Ana Sayfa Blog

Direniş hattı, Birleşik Emek Cephesi

Saray Rejimi, onlarca yıldır, her hak arama eylemine, toplumun her nefes alma girişimine, kadınların, gençlerin, işçilerin her türlü eylemine azgınca saldırmaktadır. Tüm güçlerini seferber etmiştir. Basını, mahkemeleri, yargısı, polisi, jandarması, ordusu, TOMA’sı, gazı, biberi, copu ile kısacası tüm mekanizmaları ile en küçük bir hak arama eylemine saldırmaktadırlar.

Mayıs ayında, Koç Holdinge bağlı TÜPRAŞ’ta toplu sözleşmeyi yetersiz bulan işçilerin karşısına polis dikilmiştir. Oğlunu tren kazasında kaybeden anne, mahkeme kapılarına gelmesi nedeniyle suçlu ilan edilmiştir. Rabia Naz’ın babası, kızının öldürülmesinin ucu AK Parti’nin ve devletin kadrolarına ulaştığı için deli ilan edilmiştir. Doğayı korumak için hareket edenler, bugünlerde “Kanal İstanbul” projesine karşı eyleme çıkanlar “terörist” ilan edilmiştir.

Tüm bunlar, onlarca yıldır devrededir. Onlarca yıldır, Saray Rejimi, kendi gelecek korkusunu halka, kitlelere bulaştırmak için saldırmaktadır.

Tüm bu saldırılara rağmen, Gezi ile başlayan toplumsal direniş, Gezi gibi yüksek dalgalarla değil elbette ama sürmektedir. Direniş, tüm baskı ve şiddet politikalarına, devletin iç savaş uygulamalarına rağmen sürmektedir.

Burada esas olan devletin baskıları değil, esas olan, kitlelerin direnişidir. Kadınların, öğrencilerin, işçilerin direnişidir. Bu direnişi bastırmak, durdurmak için ne yaparlarsa yapsınlar, direniş sürmektedir.

Bu direnişler, zaman zaman yükselen dalgalarla kabarmaktadır. Ama Boğaziçi öğrencilerinin direnişi gibi ya da 19 Mart eylemliliği gibi. Ama tüm bu kabarıp geri çekilmelere rağmen, direniş kendine ait bir tarih yazarak ilerlemekte, yayılmakta, kökleşmektedir.

Bu direniş hattı temeldir.

Bugün, kitleler, işçiler, kadınlar ve gençler, giderek daha net bir biçimde, devlet mekanizmasını, Saray Rejiminin gerçek karakterini anlamaya, öğrenmeye başlamışlardır. Eylem öğretir, direniş aklı açar, direniş güzelleştirir.

Gelişmekte olan direniş, umudu beslemektedir. Ve bu umut, mücadelenin daha da gelişmesine olanak sağlamaktadır.

19 Mart kitlesel eylemliliğinde, başta gençlik olmak üzere kitleler, böyle yaşamak istemiyoruz, dediler. İmamoğlu’nun diploması ya da tutuklanması, bardağı taşıran son damla oldu. Ve bu kitlesel tepki, direniş hattını daha da geliştirdi. Gezi’den bu yana, ilk kez polis barikatları aşıldı. Ve TÜPRAŞ işçilerinin de karşılarına dikilen polise yokmuş gibi davranıp barikatı aşması, bunun devamıdır.

19 Mart eylemliliğinde, devlet yasak koydu ve kitleler sanki yasak yokmuş gibi sokaklara çıktı. Devlet, terörist dedi, kitleler oralı olmadı. Polis karakolları, TEM şubelerine doldurulan gençlere işkence ve taciz devreye sokuldu ama hiçbir biçimde moraller bozulmadı, direniş içeride de sürdü.

Direniş hattı, hem bir yol oluşturmaktadır, hem de kendi öncülerini aramaktadır.

Soru şudur: Bu direniş hattı, nasıl daha örgütlü, daha yaygın ve daha kitlesel olabilir?

Bunun başlıca iki yolu vardır. Birincisi, direnişler arasında bağ kurmaktır, ikincisi direnişleri daha da yaymaktır. Her biri örgütlülük demektir. Bunlar kendiliğinden olmaz. Evet, kitlesel eylemler ve direnişlerde bir kendiliğindenlik hâkimdir. Ama ilerletilmesi, Saray Rejimini alaşağı edecek hâle gelmesi, bu kendiliğinden karakter ile gerçekleşemez.

Temel olarak üç alan hareketlidir. Bunların başında bugün gençlik gelmektedir. İkincisi işçi hareketidir ve üçüncüsü kadın hareketidir. Aslında bunların tümü, direniş hattının içinde ve tek başlık altındadır.

Tüm bu hareketin gelişimi, işçi sınıfının devrimci hattının örgütlenmesine bağlıdır.

Ve biliyoruz ki, bugün işçi sınıfı, değil siyasal örgütlülüğünün gelişmemiş olması sorunu, daha da vahimi ekonomik örgütlülüğünde de zayıftır. Sendikalar, çoğunlukla işçi sendikası olmaktan uzaktır. Kaldı ki, zaten işçi sınıfının büyük çoğunluğu sendikasızdır. Hâlâ sigortasız çalışmanın yaygın olduğu bilinmektedir. Ama sendikasız işçi sayısının çoğunlukta olmasının esas nedeni, sendikaların işçi sendikası olmaktan uzak olmasıdır. Türk Metal gibi, holding tarzı sendikalar, durumu çok net ifade etmektedir. Nasıl bir sendikacılık anlayışı egemendir sorusunun yanıtını bulmak isteyen, Türk-Metal örneğine, Kamu-Sen örneğine vb. bakarak sonuca ulaşabilir. Hak-İş ve Türk-İş tamamen sendika mafyasının elindedir. DİSK ise, isminin başındaki “devrimci” sözünü hak etmekten çok uzak, kendi tarihine çok yabancı bir hat tutturmaktadır. Buna rağmen, yeni eğilimler vardır. Güçleri az, üye sayısı düşük de olsa “mücadeleci sendikalar” gelişmektedir. Bu büyük bir öneme sahiptir. Bugünden bakınca bu çok önemli görülmeyebilir ama gelecekten bakınca bu çok değerlidir. Bir başka yeni eğilim, işçilerin direnen kesimler, gün be gün artarken, onların gözünde de sendikaların bu genel durumu açık hâle gelmektedir. Bu da önemli bir eğilimdir.

Öğrenci hareketinin ciddi bir uyanış içinde olduğu; barınma sorunu, akademik sorunlar, eğitimin bilimsel olmaktan uzaklığı olduğu kadar üniversite yönetimlerinin de polis uzantısı hâline gelmesi öğrencilerin bu uyanışın nesnel temelini oluşturduğu görülebilir. Bu uyanış, bu gelişme büyük değerdedir. Öğrenci hareketi, toplumsal sorunlara duyarlı, akademik-demokratik sorunlarının farkında ve burjuva ideolojisinin her uzantısına karşı tutum alma konusunda daha şanslı bir konumdadır. Kuşku yok ki, bu üç alanda da sağlam bir temele ihtiyacı olduğu, bu açıdan ortaya çıkan öğrenci örgütlenme iradelerinin merkezileşmesi gerektiği açık ve ortadadır.

Mücadele, esas olarak işçi sınıfının devrimci öncülüğünü gerekli kılmaktadır. Bu ise, işçi sınıfının devrimcileşmesi ile olanaklıdır.

İşte bu koşullarda, önümüzdeki görev, örgütlülüğü geliştirmektir.

Bunun birçok ayağı vardır. Örneğin her devrimci hareketin kendi örgütlülüğünü geliştirmesi bu ayaklardan biridir. Ama bu elbette bizim hiçbir devrimci örgüte bu konuda söz söyleme hakkımız olması anlamına gelmez. Bu herkesin kendi bildiği iştir. Bu bir hareket olarak bizim de görevimizdir ve işimizdir. Ama direniş hattının geliştirilmesi, tüm devrimcileri daha farklı bir görevle karşı karşıya bırakmıştır. Bu görev, örgütlülüğün sağlanması görevi, önümüze Birleşik Emek Cephesi örgütlenmesini getirmektedir.

Birleşik Emek Cephesinin örgütlenmesi, tüm direniş hattının koordinasyonu sorununu çözmekle kalmaz. Kaldı ki görevi de tek başına bu değildir. Birleşik Emek Cephesi, devrimci direniş hattının gelişiminin de yoludur.

İşçi sınıfının sendika mafyasının denetimini kırması, sendikalarını geri alması, sendikaları gerçek birer işçi sendikası hâline getirmesi, her devrimci işçinin isteği ve görevidir. Bu sadece somut eylemler söz konusu olduğunda ortaya konacak ortak tutumla sınırlı bir durum değildir. Elbette bu çok önemlidir. Her somut eylemlilikte ortak tutum alabilmek ya da ortak tutum almanın yollarını geliştirmek, büyük bir değerdir ve önemlidir. Ama Birleşik Emek Cephesi, daha kapsamlı bir örgütlenmedir.

İşçiler, yarın daha acil bir görev olarak sendika mafyasını tasfiye etmeyi gündemleri hâline getirmek zorunda kalacaklardır. Bu bugün de bir gündemdir. Bu çok kapsamlı ve çok yönlü bir mücadeledir. Bir yandan “mücadeleci sendikalar”ın gelişmesini gerektirirken, bir yandan da ara örgütlenmelerin gelişmesini de gerekli hâle getirmektedir ve öte yandan bu sürecin başarısı fabrikalarda, işyerlerinde yaratılacak devrimci işçilerin dar örgütlenmelerini de gerektirmektedir.

İşçi sınıfı 15-16 Haziran direnişini, kendi geçmiş direniş ve mücadelelerini yeniden bilince çıkartmak zorundadır. Onları tekrarlamak için değil, onlardan dolaysız öğrenmek ve bunu eylemleri ile birleştirmek için.

Gözümüzü, direniş hattına dikmemiz gerekir. Egemenin, Saray Rejiminin kendi içindeki çatışmalara bakmakla sınırlı bir bakış yeterli değildir. Esas olan direniş ve mücadeleye daha sıkı sarılmak ve orada ortaya çıkan olanakları doğru değerlendirmektir.

Saray Rejimini alaşağı edecek yol bu direniş hattındadır.

Okur Mektupları | Haziran 2025

“Sıcaktı. Bulutlar doluydu.
Boşanacak gibiydiler.”

Adana’yı hepiniz bilirsiniz; sıcağıyla meşhur bir kenttir. Ancak 1 Mayıs çalışmaları süresince hava, Adana’nın alışılmış seyrinden farklıydı. Genellikle serindi, geceleri ise yağmur yağıyordu.

Biz ise 1 Mayıs’tan önceki hafta sonu, çevremizle, arkadaşlarımızla birlikte piknik yapmaya karar verdik. Kadınlar, öğrenciler, işçiler olarak; 1 Mayıs sürecinde yaptıklarımızı konuşmak, neden katılmamız gerektiğini tartışmak ve birbirimizin enerjisini artırarak 1 Mayıs’ın coşkulu geçmesini sağlamak istiyorduk.

Peki ne mi oldu? Pikniğimizin olduğu gün, geceden başlayan yağmur hiç durmadı ve (altyapısının yetersizliği nedeniyle) Adana’yı adeta sel bastı.

Tüm zorluklara ve olumsuz hava koşullarına rağmen bu pikniği gerçekleştirdik; elbette birçok değişiklik yaptıktan sonra. Örneğin, pikniği yapmayı planladığımız yeri değiştirdik. Bu değişiklik, ihtiyaçlarımızın da değişmesine yol açtı. Hiç tanımadığım, daha önce sohbet etmediğim onlarca kişiyle bir araya gelmek; herkeste aynı heyecanı görmek bana büyük bir güç verdi. Piknik için gösterilen ortak emek, zorlukları birlikte aşma çabası, birbirimize olan inancımı artırdı. Hepimizin aynı amaç uğruna verdiği çaba çok kıymetliydi.

“Neden 1 Mayıs’a katılmalıyız?” konusunu konuşurken, gelen arkadaşlardan biri “Ali İsmail’in dediği gibi, bir gün çocuklarımız özgür doğacak” dediğinde gözlerim doldu, açıkçası gururlandım da.

Gezi’nin üzerinden onca yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ ondan örnek veriyor, ondan cesaret alıyoruz. Görüyorum ki Gezi ruhu hâlâ içimizde. Birimizden diğerine geçerek büyüyor, çoğalıyor. Bunu Gezi Direnişi’ne hiç katılmamış olmasına rağmen, dilinden “Gezi”yi düşürmeyen gençlerde de görüyorum. Gezi Direnişi’nin verdiği umut, gençlerin gözlerinde büyüyor.

Bu umut, hem direnirken hem örnek verirken eylemlerimizde yaşamaya devam ediyor.

Bizler, Gezi’den aldığımız direnç ve cesaretle her alanda, her meydanda olmaya devam edeceğiz.

Her koşulda, her yerde; rengimizle, sözümüzle mücadelemizi büyüteceğiz. Örgütlenerek kazanacağımızın bilincini her alana taşıyalım: ÖRGÜTLENELİM, KAZANALIM!

Mayıs ayı yalnızca 1 Mayıs’tan ibaret değildir. Mayıs ayı, tarihsel olarak hem katliamların hem de direnişlerin ayıdır.

Bu ayda yaşanan acılar; halkın örgütlenmesi ve mücadelesiyle birleşerek devrimci bir bilincin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Mayıs, bize örgütlenmeyi, direnç göstermeyi, bir araya gelmeyi öğretir.

Mayıs direniştir! Mayıs mücadeledir! Mayıs örgütlenmedir!

Onlarca devrimci, sömürüye, inkâra ve zulme karşı durdukları için bedel ödedi. Bu bedeller, halkların belleğinde yeni isyanların mayası oldu.

Aynı şekilde, sadece bir “anma takvimi” de değildir. Bu ayın her günü, direnişin ve örgütlenmenin birer çağrısıdır.

Mayıs, bize birlikte durmayı, birlikte üretmeyi ve birlikte mücadele etmeyi öğretir.

Ve bu çağrı, tarihten bugüne süzülen bir mirastır: MÜCADELEYE KATIL, ÖRGÜTLEN!

Adana’dan Bir Kaldıraç Okuru

İlk 1 Mayısım

Hayatımdaki ilk 1 Mayıs’a katıldım. Benim için çok heyecan vericiydi. Hazırlık sürecinde arkadaşlarımla birlikte verdiğimiz emek sonucu, böyle önemli bir günde bulunmak benim için değerliydi. Bahsettiğim arkadaşlarımın bir kısmı ile daha önceden tanışıyor olsam da çoğu ile 19 Mart sürecinde tanışmıştım ve birçoğu benim gibi öğrenciydi.

Eylemlerde bulunma sebebimiz ve haykırışımız ortak bir düşüncede buluşuyordu. Daha önceden beri örgütlü olan arkadaşlarımla tartışmalarım sonucu, örgütlü bir mücadelenin daha verimli ve daha sürdürülebilir olacağı kanaatine vardım. Özgür Üniversite Hareketi altında toplandık. Bu hareket daha önce farklı şehirlerde faaliyet göstermiş. Bulunduğum şehirde ise ilk faaliyetini bizim gösterecek olmamız, ayrı bir cesaret katıyordu.

Her ne kadar 19 Mart sürecinde bir araya gelmiş olsak da savunduğumuz şey, çok daha uzun vadede direnişi büyütmekti. 19 Mart sürecinden sonra araya bayram tatili ve üniversite sınavlarının girmesi, eylemleri sönümlemişti. Bayramdan sonra, çoğu hakkını arayan öğretmenin işten çıkarılması sonucu eylemler liselere de sıçradı. Biz de kardeşlerimizin mücadelesinde yer aldık ve oradaki kardeşlerimize bu sürecin örgütlenerek daha verimli ve daha geçerli olabileceğinden bahsettik. Bu şekilde etrafımıza daha fazla kişi katmış olduk.

Ortak mücadelede bulunduğumuz arkadaşlarla 1 Mayıs’ta kortej kurma kanaatine vardık. Bu yolda toplantılar aldık. Hattâ daha fazla kişiye ulaşabilmek için bir bülten oluşturduk. Bültenin içerisinde 19 Mart sürecinden ve bu eylemlerin örgütlenerek daha geçerli olacağından bahsettik. Bülteni, katıldığımız eylemlerdeki kişilere dağıttık ve bu şekilde daha fazla kişiye ulaşmayı hedefledik. Bu konuda başarılı olduğumuzu düşünüyorum.

Buna destek olarak bir de piknik düzenledik. Ortak amaca sahip olduğumuz yoldaşlara ulaşmaya çalıştık. Bu yolda yaptığımız toplantılar, tartışmalar ve verilen emekler herkes için çok değerliydi. 1 Mayıs yaklaşırken heyecan gitgide artıyordu. Yaptığımız çalışmalar her ne kadar yorucu geçse de 1 Mayıs’ın heyecanı bizi motive ediyordu.

Sonunda o gün gelmişti. Pankartlarımızı, önlüklerimizi ve flamalarımızı hazırlayıp alana geçtik. Kortejimizi oluşturduk ve yürüyüşümüzü yaptık. Verdiğimiz emeğin sonucunu en güzel hâliyle aldık. Bulunduğumuz şehirde ilk kez oluşturulmuş bir kortej için hiç beklemediğimiz kadar bir katılım aldık. Ortaklarımızın birçoğunun ilk 1 Mayıs’ı olsa da herkesteki heyecan neredeyse aynıydı.

Yürüyüşümüzden hemen sonra ise Suavi’nin konseri vardı. Kendime çok şaşırıyorum, böyle bir müzisyeni nasıl olur da daha önce tanımamışım? Yaptığı konuşmadan çok etkilendim. Benim için çok değerliydi. Bütün emekçilerin 1 Mayıs’ını kutlarım.

Daha öncesinde örgütlü olmaktan çekinirdim. İlk örgütlülüğümü bu şekilde emek vererek geçirmek, bu algımı kırdı. Şu an bulunduğum bu konumda daha cesaretliyim. Her yeni güne başladığımızda örgütlü mücadeleyi daha da büyütme dileğiyle…

Sesini ve soluğunu direnişlerde bulan tüm öğrencilere selâm olsun.

Adana’dan Bir Kaldıraç Okuru

Ben Güzeltepe’den bir dergi okuru…

Mahallemizde yapılan eylem çoğu kişiyi çok etkilemişti. Sokak sokak gezerken çoğu insanın balkondan alkışlaması, çoğu insanın da aramıza katılıp bizlere destek vermesi mutluluk verici bir şeydi. Çalışmak yerine eyleme gelerek sesini duyurması veya bir annenin çocuğunun elinden tutup bu eylemlere katması çok güzel bir şey. Alsancak’ta vb. yerlerde yapılan eylemlere çoğu insan içeri girme korkusuyla gidemeyip mahallemizde yapılan eylemlerde tencere, tava çıkıp sesini duyurmaya çalışması gelecek nesillerin haksızlık olmayan bir ülkede yaşamasına destek olmaya çalıştık. Destek olmaya devam edeceğiz.

Güzeltepe’den Bir Kaldıraç Okuru

Ben eyleme katılan yüzlerce, binlerce gençten biriyim. Eylemlerin yapılacağını duyduğum ilk anda zaten gitmeye karar vermiştim. Fakat içimde küçük bir korku ve endişe olduğu için ilk günler çok cesaret edememiştim. Eylemlerin 4. ve 5. günlerinde katılabildim. Bunun sebebi de hem benim gibi düşünen bir arkadaşımın olması hem de benden pek de bir farkı olmayan toplumdaki diğer genç arkadaşlardı. Biz arkadaşımla karar verip o atmosfere girdiğimiz an zaten hep beraber ne kadar güçlü olabileceğimizi hissetmiştim. Ki bence bu duygu orada olan herkesin hissettiği duyguyla aynıydı. Hepimizin korkuları, umutları, bastırılmış duygu ve düşünceleri vardı. Ama oraya gelen, buna cesaret eden herkes zaten duygu ve hislerini baştakilere anlatmak, burada var olduğumuzu soranlarımız olduğunu belirtmek için oradaydı.

İki gün boyunca hissettiklerime gelecek olursak, ben orada herkesle beraber umudu tattım. Herkesle beraber bağırdım. Çünkü sesimi tek başıma duyuramıyordum. O an aynı şehirde yan yana yürüdüğüm insanları bırakın; aynı hisler aynı duyguları benimle birlikte yaşayan başka şehirlerde, ülkelerde insanlar olduğunu bilmek gerçek güç. O iki uzun gün benim için buydu.

Halk olarak biz orada tek bir konuyu düzeltmek için değil, sokaklara indiğimiz tüm umutsuzluklar, toplumca yanlış olarak nitelendirdiğimiz her şey için yürüdük, güldük, denedik. Birbirimizin umudu olmaya çalıştık.

İzmir’den Bir Kaldıraç Okuru

 

İzmir – Özgür Üniversite Hareketi’nden öğrenciler 19 Mart Direnişi deneyimlerini yazdılar…

Ben hayatım boyunca yargılayıcı oldum, ama 2 Nisan’da başlayan Türkiye’nin en büyük ayaklanmalarından biri olan eylemlerden çıkardığım şey; halkın birleşmesinin ve güçlü bir muhalif sol hegemonya kurulmasının tek yolunun siyasal görüşlere bakılmadan insanları bir araya getirmek olduğuydu. Bireyin cesaretinin topluluğun cesareti ile artacağını kanıtlayan anılarım oldu. Başlangıçta, o an yaşarken fark etmediğim psikolojik şiddet ve travmalarla çok sevdiğim arkadaşlarımı protesto alanlarına çekerken duraksıyordum. Ancak birleşe birleşe birbirimizin açıklarını kapattığımızı fark ettim. Daha önce yaşanmamış duyguları ve acıları bana yaşatan ve hâlâ işkence ve orantısız güç boyutuna beni inandıramayan olaylarda geçmişinde hem kendimi örgütlerken hem arkadaşlarımı örgütlerken paha biçilmez olduğunu öğrendim. 1 Nisan’dan önce de kendimi depresif ve tembel hissederken şu an hayatımda ilk defa bu kadar çok ders çalışmak, ülkemi ve ülkeleri gezmek, okumak ve dinlemek istiyorum. En can alıcı noktalarda ihtiyatlı olmak için yaptığım hazırlık ve insanlara etkisi varlığımı güçlendiren bir şey oldu. Susarak ve durağan geçen eleştiri sohbetlerine taslak hazırlıyoruz gibi de geliyor. Hiçbir zaman mistik olduğunu düşünmediğim umudu da ilk defa bu kadar benimle kursağımda bir taş olduğunu ve yaşamımda tanıştığım varlığını hissettiğim bir kız kardeşim oldu. İşte bundan dolayı kazanacağız. İtaat etmeyeceğiz, boyun eğmeyeceğiz. Bizi yıldıramayacaklar çünkü adapte olmayı korkmamayı birbirimize yeni yazmayı öğrenen çocuk gibi öğreteceğiz. Cumhuriyet için yanıp tutuşan bize dikte edilen ahlâkçılığı ve etikliği yıkıp ilkbaharda yeniden tomurcuklanan çiçekler gibi rengârenk devam edeceğiz. Emeği geçen ve yürekleri bizimle olan her birey sayesinde tarihi bir elimize, vicdanımızı diğerine alıp sokaklarda adımlarımızla sesimizle her yer yankılanacak.

İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü

Bayraklı’daki eylemlerde hayatımda ilk defa biber gazına maruz kaldım, etrafımdaki herkes gözü kapalı bir şekilde sağa sola koşturuyor, birbirini eziyordu. İzdiham anında ben de gözümü açamaz, nefes alamaz hâlde tek başıma güvenli bir yer arıyorken bir anda hiç tanımadığım, beni de tanımayan biri sanki kardeşiyle, abisiyle ilgilenirmiş gibi ilgilendi benimle. O an gerçekten sahipsiz olmadığımızı, birbirimize sahip olduğumuzu anladım. O ana kadar içimde olan tüm gözaltı, biber gazı, tazyikli su korkuları üstümden kalktı. Oysa benimle sadece 2-3 dakika ilgilenmişti ve sadece yüzüme, gözüme talcidli su sıkıp kaybolmuştu. Kısa da olsa bu beraberliğe, birliğe tanık olmak bende çok şey değiştirdi. O an kol kola başarabileceğimizi anladığım an oldu.

Ege Üniversitesi

20 Mart Perşembe Bayraklı, ilk çatışma günü, benim de TOMA ve biber gazı ile ilk tanışmam. Tanıdığım tanımadığım insanlar ile kol kolayız, ardımızı TOMA suyuna dayamışız, kıpırdamıyoruz. Gözlerim, boğazım, plastik mermilerin vurduğu her yerim acılar içinde ama ben ayaklarımı sağlam basmaya, kolumdaki insanları bırakmamaya odaklıyım. Herkes farkında karşımızdakilerinin kim olduğunun, bizim orada kol kola neden durduğumuzun. O barikat aşıldığında daha büyüklerini aşmaya gideceğimizin farkındayız, direniyoruz. Bıkkınlık güç veriyor, sudan savrulmamak için beni tutanlar güç veriyor, yarının dünyasının düşü güç veriyor.

O barikat açılmadı, evet, ama ben artık önüme konulacak en büyük barikattan dahi çekinmiyorum. Yarına, sokaklara daha büyük barikatları yıkmaya ve artlarına koşmaya heves ediyorum, içimde tek bir korku tanesi olmadan.

İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü

20 Mart 2025 günü arkadaşlarımla Dokuz Eylül Üniversitesinden başlayan yürüyüşümüzde polisten yediğimiz ilk biber gazı, birlik beraberlik hissi, bakkalın bize su ikram etmesi, bu yoldaki direncimizi kuvvetlendirdi. Daha sonra üç gün sevgilimle beraber gittiğimiz direnişler benim için çok anlamlıydı. Çok değer verdiğim biriyle el ele dövizlerimizle beraber bu direnişin parçası olabilmek bize hayatımız boyunca unutamayacağımız bir deneyim sundu. Folkart’ta gördüğüm ilk TOMA, yediğim büyük çaplı gaz, su biraz çarpmış olsa da, diğer günler daha bilerek gitmemi sağladı. Asla unutmayacağım en büyük mesela Alsancak’ta 22 Mart gecesi herkesin üstüme koşup beni düşürmesi ardından 30 polisin beni tutup aralarında darp etmesiydi. O anki korku ve daha sonrasında yaşadığım şok unutulmaz bir an olarak bende kalacak. Ve o gün arkada kaldığımda sevgilime bağırmam kulaklarımızda her zaman çınlayacak. İlerde çocuklarımıza anlatacağımız, ülkenin her tarafında binlerce insanın bu direnişi unutulmamalı. 27 Mart günü doğum günümde eylemde olmak, orada arkadaşlarımla direnmek, unutamayacağım bir doğum günü oldu. Bu yılki doğum günü hediyem direniş, devrim… Gezi’de küçüktük, bilmiyorduk, anlamıyorduk. Ailemden dolayı Gezi ile alakalı hiçbir şey görmedim ama bu direnişler kocaman bir kitleye Gezi’yi hatırlattı ve bilinçlendirdi. Sesimizi çıkarmayı hatırlattı. Umarım daha sonrasında sesimizi çıkarmayı unutmayız.

Dokuz Eylül Üniversitesi

19 Mart sabahı uyandığımda Ekrem İmamoğlu dâhil 80’den fazla siyasetçi, gazetecinin de aralarında bulunduğu kişilerin gözaltına alındığı haberini aldım. Önceki gün zaten Ekrem İmamoğlu’nun diploması iptal edilmişti fakat ben ertesi gün büyük bir gözaltı furyasının olacağını düşünmemiştim. Üniversiteye gittim ve derse girdim, akşama Alsancak’ta Emek ve Demokrasi Güçlerinin çağrısı vardı. Ben de bu kadar hukuksuzluk, yolsuzluk ve baskı varken eyleme katılmam gerektiğini düşündüm. Eyleme katıldım. Öğrenci hareketlerinin Bornova’da toplanma haberini aldım ve arkadaşlarımla oraya katıldık. En başta azınlık gibi dursak da birden ciddi bir kalabalık hâline geldik ve her yaştan insan grubu bize destek verdi, o gün aynı zamanda kırılım noktası olan İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin barikatı yıkması herkesi cesaretlendirdi. O gün dağıldık ve ülke genelinde büyük isyanın fitili ateşlenmiş oldu. 20 Mart günü aynı şekilde eylemlere katılma kararlılığını taşıyordum ve üniversiteye gittim, bazı arkadaşlarımı da eyleme gelmeleri için ikna etmeye çalıştım, o esnada bazı arkadaşlarım da eyleme gitmememi istediler, bunun altında başka bir şey var ama şimdi buraya girmeyelim. Eylemler sürmeye devam etti bu süreçte ve ben elimden geldiğince katıldım ve desteğe arkadaşlarımı da dâhil ettim. Süreç hâlâ devam ediyor ve bunun için çalışmaya devam edeceğim. Tutuklu arkadaşlarımız, siyasetçiler ve gazeteciler, sömürülen işçiler ve geleceğimiz için direnişe devam edeceğiz.

İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi

Aslında İmamoğlu’nun alınmasıyla başlayan bu süreç insanların İmamoğlu’nu çok fazla önemsediği için falan olmadı. Herkeste biriken öfke bu şekilde aslında harekete geçmiş oldu. Ne kadar bu hareket sönümlenmeye başlamış da olsa herkes için harekete geçme adımı oldu. Fizikte de olduğu gibi, harekete geçen cismin hareketine devam etmesi duran bir cismin harekete başlamasından daha kolay olduğu gibi artık bence insanların yaşadıkları haksızlıklar karşısında harekete geçmeleri daha kolay olacaktır.

İzmir’de bu süreçte en büyük problemlerden biri birliğin sağlanamaması ve farklı yerlerde farklı çağrılar çıkılıp insanların kafa karışıklığı yaşamasına sebep olmasıydı. Ama yine de herkes için ve tabii ki benim için de bu süreç büyük tecrübe olmuş oldu. Hem eylemler açısından hem çatışma açısından hem de örgütlenme açısından kısa bir süreçte çok fazla deneyim edinmiş olduk. Bundan sonra da biz öğrencilere düşen görev akademik boykotları ve sıra arkadaşlarımızı örgütleyip halkın ve öğrencilerin bastırılamayacağını göstermektir.

Ege Üniversitesi

 

PKK’nin feshi ve silah bırakma kararı

5-7 Mayıs 2025 tarihlerinde, PKK 12. Kongresini topladı. PKK 12. Kongre Divanı, sonuç bildirgesini açıkladı. Açıklama, birkaç gün sonrasında yapıldı. Kongrenin 232 delegenin katılımı ile, iki ayrı mekânda (güvenlik nedeniyle) gerçekleştirildiği açıklandı.

Açıklanan sonuç bildirgesinde (ANF tarafından yayınlanmıştır), iki temel karar yayınlanmıştır. “Kongremizin aldığı PKK’nin feshi ve silahlı mücadele yöntemini sonlandırma kararı kalıcı barış ve demokratik çözüme güçlü bir zemin sunmaktadır” denilmektedir.

İki karar vardır. İlki “silahlı mücadele yöntemini sonlandırma” kararıdır ve ikincisi “PKK’nin feshi” kararıdır. Kongrenin diğer kararlarını, en azından biz bilmiyoruz.

Kongre ile birlikte, Rıza Altun ve Ali Haydar Kaytan’ın şehit düşmüş olduğu da açıklanmış oluyor. Ve her ikisinin de yıllar önce şehit düşmüş olduğu vurgulanıyor. Her ne kadar bu yazının konusu dışında olsa da, bu konuda birkaç cümle söylemeden geçmek istemeyiz.

Biz, devrimci bir hareketiz. Kendimizi böyle görürüz. Kendimizi dünya devrimcisi olarak görürüz ve her sosyalist/komünist devrimcinin kendini, dünya devrimcisi olarak gördüğüne inanırız. Bu nedenle, Rıza Altun ve Ali Haydar Kaytan’ın şehit düşmesini, dünya çapında devrimci hareketin kaybı olarak görürüz. Öyle anlaşılıyor ki, bu iki devrimci, 2018 ve 2019 yıllarında şehit düşmüştür. Demek ki, eğer biz eksik takip etmemişsek, PKK bu kayıpları uzun süre açıklamamıştır. Gerçekte bizim bir bilgi eksiğimiz olduğu açıktır. Ama PKK’nin bugüne kadarki tarihi içinde böyle “geç açıklama” yoktur. Elbette bir gerilla hareketi, her şeyi günü gününe açıklamaz. Ama PKK’nin kurucu kadrosundan da olsa PKK kayıplarını açıklamakta tereddüt etmemiştir.

Bizim, Türkiye solunun PKK’ye bakışı, birazdan daha fazla TC devletinin bakışından izler taşır. Örneğin, bir olay gerçekleştiğinde, Türkiye solu, çoğunlukla devletin açıklamalarını temel alır, şüphe duysa bile. Ama biz devrimciler için durum farklıdır. Örneğin PKK’nin, kendi tarafından yapılmamış bir eylemi asla üstlenmediği, kendi eylemlerini, varsayalım ki eylem hatalı ise bile, bunu belirterek üstlendiği bir gerçektir. Birçok durumda eylem tarzına bakarak, bu eylemin bir kontra eylem olup olmadığını anlamak mümkündür. Olur da mümkün değil ise, PKK’nin açıklamaları beklenmelidir. Biz böyle düşünürüz. TC devleti, bir kayıp verdiğinde, mesela 100 kişi kaybettiğinde, 3 kişi kaybettik, diyebilmektedir.

İşte bu tarihî temel nedeniyle, Rıza Altun ve Ali Haydar Kaytan’ın kaybının geç açıklanması bizi şaşırtmıştır. Mutlaka bizim bilmediğimiz bir nedenleri vardır.

Dünyanın neresinde olursa olsun, bir devrimci hareketin kazancını kendi kazancımız, kaybını da kendi kaybımız sayarız. Dünyanın bize en yakın yerinde yer alan Kürtlerin her kazancını kendi kazancımız, kaybını da kendi kaybımız saymakta tereddüt etmeyiz.

Konumuza dönersek, 12. Kongre, oldukça zor koşullarda toplanmış olmalıdır ve bu nedenle kararları da çok kritiktir. Bizim bu konuda söyleyeceklerimiz, kesinlikle bilgi eksikliklerimizin varlığı koşullarında söylenecektir. Yani, biz, ne olursa olsun, birçok bilgiye, hele ki tarihin hızlı aktığı bugünkü koşullarda, daha fazla bilgiye sahip ya da hâkim değiliz. Öyle ise, Kongre belgelerine dayanmak zorundayız. Ve elimizdeki tek belge de ANF tarafından yayınlanmış olandır.

Süreci hatırlamakta fayda var. Zaten Kongrede buna dikkat çekmektedir. Oradan okuyalım: “Önder Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat tarihi açıklamasıyla başlayan süreç, yaptığı çok yönlü çalışmalar, değişik tarzda sunduğu perspektifler ışığında 5-7 Mayıs tarihleri arasında toplanan 12. Parti Kongremiz başarıyla tamamlandı.” (Sonuç bildirgesinden. Başka bir kaynak vermediğimiz sürece, tüm alıntılar buradandır).

Yıl belgede yazılı değil, biliyoruz 2025’tir.

Ve bu süreç, Ekim 2024’te, Bahçeli tarafından yapılan açıklama ile başlamıştır. Kongrenin açılış konuşmasını yapan Murat Karayılan da Bahçeli’nin açıklamasına vurgu yapmaktadır. Bahçeli’nin bu açıklaması 2024 yılındadır ve DEM Parti sıralarında el sıkışması “sıra dışı”dır. O zamanlar Bahçeli, bugünkü gibi sesi olmayan, sadece X üzerinden açıklamalar yapan bir “kişi” değildi. O zamanlar Bahçeli, kalıbını aşarak ses çıkartıyordu ve “Öcalan gelsin, mecliste DEM grubunda konuşsun” diye gürleyerek ses çıkartabiliyordu. Oysa fotoğrafını sevdiği Sırrı Süreyya’nın cenazesinde konuştuğunu görmedik, duymadık. Bahçeli, o dönem, büyük değişmeler olacağını ve bu değişimler sırasında Türkiye’nin varlığını korumasını umduğunu söylüyordu. Endişeli idi. Umarım Türkiye böyle kalır, gibi cümleler kuruyordu.

Demek ki süreç, 2024 Ekim ayında, Bahçeli tarafından dile getirilmiştir ve öyle kabul etmek gerekir ki, bunun öncesinde de bu süreci besleyen bir arka plan vardır. Bahçeli’nin açıklaması, devlet tarafının bu konuda inandırıcı olma göstergesidir. Elbette Öcalan tarafı da bu konuda inandırıcı olduğunu göstermiştir. Yani karşılıklı taraflar, bu yeni süreç için inandırıcı olmayı talep etmiş olmalıdır. Yoksa Bahçeli’nin bu “sıra dışı” el sıkışması hamlesi ortaya çıkmazdı. Gel ki, hâlihazırda devlet tarafı, konuşmak, sürpriz açıklamalar, sıra dışı el sıkışmalar dışında bir şey yapmış değildir. Ama PKK tarafı, “fesih ve silahlı mücadeleyi sonlandırma” kararını açıklayacak bir kongreyi toplamıştır.

Demek ki görüşmelerin Ekim 2024’te sonuç verdiğini ya da ilk sonuçlarını verdiğini düşünmek mümkün. Tahminde bulunacak olursak, Bahçeli’nin konuşması, anlaşmanın yapıldığı ânın sonrasına denk gelmelidir ve öyle ise bu görüşmeler, 2024 yılının en geç yaz aylarında ortaya çıkmış olmalıdır. Bunun bir kanıtı da, Bahçeli ağzından ya da devlet tarafından, Kongre tarihinin tam isabetle biliniyor olmasıdır. Bahçeli 5 Mayıs’ta mesela, diyerek, Malazgirt’te Kongre toplansın ve PKK’nin feshini ve silah bırakmayı ilan etsin, demiş ya da talebinde bulunmuştur. Sürecin uzamasından yana olmadığı -devletin- anlaşılmaktadır.

Ve PKK 12. Kongresi, kuşku yok ki bizim bilmediğimiz birçok karar da almıştır; iki temel, çok önemli karar almıştır. “Söz konusu kararların uygulanması Önder Apo’nun süreci yürütüp yönlendirmesini, demokratik siyaset hakkının tanınmasını ve sağlam bütünlüklü bir hukukî güvenceyi gerektirir.” (Sonuç bildirisinden).

Burada iki karar ve elbette bunları gerçekleştirmek için bir yol ortaya konmaktadır.

Dünya devrimci tarihi içinde silahlı mücadele yürüten bir örgütün, bir gün gelip de mücadele yöntemini değiştirmek üzere, silahlı mücadeleyi terk ettiğini birçok kere görmüşlüğümüz var. Bu ilkesel olarak reddedilemez. Bir hareket, elbette uygun gördüğü zaman, uygun konjonktürde böylesi bir kararı alabilir. Mücadele yeni yöntemleri öne çıkartmış olabilir. Biz, böylesi bir kararı doğru ya da yanlış olarak ele alamayız. Bu doğru olmaz. Çünkü nihayetinde bu PKK’nin kararıdır ve PKK’nin silahlı mücadeleyi bırakma kararını başkasının vermesi de mümkün değildir. Bu kararı anlayıp anlamamak ayrı bir konudur ama bu onların kendi kararıdır ve saygı duymak esastır.

Öte yandan, bir devrimci örgütün, kendini feshetmesi kararı, silahlı mücadeleyi bırakma kararı kadar yaygın değildir ve istisna kabul edilmelidir. Bir örgüt, egemene karşı yürüttüğü mücadelede yenilebilir ve dağılabilir. Burada böylesi bir durum yoktur. Kaldı ki yenilgi durumunda dahi kendini feshetme alışılmış bir tutum değildir. Bir hareket, bir parti, kendini feshettiğinde, eğer örgütsel yapısını dağıtıyorsa, bunun yerine başka bir şey koymuyorsa, bu alkışlanacak bir durum değildir. Biz alkışlamıyoruz diye, onlar böyle bir karar alamazlar mı? Elbette alırlar zaten almışlardır da. Elbette KCK vardır ya da başka yapılanmalar da. Ama ne olursa olsun, PKK tüm bu sürecin ana gövdesidir, öncüsüdür.

Biz, devrimci sosyalistler, iktidarı aldığımızda, burjuva egemeni yıktığımızda, burjuva devlet çarkını dağıttığımızda bile, sosyalizmi kurma sürecini yönetmek üzere partiye ihtiyaç duyarız. Parti, sınıfın çıkarlarının temsilcisi, sınıfın öncüsü, bu yolla devrimin öncüsüdür. Ve partinin görevi, sınıfların ortadan kaldırılması ile son bulur. Sınıflar yok ise, sınıfsal çıkarların özlü ifadesi olarak siyaset de farklılaşır, partiye ihtiyaç kalmaz. Demek ki, sosyalist devrimin zaferinde dahi, örgütü, partiyi feshetme diye bir durum yoktur. Elbette, burjuva devlete karşı savaş döneminde mesela bir X örgütü, farklı bir yapıya sahiptir ve sosyalist devrimden sonra aynı yöntemlerle mücadele ediyor olamaz.

Biz devrimci bir hareket olarak (her devrimcinin de böyle düşündüğünü kabul ederiz) Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını, Kürtlerin çözümü ortaya çıkmadan da savunur ve kabul ederiz. Bunu, onlara bir hak olarak “bahşetmekten” söz etmiyoruz, haşa, tersine, bu onların hakkıdır ve bunu tanıyoruz demek istiyoruz. Eğer milliyetçiliğin herhangi bir dozu ve çeşidi ile kirlenmemiş bir devrimci hareket var ise, ki devrimci hareketin milliyetçilikle zerrece bağı olamaz, o hareket zaten bu gerçeği kabul eder.

Bu çerçeve temel olmak üzere, Kürt hareketinin bugüne kadar yürüttüğü mücadeleye bakmak yerinde olacaktır.

Bizim görüşümüze göre (ki bu 1992’de tarafımızca yazılmıştır) Kürt hareketi, ulusal uyanışı gerçekleştirmek anlamında, Kürt sorunun özgün çözümüne 1992’de ulaşmıştır. 1993 yılında ilan edilen ateşkes ve Özal döneminde yürüyen tartışmalar, Kongre belgelerinde de vardır. Murat Karayılan’ın açıklamalarında da özetlenmiştir. Demek ki, 1992’de (bu tarihi de, örneğin 1992 değil de başka bir tarih olarak, kesin olarak bizim gözlemlerimizden önce PKK daha sağlıklı belirleyebilir) Kürt sorunu artık yeni bir noktadadır. 1992 yılında, imha ve inkâr siyaseti boşa çıkarılmıştır. Kürt kadınında ifadesini bulan devrimci diriliş ortaya çıkmıştır. Evet 1992’de, Kürt devrimi, bir “ulus devlet” örgütlenmesine ulaşmamıştır. Dört parçalı bir Kürdistan gerçeği, bu süreci farklılaştırır. Nihayetinde Kürtler Ortadoğu’da yaşamaktadır ve Kürt sorununun uluslararası bir yönü nesnel olarak da vardır. Kaldı ki, eğer “ulus devlet” örgütlenmesi, yeniden kapitalist sistem içinde kalmak demek ise, bu emperyalizme bir başka tarzda bağlanmak demek olurdu. Bu nedenle, devrime katılmaya başlamış olan Kürt orta sınıfları ile Kürt devrimci hareketinin iki ayrı çizgiyi temsil ettiğini söylemek yerindeydi, öyle demiştik. Kürt hareketi içinde bir yandan Barzani çizgisi diyebileceğimiz bir çizgi, gericiliği, emperyalizme bağlılığı ifade etmekteydi. Oysa Kürt emekçilerine dayanan gerilla hareketi, o dönem geliştirmeye başladığı “kurtarılmış alanlar” ile sosyalist bir yolu açmaya yönelmekteydi. Elbette bu Kürt gerçekliği içinde oldukça karmaşık bir durum idi. Çünkü bir yandan Kürt halkı 4 parçada vardır ve ikincisi emperyalist paylaşım savaşımı devreye girmişti ve Ortadoğu’nun yeniden paylaşılması gerçeği ortaya çıkmaya, daha doğrusu su üstüne çıkmaya başlamıştı. Devrime son dönemde katılmaya başlamış olan Kürt orta sınıfları, Barzani’den daha ileri düşüncelere sahip olsalar da, sonuçta Barzani çizgisine yakın olacaklar ya da bir yol seçeceklerdir. Bu, sınıfsal karakterleri gereğidir. Yani, Kürt hareketi gelişirken, imha ve inkâr siyasetini parçalamak ne denli önde olursa olsun, sınıf savaşımının da işlediğinden şüphe edilemez.

Kürt hareketi bu süreçte, büyük bir saldırı ile karşı karşıya kalmıştır (1990’lı yıllar). Bu saldırının büyüklüğü, sadece askerî operasyonlar ve ortaya konulmuş olan “kirli savaş” değildir. Bu kirli savaş, aslında TC devleti ve NATO tarafından organize edilmiştir ve NATO’nun varlığını hafife alırsak, saldırıların çetinliğini de anlamakta, kavramakta zorlanırız, eksik kalırız. NATO’nun devrede olması, ABD’nin devrede olması, aslında savaşı bir uluslararası ya da bölgesel bir savaş boyutuna getirmiştir. PKK’nin terör örgütü olarak ilanı da bunun içindedir. Ama aynı zamanda tüm Batı, Kürt hareketi ile zorunlu ilişkiler kurmuştur ve her bir emperyalist güç, Kürtler arasında yer edinmeye çalışmıştır.

1992 yılında da Kürt hareketi, PKK önderliğinde imha ve inkâr siyasetini boşa çıkartmıştı ve doğrusu bunu başarınca kendini feshetmesi düşünülmezdi. Ama elbette bu yeni koşullarda örgütün yeniden somut duruma uygun örgütlenmeler geliştirmesi esas olurdu. Bu evrensel bir kuraldır. Ve doğrusu, bu konuda da PKK’ye akıl verecek hâlde hiç değiliz. O günden bugüne bu mücadeleyi yürüttüklerine göre, gerekeni yapmış olduklarını varsaymak gerçekçi olur. Kongre, bunları değerlendirme yeridir.

Bilimsel çalışma, somut durumun somut analizini şart koşar. Bu nedenle, bugün, PKK’nin feshedilmesi ve silahlı mücadele yönteminin sonlandırılması, sadece geçmiş ile ilgili değildir, olmaz. Biz diyalektik materyalizmi temel alırız. Diyalektik materyalizm, gelecekten bakmayı da içerir.

Evet, bir hareket, belli tarihsel koşulların altında ortaya çıkar. PKK, imha ve inkâr siyasetine karşı duruştur. Ve elbette SSCB’nin ve “reel sosyalizm”in varlığı koşullarında şekillenmiştir. SSCB ortadan kalktığında, Ortadoğu’da bir savaş dünya savaşının bir parçası hâline geldiğinde birçok şey değişmiş olur. Ama bir hareket, bu koşullarda kendini yeniler ve geliştirir. Bu geliştirme ve yenileme, feshetmek ile açıklanamaz. Kongre, özetle, PKK’nin tarihsel görevini tamamladığını söylemektedir. Eğer bu “imha ve inkâr politikasının” aşılması ise, bu görev 1992’de ya da 1993’te zaten başarılmıştı. Oysa o günden bu yana çok zaman geçmiştir ve egemen (TC devleti ve uluslararası sermaye) saldırılarına devam etmiştir. Bu süre içinde bu saldırılara karşı konulabilmesi, ancak, feshedilen PKK’nin varlığı ile bağlıdır. Tekrar etmek gerekiyor, karar onlara aittir ve bizim söyleyeceklerimiz, bilgilerimizin eksikliği de göz önünde tutulursa bu kadardır.

Gelecekten bakmaya yönelelim. Karar, gelecekten bakıldığında, iki noktayı öne çıkartmaktadır. Birincisi barıştır ve ikincisi demokratik toplum sürecidir. Kongre Divanının açıklamasından aktaralım: “52 yıldır Önderlik ve PKK yürüyüşüne büyük bedeller pahasına katılarak, inkâr ve imha siyasetine, soykırım ve asimilasyon politikalarına karşı direnen onurlu halkımız, barış ve demokratik toplum sürecini daha bilinçli ve örgütlü biçimde sahiplenecektir. PKK’yi feshetme ve silahlı mücadele yöntemini sonlandırma kararını, halkımızın herkesten daha iyi anlayacağına, demokratik toplum inşası temelinde demokratik mücadele döneminin görevlerine sahip çıkacağına inancımız tamdır. Halkımızın kadınlar ve gençler öncülüğünde, yaşamın her alanında öz örgütlerini oluşturması, dilleri, kimlikleri ve kültürleriyle kendine yeterli olma temelinde örgütlenmesi, saldırılar karşısında kendini savunur hale gelmesi ve seferberlik ruhuyla komünal demokratik toplumu inşa etmesi hayati önemdedir.”

Görüldüğü gibi, gelecekten bakıldığında iki nokta vardır, biri barıştır ve ikincisi “demokratik toplum”dur. Demokratik toplum, “komünal demokratik toplum” olarak da ifade edilmektedir. Mücadele gelecek tasarlamaktır da. Bu nedenle bu iki noktanın üzerinde durmamız yerinde olur.

Barıştan başlayalım.

Sihirli kelimedir barış ve barışı istemeyen olmaz. Öyle ise bize “barıştan yana mısınız” diye bir soru sorulamaz. İyi ama nasıl bir barıştan söz edeceğiz? PKK kendini feshedince ve silahlı mücadele yöntemini terk edince, düşman, bu durumu kabul ederek, savaşa son mu verecektir?

Biz aslında şu an itibarı ile, PKK’nin iki kritik adımı attığını, bunu ilan ettiğini, bu konuda kongre kararı aldığını biliyoruz. Esas mesele, devletin bu durumda ne yapacağıdır. Buyursun TC devleti, bu konuda atacağı adımları atsın ve görelim. Saray Rejimi, kendini mi feshedecek? Saray Rejimi, acaba silah mı bırakacak?

Artık daha çok ve sadece tweet ile konuşan Bahçeli, “barış kuşu iki kanatlıdır” diyor ve ilk kanatta PKK’nin adım attığını, ikinci kanadın da gövdeye “monte edilmesi gerektiğini” söylüyor. Demek, bir barış adlı kuş imalatı söz konusudur ve devlet, Bahçeli ismi altında Erdoğan’a seslenmektedir ve Kürt hareketine de (artık PKK yok ve bu nedenle Kürt hareketi demek gerekir), sabırlı ol denmektedir.

Dünya çapında bir savaş yaşanmaktadır. Bu savaşın odaklandığı noktalardan biri Ortadoğu’dur. Bu savaş, başlıca beş emperyalist güç tarafından organize edilmektedir. Bu durumda silahlı mücadele yöntemini terk etme, PKK’nin “terör örgütü” suçlamasından kurtarılması mı demektir? Karayılan, açıkça, bunun uygulanması için, karşı tarafın adımlar atması gerektiğini ortaya koymaktadır. Kongre belgeleri de bunun şartları olduğunu söylemektedir. Sürecin yönetilmesi Öcalan’a verilmektedir ve “demokratik siyaset hakkının sağlanması” ve “sağlam bütünlüklü bir hukukî güvence” gerektiği vurgulanmaktadır.

Bahçeli isimli devlet de ikinci kanadın da gövdeye monte edilmesinden söz ederek, ciddi olduklarını söylemektedir. Öyle ya, PKK feshedilse de, henüz silahlar teslim edilmiş değildir.

Bu durumda “barış”, mesela uluslararası güçlerin devreye girmesi ile mi sağlanacaktır? Öyle ya, TC bu konuda güvenilir değildir ve dahası bu süreç, NATO tarafından, ABD tarafından dayatılmaktadır. Bu uluslararası güçlerin TC devletini zorlayarak, bir uzlaşı ortaya koyması mümkündür. ABD ve Batı, gerçekten de TC devletini zorlayabilir. Bu olanakları vardır, zira TC devleti de bir sömürgedir. Ama bunun karşılığı nedir? Bu Ortadoğu’daki paylaşım savaşımı ile bağlı ise, “silahlı mücadele yöntemini sonlandırmak” katliam politikalarını önlemek için bir avantaj mı olacaktır? Biz biliyoruz ki, hiçbir halk, hiçbir emperyalist güçten bir beklentiye girerek varlığını koruyup geliştiremez. Bu durumda “barış”, savaşın sonlandırılması olmaktan uzak olacaktır. Kuşku yok ki bizim sahadaki durumu PKK’den daha iyi bilme olanağımız yoktur. Ama biliyoruz ki bir halkın mücadelesi örgütsüz ise, sürdürülemez. Elbette, Kürt halkının birçok örgütsel yapısı vardır ve bugün en örgütlü halklardan biri olduğunu söylemek abartılı olmaz. Ama bu durumda PKK’nin feshinin örgütlülüğü geliştireceği kesin midir?

Bizimkiler, elbette sorudur. Yanıtları bizde yoktur ve bu konuda bilgi eksiğimiz nedeniyle yapabileceğimiz en sağlıklı şey sorular sormaktır. Elbette Kürtlerin kaderini tayin hakkını kabul etmek, alacakları kararlara saygı da duymak demektir.

Kongre belgeleri, sürecin yürütülmesi için Öcalan’ı görevlendirmektedir. Bu durumda Öcalan, siyaset yapma olanakları elde edecektir, ki sanırım, bunların bir bölümünü fiilî olarak elde etmiş olmalıdır. Öyle ise, beklenen, Öcalan’ın hareket koşullarının genişletilmesidir. Elbette bunun doğal sonuçları olacak ve siyasi tutsaklar konusunda bazı adımlar atılacaktır. Barışın gerisini henüz bilmiyoruz.

“Barışın kaybedeni olmaz”, aslında çok nahif bir sözdür. İnsanîdir ve bu anlamda değerlidir. Savaşın sona ermesi, akan kanın durması, her savaş için önemlidir. Bu açıdan, barışı desteliyor musun, sorusu çok da anlamlı değildir. Herkes akan kanın durmasını ister, herkes onurlu bir barışı ister vb. Ama nihayetinde, barışın nasıl bir barış olduğu her zaman önemlidir. Her barış taraflar için daha farklı anlamlar içerir. Demek ki, gelecek açısından bakıldığında nasıl bir barış konusu henüz net değildir. Yaşanacak ve görülecektir.

Kongre belgeleri, örgütlülüğe vurgu yapmaktadır. Yani PKK’nin feshi, Batı’da yaygın olan “örgütsüz mücadele” gibi tuhaf eğilimlerden uzak görünmektedir. Biliniyor, Batı’da, örgütsüz kitlelerin eylemi incelenirken, övgü olarak öndersiz, örgütsüz vurgusu yapılmaktadır. Yani, örgüt ve önder olmaması iyi olarak ele alınmaktadır ve bu yaygındır. Bizim solda da uzantıları vardır. Oysa PKK kongre belgelerinde bunun izi yoktur, tersine örgütlülüğe vurgu yapmaktadır. Ama buna rağmen, PKK’nin feshi, sıradan bir tutum değildir.

Konunun ikinci başlığı, “komünal demokratik toplum”dur. Gelecek böyle tarif edilmektedir. Bu açık olarak sosyalizm vurgusu anlamındadır. Öyle olmalıdır. Vurguyu böyle yapmak ve sosyalist toplum demeden yapmak, düşmanı aldatmaya yetmez (amaç bu ise). Amacın da bu olduğunu söylemiyoruz. Ama komünal toplum, daha gelişmiş örgütlülük demektir ve bunun ön koşulu, egemenin devlet çarkının parçalanmasıdır. Paris Komünü’nün yenilgisi de buradadır. Geliştirdiği mekanizmalar, Paris Komünü’nün egemen iktidarı parçalamadan yaşamasına olanak tanımamıştır. Nihayetinde sınıf savaşımı, bir sınıfın diğer sınıfa karşı savaşımıdır ve egemen sınıf bu savaşta egemenlik aracı olan devleti ile (sadece onunla değil ama en başta onunla) vardır. Bu devlet çarkı parçalanmadan, bir zafer net olarak ortaya çıkmadan, komünal toplum örgütlenemez. Bu, romantik düşünmek demektir. Ama elbette komünal örgütlenmenin iktidarı aldıktan sonra başlaması diye bir zorunluluk hiç yoktur. Gelecek toplumun nüveleri, hem yeni insan anlamında hem de örgütlenme alanında, devrim sürecinde ortaya çıkarlar. Komün, devrimden önce ortaya çıkmıştır, sovyet, devrimden önce ortaya çıkmıştır. Devrimci parti, bu biçimleri geliştirir. Zaferi kazanmış, devrimi gerçekleştirmiş işçi sınıfı, burjuva devleti alaşağı eder, yıkar ve parçalar. Onun yerine kendi devletini kurar. Bu devletin kuruluşunda ve sosyalizmin dünya çapında zaferinde de devrimci parti, varlığını sürdürür ve önemli bir rol oynar. Bu durumda PKK’nin feshi, destekleyici bir adım mıdır? Kanımızca, bir devrimci öncü örgütün varlığı, “komünal örgütlenme”yi geliştirir, tersine bir etki yapmaz. Öyle ise, gelecekten bakıldığında, ortaya çıkan durum, PKK’nin feshini, bizdeki bilgiler ışığında doğrulamaz.

Dünya çapında süren emperyalist paylaşım savaşımı, Ortadoğu’da yoğunlaşmaktadır. Ya da bu savaşın odak noktalarından birisi Ortadoğu’dur. Bu savaşta, Suriye sonrasında, ABD’nin hedef noktası İran’dır. Bu konuda ABD, Kürt hareketine imha tehdidini savurmaktadır. Gazze’de neler yaptıklarının örneğini bu nedenle ortaya koymaktadırlar. Bu büyük çaplı bir tehdittir. Bunda şüphe yoktur. Kürt halkına dayatılan bir soykırımdır. Trump’ın, “Türkiye’nin güvenlik kaygılarını anlıyoruz” demesi boşa değildir. Bu tehdit büyüktür. Ve elbette Kürt örgütlülüğü, bu tehdidi karşılamak zorundadır.

Bölgede gelişmekte ve beslenmekte olan, kışkırtılmakta olan savaş tüm bölgeyi sarsmaktadır. Bu durum, tüm bölgede devrimci bir çıkışın olanaklarını da barındırmaktadır. Bize göre, bugün, tüm bölgede gelişecek sosyalist devrimin nesnel zemini oluşmuştur. Bu elbette, enternasyonalist bir devrimci örgütlenmeyi gerekli kılar. Bu sosyalist devrimin en önemli bileşeni olma olanağı Kürt hareketinde vardır. Bu nedenle Kürt hareketinin her kaybı, tüm devrimcilerin kaybıdır, kazancı da tüm devrimcilerin kazancıdır. Elbette devrimci hareket için çok zorlu bir süreç vardır ve devrimci hareket, bölge çapında gelişecek bir devrime hazır değildir. Ama tarih hızlı akıyor.

TC devleti, kendi cephesinden, PKK’nin feshi ve silah “bırakması”nı bir zafer olarak sunmaktadır. Hattâ PKK’nin zaten yenildiğini söylemektedirler. Buna hiçbir açıdan katılmak mümkün değildir. Gerçek şöyle tarif edilebilir: Kürt hareketi, uluslararası bir saldırı ile karşı karşıyadır ve kendisine dayatılan, ABD ve NATO öncülüğünde, TC eli ile bir katliamdır. Bugün hâlâ TC devletinin saldırıları sürmektedir. Kongre, bu saldırılar altında toplandığını açıkça ifade etmektedir. Demek ki PKK, TC ile mücadelesinde yenilmiş falan değildir. Hattâ silahların nasıl bırakılacağı, Öcalan’a siyasal mücadele olanaklarının nasıl sağlanacağı gibi konular, sürekli gündeme getirilmektedir. Sık sık, silah bırakma açıklamasının tüm Kürtleri kapsaması gerektiği söylenmektedir. Demek ki mesele TC ile Kürt hareketinin savaşında PKK’nin yenilgi alması değildir. Mesele emperyalist paylaşım savaşımının içinde Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesi meselesidir. Savaş, emperyalist merkezlerin ana politikasıdır ve bu süreç daha da gelişecektir.

Bu nedenle, tüm bölge devrim kuşağının içine girmektedir. Bölgenin önemli güçleri, işçi sınıfı açısından Türkiye, İran, Mısır gibi ülkelerdir. Bu üç ülkede de devrimci hareket zayıftır. Bölgenin en örgütlü gücü Kürt hareketidir. Bu nedenle Kürt hareketine karşı saldırı, aynı zamanda emperyalist güçlerin tüm bölge devrimci hareketlerine saldırısıdır. Yani bölgede bir barış ufku yoktur. Kaldı ki bir barış, emperyalist güçlerin, tüm bölgeyi yeniden ezmesi sonrasında “sağlanacaksa”, bu “barış”, bizim barışımız olmayacaktır.

Bizim cephemiz, işçi sınıfının devrimci yolundan, sosyalist devrimi zafere ulaştırma yoludur. Bu kolay değildir. Ama tarih hızlı akıyor. Devrimci güçlerin zayıflığı, bugüne aittir, yarına, geleceğe ait değildir.

Elbette her ülkedeki, genel anlamda bu enternasyonal devrimci anlayışın içindeki her devrimci gücün her kaybı, bizim de kaybımızdır. Bu açıdan, Ortadoğu söz konusu olduğunda süreç, öznel açıdan daha da zorlaşmaktadır. Nesnel gelişmeler, tüm bölgeyi saracak bir devrim için ne denli pozitif yönde ilerliyorsa, tersine öznel açıdan da o denli olumsuz açıdan ilerlemektedir. Emperyalist güçlerin saldırganlığı bunun tek nedeni değildir. Onlar her zaman saldıracaktır. Ama bölgemizdeki devrimci hareketler, birbirine uzaktır ve bu konuda bölge tarihinden gelen bir güven sorunu olduğunu da unutmamak gerekir.

Tüm bunlara rağmen, devrimci hareketin zayıflığı bugüne aittir, yarına değil. Ve en önemli olan, ufku görmektir, bölgede bir sosyalist diriliş eğilimlerini görmektir, devrimin bu kaos içinde kendine yol aradığını görmektir.

Biz, Türkiye’de mücadele eden devrimciler, sakince ve kararlı biçimde, devrimi örgütlemek, sağlam adımlarla ilerlemek görevi ile karşı karşıyayız. İşçi sınıfının devrimci yolunda, işçi sınıfını ayağa kaldırmak, direniş çizgisini geliştirmek, örgütlemek esastır. Gelişmekte olan süreçler, birçok olanağı da içermektedir. Bu olanakları potansiyel olanak olmaktan çıkartıp, fiilî mücadelenin emrine verebilmek, devrimci ufkumuzla, örgütlülüğümüzle bağlantılıdır. Boşa tartışmak yerine, devrimci yolda tuğla tuğla mücadeleyi örmek gerekir.

1 Mayıs 2025 Sınıf savaşımı ciddi bir savaştır ya da kitlesel direniş hattı

Ülkemiz sınıf savaşımı tarihinde, 1 Mayıs kutlamalarında, İstanbul büyük bir öneme sahiptir. Osmanlı’nın son dönemlerinde Selanik de önemli olmuştu. Ama İstanbul, Türkiye’de işçi sınıfının savaşımının kalbi demektir. Bu elbette sadece 1 Mayıs kutlamaları için geçerli değildir. Tüm sınıf savaşımının ana üssüdür İstanbul. Sanayinin geliştiği yer olması nedeniyle, Çorlu’dan Gebze’ye, geniş bir hat içinde İstanbul, işçi sınıfının pek çok çetin mücadelesine mekân olmuştur. 15-16 Haziran direnişi, 2013’te Gezi Direnişi olarak bildiğimiz toplumsal patlamanın bir başka türüdür ve dalga işçi sınıfından gelmiştir. İşçiler, İstanbul’un her yanında sokaklara taşmış, şalterleri indirerek fabrikalardan çıkmış, barikatları yarmış, tankları devirmiştir.

Konu 1 Mayıs olunca, Taksim, bir başka öneme sahiptir.

Taksim, 1 Mayıs alanıdır ve hemen her iktidar döneminde, işçi sınıfına kapatılmaya çalışılmıştır. 12 Eylül sonrası bu kapatma, zaman zaman aşılmış olsa da, süreklilik kazanmıştır. Saray Rejimi, Taksim’de görkemli 1 Mayıs kutlamalarını, ülkenin gerçek sahiplerinin sahneye çıkmasından korktuğu için, her yol ve araçla yasaklamaktadır.

Gerçekte konu yasalar ise, Taksim 1 Mayıs kutlamaları yasak değildir. AYM, bizzat bu konuda karar vermiştir. Demek ki “1 Mayıs Taksim yasağı” aslında yasalara dayanmamaktadır. Yasalara rağmen, fiilî sınıf savaşımı pratiği içinde yasak uygulanmaktadır. Hattâ Taksim alanı, tüm Avrupa yakasının kapatılması şeklinde uygulanmaktadır.

Sendikalar ve sendikacılar, ülkemizde yasaları çok önemserler. Ama konu 1 Mayıs olunca, bu “yasal” hakkı kullanmaktan geri dururlar. Taksim’de görkemli ve kitlesel bir 1 Mayıs, devlet kadar belki de devletten çok, onları korkutur.

Ve ülkemizde işçiler, gençler, kadınlar, kısacası direnen herkes, 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması için, her yıl, ciddi bir mücadele yürütürler ve doğrusu bu mücadele selâmlanmalıdır. Başkası da düşünülemez. Taksim, 1 Mayıs alanıdır ve bunun hem tarihsel hem de güncel anlamı biliniyor.

Egemen, aslında her zaman işçi sınıfını, mümkün olduğunca görünmez kılmak ister. 1 Mayıs kutlamalarını, mümkün olduğunca kentten uzak tutmak ister. Böylece, işçi sınıfının kendi sesini, topluma ve işçi sınıfının bütününe duyurmak istemezler. İşçi sınıfını yok saymanının, bir yoludur bu. İşçiler, mücadele içinde, kendi sınıfsal gerçekliklerini kavrarlar, sınıf kardeşliğini öyle geliştirirler, kendilerini böyle tanırlar. Taksim, bu nedenle, her zaman egemen sınıf için bir sorundur. Burjuva basının her zaman görmezden geldiği işçiler, işçi sınıfının mücadelesi, 1 Mayıs’ta da görünmez kılınmak istenir.

Taksim’in 1 Mayıs alanı olmasını koşullayan 1977 katliamı, elbette tüm bu süreç için önemlidir. Ama güncel olarak da Taksim önemlidir.

2025 1 Mayısı için Taksim, yine ve her yıldan daha fazla önem kazanmıştı. Çünkü; (a) son yıllarda, işçi sınıfının her yerde gelişen, parça parça ortaya çıkan direnişleri vardır ve bu direnişlerin 1 Mayıs alanı Taksim olursa oraya yansıması büyük bir ihtimaldir. Bu, direnişteki işçilerin, özellikle de genç işçilerin, işçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşımının tarihi ile bağ kurması da demek olacaktı, ki egemen, bu tarihten, tarih bilincinden, bilinçli işçiden çok korkar; (b) 19 Mart direnişi, “böyle yaşamak istemiyoruz” kitlesel hareketi, Taksim’de daha büyük bir kitlesel yansıma bulacaktı ve böylece kitleler, gençler işçi sınıfı ile görkemli bir 1 Mayıs’ta bir araya gelecekti.

Bu iki nedenle, 1 Mayıs Taksim’de gerçekleşmesi olanağını bulabilirdi. Bulabilirdi ama bunun için, kitlesel bir Taksim 1 Mayısı isteği olmalıydı.

Ve işçi sınıfı, devrimci hareket, böylesi bir iradeyi örgütleyemedi.

TC devleti ve onun işçi hareketi içindeki uzantıları, Kadıköy’de 1 Mayıs’a razı olduklarını ifade ettiler ve Türk-İş Kartal’a gelince, DİSK ve diğerlerinin Maltepe’de olma ihtimali ortadan kalktı, Kadıköy bir uzlaşı noktası oldu. Oysa Taksim, eğer sendikalar diretseydi, “Taksim iradesi ile Kadıköy’de olmak” yerine, Taksim iradesi ile Taksim’de olmaya karar verebilselerdi, bu konuda devrimci hareketlerin bir kesiminin ısrarlarına evet diyebilselerdi, durum farklı olurdu.

Ülkenin 78 ilinde 1 Mayıs kutlamaları yapılmıştır. Ama yine de en önemlisi, Taksim’de ne olacağı idi.

Kadıköy 1 Mayısı, Taksim’in gölgesi altında gerçekleşmiştir. Alandaki herkes, aslında aklı Taksim’de, kendisi Kadıköy’de idi.

Bir bölüm devrimci grup, sadece Taksim, bir bölümü ise hem Taksim ve hem de Kadıköy’de var olmayı seçti. Ve bir bölüm sol grup, sadece Kadıköy’de olmayı seçti. Sonuçta Taksim’in gölgesi altında bir Kadıköy 1 Mayısı gerçekleştirilmiştir. Elbette, bu durum Kadıköy’de kutlamaların görkemini azaltıcı bir etkidir, öyle olmuştur. İşçilerin alana girişleri ile alanı terk edişleri çok kısa sürmüştür.

Taksim’in gölgesi yabana atılamaz. Taksim için hareket eden her kişi ve gruba selâm olsun. Bu kararlılık, sanıldığından ya da elde edilen sonuçlardan çok daha önemli ve değerlidir.

1 Mayıs kutlamaları geride kaldığında, aslında yeni bir nesnellik oluşmuş demektir.

Eğer, 1 Mayıs Taksim’de kutlanabilseydi, yani bu konuda sendikalar, Kadıköy’de yer alanlar, bir bütünsel karar verebilseydi, şu an içinde bulunduğumuz nesnellikten daha farklı bir nesnellik içinde olacaktık. Özellikle, 19 Mart kitlesel eylemlerinin direnişe kattığı güç, daha da büyüyecekti ve CHP’nin kitleler üzerindeki kontrol kurma çabaları, devrimci hareketin önünü kesme çabaları çok daha zor hâle gelecekti. CHP, 19 Mart eylemliliğinin önce önüne, bir selin önüne kapılır gibi kapılmıştır ve son derece etkili manevralarla, kendisine yönelen tehdidin tazyiki ile, bu harekete ayak uydurmaya yönelmiştir. Taksim 1 Mayısı, bu sürece ciddi bir müdahale demek olacaktı.

Bu “eğer” ile tarih yazılmaz. Bu nedenle, bu “eğer”i, sadece içinde bulunduğumuz güncel durumu açıklamak için kullandığımızı söylemeliyiz. Yoksa biz sınıf savaşımına dünden bakmayı değil, tersine gelecekten bakmayı tercih edenlerdeniz.

Bugün, 1 Mayıs kutlamaları ile işçi sınıfının kendi gündemini, kendi direnişlerini alanlara yansıtmasında bir eksiklik olduğunu söylemek mümkündür. Bu durum, aslında direnişlerin daha da hızla genişlemesi ve örgütlenmesi yolunda bir eksikliktir. Ama, bu direnişler devam edecektir, etmektedir. Dahası, 19 Mart kitle eylemlerinin öğrenci gençlik içindeki dalgası hemen sönmeyecektir. Bu iki etken, (a) işçi direnişlerinin gelişme eğilimini sürdürmesinin devam edeceğini, (b) işçi eylemleri ile öğrenci eylemlerinin birbirini etkileme sürecinin de süreceğinin kanıtıdır. Taksim 1 Mayısı ile nitelikli bir sıçrama olanağı elden gitmiştir. Taksim 1 Mayısı, işçi sınıfının ve kitlelerin kendine güvenini yükseltecekti. Yeri gelmiştir; öyle “zulmün artsın ki tez zeval bulasın” tutumu doğru değildir. Bu, zulme uğrayan örgütsüz kitlelerin temennisi, duası olabilir. Ama doğru değildir. Tersine, zalimin sonunu getirecek şey, zulme uğrayanların isyanı ve bu isyanın gerektirdiği kendine olan özgüveninin gelişmiş olması durumudur.

Sınıf savaşımı ciddi bir savaştır. Birçok durumda, olağan yaşamımızın içine bir anda “iki ülkenin savaşı” girdiğinde, bunu ciddiye alırız, önemseriz. Elbette önemsemeliyiz. Ama sınıf savaşımı da ciddi ve önemlidir. Evet bu savaş, bireysel olarak senin, benim dışımızda vardır. Ama bu savaş ciddi bir şeydir. Egemen, açık bir sınıf bilinci ile bu savaşı yürütmektedir. Egemenin Taksim’i kapatma durumu, bu yolda İstanbul’u kuşatma hâli, savaşın ciddiyetini gösterir. Bu hâl, aslında bazı kişilerin, devleti yönetenlerin kör inadı, anlamsız ısrarı vb. değildir. Egemen, sınıf bilinci ile, burjuva sınıf bilinci ile, mücadelenin sonrasına etkilerini düşünebilmektedir.

Tersinden bakarsak, bu savaşımda, bu 1 Mayıs eyleminde, işçi sınıfının sınıf bilinci geridir. Bu genel olarak işçi sınıfının suçu değildir. Bu sendikaların, solun, en başta da devrimci hareketin eksikliğidir. Biz devrimciler, eksikliği kendimizde aramak zorundayız.

İşçi sınıfı, burjuva sınıfın tersine, örgütsüzdür. Bu örgütsüzlük, onun devrimden ve devrimci hareketten uzak durmasında ifadesini bulmaktadır.

Ama işçi sınıfı sendikal alanda da örgütsüzdür. Mevcut sendikaların çok büyük bir bölümü işçi sendikası olmaktan uzaktır. Türk-İş, Hak-İş ve DİSK ayrı ayrı 1 Mayıs kutlamaları yapmaktadır. Bu, egemenin, Saray Rejiminin istediğine uygundur. Böylece, işçi sınıfının birliği de sağlanamamaktadır. Türk-İş, eylemi Kartal’a taşımıştır. Türk-İş yönetimi, kendine verilmiş olan işçi sınıfını denetim altında tutma işini, artık eskisi gibi rahatça yürütememektedir. Petrol-İş ile Koç Holding arasında bağlanan toplu sözleşmeyi reddeden işçilerin polis barikatını aşması, Türk-İş’in nasıl zorda olduğunun göstergesidir. DİSK ise, hiçbir 1 Mayıs gösterisine etkin bir katılım göstermemektedir. Bu hâli ile, DİSK, adındaki devrimci sıfatının da etkisi ile, solu ve devrimci hareketi frenleme görevini görmektedir. Saraçhane pratiği bunun en somut kanıtıdır. Kadıköy’ü Taksim iradesi ile kabul etmek, aslında Taksim’in iradesi ile Taksim’de olmaktan çok uzak ve farklı bir “siyasal” tutumdur. Ve bu tutum, aslında, biz bir sendikayız, siyasal alana da o kadar giremeyiz bahanesini de devre dışı bırakmaktadır.

Taksim yerine başka bir alanın her kabulünde önümüze gelen bahane, işçileri ve kitleleri korumak olarak sunulmaktadır. İyi ama, o kitleler, (a) zaten polisle, devletle her yerde karşı karşıya gelmektedir, (b) doğrusu bu kitleleri korumak değil, tersine, kitleleri geri ve daha geri çekmektir. Bu tutum görülmelidir. Şimdi, Petrol-İş işçisi polisle karşı karşıya gelmiştir. Yarın, başka yerde de gelecektir.

Bu sınıf savaşımıdır ve sınıf savaşımını kendince “sert” bulan her kim olursa olsun, işçi sınıfı ile burjuvazinin arasına bir tampon gibi girmemelidir. Zira bu, sınıf savaşımını yumuşatmaz. Açlığın, işsizliğin kol gezdiği, en küçük bir hak arama eyleminin devletin tüm güçleri ile bastırma girişimleri ile karşı karşıya kaldığı, iç savaş hukukunun egemen olduğu bugün, sınıf savaşımının gelişim yolunu doğru anlamak gerekir.

1

Bugün içinde bulunduğumuz nesnellikte, işçi sınıfı sendika mafyasını sırtından atmak zorundadır ve bunun zor olduğunu biliyoruz. Bu, zor ama başarılamaz değildir, tersine başarılacaktır. Sendika mafyası da bunun ipuçlarını görmektedir. İşçi hareketi içindeki mücadeleci sendikalar, bu açıdan, güçleri az olsa da büyük bir iş görmektedirler. Mücadeleci sendikacılığa selâm olsun. İşçi sınıfı, kendi içindeki burjuva ajanlarını sırtından atacaktır, er ya da geç.

2

İşçi sınıfının önünde duran görev, direnişi geliştirmek ve örgütlemektir. Bu direniş, genel grev ve genel direniş örgütlenmesine yönelmek zorundadır. Bu elbette işçi sınıfının siyasal örgütlenmeden uzak durması ile gerçekleşmez. İşçi sınıfı devrimcileşmek zorundadır. Bu ise, devrimci hareketin de temel görevidir. Birinci maddedeki görevin başarılması da buna bağlıdır. Devrimcileşmeden, işçi sınıfının en ileri unsurları, hareketimizin bayrağı altında işçi sınıfının öncüleri hâline gelmeden, bu süreç yürütülemez. Demek ki, biz devrimcilerin örgütlenmesi, siyasal bir güç olarak kitleler içinde yer etmesi, sürecin anahtarıdır.

3

İşçiler, hem sendikalarını geri almalı, bunun mücadelesini yürütmeli, hem de fabrikalarda, işyerlerinde sağlam bir örgütlülük geliştirmelidirler. Zira sendikaların eli geçirilmesi, geri alınması, sendika mafyasının alaşağı edilmesi süreci, buna da bağlıdır.

4

Devrimci hareketin her bir grubunun, parçasının, kendini örgütlemesini tartışma konusu etmeksizin, ortak savaş arkadaşlığını daha da geliştirmesi gereklidir. Bu açıdan Birleşik Emek Cephesi, acil bir görev olarak, en başta devrimci hareketin önünde durmaktadır.

Birleşik Emek Cephesi, sadece siyasal yapılara açık olmamalıdır. Bunun yanında, birçok sendika, birçok birlik vb. de bunun içinde yer alabilir.

Birleşik Emek Cephesi, kitlesel direniş hattının gelişimi için de çok önemlidir. Tüm bileşenleri ile devrimci hareketin kitlesel direniş hattını geliştirmesinin yolu buradan geçmektedir.

Sınıf mücadelesinin kendi gelişim dinamiğini doğru anlamak gerekir. Bu iç dinamik, birçok dalga ile olumlu ya da olumsuz olarak etkilenebilir. 19 Mart kitlesel eylemleri, sınıf savaşımını olumlu etkileyecek, bu potansiyeli taşıyan bir etkendir. Bu kitlesel eylemler, sınıf mücadelesini de geliştirecektir. Böylesi dalgalar, uluslararası sınıf mücadelesinden de gelebilirler. Tüm bu dalgaları doğru analiz etmek ve buna uygun adımlar atmak, bunların etkilerinden doğan sonuçları hızla mücadelenin parçası hâline getirmek için, devrimci hareketin, bizim, çok daha duyarlı olmamız gereklidir. Hareketin daha hızla geliştiği koşullarda atik olabilmek için, öncesi dönemlerde elbette sınıf savaşımının gelişim dinamikleri konusunda net bir hatta sahip olmak da gereklidir.

1 Mayıs 2025’in sonrasında, işçi sınıfının, öğrencilerin, kadınların örgütlenmesi, işçi sınıfının devrimci yolunun daha da öne çıkması için olanaklar azalmamıştır, tersine artmıştır. Bu olanaklar sadece öğrenci hareketi içinde artmamıştır; öğrenci hareketinin toplumsal hareketin tümünü etkilediğini unutmamak gerekir. Şimdi, sınıf mücadelesinin dinamiklerini bir kere daha kavrama ve buna uygun bir eylemlilik yürütme çok daha önemlidir. Süreç, asla ve asla, bir çizgi şeklinde düz bir hatta yürümemektedir. İnişli çıkışlı bu yolda işçi sınıfın devrimci örgütlenmesi, istikrar sağlayıcı temel unsur olacaktır.

Efendi-uşak ilişkileri içinde saray entrikaları ya da çürüme

Deniz Gezmiş, idam sehpasına büyüyerek yürüdü. Karşısında onun idam emrini yerine getirmek isteyenlerin gözlerine bakmaktan çekinmedi ve o baktıkça, egemen adına bu kararı uygulayacak olan memurlar küçüldüler. Memurlar, efendileri, egemen adına küçüldüler ve Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan halk için, gerçek için büyüdüler.

İdam sehpasına giderken Deniz Gezmiş, Sunay Akın’ın ısrarla vurguladığı gibi “Rodrigo”yu dinlemek isteyecekti. Ama Sunay Akın eksik söylemektedir. Belki o, Deniz Gezmiş’in “köylü” olmadığını söylemek istiyor, onun kültürel birikimine vurgu yapmak istiyor olabilir. Ama yetersizdir. Başka üç şey daha yapmıştır, o meşhur parkasını giymiştir ve sevdiği elbiselerini giymek olarak vurgulamıştır, yani ne Rodrigo dinlemek ne sevdiği elbiselerini giymen ayırt edici değildir. Sigara yakmıştır. Bu da ayırt edici değildir. Sadece onun bir eyleme gider gibi idam sehpasına gitmekte olduğunu gösterir. Kararlılık budur. Ve esas eylemi, idam sehpasına çıkıp yaptığı iki şeydir: “Tam bağımsız Türkiye” diye bağırmış ve sandalyesini kendisi tekmelemiştir. Buraları vurgulamak esastır ve önemlidir. Bu “Üç Fidan”, ne yaptıklarını, deyim yerinde ise “suçlarını” biliyorlardı ve onlara göre onlar için idam kararı verenler suçlu idi. Onun için Can Yücel’in, “aşk olsun sana çocuk, aşk olsun”u yerindedir, saygıyı ve dahası eylemlerindeki cesareti vurgular.

“Tam bağımsız Türkiye” sloganı, Deniz’in pratik ifadesidir.

Oysa Türkiye, çoktan emperyalist güçlerin ortak sömürgesiydi, öyledir. Ekim Devrimi’ne karşı, onun karnının altında, tüm emperyalist güçlerin ortak kararı ile bir “ileri karakol” kurdular. Bu “ileri karakol”, bir yandan anti-komünizm üzerine kurulmuştur ve diğer yandan işçi sınıfının varlığının reddi ve halkların imhası ve inkârı üzerine kurulmuştur. Ve Türkiye, İkinci Dünya Savaşı döneminde tüm güçleri ile komünist avına başladı. McCarticilik bizde hemen devreye girmiştir. Fransa’dan öncedir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan dünya düzeni, doların egemenliği, IMF, Dünya Bankası ve NATO gibi örgütlerle ifade buldu. Ve Türkiye, Kore’ye asker göndermek yolu ile NATO’ya girdi. NATO, sıradan bir örgüt değildir ve ülkemizdeki sol hareketin en önemli hatası, NATO’yu görmekteki eksikliğidir. 6. Filo’ya karşı eylemler, boşuna değildir. Ama Türkiye, çoktan bir sömürge hâline gelmişti; ekonomik olarak Avrupa’nın, askerî alan da içinde siyasal olarak ABD’nin denetimindedir. Görünüşte bağımsız bir ülke gibi olan Türkiye, aslında bir sömürgedir. Deniz Gezmiş ve arkadaşları, “tam bağımsız Türkiye” derken, içerideki burjuva egemenliği yok saymıyorlardı. Zira ona karşı eylemdeydiler.

Bugüne gelelim.

Türkiye bir sömürge ülkedir.

Her sömürge kendine has özellikler gösterir. Bir sömürgede, mesela Cezayir’de Fransız varlığı, açık ve aleniydi, askerî ve ekonomikti. Ama Türkiye’de emperyalist askerî varlık NATO ile bağlantılıdır ve Türkiye’nin bugün, NATO dışında ordusu yoktur.

Türkiye’nin sömürge olma hâli, uluslararası tekellerin ve onların yerli ortaklarının birlikte varlığına bağlıdır. Yani, Türkiye’de, egemen devlete karşı savaşmadan, “yerli tekellere, yerli burjuvalara” karşı savaşmadan, emperyalizme karşı savaşmak mümkün değildir, laftır, Denizlerin sloganının içini boşaltmaktır.

Demek ki egemen sınıf, emperyalist güçler, uluslararası tekeller (bunlara “efendi” diyelim) ve onların yerli ortakları olan burjuvalar, para babaları, tekellerin (bunlara da “uşak” diyelim) ortaklığı demektir.

Türkiye, “ortaklaşa bir sömürge”dir ve bu ortaklık, emperyalist güçlerin uzun süren birlikteliğinin, Ekim Devrimi ve SSCB’ye karşı oluşturdukları anti-komünist cephenin ifadesidir.

Not edilmelidir. Deniz Gezmiş ve yoldaşları, asla milliyetçi değildir. Onların vatanseverliği, hiçbir biçimde milliyetçilikle açıklanamaz. Milliyetçilik, her biçiminde, bir “ulusun” öne çıkarılması ve onun dışındaki kimliklerin aşağılanması, asimilasyonu demektir. Her dozda milliyetçilikte bu vardır. Onun için 68 kuşağı, Türk ve Kürt halkından tereddütsüz söz eder. Not bu kadardır. Konumuza dönelim.

Demek ki Türkiye’nin sömürge bir ülke olduğunun kabulü önemlidir. Burada emperyalizme karşı savaş denildi mi, onların ortaklarına karşı savaş da denmek zorundadır. Kapitalist sistemin varlığını kabul ederek, tutarlı bir anti-emperyalist olunamaz. Bu artık tüm dünyada da böyledir. Bu nedenle İslamî ideoloji içinde anti-emperyalizm, istediği kadar samimi olsun, kapitalist sisteme karşı savaşmadığı sürece bir yere varamaz.

Bugün, SSCB çözüldükten sonra, bu emperyalist efendiler, emperyalist Batı, kendi içinde dünyayı yeniden paylaşma savaşımına başlamıştır. Türkiye, bu emperyalist paylaşım savaşımını oldukça ciddi biçimde hissetmektedir. Dün NATO mekanizmasında bizim, hepsine birden ABD uzantısı dediğimiz güçler, şimdi kendilerine çalışmak için yollar döşemektedir. Dün SSCB ve komünizme karşı birlikte var olanlar, birbirinden pek ayrılmaz gibiydi. Bugün her biri ortaya çıkmaktadır.

Ve bugün egemen içindeki kavgalar, bundan kaynaklanmaktadır. Emperyalist güçlerin her biri, bir alanda kendini güçlendirmek isterken, TC devleti içinde de farklı eğilim ve davranışlar sahaya yansımaktadır. Sadece Kürt devrimi ve devrimci hareket (işçi hareketi, öğrenci hareketi, kadın hareketi vb. içinde) söz konusu olduğunda, hepsi birlikte davranabilmektedir. Onun dışında her biri birer çete olarak hareket etmektedir. Elbette NATO şemsiyesi altında.

Tekelci Polis Devleti, emperyalist-kapitalist dünyanın modern devletidir. Buna günümüz burjuva demokrasisi denilse ve “demokrasi”nin bir diktatörlük olduğu kabul edilirse, sorun yok. Ülkemizdeki devlet de böyledir.

Saray Rejimi, devletin olağanüstü örgütlenmesidir. 2015’ten başlatılabilir. Seçimler, o tarihten bu yana hep hilelidir ve bu hile seçim sonuçlarının önceden belli olması ölçeğindedir. 2017 sonrasında Saray Rejimi şeklini almaya başlamıştır. Saray ortaya çıkmış ve parlamentonun yerini almıştır. Parlamento göstermeliktir. Burjuva siyasal partiler de öyledir.

2023 seçimleri sonrasında Saray Rejiminin evriminde iki değişim olmuştur. İlki, ekonomi, borçlar nedeni ile uluslararası bir konsorsiyuma devredilmiştir. Bu bir çeşit modern Düyûn-ı Umûmiyedir. Ve ikincisi, ülkemizde ABD ve NATO tetikçiliği bir adım daha ilerletilmiş ve savaş kabinesi kurulmuştur. Suriye’de, Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da ortaya konulan emperyalizm adına tetikçilik, artık doğrudan emperyalizmin planları içinde daha aktif rol alma noktasına getirilmiştir. Bu, dünya çapında süren savaşta TC devletinin rolünü de göstermektedir.

İşte son dönemde ortaya çıkan bazı gelişmeleri, bu bakış açısı içinde anlamlandırmak mümkündür. Hem mümkündür, hem de doğru olandır.

Üç gelişmeyi ele almak istiyoruz, üçü de son bir ayda ortaya çıkmıştır.

İlki, Kıbrıs’ta ortaya çıkmış bir gelişmedir. Halil Falyalı konusunda bilgiler, en azından çoğunluk için, ilk kez, TC devletinin paramiliter güçleri içinde yer almış olan Sedat Peker videoları aracılığı ile ortaya çıkmıştır. Detaylarını herkes biliyor. Bilmeyenler bu bilgilere kolaylıkla ulaşabilir. Bunun bir uluslararası organizasyon olduğu biliniyor. Bugün Mehmet Ağar’a bağlı uyuşturucu işi de öyledir, uluslararasıdır.

Kıbrıs’ta bir gazete var, “Bugün Kıbrıs” gazetesi. Ve elbette orada bir de gazeteci var olabiliyor, adı, Ayşem Akın’dır. Ayşem Akın, Falyalı öldürüldükten sonra, varlığından söz edilen 45 kasetin ne olduğunu araştırmaya başlar. Falyalı’nın sistemini kurduğunu Ayşem Hanım’a ifade eden Cemil Önal, Falyalı sonrasını anlatmaya başlamıştır. Cemil Önal, Hollanda’ya sığınmıştır ve bilgileri Hollanda istihbaratı ve CIA ile paylaşmıştır.

Falyalı’nın işini kızı Özge devralmıştır. Özge Falyalı ve ekibi, Dubai’ye yerleşmiştir. Yerleşme işleminde Saray’ın ve Erdoğan ailesinin katkısı vardır.

Erdoğan, Falyalı kasetlerinin peşine düşmüştür. Babası Erdoğan’ın kasası olan Yasin Ekrem Serim, Saray tarafından Kıbrıs büyükelçisi olmuştur. Serim’in Falyalı ailesi ile ortak binası varmış ve bu binayı Falyalı ailesine büyük bir para karşılığında satmışmış. Ve Serim’in esas görevi, Kıbrıs elçisi olmak değil, bu kasetleri ele geçirmek imiş. Ayşem Akın’ın aldığı bilgiler bunlardır. Eskiden Falyalı, Saray ile %50 civarında bir pay ile çalışıyormuş ama daha zayıf olan Özge Hanım, gelirin %75’ini Erdoğan tayfasına vermek üzere anlaşmış. Ee aslan payı aslanın, hem Erdoğan tayfası da geniştir ve korumak da ödenen paradan bağımsız maliyetli bir iştir. Ömer Çelik de işin içindeymiş.

Serim 45 kaseti ele geçirmiş ama sadece 40 kaseti teslim etmiş. 5 ya da 6 kaset kendisinde kalmış ve elbette Erdoğan tarafından hem o hem de babası görevden alınmış.

Tabii bir merak var. CIA ve Hollanda istihbaratının elinde olan ve Cemil Önal tarafından iletilen bu kasetlerin içinde ne var? Soylu’ya 20 milyon dolar verilmiş ve Fuat Oktay’a 50 milyon dolar.

Kasetlerde Binali Yıldırım’ın ve Fidan’ın oğullarının kayıtları da varmış. Yine de içindekileri tam bilmiyoruz.

Ve bu bilgiler internette yayılır yayılmaz (yaklaşık 15- 20 Nisan 2025 tarihlerinde), önlemler devreye girmiştir. Birincisi basın susmuştur, büyük ölçüde, CHP basını da dâhil. CHP ile yapılan anlaşma olduğu kesindir; aileye dokunulmayacak, Erdoğan ailesi hakkında rüşvet, hırsızlık bilgileri ortalığa salınmayacak. CHP, Özel’in ağzından anlaşmaya uyduğunu söylemektedir. Ve ikincisi Cemil Önal, Hollanda’da öldürülmüştür. Ölüm mayısın ilk günlerinde gerçekleşmiştir.

İlk olay budur. Egemen içi, alt düzeyde mafyatik yöntemler de içinde olmak üzere çatışma hâlidir.

İkinci olay, jammer olayı olarak isimlendirilebilir. Yine de isterseniz “kamera bantlama” pratiği de diyebilirsiniz.

İmamoğlu gözaltına alındıktan ve hâlâ orada iken, Saray basını, bavullardan söz etmeye başlamıştır. Yunanistan’a kaçırılan paralar araçlar içinde valizlerle taşınmışmış ve tutarı trilyon dolardır. Tanesi 1 gram gelse her bir 100 dolarlık banknotun, 10 milyar adet dolar eder ve 10 milyar adet dolar, tonlarla para demektir. Ama fark etmez, söyle gerisi gelir. Sonra soru devam etti, valizlerde ne var? Çünkü valizler otel odalarına da taşınmış.

CHP, valizlerde jammer olduğunu açıkladı.

Bu kez, CHP bu jammer’ları neden satın aldı, İBB’de jammer niye var, soruları gündeme geldi. Ve CHP, bu kez, onları biz satın almadık, onlar İBB’de zaten vardı, dedi. Demek ki jammer’lar, CHP kadrolarınca satın alınmamış.

Peki, o zaman niye kullandınız, ne gizli işiniz var, denildi. CHP yanıt verdi, “siz niye kullanıyorsanız biz de ondan kullanıyoruz” dedi.

Saray, “devletten ne saklıyorsunuz” demek istedi.

Özel, yanıt verdi: Erdoğan CHP’yi ziyaret ettiğinde kameralar bantlandı. Burada durmadı: Kalın, kendisi MİT başkanıdır, CHP’yi ziyaret ettiğinde de kameralar bantlandı.

Soru şudur: Saray Rejiminin en başında yer alan isimler, Erdoğan ve Kalın, acaba CHP’ye giderken, niye kameraları bantlamaktadır? Diyelim ki İmamoğlu, konuşmalarının Saray tarafından, devlet tarafından dinlenmesini istemiyor ve bu yüzden jammer kullanıyor. Peki, Erdoğan niye bantlama yapıyor? Acaba, bir anda sara nöbeti geçirme ihtimaline karşı mı önlem alınıyor? Bilmiyoruz. Ama garip bulunmalıdır. Kalın, MİT başkanıdır ve CHP gibi bir partiye giderken, neden kameralar bantlanmaktadır? Bunu da bilemiyoruz.

Eğer emperyalist Batı içindeki paylaşım savaşımı anlaşılmazsa, bunlar da anlaşılamaz. Bu garip ama gerçek olaylar, görüldüğü gibi İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından gelmektedir. Yani, normal koşullar altında söylenmemektedir. Demek ki daha açıklanmayan çok böylesi olay vardır.

Üçüncüsü, Özgür Özel’e saldırıdır.

Sevgili Sırrı Süreyya’nın cenaze töreninde bir kişi, Özgür Özel’e saldırmıştır. Saldırı, Özel’in aracının otoparka sokulmaması ile başlıyor. Saldırgan, devletin paramiliter güçlerine bağlıdır, öyle anlaşılıyor. Bunda şüphe yoktur ve mesaj açıktır: evinizde oturun, Kılıçdaroğlu dönemi gibi davranın, kitleleri evine sokun, sokaklardan uzak durun ve çizgiyi aştınız.

Mesaj budur.

Bu mesaj, Özel’e tehditlerin bir parçasıdır.

Yine iktidar ve egemen içi kavganın bir başka boyutudur. Özel’e, söz dinle, denmektedir.

Diploma iptali ve İmamoğlu’nun tutuklanması ile başlayan süreç, kitlesel bir direnişe dönüşmüştür. CHP, bu kitlesel selin önüne kapılmıştır. CHP bu dalgaya binmek zorunda kalmıştır ve devlet, Özel’e açık mesaj vermektedir.

CHP, gerçekte burjuva siyasetin içinde hareket etmektedir. Bunu aşan birkaç söz bir yana bırakılırsa, CHP, gerçekte kitleyi tutmak istemektedir. Ama neylersin, “böyle yaşamak istemiyorum” isteği güçlüdür. Bu nedenle CHP sol vurmak zorunda kalmaktadır. Ama Saray Rejimi, bunu istemediğini ifade etmektedir. Mesele budur. CHP eğer tüm bildiklerini açıklasa, durum daha da net hâle gelecektir. Ama CHP, anlaşmaya uyuyorum çizgisini devam ettirmektedir. Ama olaylar onu aşmıştır, aşmaktadır.

Bu üç olayı birlikte ele alırsak, egemenin açık bir güçsüzlüğü, yönetme zorluğu ortaya çıkmaktadır. Saray Rejimi, iktidarını sürdürmek için daha şiddetle saldırmak dışında bir yola sahip değildir.

Mesele, kitlesel direnişin CHP’yi aşması ve devrimci bir çizgide gelişmesinin sağlanmasındadır. Öğrencilerin direnişinin, ülkenin her yerinde süren işçi eylemleri ile birleştirilmesinin başarılmasındadır. Bunun yolu, Birleşik Emek Cephesinin örülmesinden geçmektedir. Devrimci hareket, Saray Rejiminin kitlesel direnişle yıkılmasının olanağını görmeli, bunu örgütlemelidir.

Saray Rejimi, çürümüşlüktür. Bu çürümüş iktidar, seçimle gitmez.

Osmanlı’nın son döneminden başlayarak işçi hareketi üzerine notlar

Osmanlı İmparatorluğu, 1800’lü yıllardan önce düşüş dönemine giriyor. Bizim, “Anadolu Dün, Bugün, Yarın, Tarih ve Devrim” isimli çalışmamızda, aslında Osmanlı’nın çöküşünün, imparatorluğun en görkemli döneminde, Kanuni döneminde başladığını okuyabilirsiniz. Zira Fransızlara verilen kapitülasyonlar da o dönem başlar. Bir anlamda imparatorluğun zirvesidir, 1550’li yıllardır ve düşüşün başladığı dönem anlamına da gelmektedir. Demek, 200 yıl sonra bir düşüş döneminden söz etmek mümkündür.

1800’lü yıllar, Osmanlı İmparatorluğu’nun “yarı-sömürge” hâline geldiği yıllardır.

“Yarı-sömürge” bir ânın tespitidir. Yani, sürekli “yarı-sömürge” olunamaz. Sömürge olma sürecine işaret eder. Yani, Osmanlı, bir “yarı-sömürge” olarak adlandırıldı mı, ya sömürge hâline gelir ya da bir toplumsal devrimle, bir sosyal sıçrama ile, bu sömürge olma sürecini önler anlamında bir yol ayrımını ifade edebilir. Yoksa, bazılarının “çıkarttığı” gibi, sürekli yarı-sömürge hâli diye bir hâl yoktur.

1870’ler, kapitalist sistemin tekelci aşamaya evrildiği, tekelci kapitalizm çağının başladığı bir dönemdir. Tekelci kapitalizmin tüm göstergeleri, 1870’lerde ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu aynı zamanda, dünya feodal sisteminin yerine, yeni bir dünya sistemi olarak dünya kapitalist ekonomisinin de geçmesi, aynı anlamda, kapitalist-emperyalizmin doğması da demektir. Feodal emperyal ülkelerin sömürgeciliği, fiilî işgal politikalarına dayanırdı. Bu kapitalist gelişimin başında da devam etti. Sömürgeler, kapitalist sermaye birikimi için büyük olanaklar sağlamıştır. Yağma, her zaman sermaye birikiminin bir yolu olarak kullanılmıştır. Ama 1870’lerden sonra, tekelci kapitalist sistem, modern emperyalizm, mal ihracının yerine sermaye ihracını koymayı başarabilecek altyapıya sahip olmuş oldu. Bu durumda, hem askerî işgallerle sömürgeleştirmek, hem de sermaye ihracı ile ülkeleri sömürgeleştirmek birlikte yürümeye başladı.

Eğer siz, askerî olarak işgal edilmemiş bir ülkeye sömürge demek istemezsiniz, o zaman siz emperyalizm denilen şeyi de anlamamış olursunuz. Kapitalist-emperyalizm, sermaye ihracı yolu ile, sömürgeleştirmeyi başarabilecek durumdadır. Bu nedenle, işgal politikası zorunlu değildir. Bu bir maliyet hesabıdır. Emperyalist sermaye, sömürgeleştirmeyi bir askerî işgal ile gerçekleştirmek istiyorsa, bunun uluslararası koşullarına ve maliyetlerine bakar.

Osmanlı, 1870’lerde yarı-sömürge bir ülkeydi.

Bu kadar da değil. Osmanlı, Batı emperyalist güçleri tarafından da, başlıca emperyalist ülkeler tarafından da (o dönem bunlar, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, ABD olarak sayılabilir) paylaşılmak üzere masaya yatırılmıştı.

1789’da Fransız devriminin görkemi, tüm dünyayı etkilemiştir. Burjuva devrimlerin bir anlamda zirvesidir. Bu süreç, Osmanlı içinde de, bir burjuva devrimin fikirsel düzeyde dile getirilmesine neden olmuştur. Fikirsel diyorum, çünkü Osmanlı içindeki burjuvazinin bir sınıf olarak zayıflığı biliniyor. Fransız uluslaşması, Osmanlı aydınları içinde de Osmanlıcılık üzerinden, bir monarşinin kurulmasını savunanlar öne çıkmaya başladı. Namık Kemal ve arkadaşları, padişahın bir parlamento aracılığı ile yönetmesini ve padişahlığın ortadan kaldırılmadan, geri çekilmesini önermekteydi. Osmanlıcılık ise, imparatorluğu bir arada tutmanın ideolojik aracı olarak düşünülüyordu. Osmanlı, aslında bir hanedanın ismidir, bir soydur ve halkla, halklarla bir ilişkisi yoktur. Yani, “Osmanlı torunu” olmak, eğer o aileden gelmiyorsanız, aslında sadece ideolojik bir vurgudur, başka bir şey değil. Osmanoğlu ailesi ile, sanıldığı kadar büyük bir aile değildir. Zaten kardeş katli nedeni ile büyük olması da mümkün olmazdı. Osmanlıcılık, farklı din ve kimliğe sahip olan halkları bir arada tutma isteğini dile getirmektedir. 1800’lerde imparatorlukta, Araplar, Lazlar, Ermeniler, Boşnaklar, Rumlar, Yunanlılar, Makedonlar, Arnavutlar, Süryaniler vb. yaşamaktaydı. Bu açıdan imparatorluk, en az üç dinin, en az 77 (77 millet denildiği için söylüyorum, yoksa saymadım, bilmiyorum) milletin yaşadığı bir imparatorluktur. Osmanlıcılık, uydurma bir “ulusal birleştirici” gibi hayal edilmiştir. Oysa imparatorluğun mesela Mısır’da yaşayan burjuvaları ile, mesela Libya’da yaşayan egemenleri arasında sıkı bir bağ bile yoktur ki bunlar bir ideolojik formasyonda birlikte hareket edebilsinler. Halklar için ise durum çok daha farklıdır, halklar, kendinden alınan vergilerden bıkmış usanmıştır ve onunla bir gönül bağı yoktur. Osmanlıcılık, aslında sürece, Osmanlı’nın sömürgeleştirilmesi ve çöküşü sürecine yukarıdan yapılmaya çalışılan bir müdahaledir. Tutmamıştır. Çünkü Balkanlarda bağımsızlık savaşları hızlanmış ve Osmanlı, Hıristiyan nüfusunun bir bölümünü kaybetmiştir. Balkanlar, kapitalist ilişkilerin en gelişmiş olduğu imparatorluk toprakları idi ve oralarda burjuva devrimler, bağımsız bir ulus olma ile birleşince, Osmanlı İmparatorluğu’nda Osmanlıcılık, “İslamcılığa” döndü. İslamcılık, imparatorluğun içinde, din değiştirme planlarının da ortaya çıkması demek oldu. Müslüman olmayan halkların Müslümanlaştırılması, Osmanlı’nın uzun yaşamı boyunca, hiç bu biçimde devreye sokulmamıştı. Müslümanlaştırma, katliamlar da demektir. Ve elbette, İslamcılık yerini Türkçülüğe bırakınca, bu katliamlar da eşi benzeri az görülen katliamlara, soykırımlara dönüşmüştür. Mısır ve Arap coğrafyasının Osmanlı’dan kopması ile, İslamcılık da anlamını yitirmeye başladı. Türkçülük, 1900’lerin başında ortaya çıkmaya başladı. Savaşın da öncesi demektir bu. Osmanlı, paylaşılmak üzere masadadır.

Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük ideolojik hamlelerinin her birinde, hem asimilasyon politikası hem de katliam politikası birlikte vardır. Ve bu açıdan en hafifi Osmanlıcılıktır, İslamcılık ve Türkçülük, asimilasyon ve katliam politikalarının daha yükseldiği dönemleri ifade ederler. Türkçülük, hem Almanya’nın yanında savaşa girme dönemine denk gelmektedir, hem de imparatorluğun paylaşılmasının son demine geldiği dönem bu dönemdir.

İşte, o dönemlerde ortaya çıkan İttihat ve Terakki Partisi, daha katliamlar boyutlanmamış iken kurulmuştur ve gelişmekte olan burjuvazinin ve liberal toprak ağalarının partisi olarak gelişmiştir. Bu nedenle, İttihat Terakki içinde baştan, burjuva kesimler yer alırken, elbette Ermeni ve Rum kökenli burjuvalar da içindeydi. Liberal toprak ağaları ise, daha çok, imparatorluğun denizle bağlantılı kıyılarında ortaya çıkmaya başlamıştı. Zira bu toprak sahipleri, aynı zamanda ticaretin yoğun yaşandığı yerlerde yaşamaktaydılar. Yoksa, demiryolu ve deniz yolunun geçmemiş olduğu alanlardaki toprak sahiplerinde liberal düşünceler, ticaretin zayıflığı ile de bağlantılı olarak yeterince kök salmamıştı. 1900’lerin başlarında, büyük toprak ağaları, işlenen, tarımsal üretim için kullanılan toprakların %65’inin sahibi idi. Bu büyük toprak sahipleri, kırsal nüfusun %5’ini oluşturmaktaydı. Köylülerin bir bölümünün ise hiç toprağı yoktu. Osmanlı kapitalistleşirken, bu feodal yapının, radikal bir burjuva devrimle çözülmesi diye bir şey, ne 1908’de vardı, ne de 1923’te. Ülkemizde burjuvazi, egemen sınıf, hiçbir zaman ciddi bir toprak reformu düşünmemiştir. Feodal gericilik, her zaman egemen sınıfın bir parçası olmuş ve “toprak reformu” adı altında yapılan uygulamaların tümü, büyük toprak sahipliğini güçlendirmiştir. Bu nedenle, feodal toprak ağalığı sistemi, tedricî olarak çözülmüştür ve bu süreç, 1950’lere kadar uzanmıştır. TC devleti, 1920’lerden, 1960’lara kadar “toprak reformu” adı altında ne yaptıysa, sürekli büyük toprak mülkiyetini teşvik etme yönünde iş yapmıştır.

Osmanlı, bir yandan kapitalistleşme yolunda idi, diğer yandan paylaşım masasında idi. Osmanlı yönetimi ve imparatorluk içinde, İngiltere ve Fransa çok daha etkin idi. Ama 1880’lerin sonuna doğru, durum değişmeye başladı. Sömürge ihtiyacı daha yüksek olan Almanya, daha etkili olmaya başladı. Ama bu süreç henüz tamamlanmamıştı. Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın kampında yer alması, aslında bu süreç bilindiğinde anlaşılabilir olur.

Düyûn-ı Umûmiye, Osmanlı’nın borçlarını ödeyemez durumda olması nedeniyle, Batı güçlerinin Osmanlı ekonomisini devralması için kurulmuş bir kurumdur. O dönemler malum, IMF yoktu. Bugün, ülkemiz ekonomisi, 2023 yılında, “uluslararası konsorsiyum”a devredilmiştir ve bu “uluslararası konsorsiyum”un memuru, ülkenin “Bakan”ıdır. TC devletinin değil, bu konsorsiyumun memurudur ve bu da çok önemli bir ayrım değildir. Ama bilinmelidir. İşte Düyûn-ı Umûmiye sözlerinin bugünlerde çok dile getirilmesinin nedeni de bu benzerliktir. Düyûn-ı Umûmiye, 1881 yılında kurulmuştur ve 1923 yılına kadar var olmuştur. TC, Osmanlı borçlarını kabul edince, ortadan kalkmıştır.

Düyûn-ı Umûmiye bünyesinde 9 bin memur çalışmaktaydı. Bunların ücretleri, devlet tarafından ödenmekteydi. Bu ücretlerin toplamı 1900 başlarında 400 bin liradan fazla idi. Düyûn-ı Umûmiyenin varlığı, 144 milyon sterlin (o dönemler dolar yerine sterlin bir uluslararası para birimi idi) civarındaydı ve Düyûn-ı Umûmiye tahvillerinin %80’i Fransız yatırımcılara aitti. O dönemin bir nevî merkez bankası (merkez bankası yoktu) gibi çalışan Osmanlı Bankası, Fransa ve İngiltere kontrolündeydi. Fransızlar, tütün tekelini, Reji Şirketi ile ellerinde tutuyordu ki o dönemlerde tütün üretimi büyük bir alan demekti. İlk grev alanlarından biri, bu nedenle tütün üretimi alanıdır. Çünkü tütün üretimi, hem yabancılar için kârlı bir alan hem de ülkede gelişmiş bir alandı.

Dikkat edilsin, buraya kadar, hiçbir işçi direnişi, eylemi ele alınmamıştır. Bunun nedeni, aslında ülkenin içinde bulunduğu durumu kısaca hatırlamaktır. Örneğin, Fransız Reji Şirketine karşı grev geliştiğinde ya da mesela tramvay veya demiryolu işçileri grev yaptığında, aslında grevin muhatabı, bir yandan uluslararası şirketlerdir, diğer yandan onların yerli ortaklarıdır. Ve TC devletinin, Osmanlı’dan beri işçi hareketine karşı tutumu, bir yandan imha ve inkâr politikasını da yansıtmaktadır. Sınıf savaşımının bu yönü de akılda tutulmalıdır. Başka bir yerde, başka bir tarih kesitinde sınıf mücadelesi ile bu imha ve inkâr politikası bu denli iç içe geçmiş olmayabilir. Bu hâlin, doğru anlaşılması gereklidir.

1908 devrimi sonrasında, gerçekte padişah varlığını korusa da, ülkede yeni bir devlet gücü oluşmaya başlamıştır. İttihat ve Terakki, bir yandan padişahlık sisteminin arka planda sürmesini, ama diğer yandan da gelişmekte olan kapitalist üretimin gereklerine uygun bir yönetimin oluşmasını istiyordu. 1908 budur. Ama sonrasında, Osmanlı’nın bölüşülmesi ve Osmanlı içinde ortaya çıkan bağımsızlık hareketleri söz konusu olunca, İttihat ve Terakki, burjuva devrimde var olan gerici karaktere uygun olarak, “devletin devamı” sorununu ön plana almaya başladı. Bu açıdan Osmanlı padişahı ile aynı noktada idiler. Konu devletin devamlılığı, hattâ kaybedilmiş olan toprakların geri alınması ise, bu konuda her fırsatı değerlendirecek bir “atiklik”, saldırganlık içindeydiler. Bu saldırganlık ile, içerideki saldırganlık, imha ve inkâr siyaseti, birbirinden ayrılmaz.

Konu dış politika ise, bir ülkenin egemenlerinin tümü, büyük ölçüde aynı tutum etrafında birleşirler. Ve iç savaş ve savaş durumlarında, bu dış politikada birleşme, içeride de yansımasını bulur.

1917’de Ekim Devrimi gerçekleştiğinde, hemen takiben Sovyetler, tüm cephelerde barış ilan etmiştir. Osmanlı ya da o dönemin yönetimi olan İttihat ve Terakki, hemen bunu bir saldırı fırsatına çevirmeye çalışmış, 1918’de Kafkasya’ya harekete başlamıştır. İlgi çekici bir örnektir ve burada biraz detaya girmek istiyorum.

Ekim Devrimi zaferi, 1917 yılının Ekim ayındadır. 3 Aralık 1917’de Sovyet Hükûmeti bir bildiri yayınlamıştır. Bildirinin başlığı “Rusya ve Doğu’nun Tüm Emekçi Müslümanlarına”dır. Belgede şu açıklama vardır:

“Sizi yalnızca Avrupa emperyalizminin sömürücüleri, yurdunuzu yağma ettikleri ve haraca kestikleri ‘sömürgeler’ durumuna getirenler köleleştirir. Ne Rusya ve ne de onun devrimci hükûmeti bunu yapmaz.

“Zaman kaybetmeyin ve topraklarınızı yüzyıllardır istila edenleri sırtınızdan atın! Yurdunuzu daha fazla yağma etmelerine izin vermeyin! Ülkenizin sahibi yine sizler olmalısınız! Yaşantınızı istediğiniz gibi kurmalısınız! Bu hakka sahipsiniz, çünkü kaderiniz kendi ellerinizdedir.” (SSCB Dış Politika Belgeleri Cilt I, aktaran Y. K. Sarkisyan, SSCB Bilimler Akademisi, Sovyetlerin Gözünden Türkiye Tarihi (1908-1967) içinde, s. 19).

Görüldüğü gibi SSCB, barış çağrısını yapmak için aylarca beklememiştir. Devrimden neredeyse 1 ay sonra, hemen bu çağrıyı yapmıştır. Ve Osmanlı, o dönemin yönetenleri, bu durumu, askerî bir bakış açısı ile, Sovyetler’in zafiyeti olarak ele almış ve yeni bir yenilgiye gidecek olan yolu açmak üzere, 1918 yılında Kafkasya’ya saldırmıştır. 1918 Şubat ayında, yani Sovyet Hükûmetinin Doğu’nun Müslüman halklarına emperyalizmi ülkenizden kovun çağrısından 2,5 ay sonra, Kafkas cephesinde büyük bir saldırı başlatılmıştır. Saldırının amacı, Orta Asya ve İran’ı işgal etmek, bu yolla, Osmanlı ordusunun prestij kazanmasını sağlamak ve ordunun içeride de sükûneti sağlamasının olanağını elde etmektir. İşte bu fırsatçı göz, aslında, Osmanlı’nın küçülmüş hâlde de olsa saldırgan politikalarının devamıdır.

Ve aynı dönem, ülkede, özellikle de Ege bölgesinde köylü isyanları vardır. Çakırcalı Efe bu isyanların bir parçasıdır. Köylü isyanları, artan vergiler, savaş maliyeti ve savaşın yıkımı nedeni ile başlamış olsa da, 1917 Ekim Devrimi sonrasında isyanlar, politikleşmeye başlamıştı. Anadolu’nun kuzeyinde Sarı Efe, Ege’de Demirci Efe gibi isimlerin isyanlarında, zenginden alıp yoksula vermek, açık olarak vardır. İşte, içerideki “sükûneti sağlama” (bugünkü deyimlerle “terörsüz Türkiye” ve “iç cephenin güçlendirilmesi”), dışarıda, Kafkaslarda elde edilecek bir zafer ile bağlantılı düşünülmektedir (Köylü isyanları ile, eşkıyalık denilen şey arasında ilgiye değer bir ilişki vardır. Konumuz olmadığı için üzerinde daha fazla durmayacağız. Ama Ekim Devrimi öncesi ve sonrası durumu anlamak için, bazı kaynaklar önermemiz mümkün. İlki Dünya Yayınları 6 no’lu kitaptır, Çerkes Ethem, Çerkes Ethem’in Hatıraları, 1962. İkincisi Nevzat Onaran’ın çalışmasıdır, Devletin Dâhili Harbi: Koçgiri, Pontos, Trakya, Sasun, Dersim, Kor Kitap, 2021. Üçüncüsü Karen Barkey, Eşkıyalar ve Devlet, Kronik Kitap, 2021 ve dördüncüsü Sabri Yetkin, Ege’de Eşkıyalar, T. İş Bankası Kültür Yayınları, 2018).

Daha önceden yazdık, bir kere daha belirtmemizde sakınca olmadığını umuyorum. TC devleti, en başından beri, anti-komünist, emperyalist güçlerin SSCB’ye karşı ortak karakolu olarak kurulmuştur. Sınıfların varlığının inkârı da içindedir. İkincisi, Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük evrelerinden geçerek şekillenen “bu devlete bir ulus lazım” süreci, halkların imhası ve inkârı siyasetidir, asimilasyonun sıradan hâlleri değildir bu. Bu o kadar ileridedir ki, TC eliti, halkı her zaman “sorun”, “düşman” olarak görmüştür. İşte eşkıyalık bu çerçeve içinde anlaşılmalıdır. Eşkıyalıkta, çokça halk hissi, halkı hissetme, ama onunla kıyaslanınca çok az bilinç vardır. Bu nedenle yoksuldan alıp fakire verirken, “ferman padişahın dağlar bizimdir” derken, halk sevgisi görülür. Zaten onun da bir parçasıdır. Ama sisteme karşı köklü bir değişim bilinci yoktur ve bu nedenle sürekli olarak devletle anlaşmanın bir yolu her zaman bulunmaktadır. Osmanlı ve onun ardından TC devleti, böylesi durumlar için, iyi paşa, kötü paşa ayrımını çok yapmıştır. “Devlete sığınmak”, bir çeşit muhbirleşmek, kendi gerçeğine ihanet etmek, köylü isyanlarının içinde, en az devletin katliam politikaları kadar var olmuştur.

Oysa TC devleti, en başından beri, emperyalist dünyanın SSCB’ye karşı anti-komünist karakolu olarak örgütlenmiştir ve en başından beri Sovyet Devrimi’nin halkları özgürleştirerek yayılmasına karşı, bir halklar hapishanesi olarak, halkların imhası ve inkârı üzerine kurulmuştur. TC devleti, her dönem, kendi vatandaşını, kendine karşı tehdit olarak görmüştür. Ne kadar ezilmiş, ne kadar kendisine yalakalık yapar hâle gelmiş, ne kadar kimliğini inkâr etmiş, ne kadar kendine ihanet edip devlete sığınmış olursa olsun, bu egemenin her zaman hissettiği şeydir; devletin kadroları dışındaki herkes, bu devletin düşmanıdır. Böyle düşünüyorlar, böyle davranıyorlar.

Olaylara dönelim.

Savaş, 1914 yılında başlamıştır ve devlet, artık Osmanlıcılık ve İslamcılığı geçmiş, Türkçülük aşamasına dayanmıştır. Ve Ermeni kıyımı, 1915’te başlar. Egemene göre, “kendi içimizde yaşayan Ermeni, Rum, Süryani, gizli düşman”dır. Böyle baktıkları için, bir “askerî operasyon” olarak açıkladıkları soykırıma başlarlar. Bu işi ordunun yapamayacağını anladıkları için, hapisten çıkartılmış, katil, tecavüzcü vb.den oluşan “Hamidiye Alayları” organize ettiler. Bugünün terimleri ile buna, “iç cepheyi güçlendirmek” diyebilirler.

Savaş kayıplar ve yıkımı, açlığı ve işsizliği beraberinde getirmiştir. Bu nedenle, eski bir gelenek olan eşkıyalık, yeniden hayat bulmuştur.

Bu çeteler, 1917 Ekim Devrimi dönemine gelindiğinde, Anadolu’nun işgali başladığında, işgalciye karşı direnen çeteler oldular.

Yeşil Ordu, halkın bu anti-işgalci direnişini anti-emperyalist mücadeleye, kapitalizme karşı mücadeleye dönüştürme eğilimini ortaya koymaya başladı. Yeşil Ordu böyle kuruldu. İttihat Terakki’ye karşı, Yeşil Ordu.

Tarih 1920 Mayıs ayıdır. Çeşitli yerlerde, işgal güçlerine karşı direniş var. Bu direniş, geniş bir halk kesimini kapsasa da, işin içinde “çete”ler var. Bu çeteler, bugünkü devletin çıkar çeteleri değildir. İsyancı çetelerdir. Devlete karşı isyan geleneğinin bir miktar sürdüğü bu çeteler, işgale karşı direnişte de vardırlar. Kimi Müslüman’dır, kimi imamdır, kimi köylüdür, kimi korkaktır, kimi kadındır, kimi çocuktur, ama hepsi, karşılarında gördükleri işgalciye karşı direnmektedir.

Bu henüz, bu hâli ile bir “anti-emperyalist” bir bilinç değildir. Ama anti-işgalcidir ve doğrusu, bu halk hareketidir, gerçekte işgale ve padişaha karşı direnen kesimdir. Çoğu emekçidir, işçidir ve daha çok yoksul köylüdür.

1920 Mayısında Yeşil Ordu, padişaha ve işgalciye karşı savaşı büyütme çağrısı yapar. Yeşil Ordu, artık bir politik ordu hâline geliyordu ve Mustafa Kemal, hâlâ padişaha bağlıdır. Yeşil Ordu, İslam ile komünizmin eşitlik ve adalet, mülkiyetin bazı biçimleri konusunda birbirine benzediğini düşünmektedir. Ya da böyle düşünenler içlerinde bir hayli çoktu.

Yeşil Ordu programında şunları okuyoruz:

Yeşil Ordu amacını şöyle tarif ediyor: “emperyalist saldırganları Asya’dan kovmayı ve ülkede her türlü emperyalist akıma ve aynı zamanda sermayenin baskısına ve ezgisine karşı uzlaşmaz şekilde savaşmayı” amaçlıyor. (Madde 2) (Aktaran, A. M. Şamsutdinov, SSCB Bilimler Akademisi, Sovyetlerin Gözünden Türkiye Tarihi (1908-1967) içinde, s. 44-45).

“Emperyalizme karşı savaşta Kızıl Ordu’yu en büyük müttefik olarak kabul ediyordu (madde 19).” (SSCB Bilimler Akademisi, Sovyetlerin Gözünden Türkiye Tarihi (1908-1967) içinde, s. 45).

Bunlar Yeşil Ordu’nun programından aktarılıyor.

Kaynaktan aktaralım:

Örgüt, köylüleri, işçileri ve memurları kendi dayanak noktası olarak görüyor (madde 10) ve kendini halkın ordusu olarak tanımlıyordu. Programında toprağın ulusallaştırılması ve köylülere karşılıksız olarak verilmesi yer alıyordu. Ayrıca, sermayeden elde edilen kazançların bireylerin ya da ailelerin değil, tüm halkın yararına kullanılması gerektiği savunuluyor (madde 5). Bunun yanında, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti koruyordu, ancak “zenginlik ve sermayenin tek elde toplanmasını önlemek için gerekli tedbirlerin alınmasını” (madde 6) görevlerinden biri olarak belirliyordu (SSCB Bilimler Akademisi, Sovyetlerin Gözünden Türkiye Tarihi (1908-1967) içinde, s. 45).

23 Nisan 1920’de açılmış olan TBMM’de Yeşil Ordu’nun “Halk Zümresi” adında grubu vardı ve “Yeşil Ordu, genel oy esasına dayalı bir halk hükûmeti kurulmasını ve genel çalışma yükümlülüğünü savunuyordu (madde 7).” (SSCB Bilimler Akademisi, Sovyetlerin Gözünden Türkiye Tarihi (1908-1967) içinde, s. 45).

Burada duralım. 1920’de yani savaşın sonrasında, Ekim Devrimi’nin ardından, ülkede 3 güç görülmektedir:

Birinci güç, padişah ve saray. Bu aslında eski devlettir. Emperyalist efendilerin yarı-sömürgesi olmaktan çok ileri gitmiş, onların kulları köleleri olmuşlardır. Beyoğlu’ndaki Fransız konsolosundan korkmak, İngiliz elçisinin ağzından çıkacak söze hayranlıkla bakmak, saray erkânının en büyük etkinliği, eylemi hâline gelmiştir.

İstanbul, 1918 yılının sonunda, 13 Kasım’da işgal edilmiştir. Fransız, İngiliz, İtalyan ve ABD gemileri Haliç’e girmiştir. Savaş sonrası paylaşımın sürdüğünü gösterir. Ve padişah-saray bu konuda ancak, bir saralı gibi rahatsız olmakta, sonra lüks salonlarda bu ülkelerin temsilcilerini ağırlamaktadır.

İkinci güç, İttihat Terakki olarak, 1876’da içinde, 1908 devriminde kendini açık olarak göstermiştir. 1908, II. Meşrutiyet’tir. Padişahlık sürmekte ama bir de ortaya bir meclis çıkmaktadır. I. Meşrutiyet uzun sürmedi ve ikincisi, daha radikal geldi. Bu açıdan olumludur.

İttihat ve Terakki, yeni burjuva sınıfın (ki çoğu, yabancı sermayeye bağlı ticari sermayedir) ve feodal toprak ağalarının liberal kanadının temsilcisi bir partidir. İşte ikinci güç budur. Buna özetle burjuva güç diyebiliriz ve en radikal tutumları 1908’de ortaya çıkmıştır, sonrasında, hep devletin devamını sağlamak üzere, padişaha bağlılık üzerinden yürümüşlerdir.

Bu sınıf savaşımıdır ve öyle ele alınmalıdır. Kişiler, bu savaşımda önemli roller oynasalar da, esas olan, sınıfların bu savaşımdaki konumudur, durumudur.

Ve üçüncü güç var. Yeşil Ordu, bu üçüncü gücün temsilcisidir (Not: Bu makale, bir yandan, “Sınıf Savaşımı, Sosyalist Devrim ve İşçi Sınıfının Öncü Rolü” -Kaldıraç Yayınevi, 2025- isimli çalışmamıza ek olarak düşünülmüştür. Ancak, çalışma ilerledikçe, 1998 yılında tamamlanmış olan “Anadolu Dün, Bugün, Yarın, Tarih ve Devrim” -Kaldıraç Yayınevi- isimli çalışmamıza da gönderme yapılması gerektiği ortaya çıkmıştır. Bizim, Kurtuluş Savaşında halkın bilincinin “anti-işgal” düzeyinden anti-emperyalist düzeye geçiş anlamında yarım kaldığına ilişkin tespitimiz, “Anadolu…” isimli çalışmada vardır. Burada, bir açıdan, o noktadan kalmış gibi devam ediyoruz. Kitap üç baskı yapmıştır ve çok daha kapsamlıdır ve maalesef şu an elimde yoktur. Bu nedenle oradan bazı bağlar kuramıyorum. Ama okuyucu bunu yapabilir). Yeşil Ordu, en azından kendisi böyle amaçlıyor, işçilerin, köylülerin ve memurların örgütü olmak istiyor ve bu açıdan, üçüncü akımdır.

Ve birinci akım ile, yani saray ile, ikinci akım, yani burjuva akım, başından İttihat Terakki’nin temsil ettiği, sonrasında M. Kemal tarafından temsil edilen burjuva akım arasında bir uzlaşma vardır. Bu uzlaşma mücadelenin her aşamasında görülebilir. Hattâ bu uzlaşma, bu bağdaşma, daha sonraki dönemde de M. Kemal’i meşgul etmiştir ve birçok kadroyu tasfiye etmiştir. Padişaha bağlılık diye ortaya çıkan eğilim, aslında burjuva akım ile saray arasındaki bağın ifadesidir.

M. Kemal, Anadolu’ya hareket ettiğinde ise, hem İstanbul’da hem de Anadolu’da, işgale karşı direnişler vardı. M. Kemal, tam 1 yıl, padişah tarafından Karadeniz bölgesindeki isyanı bastırmak üzere gönderilmesine kadar, 1 yıl, işgal İstanbul’unda yaşamıştır. Oysa o işgal İstanbul’unda, üçüncü akım dediğimiz, işçi-yoksul köylü- memur ya da çeteler ya da anti-işgalci ve komünist güçler eylemli hâldeydiler ve içlerinde tutuklananlar, kurşuna dizilenler vardır. Ve Samsun ve sonrasında Anadolu’da çetelerin yürüttüğü gözü pek savaş, M. Kemal’i etkilemiş olmalıdır. Zaten etkilemesi için bir etken olarak İstanbul’daki işgal ve bağlı olduğu padişah ve sarayın artık bağlanacak bir hâlinin de kalmamış olması sayılabilir.

Yeşil Ordu ya da işçi ve yoksul köylülüğün siyasal akımı, giderek büyümüştür. Çerkes Ethem, 6 bin kişilik birliği ile -hepsi silahlıdır-, Yeşil Ordu’ya katılmıştır.

Ve Yeşil Ordu içinde, 1920 yazında, komünist fikirleri örgütlemeye başlayan bir kol oluştu ve başında Dr. Salih Hacıoğlu vardır.

Demek ki, bu anti-işgal hareketin, anti-emperyalist ve anti-kapitalist bir çizgiye evrilmesi bir hayal değildir. Bu hâle gelememiştir. Yenilmiştir.

Sarayla uzlaşan burjuva çizgi, acaba, bu halk hareketinden sempati duyarak mı etkilenmektedir, yoksa tehlike gören bir devlet-burjuva tarihsel bilinci ile mi etkilenmektedir? İkincisidir. Bu nedenle, burjuva çizgi, bu harekete, sözde sempati ile, sözde övgü ile yaklaşırken, arkadan sinsice kuyu kazarak yok etme taktiğini etkili kullanmıştır. Yani burjuvazinin siyasal bilinci güçlüdür ve saray entrikalarının tarihsel birikimi de devrededir, onlarda kişilik hâline gelmiştir. Çerkes Ethem her övüldüğünde, kendisinden bir parça koparılmıştır dersek yanlış olmaz.

Halide Edip yazıyor. Kemalist devrimin önemli karakterlerinden olduğuna şüphe yok.

“Çeteciler orduya düşmandı, subayları en az Yunanlılar kadar ürkütüyorlardı.” (Halide Edip Adıvar’dan aktaran, SSCB Bilimler Akademisi, Sovyetlerin Gözünden Türkiye Tarihi (1908-1967) içinde, s. 46).

Dahası var. Aynı kaynaktan izleyelim.

Yeşil Ordu’nun başarıları, Ankara Hükûmetini endişelendirdi. Mustafa Kemal, örgütün başlangıçtaki ulusal güçlerin kurulması amacından saparak daha geniş hedefler peşine düştüğünü söylüyordu. Bu esnada gerici çevreler (kaynak, yazar, “gerici çevreler” derken, dinci, tutucu ya da padişaha doğrudan bağlı çevreleri kastediyor olabilir –DA) Yeşil Ordu’nun yabancılarla gizli ilişki içinde olduğunu ve rejim değişikliği planladığını iddia eden söylentiler yaydılar (SSCB Bilimler Akademisi, Sovyetlerin Gözünden Türkiye Tarihi (1908-1967) içinde, s. 46).

Aslında ilgi çekicidir. Burjuvazi, sınıf ve tarih bilincine sahiptir ve belli ki söylentileri, kendileri bile çıkartmış olabilirler. Kaldı ki, 1920 yılında Ankara Hükûmeti, dünyanın pek çok devleti ile ilişki kurmaktaydı ve aynı şeyi Saray da İstanbul’dan yapmaktaydı. İkili iktidar durumu zaten vardı. Bu koşullar altında Ankara Hükûmeti adına İngilizlerle görüşen Rauf Orbay da suçlanmalı mıydı? Bu nedenle, burada yabancılarla ilişkiler, aslında Ekim Devrimi ile ilişkiler anlamına gelir ve Ankara Hükûmeti de bizzat bu ilişkileri kurmaktaydı. Sınıf bilinci gelişmiş ve saray entrikalarının en büyüklerini kullanmaktan çekinmeyen burjuva hareket, Yeşil Ordu’yu tasfiye etmek istiyordu. Konu budur.

17 Temmuz 1920’de TBMM İçişleri Bakanı olarak seçilen Hakkı Behiç Bey, baskılar nedeniyle istifa etmek zorunda kaldı. Eylül ayında ise, örgütün (Yeşil Ordu kastediliyor –DA) sol kanadından Tokat milletvekili Nâzım Bey, oy çokluğu ile İçişleri Bakanı seçildi. Bu gelişme, pek çok milletvekilinin “aşırı” ilkelere kaymaya başladığını gösteriyordu. Nâzım Bey yabancılarla gizli ilişki kurmakla suçlandı ve hükûmet, Yeşil Ordu’nun faaliyetlerini Türk halkının çıkarlarına aykırı ilan ederek örgütü feshetme kararı aldı.

Yeşil Ordu’nun sağ kanadı bu karara uydu ve örgüt Eylül 1920’de dağıtıldı. Ancak sol kanat Salih Hacıoğlu önderliğinde bu karara uymadı ve kasım ayında Türkiye Komünist Partisi ile işbirliği yaparak “Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası”nı kurdu (SSCB Bilimler Akademisi, Sovyetlerin Gözünden Türkiye Tarihi (1908-1967) içinde, s. 46).

Bu sınıfların savaşımıdır. Ve burjuva sınıf, Saray ile uzlaşmıştır. Elbette Saray gelişmekte olan halk direnişinin bir sonucu olarak, usulce ve usulünce ülkeyi terk edecektir. Ortaya çıkan reformlar, aslında devrimin bir yerde durdurulmuş olmasının sonucudur.

Demek ki, üç siyasal güç tespit edilebilir.

Bu üç siyasi güç içinde burjuva güçler, Saray’ı ya da onun dayanağı olan feodal soyluluğu, toprak ağalarını arkasına alarak, onlarla uzlaşarak, işçi ve köylü temsilcilerini tasfiye etmiştir.

Birinci Dünya Savaşı ile başlayan savaş, (a) önce bir yenilgiye ve Osmanlı’nın paylaşılmasına dönüşmüştür ve (b) ardından, işgal ve açık bir iç savaş süreci devreye girmiştir. İşçi ve emekçilerin temsilcilerinin siyasal bilinci ve örgütlenmesi, burjuva sınıf bilinci ve örgütlülüğünün oldukça gerisindeydi ve burjuvazi iktidarı alıp, işçi sınıfı ve yoksul köylülüğün cephesinde yer alan çeteleri, Yeşil Ordu’yu vb. tasfiye etmiş ve ezmiştir.

Söylediğimiz gibi, biz bu konuyu tartışmaya, işçi eylemlerinin, Osmanlı’nın son dönemi ve özellikle de cumhuriyetin ilk dönemlerindeki durumu hakkında notlar iletmek için başladık. Buraya dönelim.

Okuyucu, konu ile ilgili birçok kaynağa ulaşabilir. Bizim de zaten çalışmamızın amacı, belli başlı eylemleri, grevleri vb. saymak ve okuyucunun daha kapsamlı çalışmalar için başvurabileceği kaynaklara işaret etmektir.

Söylendiği gibi çok kaynak var. Mete Tunçay’ın “Sol Akımlar” çalışmaları, kapsamlı veriler içerir ama daha çok komünist hareket, sol hareket üzerine odaklanmıştır. Yine de çok veriye sahiptir.

Yine Mete Tunçay’ın, “1923 Amele Birliği” çalışması da önemli bir kaynaktır (Sosyal Tarih Yayınları). “Amele Birliği” ve “Beynelmilel İşçiler İttihadı”, önemli işçi örgütleridir. Erden Akbulut ve Mete Tunçay’ın Sosyal Tarih Yayınlarından çıkan kitabının adı da “Beynelmilel İşçiler İttihadı”dır.

Yine Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher tarafından yazılmış, İletişim Yayınlarından çıkan “Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik (1876-1923)”, kaynak olarak yararlanılması gereken çalışmalardan biridir. Uygur Kocabaşoğlu-Metin Berge ortak çalışması olan “Bolşevik İhtilâli ve Osmanlılar” (Kebikeç Yayınevi), sayılabilecek kaynaklardan biridir. Kadir Yıldırım, “Osmanlı’da İşçiler (1870- 1922), Çalışma Hayatı, Örgütler, Grevler” (İletişim Yayınları) isimli bir çalışma yapmıştır ve önemlidir. Can Nacar’ın Koç Üniversitesi Yayınlarından çıkan “Osmanlı İmparatorluğu’nda Emek ve İktidar, Tütün İşçileri, İşyeri Yöneticileri ve Devlet, 1872-1912” çalışmasını da eklemek isteriz. Elbette çok daha fazlası vardır.

1876 I. Meşrutiyet’tir ve 1877 yılında toplanan Meclis-i Mebûsan, Abdülhamid tarafından dağıtılmıştır. Bu “istibdat” döneminin başlangıcında eylemler daha azdır. 1872’de ilk grev gerçekleşmiştir. Not edilmelidir, henüz Abdülhamid başta değildir ama “grev” yasal bir hak da değildir. Yani, işçiler, sayıları çok az da olsa, greve çıkarken, “yasal mı, yasak mı” diye bakmamışlardır.

Kadir Yıldırım, detaylı çalışmasında, 1870’li yıllarda, yani on yılda, toplam 27 grev tespit ediyor. Ve 1880’li yıllarda ise bu grev sayısını 8 olarak tespit ediyor.

Tütün işçileri üzerine yoğunlaşmış olan Can Nacar’ın çalışmasında, şunları okuyoruz:

Grevler ve diğer biçimlerdeki işçi protestoları bir ölçüde ivme kazandı. Bu ivmelenmenin tütün sektöründeki etkisi büyük oldu. 1893 ile 1906 yılları arasındaki on dört yılda imparatorluk sınırları içindeki belli başlı tütün işleme ve üretim merkezlerinin tamamı en az bir kez, genellikle birkaç gün süren grevler ve gösteriler şeklindeki işçi eylemleriyle çalkalandı (Can Nacar, age, s. 83-84).

Tekrar edelim, grev yasaktır.

Tütün işçilerinin grev ve eylemlerinin detayları, çalışmada verilmiştir ve kıymetlidir. Tütünde Reji Şirketi vardır. “Reji idaresi” terimi, o günlerden bugünlere taşınmıştır ve Reji Şirketi, Fransızlarındır.

1904’teki grevi kışkırttılar iddiası ile Reji tarafından listelenen işçilerin isimleri, aynı kaynakta s. 99’da verilmiştir. Kaynağımız, isimleri, ikametgâhı ve tebaasını vermektedir. Tebaa bölümünde bir İtalyan var, kalanları “Osmanlı” diye geçmektedir. İsimleri ve adresleri şöyledir: “Odisya Tebrizya (Tatavla-İtalyan), Haim Varon (Balat), Marko Tesiton (Balat), Benson Bendazora (Tekke Saray), Yasef Eskenazi (Hasköy), Kostantino Nikolay (Fener), Yogi Kostantino (Balat), Kostantino İbaris (Kuzguncuk), Haron Alyaf (Sirkeci), Mari Neccar (Balat), Raşil Eskenazi (Hasköy), ….. Neccar (Balat)”

İsimleri özellikle verdik. Ülkenin ilk eylemci işçileri, komünistleri, sosyalistleri, daha çok Ermeni, Rum’dur. Ve bu elbette bir zenginliktir. O günün dünyasında, ırkçılık, milliyetçilik, Türkçülük bu denli etkin değildir.

Savaş döneminde vergiler artmıştır, askerî kamulaştırmalar, angarya, aşar vergisinin artmış olması, buna ilave vergiler, hayvan vergisi köylüler için yaşamı oldukça zorlaştırıyordu. Kırsal kesimde, ortakçılık, yarıcılık, marabacılık gibi, daha çok feodal bir tarzda örgütlenmiş bir sömürü vardı. İşgalci güçlere karşı savaş, aslında toprak mülkiyetindeki sınıfsal yapıyı hiçbir biçimde değiştirmedi.

Aynı dönem ülkenin kalan kısmındaki işçi sayısı, 120 binin üzerindeydi. Bu sayılar, çok sayıdaki çocuk işçiyi de içermekteydi.

1920 yılında tramvay işçileri, elektrik santrallerinde çalışan işçiler ve başkaları greve çıktı. Dikkat edilsin, “grev yasal” değildi. Kitlesel bir 1 Mayıs, İstanbul’da 1921 yılında gerçekleşti. 1922 yılının Eylül ayında Türkiye Sendikal Kongresi yapılması için harekete geçildi.

Türkiye Devrimci Sendikalar Birliği: 1922 yılının Temmuz ayında 20-25 bin üyesi olan sendikaların ilk kongresi yapıldı. Kongrede İstanbul sendikaları Profintern programını kabul ederek onun bünyesine katıldılar. Ayrıca kongrede bir emek federasyonu olarak “Türk Devrimci Sendikalar Birliği”nin kurulması kararı alındı (SSCB Bilimler Akademisi, Sovyetlerin Gözünden Türkiye Tarihi (1908-1967), s. 78).

Ülkede komünist hareketin güçlenmesi, iktidar çevrelerinde yeniden endişeye yol açtı. Gerici güçlerin desteğini kazanmak isteyen hükûmet, komünistleri ve sendika liderlerini ihanet suçlamasıyla yargıladı (Sovyetlerin Gözünden Türkiye Tarihi (1908-1967) içinde, s. 80-81).

Dikkat edilsin, Sovyet tarihçi, “Gerici güçlerin desteğini kazanmak isteyen hükûmet” ifadesini kullanıyor. TKP tarihinde de bu tarz cümleler çok yaygındır, sol hareketimizin içinde hemen tüm kanatlarında bunun izlerini görmek mümkündür. Neyin izlerini mi? “Gerici güçlerin desteğini kazanmak isteyen hükûmet” cümlesi, hükûmetin gerçekte gerici olmadığını, sadece gerici güçlerin desteğini almak istediğini ifade eder. Bu Kemalist iktidarı karşısına almak istemeyen bir dildir ve siyasal sahneden tarihçilere kadar sirayet ettiğini gösterir. İktidar, burjuva iktidardır. İktidar feodal gericilik diye tarif edeceğimiz Saray ile uzlaşmıştır. İktidar, emperyalist efendilerle anlaşmıştır. Ve iktidar, bir özgürlük yanlısı falan da değildir. Tersine, grev yasaktır ve komünist avı sürmektedir. Komintern, Türkiye’de komünistlere karşı bir “beyaz terör” uygulandığını söylemektedir.

SSCB Bilimler Akademisi yazarları, İzmir İktisat Kongresi üzerine duruyorlar ve şu tespiti okuyoruz:

Ancak, toprak ağalarıyla sıkı ilişkisi bulunan ulusal burjuvazi (yazar Kemalist iktidarı kastediyor –DA), toprak mülkiyeti ve kullanımı konusundaki sorunları ciddi bir şekilde ele almadı ve yarı-feodal toprak ağalarını kapitalist çiftliklere dönüştürmeyi amaçlayan sınırlı reformları tercih etti (SSCB Bilimler Akademisi, age, s. 91).

Bu konu da önemlidir. Feodal toprak mülkiyeti ilişkilerinin radikal biçimde tasfiye edilmemesi, aslında en çok işçi sınıfına zarar vermiştir.

1920’lerde, sahipsiz topraklar ve Türkiye’den göç edenlere (özellikle Yunanlılara ve Ermenilere) ait taşınmaz malların (yazar, Rumlar yerine Yunanlılar diyor. Aradaki ayrımı bilmiyor olabilir –DA) dağıtılmasına ilişkin yasalar çıkartıldı. Ancak bu yasaların uygulanması, büyük toprak mülkiyetinin artmasına neden oldu, çünkü göç edenlerin topraklarına genellikle toprak ağaları el koydu (age, s. 92).

Görüldüğü gibi Sovyet bakışı, Kemalist iktidarı doğrudan karşısına almıyor. Oysa bu topraklar, ancak devlet eli ile yağmalanabilir ya da yağmalandıktan sonra devlet tarafından onaylanmış olmadan yeni sahiplerinin toprakları olmazlar.

Yıl 1925’e geldiğinde, Kürtlerin isyanı, artan işçi eylemleri nedeniyle, Kemalist iktidar, Takrir-i Sükûn” yasasını ilan etmiştir. Bir iç savaştan yeni çıkmış (çıkmış mı?) olan TC devleti, 1925’te olağanüstü yetkilerle donatılmış bir rejimi devreye sokmuştur.

Elbette SSCB Bilimler Akademisi yazarları, ciddidir ve aslında durumu doğru görmekten de uzak değildirler. Okuyalım:

Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’dan eski esnaf düzenini ve 1909’da çıkarılan, toplum yararına çalışan işletmelerde sendika kurmayı ve grev yapmayı yasaklayan grev yasasını miras almıştı. Ancak yaşam, bu yasada bazı değişikliklerin yapılmasını zorunlu kıldı: işverenler talepleri (işçi taleplerini –DA) reddettiğinde işçiler grev yapabilmek için hükûmetten izin alabileceklerdi. Ülkede sendikalar doğmaya başlamıştı; ancak hükûmet bir süre bu sendikaların varlığına izin vermekte tereddüt etti.

Ulusal sorunun çözümüne gelince, herhangi bir adım atılmadı. Lozan Antlaşması’ndan sonra iktidar çevreleri, Türkiye’yi ulusal bakımdan uyumlu bir devlet hâline getirme amacını taşıyan bir politika izlemeye başladılar. Bu hedef doğrultusunda ulusal azınlıkların Türkleştirilmesi politikasını uygulamaya devam ettiler. “Türkiye Türklerindir” sloganı bu dönemde ilan edildi. Ulusal azınlıklar bir bölgeden başka bir bölgeye göç ettirildi ve devlet dairelerinde, sanayi ve ticaret işletmelerinde yalnızca Türkçe kullanılmasına karar verildi. Türk olmayanların ulusal kültür hakları tanınmadı (age, s. 122).

Türk Ocakları, ta 1908’de kurulmuştur ve bu milliyetçi politika, “bu devlete bir millet lazım” politikasının uzantısıdır. 1908’de kurulan Türk Ocakları, 1932 yılında yeniden ırkçılık bir kat daha artırılarak öne çıkarılırken, ideolojik bir örgütlenme olarak “Halkevleri”ne dönüştürülüyor. Halkevleri, iktidarın ideolojik olarak toplumu yönlendirmesinin aracı olarak kullanılıyor.

Bilimler Akademisi yazarları, doğru tespit yapmaktadır. İlkin, 1909’da, yani 1908 devrimi ya da II. Meşrutiyet sonrasında çıkan bir yasa var ve bu yasa, işçi sınıfı ve sendikalar açısından hiçbir biçimde ilerlemiyor. Oysa “çağdaş”lıktan söz ediliyor. “Çağdaş” gibi, sınıfsal özü gizleyen kavramlar kullanıldığında, doğrusu her şeyi yutturmak mümkün oluyor. Ülkemizin bugünkü sendikacıları bunları bilirler, bilmeyenleri hemen öğrenmelidir.

Demek, Cumhuriyet, işçilere şunu vermiştir; eğer işveren işçilerin taleplerini kabul etmezse işçiler grev yapabilmek için hükûmetten izin isteyecekler. 1909’da grev yasak, özellikle kamu işlerinde sendikacılık da yasak. Cumhuriyet, işçilere “izin isteme” hakkını verdi. İlgiye değerdir. Burjuva iktidarın işçi düşmanı karakterini ortaya koymaktadır. Peki, işçiler grev yapmak için, acaba Kemalist iktidardan izin istemişler midir? Elbette ki hayır. İşçiler yine de grev yapmışlardır. 1923 yılı sonbaharında ülkede 50 binden fazla işçinin katıldığı grevler gerçekleşmiştir.

1923 kasım ayında İstanbul İşçi Birliği Kongresinde, İstanbul’dan 19 bin işçi, Zonguldak kömür havzasından 15 bin maden işçisi ve Balya-Karaaydın bölgesinden 10 bin maden işçisini temsilen 250 delege Türkiye İşçi Birliği’nin (“Birlik”) kurulduğunu ilan ettiler. Ancak hükûmet, bu örgütün tüzüğünü onaylamadı ve “Birlik” 1924 yılı başında dağıtıldı. Buna rağmen proletaryanın birleşme arzusu devam etti ve 1924 yılında İstanbul, İzmir, Edirne, Adana, Eskişehir ve diğer kentlerde yeni işçi örgütleri kuruldu.

1924 yılı sonunda, İstanbul’daki işçi birliklerinin çoğu temel alınarak yeni bir sendikalar birliği olan “Türkiye Amele Teali Cemiyeti” kuruldu (age, s. 126).

Dikkat edilmeli, sendika kurmaya karşı duruluyor ve işçiler “birlik” veya “cemiyet” adı altında sendikal örgütlenmeler yaratıyorlar.

Bugün hâlâ ülkemizde grev hakkı kâğıt üstündedir. Bunun nedeni yasalar vb. değildir. Elbette yasalar sorundur. Ama esas mesele, işçi sınıfının, grev yapmak için yasaları dikkate almasının bile gerekmediğinin kanıtının, bizzat ülkemiz işçi hareketi tarihince de doğrulanmasına rağmen, sendikaların bu konuda “çok devletçi” olmalarıdır. Sendikalar “çok devletçi”dir ve bu nedenle işçi sınıfına çok uzaktırlar.

Bilimler Akademisinin yazarları, “ulusal sorun” konusunda da nettirler. Katliamlar sonrası, Ermeni ve Rum nüfus, Süryani nüfus büyük ölçüde sindirilmiştir. Ama Kürtler, ağır koşullarda yaşamaktadır ve ırkçı uygulamalar ile karşı karşıyadırlar. “Türkleştirme”, kapsamlı bir ırkçı politikadır. Demek, “geniş anlamda bir kimlik” açıklaması ile, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halka Türk denir açıklaması ile bugün aklanmaya çalışılan bu ırkçı politika, “Türkiye Türklerindir” sloganı ile, 1925’lerde ilan edilmiştir.

1926’da Adana-Nusaybin hattında, Soma-Bandırma demiryolu hattında işçiler greve gittiler. Tramvay ve ulaştırma işçileri, İstanbul’daki ayakkabıcılar greve gittiler. 1927 yılının ocak ayında İstanbul limanında çalışan hamallar, mayıs ayında 3 bin tütün işçisi, temmuzda Adana demiryolu işçileri greve çıktılar.

Acaba, hükûmetten greve çıkmak için izin istemişler midir?

1928’de İstanbul’da dokuma işçileri, Adapazarı’nda işçiler, tramvay işçileri, tütün ve metal işçileri greve çıktılar.

Baskıcı önlemler ve “işçi birlikleri”nin başına getirilen burjuva ajanların faaliyetlerine rağmen, çeşitli işletmelerde, özellikle de devlet işletmelerinde grevler durmadı. 1934-1936 yılları arasında Balya-Karaaydın kurşun madeni işçileri, İstanbul’daki tekstil işçileri ve hamallar, Trabzon liman işçileri, Zonguldak maden işçileri gibi sanayi işçilerinin grevleri dikkat çekti. Birçok grev, Türkiye Komünist Partisi’nin yeraltı komiteleri tarafından yönetildi.

Yeni bir ekonomik kriz ve dünya savaşı öncesinde oluşan uluslararası devrimci durumun farkına varan iktidar çevreleri, işçi sınıfına bazı tavizler vermek zorunda kaldılar. Pek çok işletmede iş günü sekiz saat olarak belirlendi, hafta sonu tatili ücretli hâle getirildi, çalışan kadınlara ve çocuklara yönelik bazı haklar tanındı. Ancak egemen sınıflar, grev hakkı tanımayı reddettiler ve zorunlu uzlaşma kuralları sistemi getirdiler. Ayrıca, ülkedeki tüm toplumsal örgütleri tam anlamıyla politik, idarî ve ideolojik denetim altına aldılar. İktidar bloğunun işçi sorununa yönelik bu politikası, 1936’da kabul edilen iş yasası ve 1938’de çıkarılan Dernekler Yasası’ında somut bir şekilde ifade buldu (age, s. 193).

Demek ki, İkinci Dünya Savaşı öncesi dönemde, 1936’dan başlayarak, burjuva devlet bazı önlemler almaktadır ve grev hakkı hâlâ yoktur, yani yasal olarak yoktur, yoksa grevler yapılmaktadır. 1935 sayımına göre, sanayide ve küçük işletmelerde çalışan işçi sayısı 656 bin kişidir ve bu sayı 1927’nin 2,5 katıdır (bakınız SSCB Bilimler Akademisi, age, s. 182). Ama hâlâ grev yasaktır. Bu durum, burjuva bilincin gelişkinliğinin göstergesidir. “Sınıfsız imtiyazsız” toplum, aslında bu baskı mekanizmasının özlü ifadesidir.

Yine yazarın çok güzel özetlediği gibi, Türkiye, yeni bir olağanüstü rejim dönemine girmiştir. 1936’dan başlamıştır ve aslında devletin iç savaş örgütlenmesi devreye girmiş demektir. TC devleti, tüm Cumhuriyet tarihi boyunca, oldukça sık, olağanüstü dönemler içinde yaşamıştır. 1925’te çıkartılan olağanüstü hâl yasası, mesela 1929’da yeniden uzatılmıştır. Demek, 1926’dan öncedir. Dernekler yasası, derneklerin toplantılarına devlet yöneticilerinin katılmasını kanunlaştırmıştır.

1938 yılında İstanbul, İzmir, Zonguldak başta olmak üzere ülkede grevler patladı. Demek ki işçiler “hükûmetten izin isteme”mektedirler.

Hem grevler devam etti, hem de devletin komünist avı, anti-komünist tutumu. 1944’te anti-faşist asker karşıtlarının mahkemesi, aslında bu politikanın derinliğini gösterir. 1938’de Nâzım tutuklanmıştır. Ve Menderes döneminin baskı ve şiddet politikaları, aslında savaş öncesinde zaten devreye sokulmuştur. Bu açıdan TC devletinin karakteristik özelliği, her dönem ortadadır.

İşçi sınıfı, izin alarak sendikacılık yapamaz.

İşçilerin sendikal faaliyetlerinin içinde burjuva devletin ajanlarının etkinliği yeni değildir.

Grev hakkı, yasalar ne derse desin, işçiler greve çıktıklarında kullanılır ve yaşam bulur.

Ve işçi sendikacılığı, devlete sığınarak, devlet emrinde çalışarak yapılan sendikacılık değildir.

Bir Tupamaro, bir başkan: José (Pepe) Mujica

“Kimseye sayın demeyin,

bana hiç demeyin.”[1]

O kimilerine inat, “sayın” olarak anılmayı, kendisine böyle hitap edilmesini reddeden “kara koyun”lardandı; önderliği çok farklıydı. David J. Schwartz’ın, “Lidere tapmayın,” dediklerinden değildi; Ben Elton’un, “Liderler asla ama asla havalı görünmeye çalışmamalı; bu, diktatörler içindir,” ya da Karl Marx’ın, “Her toplumsal çağın, büyük adamlara gereksinmesi vardır ve eğer onları bulamazsa, kendisi yaratır, icat eder,” vurgusunaki üzere!

O; yemek borusu kanserinin karaciğerine sıçradığını ve artık tedavi görmeyi istemediğini duyurup, köpeğinin yanına gömülmek istediğini açıkladıktan kısa bir süre sonra, 89 yaşında yaşama veda eden José “Pepe” Mujica idi.

Eski(meyen) bir gerilla ve sade yaşam tarzı ile kendini tüketim çılgınlığına kaptırmış Latin Amerika’da ve dahi dünyada saygın bir siyasi figürdü.

Uruguay’da 1970’lerde emperyalizme karşı mücadele eden kent gerilla hareketi Tupamaroların kurucu liderlerden José Mujica, askerî darbeden sonra yıllarını zindanlarda, işkencelerle geçirdi. İki yıl boyunca bir kuyuda tecritte kaldı, sevk edildiği diğer zindanların da kuyudan aşağıya kalır bir yeri yoktu; ama inandığı yoldan sapmadı.

Politikaya Küba Devrimi’nden ilham alan Tupamaro Marksist gerilla grubunun lideri olarak atılan Mujica, halk arasında “Pepe” lakabıyla tanınır; 1935 doğumlu Pepe, 1972’de bir polisi öldürmek suçlamasıyla tutuklandı. Askerî cunta koşullarında geçen, uzun ve eziyetli bir mahpusluk yaşadı.

1985’te diktatörlüğün sona erdirilmesiyle serbest bırakıldı. Daha sonra siyaset sahnesine döndü ve sol görüşlü bir koalisyon olan “Geniş Cephe/ Frente Amplio” hareketine katıldı. Devlet Başkanı da oldu.

José Mujica, 1960’ta Uruguay Milli Parti temsilcisi olarak Sovyetler Birliği ve Çin’e giden Latin Amerika heyeti içindedir. Kruşçev ve Mao ile tanışır. Küba Devrimi olmuştur ve José Mujica, sosyalist dünyaya sempati duymaktadır.

Ülkesine döndükten sonra daha çok okumaya başlar ve Milli Parti’den ayrılarak genç bir sendikacı olan Raúl Sendic’in kurduğu şehir gerillası örgütü Tupamaro’ya katılır.

Askerî diktatörlükle birlikte Tupamaro gerillalarının 12 yıl süren korkunç hücre yaşamı, Cunta subayının “Sizi öldürme fırsatımız varken öldürmeliydik. Şimdi ise sizi çıldırtacağız,” sözleriyle özetlenebilir.

Çıldırmadı… Diktatörlüğün devrilmesiyle sevinç gösterileri arasında hücresinden çıkarıldı ve bu kez kendisini Devlet Başkanlığına götürecek siyasal serüvenine yeniden başladı. Sonuna doğru ise, Busqueda dergisine demecine, “Dürüst olmak gerekirse ölüyorum. Hayat güzel bir macera ve mucize. Mutluluğa değil, zenginliğe odaklanmış durumdayız. Sadece bir şeyler yapmaya odaklanıyoruz ve siz farkına varmadan hayat geçip gidiyor,” diye özetleyivermişti tüm yaşamını güden dünya görüşünü.

Başkanlık sonrası yıllarını Montevideo’daki çiftlik evinde eşi Lucía Topolansky ile birlikte geçiren José Mujica, çiftlikteki sekoya ağacının altına, köpeği Manuela’nın yanına gömülmek istediğini söyleyerek şöyle diyordu: “Orada büyük bir sekoya var (kendisine hediye edilen bir tohumdan ekilmiş). Manuela (köpeği) buraya gömüldü. Beni de buraya gömebilmeleri için tüm evrak işlerini ben yapıyorum. Ve hepsi bu.”

Tüm bunlar da tamı tamına Tupamaroların macerasına denk düşen hikâyeydi.

* * * * *

Burada durup, Tupamarolara ilişkin parantez açmak gerekiyor.

José Mujica Tupamaroların 1968’den beri öncülüğünü yapan ve 13 yılını cezaevinde geçiren 9 efsane önderden biri olduğu örgütün adı, 1781’de Peru’da İspanyol sömürgeciliğine başkaldıran Latin Amerikalı yerli lideri Tupac Amaru’dan gelir.

Tupac Amaru Latin Amerika’da yüzyıllar boyunca süren mücadelenin simgesi, ilham kaynağı olmuştu. XVI. yüzyılda, başkaldırdıkları İspanyol sömürgecileri tarafından yenilgiye uğratılınca diğer arkadaşlarının adlarını vermesi için işkenceden geçirilen İnka hükümdarı, bütün sorulara tek bir cümleyle yanıt verir: “Tanıdığım ve bildiğim iki kişi var. Birisi siz işkenceyi yapanlar diğeri de ben. Başka kimseyi tanımıyorum.”

Bu sözleri üzerine önce dilini keserler sonra ayaklarından ve kollarından dört ayrı ata bağlarlar. Vücudu dört parçaya bölünür. Her parçası Latin Amerika’nın bir merkezine asılır ve yerli halka gözdağı verilmek istenir. Ancak tam aksine, kahramanlığı ve fedakârlığıyla Tupac Amaru; Simón Bolívarlara, José Martílere, Fidel Castrolara, nihayetinde de Tupamarolara ilham olur.

Tupamarolar Latin Amarika isyan tarihinin bir parçasıdır. Örgütün doğuşu 1960’lara uzanır. Tupamaroların kurucu önderi Raul Sendic, ilk olarak şekerkamışı tarlalarında çalışan yoksul köylüleri örgütler. Köylüler 30 bin hektarlık toprağı kendi adlarına işlemek isterler. Talepleri kabul edilmeyince toprakları işgale girişirler. Diğer yandan başkentte de işçi hareketi gelişmektedir. Kuzey’de başlayan isyan, başkent Montevideo’daki işçi hareketiyle birleşerek MLN/Tupamarolar hareketini oluşturur. Hareket çoklu bileşimden oluşmaktadır (komünistler, Troçkistler vb). 1962-66 yılları arası teorik ve pratik hazırlık dönemi olarak geçirilir. 1966-72 yıllarıysa yükseliş dönemidir. 150’den fazla eylem gerçekleştirilir.

Tupamarolar, Uruguay’da 1963’te kurulan şehir gerillası örgütü Ulusal Kurtuluş Hareketi’nin (MLN) halk arasındaki yaygın adıydı. Ülkenin kuzeyinde şekerkamışı işçileri sendikasını örgütleyerek işe başlayan genç sendikacı Raúl Sendic’in önderliğinde gelişen hareket, özellikle bankaları ve şirketleri “kamulaştırarak” kaynakları halka dağıttığı eylemleriyle kısa sürede büyük bir etki ve sempati yarattı.

Daha ilk eylemlerinde, 1963’te, Uruguay’ın en büyük gıda maddeleri satış zinciri olan “Manzanares”e ait bir kamyona el koyarak, tavuk, hindi ve pastaları yoksul halka dağıtan Tupamarolar, ilk bildirilerinde “Devrimciler yoksulların Noel’ini kutlar!” diye seslenmişti.

İlerleyen yıllarda örgüt, yaptığı daha büyük eylemlerde zaman zaman şirket ve banka belgelerine de el koyarak büyük yolsuzlukları da halka açıklamayı başardı. Hatta bu açıklamalardan ötürü tutuklanan bankacılar bile oldu. 1970’lerin başında artık Tupamarolar, Uruguay’ın ABD’ye bağımlı oligarşisi için ciddi bir tehdit hâline gelmiş, Küba’dan sonra kıtadaki en ciddi devrimci odaklardan biri ortaya çıkmaya başlamıştı. Örgüt, soyguncu Amerikan banka ve şirketlerinin yanında, halka işkence eden polis şefleri ve ordu görevlilerine de yöneliyor, geleneksel Komünist Parti’nin üyelerini bile yanına çekmeye başlıyordu. CIA ajanı Dan Mitrione’nin kaçırılması ve Pando gibi küçük kasabaların işgal edilerek bütün resmî kurumlara el konulması, dönemin en önemli eylemleri olmuştu.

Doğal olarak 1973’te gerçekleşen askerî darbenin ilk hedefi Tupamarolar olacaktı. Çatışmalarda ve işkencelerde 300’e yakın gerilla ve sempatizan katledilirken, 3 binden fazlası da tutuklandı. Cunta’nın tutsak Tupamarolara karşı uyguladığı yöntem, katı bir tecrit politikasıydı. Ülkenin çeşitli kışlaları arasında sürekli gezdirilen tutsaklarla konuşmak yasaktı. Kendi aralarında konuşmaları ise (duvarlardaki tıklamaları saymazsak) zaten imkânsızdı. Tutsaklığın önemli bölümünde zaten kafalarında çuval bulunmaktaydı. Kısacası, “yaşayan ölüler” yaratmak, cuntanın gerçek hedefiydi. Binlerce tutsak arasında Eleuterio Fernandez Huidobro (Nato), Mauricio Rosencof (Ruso) ve daha çok tanıdığımız bir isim olan Uruguay eski Devlet Başkanı José Mujica (Pepe) vardı.[2]

Tupamaroları belki en iyi anlatan, onlarla özdeşleşmiş, “Kelimeler böler, eylem birleştirir,” sloganıyken; metinlerinden birinde siyasal anlayışları kısaca, “Sosyalist bir devrimin temel ilkeleri Küba gibi bir ülkede çizilmiştir. Bu ilkeleri benimsemek ve bunların silahlı mücadele olgusuyla başarıya ulaşacağını kanıtlamak yeterlidir,” sözleriyle ifade edilmişti.

Tupamarolar örgütsel yapıda demokratik merkeziyetçiliği geliştirerek uygulamaya çalışıp kolektif önderliği benimser ve doğal önderliğe önem verirlerdi. Bu bağlamda hareketin önderliğini temsil eden dokuz kişinin hareket üzerinde doğal bir ağırlığı vardı.

Bürokratikleşmeye karşı önlemler de geliştirmişlerdi. Örgütün yöneticilerinin eylemlere katılması zorunluydu, örneğin.

Ayrıca örgütlenme tarzları sosyalizm anlayışlarıyla da uyumluydu. Tupamarolar önderlerinden Mauricio Rosencof, 1990’larda kendisiyle yapılan söyleşide sosyalizm anlayışlarına dair kabaca şunları ifade etmişti: “Gerçek bir sosyalizm dünyada uygulanmış değil. Çağımızda sosyalizmin sorunlarından bahsediliyor. Ama ortada sosyalizm krizlerinden çok uygulamaya girişilen yöntemlerin krizi vardır. Sovyetlerin krizine Sovyet tipi sosyalizmin krizi demek daha doğru olur. Tupamaroların sosyalizmi KGB’siz olacaktır. Her ülke, her halk kendi yolunu bulur. Uruguay sosyalistleri hiçbir ülkeyi taklit etmeyecek, kendi yollarını şimdiye kadar olduğu gibi kendi pratiklerinden bulacaklardır”!

* * * * *

Hakkında olumlu ya da (sol liberal gibi olumsuz) birçok şey söylenebilmesi mümkün olan José Mujica geçmişinde devrimci bir kent gerillası, son nefesini verirken de devrimci demokrat bir hümanistti.

“Üzerinde bulunduğumuz bu toprak parçası aynı anda hem cennet hem de cehennem. Hiçbir şeyden geldik ve hiçbir şeye gideceğiz. Hayat, tüm biçimleriyle moleküllerin macerasıdır”…

“Aynı kıyafetleri giymekten, büyük bir cep telefonuna sahip olmamaktan veya eski bir araba kullanmaktan utanmayın. Utanç, olmadığın biri gibi davranmaktır”…

“Mutluluk, daha az şeye ihtiyaç duymaktır”…

“Bana en fakir devlet başkanı diyorlar. Ben fakir değilim. En fakir olan, yaşamak için çok fazla şeye ihtiyacı olandır”…

“Siyaset para biriktirmek için değildir. Halka hizmet; basit, sıradan, halk, ve bir vatandaş gibi olmaktır”

“Dünyada bu kadar savaş varken, hangi yüzle Nobel Barış Ödülü veriyorlar?” diyen o; hapishane süreci sonrası yeniden aktif siyasete başlamaya dair 1985’teki konuşmasında şöyle konuşmuştu:

“Yitirdiğimiz yoldaşlarımıza, yaşadığımız bunca acıya ağlamak için gelmedik buraya. Şunu tereddüde yer vermeyecek şekilde netleştirmek gerek: Yoldaşlarımızın bize kazandırdıkları her zaman bizimle olmalıdır ve böyle de olacaktır. Bununla birlikte, aslolan, bir kovan çubuğu değil, bu çubuğun çevresinde oluşup büyüyen ve tüm verimini bize sunan arı kovanı olabilmektir.

“O yıllarda zindanlarda, bir kimsesiz, bir yetim gibi yaşarken, ne kadar az şeyle ile mutlu olunabileceğini öğrendik. Eğer az ile mutlu olmayı başaramazsanız, her şeye sahip olsanız da başaramazsınız. (…)

“Sosyalizm, çok farklı anlamlar yüklenilen ve karmaşıklaştırılan bir sözcük hâline geldi. En yalın hâline indirgemek gerekirse, insanların özgürlüğü ve eşit haklara sahip olması için mücadele ediyoruz.”

* * * * *

1935 doğumlu, aile kökleri Bask ülkesi ve İtalya’ya dayanan José Mujica, ilk gençliğinde dedesinin ve babasının izinden milliyetçi parti saflarında faaliyet yürüttü. 1960 ortalarında Küba Devrimi esinli kent gerilla hareketi Tupamarolara katıldı. Birçok eylem yönetti.

1970 Martında başkent Montevideo’daki bir barda teslim olmayı reddederek polisle çatışmaya girdi. İki polis yaraladı, altı yerinden vuruldu. Hayatını gizli bir Tupamaro olduğu söylenen bir doktor kurtardı. 1971’de Punta Carretas hapishanesinden tünel kazarak firar eden 100’den fazla gerilladan biriydi.

1972’de yeniden tutuklandı. 1973’teki askerî darbe onu 13 yıl boyunca ağır işkencelere ve tecride mahkûm etti. Tecrit yüzünden halüsinasyon ve paranoyalar da dâhil olmak üzere ağır zihinsel hastalıklara maruz kaldı. Askerî darbe sonrası burjuva demokrasisinin geri dönüşünden sonra 1985’te serbest kaldı. Geniş Cephe koalisyonuna katıldı. 1994’te milletvekili, 1999’da senatör seçildi.

Hapishaneden çıktığı andan itibaren özellikle genç militanlara yönelik konuşmalarında, geldiği gerilla geçmişinin düşündürebileceğini aksine intikamdan yahut iktidarı silahla ele geçirmekten bahsetmiyor, “bağışlamanın ve geçmişi aşabilmenin önemi”nden, “solun üstlenmesi gereken yeni roller”den ve “farklı ideolojilere açık olma” gerekliliğinden dem vuruyordu: “Bize o zulümleri yapanlara karşı dahi nefretle hareket etmiyorum. Nefret yıkıcıdır, kazandırmaz. Bu bir demagoji, birilerine hoş görünme yolu veya davadan dönme olarak yorumlanmamalıdır. Bu ilkesel bir meseledir.”[3]

Bu süreçte José Mujica önce Tarım Bakanı oldu. 2009 seçimlerinde ise başkan seçildi. İlk seçim konuşmasındaki sözleri bugün bir özdeyiş olarak alıntılanıyor: “İktidarın yukarıdan geldiğini düşünmek hatadır, o, kitlelerin kalbinden gelir. Bunu öğrenmem bir ömür sürdü.”

Pepe, 2005’te zaten birlikte yaşadığı, kendisi gibi eski gerilla, yeni senatör olan Leh kökenli Lucía Topolansky ile evlendi. Başkanlık sarayında yaşamayı reddeden çift, bir bacağı eksik köpekleri Manuela ile birlikte Montevideo varoşlarında Lucia’nın sahip olduğu bir çiftlikte yaşadı. Başkanlık süresinde de krizantem çiçekleri yetiştirip satarak geçindiler. Çünkü Mujica başkanlık maaşının yüzde 90’ını yoksullara ve küçük girişimcilere bağışlıyordu.

Cumhurbaşkanlığında ne sosyalist ne gerilla idi ve üretim araçlarının ortaklaşa mülkiyeti; özel mülkiyetin kaldırılması, hiç olmazsa önemli ölçüde sınırlandırılması; önemli sektörlerde kamulaştırmalar; yabancı yatırımın ve emperyal gücün -bu coğrafyada tabii ki önce ABD’nin- sınırlandırılması gibi kalemler olmadığı dikkat çekmiştir. Çünkü biz “eski gerilla” ve “sosyalist” sıfatlarını coşkuyla kucakladığımız hâlde siyasi konumdan oldukça farklı bir yerde duruyor.

Küba Devrimi’nden sonra gerilla, Güney Amerika’da ve dünyanın yeni sömürgelerinde devrimin temel aracı olarak görülüyordu. İstisnasız bütün orta ve güney ülkelerinde bir kısmı bugün de varlığını sürdüren gerilla hareketleri ortaya çıktı. José Mujica bu defteri çoktan kapatmış görünüyordu. Hattâ bu gerilla hareketlerinin ruhsal mirasını taşıyan Venezuela, Bolivya ve Tupamaroların asıl esini Küba ile dostane ilişkileri olmasına rağmen asıl dost olmak istediği, Arjantin, Brezilya gibi dev ülkelerdi.

13 yılı ağır tecrit koşullarında geçen 15 yıllık hapishane yaşamının bazı düşüncelerini değiştirmiş olması anlaşılabilir. Ancak “Ben zaten o zaman da öyle düşünüyordum”u ima eden sözleri her zaman övdüğü dürüstlük erdemine tekabül ediyor gibi görünmüyor.

José Mujica kendine anarşist diyor; ama tuhaf bir anarşizm bu. Orduya ve kiliseye -fikirlerini benimsemese de tarihsel süreklilikleri ve disiplinleri açısından- hayranlık duyuyor. “Otoriteye gereksinim var” diyor, insanoğlunun medeniyetinin eninde sonunda “paternalist” bir medeniyet olduğunu, biz bu durumdan hoşlanmasak da insanların “birisinin yönlendirmesine ihtiyacı olduğunu” söylüyordu.[4]

Mujica komünist olmadığını açıkça belirtse de bazen “sosyalist” olduğunu söylüyor. Fakat çok soyut bir sosyalizm onun kafasındaki. “Sosyalizm, çok farklı anlamlar büründürülen ve karmaşıklaştırılan bir sözcük hâline geldi. En yalın hâline indirgemek gerekirse, insanların özgürlüğü ve eşit haklara sahip olması” diye bir tanımı var. Fakat insan eliyle bir adaletin geleceğine inanmadığını da hemen ekliyordu.[5]

Onun sözde yalınlaştırdığı sosyalizmin, üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti anlamında sosyalizmle uzaktan yakından bir alâkâsı yok.

Zaten kendini daha ziyade “liberal” sıfatıyla tanımlıyor. Sağduyu ona göre bize “gerçek bir liberalizm” ve farklı düşüneni kabul etmeyi öğütlüyor. Sosyalizmde fabrikalarda gördüğü mutsuz yüzlerden bahsediyor, kapitalizmde işçilerin güle oynaya çalışıp çalışmadıkları konusunda herhangi bir yorum yapmadan. “Liberalizm, veremediği bir şeyi vaat ediyor olsa da, felsefi olarak insanlık tarihi açısından bir üst basamakta bulunuyor” diye liberalizmin üstünlüğünü ilan ediyor.[6]

Özetle “Kafasında daha ziyade kapitalizmin ilk yıllarındaki özgürlüklere vurgu yapan liberaller var diyebiliriz,”[7] diyordu Barış Yıldırım…

* * * * *

Şurası unutulup, göz ardı edilmemeli:

O, yaşamı boyunca eşitlikçi bir dünya için mücadele etmekle yetinmeyip, ideallerini bizzat yaşamında da hayata geçirdi. Yeteneği oranında hayata bir şeyler kattı ve sadece ihtiyacı olanı aldı.

Mülk edinmedi. Yoksulların gerçek lideriydi. Ancak bunu bir iktidar gücüne, ranta dönüştürmedi. Kendine bağlı milyonlarca yoksulu seçim pazarlıklarının mezesi yapmadı.

Ne kimseden emir aldı ne de kimseye emir verdi. Dostluğuna da düşmanlığına da hep sadık kaldı. Dün “diktatör/faşist” dediğine, ertesi gün “Allahtan uzun ömür” dilemedi.

Yalnızca yoksulların, ezilenlerin ve hayvanların dostu oldu. Herkesle “dost” olmanın “dervişlik” değil, düşkünlük olduğunu bilirdi.

Mujica’nın 14 yılı hapishanelerde tutuldu ve bunun 2 yılını bir kuyunun dibinde tek başına geçirdi ama bunu da çoğumuz yıllar sonra başkalarından öğrendik.

Bir gerilla komutanı olarak tutuklandı, tahliye olduktan sonra da “Ben bedel ödedim” diyerek hapishane günlerini ranta dönüştürmeyi aklından dahi geçirmedi.

José Mujica, sadece “başka bir dünya” inancını değil, “başka bir insan da mümkün” inancını güçlendiren bir insandı; Fidel’i uğurlarken yazdığı mektubunda ifade ettiği gibi.[8]

“İktidarda bir kara koyun/ Una oveja negra al poder” diye anılıyordu ve Uruguay ordusu 1973’te darbe yaptığında, gerillaların saldırılarını sürdürmeleri hâlinde öldürmekle tehdit ettikleri “dokuz rehine” grubuna dâhildi.

Ona dair birkaç şeyi aktarmadan geçmeyelim:

İlki: Yazarlar ona “kara koyun” diyor ama o kendisine “melek” olarak tanımlıyor:

“Ben bir meleğim aynı zamanda. Kimse beni dinlemedi. Bazen insanlar çok kötü olabiliyor. Maaşımın büyük bir kısmını bağışlıyor olmama rağmen, birkaç kişi dışında, hükümetten hemen hemen hiç kimsenin yoksullar için ortaya bir peso bile koymasını sağlayamadım.”

İkincisi: “Şoför tek başına vurulsun istemiyorum,” diyen Pepe’yi daha iyi tanımak için bir örnek daha verelim; protokol kurallarına uymaması ve insana verdiği değeri anlatmak için:

“Resmî arabayla çıktığım zaman, arabanın kapısını açmalarına izin vermiyorum ve arkada hiç oturmuyorum. Bizi öldürmeye gelirlerse şoför tek başına vurulsun istemiyorum. Sen de bu riski onunla birlikte üstlenmelisin. Başkanlığa ait bir arabayı kullanıyorum ama çöpten buldukları kayıtsız bir plakası var. Askerler zaten plakayı biliyor. Ben, arabayla tanınmadan gitmek istiyorum. Ortalığı velveleye vermek istemiyorum. Bakanların etrafındaki tüm bu zırvalıkların canı cehenneme. Bana göre değil bunlar.”

Üçüncüsü: Pepe’nin “Silahınız var mı” sorusuna yanıtı şu: “Evet, evde birden fazla var ve bazen gerekli olabiliyor. Özellikle tek başıma çıktığım zaman üzerimde taşıyorum. Beni temizlemeye gelebilirler ama kesin birini yanımda götürürüm.”[9]

Dördüncüsü: Aşkı Lucía için:

Yazarlarımız şu notu düşüyor: “Günün hangi saati olursa olsun yapılan tüm sohbetlerimizde adı geçen tek isim Lucía oluyordu.”

Pepe ise en büyük saplantısının, aşk olduğunu söylüyor. “Gençken ciddi bir kusurum vardı. Güzel kızlara âşık olurdum ama ne hikmetse hepsinin bir sahibi vardı.”

Gerçek aşkı dağlarda askerlerden kaçtığı dönemde bulmuş. Onları korku ve hayatta kalma içgüdüsü bir araya getirmiş ve bir daha hiç ayrılmamışlar. “Lucía da José Mujica’nın hayatına yön verdi. O, bunun farkında ve bilhassa bundan dolayı Lucía’ya minnettar.”

Ama ilk aşkı yine bir gerilla olan Yessie Macchi idi. O, Uruguay halk hareketinin simge isimlerinden biriydi:

“Yessie Macchi, gerilla kızların en güzeli. ‘Entelektüel açıdan çok parlak ve bir o kadar da tutkulu birisiydi. Tek kusuru ise çok güzel olmasıydı’ diye anımsıyor José Mujica. İlişkileri kısa sürdü. Her biri örgütte farklı konumlarda devam ettiler ve ikisi de simge hâline geldi: Yessie’nin fırtınalı bir hayattan sonra çok genç yaşta ölmesi ve José Mujica’nın başkan olmasıyla.”

Pepe, kadın gerillaları sevgiyle anıyordu.

“Tupamaro içinde kadınların büyük rolü oldu. Kadınlar olmasaydı vay hâlimize. En zor anlarda, hayatlarını ortaya koyan ve bizi kurtaran kadınlar olmuştur.”

Lucía da bu gerillalardan biri.

“Lucíayı ismen tanırdım. Hapse ilk düşüşümden yıllar sonra onu şahsen tanıyabildim. İkimiz de kaçaktık ve meskenimiz dağlardı. Tehlikeli ve ıssız bir gecede bir araya geldik. Ve en zor zamanlarda, kimi yoldaşlarımız birer birer yakalanır ve diğerleri öldürülürken, biz birbirimize daha sıkı bağlandık. Hapse düştükten sonra birbirimizi hiç görmedik. Bir gün bile haberleşemedik. İlk başlarda mektuplaşıyorduk ama daha sonra bunun da imkânı olmadı. On iki senenin ardından, ben özgürlüğüme kavuşunca, tekrar bir araya geldik ve bir daha da hiç ayrılmadık. Birkaç yıl önce de evlendik.”[10]

Bunlara ek olarak: O, diğer devlet başkanları ile karşılaştırıldığında fazla bilinmeyen ve alışılmışın dışında bir yaşama sahipti. Seçildiği dönemde, devletin kendisine sağladığı konutta yaşamak yerine eşinin mütevazı çiftlik evinde yaşamını devam ettirdi. 2012’de BBC’de çıkan bir haberde yaşadığı ev, “çamaşır yığınları ve yaban otlarıyla kuşatılmış, iki polis memuru ve üç bacaklı bir köpeğin koruduğu külüstür çiftlik evi (!)” tanımlamasıyla geçiyordu. Daha sonra devletin kendisine sağladığı konutu evsizler için bir barınma merkezine dönüştürdüğünü açıkladı.

Kullandığı makam aracı ise, şoförlüğünü kendisinin yaptığı 1979 model Volkswagen kaplumbağası. Ki o araç 2010’da kişisel servetini beyan ettiği tek şeydi. Yaşadığı ev, üzerinde bulunan arazi ve tek traktörleri ise eşine aitti.

Anketlere göre, Urugay halkının büyük çoğunluğu José Mujica’nın çok farklı bir yönetici olacağının farkındaydı. Nihayetinde o, 60’lı ve 70’li yıllarda bankaları ve yiyecek stoklarını sürekli soyup elde ettiklerini yoksullara dağıtan Marksist-Leninist “Tupamaros” gerilla grubunun ve “Ulusal Kurtuluş Hareketi/ Movimiento de Liberación Nacional”in bir üyesiydi. Zamane basını ise onlardan “Robin Hood”lar adıyla bahsediyordu.[11]

José Mujica, ülkede dikta rejiminin olduğu “gerillalık” yıllarında altı defa vuruldu, dört defa hapse girdi, iki defa hapisten kaçtı ve toplamda 14 yıl hapis yattı. Hapis yattığı zamanın iki yılını ise tecrit altında ve akıl sağlığını korumak için kurbağa ve böceklerle konuşarak geçirdi.

Pepe 80’lerin ortasında hapisten çıktıktan sonra adaletli politik tutumunu yönetimi döneminde de birçok defa gösterdi. Uruguay’da kenevir üretim ve dağıtımını yasallaştırarak ülkedeki uyuşturucu mafyalarının sonunu getirdi. Kürtajı ve eşcinsel evlilikleri yasal hâle getirdi.[12]

1973 ile 1985 kesitinde Uruguay İçişleri Bakanı Eduardo Bonomi ile birlikte tutuklu kaldığı ve işkence gördüğü Libertad Cezaevini kapatıp yerine sağlık hizmeti veren klinik açtı.

Pepe lakabıyla maruf, tam adıyla José Alberto Mujica Cordano’nun X, Facebook ve YouTube gibi sosyal ağlarda bir hesabı yoktu. Kendi işini kendisi görüyordu. Mütevazılığını hiç bozmayan, kimseyi kırmayan bir liderdi.

“Fakir değilim, tutumluyum. Çünkü sahip olduğum özgürlüğün keyfini sürmek için zamana ihtiyacım var. Yoksulluğu değil, ölçülü olmayı ve ağır olmayan bavullarla yürümeyi seviyorum,”[13] vurgusuyla onu yansıtan -belki de- şu sözlerdi: “Ben insanların geceleri yatacak bir saçak altı bile bulamadıkları bir dünyada, başkalarının 500 metrekarelik malikanelerde yaşamasını anlamıyorum…

“Evsizler için ev, suyu olmayanlar için su lazım, ekmek lazım. Sen böyle bir dünyada özel uçağım olsun, oraya buraya gideyim diyorsun. Eğer herkes daha fazlasını isterse, bir gün kimseye bir şey kalmayacak.

“Küresel ısınmadan bahsediyoruz ama doğaya saldırmaya ve çöp üretmeye devam ediyoruz.

“Eski ruhanî tanrımızı kendi ellerimizle kurban ettik ve artık market tanrının tapınağındayız.

“Bana fakir denmesi yanlış, ben tutumlu bir insanım. Asıl fakirler sürekli yaşamdan talepleri olan ve elde ettikleriyle yetinmeyen insanlardır.

“Ben elimde hafif bir bavulla dolaşıyorum. Bu bana istediğim yaşamı sürdürmek için yeterli zamanı veriyor. Asıl özgürlük, yaşamak için kazandığın zamandır.”[14]

Düşündüğü, inandığı gibi yaşadı. Elinde bir yüzük, sırtında bir hırkayla gelip kendini yüksek duvarlı sarayların içine hapsetmedi.

87 model Vosvos’una otostopçu alacak kadar halkıyla iç içe bir lider oldu.

İnsanlar çevresinde, korkudan ya da menfaatleri için değil; sevgi ve minnettarlıkla toplandı.

* * * * *

José Mujica’nın öyküsü bilinir. Şüphesiz onun kazandığı saygı boşuna değildir. Ama bu arada, o köhne çiftlik evinde zaman zaman onun yanında gördüğümüz kadına gözlerimizi çevirmezsek, sadece haksızlık yapmış olmakla kalmayız; aynı zamanda bu, Tupamaro tarihine de eksik bir bakış olur.

Sözünü ettiğimiz kadın, Uruguay Devlet Başkan Yardımcısı da olan Lucía Topolansky, “Mujica’nın eşi” olmaktan çok ama çok fazlasıdır ve adının onunla birlikte anılması da hiç gerekmiyor.

O, Uruguay siyasi tarihinin en belirleyici örgütlerinden Tupamaros gerilla hareketinin kritik anlarında hep sahnenin en önünde olan kadındır.

1944’te Montevideo’da dünyaya gelen Lucía Topolansky varlıklı bir aileden geliyordu. XIX. yüzyılın başında Uruguay’a göç eden büyükbaba, Polonya kökenliydi. Babası, inşaat mühendisi Luis Topolansky, muhafazakâr bir adamdı. Annesi María Saavedra Rodríguez ise İspanyol asıllıydı. Aile, Montevideo sahilindeki lüks Pocitos mahallesinde oturuyordu ve hiçbir ekonomik sorunları da yoktu. İkiz kardeşiyle birlikte bir kolejde okuyan Lucía Topolansky, daha sonra, 1960’larda, üniversitede devrimci hareketlerle tanıştı ve dönemin tartışmaları içerisinde hızla “silahlı mücadele” kanadında yer aldı. Artık MLN’nin, yani bilinen ismiyle Tupamaros’un bir parçasıydı.

Ancak onun asıl macerası, “Monty Financial House” adlı finans kurumunda çalışmaya başladığında ortaya çıktı. Kurumda işlerin yolsuzluk ve hırsızlıkla yürüdüğünü fark eden Lucía Topolansky, önce kişisel çabasıyla gerçekleri duyurmaya çalıştı ama başarılı olamadı. Sonunda, Tupamaros, onun yardımıyla bankaya baskın düzenleyerek bir miktar paranın yanında bütün yolsuzluk dosyalarını alıp gitti ve ülke karıştı! Gerilla, hırsız bankacıları, paravan firmaları ve rüşvetçi bürokratları ifşa edince, savcılık soruşturma başlattı. Şirket geriye kalan belgeleri yaktı ama gerilla bu kez elindeki defterlerin fotokopilerini hâkim ve savcıların kapılarına bırakmaya başladı. Sonuçta iş büyüdükçe büyüdü, çok sayıda memur ve politikacı tutuklandı.

Böylece Lucía Topolansky’nin legal hayatı da sona ermiş oldu. O da doğrudan gerilla hareketine katıldı ve sonraki birçok eylemde yer aldı. José Mujica ile bu arada tanıştılar; uzun yıllar boyunca resmî olarak evlenmediler, gerek de duymadılar buna.

Bu arada bir operasyonda yakalandı Lucía Topolansky. Sakin ve kararlı kişiliğiyle “La Tronka/ Ağaç Gövdesi” lakabını orada kazandı.

1970-1971 kesiti Uruguay’da hapishane firarları dönemiydi. Bu süreçte Lucía Topolansky, iki muazzam firarın örgütlenmesinde bizzat yer aldı. Özellikle ülkenin en büyük kadınlar hapishanesinden kazılan tünelde büyük payı vardı; zaten kendisi de aynı tünelden kaçmıştı. 36 kadının özgürleştiği eylemi yıllar sonra hatırlayan bir kadın militan, Adriana Castera, zaman zaman çömelerek, zaman zaman sürünerek lağım borularının pisliği içindeki 45 dakikalık yolculuğu anlatırken onu anmadan geçemiyor…

Bütün bu organizasyonun içinde yer alan Lucía Topolansky’nın şansı ise pek yaver gitmedi. Lucía Topolansky ile bir arkadaşı, kısa bir süre sonra yeniden yakalanırlar; bu kez artık zindan hayatı uzun sürecektir: 13 yıl…

Artık sıra, bütün Tupamarolar gibi, direnme ve hayatta kalma mücadelesine gelmiştir. Lucía Topolansky, bu korkunç tecrit yıllarını da eğilip bükülmeden atlattıktan sonra 1985’te hapishaneden çıktığında vakit geçirmeden hareketin yeniden örgütlenmesine katılacaktır.

Daha sonra ise senatörlük ve cumhurbaşkanı yardımcılığı görevleri geldi. Ama o da Pepe gibi saraylarda değil, kendi küçük çiftliklerinde basit bir yaşam sürdürmeyi tercih etti ve “First Lady” saçmalığını hep reddetti: “Kendimizi onların dediği gibi ‘yoksul’ olarak görmüyoruz. Sadeyiz çünkü bu bize uygun. Daha mutluyuz, daha az dertlerimiz ve sorunlarımız var.”

“Politik düşünce evrimleşebilir, ancak temel olan şeyler vardır, örneğin insanın insan tarafından sömürülmesine son vermek. Bu dünyada tek bir birey sömürülüyorsa eğer, mücadele için bir nedenimiz var demektir,” diyordu röportajlarından birinde.[15]

* * * * *

Tupamaro gerillası José Mujica, arkadaşlarının ve halkın deyimiyle Pepe’nin hayatı ve ölümü geniş kesimlerde büyük bir yankı uyandırdı.

Sosyal medya Pepe’nin bu sözlerinin tekrarlandığı övgülerle dolup taştı. Neoliberal çağın bireyci ve çıkarcılığa dayanan toplumu içinde, herkesin kendisini büyük gösterinin parçası kılmaya çalıştığı bir ortamda hayatıyla olduğu kadar ölümü kucaklayışıyla da Pepe adeta azize dönüştürüldü! Başkanlığı boyunca da Pepe, bütün hayatı anlamına gelen mücadelesi ve fikirlerinden soyutlanarak, parayla ilişkisinin son derece sınırlı olmasından kravat takmaktan nefret etmesine ve küçük köy evindeki kendi hâlinde yaşamına kadar “ilgi çekici-farklı” bir “derviş” figürü olarak kişisel bir gösterinin parçası kılınmaya çalışıldı. Ama Pepe, sadece 1970’lerde değil, başkanlık koltuğunda otururken de bir Tupamaro olmayı sürdürdü.

Belki artık belinde bir “revolver” taşımıyordu evet, ama Pepe daima bir Tupamaro gerillasıydı…

O yüzden mesele nasıl giyindiği ya da kravat takıp takmadığından daha çok milletvekili olduğunda bir parlamentarist olmamasında,[16] başkanlık koltuğuna oturduğunda da bir Tupamaro gibi kolektif ve elbette düzen sınırlarından taşan bir siyasetin parçası olmaya çalışmasındaydı…

Toprak vergisi koymak için mücadele ederken, “Tupamarolar için çok önemliydi” diyecek, aynı zamanda hayatını topraktan çıkaran bir emekçi olarak onun değerinin kolektif olması gerektiğini savunacaktı.

Robin Hood ruhu taşıyordu…

O arkadaşlarıyla birlikte, Amerikancı cuntanın altında yıllarca süren büyük bir karanlıktan ve derin bir sessizlikten çıkabilmeyi başarmıştı…

Onları bekleyen dışardaki yoldaşlarıyla, uğruna mücadele ettikleri halklarıyla birlikte…

Tupamarolar, o uzun yılların ardından da karanlıktan birbirlerine sahip çıkarak, birbirlerinden vazgeçmeden ayağa kalktılar…

Onları ayağa kaldıran güç, Pepe’nin “Elbette sadece kazanmak için savaşmıyorsun çocuğum. Ama kazanacağına da inanmalısın. Yenilebilirsin. Hayat gibi çetrefilli bir düşmanı kim mağlup etmiş ki? Ama hayat macerana bir anlam kazandırmalısın. Maddî gereksinimlerin çok ötesinde, hayatı tutku ile yaşamalısın,” sözlerinde gizliydi…

Ve nihayet o, “Döngüm sona erdi. Samimi olarak, ölüyorum. Ve bir savaşçının dinlenmeye hakkı vardır,” sözleriyle veda etti bizlere…

Bu bir “son” değil, başlangıçtı; yeniden ve bir kez daha…

18 Mayıs 2025, Muğla-İstanbul

 

[1]           José Mujica.

[2]           M. Ender Öndeş, “Direnmek, Yaşamak, Ayakta Kalmak…”, Yeni Yaşam, 12 Ocak 2019, s. 11.

[3]           Andres Danza-Ernesto Tulbovitz; İktidarda Bir Kara Koyun: Saraysız Başkan José Mujica, çev: Ali Tuncer-Cahit Özgür Baharlı, Tekin Yay., 2014, s. 32-33.

[4]           yage, s. 112.

[5]           yage, s. 32-33.

[6]           yage, s. 97.

[7]           Barış Yıldırım, “Eski Gerilla, Yeni Makul: José ‘Pepe’ Mujica”, 14 Mayıs 2025… https://sendika.org/2025/05/eski-gerilla-yeni-makul-jose-pepe-mujica-726403

[8]           José Mujica, Fidel’i uğurlarken yazdığı mektubunda şunları demişti: “Sevgili Fidel,

(…) Efsaneleri yaratmak mümkün değildir, sen onlardan birisin; şarapnelin kendi darbesiyle ve dağdaki kampta dalgalanan bayrakla işlenmiş bir efsane. Orman ya da kır olması fark etmez; mücadele vatanımız dediğimiz, üzerinden geçip gidebildiğimiz, ama aslında bizim üzerimizden geçip giden o toprak parçasının bağrını yakar.

(…) Benim karşısına dikildiğim dünya kredi kartlarının ve içinde hiçbir gerillaya yer olmayan bir kavgada tüketilen hayatların dünyası. Beni dikkatle dinliyor, gülümsüyor, alkışlıyor, ama o boş hayatlarını taksitle, kaçınılmaz şekilde tüketen şeylerle doldurmaya çalışıyorlar.

Senden ise istikbali olan bir Küba kaldı; cehaletin, okuma yazma bilmeyenlerin olmadığı, kıtadaki en iyi kamu sağlığı sisteminin, en iyi eğitimin olduğu bir Küba. Bense buradayım, mücadelede; yaşam için değil, unutmaya karşı bir mücadelede. Anlamsız bir mücadelenin içine batmış durumdayım, çünkü Güney her geçen gün daha da Güney oluyor; canavarlar ilerlemekte ısrarlı ve artık bizi her taraftan silip süpürüyorlar. (…) Bu savaşı beklerken Karayipler’in o yıldızındaki sana göz kırpıyor ve ‘Hasta la victoria… Siempre!’ diyorum. Pepe.”

[9]           Haluk Kalafat, “José Mujica: Bir İnsanlık Gerillası”, 7 Kasım 2015… https://bianet.org/yazi/jose-mujica-bir-insanlik-gerillasi-169041

[10]  Andres Danza-Ernesto Tulbovitz; İktidarda Bir Kara Koyun: Saraysız Başkan José Mujica, çev: Ali Tuncer-Cahit Özgür Baharlı, Tekin Yay., 2014.

[11]  Tupamarolar askerî darbeden önce 150’ye yakın eylem gerçekleştirdi. Gerçekleştirdikleri eylemler içerisinde tarihe geçen, yaratıcı ve başka coğrafyalarda da örnek alınan deneyimler ortaya çıkardılar.

[12]  “Başkanlar Başkanı, Uruguay’ın Robin Hood’u: Jose ‘Pepe’ Mujica”, 27 Temmuz 2015… https://gaiadergi.com/baskanlar-baskani-uruguayin-robin-hoodu-jose-pepe-mujica/

[13]  Andres Danza-Ernesto Tulbovitz; İktidarda Bir Kara Koyun: Saraysız Başkan José Mujica, çev: Ali Tuncer-Cahit Özgür Baharlı, Tekin Yay., 2014, s. 97.

[14]  “Uruguay’ın Efsane Lideri José Mujica’ın Dünyaya Verdiği 7 Politik Ders”, 19 Haziran 2015… https://onedio.com/haber/uruguay-devlet-baskani-jose-mujica-530323

[15]  Arif Mostarlı, “Onun Bir Adı Var: Lucía”, Yeni Yaşam, 25 Ağustos 2019, s. 12.

[16]  “Her üç ya da altı yılda bir, parlamentoda; halkı yönetici sınıfın hangi üyesinin ‘temsil edeceğini ve ayaklar altına alacağını’ belirleyen seçimlerle oluşturulan parlamento, halk yığınlarının doğrudan canlı eylemine tamamen dar gelecek bir deli gömleği olabilir ancak.” (Karl Marx).

“Belirli bir süre için parlamentoda halkı, yönetici sınıfın hangi bölümünün ayaklar altına alacağına, ezeceğine, dönem dönem karar vermek: Yalnızca anayasal parlamenter krallıklarda değil, en demokratik cumhuriyetlerde de burjuva parlamentarizminin gerçek özü budur.” “Komün, burjuva toplumunun rüşvetçi ve çürümüş parlamentarizminin yerine, düşünce ve tartışma özgürlüğünün yozlaşıp aldatmacaya dönüşmediği meclisler koyar.” (V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1989).

 

“İşveren!”

“Milyonlarcası elmanın düştüğünü gördü, ancak sadece Newton ‘neden’ diye sordu.”

Bernard M. Baruch

“Entelektüelin misyonu, dünyanın efendisi hâline gelmiş haksız ve yanlış karşısında cümle âlem diz çökerken bile, ayakta kalıp ona insanlık bilinciyle karşı çıkmaktır.”

Julien Benda

Kelimeler ve kavramlar köleleştirmenin de özgürleşmenin de aracı olabiliyor… Fakat gerçek dünyada daha çok sömürünün, baskının, sosyal eşitsizliğin, bir bütün olarak egemenliğin hizmetinde oldukları tartışmasızdır… İşte bu durumu sorun edene de entelektüel deniyor. “Aydın” denilen aynı şey değil. Bizde diplomalılara “aydın” deniyor… Aydın, eğitimli olmaya, bir uzmanlığa, bir mesleğe gönderme yapar. Uzman, maddî sosyal gerçekliğin çok küçük veçhesi hakkında bilgi sahibidir ama bütünden habersizdir… Ağacı görür de ormanı görmez… Elbette bunu söylemek, herkes her şeyi bilmeli demek değil, bununla sınırlı bakışın-kavrayışın sınırı hatırlatılmak isteniyor …

Oysa, gerçek (hakikât) bütündedir ve entelektüel bütüne odaklanandır…[1] Aslında kelimelerin ve kavramların nasıl yanılsama yarattığına dair çok sayıda örnek verilebilir. İşte, kapitalist denmiyor da işveren deniyor… İşveren denerek, sadece emek sömürüsü yok sayılmış olmuyor, bir de kapitalist alacaklı hâle geliyor, zira vermek borçlandırmaktır, alacaklı duruma gelmektir… Birine bir şey verdiğinizde alacaklı duruma gelirsiniz… Almak borçlanmaktır… Kapitalist sadece işçileri sömürerek sermayesini büyütmez. Toplanan vergiye de al koyar ki, ona teşvik diyorlar… Kapitalist ne kadar vergi vereceğine kendi karar verir… Zaten mevzuat da işini kolaylaştıracak şekilde dizayn edilmiştir… Yasaların nasıl yapıldığı da bilindiğine göre… Tabii bir de vergi muafiyeti denilen var…

Türkiye’de milyonlarca insan neden işsiz, açlıkla, yoksullukla cebelleşiyor? Aldığı ücretle geçinmekte zorlanıyor? Sebebi bir sır değil… Ülke kaynakları bir avuç iş bitirici kapitalist ve şürekâsı tarafından yağmalandığı, talan edildiği için… Kapitalist insanlara iş verdiği için önemli sayılır ama insanların neden kapitalistlere emeğini satmak zorunda sorusu sorulmaz! Üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan mahrum edildikleri için değil mi? İyi de ne olmuş da insanlar proleterleşmiş, üretim ve yaşam araçlarından mahrum edilmiş?

Devletin aslî işlevi mülk sahibi egemenleri yoksullardan korumaktır. Ona “milli güvenlik” diyorlar… Fakat devletin ordusu, polisi, jandarması yetmiyor ki, bir de “özel güvenlikçi” var… İnsanlar “özel güvenliği” sorun etmiyor… Neyi sorun ediyorlar ki… Bir devlet kurumunun güvenliğinin özel güvenlik şirketine bırakılması ne demektir? Aslında bu sorunun cevabı bir sır değil… Artık, kamu, kamu hizmeti kavramı defterden silinmekte… Güvenlik de bir kâr aracına dönüştürülmüş durumda… Artık güvenliğinizden de kâr ediyorlar…

Kapitalizm varlığını ücretli emek sömürüsüne, karşılığı ödenmeyen kadın emeği sömürüsüne, doğa yağma ve talanına borçludur. Kapitalist sömürdüğü işçiyi insan saymaz, ona öyle muamele etmez, onun için işçi (insan) üretim için gerekli şeylerden (girdilerden) sadece biridir… Bir üretim girdisidir… Aksi hâlde “iş kazası” denilen bir istisna olurdu… Her yıl binlerce işçi ölmez, yaralanmaz, hayatı kararmazdı… Aslında iş kazası değil, işveren (kapitalist) cinayeti demek gerekiyor… Kapitalist iş güvenliği harcamalarını ne kadar kısarsa, kâr da o oranda artar, sermayesi büyür… Mesele Soma, Amasra, Ermenek ve başka yerlerdeki binlerce işçinin katledilmesinin yegâne nedeni, iş-güvenliği için yapılması gereken harcamalardan sakınılmasıdır… Kapitalist işçinin akıbetiyle ilgili değildir. İhtiyacı olduğunda istihdam eder, gerekli görmezse de kapı dışarı eder…

Kapitalist vahşi bir rekabet ortamında sermayesini büyütmeden varlığını sürdüremez. Zira kapitalizm sınırsız büyüme, yayılma, genişleme eğilimine ve dinamiğine sahip bir sistemdir… Her bir kapitalist veya kapitalist işletme, büyüme veya yok olma ikilemiyle yüzleşmek zorundadır… Başka türlü ifade edersek, kapitalist “ileriye doğru kaçmak zorunda olan biridir”… Onun bireysel iradesinin bir değeri yoktur. Burada durayım, bana bu kadarı yeter diyemez… Esasen kapitalist, sermayenin insan suretindeki tezahürüdür…

Kapitalizm etik değerlere külliyen yabancılaşmış, netameli bir sistemdir… üstelik aşırılık ve ölçüsüzlükle de malûldür. Oysa etik, sınır demektir. Potansiyel olarak yapılabilir olandan sakınmaktır… Kapitalizm sınırsız büyüme, genişleme, yayılma dinamiğine sahiptir ama bu dünyanın kaynakları sınırlıdır… Bir zaman geliyor şimdilerde olduğu gibi, sınırsız büyüme doğal kaynakların sınırına dayanıyor ve genel bir sürdürülemezlik durumu ortaya çıkıyor…

Üretim ve yaşam kaynakları ve araçları dar bir mülk sahibi kapitalist sınıfın özel mülkü olmaya devam ettikçe, bu dünyada hiçbir temel sorunun çözüme kavuşması mümkün değildir… Kapitalistler sadece insanları sömürmüyor, yaşam için gerekli araçlardan mahrum etmiyor, doğa yağma ve talanıyla yaşamın temelini de aşındırıyorlar… Artık insanlığın ve uygarlığın geleceği işverenlerden kurtulmaya, işverenlerin işine son vermeye indirgenmiş bulunuyor… Boşuna ne ile cebelleştiğini bilmek önemlidir denmemiştir…

İnsanlar büyüme, kalkınma, ilerleme… vaadiyle aldatılıyor, oyalanıyor… Lâkin neyin nasıl büyüdüğü, büyüyenin aslında ne olduğu, kimin için ne anlama geldiği hiçbir zaman gerektiği gibi tartışılmıyor, sorun edilmiyor… O kadar büyümeden sonra durum ortada değil mi? Aslında büyüyen sermaye, doğa yağma ve talanı, insanın özünün ve canlı doğanın aşındırılması… Ve sonuç ortada… İnsanlık ve uygarlık her geçen gün uçuruma daha çok yaklaşıyor… Doğanın dengesi hızla bozuluyor, iklim krizi almış başını gidiyor, canlı türleri hızlı bir tempoyla yok oluyor… Ve insanlar ahmakça tüketiyorum, yok ediyorum öyleyse varım diyor…

İvedilikle yapılması gereken, insana, topluma, doğaya zarar vermeden, yaşamın temelini aşındırmadan yol alamayan kapitalist vahşet düzeninden çıkmaktır… Eğer geç kalınırsa geriye kurtarılacak bir şey kalmaya bilir…

Gerçek durum böyle ama “yeryüzünün efendileri” ve siyasetçi erbabı başka şarkılar söylüyor, başka şeylerin peşinde… Siyaset şeylerin gerçeğine dokunmuyor, teğet geçiyor….

Bu netameli süreç, bu kör gidiş ancak radikal bir paradigma değişikliğiyle durdurulabilir… Velhasıl, insanlığın ve uygarlığın geleceği vakitlice aracın rotasını değiştirebilmeye indirgenmiş bulunuyor… Değiştirmek için de anlamak gerekiyor, işte bu nedenle de entelektüel etkinlik, eleştirel düşünce hayatî önem taşıyor… Boşuna “anlamak aşmaktır” denmemiştir… o

[1]           “Entelektüel” kavramıyla ilgili olarak bkz: Mete K. Kaynar: Türkiye’nin Lanetlisi: Bir Muhalif Fikret Başkaya ile Sohbetler, İletişim Yay. 2021.

19 Mart operasyonunun ekonomik tahribatı – 1

19 Mart operasyonunun (benim tanımıma göre 19 Mart darbesi) ekonomik boyutu ile ilgili bir yazı hazırlıyordum Kaldıraç dergisinin 287. sayısı için. Tam da süreçte 286. sayıdaki Aysun Sadıkoğlu imzasını taşıyan yazıyı okudum.

“Hakkı Taşdemir hocamız, bu konuda daha detaylı bilgiler içeren yazıları ile bize detayını verecektir. Onun işine karışmayalım,” diyerek adeta bana selâm göndermiş Sadıkoğlu. Tam da ben konu ile ilgili birkaç satır karalamakla meşgulken. Ne demeli? Kalp kalbe karşı işte.

Tabii selâm sonrasında konumuz aynı kalsa da içerik hayli değişti. Dolayısı ile okumakta olduğunuz yazının mimarı Aysun Sadıkoğlu’dur. Ben onun sekreterliğini yaptım sadece. Ancak şunu da belirteyim ki pek kolay bir sekreterlik olmadı bu. Rakamlara ulaşmak kolay değil, ulaşılan rakamların doğruluğunu kontrol etmek ise hiç kolay değil. Uzun bir süreden beri bir burjuva devleti olma ciddiyetini yitirmiş ve kabile devleti özellikleri ağır basmakta olan TC’nin resmî sıfatını taşıyan kuruluşları tarafından yayınlanan veriler hiçbir şekilde güven vermiyor öncelikle. Bu verileri uluslararası kuruluşların yayınladıkları veriler üzerinden kontrol etmeye kalktığınızda bir başka güçlük çıkıyor karşınıza. Bahse konu kuruluşların yaptıkları yayınlarda kullandıkları veriler yine TC kaynaklarından alınmış. Dolayısı ile bu çalışmalar da güven vermekten uzak. Bağımsız araştırma kuruluşları ise pek ilgilenmemişler TC’nin döviz rezervleri ile. Bu nedenle derleyebildiğim veriler yine TC’nin resmî kaynaklarının verileri. Bunlardan derleyebildiklerimi kişisel yorumlarımı da katarak aktarmaya çalışayım. Umarım Kaldıraç okurlarını bilgilendirmeyi başarabilirim.

İşe başlamak için TCMB tarafından yayınlanmış olan ve IMF’nin İşlevsel El Kitabı’nda (Operational Guidelines) belirtilen tanım, kapsam ve sınıflandırmalara bağlı olarak Merkez Bankası ile T.C. Hazine ve Maliye Bakanlığı verileri kullanılarak hazırlanmış tabloyu inceleyelim:

Gerçi TC’nin resmî kurumları ile IMF tanımlarının bir araya gelmesi “bozacının tanığı şıracı” ifadesini çağrıştırıyor insanda ama yine de belli kurallar tahtında hazırlanmış bilgilerle yapılan bir çalışma olduğu ve uluslararası yayınlarda yer aldığı için konu ile ilgili olarak yapılan diğer çalışmalara göre daha inandırıcı, dolayısı ile referans özellikli bir çalışma bu.

Tablo günlük değişimi yansıtmakta gerçekte. Ancak bu yazıyı okuyacak olanları rakamlara boğmamak için rastgele seçtiğim tarihlerden ve seçili tarihlerde yayınlanmış verilerden hazırladım tabloyu. Eğer böyle yapmasa idim yaklaşık yüz satırlık bir tablo çıkardı ortaya. Böyle bir tablo da insanların ilgisini çekmekten uzak kalırdı bana göre.

Para akışı günün her saatinde gerçekleştiği ve sürekli değişen bir durum arz ettiği için günün ortasına yakın bir saat (Greenwich saati ile 11.30) seçilerek yapılan ölçümler kayda geçirilmiş. Bu tablo günlük değişimleri izlemek için hazırlanıyor. Saatlik değişimleri izlemek için hazırlanmış tablolar da mevcut ancak saatlik hassasiyetteki değişim yatırımcıları ilgilendiren bir konu, bizim açımızdan pek bir önem taşımadığı kanaatindeyim.

TAKVİM GMT TUTAR (milyar $) ÖNCEKİ (milyar $) DEĞİŞİM (%)
Mart, 07 2025 11.30 AM 97,8  
Mart, 21 2025 11.30 AM 88,3 97,8 (-) 9,7
Nisan, 4 2025 11.30 AM 77,8 88,3 (-) 11,9
Nisan, 18 2025 11.30 AM 51,6 77,8 (-) 33,7
Mayıs, 2 2025 11.30 AM 57,6 51,5 (+) 11,8
Mayıs, 9 2025 11.30 AM 61,2 57,6 (+) 6,3
Mayıs, 16 2025 11.30 AM 65,4 61,2 (+) 6,9

 

Türkiye döviz rezervleri tablosu (özet) TCMB tarafınsan hazırlanmış tablodan yararlanarak hazırlanmıştır.

Döviz rezervleri tablosu merkez bankası tarafından tutulan ya da kontrol edilen döviz rezervlerini içerir. Rezerv şu varlıklardan oluşur:

– Konvertibl döviz varlıları ( $, € vb.)

– Özel çekme hakları (SDR, bu konuda daha önce yazdığım ayrıca Kaldıraç Akademi bünyesindeki sunumlarda etraflıca söz ettiğim için burada açıklama yapmayacağım)

– IMF rezerv pozisyonu

Döviz rezervi yukarıdaki üç bileşenin toplamından oluşur.

Tabloyu dikkatlice inceleyen gözler konu ile ilgili yorumları yapacaktır kuşkusuz. Ben burada ayrıntılı bir yorum yapmayacağım. Ancak 7 Mart tarihinde 97,8 milyar $ tutarındaki döviz rezervinin 18 Nisan tarihinde 51,6 milyar $ seviyesine inmiş olduğuna dikkat çekmek isterim. Bahse konu zaman diliminde 46,2 milyar $ tutarında bir azalma söz konusu. Parlamento içi muhalefet kaynaklarının ve onların sözcülüğünü yapmakta olan medya kuruluşlarının sözünü ettikleri “50 milyar dolar harcandı” cümlesinin kaynağı bu işte. Gerçi arada 3,8 milyar $ gibi hiç de küçümsenmeyecek bir fark var ama burjuva politikası yapanlar için böyle bir abartma son derece doğal.

Elbette bu 46, 2 milyar $ tutarındaki servetin ne kadarının 19 Mart operasyonu sonrasında fırlayan dövizin ateşini önce düşürmek, ardından da sabit tutabilmek için harcanmış olduğunu kestirebilmek pek kolay değil. Bahse konu dönemde gerçekleşen dış borç ödemeleri, ithalatlar vb. diğer harcamalar da var. Bütün harcama kalemlerini ayrı ayrı belirleyip toplamını aldıktan sonra bulunan rakamı aynı dönemde gerçekleşen döviz rezervi azalmasından çıkarmak gerek, operasyon sonrası $ değerini kontrol altında tutabilmek amacı ile gerçekleştirilen döviz satışı tutarını bulabilmek için. Merkez Bankası böyle bir çalışma yapıyor mu? Bilemiyorum. Ancak böyle bir çalışmanın yapılmış olsa bile ulaşılabilecek yayınlarda yer almadığını biliyorum. Aksi takdirde mutlaka bu çalışmayı da bulur ve Kaldıraç okurları ile paylaşırdım.

Yine de şunu söylemek mümkün. Operasyon sonrası ilk tepkimi ifade etmeye çalıştığım yazılarımda, mayıs ayı zarfında $ değerinin 40 TL üzerinde seyretmesini beklediğimi söylemiştim. Bu satırların kaleme alındığı saatlerde $ 39,10–39,50 arasında dalgalı bir seyir izlemekte. Amerikan Dolarının beklenenden daha düşük seviyelerde tutulmuş olması piyasaya yüksek miktarda $ sürülmesi ile gerçekleşir. Dolayısı ile yukarıda belirtilmiş olan 46,2 milyar $ tutarındaki servetin büyük bölümünün operasyonun etkilerini minimize etmek için harcanmış olduğunu söylemek hiç de hayalci değil.

Tabloda mayıs ayından itibaren döviz rezervlerinin yavaş da olsa bir yükselme seyrine girdiği görülmekte. Ancak bu görünüm aldatıcı. Neden aldatıcı olduğunu işe şu şekilde açıklamaya çalışayım:

Açıklanan rakamlar Merkez Bankasının elindeki döviz ve dövize çevrilebilir varlık miktarından döviz yükümlülükleri düşüldükten sonra kalan parayı göstermekte. Ancak bu dövizin tamamı Merkez Bankasına ait değil. İlan edilen tutarın içinde ülkede faaliyet gösteren bankaların yasal zorunluluk gereği Merkez Bankası bünyesinde tutmak zorunda oldukları yabancı paralar da var. “Zorunlu karşılık” olarak adlandırılan bu miktar faaliyetteki bankalar nezdinde açılmış hesapların niteliğine göre %8’den başlayıp %30’a kadar yükselen oranlarda döviz bulundurma yükümlülüğü getirmekte bankalara. Merkez Bankası söz konusu yabancı parayı kontrol etmekle birlikte serbestçe harcamasında birtakım güçlükler var. Her şeyden önce bankalarda açılmış olan döviz hesaplarının kapanması ve dolayısı ile bankaların döviz varlıklarının azalması sonucu her an azalabilecek bir para bu.

Bunun dışında SWAP işlemleri sonucu Merkez Bankası portföyüne giren döviz var. En basit anlatımı ile SWAP vadeli bir takas/ters takas işlemi. Sistem şöyle çalışır; iki ülke belirli bir vade sonunda iade etmek üzere belirli bir miktar paranın takas işleminde kullanılması konusunda anlaşırlar. Vade sonunda ise ters takas gerçekleşir. Türkiye örneğinde TC Türk Lirası verip karşılığında anlaşma tarihindeki kur üzerinden muhatap ülkeden yabancı para alır. Vade sonunda ise ilgili ülkeden aldığı yabancı parayı iade edip bahse konu ülkeye vermiş olduğu Türk Lirasını geri alır. Bu işlem Türkiye’den ithalat yapan ülkeler için hayli kârlıdır. Sonuçta dışalımları karşılığında değeri günden güne azalan bir para birimi (TL) ile ödeme yapmakta ve her seferinde alımlarını bir öncekine göre daha ucuza getirmektedirler. Türkiye bu işlem sayesinde elde ettiği yabancı parayı vade boyunca dilediği gibi kullanabilir. Ancak vade sonunda ülkenin zararı ortaya çıkar. Gerçi alınan yabancı para ile ödenen yabancı para miktarı aynıdır ama vade boyunca yabancı para değerindeki artış ülkenin zararıdır. Örnek verecek olursak 1 Mart 2024 tarihinde yapılan SWAP anlaşması ile 1.000.000 $ alıp karşılığında 31.240.000 TL vermiş olalım. Vade sonunda (28.02.2025) geri alınacak para TL cinsinden aynı kalmakla birlikte $ karşısında değer yitirmiş ve verildiği tarihte 1.000.000 $ ederken artık 885.190 $ değerine düşmüştür. Kur farkı böyle bir etki yaratıyor işte. Öte yandan iade edilecek olan $ da bir zarar yazmakta. Vade başında 31.240.000 lira eden SWAP işlemi konusu $ TL karşısında 31.240.000 liradan 36.530.000 liraya çıkmış durumda. Bir başka anlatımla aynı miktarda $ iadesi için daha çok TL karşılığına gereksinme var. Buradan da anlaşılabileceği gibi çift taraflı bir zarar söz konusu (Kuşkusuz bu takas/ters takas işleminde bir faiz de söz konusu ancak bu faiz oranı anlaşma yapan ülkeler arasında uluslararası piyasa koşullarına göre belirlendiği için TL’ye uygulanan faiz ülkede geçerli olan oranların hayli altında ve zararı kapatabilme yeteneğine sahip değil).

Tabii her zaman TL/$ takası gerçekleştirip SWAP operasyonları yapmak mümkün olmuyor. Bazı ülkeler TL karşılığında kendi para birimlerini konu etmek isterler SWAP işlemlerine. Özellikle Ortadoğu ülkeleri bu politikayı izlerler. Bu durumda TL, muhatap ülkenin parası ile takas edilir. Bu yolla elde edilen paranın bir kısmı muhatap ülkeden gerçekleştirilecek dışalımlarda kullanılır. Söz gelimi Katar ile yapılan SWAP anlaşması bu şekildedir. Bu durumda anlaşma sonucu elde etmiş olduğu Katar Riyalinin bir kısmını bu ülkeden alacağı sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) için yaptığı ödemelerde kullanır. Ancak Katar’dan LNG dışında alınacak bir şey yok. Bu amaçla kullanılacak para dışında elde Katar Riyali kalır çoğu kez (hattâ her zaman), ihtiyaç fazlası bu para ile uluslararası para piyasalarına çıkılır ve eldeki Katar Riyali satılarak karşılığında $ alınır. Bu işlemin de ticari zarar doğuracağı ortada. Peki neden böyle yapılır? Son derece basit bir nedeni var. Uluslararası piyasalarda doğrudan $ bulma güçlüğü çekildiğinde başvurulan artık klasikleşmiş bir yöntemdir bu.

Bütün bu yazdıklarımızın ışığında incelersek yukarıdaki tabloyu, burada yayınlanan rakamların SWAP işlemleri ve bankaların zorunlu karşılık hesapları ile şişirilmiş bir tablo olduğu dolayısı ile gerçeği yansıtmadığı sonucunu çıkarabiliriz. Gerçek rakamı bulabilmek için vade bitimine 1 yıl ya da daha az kalmış SWAP işlemleri tutarını ve bankaların zorunlu karşılıkları tutarlarını tabloda yayınlanmış olan rakamdan düşmek gerekir. Bu iş elbette yapılabilir. Ancak işlemi yapabilmek için bir dizi tabloya ve excel hesaplamalarına gereksinme var. Bunların yazıya katılması ise hem sıkıcı olur hem de yazıyı gereksiz yere uzatır, diye düşünmekteyim bunu yapmaktansa yabancı basından derlediğim kadarı ile Türkiye’nin bir yıldan kısa vadeli SWAP anlaşmaları tutarının 28 milyar $ olduğunu belirteyim (Kaynak: Financial Times, BBC News makaleleri). Dolayısı ile tabloda belirtilen rakamdan 28 milyarı düşmek gerek ilk ağızda. Buna bankaların zorunlu karşılık olarak Merkez Bankası bünyesinde tuttukları 12 milyar $ tutarındaki mevduatı ekleyelim. 40 milyar $ rakamına ulaşıyoruz. Şimdi bu rakamı 16 Mayıs tarihinde ilan edilmiş olan 61,2 milyar $ değerinden çıkaralım 21,2 milyar $ değerine ulaşırız. Türkiye’nin gerçek net döviz rezervi budur.

Peki kısa sürede nasıl artışa geçti döviz rezervleri?

Bu sorunun yanıtı kayyum bakanın 19 Mart operasyonu sonrasında yaptığı yurtdışı gezilerde. Ortadoğu gezilerinde yeni SWAP anlaşmaları için mutabakat sağladı. Bu mutabakatlar anlaşmaya döndüğü takdirde bir miktar daha artar döviz rezervleri. Ancak daha önemlisi Avrupa’da ve ABD’de gerçekleştirdiği geziler. Bu gezilerde uluslararası finans çevreleri ile buluştu Mr. Şimşek. Bu çevrelerden Türkiye’ye sınırlı da olsa bir para akışının gerçekleşmesini sağladı. Neyin karşılığında? Buyurun:

– Faiz oranı %46 ya yükseldi.

– Gecelik borçlanma faizi %49 oldu.

– Para arzı bir ayda yaklaşık %10,5 arttı.

Yukarıda yer verilen üç göstergeden ilk ikisi ülkeye girmiş (ve girecek) olan paranın bir yatırım için değil tefeci faizi elde etmek amacı ile girdiğinin kanıtı, üçüncüsü ise ülkeye giren yabancı paranın TL’ye çevrilip yüksek faizle bankalarda değerlendirilmesi için kolaylık sağlama amaçlı. Bu arada Mr. Şimşek para arzını arttırarak bir yılı aşkın bir süreden beri izlediğini iddia ettiği dezenflasyonist politikaların da iflas etmiş olduğunu ilan etmiş oldu irade dışı olarak.

Kısa bir özet yapalım: 19 Mart operasyonları sonucu ortaya çıkan döviz bunalımının faturası yine emekçi halka yüklendi mutat olduğu gibi. Yeni dolaylı vergilere ya da mevcut dolaylı vergilerde mevcut oranların yükseltilmesine hazırlıklı olalım.

Son olarak, eldeki döviz rezervi ile kurlardaki oynamayı engelleyebilmek mümkün mü, sorusuna yanıt arayalım.

Genel kabul görmüş bir standart var; bir ülkenin döviz rezervleri o ülkenin üç aylık ithalatını karşılayabilecek düzeyde olmalı. İthalatın finansmanı ithalatçı tarafından karşılanır kuşkusuz. Ancak devletin garantörlüğü gereklidir çoğu kez. İşte bu rezerv devletin garantörlüğü, ithalatın gerçekleşmesinin güvencesidir. Aynı zamanda devletin itibarıdır bu oran.

Bu durum söz konusu olduğunda ülkedeki durum nedir, sorusuna yanıt vermek için Ticaret Bakanlığı 2025 yılı dış ticaret verilerine bir göz atarsak eğer Ocak-Nisan 2025 döneminde 120,78 milyar $ tutarında ithalat gerçekleşmiş olduğunu görürüz. İthalatın önümüzdeki dönemde de yatay bir seyir izleyeceğini varsaysak bile (ki bu doğru bir yaklaşım değil, yaz aylarında ithalat artma eğilimine girer) önümüzdeki üç aylık dönem için 90,59 milyar $ yabancı paraya gereksinme olduğu ortaya çıkıyor. Eldeki para belli. Yukarıda hesapladık. Bu durumda ya ithalat kısıtlanacak (ki bunun yapılması hayli güç) ya da yeni kaynaklar bulmak için çaba sarf edilecek. Türkiye’ye yabancı para sadece tefeci kârı elde etmek için geldiğine göre faiz oranlarında yeni artışlar gerçekleşebilir. Öte yandan üç aylık ithalatı bile karşılamaktan aciz durumda olan döviz rezervi ile kurlarda meydan gelebilecek bir hareketliliğe müdahale edilmesi pek de mümkün görülmüyor. Herhangi bir biçimde ülkeye büyük miktarda yabancı para girmediği takdirde yıl sonunda $ bugün öngöremediğimiz seviyelere çıkabilir.

19 Mart operasyonlarının ekonomide yarattığı hasar sadece Merkez Bankası tarafından piyasaya sürülen yabancı paralarla sınırlı değil kuşkusuz. Bu yazıda Aysun Sadıkoğlu’nun selâmını almış oldum sadece. Bir de dilimin döndüğünce bana yöneltmiş olduğu soruyu yanıtlamaya çalıştım. Tahribatın diğer boyutlarını da gelecek sayıda kaleme alırız artık.

Taksim’in gölgesinde Kadıköy: 2025 1 Mayısı

1 Mayıs 2025 | Kadıköy

Son yıllarda her yıl olduğu gibi, 2025 yılı 1 Mayıs kutlamalarında da, devlet-sol ve sendikalar arasında bir “manevra savaşı” devreye girdi.

Her yıl 1 Mayıs kutlamalarının ana sorusu, İstanbul 1 Mayısı için, sol, devrimciler ve sendikalar, Taksim iradesini gösterecek mi? Soru budur. Taksim iradesi yoksa, zaten 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması mümkün olmaz. Ama Taksim iradesi varsa, durum değişir.

1- 1 Mayıs alanı Taksim’dir. Bu bizim, sizin, sendikaların ya da başkalarının isteklerinden ayrı, nesnelleşmiş bir durumdur. O kadar ki, AYM dahi, 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanmasının önünde bir engel olmadığını ilan etmiştir.

2- Ama sınıf savaşımı, öyle sıradan bir savaş, hafife alınır bir şey değildir. Egemen sınıf, burjuvazi, TC devleti, Saray Rejimi, 1 Mayıs kutlamalarının Taksim’de yapılmasını engellemeyi, kendisi için büyük bir başarı ya da Taksim’de olunmasını, bir geri adım, bir irade zayıflığı olarak görüyor. Bu nedenle Taksim’e “izin” verilmiyor.

3- 1 Mayıs kutlamaları için, hiçbir alan için, bir izne gerek yoktur. TC devletinin anayasası ne derse desin (ki izin almak gerekmez diyor) işçi sınıfının 1 Mayıs’ı kutlama iradesi izne tâbi değildir. Böyle ele alınamaz.

Saray Rejimi, bir iç savaş organizasyonudur.

Saray Rejimi, TC devletinin “olağanüstü” örgütlenmesidir.

Saray Rejimi, içeride ve dışarıda savaş politikalarını uygulayan, ABD ve NATO adına tetikçidir.

Saray Rejimi, işçi sınıfını, emekçileri düşman olarak görmekte ve ülkede bir “iç savaş hukuku” uygulamaktadır.

Böylesi bir iç savaş örgütlenmesinden “kutlama alanı” talep ettiniz mi, size mümkün olduğunca şehir dışında, mümkün olduğunca uzakta bir yer gösterirler.

Demek ki “izne” ihtiyaç yoktur.

Taksim için de bir izne ihtiyaç yoktur.

4- Taksim Meydanı’nı 1 Mayıs kutlama alanı olarak, gönüllerdeki 1 Mayıs alanı değil fiilî 1 Mayıs alanı olarak ilan etmek, sendikaların iradesine bağlıdır.

“Taksim iradesi ile Kadıköy’de olmak” mantık hatasıdır ve siyasal bir tutumdur. Bu siyasal tutum, ülkenin içinden geçtiği koşulları anlamamaktır.

TC devleti, Maltepe yerine Kadıköy’e neden ikna olmuştur? Olmuştur, çünkü, eğer Maltepe denilirse, kitle Taksim’e yönelecektir. Bu nedenle, Kadıköy, Saray Rejimi için, ehveni şerdir.

Ama aynı zamanda Kadıköy, sendikalar ve solun geniş kesimleri için bir “kabul edilir hâl”dir.

Kadıköy kararı böyle oluşmuştur.

Kadıköy kararı, sendikaların ve solun, Taksim iradesini gösterememesinin sonucudur. Bir açıdan bakılırsa Maltepe’ye göre ileridir ama aslında içinden geçilen siyasal koşullar, gençlerin ve kitlelerin hareketliliği göz önüne alındığında, Taksim iradesini ertelemektir.

Bu siyasal olarak işçi sınıfının örgütsüzlüğünün eseridir.

Yoksa, sendikaların “siyasal tutum” alması demek değildir.

Eğer bu siyasal tutum ise, keşke sendikalar, “siyasal” bu tutumu almaktansa, işçi sendikası olarak hareket etse ve 1 Mayıs alanları ile ülkede sürmekte olan işçi ve emekçi, kadın ve gençlik direnişlerini birleştirebilseydi.

Durum budur.

Bu durum siyasal bir durumdur.

Solun, hattâ devrimci cephesinin içindekilerin, Taksim’i, 1 Mayıs 1977’nin 50. yılına saklaması, siyasal tutum eksikliğidir. Ülkede sürmekte olan direnişi yükseltme iradesinden geri adım atmaktır. Örnek olsun, 2026 yılı 1 Mayıs 1977’nin 49. yılı olacaktır, bu durumda Taksim zorlanmayacak mıdır? Bu hatalı bir tutumdur. Bu gelişmekte olan kitle hareketini kavramamak demek olur. Bu kitlesel direniş, CHP’ye bırakılamaz.

1

Bu nedenlerle, 1 Mayıs 2025 kutlamaları, Taksim gölgesinde Kadıköy’de yapılmıştır. Taksim iradesi ile Kadıköy’de değil Taksim gölgesi altında Kadıköy, doğru tariftir.

2

Kürsü, önceki yıllara göre daha olumlu bir tutum almıştır. Zira DİSK ve diğer bileşenler, Taksim gölgesi altında kararlar vermiştir ve bu nedenle, 19 Mart ile başlayan direnişin etkisi ile, daha olumlu bir kürsü ortaya çıkmıştır. Eksiklik kürsüde değildir, eksiklik Taksim iradesini geliştirememektedir. Kürsünün hatası, alanı kontrol edememesindedir ve bu önceki yıllardan daha gelişmiş bir hâl olsa da, miting alanına kortejler varmadan kutlamaların başlatılması bu baskının ürünüdür. Taksim’in hayali, kürsüde de yankısını bulmuştur.

3

Kadıköy 1 Mayıs kutlamalarında yer alan çoğunluğun aklı Taksim’dedir. Bu nedenle, birçok grup, Taksim’i zorlama kararı almış ve gerçekte, Taksim’i alma olanağı 2025 yılı için pratik anlamda ortadan kalkmış olsa da, bunu zorlamayı seçmiştir. Bizim, her iki alanda da yer alma kararımızın temeli de budur.

4

Kadıköy’de 1 Mayıs alanına gelenlerin daha enerjik, daha disiplinli olduğu söylenebilir ve bu değerlendirme Maltepe kutlamalarına göre yapılabilir. Ama aklı ve kalbi Taksim’de olan kitlenin kalabalığında da, enerjisinde de bir düşme olması sürpriz olmamalıdır, bir anlamda normaldir.

5

Gençliğin yolu, işçi sınıfının devrimci yoludur. Bu nedenle, sendikaların, bu devrimci yolu ortaya koyacak bir tutum almaları gereklidir. Bu sadece sendikalar için gerekli değildir, bu aynı zamanda devrimcilerin de görevidir. Bu nedenle, Taksim’i almak, bugünden hazırlanılması gereken bir süreçtir. Hatayı sadece sendikalara ait bir tutum olarak görmek yanlış olacaktır. Bu nedenle, elde ettikleri sonuçlara bakmaksızın, Taksim’e yürümek isteyen herkesi alkışlamak gerekir. Eğer Taksim’e yürüyüş girişimleri başarısız olmuş ise, bunu devrimci hareketin bir bütün olarak Taksim iradesini geliştirememiş olması ile bağlı bir durum olarak ele almak gerekir.

6

Devrimci hareket için önemli olan şey, hatalarından, eksikliklerinden ders almasını bilmektir. Kitlesel hareket, öğrenci gençliğin hareketi, CHP hareketi değildir. Tersine “böyle yaşamak istemiyoruz” hareketidir ve bu nedenle, hareket CHP’ye terk edilmemelidir. 1 Mayıs bu açıdan çok önemli idi. Bugün, 1 Mayıs’ta gerçekleştirilemeyen kitlelerin devrimci hareketin önderliğinde birleştirilmesi iradesi hâlâ yerine getirilebilir durumdadır. Bu nedenle devrimci hareketin sakince durumu değerlendirmesi, gerekli dersleri çıkartması acil bir görevdir. Bu konuda da açık ve net olmak gerekir.

Evet, devrimci hareket, yeterince güçlü değildir. Ama buna rağmen, devrimci hareketin net tutum alması ve Taksim üzerine odaklanması olanaklı idi ve önümüzdeki dönemde de olanaklıdır.

7

Kadıköy’de, 70 bin civarında bir katılım olduğu görünmektedir. Bu katılım, sadece Kadıköy ile sınırlı değildir. Ülkenin hemen her ilinde 1 Mayıs kutlamaları gerçekleştirilmiştir. Bu küçümsenemez bir durumdur. Birçok ilde, direnen işçiler alanlara akmıştır. Gençler, özellikle öğrenci gençler, hemen her kortejde, ciddi bir ağırlığa sahiptir ve bu büyük bir olanaktır.

8

Mesele gençliğin enerjisi ile, eylemliliği ile, işçi sınıfının direniş hattını birleştirmektedir. Bu, en başta, her devrimci grubun kendi örgütlenmesini bir yana bırakmadan, ona devam ederken, Birleşik Emek Cephesini örgütlenmesini önüne bir görev olarak alması demektir. Bundan geri durarak, gelişmekte olan kitlesel direniş hattını büyütmek ve örgütlemek mümkün değildir. Kitlesel direniş hattında bir irade, bir istek, bir kararlılık vardır. Buna gözünü kapatmak, siyasal olarak geri bir tutum almak demek olacaktır.

2025 yılında 78 ilde 1 Mayıs kutlanmıştır. Tümünde Taksim hayali vardır. Taksim’in geri alınması, 1 yıl, 1 gün önce gerçekleşmesi büyük bir değere sahiptir. Barikatların aşıldığı bir dönemde, Taksim’e dönük ablukanın yarılması mümkündür. Taksim ablukası, egemenin korkusunun açık ifadesidir. Aşılan barikatlar, egemenin korkusunu artırmıştır. Kitlelerin korkusunun azalması ile egemenin korkusunun artması birlikte yaşanmaktadır. Taksim’in alınması bu yolda ileri bir adım olacaktır, işçi sınıfının yasakları ezip geçmesi demek olacaktır.

Direniş hareketi, kitlesel direniş hattı 1 Mayıs alanlarına eksik yansımıştır. Bu şu ya da bu grubun eksikliği ile açıklanamaz. Bu siyasal tutum eksikliği bir durumdur ve aşılması olanaklıdır, gereklidir. Bu bir sonraki 1 Mayıs’ı beklemek demek değildir. Tersine bu eksiklik, bugünden başlayarak giderilebilir.

Yaşasın Birleşik Emek Cephesi!

Her gün 1 Mayıs, her gün kavga!

Perspektif

Direniş hattı, Birleşik Emek Cephesi

Saray Rejimi, onlarca yıldır, her hak arama eylemine, toplumun her nefes alma girişimine, kadınların, gençlerin, işçilerin her türlü eylemine azgınca saldırmaktadır. Tüm güçlerini seferber...