Ana Sayfa Blog Sayfa 21

1 Mayıs yargılanamaz, 1 Mayıs tutuklularına özgürlük! | Meslekler Arası İşçi Sendikası / Basel

2024 1 Mayıs’ı tüm dünyada eylem, etkinlik ve mitinglere konu oldu. Milyonlarca işçi, emekçi, genç, kadın sosyal yıkım saldırılarına, açlığa, yoksulluğa, geleceksizliğe ve yükselen emperyalist savaşa karşı alanlardaydı.

İşçi, emekçiler 1 Mayıs’ta yaşanan ekonomik krizin faturasını ödemeyi reddettiler. Başta Ortadoğu ve Filistin halklarının üzerine yağan bombalara karşı halkların kardeşliğini haykırdılar. İnsan haklarına, özgürlüklere ve demokratik haklara dönük artan baskıları kabul etmeyeceklerini dile getirdiler.

Hemen tüm dünyada görece olaysız geçen 1 Mayıs, Türkiye’de gibi kolluk güçlerinin azgın-faşist saldırısına uğradı.

Türkiyeli ilerici, sol, demokrat ve devrimcilerden oluşan çeşitli parti, örgüt ve dernekler, 1 Mayıs’ı sınıfsal-tarihsel özüne uygun olarak kutlamak istemişlerdir. Bu nedenle Türkiye işçi sınıfının bilincinde tartışmasız 1 Mayıs Meydanı olan Taksim Meydanı’na yürümek isteyen kitleye izin verilmemiş, plastik mermi, gaz ve göz yaşartıcı bombalarla adeta terör estirilerek 250 insan gözaltına alınmıştır.

1 Mayıs günü İstanbul kentini adeta abluka altına alan ve normal hayatı dahi felç eden polis uygulamaları, şiddet, gözaltı yetmiyormuş gibi, bir gün sonrada 1 Mayıs’a katıldığı tespit edilen devrimci-aktivistlerin evleri basılarak, kapıları kırılarak gözaltına alınmışlardır.

Şu ana dek göz altına alınan 250 kişiden 49*unun tutuklandığı ve birçok aktivist içinde tutuklama kararının çıkartıldığını biliyoruz.

Bizler, kendi yasalarını dahi tanımayarak, 1 Mayıs’ı kutlamak isteyen sendika, parti ve kurumlara dönük uygulanan şiddet ve zorbalığı reddediyor ve bütün bu uygulamaları kabul edilemez bularak, şiddetle protesto ediyoruz.

Polis şiddeti ile gözaltına alınan 1 Mayıs tutuklularının yanında olduğumuzu, yaşanan hukuksuzluklara derhal son verilerek, tutukluların serbest bırakılması çağrımızı güçlü bir şekilde haykırıyoruz. Bu konuda Türkiye’de çaba gösteren sınıf kardeşlerimizle de uluslararası dayanışma içinde olduğumuzun bilinmesini istiyoruz.

1 Mayıs tutsaklarına özgürlük!

Dayanışma selamlarımızla…

Meslekler Arası İşçi Sendikası, Basel
(Interprofessionelle Gewerkschaft der Arbeiter*innen)

*: Metin İstanbul Emek, Barış ve Demokrasi Güçleri’ne ulaştığı tarihteki tutuklu sayısı.

Tasarruf”, “halka arz”: Hepsi işçi ve emekçilere düşmandır

Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim, bozuk düzende sağlam çark olmaz. Günü “kurtaracak” önerilerle bu cendereden çıkılamaz. Kâr hırsıyla yaşayan kapitalizm reddedilmeden, nefes alınabilecek bir dünya olmayacak.

Birileri çıkıyor, “bakın biz kamuda tasarrufa gidiyoruz, siz de dişinizi sıkın” diyor, kamu arazilerinin satılacağını duyuruyor. Birileri de “özeleştirmiyoruz, halka arz ediyoruz” diyerek kamunun tüm birikimlerini satışa çıkaracağını belirtiyor.

İBB Mali Hizmetler Daire Başkanı Rezzan Neslihan röportajında, İGDAŞ’tan başlayıp Halk Ekmek’e kadar pek çok hizmetin özelleştirileceğini söylüyor. İmamoğlu ise “haddini aşmış” şovundan sonra, hayır “halka arz ediyoruz” diyerek aslında öze değil, ifade ediliş biçimine itiraz ettiğini itiraf etmiş oluyor.

Toplumun hafızası bu kadar yok sayılabilir mi? Tüm dünyadaki neoliberal politikalar ile paralel olarak Özal ile artışa geçen, AK Parti ile arşa çıkan özelleştirme dalgası başka coğrafyada mı yaşandı? Birçok büyük işletme halka arz adı altında özelleştirilirken, otoyol ve köprüler dâhil birçok özelleştirme yaşamadık mı? Büyük fabrika arazilerinin ranta açılarak peşkeş çekildiğini başka bir ülkede mi yaşadık?

Halka arz olununca şirketler denetlenebiliyormuş! Şimdi bu şirketlerin daha iyi denetlenebildiğini söyleyebilir miyiz? Geçmediğimiz köprü için ödediğimiz dövizi düşününce, bu süreçten kazançlı çıktığımızdan bahsedebilir miyiz?

Kamuya ait bir şirketin halka arz edilmesinden kimler kazanç sağlayacaktır? Mesela, halk doğalgazı daha ucuza mı alacaktır? Yine yakın zamanda özelleştirilen elektrik şirketleri örneğinin üzerinden çok zaman geçmedi. İlave kârlarla büyüyen bu şirketlerin kime faydası var?

Her gün artan elektrik faturalarıyla işçi ve emekçilere faydası olmadığı aşikâr. Yoksa bu şirketlerde çalışanlara mı faydası olacak?

2017’de başka bir şov olan, kanun hükmünde kararname ile kamuda taşeron firmalarda çalışan işçiler kadrolu hâle getirilecekti. Bugün İGDAŞ dâhil birçok kamu kurumunda, yeni alt şirketler kurularak işçilerin kadrosuz, taşerona çalıştırıldığını biliyoruz. Bu kurum özelleştirildiğinde, bu işçiler kadrolu olup daha iyi koşullarda mı çalışacak?

Hayır, geçmiş deneyimlerde de gördüğümüz gibi, güvencesiz çalışmanın, işten atılmaların artacağı gerçeklikle karşı karşıya kalacağız!

Eskinin özelleştirme, sadaka dağıtma politikaları, bugün farklı soslarla, belediyeler eli ile yeniden sahaya sürülüyor.

Ekonomik krizin bedeli ödetilen işçilerin sokaklara taşmasını engellemek için beş yıl daha yerinizde oturun, biz sizin yerinize yönetiriz, gerekirse sizin için mitingler de organize ederiz deniliyor.

Kömür dağıtanlara laf edenler, şimdi sınırlı bir kesime ucuz yemek dağıtarak sorunun böyle çözüleceğinden bahsediyorlar.

Kriz hâlindeki kapitalizm, CHP’ye verdiği yeni rolüyle belediyelerle sadaka dağıtmayı planlamaktadır. Sadaka kültürü insan onuruna hakarettir. Onurlu bir yaşam isteyen insanlar ise dayanışmayı büyütmeli ve bunu sadece kendinden olanla yapabileceğini bilmelidir.

Özelleştirme değil, tam tersine kamulaştırmaya gidilmelidir. Gerçekten tasarruf etmek isteyen, zenginlerin ettiği yüksek kârlara bakmalı verdiği teşviklerden vazgeçmelidir.

“Tasarruf”, “halka arz” politikaları halkı kandırmaktan öteye gitmeyecektir.

Milyonlarcamız asgarî ücretle, milyonlarcamız açlık sınırının altında, milyonlarcamız da yıllarca çalıştıktan sonra ayda 10 bin lira ile hayatta kalmaya çalışıyor. Yönetenler ise her geçen gün yine bizim üzerimizden servetlerini büyütüyorlar.

Bugün ücretsiz barınma, elektrik, su, doğalgaz, ulaşım için kamulaştırma talebiyle mücadeleyi yükseltmek gereklidir. Bu krizi biz yaratmadık, yükünü de biz ödemek istemiyorsak örgütlü mücadeleyi büyütmeli, sömürüsüz ve sınırsız, insanca yaşanacak bir dünya kurmak için adımlarımızı birleştirmeliyiz.

Çerkes sürgünü

“Ey dünya, ey insanlık! Bağımsızlığın anlamını Kafkas dağlarından öğrenin! Özgür yaşamak isteyenlerin nelere muktedir olduğunu görün. Uluslar onlardan ders alsın!”
Karl Marx

Yorgun düştüler savaşmaktan. Çağrılar yaptılar tüm insanlığa. Sağır olmuştu insanlık, seslerini duyuramadılar. Sonunda yenildiler… Sağ kalanlar döküldüler Karadeniz’in Kesç, Anapa, Tuapsi, Soçi iskelelerine… Kendilerini alacak Osmanlı teknelerini beklemeye durdular.

Duyuramadılar seslerini.

Srebrenitsa’da da duyulmadı bu feryatlar tıpkı Hocalı’da ya da Filistin’de duyulmadığı gibi.

Dönemin en modern silahları ile donanmış güçlü Rus ordusu karşısında hiç kimseden yardım ve destek alamadan yıllarca savaşan, vatanlarını ve kimliklerini korumaktan başka hiçbir talepleri olmayan Çerkesler üç yılı aşkın bir zaman dilimi sonunda yorgun düşüp yenildiler.

Rusya’nın Kafkasya genel valisi savaşın bittiğini ilan etti 21 Mayıs 1864 tarihinde.

Aynı gün başladı büyük sürgün.

Trajedi sözcüğü açıklamaktan çok uzaktır sürgünde yaşananları.

Aşağıdaki cümleler bir nebze olsun canlandırır gözlerde olayları belki:

“Deniz kenarında yedi yıl boyunca atılmış insan kemikleri vardı. Kargalar erkek sakallarından ve kadın saçlarından yuvalarını kurarlardı. Deniz yedi yıl boyunca karpuz gibi insan kafataslarını atıyordu. Benim orada gördüklerimi düşmanımın bile görmesini istemem.”

Sürgüne tanıklık etmiş yaşlı bir Çerkes, 1929’da söylemiş bu sözleri (Aktaran Simon Canaşia, Gürcistan Bilimler Akademisi Kurucusu).

Denize dökülenler, salgın hastalıklar nedeni ile kırılanlar, Karadeniz’in kudurmuş dalgalarına dayanamayıp parçalanan teknelerde denize karışanlar…

Bir öykü dolaşır dillerde kuşaklar boyu. Bebeğinin öldüğü anlaşılmasın diye gemide günler boyu yavrusunu kucağında taşıyıp ona ninniler söyleyen bir kadının öyküsüdür bu.

Bebeğin öldüğü anlaşılınca onu koparırcasına alıp kadının kucağından atıvermişler denize.

Ardından acıya dayanamayan anne bırakıvermiş kendini Karadeniz’in karanlık sularına.

Kitaplar değişik rakamlar verirler bu sürgünde ölenler hakkında, kimi altı yüz bin der, kimi iki milyon.

Hangisi ne kadar doğrudur bilinmez. Bilinmez de buna gerek var mı?

Bir anlamı var mı sayıların yukarıda dile getirilen öykünün yanında?

Sağ kalmayı başarabilenler döküldüler Trabzon, Samsun, İstanbul limanlarına.

Oradan savruldular tüm dünyaya.

Bugünlere geldik.

Sadece Türkiye’de iki milyonu aşkın Çerkes yaşamakta.

Tüm dünyada yaşayan Çerkes nüfusunun da yaklaşık dört milyon olduğu tahmin ediliyor.

Bunların çoğu Müslüman ülkelerde mukim. Dinleri açısından bir sorun yaşamıyorlar kabul

Peki ya dilleri?

Ya kimlikleri?

Bugün Çerkes diasporasını oluşturan yaklaşık dört milyon insanın kaçı konuşabiliyor kendi dilini?

Kaçı anadilinde konulmuş adını kullanabiliyor günlük yaşamda?

Bir fikrimiz var mı?

Olduğunu sanmıyorum

Kimlikleri yok edilip asimile edilmekte milyonlarca insan.

21 Mayıs 1864 Çerkes sürgünü.

Üzerinden 160 yıl geçmiş.

İnsanlık tarihinin kara sayfalarından biri, hâlâ kanamakta olan bir yaradır bu olay.

Üzerinden yüzyıllar geçse bile kapanması mümkün olmayan bir yara.

Kaldıraç dergisinin Mayıs 2024 tarihli sayısı yayında

Aylık Devrimci Sosyalist Dergi Kaldıraç’ın Mayıs sayısının tamamını buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.

Dergimizin bu sayısında bulunan yazılardan bazı bölümler ise şöyle;

Bu nedenle, yeni ekonomi yönetimi, açık olarak, enflasyonun 2026 yılında normale döneceğini söylemektedir. Bu durum, faizler düzeyindeki yükselişe rağmen TL’nin kaybının düşmemesinden de bellidir. İşte Erdoğan’ın, 4 yıl seçim yok, demesinin nedeni buradadır.
Perspektif yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Tepeden paçalara kadar devrim korkusu ya da İstanbul ablukası ve 1 Mayıs 2024

“Bu nedenle, yeni ekonomi yönetimi, açık olarak, enflasyonun 2026 yılında normale döneceğini söylemektedir. Bu durum, faizler düzeyindeki yükselişe rağmen TL’nin kaybının düşmemesinden de bellidir. İşte Erdoğan’ın, 4 yıl seçim yok, demesinin nedeni buradadır.
Deniz Adalı’nın yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Kriz ve işçi sınıfının durumu: Geriye atılacak adım kalmamıştır

“1 Mayıs alanında, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına girerken kutlanan ilk 1 Mayıs’ın anayasa tartışmalarına bağlanması, acaba amacı aşan bir tutum mudur? Alanda, polis barikatının önünde, Saraçhane’ye Taksim’e gitme iradesi ile çağrılan işçi ve emekçiler direnirken, alanı terk etmek, nasıl bir irade taşımadır?
Deniz Adalı’nın yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
1 Mayıs 2024 üzerine bazı notlar

“Parlamento ve siyasi partiler artık kâğıt üzerinde vardır ve işlevsizdir. Sadece ilgili durumlarda kullanılırlar. Seçim sistemi ve sandık gömülmüştür. Bunları gömen, egemendir. Seçimlerin kendisi bir çeşit tiyatrodur ve müsamere cinsinden, ilkokul tiyatrosu gibidir.
Deniz Adalı’nın yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
TC devletinin olağanüstü örgütlenmesi Saray Rejimi; savaş ve iç savaş

“Savaş devam ederken, yoksullaşan halka Saray Rejimi eli ile dayatılan sadaka sistemi, artık daha çok belediyeler eli ile sürdürülecektir. Hem sonra, bu ‘sosyal’ bir politika olarak da sunulabilir. Açları doyurmak, bazılarına iş bulmak, ucuz lokanta açmak, çöpleri toplamak, ‘askıda’ politikalarını geliştirmek, CHP eli ile daha iyi yapılabilir. Belediyelerin ise başka bir işi kalmayacak gibidir.
Fikret Soydan’ın yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
“Sahip”lerinin uzlaştığı yerde, aktörlerin dili aynılaşır “Kimsenin kaybetmediği seçim”

“Biz, Filistin’e karşı İsrail saldırısı öncesinde, iki noktanın savaş cepheleri olarak öne çıkartılacağını düşünüyorduk; biri, İran’a karşı savaş ve diğeri de Tayvan üzerinden Çin’e karşı savaş idi. Bu iki noktadan ABD’nin yeni kundaklamalar peşinde olduğunu düşünüyorduk. 2023’ün ekim ayında, Filistin’e karşı İsrail’in soykırımı ortaya çıkınca, Ortadoğu daha öne çıktı. Ama bu durum aynı zamanda, İran’a karşı doğrudan saldırıyı biraz olsun geri itti. Gördüğümüz bu idi.”
Aysun Sadıkoğlu’nun yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Bir ileri, bir geri: Savaş boyutlanıyor

Bu sayıda ayrıca Hakkı Taşdemir’in Anadolu’nun Ermeni sosyalistleri, Temel Demirer’in “Hayata dair” kenar notları, Sibel Özbudun’un “Alaturka” neoliberalizmin biyopsisi: Karabük Üniversitesi ve Şeyda Tuğgen Gümüşay’ın 1 Mayıs, tarihi anlamak ve madalyonun farklı yüzü başlıklı yazılar bulunmakta.

Dergimizin dağıtımına katkı sunmak için 0539 840 81 56 numarasına WhatsApp üzerinden ulaşabilirsiniz.

Dergimizin tamamını okumak için; Kaldıraç Sayı: 274 / Mayıs 2024
Dergimizin temin noktaları için; Oku, Okut, Dağıt

Birleşik, kitlesel, devrimci sınıf mücadelesini yükseltelim! | 2024 1 Mayıs Taksim Platformu

2024 1 Mayıs Taksim Platformu 1 Mayıs değerlendirmesidir:

 

2024 1 Mayıs’ını geride bıraktık. Devletin işçilere, emekçilere, toplumun geniş kesimlerine dönük baskı ve saldırılarına karşı tepkinin damgasını vurduğu gösteriler gerçekleşti. İstanbul 1 Mayıs’ına ise Taksim yasağı ve direnme iradesi damgasını vurdu. İktidarın baskı, yasak, savaş politikalarına karşı alanlara çıkan devrimci-ilerici güçler, işçiler, emekçiler, gençler tehdit ve saldırılara boyun eğmeyeceklerini gösterdiler.

1 Mayıs’a giderken…

İşçi Emekçi Birliği’nin birleşik, kitlesel, tarihsel ve sınıfsal özüne uygun 1 Mayıs’ı örgütleme çağrısıyla mart ayı içinde 1 Mayıs gündemleştirildi. 1 Mayıs’ın tarafı olan, iletilen çağrıya yanıt veren tüm kurumlarla 2024 1 Mayıs Taksim Platformu oluşturuldu. Platform hızla birleşik, kitlesel Taksim 1 Mayıs’ını örgütlemek için çalışmalara başladı. Afiş, bildiri vb. gibi materyaller belli yaygınlıkta kullanıldı. Sanayi havzalarında, emekçi semtlerinde, kent merkezlerinde ortak zeminde yaygın 1 Mayıs ve mücadele çağrısını geniş kesimlere taşındı. Devletin ve bürokrasinin 1 Mayıs’a dönük saldırı ve içini boşaltma çabalarına yanıt üretme çabası içinde oldu. Platform aynı zamanda 1 Mayıs’ın tarafı olan kurumlarla ortak hareket etmek için adımlar attı, atılan adımlara yanıt verdi. 

DİSK de dahil olmak üzere sendikalarla görüşmeler gerçekleştirdi. DİSK bürokrasisinin süreci güçlü ve birleşik bir zeminde örgütlemekten imtina ettiğini söyleyebiliriz. CHP ile birlikte davranan DİSK’e hâkim anlayışlar 1 Mayıs’ta AKP ile pazarlık yaparak yol yürümeyi tercih etti. 1 Mayıs’ın sınıf ruhunu ve sınıf kavgası içeriğini boşaltan bu adımlar sendikal bürokrasinin uğursuz rolünü bir kere daha göstermiş oldu. DİSK izlediği bu tutumla güçlü ve birleşik Taksim 1 Mayıs’ı zeminlerini de dinamitlemiş oldu. Yaşanan gelişmeler ışığında KESK DİSK’le birlikte hareket etmek için önemli çabalar ortaya koydu. Son günlere kadar DİSK buna yaklaşmadı. 

Mevcut tabloda KESK 1 Mayıs’ın tarafı olan güçlere 1 Mayıs gündemli çağrı yaptı. Geniş bir katılımın olduğu toplantıların ortak irade oluşturmaya uygun gerçekleşmediğini söyleyebiliriz. Geçmiş senelerde 5’linin gerçekleştirdiği bilgilendirme sınırlarını aşmayan toplantılar bu yıl da ortaklaşma adı altında KESK’in kendi tutumunu açıkladığı toplantılar olarak şekillenmiş, toplantıya katılan kurumlarla ortak irade ve inisiyatif oluşturulamamıştır. Son güne gelindiğinde açıklanan valilik yasağı parçalı, dağınık tablonun daha belirgin görülmesini sağlamıştır. Ortaklaşma zeminleri belli ölçüde ortadan kalkmış, tüm kurumlar kendi karar ve inisiyatifine göre hareket etmeyi tercih etmişlerdir. 

Platform, sürecin başından itibaren anlamlı bir dizi adımlar atması, bir dizi konuda ön açıcı inisiyatif koymasına rağmen mevcut tablonun dışında kalamamıştır. İç zayıflık ve bazı konularda farklı yaklaşımlara sahip kurumlar toplamı olmasının, bu yaklaşımların bir sonucu olarak bazı konularda ortak eğilim oluşturamamasının, toplamı gözetme kaygısının vb. bir sonucu olarak, yer yer bekleyen tablosu inisiyatifinin ve ortaklaşma zeminlerinin zayıflaması gibi sonuçlar açığa çıkarmıştır. Son gün valilik açıklaması ve ardından KESK’in acil toplantı çağrısıyla yapılan toplantıda Beşiktaş kolunda yer alan kurumların önemli bir kısmı kararını Saraçhane olarak değiştirmiştir. Platform ortaklaştığı toplanma kolu noktasında bütünlüklü bir tutum ortaya koyamamış ve ortak kararla yeni bir toplanma yeri belirleyememiştir. Sürecin gidişatının açığa çıkardığı bu tablo devlet, sendikal bürokrasi ve CHP’in 1 Mayıs’ın altını boşaltmak için attıkları adımların karşısında birleşik ve güçlü bir tutumla çıkılmasını da sınırlamıştır.

1 Mayıs günü Mecidiyeköy’de çeşitli noktalarda ve Saraçhane’de toplanan Platform bileşenleri bulundukları her yerde Taksim kararlılığını sürdürmüşlerdir. 

Platform bileşenleri ve devrimci-ilerici güçlere hâkim parçalı, dağınık tablo 1 Mayıs vesilesiyle daha belirgin görülmüştür. Devrimci-ilerici güçlerin sendikalar içindeki mevzilerinin ve etkilerinin zayıflığı bürokrasinin daha rahat ve hoyratça davranmasını da kolaylaştırmıştır. Açığa çıkan tablo bir kere daha birleşik mücadelenin ve sınıfı devrimcileştirmenin önemini göstermiştir. 

Tutuklama saldırısına karşı 1 Mayıs iradesi sürüyor!

Sermaye devleti 1 Mayıs günü ve sonrasında gözaltı, tutuklama saldırısını devreye sokmuştur. 1 Mayıs günü 200’ü aşkın gözaltı gerçekleşmiştir. 1 Mayıs sonrası yapılan ev baskınlarıyla gözaltına alınan arkadaşlarımızdan 50’si tutuklandı. 1 Mayıs iradesini kırmak için saldıran sermaye iktidarı İbrahim Kaypakkaya silüetini, Siyonist İsrail’le iş birliğinin ifşa edilmesini de suç gerekçesi olarak görmüştür. 1 Mayıs’a, İbrahim Kaypakkaya’ya, Filistin halkının haklı direnişine sahip çıkacağız. İçerde ve dışarda saldırılara karşı mücadeleyi büyüteceğiz. Ekonomik ve sosyal yıkım saldırılarının önünü almak ve toplumun geniş kesimlerine gözdağı vermek için gerçekleşen saldırılara karşı duracağız. 

Önümüzdeki görev iktidarın ekonomik, sosyal yıkım saldırılarına, savaş politikalarına, tutuklama terörüne karşı 1 Mayıs sürecinden dersler çıkararak birleşik mücadele zeminlerini güçlendirmektir. 1 Mayıs’ı örgütlemek için oluşturduğumuz Platform gelinen aşamada işlevini tamamlamıştır.  Platform bileşenleri olarak bundan sonraki sürece hata ve eksiklerimizden dersler çıkararak bulunduğumuz her alanda birleşik, kitlesel, devrimci mücadele zeminlerini güçlendirme bilinciyle yaklaşacağız.

Yaşasın 1 Mayıs, Yaşasın Sosyalizm!

Taksim 1 Mayıs Alanıdır!

1 Mayıs’a, Taksim’e, Tutsaklara Özgürlük!

18 Mayıs 2024
2024 1 Mayıs Taksim Platformu

 

Direnen halkları hiçbir kuvvet durduramaz!

Yıllardır süren baskıya rağmen durdurulamayan Kürt halkının mücadelesinin Gezi Direnişi ile birleşmesi, egemenlerin tüm dengesini bozmuştur.

İçeride yağma ve rant ekonomisi ile toplumun üstüne basanlar, dışarıda da emperyalistler adına savaşlara dahil olmaktadır. Bu gelişmelere karşı ise toplumda bir direniş mayalanmaktadır.

Egemenlerde her şeylerini kaybetme korkusu büyümektedir. Korkularının gerçeğe dönmesini engellemek için ise gelişen direnişlere saldırmaktadırlar.

Gezi davasında Can Atalay’a saldıranlar, dün 1 Mayıs’ta direnenlere saldırmıştır.

Bugün ise bir laboratuvar örgütü olan IŞİD’in Kobane’yi işgaline karşı gelişen direnişe destek çağrısı bahanesi Kürt hareketine saldırmaktadırlar.

Çalılar tutuşmuştur, ülkenin her yerinde yangın büyümektedir.

Cinayetle kaybettikleri arkadaşları için yüzbinlerce öğretmen sokağa dökülmektedir. 1 Mayıs’ta tutuklanan yoldaşları için devrimciler omumuza gelip mücadeleyi büyütmektedir. Van’da mazbatası verilmeyen belediye başkanı için Kürt halkı her yerde sokağa çıkmıştır. Filistin direnişi, emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin baskısına rağmen tüm dünyayı sarmıştır.

Direniş öğretmekte, korku duvarları aşılmaktadır. Saflar netleşmektedir, halkların ortak mücadelesi kazanacaktır.

Baskılar bizi yıldıramayacak, direnerek kazanacağız!

“Alaturka” neoliberalizmin biyopsisi: Karabük Üniversitesi

“Eğer eğitim öğretim
zayıf ve değersiz ise
insanı da zayıf ve
değersiz yapar.”[1]

Haber gözünüzden kaçmış olamaz: Karabük Üniversitesi’nin Instagram hesabındaki “İtiraf Sayfası”nda yer alan notlardan, kentteki Afrikalı öğrencilerle ilişkiye giren çok sayıda kadın ve erkek öğrencinin HIV ve HPV belirtileri nedeniyle sağlık merkezlerine müracaatta bulunduğu anlaşılmıştı.[2]

Anımsayacaksınız, Karabük 2023 yılında 17 yaşındaki Gabon’lu öğrenci Dina cinayeti ile kamuoyunun gündemine gelmiş, kentte Afrikalı öğrenci sayısının yüksekliği dikkat çekmişti. Gerçekten de, Karabük Üniversitesi’nde 98 farklı ülkeden 12 bin yabancı öğrenci eğitim gördüğü, bunların yaklaşık 6 binini Afrika’nın farklı ülkelerinden gelen öğrencilerin oluşturduğu bildiriliyor.[3] Bir başka deyişle, 132 binlik kent nüfusunun yüzde onunu yabancı, yüzde beşini ise Afrikalı öğrenciler oluşturuyor!

Bu nasıl mı oluyor? Hakkındaki yolsuzluk iddialarının[4] ayyuka çıkması ardından profil resmini değiştirip Cumhurbaşkanı Erdoğan’la çekilmiş bir fotoğrafını koyan[5] eski rektör Prof. Dr. Refik Polat’ın iki yıl önce verdiği bir röportaj, çok açıklayıcı: “Biz üniversite olarak, hele hele devlet üniversitesi olarak para nasıl kazanılır bunu öğrendim. Yani devletin bana yıllık verdiği yatırım bütçesi kadar belki o kadar ulaşmadı ama ona yakın bir miktarda ben para kazanıyorum. Uluslararası öğrencilerden kazanıyorum, formasyondan kazanıyorum, TÖMER’den kazanıyorum, yaz okulundan kazanıyorum, efendim gayrımenkul şeylerden kazanıyorum. Kiralarımdan kazanıyorum. Nereden baksan 14-15 milyon, eski parayla 14-15 trilyon… Sadece yaz okullarından bu sene 4 milyon lira para kazandım. Ben devletten gidiyorum Naci Ağbal’dan para istiyorum vermiyor…”[6]

“Neoliberal üniversite” anlayışının alaturka versiyonu… Eski rektör, üniversitelere (ve tabii diğer bütün kamu hizmeti veren kurumlara) yönelik kamu bütçesini kısıp “başınızın çaresine bakın, ekmeğinizi taştan çıkartın!” diyen neoliberal dictum’u iyi kavramış. Hem üniversitesini kamunun sırtında bir “yük” olmaktan kurtarmış, hem de onu “eski parayla trilyonlar” kazanan bir ticarethaneye dönüştürmüş!

Ama dedim ya, “alaturka” bir versiyon… Aslına bakılırsa kapitalizmin neoliberal birikim modeli, önceki modellerden, yüksek adaptasyon yetisiyle ayırt ediliyor. Önceki modeller bir dizi kurumsal uyarlanmayı (ulus-devlet, Batı-tipi bir “modernizm”, sekülerlik, görünüşte de olsa işlerlikte olan bir insan hakları ajandası, hatta demokratik işleyiş, vb…) gerektirirken, neoliberal modelde bu bagajı boşaltıldı. Neoliberal kapitalizm sirayet ettiği coğrafyalardan tüketim kapasitesinden başka hiçbir şey beklemediği gibi, kendisini her siyasal-toplumsal kültürel varyanta uyarlamaya muktedir gözüküyor: bu bağlamda Suudi Arabistan versiyonu da, İran versiyonu da, Çin versiyonu da, Brezilya versiyonu da aynı ölçüde kapitalist, aynı ölçüde “küresel”!

Bu olgu, bizi “Karabük/Karabük rektörü” vakasının başka veçhelerine ulaştırıyor. AKP’nin “alaturka neoliberalizmi”nin anlaşılmasında olmazsa olmaz değer taşıyan başka veçhelerine…

Örneğin dinsel veçhe: 2019’da Cumhurbaşkanı tarafından atanan rektör Refik Polat, Yeniçağ Gazetesi’nden Fatih Ergin’in bildirdiğine göre, Hakyol cemaati mensubu… “Döneminde, Hakyolcular üniversitede örgütlenmiş ve akademisyenlerden Afrikalılar için ‘himmet’ toplanmış! Cemaatçi olmayanlar da bağışa mecbur kalmış!” [7]

“Hakyol da ne” mi? Nakşibendiliğin Türkiye’deki en etkili kollarından biri olan İskenderpaşa Cemaati’nin kurduğu vakfın adı… Kurucusu, cemaatin lideri Esad Coşan… Esad Coşan’ın Avusturya’da geçirdiği bir trafik kazasında ölmesinin ardından onursal başkanlık, oğlu Muharrem Nureddin Coşan’a devrolacaktı.

Malum, İskenderpaşa, Turgut Özal, Necmeddin Erbakan gibi devlet ricalini saflarına katabilmiş, devlet içinde en örgütlü cemaatlerden biri. “Yeni dönem”de yıldızı AKP’nin Fethullah Gülen “fiyaskosu”nun ardından, Gülen cemaatinden açılan boşluğu doldurmasıyla parladı. Özellikle sağlık ve adalet kurumlarında güçlü olan cemaat, öyle gözüküyor ki Hakyol aracılığıyla, üniversitelerde de örgütlenmekte.[8]

Ve neo-Osmanlıcılık hevesi: Eski rektör, belli ki hem kişisel, hem de cemaat ilişkilerini kullanarak Afrika ülkeleriyle yakın bağlar kurmuş, anlaşmalar imzalamış. Tanzanya, Gabon, Zanzibar, Çad, Sudan, Senegal… Taraflar açısından “ballı” anlaşmalar: Tabii ki varlıklı ailelerden gelen Afrikalı öğrenciler için “hazır diploma”, üniversite (ve genelde Karabük) için ise milyarlarca doları bulan bir getiri:

“Yerel kaynaklardan kimle görüşsek yabancı öğrencilerden kayıt esnasında ciddi meblağlarda para alındığı söyleniyor. (…) Şehirdeki yabancı öğrenciler kendilerinden alınan tutarın bölümden bölüme değiştiğini belirtiyor. Örneğin 2 yıllık bir Otomotiv bölümü için yıllık 1000 dolar gibi bir ödeme yapılırken Tıp Fakültesi’nden bu tutar 20 bine kadar çıkıyor.”[9]

Ve karanlık ilişkiler: Hâl böyle olunca ve kayıtlar nizamî yollardan değil de, aracı firmalar eliyle yapıldığından, mafyalaşma da kaçınılmaz hâle geliyor: aracı şirketler arasındaki rekabetin, tehdit, şantaj, insan kaçırma, silahlı çatışma boyutlarına ulaştığı, Karabük Adliyesi kayıtlarına geçmiş bile![10]

Ancak “mafya(lar)” yalnızca Afrika ülkelerinden öğrenci getirip onları fahiş (ve tabii yasal olmayan) meblağlarla üniversiteye kaydettirmekle yetinmiyorlar. Gabonlu öğrenci Dina’nın katli, kentte hareketli bir fuhuş sektörünün varlığını da ortaya çıkardı… “Karabük sokaklarında dolaşırken kaynağımızın söyledikleri, bakire üniversiteliler için kurulan borsanın büyüklüğünü gösteriyordu. Dina’yı kovalayan 3-4 kişinin bu fuhuş çetelerinden birinin üyeleri olabileceği iddialarını güçlendiriyordu. Ona göre bu ağ o kadar büyüktü ki, İstanbul’dan bile (fuhuş çetelerinin daha geniş ağa ulaşabilmesinden kaynaklı) insan getirebiliyor.”[11]

Ve ne acıdır ki tüm bunlar, yakın bir zaman öncesine dek neredeyse tek geçim kaynağı, emekçilerin Kardemir’i olan bir işçi kentinde olup bitiyor: 1994 yılında zarar ettiği gerekçesiyle kapatılmasına karar verilen, ancak işçilerin yanısıra tüm halkın seferber olduğu bir direniş sonucu kapatma kararından geri adım atılarak Karabük halkına devredilen, Türkiye’nin ilk demir-çelik fabrikasının kenti…

Özetle, tekmili birden kusursuz bir “yerli ve milli” neoliberalizm serüveni… İçinde yok yok! Sanayisizleştirme, üretim yerine rant ekonomisine geçiş, ticarethaneye dönüştürülen “girişimci” üniversite modeli, neo-Osmanlıcı Afrika “açılımı”, yolsuzluk, tarikat, mafya, fuhuş, cinayet…

Bunları gerçekten de hak ediyor muyuz?

23 Mart 2024 10:17:31, İstanbul.

N O T L A R

[1] Niccolo Machiavelli, Siyaset Üzerine Konuşmalar, çev: Hakan Zengin, Dergah Yay., 2008.

[2] “Karabük Üniversitesi’nde Birçok Öğrenci HPV ve HIV Belirtileriyle Hastanelere Başvurdu”, Cumhuriyet, 22 Mart 2024… https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/karabuk-universitesinde-bircok-ogrenci-hpv-ve-hiv-belirtileriyle-2188602

[3] A.y.

[4] İşte eski rektör Refik Polat hakkındaki yolsuzluk iddialarından bazıları: İki sekreterini ve güvenlik görevlisini akademik kadroya aldırmak, üç daire başkanlığına din kültürü öğretmenleri atamak, makam odasına banyo yaptırmak, evinde çalışan kadının ücretini üniversite bütçesinden ödemek, üniversitede çalışan temizlik görevlilerini özel hizmetinde kullanmak, rektörlük konutunu yıktırıp sadece peyzajına yüzbinlerce lira harcanan tenis kortlu yeni bir konut yaptırmak ve bu süre içerisinde lojmanda değil de arkadaşının evinde kalıp kirayı üniversite bütçesinden ödemek, 10 milyon TL’yi aşan bir malvarlığı… (Deniz Gök, “Hakkında Yolsuzluk İddiaları Ortaya Atılan Rektör, Profil Fotoğrafına Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı Koydu”, Onedio, 30 Ekim 2021… https://onedio.com/haber/hakkinda-yolsuzluk-iddialari-ortaya-atilan-rektor-profil-fotografina-cumhurbaskani-erdogan-i-koydu-1013360.)

[5] Ay

[6] Ersin Eroğlu, “Sayıştay’dan Karabük Üniversitesi Raporu: Yabancı Öğrenci Sınavı Ücretini Yetkisiz Kişiler Tahsil Etmiş”, 10 Haber, 23 Mart 2024… https://10haber.net/gundem/sayistaydan-karabuk-universitesi-raporu-yabanci-ogrenci-sinavi-ucretini-yetkisiz-kisiler-tahsil-etmis-388625/

[7] https://twitter.com/Fergin923/status/1771466289636048897

[8] “Hâlen Hakyol Vakfı’nın onursal başkanı olan Muharrem Nureddin Coşan, bugünlerde üniversitelerde yapılanma içine girdiği için ciddi şekilde gözlem altına alınmış durumda… Müritlerinin çoğunluğunun üniversitelerde önemli görevlerde yer alması ve çoğunluk elde etmesinden dolayı devlet tarafından üniversiteler gözlem altına alındı.” (Ebru Küçükaydın, “Üniversitelerde HAKYOL Tarikatı Mercek Altında”, Haberimizvar.net, 22 Eylül 2019… https://www.haberimizvar.net/universitelerde-hakyol-tarikati-mercek-altinda-6321-haberi)

[9] Ersin Eroğlu, Hazar Dost, “Karabük’te ‘Bacasız Sanayi’: Afrikalı Öğrencilere Üniversite Diploması Ticareti”, 10 Haber, 15 Nisan 2023… https://10haber.net/gundem/karabukun-bacasiz-sanayi-yabanci-ogrencilere-universite-diplomasi-ticareti-169613/

[10] Ay.

[11] Ersin Eroğlu, Hazar Dost, “Dina’nın Şüpheli Ölümünde Fuhuş Şüphesi ve 1002. Cadde’nin Sırrı” Haber 10, 17 Nisan 2023,https://10.haber.net/gundem/fuhus-suphesi-ve-1002nci-sokakta-yasananlar-170643/

1 Mayıs, tarihi anlamak ve madalyonun farklı yüzü – Şeyda Tuğgen Gümüşay

Tarihî bilgi edinmek, tarihi anlamlandırmaya çalışmak yahut tarihin önemini kavramak; hemen hemen her gün, her birimizin sürekli olarak yaptığı günlük bir pratik sayılabilir. 1 Mayıs’ı ilk kez duyan biri “1 Mayıs da neymiş” diyerek birçok kaynağı tarayabilir, edindiği bilgiler üzerinden bir çıkarıma varabilir. Tam böyle bir noktadan 1 Mayıs neden her sene kutlanan bir gündür dersek hızlıca “Haymarket” karşımıza çıkar.

1886’da Chicago’da Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu, sekiz saatlik iş günü için 1 Mayıs’ı grev ve sekiz saat uygulamasını hayata geçirme günü olarak seçti. 1 Mayıs 1886’da, grev ve gösterilere yarım milyon işçi katıldı. Grev ve gösteriler, 1 Mayıs’tan sonra da devam etti. İşçilerin çoğu, 3 Mayıs’ta sokaklara çıktı. McCormick fabrikasından çıkarılan ve grevde olan işçiler de miting yaptılar. Miting sona ererken, McCormick fabrika düdüğünü çalarak içerideki grev kırıcıları dışarı çıkardı. Grev kırıcılarını protesto etmek için bir grup işçi fabrikaya yöneldi. Polis, işçilere ateş açarak 4 işçinin ölümüne ve onlarca yaralanmaya neden oldu. Bu saldırıyı protesto etmek için 4 Mayıs’ta Haymarket Alanı’nda bir miting düzenlendi. Miting tam sona ererken, kürsünün önüne nereden geldiği belli olmayan bir bomba atıldı. Polisin hemen önünde patlayan bomba sonucu 7 polis öldü ve 69’u yaralandı. Yüzlerce işçi asılsız suçlamalarla tutuklandı. Tutuklanan işçilerden sekizi, yargılanmak üzere seçildi: Albert R. Parsons, August Spies, Samuel J. Fielden, Michael Schwab, Adolph Fischer, George Engel, Louis Lingg ve Oscar Neebe.

1889’da toplanan İkinci Enternasyonal’de ise Fransız bir işçi temsilcisinin önerisiyle 1 Mayıs’ın tüm dünyada Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü olarak kutlanması kararlaştırıldı. O yıldan bu yana 1 Mayıs her yıl kutlanmaya devam etmekte.

1 Mayıs’ın tarihini öğrenmeye çalıştığımızda edindiğimiz bu özet, bilgi verse dahi 1 Mayıs’ı ortaya çıkaran koşulları ve tarihselliğini anlamlandırmak için hiç de yeterli değildir. 1 Mayıs, tarihin bir kesitiyken o kesiti var eden anların ve birbirinden farklı yüzlerin aynı amaç için mücadelesinin toplamıdır da.

O yüzden 1 Mayıs tarihinde gözden “kaçırmamak gerekenlere” ve madalyonun “daha az bilinen yüzüne” biraz bakalım.

ABD’de 1820’ler ve 1830’lar, iş saatlerinin kısaltılması için yapılan grevlerle dolu bir dönemdi. Birçok fabrikada, iş günlerinin 10 saate indirilmesi talebi öne çıktı. Bu süreçte somut bir başarı elde edilemedi fakat bu talep 19. yüzyılın sonuna kadar grevlerin sıkça gerekçesi oldu. Bu grevlerde, kadınların da liderlik ettiği etkili grevler dikkat çekiyordu. Örneğin, Batı Pensilvanya’da 15 Eylül 1845’te gerçekleşen iplik fabrikası işçilerinin grevi, çalışma günlerini 6 güne, çalışma saatlerini ise 15 saatten 10 saate indirmek için önemli bir adımdı. Bu grev sonuçsuz kalsa da, Ulusal Emek Birliği’nin kurulmasına zemin hazırladı. Bu birlik, kadınlar ve erkekler arasında eşit ücret talebini ilk dile getiren örgütlerden biriydi ve yönetim kadrolarını kadınlara ve siyahilere açtı. 1873’teki dağılmasının ardından, mücadele Emek Şövalyeleri’ne devredildi.

Haymarket olayının en öndeki kadınlarından biri, “köle” bir anneden doğan ve hem işçi haklarına hem de siyahi haklarına adanmış bir yaşam süren Afrika-Amerikan kökenli bir Amerikalı olan Lucy Gonzales Parsons’tı. Chicago polisi tarafından “bin isyancıdan daha tehlikeli” olarak nitelenen Parsons, Haymarket isyanının yaklaşmasıyla birlikte kadın işçi örgütlenmelerinde aktif rol aldı ve dönemin anarşist yazınında yazılar kaleme aldı. Ayrıca, 1905’te IWW isimli militan işçi örgütlenmesinde ve 1927’de Uluslararası Emek Savunması’nın kurucuları arasında yer aldı.**

Fransa’da 1789’daki kıtlık döneminde, bir işçi maaşının %88’ini ekmek almaya harcamak zorunda kalıyordu. Bu dönemde, ardı ardına ekmek ayaklanmaları patlak verirken, devrim öncesi 300’den fazla ayaklanmanın tamamında kadınlar öncülük ediyordu. Ekmek ayaklanmalarında kadınların olmadığı bir durum düşünülemezdi. Kadınlar, “Fırıncıyı, karısını ve çırağını bulalım” sloganlarıyla 5 Ekim 1789’da Versailles Sarayı yürüyüşünü başlatarak, 6-7 bin kadının katılımıyla bir gösteri gerçekleştirdiler. Ancak, 1791’in sonuna doğru fiyatlar tekrar yükseldiğinde, 1792’de Avusturya ve Prusya ile başlayan savaşın etkisiyle, şehre gelen temel gıda maddelerinin -özellikle sütün- kesilmesiyle işçi kadınların öfkesi arttı. Yıl boyunca hızla artan yerel kadın kulüplerinin çabalarıyla fiyatlar kontrol altına alındı. 25 Şubat 1793’te, işçiler dükkânlara baskın düzenleyerek, dükkân sahiplerini yiyecekleri kendi belirledikleri fiyattan satmaya zorladılar. Bu işçiler arasında, özellikle sabun fiyatlarından şikâyetçi olan çamaşırcı kadınlar da bulunmaktaydı.***

1848’te yine Paris’te başlayan ve 1848 devrimlerini yaratan süreçler ve etkileri Fransa halk hareketlerini dolayısıyla işçi kadınları yeniden hareketlendirmişti. Ancak 1871’de, I. Enternasyonal’in Fransız bölümünün kadın üyelerinin örgütü, nisan ayında Komün’ün en önemli kadın örgütlerinden biri olan Paris’i Savunma ve Yaralılara Yardım için Kadınlar Birliği’ni kurdu. Birlikteki kadınlar, yaralılara yardım, komünün savunulması, eğitim reformunun planlanması, seyyar mutfaklar, kilise baskısından özgürleşme, fabrikalarda gündüz kreşleri kurulması gibi birçok görevde yer aldı ve örgütledi.

Haymarket grevlerinin bir diğer öncüsü, Elizabeth “Lizzie” May Hunt 21 Aralık 1850’de Lowa’da doğdu. Lizzie, dört yaşındayken ailesiyle birlikte Ohio’nun Berlin Heights şehrine “özgür aşk” komününe taşındı. Lizzie, ileri düzeyde eğitim aldı ve 15 yaşında Ohio’daki tek odalı bir okul binasında öğretmenlik ve müzik eğitmenliği yapmaya başladı. 1877 Büyük Demiryolu Grevi hakkında bilgi edindikten sonra işçi hareketine katılmak için 1879’da Chicago’ya taşındı. Chicago’da bir yıldan fazla kaldıktan sonra, Lizzie o dönemlerde Amerika Sosyalist İşçi Partisi’nin bir kolu olan Çalışan Kadınlar Sendikası’na katıldı ve kısa bir süre sonra sendikanın sekreteri oldu. Sekreterlik görevi sırasında, Çalışan Kadınlar Sendikası, o zamanki en popüler işçi sendikalarından biri olan Emek Şövalyeleri’nin üyesi oldu. Chicago’daki hazır giyim endüstrisi işçilerinin örgütlenmesinde önemli bir rol oynadı ve 1886’da kadın aktivistler, hazır giyim endüstrisi çalışanlarını temsil eden üç farklı Emek Şövalyeleri meclisi kurdu.

Almanya’da ise SPD’nin kadınların örgütlenmesi alanında elde ettiği ilk kazanımlardan biri, kadın işçilerin sendikalarda örgütlenmesiydi. 19. yüzyılın ilk çeyreğinde özellikle dokuma bölgelerindeki kadınlar, illegal sendikal harekete katıldılar. Emma Patterson gibi kadınlar, sadece kadınlardan oluşan sendikalar kurulmasını savundular. 1847’de kadın ve çocukların iş gününün sınırlandırılmasına dair yasal güvence talepleri, erkek işçilerin de desteğini aldı ve tüm işçiler için çalışma günlerinin sınırlandırılması kazanımı elde edildi.

Diğer iki kadın işçi örgütçüsü gibi, Sarah E. Ames de Haymarket grevlerinin örgütlenmesinde özellikle iğne işçileri arasında en aktif olanlardandı. Ames, diğerleri gibi dönemin anarşist işçi yayınlarının çıkarılmasında da aktif rol aldı. “Amerikan Grubu”nda diğer iki kadınla birlikte yer aldı ve Enternasyonal’in Chicago bölgesinde İngilizce konuşabilen tek komiteyi oluşturuyorlardı.

1889’da Londra’da, 700 kibritçi kızın grevi “sendikalaşma alevini başlatan kıvılcım” olarak nitelendirildi. Gaz ve dok işçilerinin militanlığı, sendikalaşmayı hızlandırdı. 1906-1914 yılları arasında küçük işletmelerdeki örgütsüz kadınları hedefleyen Ulusal Kadın İşçiler Federasyonu, on binlerce kadın işçiyi greve çağırdı ve bu grevler erkek işçileri de cesaretlendirdi.

18. yüzyılın sonunda 19. yüzyılın sonuna kadar yayılan bu farklı kesitler, 1 Mayıs’ın tarihini tek bir günle olaydan ve tek bir anlatıdan ibaret saymak yerine; madalyonun farklı yüzüne, Haymarket’i açığa çıkaran işçi sınıfı hareketine ve hareketin farklı yüzlerine bakmayı mümkün kılar.

Tarihi anlamak diyorsak; sınıflı toplumların tarihinin sınıf savaşımları tarihi olduğunu unutmamak elzemdir. Sınıf savaşımı sadece belirli bir andaki toplumsal çatışma değildir, tarihin itici gücüdür; birden çok anın ve kesitlerin bağını kurmanın da yoludur. 1 Mayıs’ın tarihi işçi sınıfının tarihsel olarak sahneye çıkmasından ayrı okunamayacağı gibi, kadınların direnişlerde aldığı rol ve Haymarket Olayı’nda özneleşen kadınları da mücadelenin içinden okumak gerekir.

Tam da bu sebeple, 1 Mayıs işçilerin; birlik, mücadele ve dayanışma günü olarak kutlandığı gibi tıpkı Rosa’nın da dediği gibi

İşçilerin burjuvazi ve egemen sınıf karşısındaki mücadelesi devam ettiği sürece, ve tüm talepleri karşılanmadığı sürece, 1 Mayıs, işçi sınıfının bu taleplerinin her yıl dile getirildiği gün olacaktır. Ve daha iyi günler doğduğunda, dünya işçi sınıfı kurtulduğunda, büyük bir olasılıkla insanlık o zaman da 1 Mayıs’ı, geçmişte verilen zorlu mücadelelerin ve çekilen acıların anısına yine kutlayacaktır.****

* Bu makale 28 Nisan 2024’te www.jindergi.com’da yayınlanmıştır.

Kaynakça

** Kadın Savunma Ağı. (2022, Şubat 18). Kadınlar en başından Bu Yana 1 Mayıs’ta: Haymarket Kadın i̇syancıları. Kadın Savunması. https://kadinsavunmasi.org/kadinlar-en-basindan-bu-yana-1-mayista-haymarket-kadin-isyancilari/

*** Luxemburg, R. (1894, Şubat.). 1 Mayıs’ın Kökenleri Nedir? [MIA] Rosa Luxemburg (1894): 1 MAYIS’IN KÖKENLERİ NEDİR. (Çev. Marksist Tutum) https://www.marxists.org/turkce/luxemburg/1890s/1894.htm

**** Özkurşun, İ. (2024, Mart 27). Sosyalist Kadın Hareketi tarihi ve Kadın hareketindeki ideolojik ayrımların Tarihsel Kökenleri. https://idilozkursun.wordpress.com/2024/03/08/sosyalist-kadin-hareketi-tarihi/

“Hayata dair” kenar notları

“Hayatını gerçeğe ada.”[1]

Toprağın üzerinde yaşadığını sanan ölülerin giderek arttığı bir yabancılaşma kesitiyle yüz yüzeyiz ve parça parça ölüyor insan(lık)…

Sormak gerek: Nasıl bir hayat bu? Ezilenlere dayatılan sefillikten, kölelikten başka ne ki?

“Dünya, aç oldukları için uyuyamayanlarla açlardan korktukları için uyuyamayanlar arasında bölünmüş durumda”yken;[2] ya insan olmamanın acısı yaşanacak, ya da boyun eğmeyen, teslim alınamayan, başkaldıran onurlu insan olarak kalmanın acısı göğüslenecek.

Gerçek bugünde tüm çıplaklığıyla bu!

İnsan(lık) için “Kendi sınırların seni çarmıha geriyor,”[3] ya da “Ölü insanlar görüyorum ölü olduklarını bilmiyorlar,”[4] veya “Artık yaşanmayan bir yaşamda ne çok gece var!”;[5] sonra da, “Günümüzde insana en çok acı veren yoksulluk değil, büyük bir çarkın küçük bir dişlisi, bir robot hâline gelmiş olmak ve yaşamının boş ve anlamsız olmasıdır.”[6] diye betimlenmesi gereken ve “gibi yapanların”[7] hâlidir sözünü ettiğim.

Charles Bukowski’nin, “Kölelere asla özgür olacakları kadar ödeme yapmazlar. Sadece hayatta kalmalarına yetecek kadarını verirler ki çalışmaya devam etsinler,” betimlenmesindeki dizaynda bunlara kafa yorulması egemenler ile yalakalarının işine gelmiyor. Uyanmak ve anlamak gerek: Yaşamı televizyonlarla, eğlenceyle, yalanla, zorla yönlendiriyor kapitalizm. Ve “çoğunluk” bunun farkında bile değil.

Kolay mı? “Kendimizden çok başkalarından yararlanmaya zorlamışlar bizi.”[8] Yolumuzu kaybettik. Kapitalizm insan(lık)ı zehirleyip, deforme etti; “Uyudum, uyandım, uyudum, uyandım; kepaze bir yaşam,” vurgusundaki üzere Franz Kafka’nın…

Ahlâksızlık kayıtsızlığa dönüşüp; gereksinim hâlini aldı; alıp satarak, hayatlarını köle gibi geçiriyorlar; korkunç olan da bu.

Hayat ezenler için -televizyon izleyip, fal baktıran!- ezilenlerin yok edildiği bir yaşam biçimine dönüştürüldü; “Modern hayatta insan, kendi kaderini kabullenmeye şartlandırılır. Böylece patronlar ve politikacılar, kimsenin bir şeyi sorgulamadığı bir dünyada, istedikleri gibi hareket ederler,” ifadesindeki üzere Aldous Huxley’in…

KAPİTALİST SÜRÜLEŞTİRİLME!

İfadeye gayret ettiğim, “Sıradan insan hayatının mutluluğunu kendi dışındaki şeylere, mala mülke, şana şöhrete, kadın ve çocuklara, dostlara, cemiyete ve benzerine bağlar… Bir başka deyişle onun çekim merkezi kendi dışındadır; her heves ve arzuya bağlı olarak bu mütemadiyen yerini değiştirir,”[9] diye tarif edilen (ve tüketim[10] ve devlet terörü ile biçimlendirilen) sürüleştirilme hâlidir.

Sürüleştirilmiş insan(lık)ın normlarını -farkına varmadan!- toplumun yerleşik önyargıları biçimlendirip, bir kalıba sokarken; kapitalizm için “mükemmel insan”ın zihni ayna gibidir! Yansıtır ama yakalamaz. Hiçbir şeyi kavramaz. Böylelikle de hayatın içinde hiçbir çaba harcamadan hareket ederek, sürüleştirilip; Fyodor Dostoyevski’nin, “Yalnız kalsanız bile benzemeyin başkalarına,” uyarısına yabancılaştırılır.

Kapitalizmin insan(lık)a dayattığı hayat adil ol(a)maz. Çünkü yerkürenin dört yanında açlıkla “terbiye” eder. Bir başka deyişle, sömürenlerin bencilliğine hizmet eden kapitalizm, yani ücretli kölelik düzen(sizliğ)i, isçi sınıfını sömürerek onu güvensizlik, yoksulluk, sefil yaşam koşullarına mahkûm eder.

Sınıflı sömürücü cehenneminin/ vahşetinin koşullarına uyum sağlayamayan, ya yok olur gider ya da hiç yükselemez. Yani ezilenler batan Titanik gemisinde yaşamlarını kurtarmaya çalışırken, zenginler hâlâ güvertede en iyi koltuğu kapmak için koşuştururlarken; kapitalizmde insan(lar)ı korkutmak, kafasını karıştırmak ve onlara zulmetmek, dehşete düşürüp delirtmek ve hayatlarını felakete tahvil etmek doğalken; diktatörlerin başarısına da şaşırmamalıdır.

Çünkü sürüleştirilenlerin yaşamı, “Müdür, din uğruna ölmek büyük bir onurdur diyor. Babam ise, İrlanda uğruna ölmek büyük bir onurdur diyor. Hiç yaşamak isteyen yok mu?”[11] betimlemesindeki resmi ideoloji ve dinsel dogmalar ile kuşatılıp, ölüme mahkûm edilmiştir; “En kolayı ölmektir, zor olan yaşamak,”[12] dayatmasındaki gibi.

Yeri geldi aktarayım; Norman Cousins’in, “Ölüm, hayattaki en büyük trajedi değildir. En büyük trajedi, biz yaşarken içimizde ölenlerdir. Ölümden korkmamıza gerek yok,” deyişindeki üzere, insan(lık) var oluşu biçimlendiren ölüm dayatması veya ölüme mahkûmiyet değil; yaşamı değiştiren eleştirel praksistir.

Metin Üstündağ’ın, “Doğarsın ve ölürsün. Arada, bir hayat olduğunu fark edersen yaşarsın!”…

Leonardo da Vinci’nin, “Nasıl yaşamam gerektiğini anlamaya başladığımda, nasıl ölmekte olduğumu gördüm”…

Anaksimandros’un, “Ölümle yaşam arasında hiçbir fark olmadığını söyledi. ‘Öyleyse sen neden ölmüyorsun’ diye sorulduğunda ‘Çünkü’ dedi: ‘Hiçbir fark yok’!”…

Denis Diderot’nun, “Ölüm hayat kadar doğal olduğu hâlde, neden bu kadar korkarız?”…

Bernard Shaw’ın, “İnsan ne zaman ölür bilir misiniz? Tembellikten, inançsızlıktan ve hayatı yaşamaya değer kılmayı becerememekten”…

Jean Paul Sartre’ın, “Ölüm bensiz hayatımın devamı”…

Woody Allen’in, “Benim merak ettiğim ölümden sonra değil, doğumdan sonra hayat olup olmadığı,” vurguları eşliğinde aktaralım: Hayat hakkıyla yaşanırsa ölümü de aşar. Evet ölüm diye bir şey yok; ölüm hayata sığsa da, hakkı verilmiş bir hayat ölümü aşar.

Ölüm mü? Önemi yok çünkü hayat ölmezken; hayatı hep son günüymüş gibi korkusuzca yaşamalı!

Yanlış kanaatlerin toplamı olarak korkuların hayatı yönetmesine izin verilirse, her şey “İmkânsız” ilan edilir; “Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin!” ifadesindeki üzere Friedrich Nietzsche’nin…

Oysa insan(lık) için yaşamda hiçbir şey korkmak için değildir. Her şey anlaşılmak içinken; anlamak korkunun panzehiridir.

İNSAN(LIK)

Zor olanın “Ne” olduğu sorulduğunda, Anaksimandros’un, “Kendini bilmek,” yanıtını hatırla(t)malı öncelikle. Özellikle de alışkanlıkların duyarsızlaştırdığı insan(lık) giderek hiçleşirken. Oysa olması gereken insan(lık) duygularını ve düşüncelerini açıkça ifade edendir; bastıran, sessizliğe mahkûm eden değil!

Güçlünün zayıfı ezdiği, köleleştirdiği, delirttiği insanlardan kendi olmalarını beklemek kolay değil; sormayıp, basitçe inanan, bilmemesinin yanında bilmeyi de istemeyen insan(lık)ı üretmekteyken kapitalizm!

Bu durumda yabancılaşmışları zincirlerden kurtarmak zordur elbette. Çünkü yabancılaşmış insan(lık)ın, korkudan ve dogmalardan başka hiçbir inancı yoktur. Ancak her şeye karşın insan(lık) iyi olmaktan vazgeçmemeli.

Hayat, isteme ile erişme arasındaki sert mücadeledir; olması gereken insan(lar)ın aslî görevi ise, eşitlikçi özgürlüğü yaratmak ve savunmaktır: “Alevi en parlak olan mum yolu aydınlatan mumdur,”[13] vurgusu ile Andery Tarkovski’nin, “İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan, hayat ile olan saf ilişkisini yitirir,” sözlerindeki gibi.

O hâlde “Hayattan ne istiyorum?” sorusu yerine “Hayat benden ne istiyor” demek ve dünyaya anlaşılmak için değil, anlamak için geldiğimizi “es” geçmemek gerekiyor.

Emek ve sevği insan(lık)ın kendini aşmasıyken; hayatının ölçüsü, uzunluğu değil, anlamlı kılınmasıdır; “İnsanın içindeki adalet duygusunu köreltirsek, insanın insana saygısı kalmaz,” uyarısıyla Yaşar Kemal’in.

Kapitalist hükümranlık coğrafyasının tümünde olduğu gibi Türkiye’de de insan(lık)ı konuşmak zordur; “Her koyun kendi bacağından asılır”, “Gemisini kurtaran kaptan”, “Köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı de”, “Bükemediğin eli öp”, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” felsefesi(zliği) dört yanı kuşatmışken, çürümüş değer(sizlik)ler üzerinde yükselen kirli ilişkiler “yükselen trend” olmuştur.

Kolay mı?

Türkiye’de bir dolandırıcılık fırtınası yaşanıyor: Coğrafyamızda bir dolandırıcılık holdingi kurulmuş. Farklı dolandırıcılık yöntemlerini aynı çatı altında birleştiren çete, İstanbul’da 4 çağrı merkezi kurarak onlarca dolandırıcıyı çalıştırmış. Çetenin elinde 80 milyonun kimlik bilgileri ve internet alışveriş verileri var. Kargoyu teslim almayan ve iade eden binlerce kişiyi dolandırmışlar. Jigolo tuzağına onlarca kişiyi düşürmüşler. Cinsel ilaç vurgunu ile insanları zehirlemişler.

Ayrıca memleket dolandırıcılar cumhuriyeti oldu. Devlet, kişisel verileri koruyamadı ve on milyonlarca insanın kimlik, adres bilgileri ortalığa saçıldı, dolandırıcıların eline geçti. Memleket insanı sahipsiz ve yolunacak kaza dönüştürüldü. Adliyeler dolandırılan kişilerin suç duyurularıyla dolu ve savcılıklar şikâyetlere yetişemiyor.[14]

Bunlar da yetmezmiş gibi, “Ekvador’dan Avrupa’ya kokain ticaretini yöneten El Pipo Türkiye’de mi?”[15] sorusuna muhatap olunan koordinatlarda dünyanın bütün çeteleri memleketi üsse çevirmiş durumda.[16]

Şaka değil! Türkiye’de, 2019’dan beri giderek daha fazla metamfetamin yakaladı. Bu sayı 2022’de ikiye katlanarak 77.7 ton ile bütün zamanların rekorunu kırdı

Türkiye, 2022’de önceki yıllara göre daha fazla “Captagon” ele geçirilmiştir. 2021’de 14 milyon tablet yakalanırken, bu sayı 2022’de 24 milyon tablete yükselmiştir.

Esrarın çok güçlü bir şekli olan “skunk” kaçakçılığı Türkiye için ciddi bir sorun oluşturuyor. Ülkede, 2020-2022 kesitinde esrar yakalamalarında azalma gözlenirken, ele geçen “skunk” miktarlarının önceki yıllara göre artış kaydedildi. 2022’de ele geçen esrar miktarı 2020’ye göre yüzde 28 daha azdı. Buna karşılık “skunk” yakalamaları bir önceki yıla göre yüzde 56 oranında artarak 8.6 tona ulaştı.

Giderek artan şekilde, doğrudan Latin Amerika’dan gelen ya da dolaylı olarak Batı Afrika’dan transit olarak Türkiye’ye ulaşan kokainin Balkan Yolu üzerinden Avrupa’nın hedef piyasalarına ulaşmasında ülke transit konumunda. Yakalanan kokain miktarı 2021’de, 2014 rakamlarına oranla  7 kat artarak 2.3 ton gibi rekor seviyeye ulaştı. Türkiye’yi transit geçen kokainin bir bölümü Ortadoğu piyasalarını hedefliyor. 2022’de Türkiye’de 2.3 ton kokain ele geçirildi. Bu miktar, 2021’e göre yüzde 18 daha fazla.

Metamfetamin kaçakçılığındaki artış ve 2022’deki rekor düzeyde yakalamalar yanında metamfetamine bağlı ölümlerin uyuşturucuya bağlı toplam ölümler içindeki payı da giderek yükseldi. 2018’de bu sayı yüzde 6.2 olduğu hâlde, 2020’de yüzde 31.2 ve nihayet 2022’de yüzde 59.9 seviyesine geldi.[17]

İlaveten: Coğrafyamızda, çeteleşmeyle gelen “şiddet” gün geçtikçe artıyorken; peş peşe yaşanan saldırı olayları ardından, büyüyen şiddet sarmalına karşı Sosyolog Dr. Nil Mutluer, “Olağanlaşan şiddet, iktidar ilişkisinin ve ahlak anlayışının yansıması” diyor.[18]

Bilinmesi gerek: Neo-liberalizm yalnızca hayatın her alanını metalaştırmayı amaçlayan bir ekonomik model değildir; aynı zamanda egemen ideolojide radikal bir dönüşümü de getiriyor. Neo-liberalizm, kendine uygun insan öznelliğini sınıf, toplumsal çıkar, planlama, dayanışma, ilerleme, eşitlik kavramlarını bastıran, birey, haz, mutluluk, rekabet gibi kavramlarla kurulmuş bir ideolojiyle üretir. Bu öznelliği, metaları işlevlerinden öte haz nesnelerine dönüştüren “hazlara dayalı tüketim tarzı” içinde yeniden üretiyor.

Nihayet teknolojik gelişmeler: İnternet, daha sonra akıllı telefon bu ikisi üzerinde gelişen “sosyal medya” platformları bireyler arasındaki ilişkileri, zaman kullanma tarzlarını değiştiriyor. “Gösteri Toplumu” daha da derinleşirken, medyada felaket haberleri üzerinden sansasyon ile izleyici, okuyucu kapma yarışı, bu yarışın anne ve anne-babalarda yarattığı korku ortamı çocukların yetişme koşullarını da etkiliyor.

Bu “yeni” kuşağın ruh hâlini en iyi “anksiyete” kavramı tanımlıyor: “Anksiyete”, korkudan farklı olarak birey arzu nesnesine ulaşmanın imkânsızlığına inandıkça, egemen ideoloji verimliliğini verili anlamlar sistemi de istikrarını kaybettikçe, günlük yaşamda irili ufaklı travmalar yaşandıkça (medyada hazlara dayalı tüketimin reklamları-gerçek yaşamda güvencesizlik, yoksulluk), bireyin kendisi hakkındaki algısıyla dışındaki dünyadaki konumu arasındaki fark açıldıkça, tatmin ve mutluluk getireceğini düşündüğü nesneler düş kırıklığı (tatminsizlik) yarattıkça “Gelişen ve giderek derinleşen bir durum”[19] olarak tanımlanıyor.

Durgun bir huzursuzluk sarmış her yeri. Durgun olmasa daha iyi, ama insanlar öyle bir görünmezlik sisi içerisinde kalmış ki, adalet yoksunluğu öyle bir noktaya gelmiş ki… Durgun huzursuzluk, şimdiki zamanın kaybıyla ilgili. Kaygı yükü insanı geçmiş ile gelecek arasına sıkıştırırken şimdiki zaman da ellerimizden kayıp gidiyor.

Durgun huzursuzluk, her an her şey olabilir ve olacak şeylere etkisi olunamayacağı inancından beslenir. Savaş mı çıktı,? Bir öğrenci ihmal sonucu asansör faciasında mı öldü? Her şeye zam mı geldi? Birileri pazarda yerden sebze meyve toplarken, birileri de metrelerce uzunlukta paralar mı takıyor düğünlerde ya da kahvesini altın karıştırarak mı içiyor? Buzullar mı eriyor, doğal felaketler mi yaşanıyor? Her şeye durgun bir huzursuzluk eşlik ediyor.

Artık milyonlarca insan antidepresanlarla hayata tutunmaya çalışıyor, yalnızlık toplum sağılığını tehdit eden bir salgın gibi algılanır olduğu için İngiltere’de yalnızlık bakanlığı bile kuruldu![20]

Hayal kırıklıkları, sosyo ekonomik şartlar, dijitalleşme ve daha pek çok etken bizi bu noktaya getirdi; “Çürümenin derinleştiği, ahlâki yozlaşmanın kurumsallaştığı, vurdumduymazlığın arttığı bir ülkede bireyler önce toplum olma vasfını kaybederler. Çürüme ve yozlaşma toplumu bölüp parçalar. Gelecek umudunu yok eder,”[21] itirafındaki üzere Kemal Kılıçdaroğlu’nun…

Evet, “Siyasetin ar damarı” çatladı! Sözlüklerde bunun anlamı “Utanç duyulacak şeylerin hiç sıkılmadan, pervasızca yapılır olması” diye yazılı…

Post-modern dönem ve durum olarak da vaftiz edilen, çağımızın “küreselleşme” diye lanse edilen ortamında bir yanda “ideolojilerin öldüğü” tumturaklı laflarla ilan ediliyor; öte yanda egemenlerin ideolojileri, paradoksal olarak, “doğal durum/yazgı” olarak sunuluyor!

Kısacası, her şeyin mubah görülebileceği bir laf kalabalığı ortamı oluşturulup, yoğun bir kara propaganda süreci sürdürülmekte. Böylelikle hiç bir bağlaşım/tutarlılık kaygısı aranmadan kitleler “iğfal” edilebilmektedir.

Malum; gerçeklerin çarpıtılarak sunulabildiği yerlerde güçlü bir karşı propaganda oluşamıyorsa fiilen sunulanın etkilerinden sıyrılıp, kurtulmak hiç kolay değildir. Etkili karşı propagandanın dayanağı ise alternatif bir ideolojiye dayandırılıp dayandırılamamasıdır.

Sonuç kaçınılmaz olarak egemen ideolojiye bir tür teslimiyet oluyor. Bu nedenle “ar damarın çatlamasına çok şaşırmamalı![22]

Alain Badiou gibi düşünürlerin belirttiği gibi şimdiki zamanı yeniden inşa etmeden dünyalı olamayacağız.

Şimdi yeniden ideolojik düşünce ve davranışa muhtacız!

Bunsuz olmuyor. Bu vazgeçilemez insani bir özelliktir. Ve elbette böylesine düşünmemiz, iktidarın işine gelmezken; Joshua Reynolds, “Düşünmenin külfetinden kaçmak için insanın başvuramayacağı yol yoktur”…

Lev Tolstoy, “İnsan aklı, onu huzursuz eden şeylerden kurtulması için vardır”…

Thomas Bernhard, “Düşünen insan doğuştan mutsuz bir insandır”…

Hikmet Kıvılcımlı, “İnsan beyni taşları sürekli dönen bir değirmen gibidir. İçine bir şey atmazsan kendi kendini öğütür,” diye anımsatırlar. Çünkü düşünmeyen insan(lar) uyurgezerlere benzer; insanın ne istediğini bilmesi “olmazsa olmaz”dır ve böylesi bir duruşu da vazgeçilemez kılar.

“Kendi duruşundan emin olan kişilerin etrafındakileri aşağılamak gibi huyları yoktur. Kendini beğenmişlik ve kibrin nedeni derin bir korkudur.”[23]

İnsan olmakta/ kalmakta kararlı olanlar için ezilenlerin acılarına üzülmek yanında, onu paylaşmak ve onlara olduklarından ya da hak ettiklerinden daha az değer vermenin yanlış olduğunu anlatmak gerek.

Bir de umudu yaratarak toplumsallaştırmak gerek…

Umut ilkesi hayatın önemli gerçeklerindendir. İnsanlara bir varış noktası duygusu ve başlamak için cüret aşılar.

Bu nedenle John Berger, “Umut bir güvence biçimi değildir; bir enerji şeklidir ve çok karanlık koşullardaki enerjinin en güçlüsüdür”; Anne Bronte, “Hayat ve umut birlikte sona ermelidir,” derlerken; umudunu kaybetmeyenler, umutsuzluğa prim vermezler. Çünkü, “Usancı, bezginliği biran unutturan bir şey varsa yaşama sokuverdiğimiz umuttur…”[24]

Umudu umut yapan da hayatın amacı özgürlüktür!

Emma Goldman’ın, “İnsanlık kendi kuvveti ve yeteneklerinin bilincine varmalıdır; insanların daha iyi ve onurlu bir yeni hayat başlatmak için özgürleşmeleri zorunludur,” notunu düştüğü kolektif sorumluluk olarak o, yıldızlara bakmayı asla unutmamak ve severek yaşamaktır hayatı, büyük bir meydan okumayla…

GERÇEK, DİRENİŞ, ÜTOPYA, GELECEK

Meydan okumak ve dünyayı değiştirmek için hayale muhtacız ve hiçbir şey başkaldıran hayal kadar güzel ve güçlü olamaz.

Düşler(imiz) sürdürüldüğü sürece hayata mündemiçken; büyük hayaller, hayal kuran insanların eylemleriyle hayata geçirilir; “Olağan insanlar hayal gücümüzü etkileyemezler.”[25]

Ancak kimi insanlar hayal etme yetisinden yoksundurlar. Onlar sadece kendilerine söylenenleri tekrar edip dururlarken; sırf maaş vaadinden ötürü hayallerinin/ tutkularının peşinden gitmezlerken; farklı bir şey yapmayı, hak istemeyi, direnmeyi hayal bile edemezler.

Direnmek, gerçekten gerçeğimizi keşfetmemiz ve yaparak bildiğimizi göstermektir; sadece kitap okuyup, yazmak yetmez… Meydan okumalıdır insan(lık), kendine, hayata, dünyaya…

Gilles Deleuze’ün, “İktidar hayatı hedef aldığında, hayat iktidara direniş olur,” sözlerindeki üzeredir her şey; ve hayat(ımız)ı sınıf mücadelesi ekseninde kendimiz yaparız; bunu tam anlamıyla kavramış bir insan için hayatta katlanılamayacak hiçbir şey yoktur.

Kuşku yok: Bir kuruluş ile yıkılış serüveni olarak hayata değer katan bıçak sırtında olabilme cüretiyken; öyle yaşamalıdır ki, bitmemeli, evrene yayılmalıdır ısrarı: Sonsuza dek yaşayacakmış gibi düşünüp, yarın ölecekmiş gibi davranmalıyken…

Malum: Sonsuz değişimler içindir hayat. Yani söylediklerimiz ve yaptıklarımız, etkileri hayatımızın ötesine geçmiyorsa, önemsizdir. Bunun için de hayatı anlamlandırmak için dünyayı değiştirecek davanın neferi olmak gerek.

Özetle ahlâklı olmak, direnmek, vazgeçmemek kolay ve rahat bir hayat için uygun değildir; Jean Paul Sartre’ın, “Şu hayatta önemli olan tek şey, bir insanın ‘Ben gerçekten yaşadım’ diyebilmesidir. Onun dışında hiçbir şeyin önemi yok,” sözlerini hayata geçirmek için gerçeklere bağlanılmalıdır! Çünkü “Gerçek bir teori değildir, bir eylemdir, hayatın kendisidir,” altını çizdiği üzere Mikhail Bakunin’in…

Kolay mı?

Hayata dokunduğumuz ölçüde gerçeğe yaklaşırız.

Gerçeğin beklemeye tahammülü yok; beklemek bir tuzaktır. Her zaman beklemek için sebepler olacaktır; “Hepimiz bir şey bekleriz. Mesela ben, hayatım boyunca bir şeyler bekleyip durdum, bütün hayatım boyunca sanki tren istasyonunda bekler gibiydim, bütün zaman boyunca sanki yaşadığım hayat gerçek değildi de bir tür bekleyişti,” sözlerindeki edilgenlik ile Andrey Tarkovski’nin..

Tam da burada gelecek için beklentilerle ertelemeden gerçeğe cesaretle taraf olunmalıdır.

Gelecek, değişimin ürünüdür. Çünkü; ona karşı gelmek saçma ve boşa bir çaba olmaktan öteye geçemez. Değil mi ki, değişim hayatın ta kendisidir; ütopyanın realizasyon imkânıdır.

1516’da Thomas More’un yayımladığı ‘Ütopya’ başlıklı yapıt “olmayan yer” ya da “düş ülke”yi anlatır.

Özetin özeti: Hayatın anlamı, ona vermeyi seçtiğimiz şeydir. Anlam, sadece insan(lar)ın dünyayı değiştirme eylemlerinden doğarken; gerçekleştirebildiklerimiz ütopyalarımızdır.

“HAYAT” FASLI

“Hayat” faslında Jacques Vergès’in, “Hayatta en kötü şey, teslim olmaktır”…

Che Guevara’nın, “Hayat korkakları affetmez.” “Düşmanın yoksa, hayatta hiç başarılı olamadın demektir”…

José Ortega y Gasset’in, “Hayat ne olduğunuz değil, ne olmak istediğinizdir”…

Andrey Tarkovski’ni, “Hayatı yalnızca hazzın peşinden giderek yaşamamız gerektiğini kim söylemiş? Ben bu iddiayı saçma ve yanlış buluyorum”…[26]

Leonardo da Vinci’nin, “Hayatın sunduğu yol dikse, sen de başını dik tut,” sözlerinin altını ısrarla çizmek “olmazsa olmaz”dır.

Aslı sorulur ise hayatta en büyük şey, “yapamazsın” denileni yapmakken; o, kendini bulmak değil kendini yaratmakla ilgilidir. Yani yaşamayı sürdürmek sadece nefes almayı sürdürmek değildir.

Bunun için ne konuştuğunuzla değil, neyi yaptığınızla ilgilenen hayat oksijen alıp karbondioksit vermekten ibaret değildir ve dolu dolu yaşanırsa olağanüstüdür; ne kadar yaşanmamışsa da ölümden o kadar korkulur.

Gerçekten de hakkı verilirse ölümden çok daha güçlü olan hayattaki en büyük risk, risk almamaktır ve de hayat cesaretle yaşanmalıdır; uzun olmaması pahasına…

Hayata değer vermeyen onu hak etmemiştir; o, insan(lık)ın hayal gücüne göre büyür veya küçülür. Emeğin karşılığıdır ve hafızasız, edilgen bir hayat, hiçtir.

Kapitalizmin insan(lık)a dayattığı hayat; çoğunluğun gülemediği için ağladığı, lafta “yaşadığı” hâl(ler)den ibarettir. Sayısız insan, cehennem gibi bir hayat içinde ölümle pençeleşiyorken; devlet, hayat üzerinde ne kadar sınırsız güce sahipse, insan(lık)ın yaratıcı gücünü/ iradesini o kadar köreltip zayıflatır.

Hayal ve hakikât müthiş bir alaşımı olarak bugündeki hayatta, daima başka bir hayat ve yarın imkânı vardır ve de mümkündür. Tabii onu arayanlar için.

Böylesi bir hayat doğası gereği riskliyken; farklı olmaya cesaret eden bir duruş sergilenmelidir. Hayat göründüğü kadar basit olmadığı gibi, anlaşılmaz da değildir; yaşamın geliştirilip, değiştirilmesine dair ilkelerin öneminin bilince çıkarılmalıdır.

Ne kadar acımasızca olursa olsun, yüzleşmekten geri durulamaması gereken hayatı sorgulamayıp, üzerinde düşünmeyenler yaşamamaktadırlar. Ayrıca ne pahasına olursa olsun yaşamaya değer olduğunu söyleyenlerin bir rezillik kitabesi yazdıkları “sır” değildir. Çünkü onların hayatta kalmak için ihanet etmeyecekleri hiçbir neden ve hiç kimse yoktur.

Emile Ajar’ın, “Rol yapmazsanız asosyal, uyumsuz ya da sinir hastası damgası yersiniz,” uyarısını unutmayan ve elbette göze alan hayatın amacı onu estetize ederek toplumsallaştırmaktır.

Hayat bir mücadeledir, her birimiz üzerimize düşeni yapmalıyız. Onu para ile takas etme cinayetinden uzak durarak elbette…

İnsan(lık)ın hayatına anlam verememesi müthiş bir felakettir. Hayatın hakkını vermek, başkalarının acılarına kayıtsız kalmamakla mümkündür. “Yaşamak, amacını ortaya koyduğu zaman güzeldir”[27] ve anlamı da ötekiyle bulunur.

Söz konusu güzergâhta uzun yaşamak için değil, doğru yaşamak için çabalanmalıdır; sınıflı sömürü koşullarında insan(lar)ın yüzde doksanı yaşamayıp, sadece var oldukları görülmelidir.

Kaldı ki “Yaşama sevinci her şeyin üstünde”yken;[28] o, sadece karnın doyurulmasından, maddi gereksinimlerin karşılanmasından ibaret olmayıp; bir serüvendir, ama asla hazır bir reçete değil…

Böylesi cüretkâr bir yaşamın kısalığından yakınanlar, zamanlarını kötüye kullananlardır.Evet, evet hayat aynı yerde durmadan dönüp durmak, ardından da yaşlanıp ölmek değil elbette; dünyada başka türlü yaşamak mümkündür ve en büyük zafer hiçbir zaman düşmemekte değil, her düştüğünde ayağa kalkmakta yatar.

Hayat hem kendini geliştirmek hem de aşmaktır. Eğer bir şey sürekli aynı durumda kalıyorsa, o zaman yaşamak sadece ölmemektir. O kötülüklere karşı savaşmaktan ibarettir; eylemdir/ davranıştır; eylemsiz nafiledir.

O zor kararlarla doludur ve kazananlar bu zor kararları verenlerdir. Hayatı tahrip eden değil, onu inşa eden ve güzelleştiren insanlar olmaya gayret edilmelidir. Elbette başka bir yaşam olmalı, böylesine üzgün ve hüzünlü olmak için yaratılmış olamayız!

Uğrunda yaşama mücadelesi verilen hiçbir şeyin kalmadığı onursuz bir hayatın anlamı yoktur, olamaz da! Onun anlamı yaşadığın sürece fark yaratmaktır; “Hayata güvenin, bin kez güvenin. Umutsuzluğunuzu kovun. Böylece ölümü de kendinizden uzaklaştırmış olacaksınız. Cehennem sonsuza dek sürmez,” ifadesindeki üzere Elie Wiesel’in.

İnsan(lık)a kim olduğunu öğreten hayat, bir bakış açısını, duruşu getirirken ve hiçbir şey, vicdanını harekete geçiren bir insan(lık)dan daha güçlü olamazken; Lucretius’un, “Hayat bir işinize yaramadıysa, boşu boşuna geçtiyse, onu yitirmekten ne korkuyorsunuz? Daha yaşayıp da ne yapacaksınız?” sorusu eşliğinde hayatıyla değişim yaratmaya çalışan insan(lık) için yapılabilecek en iyi şey, elinden gelenin en iyisini yapma iradesidir.

Hayatı pragmatik yaşamak, gerçeklerden bir kaçıştır; onu iktidarın kurallarına göre yaşama zorunluluğuna itiraz etmek, diz çöküp, baş eğmemek insan olmanın gereğidir.

“İyi de daha iyi bir yaşam için ne yapmalı?” sorusunun yanıtı başkaldıran insani yaratıcılıkta gizlidir. Bu yolda asla hayata sırt dönülmemeli. Hayat mücadeleyle yaratılanlardan ibarettir. Yani onu iyi veya kötüye kullanmamak insan(lık)a aittir.

Hayat ya ilerler ya da geriler; yerinde saymak yoktur. O dinamik bir süreçtir, asla statüko değil. Ve de hayat ileri doğru yaşanmıyorsa, nafiledir. Ayrıca bir tercih meselesidir. En önemlisi de hayatın en büyük hatası vazgeçmektir.

Acı ve ölüm hayatın reddedilemez parçalarıyken; bir mücadele olarak asıl hayat insan(lık)ı, boyunduruktan kurtulduktan sonra bekler. Bu kapsamda hayatta her zaman soru(n)lar, eski ile yeni, belirsizlikler ile beklenmedik imkânlar varken; en önemlisi “kararlı” bir tutuma sahip olmaktır. Tam da bunun için hayatımızın kahramanı, ideallerimizin savaşçısı olmalıyız.

O hâlde Che Guevara’nın, “Hayatın kurallarını değiştirecek kadar güçlü değilim ama kurallara boyun eğmeyecek kadar güçlüyüm,” uyarısı doğrultusunda, gücümüzü hayattan alırız.

Hayat yaşandığı kadardır; o, kendiliğinden ne iyi, ne kötüdür; ona iyiliği kötülüğü katan insan(lık)ın seçim(ler)idir. Endişelerle her şeyi geleceğe erteleyen; hakkı verilmiş hayat insan(lık)ı pes edene ya da onun ötesine geçene kadar sınar.

Provası da, tashihi de olmayan hayattan korkmamak çok önemlidir; hata üstüne hata yapıp ders çıkaranlar başarılı olurlar.

Eğer insan(lık) hayal ettiği hayatı yaşamak için mücadele ederek yolunu açıp ilerliyorsa, bunun için çalışıp/ çabalıyorsa elbette başaracaktır.

Yaşam, alışkanlık rafına kaldırıp unutulacak bir şey değilken; gerçek amaç yaşamını giydirip kuşatmak değildir; bu yaşamın “sandığın” şeyden uyanmakla, reddetmekle ilgilidir; “Yaşamın olduğu her yerde savaşmak istiyorum!” ifadesindeki üzere Clara Zetkin’in…

NİHAYET!

Rudolf Rocker, “Dünya şu anda bir krizde, çeşitli ve farklı biçimleriyle kapitalizmin yıkılması, gezegenin hayatının devamını sağlamak açısından artık hayati bir önem taşıyor,” derken ekler Komutan Yardımcısı Marcos: “Kapitalizm bize tatminden uzak bir hayat dayatır ve bu durumun karşısında sadece bir seçeneğimiz vardır: Yaşamlarımızı başka türlü yaratmak.”

Başka türlü bir yaşamı tahayyül etmek kolları yeniden sıvayıp hayatı savunmak yolunda temel görevimizdir; hiç pişman olmadan yapılması gerekenleri yapmaktır.

Bunun için de Seneca’nın, “Herkesin gözü önünde yaşıyormuş gibi yaşamalıyız; birileri yüreğimizin en derinini görüyormuş gibi düşünmeliyiz”…

François-Marie Arouet Voltaire’in, “Sadece iki günümüz var yaşamaya, bu günleri de aşağılık heriflerin önünde diz çökerek geçirmeye değmez”…

Federico García Lorca’nın, “Kansız kalıp ölmek, kanı kuruyarak yaşamaktan iyidir,” uyarıları eşliğinde insan olmak (ve kalmak) fiiline ilişkin talebimizin hayat(mız)ı değiştirmek için radikal olmaktan başka seçeneği olmadığı kavranmalıdır!

24 Mart 2024 14:30:23, İstanbul.

N O T L A R

[1] Juvenal.

[2] Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Dilek Hattatoğlu-Erol Özbek, Ayrıntı Yay., 1991.

[3] Sylvia Plath, Günlükler, çev: Merve Sevtap Ilgın, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2014.

[4] Bruce Willis, The Sixth Sense, Altıncı His, 1999… https://www.nadirkitap.com/altinci-his-the-sixth-sense-1999-orjinal-vcd-film-bruce-willis-efemera35959198.html

[5] Albert Camus, Defterler 2, çev: Ümit Moran Altan, İthaki Yay., 2003, s.272.

[6] Erich Fromm, Özgürlükten Kaçış, çev: Selçuk Budak, Öteki Yay., 1993, s.280.

[7] Jonathan Crary, Yeryüzü Yakılıp Yıkılırken, çev: Tuncay Birkan, Metis Yay., 2023.

[8] Michel de Montaigne, Denemeler, çev: Sabahattin Eyüboğlu, Cem Yay., 2012.

[9] Arthur Schopenhauer, Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine, çev: Ahmet Aydoğan, Say Yay., 2018.

[10] “Lüksün sergilenişinin neredeyse büyüleyici bir karakter edindiği genellikle vasat çok sayıda filmde görüldüğü gibi, seyirci başka bir gündelik hayat sayesinde kendi gündelik hayatından kopartılır.” (Henri Lefebvre, Gündelik Hayatın Eleştirisi 1, çev: Işık Ergüden, Sel Yay., 2012, s.15.)

[11] Frank Mccourt, Angela’nın Külleri-Hatıralar, çev: Neşe Olcaytu, Epsilon Yay., 2001.

[12] Søren Kierkegaard, Kendinizi Sevmeyi Unutmayın, Aforizmalar, çev: Emre Murat Bozer, Aylak Adam Yay., 2016, s.83.

[13] José Saramago, Körlük, çev: Işık Ergüden, Kırmızı Kedi Yay., 2022, s.93.

[14] Timur Soykan, “Dolandırıcılar Cumhuriyeti”, Birgün, 6 Mart 2024, s.7.

[15] Mustafa Özdemir-Yıldız Yazıcıoğlu, “El Pipo Türkiye’de mi?”, 23 Mart 2024… https://d33vxfhewnqf4z.cloudfront.net/a/ekvadordan-avrupaya-kokain-ticaretini-yoneten-el-pipo-turkiyede-mi/7539629.html

[16] Sercan Meriç, “Timur Soykan: Çürümenin Portresi: Baron İstilası”, Birgün Pazar, 10 Mart 2024, s.12.

[17] “Bu Veri Kolombiya’dan Değil Türkiye’den”, Birgün, 6 Mart 2024, s.9.

[18] Deniz Güngör, “Çeteleşme, Şiddet Sarmalını Büyüttü”, Birgün, 28 Ağustos 2023, s.3.

[19] Ergin Yıldızoğlu, “Direniş Neden Etkili Olamıyor?”, Cumhuriyet, 18 Mart 2024, s.11.

[20] Bülent Usta, “Durgun Huzursuzluk”, Birgün, 8 Kasım 2023, s.13.

[21] Kemal Kılıçdaroğlu, “Ahlâksızlığın Kurumsallaşması -2”, Cumhuriyet, 21 Mart 2024, s.2.

[22] A. Raşit Kaya, “Siyasetin Ardamarı İdeoloji”, Birgün, 29 Şubat 2024, s.10.

[23] Alain de Botton, Statü Endişesi, çev: Ahu Sıla Bayer, Sel Yay., 2005, s.31.

[24] Bilge Karasu, Altı Ay Bir Güz, Metis Yay., 2018, s.16.

[25] Oscar Wilde, Dorian Gray’in Portresi, çev: Nihal Yeğinobalı, Can Yay., 2002.

[26] Andrey Tarkovski, Şiirsel Sinema, çev: Ebru Kılıç, Agora Kitaplığı, 2009.

[27] Jack London, Beyaz Diş, çev: Kerim Çetinoğlu, Kum Saati Yay., 2010.

[28] Eduardo Galeano, Ve Günler Yürümeye Başladı, çev. Süleyman Doğru-Savaş Çekiç, Sel Yay., 2017, s.288.

“Teraziyi değiştirme” zamanı…

“Radikal olmak sorunları kökeninde ele almaktır, insan için bu köken insanın kendisidir…”
Karl Marx

“Bana hedefi göster ama beni oraya ulaştıracak yolu da göster…”
Faust

Aslında yazının başlığı “perspektifi ve paradigmayı değiştirmeden asla…” da olabilirdi. Perspektifi ve paradigmayı değiştirmek, düşünce tarzımızı, üretim tarzımızı, tüketim tarzımızı ve yaşam tarzımızı değiştirmeden mümkün değil… Başka türlü söylersek, vakitlice düşünsel-entelektüel bir kopuşa ihtiyaç var… Zira verili düşünce tarzıyla şeylerin seyrini değiştirmek mümkün değil… Artık şeyleri adıyla çağırma zamanı gelmiş olmalıdır… Boşuna şeyleri adıyla çağırmamak bir yalan söyle yöntemidir denmemiştir…

İnsanlar “geleceğin güzel günleriyle” oyalanıyor… Lakin o güzel günler bir türlü gelmiyor, ufukta bir çizgi gibi hep uzaklara kayıyor. Tam tersi söz konusu. Her geçen gün insanların geleceği kararmaya devam ediyor… İnsanlar ilerleme, ekonomik büyüme, kalkınma yalanıyla oyalanıyor…

Sahte bir “demokrasi oyunu” sergileniyor. Aslında seçimler hiçbir şeyi değiştirmiyor… Hep aynı kumaştan kaşarlanmış burjuva siyasetçileri yönetiyor… Siyaset iki şeye yarıyor: Kitleleri aldatmak-oyalamak ve siyasetçi erbabı da dâhil, mülk sahibi sınıfları zenginleştirmek… Bizde oldum oyası siyaset, bütçeyi, hazineyi ve müşterekleri (herkesin olanı, olması gerekeni) yağmalamanın talan etmenin aracıdır… Fakat geride kalan yüz yılda 20 yıllık dinci AKP iktidarında olduğu gibi bir sömürü, yağma ve talan görülmedi… Ülkenin varı-yoğu utanmazca yağmalandı, talan edildi… Eğer bu yağma ve talan vakitlice durdurulamazsa, geriye kurtarılacak bir şey kalmayacak…

Temsilî demokrasi denilenin demokrasiyle gerçek bir ilgisi yok… Esasen bidayette “temsilî demokrasi” gerçek demokrasinin önünü kesmek amacıyla peydahlanmıştı… Seçilenler seçenleri temsil etmiyor… Kimi temsil ettikleri de bir sır değil…

Siz hiç kapitalizmi ağzına alan bir siyasetçi tanıdınız mı? Kapitalizmi yok sayarak bu dünyada bir şeyleri başarmak, şeylerin seyrini değiştirmek mümkün müdür? Yüz yüze geldiğimiz tüm sorunların, sosyal kötülüklerin (işsizlik, yoksulluk, açlık, sefalet, aşağılanma…), iklim krizinin ve ekolojik yıkımın (türlerin yok olması-ekosit) gerisinde insana, topuma, doğaya, canlıya düşman şu lânet olası kapitalizm yok mu?

Ne ile cebelleştiğini bilmek önemlidir denmiştir… Beş yılda bir sergilenen seçim oyunu, beş yıl süreyle kitleleri aldatmaya, oyalamaya imkân veriyor… Ve beş yıllar birbirini izliyor… Türkiye’de (askerî darbe dönemleri hariç) yaklaşık 80 yıldır bir “demokrasi oyunu” oynanıyor… Gide gide şimdilerde dinci AKP’nin tek adam rejimine ulaşıldığına bakılırsa, “oyunun başarıyla oynandığını” teslim etmek gerekir…

Artık hiçbir şey eskisi değil ve olmayacak… Müesses nizamın muhalefetinin taşı yerinden oynatması mümkün değil. Olmayacak duaya âmin demenin de bir âlemi yok… Zira, paradigmayı değiştirme zamanı gelip çattı… Artık yönetenleri değil, sistemi değiştirmenin gerekli olduğu bir zamandayız…

Bir zamanlar köyün birinde yaşlı bir bakkal varmış. İşini bir çırak yardımıyla yürütürmüş… Köylüler “az helva veriyor” diye çırağı bakkala şikâyet ederlermiş, bakkal da çırağı değiştirirmiş, yeni çırağı da şikâyet ederlermiş, onu da değiştirirmiş, şikâyetler sürüp girermiş… Sonunda terazinin bozuk olduğu anlaşılmış, terazi değiştirilmiş ve şikâyetler sonlanmış…

Kapitalizm varlığını büyümeye borçludur. Şimdilerde artık yeteri kadar büyüyemiyor ama büyürse de sosyal kötülükleri (açlığı, işsizliği, yoksulluğu, sefaleti, manevi yozlaşmayı…) derinleştiriyor; iklim krizini ve ekolojik yıkımı, ekositi (canlı türlerin yok olması) azdırıyor… Aslında bu durum, “boşa koysan dolmaz, doluya koysan almaz” hâlidir… İnsanlığın yüzleşmek zorunda olduğu kötülükler, sadece ekonomik kriz, finansal kriz, iklim krizi, ekolojik yıkım, sosyal kriz, politik ve jeopolitik, kriz, etik krizi… değil, bunların tamamı veya aynı anlama gelmek üzere bir uygarlık krizi… Daha da ötede şimdilerde antroposen (anthropocene) denilen bir “jeolojik çağ dönüşümü” zamanı…

Geçerli eğilimler ve süreçler insanlığı ve uygarlığı hızla “geri dönüşü olmayan” bir eşiğe doğru sürüklüyor ve bu durum oligarşik yağma ve talandan kaynaklanıyor… Dolayısıyla geçerli kapitalist üretim, tüketim ve yaşam tarzı dâhilinde artık bir gelecek olmadığının bilinmesi gerekiyor… Bir taraftaki açlığa, yoksulluğa, çaresizliğe, doğa tahribatına (ekolojik yıkım ve iklim krizi), diğer tarafta küresel oligarşinin şımarık üretimi ve tüketimi eşlik ediyor… İşte yüz yüze geldiğimiz sürdürülemezlik tablosu bu temelli olumsuzluktan kaynaklanıyor. O hâlde emperyalist Batı’da (şimdilerde “Global Nord” diyorlar) üretimin ve tüketimin radikal olarak kısılması gerekiyor… Azgelişmiş Güney’deyse (ki ona da “Global South” diyorlar) temel ihtiyaçlara cevap veren şeylerin üretiminin artırılması gerekiyor…

Kapitalizm dâhilinde bir gelecek yok… Radikal olarak kapitalizmden çıkma perspektifine ve programına sahip olmayan hiçbir siyasi öznenin, hiçbir muhalefetin taşı yerinden oynatması mümkün değil… Velhasıl, vakitlice paradigmayı değiştirmek gerekiyor… Aksi hâlde geriye kurtarılacak bir şey kalmayacak…

Araç bozuksa tamir edilir, tamir edilebilir değilse yenisini üretilir… Fakat kapitalizm reforme edilebilir, insafa gelebilir bir sistem değildir… Esasen hiçbir üretim tarzı reforme edilemez… Her üretim tarzı belirli-verili bir mantığa göre işler ve mantığın dışına çıkınca da sistem olmaktan çıkar… Velhasıl ne ile cebelleştiğini bilmek önemlidir denecektir…

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...