Selçuk Kozağaçlı bir avukattır, hâlâ avukattır. Selçuk Kozağaçlı bir devrimci tutsaktır ve hâlâ tutsaktır.
Selçuk, ÇHD’nin onursal başkanı ve avukat ile özdeşleşen savunmanın savaşçısı, onurudur.
19 Mart’ta başlayan kitlesel eylemler, “böyle yaşamak istemiyorum, sizin iradenize boyun eğmeyeceğim” olarak adlandırılabilir. Ve korkunun aşılması, kitlelerin kendi iradelerini ortaya koyma sürecinin başlangıcıdır. Bu nedenle, Saray Rejimi, tüm baskı makinası ile, hukuku, mahkemesi, hapishanesi, işkencesi, basını, kolluk kuvvetleri, copu, TOMA’sı, gazı ile topyekûn bir saldırı politikasını sürdürmek istiyor. Bunu zaten yapıyorlar. Bunu sürdürmek istiyorlar. Bunun için, her türlü oyunu devreye sokuyorlar. Derler ya, “Osmanlı’da oyun bitmez”, işte TC devletinde de oyun bitmez.
Korkuyu egemen kılmak için, Selçuk Kozağaçlı’yı önce salıverip, sonra tekrar tutukluyorlar.
Selçuk Kozağaçlı, verilen cezayı yatmıştır. Ceza infaz olmuştur, bitmiştir. Ve elbette salıverilmesi gereklidir. Ama Saray Rejimi, baskı ve şiddet politikası ile, psikolojik savaşı birlikte yürütmektedir. Bu “içeride ve dışarıda savaş” politikasıdır. Bu nedenle, Selçuk’u serbest bıraktılar ve ardından, “aaa, pardon” deyip tekrar tutukladılar.
Sözüm ona, hukuk silahı ile, direnenlerle dalga geçmektedirler. Oysa gerçekte, yönetme krizlerini her yolla açığa vurmaktadırlar.
Saray Rejiminin hukuku, bir çeşit “saray hukuku”dur. Sadece adı “adliye sarayı” olarak değiştirilen adliyelerin yeni hâline dikkat çekmek isterseniz, size saray hukuku demek yeterli olabilir. Ama gerçekte bu yetersizdir.
Bugünün burjuva hukuku, bugünün Saray Rejimi eli ile uygulanan hukuk, “iç savaş hukuku”dur.
Onlar, sermaye sahipleridir. Biz ise işçileriz, emekçileriz, kadınlarız, gençleriz.
Onlar egemenlerdir; NATO’su, ABD’si, AB’si ile emperyalist efendiler ve onların yerli ortakları olan tekelci sermayedir. Biz ise, devrim için savaşan, insanın insan tarafından sömürülmesine son diyen, savaşsız ve sömürüsüz, aşağılanmanın her türünün ortadan kalktığı bir dünya için savaşan devrimcileriz.
Onların “aydın”ları, burjuva aydınlar, emperyalist efendileri, Saray Rejimi için kalem tutan kalemşörlerdir. İşte onların hukukçuları da bunlardandır. Bir avuç dolara, değil vicdanlarını, her şeylerini satabilen, insan olmaktan çıkmış, egemenin hizmetçileridir.
Bizim aydınlarımız, emekten yana, mücadele eden, direnen, entelektüel bilgisi ile işçi sınıfının savaşımında yer alan, fizikî olarak mücadele etmekten, bedel ödemekten çekinmeyen devrimci aydınlardır. İşte Selçuk Kozağaçlı, bizim cephenin, devrim ve sosyalizm cephesinin, işçi sınıfının cephesinin aydınlarındandır.
Egemen, Saray Rejimi, bir avukatı, cezasını yatmış olan bir devrimciyi, önce serbest bırakıp sonra tutuklamaktadır. Bu onların psikolojik savaş oyunlarının bir başkasıdır. İçeride ve dışarıda savaş politikasının devamıdır. Sözüm ona, bu hamle ile, devrimci aydınları, devrimcileri yıldıracaklar. Oysa, tartışmasız bir biçimde Saray Rejiminin hukukunun bir “iç savaş hukuku” olduğunu ortaya koymaktadırlar.
İstanbul Barosu, dünyanın en büyük barolarından biridir. O baroyu büyük yapan, içinde yer alan dürüst, direnen avukatlardır. Ve Saray Rejimi, İstanbul Barosuna saldırmaktadır. Dava, 28-29 Mayıs’ta, Silivri’de yapılacak şekilde ayarlanmıştır. Bir, korku salmak istiyorlar. Yani Silivri, hapis yatmaya yakın bir yer anlamında simgedir. İkincisi, Saray Rejimi, bir iç savaş rejimidir ve TC devletinin olağanüstü olarak örgütlenmesidir. “Olağan” yöntemlerle yönetemiyorlar. Hiç yönetemiyorlar değil elbette. Bu da sermayenin yönetiminin bir tarzıdır. Ve bunun bir kanıtı olarak, baronun davasını Çağlayan’dan kaçırıyorlar. Nasıl ki bir devrimci avukatı önce tahliye edip sonra tutuklayarak bir psikolojik savaş devreye sokuyorlarsa, burada da aynısı söz konusudur. İç savaş makinası olarak TC devleti, Saray Rejimi, Çağlayan’da, dünyanın en büyük barosunu yargılayamıyor.
Adalet sarayı yapmışlar. Ama “adalet sarayı”nda, baroyu yargılamaktan ürküyorlar ve davayı Silivri’ye taşıyorlar. Böylece Çağlayan’da dışarıda ve içeride yer alma ihtimali yüksek olan kitle, içeride avukatları, dışarıda dayanışma için gelecek kitle Silivri’ye gelmez, diye düşünüyorlar. Artık, en küçük adımı, bir sıçan gibi kurnazlıklarla atmaya çalışıyorlar. Adalet sarayının savcıları, artık bir sıçan kurnazlığı ile hareket ediyorlar: kap ve kaç. Tahliye et ve sonra tutukla. Adına hukuk ve bağımsız yargı de.
Burjuva muhalefet, CHP dâhil, hemen “TC devleti, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir” nakaratını devreye sokuyor ve buna muhalefet diyorlar.
İç savaş hukuku budur.
Birçok hukuk “uzman”ı, birçok “salon muhalifi” hep birlikte, Saray Rejiminin “hukuksuz” davrandığını söylüyor. “Hukuk,” diyorlar, “ayaklar altındadır.” İyi de kimin hukuku, kimin ayakları altındadır? Hukuk, burjuva hukukudur, egemenin hukukudur. Ve onu ayakları altına alan bizzat sermaye ve onun iktidarıdır. Oysa işçi sınıfı, bu burjuva hukuku temel alamaz, almamalıdır. Onların, mücadele eden, hakkını arayan bir işçiyi, bir kadını, bir öğrenciyi yargılama hakları yoktur. Biz onların hukukunu temel alıp, onlar bize suçlu, onlar bize terörist dedi diye, kendimizi suçlu hissetmeyiz. Bizim hukukumuz, emeğin, işçi sınıfının hukukudur ve bu hukuk, direnişlerde, grevlerde, sokaklarda yazılacaktır.
19 Mart 2025 kitle eylemlerinde, eylemlerin seline katılan CHP bile, onların yasaklarını dinleyemez hâle geldi. Saray bağırdı, “eylemler yasaktır”, duyan olmadı. Olağan burjuva hukuk bunu, kitlesel sayılara bakarak, olumsuz kamu kararı olarak ele alır. Oysa olağanüstü hukuk, yani iç savaş hukuku bunu “devletin güvenliği öncelenmelidir” diye ele alır. Peki sonuç nedir? Eğer binlerce, yüz binlerce, milyonlarca insan bu kararı çiğnerse, ancak göstermelik olarak birkaç kişiyi seçip cezalandırabilirler. Bunu denediler. Ve hiçbir genç, onların verdiği cezayı “ceza” olarak kabul etmedi. Dahası, anne ve babaları, bu gençleri açık ve net bir dille savundular.
Artık cezalarının bir hükmü yoktur.
“İç savaş hukuku”, elbette, iç savaşın karşı cephesi olan Birleşik Emek Cephesinin de kendi hukukunu ortaya koymasını gerekli kılar, onu çağırır.
Onun için, içeride olmak, tutuklanmak, gözaltına alınmak, artık bir anlam ifade etmemektedir. Ne için mücadele ettiğini bilenler için bunun anlamı yoktur. Ülkenin hapishaneleri dolmuştur ve ülkenin hemen her evini bir çeşit ev hapishanesine çevirmek istiyorlar. Bu nedenle, “özgür” olmak ile tutsak olmak arasında bir fark kalmamıştır, bu fark azalmıştır.
Bu nedenle, İstanbul Barosu direnmek zorundadır. Bu direniş, elbette Saray Rejiminin “kap ve kaç” tarzı sıçanca taktiklerine karşı uyanık olmayı ve zamanında doğru tutumlar almayı gerekli kılmaktadır. Baronun yargılanmasını Silivri’ye de götürseler, avukatlar tüm kalabalıkları ile orada olmalıdırlar.
Saray Rejimi, sadece parlamentoyu ortadan kaldırmamıştır. Parlamentoyu ortadan kaldırmış, bunun sonucu olarak siyasal partileri, burjuva partilerini de gereksiz kılmıştır. Saray Rejiminin yönetim yeri, doğrudan Saray’dır.
Osmanlı padişahlığı ile karşılaştırılamaz. Kadılık makamı ile bugünün savcı ve mahkemeleri benzer değildir. Kadı daha “bağımsız”dır. Öyle padişahlık, sultanizm gibi tanımlamalarla, “tek adam rejimi” gibi tanımlamalarla durum açıklanamaz. Bu Saray Rejimidir. Saray Rejimi, TC devletinin olağanüstü örgütlenmesidir. Bu nedenle duruma göre yasalar uygulanmaktadır ve hiçbir eylemlerini “yasa”ya uydurmakla kendilerini sınırlamadıkları da açıktır.
Bu nedenle, mesele Erdoğan meselesi değildir. İmamoğlu’nun bile tutuklanması izni ABD’den gelmektedir. Ekonomi nasıl ki uluslararası tekellerin bir bölümünden oluşan bir konsorsiyuma devredilmiş ise, ülkenin siyasal yönetimi de NATO’ya bağlı bir kabineye devredilmiştir. Bu bir çeşit savaş kabinesidir. Bu savaş kabinesinde her burjuva partiye bir rol biçilmiştir. Kimisinin rolü, “Türkiye Cumhuriyeti, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir” nakaratını bir dua gibi okumaktır. Hepsinin bir rolü vardır.
Saray Rejiminde hukuk, “hukuksuzluk” değildir. Tersine ortada bir hukuk vardır ve adı “iç savaş hukuku”dur. Bir mahkemede bir “sanık” bir savunma yaptığında, savunması bile bir yeni dava konusu olmaktadır. Bu hukuksuzluk değildir, iç savaş hukukudur.
Dikkat edilsin, bir iç savaş pratiği var ortada. Bir sanık, diyelim ki bırakılacak, hemen başka bir dava açılmaktadır. Bir çeşit esir tutma pratiğidir bu. Esir, savaş politikasının içindedir. Filistin’de direnenler, savaş esiri olarak alınmaktadır ve günü geldiğinde bir gün esir takası yapılmaktadır. İç savaşta esir alınanlar, serbest bırakılmıyor.
Saray Rejimi, söylediği gibi “seçimle” işbaşına gelmemiştir. Özel’in sık sık vurguladığı gibi, Erdoğan seçilmiş değildir. Saray Rejiminde seçim, bir manipülasyon aracıdır. Yerel seçimlerde hile yapılamaz durumlarda seçilen belediye başkanlarının yerine kayyum atanmaktadır. Erdoğan, eğer seçilmiş ise, efendilerce, NATO ve ABD tarafından seçilmiştir. Yoksa sandıktan çıkmamıştır. 2015 yılından bu yana tüm seçimler hilelidir. Ve Saray Rejimine seçilmiş muamelesi yapmak, Saray Rejimini bilerek, bilmeyerek desteklemek demektir. Seçilmiş olanlar belediyelerdir ve onlara da kayyum atanmaktadır. Bu durum, Saray Rejiminin aslında seçim denilen şeyi, sandık denilen şeyi ortadan kaldırdığının da kanıtıdır.
Buna rağmen neden seçim yapıyorlar? Yapıyorlar, çünkü, (a) nasılsa seçimde istedikleri hileleri yapabilmektedirler ve burjuva muhalefet buna razıdır, (b) seçim yolu ile kendilerini meşru göstermek istiyorlar. Bu padişahlıkta, bu tek adam rejiminde olmaz. Gerekli değildir. Tersine bu burjuva diktatörlüğün, burjuva devletin yeniden örgütlenmesidir. Bunu anlamadan, Saray Rejimine karşı tutarlı, sürekli bir mücadele yürütülemez.
Saray Rejimi, kitlesel bir direnişle yıkılacaktır.
Bu kitlesel direnişin ana unsuru, öncüsü işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı, gençlerin, kadınların direnişini kendi direnişinin bir parçası olarak örgütlemek zorundadır. İşçi sınıfı, direniş cephesinin nesnel öncüsü olmaktan çıkıp bir adım ileri atmalı ve öznel olarak da bu direnişin pratik ve politik öncüsü olmak zorundadır. Bu ise, bir yandan direnişlerin geliştirilmesi, diğer yandan da işçi sınıfının devrimcileşerek devrimci bir siyasal güç hâline gelmesi demektir. Biz devrimcilerin görevi de budur.
Görev, iç içe geçmiş iki süreçten oluşmaktadır: Bir, devrimciler işçi sınıfını siyasal bir güç olarak örgütlemelidir, bu devrimci bir parti demektir ve iki, direniş bu süreci beklemek zorunda değildir. Direnişin örgütlenmesi, yayılması ve örgütlü hâle gelmesi, birleşik emek cephesinin örgütlenmesini acil bir görev hâline getirmektedir. Devrim, direniş ve örgütlülük üzerine yükselecektir. Ve Saray Rejimi, böylesi bir direnişle yerle bir edilecektir.
“Devrim, örgüt, direniş” güncel bir slogandır.
Öğrenci gençliğin direnişi, işçi sınıfının direniş hattı ile birleştirilmelidir. İşçilerin öğrencilerden öğrenecekleri vardır. Öğrencilerin işçi sınıfının direnişini gözlemlemesi, anlaması, kavraması gereklidir.
Bugün, genel grev ve genel direniş, Saray Rejiminin, sermayenin, sadece “yandaş sermaye”nin değil, tüm sermayenin (tüm sermaye yandaştır ve Saray Rejimi, tüm sermayenin rejimidir, devletidir) diz çöktürülmesinin tek yoludur. İşçi sınıfı, yaşamı üretendir. İşçi sınıfının gücü, hem kalabalığından hem de esas olarak üretimden gelen gücünden gelir. Gençliğin atikliği, kafasının berraklığı, işçi sınıfının kararlılığı ve direnci ile birleşmelidir. Bu, öğrenci hareketinin unutmaması gereken bir temel noktadır.
Düzen, Saray Rejimi, tüm meşruluğunu yitirmektedir. Ve bu durumda, Saray Rejimini meşrulaştırma girişimlerine prim vermemek gerekir. Kitlelerin, direnişler içinde geliştireceği kendi öz yönetim mekanizmaları ile (kendi sokak meclisleri, işyeri meclisleri, mahalle meclisleri, üniversite, lise meclisleri ile ya da adı uygun düşmüyorsa, direniş komiteleri ile) yönetmeye aday olmaları gereklidir.
Ve tüm bunlar, devrimci bir örgütlülük altında, işçi sınıfının devrimci partisi bayrağı altında, birleşik emek cephesi bayrağı altında hayat bulurlar.
Bu uzun ve zorlu bir devrim mücadelesidir.
Bu sınıf savaşımıdır.
Burada iki sınıf çarpışmaktadır; burjuvazi ve işçi sınıfı, onlar ve biz, sermaye ve emek. Bu savaşımda burjuvaziye, Saray Rejimine karşı olmak, bunu tutarlı biçimde yapmak, işçi sınıfının devrimci bayrağı altında mücadele etmek demektir. Bir ara yol yoktur.