Seçimler, “demokrasi” ve işçi sınıfı

Giderek, son günlerde seçimlerin yapılacağına dönük algı güçleniyor. Özellikle Kılıçdaroğlu’ndan gelen “garanti”lerin etkisi ile, normal seçim süresinin de yaklaşmakta olduğu hesaba katılarak, bu algı güç kazanıyor.

Hatta, bir bölüm insan, “eninde sonunda seçim yapılacak” düşüncesi ile, seçimlerin savaş vb. nedenlerle ertelenmesi durumunda bile, bir gün yapılmak zorunda olduğunu öne sürüyor.

Böylece seçimlerin yapılacağı düşüncesi, yapılmayacağı düşüncesine göre daha geniş kalabalıkları etkiliyor. Hatta seçimler yolu ile Erdoğan’ın gideceği, dahası, Erdoğan gidince ülkemize “demokrasi” de geleceği umudu yayılıyor.

Gerçekten de üzerinde durmaya değer bir durumdur bu.

Eğer, diye söyleniyor CHP tarafından, bir ülkede seçimler yapılıyorsa, o ülkede diktatörlük yoktur. Bu fikir açıkça söyleniyor. Bu fikri destekleyen pek çok “öğretim üyesi”, “hukukçu”, “siyaset uzmanı” var. Tümünü tırnak içine aldım, çünkü bu unvanlardaki kişilerin söylüyor olması, bu konulardaki “doğru” bilginin adresinin öğretim üyeleri, hukukçular ve siyaset uzmanları olduğu anlamına gelmiyor.

Aslında bu tüm Batı dünyasının ölçüsüdür.

Duyarsınız, “insanî gelişim endeksi” ya da “demokrasi endeksi” gibi adlarla ülkeler sıraya dizilir. Belki ülkelerdeki zenginliği, bu zenginliğin dağılımında halka ne denli bir pay düştüğünü, işsizlik, evlilik, ölüm, açlık vb. gibi konulardaki istatistiklerin bir anlamı vardır. Ama “insanî gelişim endeksi” vb. gibi sınıflamaların tümü ile Batı dünyasının, kapitalist sistemin metropollerinin, yani emperyalist merkezlerin değer yargılarına göre oluşturulduğunu ve ideolojik saldırının bir parçası olduğunu düşünüyoruz. Bu böyledir de.

Sanırım bu konu uzun bir tartışma konusudur da. Çünkü, sol liberaller, liberal solcular, bazı “aydın”lar, NATO tedrisatı ve Batı değerler sisteminin savunuculuğunu kendine iş edinmiş olanlar, bu “endeks”leri çok severler. Demokrasi endeksinde mesela ABD, İngiltere, Almanya vb. çok önde, yükseklerde çıkarlar. Zaten endeksin değerlerini de onlar verirler. Tıpkı bizim TÜİK’in enflasyon sepeti çalışmaları gibi, büyük yalanların istatistikle gizlenmesidir bu. En tepede yer alan İngiltere’nin “demokrasi” endeksini siz bir de İrlandalılara sorun, Malezya’ya sorun mesela, Afrika’nın altın madenlerinin etrafında ikamet eden halklara sorun, mesela Hindistan halklarına sorun. Siz ABD’nin demokrasi endeksini Guantanamo’da kalanlara sorun, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda anlaşmalar imzalanıp “barış” geldikten birkaç saat sonra Hiroşima’yı bombalayan ABD’nin insanî gelişim endeksinin içeriğini Hiroşima’dan sonra ayakta kalan Japonlara sorun.

Bu büyük yalandır, büyük ikiyüzlülüktür.

Bugün, Kürt halkına katliam politikalarını dayatanlar, “demokrasi endeksinde” zaten diplerde olan TC devleti değildir sadece, bu endekste yukarılarda yer alan AB, ABD ve İngiltere de içinde tüm emperyalist Batı dünyasıdır.

Daha fazla uzatmaya gerek yok. Çünkü eğer bu endekslerin detaylarına inecek olursak, ki gereklidir de, makalenin sınırlarını çok zorlamış olacağız.

Demek ki, bir ülkede seçim varsa, o ülkede “demokrasi” var düsturu, Batı’nın ölçülerini ifade etmektedir diyebiliriz.

Elbette, sonuçta seçimler önemlidir. İyi ama, gerçekten adil seçimler önemlidir.

Mesela, eğer adayları halk seçemiyorsa, o seçim nasıl demokratik olabilir? Mesela ülkemizde milletvekili adaylarını kim seçer? Erdoğan, Kılıçdaroğlu, Bahçeli, Akşener vb. Yani partilerin merkezleri seçer. Ve dahası o milletvekili için, milletvekilliği, “demokratik ve eski sistemimizde” bile, seçim bir yatırımdır. Milletvekili adaylığı bir merkez tarafından seçilen kişinin, mesela 300 bin TL para vermesi de gereklidir (Bu miktar partiden partiye değişir). Milletvekilliği maaşı 20 bin TL olsa, yılda 240 bin maaş almış olacak ki, bu seçim dönemi sonuna kadar 1 milyon TL eder. Bu 1 milyon TL, deyim uygun düşürse, tamamen “kâr” değildir. Zira, maaştır ve bir bölümü harcanacaktır. Bu durumda milletvekilliğini kârlı kılacak tek şey, bu sayede elde edilecek “haklar” ve yağmadan alınacak paydır. Diyelim ki siz bir uyuşturucu baronusunuz, milletvekili oldunuz, elde edeceğiniz gelir sizi ilgilendirmiyor, bu sayede erişeceğiniz eşsiz olanaklar sizin konunuzdur. Eğer yağma-rant ve savaş ekonomisi var ise, bundan pay almak üzere milletvekilliği yatırımı yapabilirsiniz.

Aday oldunuz diyelim. Eğer seçilebilecekseniz, önce birileri tarafından seçilmiş olmalısınız. İşte bu adaylıktır. Sizi, mesela bir ilden ilk sıraya koyduklarında bazan bu garanti iken, bir ilden 5. sıraya koyduklarında da seçilmeme garantiniz var demektir.

Şimdi geriye şu soru kalıyor: Acaba, sizin partiniz, seçimlerden güçlü çıkacak mı? Eğer bu olursa, şansınız artmaktadır.

Buraya kadar, aslında sandıkta, seçim sürecinde hiçbir manipülasyonun, hilenin vb. yapılmadığı bir durumu konuştuk.

Bu hâli ile buna “demokratik seçim” diyebilir misiniz? Sanırım hayır diyeceksiniz. Seçilmiş birilerinin halka seçimler yolu ile onaylatılması sürecidir bu. Zira, hiçbir burjuva parti zaten demokratik bir kurum değildir. Seçimle işbaşına gelenin istenildiği zaman görevden alınamadığı bir sistem, demokratik diye nitelenemez.

Kaldı ki, bizim gibi sömürge ülkelerde, kimin, hangi “ekip”in seçileceği, uluslararası merkezlerce karar altına alınır. Mesela Mustafa Balbay, ABD’ye gidip, bizi seçin, biz İran’a karşı daha etkili mücadele yürütürüz, dememiş midir?

Mesela bugünlerde Soylu ile kapışan Ümit Özdağ, Soylu’nun kendisine ABD çocuğu demesine karşılık olarak, bir hafta süre verdikten sonra, Soylu’nun ABD elçisine beni destekleyin parti kurayım haberi gönderdiğini, ABD elçisinin de Soylu’ya, önce uyuşturucu işini bırak dediğini açıklamamış mıdır? Demek ki, herkesin, “siyaset uzmanları” bilir mi bilmiyoruz, ama “uzman siyasetçiler”in hepsinin, seçilmenin yolunun Washington’dan geçtiğini bildiklerini varsayabiliriz.

Sorudur: Kılıçdaroğlu, seçim yapılacağını garanti ediyorsa, ne zaman ABD yolcusudur?

Şimdi, anladık ki, efendiler (biz buna Almanya-Fransa-İngiltere ve ABD diyebiliriz), önce birilerini, muhtemelen bir “ekip”i seçiyorlar. Bu seçim, kapalı kapılar ardında yapılıyor. “Demokrasi” tam da budur. Ben öyle, çiftliğimi yönetecek kişiyi, çiftlikteki “cahil” halkın oylarına bırakamam. Değil mi? Kapalı kapıların ardında seçilen bu kişi ve ekip, halka onaylatılmak üzere bir seçime gidiliyorsa, buna “demokrasi” diyorlar. Bunun için her türlü manipülasyon devreye giriyor. Mesela bugün ABD’de, Trump’ın seçildiği seçimlerin hileli olduğu, demokratik olmadığı söyleniyor. Ne güzel. Sandıklar kaçırılmamış, içlerinden oylar çalınmamış, geçersiz oylar geçerli sayılmamış, asker tarafından insanlar sıraya dizilip oy kullanmaya zorlanmamış, kimseden oyunu açık atması istenmemiş, oylar büyük hilelerle sayılmamış, elektrik hatlarına kedi girmemiş, çöplerden oylar toplanmamış olduğu hâlde, ABD’de seçimlerin “demokratik” olup olmadığı tartışılıyor. Demek ki, Facebook vb. sosyal medya üzerinden yapılan manipülasyonlar açıktan kabul edilir durumdadır. Yani seçimlere hile karışıyormuş. Ve bu durum “demokrasi”nin varlığını gölgelemiyormuş.

Demek ki efendi, kendi çiftliğini yönetecek kadroyu, öyle cahil halka onaylatmıyor, risk almıyor. Bu kadronun seçilmesi için, bunu sağlamak için her türlü, yasal veya yasadışı mekanizmaya sahiptirler ve bunu yapıyorlar. Sonra “atı alan Üsküdar’ı geçiyor.”

Tüm bunlara rağmen, seçimler önemlidir.

Seçimler “demokrasinin” olduğunun ölçüsü değildir. Asla.

Ama seçimler, birçok açıdan, tüm hilelere rağmen, bu hileleri bilenler için bir gösterge olabilir, halkın eğilimlerini ortaya koyabilir, dahası, ciddi bir olanaktır, sistemin deşifre edilmesinde güçlü olanaklar sunabilir. Her zaman mı? Elbette hayır. Birçok durumda bu olanak olsa da, her zaman olacağını söylemek doğru değildir. Dahası belli şartlarda seçimleri boykot etmek de bir olanak, bir yol olabilir.

Öncelik şuradadır ki, seçimlerin yapılması bir “demokrasi” işareti, ölçüsü değildir.

Örneğin Erdoğan, yasalara göre Cumhurbaşkanı, Başbakan, bu hâli ile bir başka Cumhurbaşkanı vb. olamaz. Bunun önünde iki yasal engel var. İlki, Erdoğan’ın 4 yıllık üniversite diploması yoktur. Demirtaş’ın, tam da yağma, rant ve savaş ekonomisi gerçeğine de işaret eder tarzda “neden üniversite arkadaşlarının hiçbirini bir yerlere yerleştirmedin” sorusu bunu işaret eder. Erdoğan, elbette bu soruya, “üniversite dönemimdeki arkadaşlarıma, ilkokul dönemindeki kadar yakın olamadım” diye yanıt verecek değildir elbet. Diploması olmaması, bizim için sorun değildir. Sadece sistem, yasalar bunu öngörmektedir ve Erdoğan’ın dönemi iptal edilmek zorundadır.

İkincisi var. Erdoğan epilepsi hastasıdır. Bu kamuoyuna açıklanmıştır. Yani bilinmektedir. Elbette bir insanın hasta olması ayıp, utanılası vb. bir şey değildir. Ama yasalar, bu durumda kamu görevleri konusunda kısıtlamalara sahiptir.

Bu durumda, bu seçimlerin tümü iptal edilmelidir. İyi ama hani seçimler demokrasinin göstergesi idi?

Altılı masa, mesela onlara haber de ulaştıran devlet kanallarını da devreye sokarak, seçimleri bu nedenlere dayanarak iptal etseler, “Erdoğan diktatörlüğü” bir anda çökmüş olmaz mı? “Ülkeyi tek adam rejiminden kurtaracağız” diye bağıranlar, bu yola başvursalar, hiç seçim vb. de beklemek zorunda kalmazlar. Biden ile Erdoğan’ın, görevli olmayan çevirmenlerle görüşmesinin de önüne geçerler. Olmaz mı? Erdoğan’ı iktidardan indirmek için, meşru olmayan seçimleri iptal etmek mümkündür. Olmaz mı?

Hem sonra, mesela Kürt illerinde, ilçelerinde seçilmiş belediye başkanlarını kayyumla değiştirme pratiği ortada olduğuna göre, tek başına “seçim” ne anlama gelebilir ki?

Demek ki, seçim ile “demokrasi” arasında o kadar güçlü bir bağ da yok. Hatta, biraz daha ciddiyete sahip burjuva aydınlar, bakın bizim cepheden olanlardan söz etmiyoruz, derler ki, “demokrasi sadece seçim demek değildir.” Peki daha ne lazım? Mesela yasalara uyulması mı? Öyle diyorlar. Mesela “yasaların demokratik olması” mı? Öyle diyorlar. En azından “insan hakları” konusunda uluslararası hukuka uygunluk lazım, diyorlar. Biz demiyoruz, onlar, biraz ciddiyete sahip burjuva aydınlar söylüyorlar.

Onlara göre seçimlerin varlığı önemli de olsa, “demokrasi”nin varlığının kanıtı değildir.

Biz biraz daha ileri gitmekten yanayız.

“Demokrasi” dedikleri şeyin, bugün, bir burjuva devlet örgütlenmesi olduğunu hepimiz biliyoruz. Burjuva devlet, aynı anlama gelmek üzere burjuva demokrasisi, burjuvazinin diktatörlüğü demektir.

Her devlet, bir sınıf için demokrasi, bir sınıf için ise diktatörlüktür. Burjuva devlet, her zaman burjuvalar için bir demokrasidir. Ve elbette burjuva devlet, işçiler için, köylüler için, tüm emekçiler için katıksız bir diktatörlüktür.

Köleci devlet, köle sahipleri için bir demokrasidir, köleler için bir diktatörlük. Feodal devlet, beyler için, soylular için bir demokrasidir, katıksız ve köleci devlete göre daha gelişmiş cinsinden, ama serfler için bir diktatörlüktür, hem de köleci olandan daha vahşi bir diktatörlük. Kapitalist devlet, burjuvalar için bir demokrasidir, daha önceki köleci ve feodal devletten daha gelişkin bir demokrasi, ama işçi sınıfı ve emekçiler için bir diktatörlüktür ve köleci devlet ve feodal devletten daha acımasız bir diktatörlüktür.

Kapitalist devlet, burjuva devlet, aynı anlama gelmek üzere burjuva demokrasisi, tekel öncesine göre bir evrim geçirmiştir. Bu evrim, 1900’lerin başı ile başlamış, Ekim Devrimi ile sürmüş ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında tam şeklini almıştır. Burjuva devlet, tekellerin devletine dönüşmüştür. Tekelci sermaye, burjuva sınıfın tümünün çıkarlarının genel olarak koruyucu bir sistemi kurarken, aynı zamanda tekellerin çıkarlarını önceleyen bir sistem kurmuştur. Ne kadar hâkim isen, ne kadar zengin isen, kapitalist demokrasi senin için o kadar vardır. 1870’lerde başlayan tekelci egemenlik, tüm sisteme egemen olmaya başlamıştır. Birinci Dünya Savaşı, dünyanın bu tekeller, onların devletleri arasında paylaşımı savaşımıdır. Bu burjuva demokrasisi, savaş döneminde ortaya çıkan Ekim Devrimi ile, daha farklı bir devlet örgütlenmesine yöneldi. Yeni burjuva devlet, faşizm olarak ortaya çıktı. Faşizm, Ekim Devrimi’ne, işçi sınıfının komünizm mücadelesine karşı bir karşı-devrim olarak ortaya çıktı. Olağanüstü bir burjuva devlet demek idi. Ama faşizm, tekeller için, parababaları için, kapitalist sınıfın öncüleri için katıksız bir demokrasi idi. İkinci Dünya Savaşı’nda faşizm yenildi. Bu kez, komünizme karşı savaş, “demokrasi” bayrağı altında, demokrasi şalı altında faşizmin tüm dişlilerini yeniden örgütleyen bir sistemle yapılmaya başlandı. İşte Tekelci Polis Devleti, faşizmin dişlilerini içeren modern burjuva demokrasisidir, modern burjuva devlettir.

Demek oluyor ki, öyle tüm toplum için “demokrasi” diye bir şey yoktur, hiç olmamıştır. Devlet, zaten bir sınıfın diktatörlüğüdür. Tarihsel olarak devlet, sınıfların varlığının itirafıdır. Devlet var ise, diktatörlük, bir sınıfın egemenliği var demektir. Devleti ortadan kaldırmak, ancak tüm toplumun kendini yönetmesinin yolunu açabilir.

Öyle ise, seçimler ve “demokrasi” arasındaki bağ, olsa olsa, ancak burjuva demokrasisi arasındaki bağ şeklinde ele alınabilir. Demek ki, şöyle yazılabilir; seçimler ve burjuva demokrasisi arasındaki bağ ya da seçimler ve burjuva diktatörlük arasındaki bağ ya da seçimler ve günümüz burjuva devleti arasındaki bağ. Eğer böyle yazılırsa, bir itirazımız olmaz.

“Demokrasi”, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında, sosyalizmin faşizmi yenmesinin dünya halkları üzerindeki etkisini kırmak için öne çıkartılmıştır ve işçi sınıfına yeni saldırının maskesidir. Egemenler, işçi sınıfına, emekçilere saldırırken, her zaman ideolojik maskelere ihtiyaç duyarlar.

Buradan ülkemizin günceline dönebiliriz.

Varsayım şöyledir:

– Seçimler olacak (Burada bazıları inandırıcılığı güçlendirmek için “er ya da geç” diye ekliyorlar).

– Seçimler “demokratik ve adil” olacak (Hile yapılmasını CHP ve İYİ Parti engelleyecek. Davutoğlu ve Babacan da tam saha pres yapacak. Zaten Ümit Özdağ, Soylu’yu düelloda yenecek gibidir).

– Bunun sonunda, Erdoğan seçimleri kaybedecek (Oysa Erdoğan, şimdiden seçimleri kaybetmiştir).

– Sonunda parlamenter demokrasiye geçilecek.

– Halkın ekonomik ve demokratik sorunları çözülecek. Bu yolla demokrasiye dönülmüş olacak.

Aslında sıralama böyle gibidir.

1

Diyelim ki seçimler oldu (Burada “er ya da geç” vurgusu anlamsızdır. Mesela seçimler eğer savaş bahanesi ile ertelenirse, bu arada her şey sabit kalmayacaktır. Bu nedenle, er ya da geç anlamsız bir vurgudur. Diyelim ki seçimler 2025’te yapılacak, bu durumda yaşam ve tüm siyasal güçler, halk ve iktidar duracak mı, donmuş gibi?). Diyelim ki, Erdoğan iktidarı devretti. Bu durumda Saray Rejimi, yenilenmiş hâli ile, bir açıklama yapacak. Diyecek ki, NATO ve Batı değerlerine bağlıyız. Bu yeni başkanımsı kişi, muhtemelen Kılıçdaroğlu, bir geçiş programı mı açıklayacak? Yoksa, kitlelerde meydana gelen hareketliliğe göre nabız mı ayarlanacak? Mesela Erdoğan yargılansın davaları için gösteriler yapılırsa, o yönde adımlar mı atılacak? Bu arada yeni iktidar, halka ve kitlelere baskıyı mı artıracak?

Mesela bürokrasi, polis ve ordu nasıl temizlenecek? Mesela Milli Eğitim Bakanlığı ne olacak? Ya da mesela tarikatlarla Kılıçdaroğlu daha kapsamlı ilişkilere mi girecek?

Bu durumda başkanlık sistemi denilen şey, bizim Saray Rejimi dediğimiz şey devam mı edecek?

Seçimleri alan ve ardından NATO ve Batı değerlerine bağlılık ilan eden yeni iktidar, belki bu yolla, döviz kurlarının bir nebze olsun tansiyonunun düşmesini sağlayabilir. İyi ama ekonomik sorunları nasıl çözecek? Elbette tekellerin, sermayenin, bankaların ekonomik sorunlarından söz etmiyoruz. Devlet onların devletidir. Ama mesela kira sorunu nasıl çözülecek, mesela gaz fiyatları ne olacak, mesela gıda sorunu ne olacak vb. Tüm bunlar, kapsamlı bir kamulaştırma programı gerektiren şeylerdir. Öyle ekonomik, siyasal, askerî ve bürokratik alanların tümünde bir hamle olmadan, bu sorunlar çözülemez.

2

Bu durumda Kılıçdaroğlu ya da yeni kişi kim ise, doğrudan IMF’ye mi gidecek? IMF’nin vereceği kararlar, bunun için seçilecek kadrolar, bugünden belli midir? IMF, ABD, İngiltere ve AB anlaşması ile hareket edecektir. Bu üçlünün ortaklaşa aynı yerde buluşması, TC devletinin ABD tetikçiliğine devam etmesi demek olacaktır. Bu durumda da bu ittifaklar oldukça geçici ittifaklar olmaya mahkûm demektir.

Eğer tüm bunlar, (a) arkada bir ABD-İngiltere ve Almanya uzlaşması yoksa, (b) bu doğrultuda ABD açıktan ve net bir biçimde Erdoğan’ı bir seçime zorlamamışsa, mümkün değildir.

Erdoğan, ABD emirleri dışında hareket etmeyecektir.

Son dönemde TC devleti içinde artan bir İngiliz etkisinden söz edilebilir. Bu mümkündür. Ama bu sadece ABD ve İngiltere arasında ittifakla çözülebilecek bir mesele değildir. Almanya ve Fransa’nın da bu anlaşmanın içinde yer alması gereklidir. Bu durumda ise, ABD’nin bir anlaşmaya yanaşması mümkün değildir. Avrupa, ABD etkisinden kurtulmak için çok uğraşmış iken, bugün Ukrayna savaşı sırasında yeniden ABD’ye bağlılığını ilan edip durmaktadır. ABD, bunu yapabiliyorsa, Türkiye konusunda neden İngiltere ve Almanya’ya, Fransa’ya el uzatsın? Bu sorudur ve AB’nin azalan etkinliği nedeni ile anlamlıdır.

Demek oluyor ki, Özbekistan’dan sonra ABD’ye giden ve parklarda dolaşan Erdoğan’ın ardından, Kılıçdaroğlu ya da başka bir aday kişinin ABD yolculuğu, aydınlatıcı olacaktır.

ABD, Erdoğan gibi tetikçi olarak kullanmak konusunda elinin rahat olmayacağı bir adaya yaklaşmayacaktır.

3

Dahası, efendiler, Saray Rejimi’nden vazgeçmeyi istememektedirler. 1 Mart tezkeresi sırasında, efendiler, bir yandan ordu, bir yandan parlamento, bir yandan iktidar vb. ile uğraşmışlardır. Şimdi ise kararlar KHK ile verilebilmektedir ve bu durum tetikçilik işini kolaylaştırıcıdır. Şimdi efendilerin bu sistemi feda etmeleri beklenir değildir. Evet Saray Rejimi zor durumdadır. Halk ve kitleler nezdinde inandırıcı değildir. Ama bunu düzeltmek yerine, bunu restore etmek yerine, parlamenter sistemi yeniden gündeme getirmeleri, daha düşük bir ihtimaldir. Efendilerin ihtiyacı farklıdır.

Halkta var olan “parlamenter sistem”e dönme isteği, aslında Saray Rejimi’nden kurtulma isteğidir. Saray Rejimi, sadece Erdoğan demek değildir.

İşte işler tam da burada karışmaktadır.

Yükselen Saray Rejimi karşıtlığı, eğer Erdoğan karşıtlığına indirgenir ve orada tutulursa, önce Erdoğan gitsin gerisi kolay anlayışı yerleşirse, işte o zaman efendiler, rahat edecektir.

Erdoğan gitsin, gerisi önemli değil, aslında bir kolaycılıktır.

Bir açıdan bakılırsa Erdoğan zaten gitmiş durumdadır. Artık Erdoğan bir güç olarak yoktur. Erdoğan, efendilerin elinde bir alettir ve salt alet durumuna gelmiştir. İktidarda Perinçek, iktidarda Kalın, iktidarda Saray ekonomistlerinden bazıları, iktidarda Diyanet İşleri Başkanı, bazı tarikatlar, bazı hukuk danışmanları, bazı inşaat şirketleri, bazı uyuşturucu baronları tek tek daha etkilidir. Erdoğan, artık bir gücü temsil edebilme olanağını kaybetmiş gibidir. Bu denli sallanması ondandır. ABD’de park yürüyüşleri ondandır. Erdoğan ABD’den yeniden vize almak için yalpalıyor, farklı arayışları varmış gibi görünüyor. ABD’nin eli de o kadar sağlam değildir. En azından “Erdoğan’a bir süre daha ihtiyacımız var” kararını vermeleri mümkündür. Doğrusu bu kararı verirlerse, öyle devam edeceklerdir ve gereğini yapacaklardır.

Bu durum ise, mesela Rusya ve Çin çevresindeki kısa süreli adımlara, Ukrayna ve İran’a, Suriye’ye, kısacası TC devletinin görevli olarak doğrudan veya dolaylı biçimde ABD uzantısı olarak içinde yer aldığı savaş süreçlerine bağlıdır.

4

Kılıçdaroğlu, seçimlerin yapılacağını, hatta bu seçimlerin sonuçlarını bile dile getirip durmaktadır. Bu “özgüven”den çok, devlet içlerinden kendine gelen duyumların sonuçlarıdır. Elbette bunun bir de ABD ayağı olmalı. Ülkemizde ABD’ye gitmeden seçilmek diye bir şey yoktur.

Varsayalım ki, Kılıçdaroğlu seçildi. Ülkeye demokrasi mi gelecek? Elbette hayır.

Varsayalım ki Kılıçdaroğlu, seçimler oldu ve görevi devraldı, ülkeyi mi düzeltecek? Elbette hayır. Eğer ülkenin düzelmesi, tekellere hizmet ise, bankalara hizmet ise, parababalarına hizmet ise, evet onlar için “belirsizliği daha az” bir dönem başlayabilir. Bilirler ki yasalara uyulacak. Ama eğer ülkeyi düzeltmek, işçi ve emekçilerin sorunlarını çözmek ise, tarımı, ekonomiyi, eğitimi, sağlığı çözmek ise, biliyoruz ki, bin kere hayır. Ülkenin hiçbir sorunu, burjuva egemenliğin devamı ile çözülemez. Bıçak kemiğe dayanmıştır ve ülkenin sorunlarının tek çözücüsü devrim ve sosyalizmdir. İşçi sınıfı dışında ülkenin geleceğini kurtaracak hiçbir güç yoktur.

Kılıçdaroğlu, bir yandan kendini efendilerine kanıtlamak zorundadır, diğer yandan da, halktan gelen talepleri frenlemek zorundadır.

Bu son bir yılda, belki biraz daha uzun bir sürede, kitlelerin taleplerini evlerine hapsetme konusunda epeyce iş gördüğünü, bu konuda bir yeteneği olabileceğini göstermiştir. Bunun bir nedeni aldığı güç ise, bir nedeni de solun bu politika konusunda kendine yardım ediyor olmasıdır. İşçi sınıfı, güçlü bir devrimci örgütlenmeye sahip değildir. Bu nedenle, umut olarak birçok şeye sarılma eğilimi sürmektedir. Ama iktidarda bunu sürdürmesi zordur. Bunun için, bazı ileri hamleler attığında sermaye önünü kesecektir.

Kılıçdaroğlu’nun son çıkışları, CHP içinde kendini destekleyenleri aramaya dönüktür. Kılıçdaroğlu, MHP’den ayrılan kadroların (onların ülkücü kardeşlerim dediklerinin) desteğini almıştır. Akşener de içindedir. Kılıçdaroğlu, bazı AK Parti eski kadrolarının desteğini almıştır. Kılıçdaroğlu, bazı sol çevrelerin desteğini almıştır. Kılıçdaroğlu bazı Kürtlerin desteğini almıştır. Anlaşılan, şimdi kendi partisinin desteğini almaya çalışmaktadır.

Ancak, tüm bu hamleler, kitlelerin direnişi, eylemler daha ileriye gitmesin diyedir.

5

Aslında CHP, açıktan HDP ile bir ittifaka yönelse ve bunun gereklerini ortaya koysa (ki bu olmaz, yapmazlar), her ikisi seçimleri kazanırlar. Ancak CHP, bu durumun Erdoğan’ın elini güçlendireceği gibi tuhaf şeyleri öne sürmektedir. Oysa, bizzat CHP, devlet kurtarıcısı olarak üstlendiği görevi gereği, HDP ile açıktan bir ittifakın yaratacağı “demokratikleşme” eğilimini kesmek istiyor.

İş gelmiştir ve muhalefetin kitlelerdeki özgürleşme, haklarını arama, direniş eğilimlerini nasıl frenleriz sorusuna gelmiştir.

Burjuva muhalefet bunu yapmaktadır.

İşçi sınıfı için ise, durum değişmeyecektir.

İşçi sınıfı, örgütsüzlüğü, güçlerinin eksikliğine takılıp kalarak, burjuva muhalefetin “parlamenter demokrasi” taleplerinin peşine takılmamalıdır. Bu, işçi sınıfı için, kendi bağımsız güç olmama hâlini sabitlemek demek olacaktır. Bu, işçi sınıfının bağımsız bir siyasal aktör olarak sahne almasını reddetmek demektir.

Oysa işçi sınıfı, tüm bu süreçlerden ülkeyi ve kendini çıkartacak yegâne güçtür.

İşçi sınıfı, devrim ve sosyalizm yolunda büyük potansiyel olanaklara sahiptir.

Ülkede tarım sorununu, ülkede yağma ve rant sorununu, ülkede savaş ekonomisi sorununu, ülkede eğitim sorununu, sağlık sorununu, ulaşım sorununu, konut sorununu çözebilecek tek güç, devrimci işçi sınıfıdır.

Bunun yolu da bellidir.

İşçi sınıfının bugün yetersiz güçlere sahip olmasını temel alıp, bunun sürekli süreceği üzerinden hareket ederek, işçi sınıfının burjuva muhalefetin kuyruğuna takılmasını “gerçekçi politika” olarak önermek, işçi sınıfının kendini reddetmesini istemek demektir.

İşçi sınıfı ve emekçiler, bugün yetersiz örgütlenmelere sahiptirler. Bu doğrudur. Politika güç ile yapılır. Bu güç, her zaman sistemin öğrettiği şekilde bir güç olsa idi, dünyada kimse isyana kalkmaz, kimse devrim yapamazdı. Ama yine de işçi sınıfının güçleri yetersizdir. Bunu görmek gerekir.

Ama bu değişmez değildir. Bu, denklemin sabit, değişmez öğesi değildir.

İşçi sınıfının sahneye çıkmasının yollarını döşemek mümkündür.

Dün, işçi sınıfı bitti, devrim artık hayal nutukları ortalıkta dolaşırken birbirine çarpıyordu. Bugün artık öyle değil. Bugün, kapitalizmin sürdürülemez olduğu, doğanın mahvedilmesine yol açtığı, işçi ve emekçilerin açlık ve sefilliğinin kaynağının kapitalizm olduğu söylenebiliyor.

Gezi Direnişi’nin öncesi ve sonrasında, kitle eylemleri açısından ortaya çıkan farklılığı görmek, kör olmayan her göz için mümkündür.

İşte bu süreç, işçi sınıfının devrim yolundaki yetersizliklerini yenmenin mümkün olduğunu göstermektedir.

Bu nedenle, daha ortada seçimlerin yapılacağı bile belli değilken, seçimlere dayalı, bunu önceleyen bir hattı temel alarak, işçi sınıfı ve emekçileri, burjuva muhalefetin kuyruğuna takmak doğru tutum değildir.

Bu açıdan, HDP önderliğinde oluşan Emek ve Özgürlük İttifakı’nın, emek, özgürlük ve barış vurgusu kadar, “seçim öncelikli değildir” vurgusu önemlidir.

Mesele sadece Erdoğan meselesi de değildir.

Saray Rejimi’nin devrilmesi, bugün, mümkündür. Bunun için, gözümüzü direnişlere, örgütlenmeye, en çok da işçi sınıfının devrimci örgütlenmesine çevirmemiz gereklidir. Öncelikli olan da budur.

Adayların bile belli olmadığı, tarihinin açıklanmadığı, yasalarına bizzat yasa koyucularının uymadığı, iç savaş hukukunun geçerli olduğu bir ülkede, meseleyi seçimlerde hangi adayı destekleyeceğiz sorusuna kilitlemek komiktir. Bugün, işçi sınıfı, ancak kendi örgütlenmesine, kendi mücadelesine güvenebilir. Biz tüm güçlerimizle bunu yapmalıyız. Direnişlere, gelişen her direnişe bu gözle bakmamız gereklidir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz