın on bini geçmediği yalanını paylaşmaktan çekinmeyecekti.[16]

Musk’ın ceberrutluğunun bir başka veçhesi de onun kronik, sistemli ve onmaz sendika düşmanlığıdır. Sahibi ve yöneticisi olduğu hiçbir şirkete sendikalara ayak bastırmamaya yeminlidir adeta. Her türlü örgütlenme girişimine kitlesel işten çıkarmalarla tepki veren milyarder, Trump tarafından yönetimine getirildiği Hükümet Verimliliği Birimi (DOGE) eliyle tüm devlet kurumlarında aynı politikayı uygulamaya koyulup on binlerce beyaz yakalıyı işten atınca, ABD işçi sınıfı hareketinin boy hedefi hâline geldi. Günümüzde Musk’ın şirketleri artan ölçüde işçi eylemlerinin ve sert mücadelelerin odağı hâline gelmekte. Başta Tesla olmak üzere Musk markalarını boykot çağrıları yükselirken, Tesla fabrika ve satış noktalarının önünde grev gözcüleri eksik olmuyor. “Musk ve Tesla’yı hedef almak, ABD’de ikinci Trump dönemi ve faşizme karşı mücadelede önemli bir gelişmedir,” diyor ABD’li yazar, aktivist Joe Allen ve ekliyor:

“Elon Musk Kaliforniya, Fremont’tan İsveç’e, Berlin’e sendikalara karşı küresel bir mücadele veriyor. Aşırı sağı desteklemesi, fabrikalarını örgütsüz bırakmak ve işçilerini kontrol altında tutma planının bir parçasıdır. Faşizme karşı mücadele ve Tesla fabrikalarında örgütlenme bir ve aynı mücadeledir. Onu Beyaz Saray’dan kovmak, devasa bir zafer olacaktı, fabrikalarında örgütlenmek ise onu unutulmuşluğa itebilir.”[17]

“İnsanlığın kurtarıcısı”?: Uzayı sömürgeleştirmek

Musk’ın uzay söylemi, “Hiç olmadı, Mars’a kaçalım,” cümlesiyle özetlenebilir. “Dünyayı ne de olsa yaşanabilir bir yer olmaktan çıkarıyoruz, baktık yolu yok, Mars’a kaçalım…” Ve çocukluğunda okuduğu bilim kurgu romanlarının etkisinden çıkamamış ebedi bir yeniyetme hevesine bağlanabilir. Ama tam da öyle değil. Musk, hedefe kilitlenen ve hesabını çok iyi bilen bir para babası. Girişimlerinin kamuya, halka, insanlığa filan yararlı olmasına gerek yok. Muhtelif zamanlarda savurduğu vaatlerin çoğunu yerine getir(e)memiş olmasını da fazla umursamıyor: roket destekli spor arabalar, Tesla’da müzik yayını, hava yolculuklarında uçakların yerini roketlerin alması, Alzheimer tedavisi, 2020’de Mars’a insanlı yolculuk[18] (Fanteziler de sınıfsal, eninde sonunda! Sahiplerinin sahip olduğu imkânlarla biçimleniyorlar)… Yeter ki her adımı, kasasını biraz daha doldursun. Mars tutkusu bu dürtünün dışında değil.

Aslına bakarsanız, Mars’ı yaşanabilir bir alana çevirme fantezisi zenginlere yönelik bir hayal. Yaşam mümkün olduğunda Mars’ı kolonize edecekler bu yolculuk için bir servet ödemeye devam edecekler (tabii Space X’e). “Peki orada kimler çalışacak?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Musk onu da düşünmüş: Bu yolculuğun parasını ödeyemeyecek kadar yoksul olanların, şirkete borçlarını çalışarak ödeyeceğini yazmış bir tweet’inde (“Ütopya’dan çok, uzayda bir Dubai,” diyor Daniel Goulden.[19]).

Ancak, işin fantezisi bir yana, Space X bu hâliyle sahibine para yağdırıyor. Sadece 10 Şubat 2025 tarihinde NASA’yla imzaladığı kontrat, şirkete 7.5 milyon dolar kazandırıyor; hükümetin Space X’e daha önceden ödediği 3.9 milyar dolara ek olarak! Trump’ın görev süresi yarılandığında, sadece Space X’in hükümetle yapacağı iş hacminin 4.4 milyar dolara varması bekleniyor.

Trump’ın NASA’nın yöneticiliğine aday gösterdiği milyarder Jared Isaacman’ın Musk’ın ortağı olmasına şaşmalı mı?[20]

Musk’ın “uzayı zenginler için parselizasyona açma” projesi şimdilik fazla ilerleme kaydetmiş olmayabilir; ama Space X, sahibinin kasasına milyarlar akıtmaya devam ediyor. Hele ki Musk’ın Başkan Trump’ın hükümetindeki pozisyonunu her geçen gün sağlamlaştırdığı şu günlerde…

Musk’ın “DOGE”u… Bir ülke nasıl soyulur?

Liberal, “liberal”i sever. Nazi selâmı da verse… Prof. Dr. Özgür Demirtaş, şu tweet’i atmış:

“Elon Musk’a çok kızanlar olduğunu biliyorum. Ancak Department of Government Efficiency muazzam işler yapıyor. Şu ana kadar ki yaptıkları tasarruf 130 Milyar Dolar. Bu Amerika’daki her bir vergi mükellefi için 807 Dolarlık kazanca denk geliyor. Bu sayı çok daha hızlı bir şekilde artacak. Ben bunun Dünya için iyi bir örnek olduğunu düşünüyorum. Elon Musk’ın ellerine sağlık. Not: Yapılan kesintilerde mutlaka yanlış olanlar da vardır. Ama bir verimlilik artışı olduğu da aşikâr.”[21]

Department of Government Efficiency (Hükümet Etkinliği/Verimliliği Birimi: DOGE), Trump’ın, seçim kampanyasına milyonlarca dolar bağışta bulunan, seçilmesi için hem gövdesini hem beynini, hem de elindeki sosyal medya olanaklarını seferber eden Musk’ı seçildikten hemen sonra “özel hükümet görevlisi” sıfatıyla başına getirdiği yarı-resmî kurum. “Hedefi: hükümet bürokrasisini tasfiye etmek, aşırı düzenlemeleri bertaraf etmek, israfı önlemek ve federal ajansları yeniden yapılandırmak.”[22]

Neoliberalizmin ezeli masalı: israfı önlemek, bürokrasiyi alt etmek, devleti küçültüp etkinleştirmek… Dünya halklarının 1980’den bu yana liberallerden dinledikleri bu martavallara hâlâ inanmalarını beklemek nasıl bir yaratıcılık yoksulluğudur, bilinmez, ama zenginler talan düzenlerine başka gerekçe uyduramıyor, anlaşılan.

Her ne hâl ise… Musk “şaibeli” biçimde başına getirildiği[23] DOGE, derhâl kolları sıvayarak çalışma, eğitim, enerji ve sağlık sektörlerindeki “israf”ı önleme çabalarına girişti. “Yaklaşık 150 milyon Amerikalının bağlı olduğu Medicare (Tıbbi Bakım) ve Medicaid (Tıbbi Yardım) programlarını ve milyonlarca Amerikalıyı yoksulluk sınırının üzerinde tutan, ölümcül kasırgaların etkilerinden koruyan ve onları yırtıcı beyaz yakalı canilere karşı savunan sosyal sigortaları yöneten ajansları kurcalamakla meşguller”[24] şimdilik.

Züccaciye dükkânındaki fil gibi davranıyor… Bugüne dek sosyal programlarda ya da kamu adına şirketleri denetlemekle görevli binlerce kişiyi işten çıkardı: “Ağaç kabuğu yesinler!” Ve ne yaptığını bildiği de bir hayli kuşkulu: Örneğin biyomedikal araştırmalarda yapılmasını öngördüğü milyarlarca dolarlık kesintinin kanser araştırmalarına da son vereceği kendisine hatırlatıldığında, “Yok böyle bir şey! Ne saçmalıyorsun sen?” cevabını veriyor.[25] Ya da Ulusal Nükleer Güvenlik Yönetiminden “tasarruf amaçlı” kitlesel işten çıkarmaları gerçekleştirip de sonradan bu birimin nükleer silahlar stokunun güvenliğinden sorumlu olduğunu “keşfedince” apar topar işten attığı memurları geri alıyor…[26]

Ancak Elon Musk ve DOGE’un hışmından nasibini alan, yalnızca sağlık, sosyal güvenlik ve eğitim sistemleri, yani kamusal hizmetlerle görevli sektörler değil. Sermayeyi, şirketleri mali ve işleyiş açısından denetleyen kurumlar da topun ağzında. Özellikle kendi şirketlerini… Örneğin sosyal medya platformu X için hazırladığı ödeme sistemini devreye sokmadan bir hafta kadar önce, Tüketici Mali Koruma Bürosunu kapatıyor.[27] New York Times’ın haberine göre Musk’ın altı şirketi hakkında 32 soruşturma yürüten ajansların tümü, DOGE’un hedefinde…[28]

Bir şey daha, DOGE aracılığıyla, soruşturduğu kurumlardaki “hassas” bilgilere erişebilme imkânının, Musk’a rakipleri karşısında önemli avantajlar sağlayacağı da sıkça dillendirilmekte. “Bu hâliyle DOGE’un Savunma Bakanlığını mercek altına alması hoş bir sürpriz olarak görülebilir. Ama bu bakanlık, Musk’ın çıkar çatışmalarının en yoğun olduğu yer. Times’ın kaydettiği gibi, Savunma Bakanlığı ‘bir çok uydusunu yörüngeye sokabilme konusunda Bay Musk’a bağımlı ve pek çok başka inisiyatifte onun şirketleriyle çalışıyor.’ Bu kontrolden savunma harcamalarında önemli bir kesinti beklememeliyiz. Ama Elon Musk’ın sahibi olduğu şirketlere yarar sağlayacağından emin olabiliriz.”[29]

Son olarak da DOGE adı üzerinde duralım. Hayır, bu Elon Musk’ın başına getirildiği Department of Government Efficiency’nin kısaltması değil. Bu adı Musk, en sevdiği kripto para birimi olan Dogecoin’e atfen koymuş.[30] Elon Musk, Dogecoin’le çok girift ilişkiler içinde. Sosyal medya kanalından bu para biriminin hızla yükselip düşmesine yol açan yayınlar yapıyor. Yakın zaman önce tümüyle Dogecoin ile finanse edilecek bir Ay görevini duyurdu. Uydunun adı mı? Doge-1…[31]

Donald Trump’ın iktidara gelir gelmez kendi kripto parasını devreye sokması, Musk’ın Dogecoin’e düşkünlüğü ile birleştirildiğinde, “bu ikili ABD maliyesini özelleştirmeye mi çalışıyorlar?” sorusu yüksek sesle dillendirilmeye başladı.

“Dünyanın mali sisteminin bir kısmını özel sektörün kontrolündeki kripto paraya dönüştürmek, kendi halklarına hesap vermek zorunda olan ulusal hükümetlerin elindeki gücü alacaktır. Musk servetini ve sosyal medyasını yalnızca ABD’de değil, Almanya dahil kimi Avrupa ülkelerinde de politikaya soyunarak şimdiden bu çabaya girişti.”[32]

* * *

Elon Musk… Kapitalizmin en çıplak, en sınır tanımaz, en hoyrat, en küstah, en doymak bilmez yüzü. Çevre talanından semirip “çevrecilik” taslayan ve bundan da kâr devşiren; “ifade özgürlüğünün yılmaz savaşçısı” pozlarında sosyal medya imkânlarını neo-faşistlerin emrine veren; “insanlığı kurtaracağım” iddiasıyla Mars’ı sömürgeleştirmeye kalkışan ve uzay teknolojisini Pentagon’un hizmetine sunan; “yolsuzlukla mücadele ediyorum” diye, eline geçirdiği devlet olanaklarıyla şirketlerini denetleyen tüm kurumların üzerinden silindir gibi geçen; “tasarruf sağlıyorum” diye kamusal hizmetleri budayan; işçi düşmanı…

Evet, kapitalizmin kendisine dair söyleyecek yalanı kalmadı. Elimizde Grönland’ı, Kanada’yı, Panama’yı ilhak etmek, Gazze’yi Filistinlilerden “temizleyip” süper zenginler için bir “tatil beldesi”ne dönüştürmek arzusunu dillendiren bir Trump ve ona yedeklenmiş (ya da onu yedeklemiş), Nazi selâmı veren bir Musk var…

Bir de “büyük insanlığın” “kurtarıcılarından kurtulma” imkânı…

31 Mart 2025, Muğla.

 

[1]    Nikos Kazancakis, El Greco’ya Mektuplar.

[2]    Rick Baum, “Elon Musk Uber Alles”, Counterpunch, 17 Mart 2025, https://www.counterpunch.org/2025/03/17/elon-musk-uber-alles/

[3]    Evet, evet, Wikipedia onu aynen bu terimle tanımlıyor: “Elon Reeve Musk (…), iş adamı, mühendis, endüstriyel tasarımcı, teknoloji girişimcisi ve hayırseverdir”! (https://tr.wikipedia.org/wiki/Elon_Musk) Burada hemen bir parantez açalım: Musk’ın “hayırseverliği”ne gösterilen kanıtlardan biri, Bill Gates ve Warren Buffet öncülüğünde ABD’li milyarderlerin 2009 tarihinde servetlerinin yarısını hayırseverlik faaliyetlerine harcayacaklarını ilan eden bir taahhütnameyi (The Giving Pledge) imzalamış olmasıdır (Nisan 2012). Ancak ilginç bir biçimde, Gates ve Buffet’in servetleri taahhütname tarihinden bu yana katlanmışken (Bk. Kelsey Piper, “The Giving Pledge, the campaign to change billionaire philanthropy, explained”, The Vox, 10 Temmuz 2019, https://www.vox.com/future-perfect/2019/7/10/18693578/gates-buffett-giving-pledge-billionaire-philanthropy); Musk’ın durumu da farklı değildir. Elon Musk’ın serveti taahhütnameyi imzaladığı 2021 yılında 2.7 milyar dolarken, 2024’te 223 milyar dolara çıkmıştı… Ama yine de sözünü tutmadığı, iddia edilemez(!). 2021’de (çoğu hisse senedi) 5.7 milyar dolarlık bir miktarı kendi vakfına devrederek hem “hayırsever iş insanı” görüntüsünü pekiştirmiş, hem de devasa bir vergi yükünden sıyrılmayı becermişti! (Bkz. Michael Mechanic ve Tim Murphy, “Billionaires’ Giving Pledge: Part Tax Strategy, Part PR Stunt”, Mother Jones, https://www.motherjones.com/politics/ 2024/01/giving-pledge-bill-gates-warren-buffett-elon-musk-sbf-philanthropy/).

“Hayırseverlik” bahsine devamla; vazgeçtim servetinin yarısını bağışlamaktan, dünyanın süper zenginlerine yaptığı bir çağrıda, Elon Musk’ın adını da zikrederek bir kerelik yapacağı 2 milyar dolarlık bir bağışın, (servetinin yüzde ikisine denk düşüyor. Makul bir “zekât” ölçeği gibi düşünelim) küresel açlık krizini çözmeye yetebileceğini söyleyen BM Dünya Gıda Programı direktörü David Beasley’e, sahibi olduğu X’ten şöyle “hiza vermiş”ti: “Eğer Dünya Gıda Programı 6 milyar doların dünyadaki açlık sorununu nasıl çözeceğini açıklarsa, Tesla hisselerimi hemen satıp bağışlarım.” Beasley’e düşen, süklüm püklüm bir geri adım atmak oldu… (Luke Savage, “Do Not Welcome Our New Billionaire Overlords”, Jacobin, 18.11.2021, https://jacobin.com/2021/11/elon-musk-wealth-tax-inequality-poverty-philanthropy).

[4]    Leigh Philips, “We Don’t Need Elon Musk to Explore the Solar System”, Jacobin, o5.08.2021, https://jacobin.com/2021/05/elon-musk-space-exploration-mars-colonization

[5]    Elon Musk hakkındaki biyografik bilgiler, Ashlee Vance’ın Elon Musk: Tesla, Space X and the Quest for a Fantastic Future (Harper Collins Publishers) başlıklı kitabından derlenmiştir.

[6]    Özel (ve ticari) uzay yolculukları 2000’lerin başlarından bu yana bir hayli yoğunlaştı. Bu alanda faaliyet gösteren tek “girişimci” Elon Musk değil. ABD’de yüklü bir “bilet parası” karşılığında uzaya “bilimsel” ve “turistik” geziler düzenleyen şirketlerin sayısı gün geçtikçe artıyor. 2024 başlarında “Türkiye’nin dev uzay projesi” propagandalarıyla gerçekleştirilen ve askeri pilot Alper Gezeravcı’nın da katıldığı uzay misyonunu düzenleyen Axiom Space Inc. bunlardan biri.

[7]    Nitekim Alman hükümetinin Tesla’ya Berlin yakınlarında bir “giga-fabrika” kurması konusunda verdiği izin, çevreciler arasında içme suyu kaynaklarına vereceği zarardan dolayı şiddetli itirazlara yol açtı (Peter Schadt ve Hans Zobel, “Elon Musk’s Gigafactory Shows the Hollowness of Green Capitalism”, Jacobin, 11 Mart 2022, https://jacobin.com/2022/03/elon-musk-gigafactory-berlin-green-capitalism-climate-program-environment-electric-car).

[8]    Paris Marx, “Elon Musk is not the Future”, Jacobin, 16.02.2018, https://jacobin.com/2018/02/elon-musk-hyperloop-public-transit-tech

[9]    Daniel Goulden, “Elon Musk’s Sci-Fi Futurism Is Just Plutocracy With Space Travel”, Jacobin, 23.01.2023, https://jacobin.com/2023/01/elon-musk-climate-change-future-promises-status-quo

[10]  Peter Schadt ve Hans Zobel, “Elon Musk’s Gigafactory Shows the Hollowness of Green Capitalism”, Jacobin, 11 Mart 2022, https://jacobin.com/2022/03/elon-musk-gigafactory-berlin-green-capitalism-climate-program-environment-electric-car

[11]  March Zeng, “The Environmental Impacts of Lİthium and Cobalt Mining”, 31.03.2023, earth.org, https://earth.org/lithium-and-cobalt-mining/

[12]  Ayça Söylemez, “Bolivya’da ikinci ‘lityum darbesi’ mi?”, Bianet, 27 Haziran 2024, https://bianet.org/haber/bolivyada-ikinci-lityum-darbesi-mi-296892

[13]  Luke Savage, “Elon Musk is Waging War on Freedom of Speech on Twitter”, Jacobin, 13.4.2023, https://jacobin.com/2023/04/elon-musk-twitter-freedom-of-speech-social-media-censorship

[14]  Luke Savage, a.y.

[15]  Branco Marcetic, “Crackdown on Left Wing Twitter Accounts”, Jacobin, 29.11.2022, https://jacobin.com/2022/11/elon-musk-twitter-crackdown-left-wing-accounts

[16] Dean Baker, “Failed Elites, Elon Musk and the Lies the Media Tells You”, Counterpunch, 14.02.2025, https://-

www.counterpunch.org/searchresults/?cx=000357264939014560440%3Aicshsy4bfu0&ie=UTF8&q=elon+musk#gsc.tab=0&gsc.q=elon%20musk&gsc.page=1

[17]  Joe Allen, “Musk’s Global War on Unions: Taking on Tesla From Showrooms to the Plants”, Counterpunch, 28.02.2025 https://www.counterpunch.org/2025/02/28/musks-global-war-on-unions-taking-on-tesla-from-the-showrooms-to-the-plants/

[18]  Daniel Goulden, “Elon Musk’s Sci-Fi Futurism Is Just Plutocracy With Space Travel”, Jacobin, 23.01.2023, https://jacobin.com/2023/01/elon-musk-climate-change-future-promises-status-quo

[19]  Daniel Goulden, a.y.

[20]  David Sirota, “Austerity for Thee But Not for Me”, Jacobin, 12.02.2025, https://jacobin.com/2025/02/musk-trump-doge-nasa-spacex

[21]  https://x.com/ProfDemirtas/status/1905364702718500896

[22]  Casey Wetherbee, “Elon Musk’s DOGE is Dumb. It Could Also Do Serious Damage”, Jacobin, 20.11.2024, https://jacobin.com/2024/11/musk-doge-trump-government-efficiency

[23]  DOGE, resmen bir “departman” olarak geçiyor; departmanlar ise ancak Kongre izniyle kurulabilmekte. Tabii DOGE’un kuruluşunda böyle bir izin yok. Dahası, bugüne kadarki faaliyeti, “israfı” önlemekten çok “bütçe kesintileri”ne yönelik gözüküyor ve bunun da yasal bir dayanağı yok. Musk, tersine, kongreden onaylanmış birçok uygulamayı iptal edip binlerce görevliyi işten çıkardı (Ben Burgis, “Musk and His Rich Friends are Looting the Federal Government”, Jacobin, 13.02.2025 https://jacobin.com/2025/02/musk-doge-conflicts-interest-cfpb).

[24]  Branco Marcetic, “If This Isn’t Corruption, Nothing Is”, Jacobin, 10.02.2025, https://jacobin.com/2025/02/trump-musk-corruption-billionaires-government

[25]  Marcetic, a.y.

[26]  Dean Baker, “Elon Musk and the DOGE Boy Clown Show”, Counterpunch, 28.02.2025, https://www.counterpunch.org/2025/02/28/elon-musk-and-the-doge-boy-clown-show/

[27]  Ben Burgis, “Musk and His Rich Friends are Looting the Federal Government”, Jacobin, 13.02.2025 https://jacobin.com/2025/02/musk-doge-conflicts-interest-cfpb

[28]  Ben Burgis, agy.

[29]  Ben Burgis, agy.

[30]  “Dogecoin, aslında, bilişim devi IBM’den yazılım mühendisi Billy Markus ve online tasarım firması Adobe’nin yazılım mühendisi Jackson Palmer’ın şaka amaçlı bir kripto para üretmesiyle ortaya çıktı. (…) Musk, Dogecoin’e desteğini ilk kez Nisan 2019’da Twitter hesabından şu ifadeyle açıkladı: ‘Dogecoin benim en sevdiğim kripto para birimi olabilir. Oldukça havalı.’ Business Insider’a göre, internetteki Dogecoin aramaları, 2019 ile 2020 arasında, Musk’ın bu konuda tweet attığı dönemde ciddi artış kaydederken, 2021’de milyarder, Dogecoin ağının iyileştirilmesi için iki yıldır geliştiricilerle birlikte çalıştığını duyurdu. (…) Musk’ın kişisel olarak ne kadar Dogecoin’i olduğu bilinmiyor. Ancak birçok kişi, 2023 itibarıyla 36 milyardan fazla coin’i elinde tutan ünlü bir Dogecoin balinasının Musk olduğuna inanıyor. Bir kripto paranın dolaşımdaki arzının büyük kısmına sahip olan yatırımcılara ‘balina’ deniyor.

“Bahsi geçen Dogecoin balinası geçen yıl toplam arzın yaklaşık üçte birine sahipti.” (Çağla Üren, “Dogacoin Adını ABD’de bir Bakanlığa verdi: Elon Musk Ne Yapmak İstiyor?”, Euronews, 15.11.2024, https://tr.euronews.com/next/2024/11/15/dogecoin-artik-abdde-bir-bakanlik-elon-musk-ne-yapmak-istiyor).

[31]  Çağla Üren, a.y.

[32]  Allison Stanger, “Efficiency or Empire? How Elon Musk’s Hostile Takeover Could End Government as We Know It”, Counterpunch, 18.12.2025. https://www.counterpunch.org/2025/02/13/efficiency-or-empire-how-elon-musks-hostile-takeover-could-end-government-as-we-know-it/

 

Kapitalist yıkımdan çöküşe*

“Daha önce
hiç olmamış şeyler
her zaman olur.”[2]

Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın kızı Merve Safa’nın, “İnsanlar evine ekmek götüremiyor bu da dert mi?” sorusuna “Evet dert. Kimini varlıkla sınar rabbimiz kimini darlıkla” yanıtını verdiği[3] coğrafyamızda; Ekim 2024 Ipsos Ekonomi Dosyası’na göre, her 10 kişiden 8’i dertliyken;[4] Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığının 12 Kasım 2024 verilerine göre de Türkiye’de 14.7 milyon yurttaş, beslenmeden barınmaya, eğitimden sağlığa tüm anayasal haklarını yardım olmadan kullanamaz hâle geldi.[5]

Bertolt Brecht’in, “Sofradan en fazla payı alanlar, bize kanaatkâr olmayı öğretiyor. Karnını doyuranlar açlara seslenip, gelecek güzel günlerden bahsediyor,” satırlarıyla betimlenebilecek hâl coğrafyamızda krizin ne ve nasıl olduğunu anlatıyor; tabii anlayana, anlamak isteyene!

Ben yine Bertolt Brecht’in, “Yoksulların cesarete ihtiyaçları vardır. Neden? Çünkü onlar partiyi baştan kaybetmiştir. Onların durumunda biri için sabah erken kalkmak bile cesaret ister. Ya da savaş zamanı saban sürmek kolay mıdır? Hatta çocuk yapmaları bile onların cesur olduğunu gösterir, çünkü hiçbir umutları yoktur bu dünyadan,”[6] diye betimlediği sürdürülemez kapitalist yıkım tablosunda bir kez daha Bertolt Brecht’in, “Umudumuz çelişkilerdedir,” ifadesini hatırlatarak, yaşadığımız çelişkilerden eşitlikçi özgürlük umudunun nasıl boy vereceğini anlatacağım.

YERKÜRENİN III. BÜYÜK BUNALIMI VE BEŞERİ ÇÜRÜME

Bertolt Brecht’in, “Kimin efendi, kimin köle olduğunu öğrenebilmek için bir ilişkiden kimin daha fazla yarar sağladığını anlamak gerekir,” vurgusunu unutmadan; III. Büyük Bunalım’ın tüm vahşetiyle sürdürülemez kapitalist yıkımı devreye soktuğunu ve “Dünya kötü bir durumdadır ve her birimiz elimizden gelenin en iyisini yapmazsak daha da kötüsü olacaktır,”[7] gerçeğinin altı özenle çizilmelidir…

Çünkü Rosa Luxemburg’un, “Irzına geçilmiş kirletilmiş kanda yuvarlanan, pislik akan; işte burjuva toplumun hâli bu”; Arthur C. Clarke’ın, “İnsanlığı canavarlar mı yönetiyor!”; Noam Chomsky’nin, “Bugünkü dünya işlerinde, Cengiz Han döneminde olduğundan daha fazla ahlâk yok,” betimlemeleriyle malûldür sürdürülemez kapitalist yıkım…

Anımsayın: Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla birlikte devreye giren SSCB’nin likidasyonu ile kapitalizmin alternatifsiz bir sistem olduğu “iddia” edilip, neoliberalizmin (ebediyete dek sürecek!) zaferi ilan edilivermişti.

Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” zırvasıyla müsemma hâlle eşitsizlikler her alanda derinleşti.

Oxfam’ın, 2024 yılı Küresel Eşitsizlikler Raporu’na göre yerkürenin en zengin 26 dolar milyarderi, dünya nüfusunun en yoksul yüzde 50’sini oluşturan 3.8 milyar insanın toplam varlığına eşit bir servete sahipti. Kapitalist milyarderlere ait servet 2024’te 2023’e göre 2 trilyon dolar artarak 15 trilyon dolar oldu. Küresel dolar milyarderlerinin sayısı da 2023’te 2 bin 565’ten 2024’te 2 bin 769’a çıktı.

Rapora göre Avrupa’daki süper zenginlerin çoğu, servetlerinin bir kısmını daha Güney ülkelerini sömürülmesine borçlu. 2023’te Kuzey’deki en zengin yüzde 1’lik kesim, Güney üzerinden saatte 30 milyon dolar kazanç elde etti. Küresel Kuzey ülkeleri, dünya nüfusunun yalnızca yüzde 21’ini oluşturmalarına rağmen küresel servetin yüzde 77’sini kontrol ediyorlar.[8]

Yine 2005 verilerine göre dünyanın en zengin üç kişisi en yoksul 48 ülkenin gayri safi milli hasılasının toplamından daha fazla servete sahipken;[9] kapitalizmin “Modern imparatorluk yaratma işindeki ustalık ve kurnazlık, Romalı kumandanları, İspanyol istilacıları ve XVIII. ve XIX. yüzyıl Avrupalı sömürgeci güçleri utandıracak düzeyde”yken;[10] 2024 yılı rakamlarına göre dünyanın en zenginleri arasında birinci sırayı alan, faşizmin evrensel finansörü Elon Musk, dünyadaki toplam 195 ülkeden yaklaşık 160’ının yıllık GSYİH’sinden daha fazla servete sahiptir.

Tam da bu noktada Oxfam International Genel Direktörü Amitabh Behar’ın “Küresel ekonominin ayrıcalıklı azınlık tarafından ele geçirilmesi bir zamanlar hayal bile edilemeyecek seviyelere ulaştı. Milyarderleri durdurmadaki başarısızlık, geleceğin trilyonerlerini doğuruyor. Milyarderlerin servet birikim oranı -üç kat- artarken, aynı zamanda güçleri de arttı,”[11] ifadesi her şeyi özetlese de, bunun bir de beşerî çürüme boyutu var.[12]

Malum: Krizlerin yol açtığı çok büyük bir hızla yaşanan toplumsal altüst oluş ve değişim dönemlerinde henüz yeni toplumsal düzeni oluşturacak normlar ve yapılar oluşmadığı ve oturmadığı için krizin körüklediği yüksek anomi (köksüzlük, normsuzluk) hâlleri oluşur. Bu kaçınılmaz olarak çürüme ve çöküşe yol açar.

Tekelci kapitalist mülksüzleştirmenin sonucu olarak, büyüyen yoksulluk, suç oranları, beşerî bağlarının çözülmesi, ahlâkî çöküş, değer kaybı, suç, şiddet, çeteleşme, sefalet gibi birçok derin ve çaplı toplumsal soru(n)lar devreye girer.

Bu durum yabancılaşmanın toplumsallaşmasıyken; kara para aklama milli değer, göstermelik seçimler, diktatörlük rejimini yerleştirmeye yönelik çabalar, muhafazakâr aile maskesi ardında ensest ve çocuklara tacizin meşrulaştırılması toplumsal norm hâline gelir.

Erkeklerin işlediği cinayetleri ve şiddeti hoşgörme de bir toplumsal değere dönüşür.

Geçerli olan değerler: Orman kanunu, güçlünün zayıfa üstünlüğü, örgütlü ya da bireysel şiddet, aç(ık)gözlülük, hiper-tüketim, yıkım, dikta, adam kayırmacılık, öngörüsüzlük, gösterişçilik, en iyi ben bilirimcilik, oldubitticilik, kapanın elinde kalmacılık, cehalet(in güzellenmesi), hukukta kendine Müslümanlık ve daha ötesidir.

Ve kıyım bir şekilde yönetim rasyonalitesinin temel mantığına dönüşür: Her türlü biyolojik, kültürel, doğal, insanî, tarihsel varlık ve değerin kökünden kıyımı, kadın kıyımı, bebek kıyımı, toplumsal yardımlaşmanın ve empatinin kıyımı, çalışanların kıyımı, kıyıların, ormanların, zeytinliklerin kıyımı, alçakgönüllülüğün/diğerkâmlığın kıyımı, toplumsal adaletin kıyımı.[13]

O hâlde III. Büyük Bunalım’ın devreye soktuğu yıkım ve kıyımın yoksulların, göçmenlerin, dezavantajlıların, işçilerin, köylülerin, çiftçilerin yaşam koşullarını ve var oluş imkânlarını her geçen gün tükettiğini ve ezilenlerin “lümpenleşmesine” yol açtığını görmeliyiz.

 

TÜRK(İYE) EKONOMİSİ (Mİ?)!

Kapitalist dünya ekonomisi gibi krizle sarsılan Türk(iye) ekonomiden tarımına yıllardır belini doğrultamıyor ve doğrultamayacak da!

Kolay mı?

Kamu malları, kaynakları bin türlü yöntemle yıllardır iktidara yakın guruplara aktarılır, yani devasa bir servet transferi gerçekleştirilirken; krizin maliyetinin emekçilere yıkıldığı çoğunluğun malumu.

Hele hele “Faiz sebep, enflasyon sonuçtur,” “Nas var,” denilerek Eylül 2021’deki faiz indirimi ve ucuz krediler yoluyla klasik ekonomiden epistemolojik bir kopuşla “kur korumalı mevduat”ın icat edilmesi, para sahiplerine büyük kur farkı bedelleri ve faizler ödenmesi gibi fiyaskolar her şeyi daha da karmaşıklaştırıp ağırlaştırdı.

Bu gidişat da uzun vadede sürdürülebilir olmadığı gibi stagflasyon (enflasyon içinde durgunluk) eşikte boy gösterdi.

Bu süreç içinde emekçiler yoksullaşırken, dolar milyonerlerinin sayısı arttı. Hâl-i hazırda toplumun en az yüzde 80’i geçim kaygısı taşıyor. TÜİK’in 2023 Yılı Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması’nın sonuçları, en yüksek gelir grubundaki ailelerin gelirlerinin 2022 yılına göre arttığını, orta ve en düşük gelir grubundaki ailelerin gelirlerinin ise giderek düştüğünü gösteriyor.

Gelir ve servet artışları da toplumsal refaha dönüşmüyor; tüketim, rant ve faiz üzerinden kurgulanan model, milli gelirin ve servetin bölüşümündeki adaletsizliği giderek büyütüyor.

Ayrıca daha sert daralmaların ortaya çıkmasının muhtemel olduğu güzergâhta sanayi küçüldü; özel tüketim harcamaları hız kesti; emeğin milli gelirden aldığı pay azaldı; üretim daraldı.

Böylelikle kaçınılmaz biçimde durgunluk ile enflasyon birlikte yaşanır oldu; yani stagflasyon…

Özetin özeti, ekonomideki durgunluk, işsizlik, yoksullaşma, tekelci kapitalizmin yüzünü güldürürken emekçileri daha da derin bir sefalete sürüklüyor. Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in uyguladığı politikalar IMF’den de destek buluyorken; kriz hemen her kesimi derinden vuruyor. Şirketler kapanıyor, esnaf kepenk indiriyor. Borç batağı nedeniyle konkordato ilanları arttı. Karşılıksız çeklerde de büyük patlama var.

Örneğin Türkiye Odalar ve Borsalar Birliğinin (TOBB) verilerine göre 2024’te kapanan şirket sayısı, Temmuz 2023’e göre yüzde 39.8 artarken, kurulan şirket artışı ise yalnızca yüzde 4.2 oldu. 2024 yılının 7 aylık döneminde kapanan şirket sayısı 14 bin 828; kepenk kapatan esnaf sayısı 51 bin 55; konkordato ilan eden firma sayısı 788; karşılıksız çıkan çek sayısı 146 bin idi.[14]

Yeri gelmişken belirtmeden geçmeyelim: Mehmet Şimşek’in tüm iktisadî uygulamaları sadece bir para politikasından ibaret. Ancak bu politikada, yaşama geçirdiği uygulamalardan etkilenerek yoksullaşan insanlar yok, borç batağına düşen emekçiler yok, sefalet koşullarında hayata tutunmaya çalışan emekliler yoktur ve her üç insandan birinin işsiz, her dört çocuktan birinin aç olduğu “es” geçilir.[15]

Sadece bu kadar mı? Elbette değil, birkaçını daha aktaralım!

► Takipteki borçlar yüzde 55.2 artışla 301.5 milyar liraya ulaştı. Bu artış oranı takipteki bireysel tüketici kredilerinde yüzde 154.5’e yükseldi![16] Bankaların takibindeki tüketici kredileri ve bireysel kredi kartlarında yıllık artış yüzde 135.1’i gördü. İcra ve iflas dosyaları milyonları bulurken kapanan şirket sayısı her ay artıyor![17]

► 2024’ün başında 1.17 trilyon TL seviyesindeki bireysel kredi kartı harcamaları, 15 Kasım 2024 itibarıyla yüzde 43 artarak 1.68 trilyon TL’ye yükseldi. Aynı dönemde takibe düşen borç miktarı ise 16 milyar TL’den 48.48 milyar TL’ye çıkarak üç katından fazla artış gösterdi![18] 2024 Ağustosu itibarıyla kredi kartı kullananların yüzde 49’unun limiti 100 bin TL’nin üstünde ve 38 milyon kişi kart borçlusu![19]

► 2025 Ocak’ında BDDK verilerine göre bankacılık sektörünün toplam kredi hacmi 16 trilyon lirayı aştı. Tüketici kredilerindeki artış sürerken, bireysel kredi kartı borçları 1.8 trilyon lirayı buldu. Takipteki alacaklar ise 297 milyar liraya yükseldi![20] Takipteki alacaklarda bir yılda yüzde 125 artış kaydedildi![21]

► Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Takasbank verilerine göre, 2024 Ağustosunda karşılıksız çek adedi 12 bin 30 adet seviyesinde bulunurken, 2024 Eylülünde bu rakam yüzde 112.2 artarak 25 bin 523 adede yükseldi![22] Karşılıksız çıkan çek sayısı 2024’ün ilk 6 aylık döneminde yüzde 78.7 oranında artarak, 62 bin 597’den 111 bin 886’ya kadar yükseldi![23]

► Batık kredi kartı borçlarında bir yılda yüzde 245, batık ihtiyaç kredisi borçlarında ise yüzde 59.9 oranında artış oldu![24] Borç krizi her geçen hafta derinleşmeye devam ediyorken zamanında ödenemediği için takibe düşen alacaklar, bir haftada 4 milyar 8 milyon TL arttı![25]

► Nihayet öngörülen kriz patlak verdi. Çünkü borçların ödenmesinde tıkanma var. Gelir enflasyona paralel artmıyor, borç birikti, kart borçlarında 60 aya kadar yapılandırmaya gidildi. Asgarî ücret 17 bin 2 TL iken emekçiler de karta yüklendi. Hem de kredi kartı kullanan sayısı 37.8 milyon; 1 yılda kartlı harcamaların tutarı 12.8 trilyon TL; takipteki alacakların tutarı 260.5 milyar TL; takipteki kredi kartı borç tutarı 43.7 milyar TL iken![26]

► Batık banka borcu 287 milyara çıktı… Türkiye yüksek enflasyon ve ekonomik kriz sarmalında debelenirken yapılandırmalara rağmen tüketici kredisi ve kredi kartı borçları zirveyi gördü. Yurttaşların yasal takibe alınan banka borçları, yapılandırma işlemlerine rağmen hızla artmaya devam ediyor. 2024’ün ilk 10 ayında yasal takibe alınan yurttaş sayısı yüzde 38 artarak 1.5 milyona çıktı![27] Batık KOBİ yüzde 50 arttı ve toplam kredi 4 trilyon lirayı aşarken, takiptekiler 77.3 milyar TL’ye çıktı![28]

► İstanbul Planlama Ajansının (İPA) 2024’ün Eylül ayı İstanbul’da Yaşam Maliyeti araştırmasına göre kentte yaşamanın maliyeti 2023’ün aynı ayına göre yüzde 60.30 arttı![29]

► 2018 ile birlikte şiddetlenen ekonomik kriz ile yüksek enflasyon ve TL’nin değerindeki erime 200 TL’yi günlük kullanımın “zorunlu” parası hâline getirirken; 2024 Eylül’ü itibarıyla tedavüldeki banknot sayısı 5 milyar 281 milyon adet oldu![30] Eylül 2023’te tedavüldeki banknotların yüzde 35.2’sini oluşturan 200 TL’nin payı yüzde 49.7’ye yükseldi![31]

► Türkiye’nin dış borçları 2024 3. çeyrek itibarıyla 528.8 milyar dolara yükseldi. Bu nokta 2019 yılı sonuna göre tam 111 milyar dolarlık bir artışa işaret ederken; bir yıl içerisinde çevrilmesi gereken kısa süreli borçların bakiyesi 232.7 milyar dolar düzeyine erişti![32]

Borsa oyunlarından kliyentalizme (kayırmacılık), israftan özelleştirme talanına uzanan skala hepimize Anton Çehov’un, “Tüm yaşamınız boyunca, borç faizlerini ödemek için harcadığınız enerjiyi başka şeye harcamış olsaydınız, sanırım, eninde sonunda dünyanın altını üstüne getirebilirdiniz”;[33] Robin Williams’ın, “Aç bir mide, boş bir cüzdan ve kırık bir zihin, sana hayattaki en değerli dersleri öğretir,” satırlarını hatırlatmıyor mu?!

Hem de işsizlik sorunu bu kadar büyümüşken![34]

DİSK-AR, “Dar tanımlı düşerken geniş tanımlı işsizliğin artmasının nedeni iş bulma ümidinin ve iş arama eğilimin azalmasıdır,” derken; 2023 Eylülünde dar tanımlı işsiz sayısı 3.2, geniş tanımlı işsiz sayısı 8.7 milyona ulaşmış, ümidini yitirenler iş aramayı bırakmıştı.[35]

TÜİK’in İşgücü İstatistikleri, 2023 raporu, halk arasında “boşta gezenler” olarak nitelenen, resmî kayıtlarda ise “ne eğitimde ne istihdamda olanlar” şeklinde yer alan gençlerle ilgili sonuçlara göre 2023’te, ne eğitimde ne istihdamda olan gençlerin sayısı 15-24 yaşta 2 milyon 661 bin, 15-29 yaşta 4 milyon 696 bin, 15-34 yaşta ise 6 milyon 663 bin kişi olarak hesaplandı. Yine bu verilere göre ne eğimde ne istihdamda olan gençlerin ilgili gruptaki toplam gençlere oranı da 15-24 yaşta yüzde 22.5, 15-29 yaşta yüzde 25.8 ve 15-34 yaşta yüzde 27.2 oldu.[36]

Özetle, 2.1 milyon kişi iş bulmaktan umudunu kestiği için iş aramayıdığını belirtip, 1.9 milyon kişi “iş olsa çalışırım” derken;[37] TÜİK verileri ile düşük tutulmaya çalışılan işsizlik oranları, verili hâliyle dahi OECD ülkelerini katladı. Bazı bölgelerdeki işsizlik, OECD ortalamasının 4 katına kadar çıktı![38]

 

DEVLETİN MARİFETLERİ

İktidarın emekliyi açlık sınırının altında emekli aylığına mahkûm etme anlayışı tüm emeklileri yoksullukta eşitleyerek sürdürülen ekonomik yıkımın sorumlusu tekelci kapitalist devlettir; bir düşünün, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığının hane başına yaptığı sosyal yardım karşılığı günlük sadece 19 TL oldu![39]

Derin ve yaygın yoksulluğu ortaya koyan bir diğer veri de 5.4 milyon çocuğun yoksulluk içinde olması! Veriler, Türkiye’deki çocuk nüfusunun yüzde 25’inin yoksulluk içinde olduğunu ortaya koyuyor…[40]

Bunlar böyleyken; sermayenin orantılı vergi ödemesini sağlayacak hiçbir düzenlemeye yanaşmayan iktidar, denetimlerin azalmasıyla vergi kaçırılmasına suç ortaklığı yapıyor. Vergi Denetim Kurulunun 2023 faaliyet raporuna göre, vergi inceleme sonuçlarını gösteren oran sadece 1.66. Yani 2023’te gelir ve kurumlar vergisi mükelleflerinin sadece yüzde 1.66’sı incelenebilmiş. Yapılan incelemelerde 47 milyar TL’lik verginin eksik ödendiği tespit edildi. Ücretliden vergi kaynağında daha ücreti eline geçmeden kesildiği için kaçıranlar, malum. Kaçırılan verginin yaklaşık 15 milyar TL’sinin büyük sermaye gruplarının ödemesi gereken kurumlar vergisinden kaynaklandığı görülüyor.[41]

Bu kadar da değil!

Yap-İşlet-Devret modelinin kamuya altı aylık faturası kesildi. Ulaştırma Bakanlığı, garanti ödemelerinin yapıldığı “Hane Halkına Transfer” kaleminden Ocak-Haziran 2024 döneminde 2.8 milyar TL harcadı.[42]

Devamla: Bütçenin faiz yükü iki katına çıktı… Bütçeden yapılan faiz ödemeleri 2024’de 2023’ün aynı dönemine göre yüzde 113.1 artarak 667 milyar liraya kadar yükseldi. Bu tutar, tek adam rejimine geçilen 2018’in aynı döneminde yapılan faiz ödemesinin 15 katı.[43]

Ayrıca IMF borcunu kapatmakla övünen AKP döneminde devletin dış borcu 168 milyar dolar, özel sektörün dış borcu 20 milyar dolar arttı. 22 yılda hem devlet hem özel sektör dış borçlar için toplam 240 milyar dolar faiz ödedi.[44]

Bir de Sanayi ve Teknoloji Bakanlığının 124.4 milyar TL’lik 2025 yılı bütçesi, Diyanetin 130.1 milyar TL’lik bütçesinin altında kaldı. Diyanetin yalnızca personel gideri, Sanayi Bakanlığına bağlı Uzay Ajansının toplam bütçesini 44’e katladı.[45]

Ve… Üç kamu bankası, Ziraat, Halk ve Vakıflar Bankaları 2023’te isimleri açıklanmayan medya organlarına 2 milyar TL dolayında ilan ve reklam verdi. 2024 Aralık’ında TBMM’ye sunulan raporlara göre ise 2023’te yapılan harcama tutarı ise yaklaşık iki katına yakın artarak 3.7 milyar TL’ye ulaştı.[46]

TRT’nin 2020’de 21.3 milyon TL olan kambiyo zararı, TL’de yaşanan değer kaybının hız kazandığı 2023’te 88 milyon 726 bin 593 TL’ye ulaştı.[47] 2023’te 18.2 milyar TL bandrol geliri alan TRT’nin konuk ağırlama, reklam ve tanıtım gideri 370 milyon TL oldu ve “Kudüs Fatihi Selahaddin Eyyubi” gibi diziler için 12.1 milyon TL kostüm harcaması yapıldı.[48]

Ek olarak gelir garantili bütçe soygunu… Ödemedikleri vergilerle gündeme gelen Kamu-Özel İşbirliği (KÖİ) işletmecilerinin kamuya maliyeti katlanıyor. Karayolları Genel Müdürlüğü bütçesinden ocak-haziran döneminde 35.9 milyar TL aktarıldı. Bütçeden vakıflara yapılan transferlerdeki artış da dikkat çekti.[49]

Çalışanları zamsız bırakan iktidar, bütçe gelirlerini artırma amacıyla cezalara yüklendi. Yılın ilk altı ayında 14 milyon 407 bin trafik cezası kesildi. Hazine’nin bu cezalarından kaynaklanan geliri 14.6 milyar TL oldu.[50]

Ve nihayet kliyentalizm: Cengiz Holdingin yüzde 50 ortaklık payı olduğu MERAM, Çamlıbel, Boğaziçi ve Akdeniz isimli elektrik dağıtım şirketleri ülkedeki elektrik tüketiminin yüzde 30’unu karşılıyorken; bütçeden Cengiz Holdingin elektrik dağıtım şirketlerine yapılan ödemelerde, 2024 Ekiminde Cengiz’in MERAM, Çamlıbel, Boğaziçi ve Akdeniz şirketlerine “genel aydınlatma ödemesi” adı altında 690.1 milyon TL ödendi.[51]

Dünyanın en büyük 250 inşaat şirketi arasına giren ve yurt dışında 18.5 milyar dolar tutarında proje üstlenen Türk sermayeli 43 şirketin 20’si 2023’te, 13’ü ise üç yılda vergi ödemedi.[52]

Konuya ilişkin olarak iktidarın sır gibi sakladığı veriler açığa çıktı: 2013-2023 döneminde 7 milyar 506 milyon 378 bin TL’lik vergi borcunun silindiği belirlendi. AKP iktidarının sildiği vergi borçlarına yönelik çalışan milletvekili Cevdet Akay, sadece zenginlere ait borçların silindiğinin altını çizdi.[53]

Ödenmeyen vergiler ve muafiyet teşvik belgeleriyle anılan şirketlerin kamudan aldığı ihaleler de sürekli artıyor; 13 yılda en yüksek bedelli ihaleleri alanlar listesini, “AKP’nin gözdesi” olarak adlandırılan şirketler doldurdu. 2010-2024 döneminde toplam 128 kez Vergi Resim Harç İstisnası belgesi düzenlenen şirketlerin kamu ihaleleri karnesi de dikkati çekti. Cengiz, Kolin, Makyol, Limak ve Kalyon’un da aralarında olduğu iktidara yakın şirketler, kamudan en yüksek sözleşme bedelli ihaleleri alanlar listesinde de kendilerine yer buldu. Şirketlerin 2011-2024 kesitindeki 13 yıllık dönemde aldığı ihalelerin toplam sözleşme bedeli 100 milyar TL’yi aştı.[54]

2023’te ise en büyük sanayi kuruluşları listesindeki SOCAR Türkiye grubundan STAR Rafinerinin 2021 yılında matrah açıklamadığı açığa çıktı. 2022 ve 2023’te ise şirket, matrah açıklamasına rağmen vergi ödemedi.[55]

İlaveten: Türkiye’nin ciğerlerini küle çeviren orman yangınlarına müdahalede yetersiz olduğu gerekçesiyle eleştirilen OGM, Baykar’dan (Damattan) 5 adet, TUSAŞ’tan ise bir adet olmak üzere aldığı 6 adet İHA için 323.6 milyon TL ödedi.[56]

Bir şey daha: 1986-2023 kesitindeki 20 milyar TL’lik kamu taşınmazı satışının 19 milyarlık bölümü, AKP iktidarında gerçekleştirildi. Sadece Ocak 2022-Temmuz 2023 döneminde, 10.2 milyar TL’lik taşınmaz elden çıkarıldı.

Resmî verilere göre, 1986-2001 yıllarını da kapsayan 16 yıllık dönemde gerçekleştirilen satıştan elde edilen gelir, 43 milyon 304 bin 548 TL olarak kayıtlara geçmişti. 2002-2007 döneminde ise 1 milyar 446 milyon 636 TL’lik kamu taşınmazının satıldığı bildirildi. Tüm tepkilere karşın kamu varlıklarını elden çıkartmaktan vazgeçmeyen iktidar, 2008 itibarıyla özelleştirme politikalarını daha etkin uygulamaya başladı. Ülkede, Ocak 2008-Temmuz 2023 dönemleri arasında kamu taşınmazlarının satışından toplam 18 milyar 522 milyon 397 bin TL gelir elde edildiği belirtildi.[57]

CİMER, 18 yılda özelleştirilen (satılan) kurumlar, yerler ve fabrikaların listesini açıklamış ama kaça satıldıklarının bilgisini vermemiş! Liste şöyle![58]

ÖZELLEŞTİRİLEN TERMİK SANTRALLER
Seyitömer Termik Santrali

Kangal Termik Santrali

Yatağan Termik Santrali

Çatalağzı Termik Santrali

Yeniköy Termik Santrali

Orhaneli Termik Santrali

Tunçbilek Termik Santrali

Soma Termik Santrali

ÖZELLEŞTİRİLEN HİDROELEKTRİK SANTRALLERİ
Ataköy Hidroelektrik

Beyköy Hidroelektrik

Çıldır Hidroelektrik

İkizdere Hidroelektrik

Kuzgun Hidroelektrik

Mercan Hidroelektrik

Tercan Hidroelektrik

Murgul Hidroelektrik

Denizli Jeotermal Santrali

ÖZELLEŞTİRİLEN ŞEKER FABRİKALARI
Kırşehir Şeker Fabrikası

Turhal Şeker Fabrikası

Çorum Şeker Fabrikası

Elbistan Şeker Fabrikası

Muş Şeker Fabrikası

Erzincan Şeker Fabrikası

Erzurum Şeker Fabrikası

Afyon Şeker Fabrikası

Bor Şeker Fabrikası

Alpullu Şeker

ÖZELLEŞTİRİLEN TEKEL BİNALARI
Adana

Ballıca

Bitlis

İstanbul Sigara

Malatya

Tokat

Yavşan Tuzlası

Ayvalık Tuzlası

Çamaltı Tuzlası

Çankırı Tuzlası

Tuzluca Tuzlası

Sekili Tuzlası

Kağızman Tuzlası

Kaldırım Tuzlası

Kayacık Tuzlası

ÖZELLEŞTİRİLEN SÜMER HOLDİNG’E BAĞLI ŞİRKETLER
1. Mazıdağ Fosfat Tesisleri

2. Adıyaman İşletmesi

3. Malatya İşletmesi

4. TÜMOSAN İşletmesi

5.Bakırköy Konfeksiyon San.

6. Çanakkale Sentetik Deri İşletmesi

7. Diyarbakır İşletmesi

8. Beykoz Deri Kundura İşletmesi

9. Sarıkamış Ayakkabı İşletmesi

ÖZELLEŞTİRİLEN LİMANLAR
1. Mersin Limanı

2. İskenderun Limanı

3. Samsun Limanı

4. Bandırma Limanı

5. Derince Limanı

6. Salıpazarı Limanı (Galataport)

7. Tekirdağ Limanı

8. Çeşme Limanı

9. Kuşadası Limanı

10. Dikili Limanı

11. Trabzon Limanı

DİĞER ÖZELLEŞTİRİLEN ŞİRKETLER
1. Seyitömer Linyitleri

2. Güney Ege Linyitleri

3. Murgul Bakır İşletmesi

4. Samsun Bakır İşletmesi

5. Yeniköy Linyitleri İşletmesi

6. Bursa Linyitleri İşletmesi

7. Sakarya Traktör Sanayi

8. Ereğli Demir ve Çelik

9. Eti Alüminyum

10. Eti Bakır

11. Eti Elektrometalurji

12. Eti Gümüş

13. Eti Krom

14. Gübre Fabrikaları

15. PETKİM

16. TÜRK TELEKOM

18. TÜPRAŞ

19. SEKA Kâğıt Fabrikası

 

 

 

 

Ekonomistlerin açıklamasına göre, 18 yıllık AKP iktidarında “özelleştirme”den elde edilen gelir 71 milyar dolar olmuş… Yani yok pahasına gitmiş…

Bu zaman zarfında toplanan toplam vergi tutarı ise yaklaşık 2 trilyon 700 milyar dolardır…

Yurt dışından alınan kredi toplamı yaklaşık 454 milyar dolar olmuştur…

Bu demektir ki, 18 yıllık AKP döneminde 3 trilyon 285 milyar dolar toplanmış ve harcanmış!

İSRAFIN “İTİBAR”I!

Hz. Ali’nin, “Yeryüzünün viraneliği halkın fakirliğindendir. Halkın fakirliği de iktidarının istikbaline güvenmeyen ve ibret alınacak şeyden ders çıkarmayan idarecilerin serveti yağmalanmasından,”[59] vurgusuyla ekleyelim: Coğrafyamızda israfın adı “itibar”dır ve tasarruf hep emekçiler içindir!

İşte kimi veriler…

► İsraf, bütçedeki kara deliklerin daha da büyümesine neden oldu. Harcamalar 2024’te 2023’ün aynı dönemine göre yüzde 79 arttı![60]

► Seçim dönemleri propaganda aracı olarak kullanılan KİT’lerin görev zararı 2023’te 2022’ye göre yüzde 820 oranında artışla 179.62 milyar TL oldu. Bütçeden 8 kuruluşa yapılan ödeme bir yılda yaklaşık 9 kat arttı![61]

► Yönetimde AKP’lilerin yer aldığı THY’nin Ocak-Eylül 2023 döneminde 2.8 milyar TL olan reklam gideri 2024’ün aynı kesitinde 4.4 milyar TL’ye çıktı![62]

► İletişim Başkanlığı 2024’ün Ocak-Haziran döneminde 849.5 milyon TL harcama yaptı. Ocak 2023-Haziran 2024 kesitindeki ödemeleri ise 2 milyar TL’ye dayandı![63] İletişim Başkanlığının 2018’de 584 olan personel sayısı 2024’te 1114’e çıktı. Personel giderinin 2025’te 1 milyar 62 milyon TL olarak gerçekleşmesi öngörüldü![64]

► Yapım maliyeti 1 milyar 500 milyon dolar olan Osmangazi Köprüsü için toplamda 15 milyar dolardan fazla para ödenecek![65]

► Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı, “Merkezî Yönetim Bütçe Gerçekleşmeleri ve Beklentiler Raporu”na göre, Cumhurbaşkanlığının 6 aylık harcaması 2024’te 2023’e göre yüzde 177 arttı![66]

► Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2023 harcamaları 2022’ye göre yüzde 70 artışla 9.56 milyar TL’ye ulaştı. Günlük harcama 26.2 milyon TL olurken, yalnızca koruma giderleri için 4 ayda 798 milyon TL harcandığı açıklandı![67]

► Erdoğan’ı korumak için 2024’ün ilk 7 ayında 1 milyar 353 milyon 702 bin TL’lik harcama yapıldı. Bu da günlük 6 milyon 446 bin TL’ye denk geliyor![68]

► Erdoğan’ın korunması için 2024’ün ilk 10 ayında 1 milyar 967 milyon 114 bin TL harcadığı belirtildi. Bu tutar 2023’ün aynı ayında ise 907 milyon 312 bin TL olarak açıklanmıştı. Bu veriler doğrultusunda Erdoğan’ı korumanın maliyeti bir yılda iki katını aştı. Korumaları için günlük yapılan masraf 385 asgarî ücrete denk! TBMM’ye sunulan Emniyet Genel Müdürlüğü 2025 bütçe teklifine göre, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın koruma gideri 2025’te 2.8 milyar TL’ye çıkacak. 2018’den beri cumhurbaşkanı koruma harcamaları yüzde 2 bin 37 oranında artırılmış olacak![69]

► Sadece korumaya giden parayla her ay 19 bin 152 kişinin emekli maaşı, 14 bin 85 asgarî ücretlinin de aylık ücreti ödeniyor. Ayrıca Saray, araç alımında da ayağını gazdan hiç çekmiyor. Sarayın yeni otomobil masrafı 262 milyon lira. Cumhurbaşkanlığı için 4 milyon 976 bin lira harcanarak tekne ve bot da alındığını belirtti![70]

► 2024’ün ilk 6 ayında sarayları ve Erdoğan ile ailesini korumak için devletin kasasından 1.1 milyar TL harcandı![71]

► Milletvekili Burhanettin Bulut, Saray’ın harcamalarına bütçe dayanmadığını vurgusuyla, “Cumhurbaşkanlığının bir yıllık masrafı, 723 bin 444 asgarî ücretli çalışana, bir milyona yakın emeklinin maaşına denk geliyor,” dedi![72]

► Ekonomik krizin gölgesinde on milyonlarca lira harcanarak inşa edilen ve 74 milyon metrekare büyüklüğe ulaşan millet bahçeleri için 2024-2028 döneminde 771 milyon TL kaynak daha kullanılacak![73]

► Kayseri RTE Millet Bahçesi’nin maliyeti 300 milyon TL’yi aştı. Ekonomik krizin gölgesinde her yıl milyonlarca lira yutan bahçe için yapılan toplam harcama, Ocak 2025’teki 5 milyon TL’lik ihale ile 304,4 milyon TL’ye çıktı![74]

► Edirne Söğütlük Kent Ormanı’nda 186.6 milyon TL maliyetle yapılan millet bahçesi için dikilen fidanlar birer birer kurudu. Açılışı yapılmayan millet bahçesinden çekilen görüntüler, “kamu kaynaklarının çöpe atıldığını” bir kez daha gözler önüne serdi![75]

► Türkiye’nin en borçlu belediyesi olan AKP’li Kocaeli Büyükşehir Belediyesi, 15 Temmuz için kesenin ağzını açtı. Belediye, yalnızca bir günlük organizasyon için AKP’li bir ismin şirketine 1 milyon 970 bin TL ödedi![76]

Ve Diyanet…

► Diyanet İşleri Başkanlığı 2024’te günde 270 milyon TL harcadı. Bu rakam günlük 15 bin 880 asgarî ücrete denk geliyor![77]

► Diyanetin mal alım giderleri ile vakıflara aktardığı para belli oldu. Krizin derinleştiği Ocak-Haziran 2024 döneminde başkanlık, 802.4 milyon TL’lik mal alırken ismi açıklanmayan vakıflara da 266.1 milyon TL gönderdi![78]

► Diyanette de itibardan tasarruf yok: Geziler, oteller, lüks tadilatlar… Örneğin Diyanet İşleri Başkanlığı 20 Mayıs 2024’te, “Diyanet İşleri Başkanlığı Merkez Hizmet Binası Kat Tuvaletleri Bakım Onarım Tadilatı” ihalesi düzenledi. İhale kapsamında yapılacak işler için 6 milyon TL’lik anlaşma yapıldı.

Hazine ve Maliye Bakanlığının verilerine göre, Ali Erbaş’ın başkanlığını yaptığı Diyanet, 2024’ün Ocak-Ekim döneminde toplam 83 milyar 50 milyon 277 bin TL harcadı. Diyanete 2025 için 130.1 milyar TL bütçe öngörüldü![79]

► Diyanet vakfı yurtdışına milyonlarca avro harcadı. Sayıştay denetimine girmeyen vakfın Makedonya, Arnavutluk ve Kırgızistan’daki camilerinin maliyeti 40.1 milyon avro![80]

► Diyanet İşleri Başkanlığına kriz uğramıyor. Daha önce kadınların giyim tarzını hedef alan yayınlarıyla gündeme gelen Diyanet TV’ye son teknoloji ekipman satın alındı. Maliyet kayıtlara 42.1 milyon TL olarak geçti![81]

► Tasarruf, Kur’an kursuna işlemiyor… Tüm kamu kaynaklarının seferber edildiği 4-6 yaş Kuran kursları için atağa geçildi. Diyanet İşleri Başkanlığı, yaz Kur’an kurslarında okutulması amacıyla 10.5 milyon TL’ye 250 bin adet etkinlik kitabı bastırdı![82]

► Diyanetin, “Aylık, Aile, Çocuk, Okul Öncesi” ve “Geçerken” isimli dergilerinin 2025 yılı için basım anlaşması imzalandı. Başkanlık, 5 derginin basımı için İhlas Gazetecilik ile 43 milyon 593 bin TL’lik anlaşma yaptı![83]

► Diyanetin 2025’te beş yeni araç daha satın alacağı ortaya çıktı. Başkanlığın bunun için 13 milyon TL para ayırdığı öğrenildi![84]

► Diyanette, emekli olacak personele verilecek aylıkları gösteren tabloya göre Ali Erbaş emekli olursa aylık 78 bin TL maaş ve 1.8 milyon TL ikramiye alacak![85]

► Cumhurbaşkanı Kararnamesi ile bir Avrupa ülkesine atanan Din Hizmetleri Ataşesi A. görevi boyunca kamu kaynaklarını har vurup harman savurduğu öne sürüldü. Diyanet kaynaklarından edinilen bilgiye göre, 7 bin 500 avro maaş alan ve daha önce farklı ülkelerde de görev alan ataşe, son görevli olduğu ülkede Diyanet’e bağlı bir yerde konaklayarak tek kuruş ödeme yapmadı ve göre A, Türkiye’den gelen ailesine de ülke turu yaptırdı ve lüks otellerde konaklattı![86]

Ve nihayet!

► Bütçeden yapılan “hane halkına transferler” kalemi adeta tasarrufun uygulandığı tek kalem oldu. 2024 Temmuzunda 2023’e göre tüketime yönelik mal ve malzeme alımı yüzde 122, hane halkı transferleri sadece yüzde 14.5 arttı. Egemenler tasarrufu sosyal yardımda buldular![87]

EŞİTSİZLİK, ZENGİNLİK, YOKSULLUK “ŞEYTAN ÜÇGENİ”!

Buraya dek aktardığım tablonun sonuçlarının ilki derinleşerek yaygınlaşan eşitsizliktir.

Kolay mı?

İktidarın neoliberal politikaları gelir dağılımı adaletsizliğinde ülkeyi Avrupa’nın zirvesine taşıdı. En zengin yüzde 1’lik kesim ülkedeki servetin yüzde 40’ına sahip oldu. Halkın yüzde 71’inin 10 bin dolardan az serveti bulunuyor.[88]

TÜİK’in gelir dağılımı raporuna göre fark, toplum yüzde 10’luk dilimlere bölündüğünde 13.3 kat, yüzde 5’lik dilimlere bölündüğünde ise 22.8 kata yükseliyor.[89] İlk yüzde 20’nin payı yüzde 6.3, son yüzde 20’nin payı yüzde 48.1 olarak hesaplanıyor.[90]

Özetle, gelir dağılımı ve yoksulluk istatistikleri ürkütücüyken; daha kötüsü de eşikte… Örneğin 9 yılda en zengin yüzde 20’nin toplam gelirden aldığı pay yüzde 46.5’ten yüzde 48.1’e yükselmiş. Buna karşın ortada yer alan 3 yüzde yirmilik dilimin de pastadaki payı belirgin biçimde gerilemiş. 2’nci dilim yüzde 10.7’den yüzde 10.4’e; 3’üncü dilim yüzde 15.2’den yüzde 14.6’ya; 4’üncü dilim ise yüzde 21.5’ten yüzde 20.7’ye düşmüş. En zengin yüzde 20, en yoksul yüzde 20’nin 2014’te 7.6 katını kazanırken bu oran 2023’te 7.7’ye çıkmış. En zengin yüzde 10 en yoksul yüzde 10’un 13.3 katı kazanmış.[91]

Verilerin ortaya koyduğu ekonomi-politik hakikât şu: “Sömürü varsa, eşitlik olamaz. Toprak sahibi, işçiye; aç, toka eşit olamaz.”[92]

“Sömürücü, sömürülene eşit olamaz.”[93] Çünkü “Bir sınıfın bir başka sınıf tarafından tüm sömürü olanağı kesinlikle ortadan kaldırılmadıkça, asıl eşitlik, gerçek eşitlik olamaz”![94]

O hâlde “Biz devletin genel eşitlik demek olduğu şeklindeki bütün eski hurafeleri reddedeceğiz. Zira bu bir yalandır;[95] V. İ. Lenin’in ifadesiyle, “İşçiler ve tüm emekçiler aç, çıplak, bitmiş ve tükenmiş bir durumda iken saf demokrasiden, genel olarak demokrasiden, eşitlikten ve özgürlükten söz etmek, emekçiler ve sömürülenler ile alay etmek demektir.”

“İnsan toplumuna sakin ve ön yargısız bir gözle bakarsak, ilk olarak güçlünün sergilediği şiddeti ve zayıfın çektiği eziyeti görürüz.”[96]

Bunun içindir ki Aristoteles, “Zayıflar her zaman adalet ve eşitlik isterler. Güçlülerse bunların hiçbirini takmaz,” derken, ekler Yaşar Kemal de:

“İnsan eşitlik için savaşırsa insan olur. Yoksa insanın hayvandan ne farkı kalır? Bizler acayip hayvanlarız. Ölümlü, delirmiş, korkudan delirmiş hayvanlarız. İnsanoğlunun çoğu korkudan delirmiş hayvan olmasaydı, dünya bu kadar rezil, kepaze bir dünya olmazdı.”

İkincisi de eşitsizliği körükleyerek yoksullaştıran sömürüdür.

Malum: Artı-değer sömürüsü/ücretli kölelik, kapitalist birikimin genel yasasıdır. Bunun sonucu olarak, sermayenin birikimine tekabül eden bir toplumsal sefalet birikimi vardır. Kapitalist sınıf için zenginlik birikimi, işçi sınıfı için sefalet birikimidir aynı zamanda… Ezilenlerin yoksullaştırılması tam da budur!

İşte birkaç veri:

6 yeni dolar milyarderinin eklendiği Türkiye’deki 28 dolar milyarderinin, 2024’teki servetleri 6.9 milyar dolar artarak toplam 55.6 milyar dolar seviyesine çıktı.[97]

Robert Frost’un, “Banka, size hava iyiyken şemsiye verip, yağmur başladığında geri isteyendir”; Bob Hope’un, “Bankalar, paraya ihtiyacınız olmadığını kanıtladığınızda size borç veren kurumlardır,” vurgularıyla müsemma bankacılık sektörünün net kârı 2024’te 659 milyar TL’ye yükseldi. Sektörde net kâr, 2023’te 620.5 milyar TL olarak açıklanmıştı.[98]

Otomotiv Distribütörleri ve Mobilite Derneği verilerine göre 2024’te üç lüks otomobil markasında toplam satış 83 adetti.[99]

Tam da bu taboya ilişkin olarak Karl Marx, “Kapitalizm, iki temel zenginlik kaynağını yok etme eğilimindedir; doğa ve insan,” derken ekler V. İ. Lenin: “Paranın egemen olduğu bir toplumda, emekçilerin yoksulluk içinde kıvrandığı, bir avuç zenginin de onların sırtından asalaklık ettiği bir toplumda gerçek özgürlük olamaz.”

“Kapitalistlerin ‘özgürlük’ tanımı her zaman zenginler için yiyecekten patlamak ve işçiler için açlıktan ölmek özgürlüğü biçiminde olmuştur.”[100]

Ve üçünsü de Eduardo Galeano’nun, “Oysa bizim tek bilmek istediğimiz yoksulların neden yoksul oldukları. Sakın onların açlığı bizi doyuruyor ve çıplaklığı bizi giydiriyor olmasın?” sorusunda açıklamasını bulan, eşitsizlik ve sömürünün eseri yoksulluktur.

Karl Marx’a, “Yoksulluğu azaltmadan zenginliği arttıran ve suç işleme bakımından, sayılardan daha hızlı artış gösteren bir toplumsal sistemin özünde çürümüş bir şeylerin olması gerekir”…

  1. İ. Lenin’e “Paranın egemen olduğu bir toplumda, emekçilerin yoksulluk içinde kıvrandığı, bir avuç zenginin de onların sırtından asalaklık ettiği bir toplumda gerçek özgürlük olamaz”…[101]

John Berger’e, “Bu ülkede yoksulluk sorun falan değildir. Hayattır yoksulluk. Zengin olmanın bir yolu varsa yoksul olmanın binlerce yolu vardır”…

Dolores Ibarruri’ye, “Biz burada açlıktan ölürken, ağzımıza atacak bir lokma kuru ekmek bulamazken, tanrı niye bize yardım etmiyor! Eğer bir tanrı varsa, sanırım ki, yoksullara karşı gözü kör ve kulağı sağır,” dedirten “yoksulluk” bahsinde, hatırlatalım: O, sömürü sitem(ler)inin yarattığı hakikâttir.

Yoksulluk sömürücü sınıfsal politikaların, tercihlerin ürünüdür.

Bulaşıcı olmayan hastalıklar dünyadaki ölümlerin üçte ikisinden sorumluyken; bu ölümlerin beşte dördü yoksul Güney ülkelerinde ve üçte biri de 60 yaş altında gerçekleşmektedir. Bir başka deyişle yoksulluk yalnızca daha fazla değil, daha erken de ölmek demektir.[102]

Yoksulluğun yol açtığı, yaşadığı topluma yabancılaşma, dışlanmışlık, güçsüzlük ise alkol, tütün gibi alışkanlıkları ve suça eğilimi artırmaktadır. Yoksulluk erken ve ani ölümlere yol açan sağlık sorunlarıyla yakın ilişkilidir. Yoksulluk ile ilişkili tüm sağlık sorunları önlenebilir hastalıklardır.

Yoksulluk toplumsal şiddet ve sağlık sorunuyken; “Yoksulluk insanlığın en aşağılanmış yeridir,” diyen Yaşar Kemal gerçekten de haklıdır!

Kolay mı?

Ekonomik kriz her geçen gün büyürken vatandaş yoksulluğa mahkûm oldu. Vatandaşlar en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamaz hâle geldi. Düzenli sosyal yardımlardan faydalanan hane sayısında çarpıcı artış yaşandı.

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığından düzenli sosyal yardım alan hane sayısı 2018’de 2 milyon 588 bin 969; 2024’ün ilk yarısında 3 milyon 786 bin 109’a kadar çıktı.

Düzenli sosyal yardımlardan yararlandırılan hane sayısında yıllar itibarıyla yaşanan değişim ise şöyleydi: 2018’de 2 milyon 588 bin 969; 2019’da 2 milyon 501 bin 106; 2020’de 2 milyon 450 bin 80; 2021’de 2 milyon 476 bin 457; 2022’de 3 milyon 780 bin 424; 2023’te 4 milyon 444 bin 73; 2024’ün Ocak-Haziranında 3 milyon 786 bin 109.[103]

TÜİK’in yoksulluk ve yaşam koşulları istatistiklerine göre 2024’te yoksulluk oranı 2023’e göre 0.1 puan artarak yüzde 13.6 oldu. Ortalama gelirin yüzde 60’ı yoksulluk sınırı olarak kabul edildiğinde yoksulluk oranı yüzde 21.2’ye yükseliyor. Bu oran 17 milyon 821 bin kişiye denk geliyor.[104]

Türkiye’de sosyal dışlanma ve yoksulluk riski altındaki nüfusun oranı yüzde 30.7 olurken; yaş gruplarına göre 0-17 yaş arasında bu oranın yüzde 40’ın üstüne çıktığını görülüyor.[105]

Ayrıca TÜİK’in yüzde 44.38 olarak açıkladığı 2024 yılsonu enflasyonuna rağmen asgarî ücret yüzde 30 oranında arttırıldı. İstanbul’da yaşam maliyeti, aylık 77 bin TL’nin üstünde. İstanbul’da bir evi 3.5 asgarî ücret geçindiriyorken;[106] Türkiye’de son 20 yılda emekliler için en kötü yıl 2023 oldu. İstanbul Planlama Ajansı Başkanı Buğra Gökce’nin aktardığı verilere göre, AKP iktidarının başladığı 2002’de ortalama emekli aylığının kişi başına GSYH’ye oranı yüzde 46.5 idi. 2024’te ise ortalama emekli aylığının kişi başına GSYH’ye oranı yüzde 27.7’ye geriledi. 2014’te en düşük emekli aylığı ile 11 gram altın alınabilirken, 2024’te 4.5 gram altın alınabiliyor.[107]

Özetle açlık ve yoksulluk ile baş başa bırakılan yaşlılar, sefalet koşulları nedeniyle çalışırken yaşamını yitiriyor. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisinin 2024 Ağustosundaki iş cinayetleri raporuna göre 1 ayda en az 47 yaşlı işçi çalışırken öldü(rül)düğü unutulmamalıdır.[108]

Derinleşerek yaygınlaşan krizin en çok etkilediği kesimlerden olan yaşlılar, barınma krizi ile karşı karşıya kalırken, huzurevlerine başvurmaya başladı. Ancak huzurevlerinin sayısı yetersiz.[109]

Bu arada krizle birlikte derinleşerek yaygınlaşan yoksulluk çocukları da ağır biçimde vuruyor. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş’ın açıkladığına göre, ailesinin yanında bakılamayan çocuk sayısı, Aralık 2024’de 170 bini aştı.[110]

Evet, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığının 2024 verilerine göre Türkiye’de aşırı yoksulluk çeken hane sayısı 4 milyona yaklaşırken; ailesinin bakamadığı çocuk sayısı 2012’de 37 bin 295; 2014’te 60 bin 29; 2016’da 92 bin 115; 2018’de 122 bin 489; 2020’de 129 bin 422; 2022’de 157 bin 248 oldu.

Ayrıca 2012’de 1492 olan koruyucu aile yanındaki çocuk sayısı 2023 sonu itibarıyla 9 bin 806’ya fırladı. Koruyucu aile yanındaki çocuk sayısının yıllara göre dağılımı ise şöyle gerçekleşti: 2014’te 4008; 2016’da 5005; 2018’de 6465; 2020’de 7869; 2022’de 9011.[111]

Bu arada krizin yol açtığı yoksulluk daha da derinleşecek. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığının öngörüsüne göre, ailesinin yanında bakılamayan çocuk sayısı 220 bine, GSS borçu olan kişilerin sayısı ise 9.8 milyona ulaşacak.[112]

Bunların yanında hem bebek, hem de beş yaşın altındaki çocuk ölümleri 2023’te 2022’ye göre artış gösterdi. TÜİK’in Haziran 2024’te açıkladığı ölüm istatistiklerine göre, bin canlı doğum başına düşen bebek ölüm sayısını ifade eden Bebek Ölüm Hızı, 2022’de binde 9.2 iken 2023’te binde 10.0’a yükseldi.[113]

 

VE NİHAYET!

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek programı şahsında iktidar, yurttaşlardan “sabır” istiyor.

Verilerin ortaya koyduğu üzere, egemenlerin istediği “sabrın” sonu “selamet” değil, derinleşerek yaygınlaşan “sefalet”in getireceği felaketten başka bir şey değil!

Hayır; “geçicilik” yalanıyla istenen “sabır” kabul edilemez!

Emekçilere, ezilenlere düşen, “sabır” çağrılarına “Yetti artık/ Edi bese” deyip; sabrın sonunun sefalete çıktığı görüp/göstererek, Rosa Luxemburg’un, “Kitleler gerçekte kendi kendilerinin liderleridir ve diyalektik olarak kendi gelişim süreçlerini yaratırlar,” vurgusu doğrultusunda birleşik emek cephesini örgütlemektir.

Bertolt Brecht’in, “Bizce en iyisi, kalkmak, yeter artık, demektir,/ vazgeçmemek için kırıntısından bile yaşamanın,/ karşı çıkmaktır var gücümüzle acıyı doğuranlara,/ yaşanır hâle getirmektir dünyayı bütün insanlara,” vurgusuyla toparlarsak:

“Zorbalığın yer edinmesi için gereken tek şey, vicdan sahibi insanların sessiz kalmasıdır,” der Edmund Burke ve de ekler Yaşar Kemal:

“İnsanlar her şeye, her şeye başkaldırmalı, diyordu. İnsanlar böyle uyudukça, insanlar böyle zulüm altında inlemeyi kabul ettikçe insanlığın bir sinekten ne farkı kalır, insanlar, eğer en küçük bir haksızlığa, zulme başkaldırmayı akıl etmezlerse, insanlık bundan böyle daha da beter hâle düşecektir.”[114]

17 Mart 2025, Muğla.

[1]* 22 Mart 2025 tarihinde Ankara’da “Ekonomik Kriz ve Yoksullaşma Geçim Derdi, Mücadele Yolları ve Dayanışma” başlıklı Turkuaz Akademi Konuşmaları’nda yapılan konuşma.

[2]           Scott Sagan.

[3]           Mustafa Bildircin, “Erbaş’ın Kızı: Rabbimiz Kimini Varlıkla Sınar!”, Birgün, 6 Ocak 2025, s. 8.

[4]           “10 Kişiden 8’i Dertli Ama Şimşek ‘Olumlu’…”, Birgün, 27 Kasım 2024, s. 4.

[5]           Mustafa Bildircin, “Anayasal Haklar Yardıma Endeksli”, Birgün, 14 Kasım 2024, s. 2.

[6]           Bertolt Brecht, Cesaret Ana ve Çocukları, çev: İsmet Sait Damgacı-Muammer Sencer, Sıralar Matbaası, 1967.

[7]           Viktor Frankl, İnsanın Anlam Arayışı, çev: Selçuk Budak, Okuyan Us Yay., 2019, s. 155.

[8]           İrfan Hüseyin Yıldız, “Sosyal Adaletin Küresel Krizi”, 2 Şubat 2025… https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/irfan-huseyin-yildiz/sosyal-adaletin-kuresel-krizi-2295300

[9]           http//www.globalissues.org/TradeRelated/Facts.asp#fact1

[10]          John Perkins, Bir Ekonomi Tetikçinin İtirafları, çev: Murat Kayı, April Yay., 2007.

[11]          “Kapitalistler Davos’ta”, Birgün, 21 Ocak 2025, s. 11.

[12]          Fikret Başkaya, “Çürüme”, Kaldıraç Dergisi, No: 415, Şubat 2025, s. 65-66.

[13]          Anıl Al Rebholz, “Toplumsal Anomi: Çöküş ve Kriz”, Birgün Pazar, 5 Ocak 2025, s. 8.

[14]          Havva Gümüşkaya, “15 Bin Şirket, 51 Bin Esnaf Kilit Vurdu”, Birgün, 24 Ağustos 2024, s. 4.

[15]          Hakan Öztürk, “3 İnsandan Biri İşsiz, 4 Çocuktan Biri Aç”, Yeni Yaşam, 16 Ağustos 2024, s. 9.

[16]          “301 Milyar TL Takipte”, Cumhuriyet, 26 Ocak 2025, s. 9.

[17]          “Krizin Altında Halk Kaldı”, 22 Aralık 2024… https://www.birgun.net/haber/krizin-altinda-halk-kaldi-585633

[18]         “Kredi Kartı Borçlarında Endişe Verici Artış! Sadece 1 Haftada 1.5 Milyar TL Takibe Düştü”, 23 Kasım 2024… https://abcgazetesi.com/kredi-karti-borclarinda-endise-verici-artis-sadece-1-haftada-15-milyar-tl-takibe-dustu-779063

[19]          “38 Milyon Kişi Kart Borçlusu!”, Cumhuriyet, 13 Ekim 2024, s. 9.

[20]          “Saatte 24 Milyar TL Takibe Düşüyor”, Birgün, 17 Ocak 2025, s. 5.

[21]          “Takipteki Alacaklar Bir Yılda yüzde 125 Arttı”, Birgün, 24 Ağustos 2024, s. 4.

[22]          “Karşılıksız Çek Miktarı Eylül’de 2 Katına Çıktı”, 2 Ekim 2024… https://halktv.com.tr/ekonomi/karsiliksiz-cek-miktari-eylulde-2-kat-artti-875536h

[23]          “Karşılıksız Çekte Korkutan Tablo”, Birgün, 22 Temmuz 2024, s. 4.

[24]          Havva Gümüşkaya, “Kartlar Batık, Borçlar Yığılıyor”, Birgün, 27 Temmuz 2024, s. 4.

[25]          “Bir Haftada 5 Milyar Daha Takibe Düştü”, Birgün, 22 Kasım 2024, s. 4.

[26]          Hayri Kozanoğlu, “10 Maddede Bireysel Kredi Borç Batağı…”, Birgün, 1 Ekim 2024, s. 5.

[27]          “Batık Banka Borcu 287 Milyara Çıktı”, Birgün, 7 Aralık 2024, s. 4.

[28]          “Batık KOBİ Yüzde 50 Arttı”, Cumhuriyet, 1 Aralık 2024, s. 9.

[29]          “İstanbul’da Yaşam Bir Yılda Yüzde 60 Pahalılaştı”, 4 Ekim 2024… https://www.evrensel.net/haber/529919/istanbulda-yasam-bir-yilda-yuzde-60-pahalilasti

[30]          Serhat Aligil, “2 ‘Kâğıt’tan Biri 200 TL”,Cumhuriyet, 6 Ekim 2024, s. 9.

[31]          “Artık Her İki Banknottan Biri 200 TL”, 6 Ekim 2024… https://artigercek.com/ekonomi/ekonomik-krizin-getirisi-artik-her-iki-banknottan-biri-200-tl-319383h

[32]          Hayri Kozanoğlu, “Ekonominin Dış Dengeleri”, Birgün, 28 Ocak 2025, s. 8.

[33]          Anton Çehov, Vişne Bahçesi, çev: Belgi Paksoy, İmge Yay., 1997.

[34]          “İşsizlik Sorunu Büyüdü”, Cumhuriyet, 12 Mart 2024, s. z9.

[35]          “Ümidini Yitirenler İş Aramayı Bıraktı”, Radikal, 12 Eylül 2023, s. 4.

[36]          “15-34 Yaş Grubunda 6.7 Milyon Kişi ‘Boşta Gezer’…”, Cumhuriyet, 27 Mart 2024, s. 9.

[37]          Havva Gümüşkaya, “2.1 Milyon Kişi İş Ümidini Kaybetti”, Birgün, 19 Kasım 2024, s. 4.

[38]          Melisa Ay, “Türkiye’nin Bölgesel Eşitsizlik Karnesi”, Birgün, 9 Aralık 2024, s. 2.

[39]          Mustafa Bildircin, “Günlük 19 Liraya Yoksulluk Yardımı”, Birgün, 29 Kasım 2024, s. 2.

[40]          Mustafa Bildircin, “5.4 Milyon Çocuk Yoksulluk İçinde”, Birgün, 12 Ağustos 2024, s. 3.

[41]          Nurcan Bilge Gökdemir, “Mükellef Artıyor, Denetim Azalıyor”, Birgün, 30 Temmuz 2024, s. 4.

[42]          Mustafa Bildircin, “Müteahhitlere Kıyak Transfer”, Birgün, 9 Ağustos 2024, s. 9.

[43]          “Bütçenin Faiz Yükü İki Katına Çıktı”, Birgün, 19 Ağustos 2024, s. 4.

[44]          “Dış Borçlara 240 Milyar Dolar Faiz”, Birgün, 7 Ekim 2024, s. 6.

[45]          Mustafa Bildircin, “Sanayi Bütçesi ‘Uzayda’ Kayboldu”, Birgün, 8 Kasım 2024, s. 4.

[46]          Nurcan Bilge Gökdemir, “Fatura 3.7 Milyar TL”, Birgün, 12 Ocak 2025, s. 5.

[47]          Mustafa Bildircin, “KİT’ler Borç Batağına Saplandı”, Birgün, 8 Ocak 2025, s. 6.

[48]          Mustafa Bildircin, “Oyuncu Giydirip Bütçeyi Soydular”, Birgün, 2 Ocak 2025, s. 10.

[49]          Havva Gümüşkaya, “Gelir Garantili Bütçe Soygunu”, Birgün, 15 Ağustos 2024, s. 4.

[50]          Havva Gümüşkaya, Vergi-Ceza-Zam, Birgün, 8 Temmuz 2024, s. 4.

[51]          Mustafa Bildircin, “Cengiz’e 1 Ayda 690 milyon TL”, Birgün, 9 Ocak 2025, s. 5.

[52]          Uğur Zengin, “Türkiye’nin En Büyük İnşaat Patronları Dünyayı Götürüp Zırnık Vermedi”, 20 Eylül 2024… https://www.evrensel.net/haber/528664/turkiyenin-en-buyuk-insaat-patronlari-dunyayi-goturup-zirnik-vermedi

[53]          Mustafa Bildircin, “7.5 Milyar TL’lik Vergi Borcu Sıfırlandı”, Birgün, 25 Temmuz 2024, s. 6.

[54]          Mustafa Bildircin, “Kamu İhalelerinde Adres Değişmiyor”, Birgün, 30 Temmuz 2024, s. 4.

[55]          Havva Gümüşkaya, “Vergi Vermeyen ‘Şampiyon’…”, Birgün, 30 Temmuz 2024, s. 4.

[56]          “6 İHA’nın 5’i Damattan Alınmış”, Birgün, 23 Temmuz 2024, s. 5.

[57]          Mustafa Bildircin, “Ülke Tarihinde Böyle Satış Yok”, Birgün, 22 Ağustos 2023, s. 9.

[58]          Fikri Sağlar, “Neden?”, Birgün, 22 Ağustos 2024, s. 4.

[59]          Hz. Ali akt.: İbn Ebi’l-Hadid Şerhu Nehci’l-Belağa 17/54.

[60]          Havva Gümüşkaya, “İsrafın Sonu Yok”, Birgün, 16 Kasım 2024, s. 6.

[61]          Havva Gümüşkaya, “KİT’lerde Görev Zararı Yüzde 820 Arttı”, Birgün, 7 Kasım 2024, s. 4.

[62]          Mustafa Bildircin, “Milyarlarca Lira ‘Havaya’ Saçıldı”, Birgün, 7 Kasım 2024, s. 4.

[63]          Mustafa Bildircin, “İlk Yarıda Tükettiler”, Birgün, 26 Ekim 2024, s. 9.

[64]          Mustafa Bildircin, “Propaganda Ordusu Para Yutuyor”, Birgün, 15 Aralık 2024, s. 16.

[65]          “1 Milyar 500 Milyon Dolara Mal Olan Osmangazi Köprüsü’ne 15 Milyar Dolar Ödenecek” 18 Ocak 2025… https://t24.com.tr/haber/1-milyar-500-milyon-dolara-mal-olan-osmangazi-koprusu-ne-15-milyar-dolar-odenecek 1211230

[66]          “Cumhurbaşkanlığı’nın 6 Aylık Harcaması 2 Milyardan 6 Milyara Çıktı”, 2 Ağustos 2024… https://www.avrupademokrat3.com/cumhurbaskanliginin-6-aylik-harcamasi-2-milyardan-6-milyara-cikti

[67]          “Sarayın Bir Yıllık Harcaması 9.56 Milyar TL’ye Ulaştı”, 22 Eylül 2024… https://ozgurgelecek52.net/sarayin-bir-yillik-harcamasi-956-milyar-tlye-ulasti/

[68]          ir Gün Koruma Maliyeti 379 Asgarî Ücrete Denk”, Birgün, 5 Eylül 2024, s. 6.

[69]          Cengiz Karagöz, “Erdoğan’ın Korumaları İçin Günlük Yapılan Masraf”, Cumhuriyet, 15 Aralık 2024, s. 3.

[70]          Veli Toprak, “Sarayın Yeni Otomobil Masrafı 262 Milyon Lira”, Sözcü, 1 Aralık 2024, s. 10.

[71]          İsmail Arı, “Korumaya Gelince Para Çok”, Birgün, 18 Ağustos 2024, s. 6.

[72]          “Saray’ın Bir Yıllık Masrafı, 723 Bin Asgarî Ücretlinin Maaşına Denk Geliyor”, Birgün, 19 Ağustos 2024, s. 6.

[73]          Mustafa Bildircin, “Millet Bahçeleri İçin Milyon Liralık Plan”, Birgün, 22 Aralık 2024, s. 3.

[74]          Mustafa Bildircin, “Millet Bahçesi’ne 304.4 Milyon TL”, Birgün, 27 Ocak 2025, s. 6.

[75]          Mustafa Bildircin, “Millet Değil İsraf Bahçesi”, Birgün, 8 Eylül 2024, s. 2.

[76]          Mustafa Bildircin, “Tasarruf Genelgesi Lafta Kaldı”, Birgün, 17 Temmuz 2024, s. 7.

[77]          Mustafa Bildircin “Diyanet Günde 15.880 Asgarî Ücret Harcadı”, 16 Ocak 2025… https://www.birgun.net/haber/diyanet-gunde-15-880-asgarî-ucret-harcadi-591061

[78]          Mustafa Bildircin, “Diyanet Harcaması Yine Kriz Dinlemedi”, Birgün, 5 Ağustos 2024, s. 6.

[79]          Mustafa Bildircin, “Diyanet’te de İtibardan Tasarruf Yok”, Birgün, 24 Kasım 2024, s. 15.

[80]          Mustafa Bildircin, “Diyanet’in Avroları Yurtdışına Akıyor”, Birgün, 25 Ekim 2024, s. 7.

[81]          Mustafa Bildircin, “Diyanet’in Propaganda Yatırımı”, Birgün, 26 Şubat 2024, s. 8.

[82]          Mustafa Bildircin, “Tasarruf, Kur’an Kursuna İşlemiyor”, Birgün, 27 Temmuz 2024, s. 9.

[83]          Mustafa Bildircin, “Diyanet Para Yağdırdı”, Birgün, 2 Aralık 2024, s. 8.

[84]          Mustafa Bildircin, “Diyanet’e Yeni Araçlar”, Birgün, 21 Ocak 2025, s. 7.

[85]          Mustafa Bildircin, “Erbaş’ın Emekli Aylığı 78 Bin TL”, Birgün, 13 Ekim 2024, s. 5.

[86]          Mustafa Bildircin, “Din Ataşesi Gezileri Kamuya Ödetti”, Birgün, 9 Aralık 2024, s. 6.

[87]          Havva Gümüşkaya, “Tasarrufu Sosyal Yardımda Buldular”, Birgün, 17 Ağustos 2024, s. 3.

[88]          “Gelir Dağılımında Bozulma Zirvede”, Birgün, 29 Mart 2024, s. 4.

[89]          “Gelirde İlk Yüzde 20’nin Payı Yüzde 6.3”, Cumhuriyet, 9 Aralık 2024, s. 9.

[90]          “TÜİK’in Yeni Gelir Dağılımı Raporu”, Birgün, 28 Aralık 2024, s. 9.

[91]          Hayri Kozanoğlu, “Daha Kötüsü Kapıda”, Birgün, 7 Ocak 2025, s. 5.

[92]          V. İ. Lenin, Devlet Üzerine, çev: Mazlum Beyhan, Yordam Kitap, 2015.

[93]          V. İ. Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü Üzerine Tezler, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1977.

[94]          V. İ. Lenin, Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 2013.

[95]          V. İ. Lenin, Devlet Üzerine, çev: Mazlum Beyhan, Yordam Kitap, 2015.

[96]          Jean-Jacques Rousseau, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, çev: Rasih Nuri İleri, Say Yay., 1986.

[97]          İrfan Hüseyin Yıldız, “Sosyal Adaletin Küresel Krizi”, 2 Şubat 2025… https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/irfan-huseyin-yildiz/sosyal-adaletin-kuresel-krizi-2295300

[98]          “… ‘Batık’ Geminin Borçları”, Birgün, 31 Ocak 2025, s. 6.

[99]          “Türkiye’de Bentley Ferrari ve Lamborghini Satışları Yine Zirvede” 7 Ocak 2025… https://www.bloomberght.com/turkiye-de-bentley-ferrari-ve-lamborghini-satislari-yine-zirvede-3738627

[100] V. İ. Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü Üzerine Tezler, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1977.

[101] “Kırsal nüfusun yoksullaşması ve yıkımı, sermaye için yedek emek ordusunun yaratılmasında rol oynar.” (V. İ. Lenin, Marksizmin Üç Kaynağı, çev: Vahap S. Erdoğdu, Sol Yay., 2013).

[102] http://dx.doi.org/10.1016/S0140-6736(18)30482-3

[103] Mustafa Bildircin, “37 Milyon Hane Yardımla Yaşıyor”, Birgün, 18 Ağustos 2024, s. 4.

[104] Havva Gümüşkaya, “Yoksulluk Hem Arttı Hem Süreklileşti”, Birgün, 31 Aralık 2024, s. 4.

[105] Özgür Gürbüz, “Genç ve Çocukların Yüzde 40’ı Yoksulluk Riski Altında”, Birgün, 17 Ekim 2024, s. 4.

[106] Buse İlkin Yerli, “İstanbul’da Bir Evi 3.5 Asgarî Ücret Geçindiriyor”, Birgün, 7 Ocak 2025, s. 10.

[107] “Emekliler İçin 20 Yılın En Kötüsü”, Birgün, 3 Eylül 2024, s. 4.

[108] “Yaşları Arttıkça Sefalet Büyüyor”, Birgün, 1 Ekim 2024, s. 4.

[109] Berkay Sağol, “Huzurevine Başvuru Arttı”, Birgün, 2 Ocak 2025, s. 10.

[110] Mustafa Bildircin, “Çocuk Yoksulluğu Katlanıyor”, Birgün, 17 Aralık 2024, s. 11.

[111] Mustafa Bildircin, “AKP Yoksulluğun Kitabını Yazdı”, Birgün, 13 Ekim 2024, s. 6.

[112] Mustafa Bildircin, “Yardım Alanların Sayısı Yükselecek”, Birgün, 21 Ekim 2024, s. 4.

[113] Kayıhan Pala, “Çocuk Ölüm Hızı Türkiye’de Neden Arttı?”, Birgün, 2 Ağustos 2024, s. 2.

[114] Yaşar Kemal, İnce Memed 4, YKY, 2000, s. 348.

Hasan Çapik’in toplumcu gerçekçi dizeleri

“Sanat eseri, bir itiraftır.”[1]

Suat Derviş’in, “Şair, büyük ve fırtınalı bir denizin karşısında kendi kendine söz söyleyen ve sesini karşı sahillere işittirmek isteyen bir çılgına benzer”; Pablo Neruda’nın, “Şair, her şeyden önce yaşadığı toplumun sorunlarına, giderek tüm dünyaya karşı sorumludur. Biz şairler nefretten nefret ederiz ve savaşa karşı savaşırız”; Edip Cansever’in, “Neden yazılır bir şiir, neden okunur bunca yazı?/ Çünkü nasıl aşılabilir başkaca insanın karmaşıklığı,” deyişleriyle müsemma bir şairin şiirinden söz edeceğim…

Çünkü ozanımızın şiirleri toplumsal mücadelenin, estetik ve etik ütopyanın yoldaşıdır. Onun şiiri umutsuzluğa karşı umudun saflarındadır; “Toplumcu şiir gerçekçi olmalı ve dizelerinde devrimci bir moral gücü de taşımalıdır,” der.

Onun şiiri külde gizlenen kordur; hayat bilgisidir, cansuyudur. İoanna Kuçuradi’nin, “Bir şiiri şiir yapan onun sesidir… Okuyucu şiirde ulak aracılığıyla kendi sesini ve başkasının sesini duyar ve anlam ile dil arasındaki ilişkiyi imgeler sayesinde kurar,”[2] diye tanımladığı şeydir.

“Şiir mutluluğa değil, direnmeyedir…” diyen Turgut Uyar’ın, “Şiir bir sanat olayı değildir. Bir yaşama çabasıdır önce. Yaşadığımıza tanıklık eder,” biçiminde betimlediğidir.

* * * * *

Evet Hasan Çapik’ten, “Yüreği Ağzında Yeryüzü”[3] başlıklı yeni yapıtından söz ediyorum.

Hani, “bir fotoğraf arabıdır yoksullar/ ana renkler kadar/ uzaktır yaşam” (s. 31) dizelerinden mülhem “İnsanın insanı sömürmediği bir dünya için… Toplumcu Gerçekçi anlayışta ürünler verir…” (s. 3) diyen ozandan.

Onun için “dansa kalkar sözcükler şiirde.” (s. 44) Rüyalar görür; ütopyaları vardır; gerçeğin bilincinedir dizeleri.

“karanlıktır çivilendiği…” (s. 52) “bir şizofren zamandayız, gördüm” (s. 53) “tekin değil geldiğin dünya” (s.15) diye uyaran ozanın, “şu kalabalığa deniz nasıl anlatılır/ kirlerini muştularken birbirine” (s. 7) sorusu hepimizedir…

Elbette “ve inandığı cephede savaşırcasına/ insan, saf tutar aşk için” (s. 8) yanıtı da…

“geçer şu kara yıllar/ geçeni şiire bırakırım” (s. 17) umudu da…

“yerle bir olan her şeyin/ bir yeri vardı bir yurdu/ rengi, kokusu, anısı vardı/ onlardan geçerek canlanırdı yaşam” (s. 19) kesinliği de…

“farkında mısın/ çığlıklarıyla çürüdüğünü/ bekleyen ne varsa güzellik adına” (s. 27) öngörüsüyle onun şiirlerinde yaşamın anlam(lar)ıyla bezeli renkliliği, sorgulayan poetik tutumu ve gerçekliklerin poetikaya dönüşümünü yakalayabilirsiniz.

Ve bir şey daha: “bir yaranın içinden/ uç verirse bir yurt/ adı Filistin olur// orada ağızlarda/ direniş şarkısı/ fetva tukan şiiri”ndeki (s. 56) üzere Louis Aragon’un, Vergilius’un, Füruğ Ferruhzad’ın, Federico García Lorca’nın, Hesiodos’un, Attila József’in, Erich Maria Remarque’ın, Nâzım Hikmet’in, Ahmed Arif’in, Gülten Akın’ın dizeleri de yoldaşlık ediyor Hasan Çapik’in “Yüreği Ağzında Yeryüzü”nde yapıtına…

* * * * *

Özetin özeti: Yaşamın mümkün olduğu tek yer sanattır, şiirdir; bizi ayakta tutar; aksi hâlde yaşamdan koparız. Çünkü “olması gereken” hayat sadece sanatla, şiirle mümkündür.

Kolay mı?

Karl Marx, “Sanat her zaman ve her yerde gizli bir itiraftır ve aynı zamanda zamanının ölümsüz hareketidir”; Andrey Tarkovski, “Sanat, insanın mantığına değil duygularına seslenir. İnsanın ruhunu yumuşatmayı, iyiye karşı duyarlı kılmayı amaçlar,” derken, ekler Paul Eluard da: “Şiir bir eylem olanağı, ilerleme olanağı olmalıdır, çünkü şiir bütün pencerelerde, bütün ufuklarda şarkı söyler, yalana karşı gerçekliğin ve örnekliğin şarkısını söyler.”[4]

Tam da böylesi bir ülküye mündemiç düşünce ve davranışın ozanıdır Hasan Çapik…

19 Mart 2025, İstanbul.

 

[1]    Albert Camus.

[2]    Zeynep Altıok Akatlı, “Savaşa Karşı Şiirin Sesiyle…”, Birgün, 12 Ekim 2023, s. 2.

[3]    Hasan Çapik, Yüreği Ağzında Yeryüzü, Mayko Yay., 2025, 96 sahife.

[4]    Paul Éluard, Ozan ve Gölgesi, çev: Özdemir İnce, Adam Yay., 1974., s. 46.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...