Toplumsal bunalım; ceset canlılar Ya kahramanlık çağı?

Şöyle diyordu Lenin; “Bir devrim ancak ‘ezilenlerin’ artık eski düzeni istemedikleri, ‘ezenlerin’ ise bu düzeni sürdüremedikleri zaman zafere ulaşabilir. Bu gerçek başka bir deyişle şöyle dile getirilebilir: bir devrim, sömürenler ve sömürülenlerle birlikte bütün ulusu saran bir bunalım olmaksızın olanaksızdır.”

Dünyayı saran emperyalist paylaşım savaşımı, bu savaşımla birleşen kapitalist-emperyalist sistemin krizi, dünya çapında kapitalist sistemin çıkmazını daha görünür hâle getiriyor. Hayır, daha sınıf savaşımı, dünya proletaryasının sahneye siyasal bir güç olarak çıkmasına gelmiş değiliz. Ama daha şimdiden, “elveda proletarya” gibi teoriler, “işçi sınıfı bitti” gibi histerik çığlıklar, “tarihin sonu” gibi egemenlerin kâbuslarından kurtulma çığlıkları çok gerilerde kaldı. Üstelik dünya proletaryası, bu denli örgütsüz, bu denli siyasal sahnede yer almamış iken.

2023 yılının ilk günlerinde, bugün, gelecekteki on yılın tüm çelişkileri, cehennem senaryolarını andırır savaş hamlelerine rağmen sürprizlere, büyük çıkışlara gebe gelecek on yılın tüm umutları, kendini açıktan ortaya koymaya adaydır. Bugün, daha çok günlük yaşama kilitlenmiş gözler ve akıllar, gelmekte olan depremi görmekten uzaktırlar. Ama köstebek, bu depremi oluşturmak için, büyük bir sabırla ve inatla kazmaya devam etmektedir.

Dünya çapındaki bu kriz ve savaş, birçok etkenle birleşerek, sömürge ülkelerde daha farklı yansımalar yaratıyor. Özellikle, işçi sınıfının belli bir gelişmişlik düzeyine ulaştığı toplumlarda, paylaşım savaşı ve kriz, ağır görüntüler yaratıyor.

Her şeyin alt üst olmaya başladığı, hiçbir şeyin eski hâli ile yerinde duramadığı, ama sosyalist devrimin ana güçlerinin henüz yelkenleri fora ederek siyasal mücadeleye dalmadığı bir dönemdir bu.

Ülkemizde, bu savaş ve kriz, ağır bir toplumsal bunalım olarak ortaya çıkıyor.

Bu sadece egemen sınıfı saran bir bunalım olma noktasını çoktan geçmiştir. Bu sadece işçi ve emekçilerin ağırlaşan yaşam koşulları ile sınırlı ve başı ve sonu bu olan bir süreç de değildir. Bu tüm toplumu, tüm toplumsal ilişkileri saran bir bunalımdır.

Toplumsal sahneyi dolduran şeyler (canlı veya cansız), toplumsal mücadelenin ana karakterlerinin eylemleri ile bağını koparmış durumdadır. Oysa, şeylerin bütünü ile karakterlerin eylemleri arasında bir bağ olmak zorundadır. Sanki bu bağ yokmuş gibidir. Bu nedenle, karakterler, sınıfların kendileri ve temsilcileri, amaçları ile uyumsuz hamleler yapmaktadırlar. Bir solcu, işçi sınıfı adına yola çıktığını söyleyen bir kişi, an geliyor, en sağdaki ile aynı yerde buluşuyor. Ne olursa olsun Erdoğan’ın gitmesine kendini kilitlemiş olanlar, bir anda devletin savunucusu hâline geliyorlar. Milliyetçiliğin, dinciliğin artık para etmez hâle geldiği bir sürece doğru hızla gidilirken, bu sol karakterler, egemenlerin en büyük yardımcıları olarak ortaya çıkıyorlar.

Saray Rejimi korkuyor.

Ama siyasal sahnede yer alanlar da Saray Rejimi’nden korkuyor. Korku ile saldıran egemenler, devlet, Saray Rejimi, tüm güçsüzlüğüne rağmen, “yenilmez” bir güç olarak algılanıyor. İstanbul’u herhangi bir eylem nedeni ile ablukaya alan polis gücü, takımı teçhizatı içinde tüm komikliğine rağmen, korkutucu bir güç olarak görünüyor. Hasta olmak, hastahaneye düşmek, umutsuz ve sonunda çıkış olmayan bir yolculuğa çıkmak anlamını taşıdığından, insanlar hastalıklarını kendine saklıyor. Mahkeme salonları “bir çeşit yaşam” mücadelesi alanı değil de, bir çeşit veba salonları gibi görünüyor. Mahkemeye düşmek, Saray’ın, zalimin eline düşmek olarak ortaya çıkıyor. İnsanlar, herhangi bir nedenle mahkûm edilme olasılığını içten içe biliyorlar ve kendileri, en yakınındakilerin sansürcüsü, yargıcı vb. olarak davranıyor. Açlık, ölümü yanına almış, birlikte işçi ve emekçilerin, insanım diyen herkesin mahallesinde copla, TOMA ile, yargı sistemi ile, basın ile, hapishane ile dolaşıyor.

Her hak arayışında, her “anayasal” hak kullanımında, açık saldırılara maruz kalan insanlar, seyirci konumuna geçiyor, hâlâ direnenleri ancak dıştan anlaşılmamasına özen gösterecek bir gurur ve sevgi ile seyrediyorlar.

Bu seyirci olma hâli, canlı cesetler olma hâlinin bir parçasıdır.

Eylemsizlik, onları, yeni bir ruh hâline sokuyor. Eylemsizlik eylem olunca, can çekiliyor, değerler ve ahlâk siliniyor, taş gibi, cesetler gibi duruyorlar, ama dokununca, anlamsız tepkiler verdikleri zaman canlı oldukları anlaşılan cesetlere dönüşüyor insanlar.

Cop, baskı, yargı, basın, tümü baskı aygıtını ifade eden araçlar olarak etkin kullanılıyorlar. Üzerine, yaşam alanlarına uzanan müdahaleler geliyor. Çocukların ırzına geçen bir egemen sistem, onlara “çocuk kaç yaşında evlenir” gibi tartışmaları dinletiyor. İşkencehanelerde, işkencenin durduğu anlarda, işkence gören insanların çığlıklarını dinler gibi, tüm toplum, bu çürümüşlüğün içinde insanların çığlıklarını dinliyor. Duymaz olana kadar.

Bu egemeninin bunalımıdır ve tüm toplumu sarmaktadır.

Henüz aklî melekelerini tatile gönderememiş insanlar, ağır bir yalnızlık hâlini yaşıyorlar. Sorunlarını, toplumun, sınıfın, ezilenlerin ortak sorunları olarak ortaya koyma yerine, yalnızlık ve çaresizlik içine giriyorlar. Korku, toplumsal mücadeleye katılmalarını engelliyor.

Bir yandan korku, diğer yandan “ne yapacağını” bilmeme hâli, “hiçbir şey değişmez” umutsuzluğunu besliyor. Hareket etmeyen, eylemsiz bu insanlar, her günün akşama dönmesini bekler gibi, yaratılan karanlığa alışmayı, hayatta kalma yolu olarak görüyorlar. Canlı cesetler, böyle ortaya çıkıyor.

Bir toplumsal hastalık hâlidir bu.

Şizofreni, artık tam olarak kitlesel bir toplumsal hastalıktır, neden ve kimden korktuğunu bilmeden korkuyu yaşamak gibi. Saray Rejimi’nin baskı ve sansürü, içselleştiriliyor ve herkes, korkandan korkuyor.

Burjuva muhalefet, muhalefet demeye bin şahit ister hâlde, Saray’ın açık destekçisi gibi, korkan Saray’ı, “daha fazla korkutup” da, daha şiddetli saldırır hâle getirme riskini vaaz ediyor. Burjuva politika adına muhalif olanlar, sanki birer siyasi vaiz gibi davranıyor; sen direnme, sen sesini çıkartma, sen evinde kal, sen dualarına devam et, diyorlar. İşçi ve emekçilere, “sizin hayatınızı korumak için” bu ağır baskı ve zulme dayanmalısınız, diyorlar. İşini kaybedene sabır, açlıktan ölene sabır, işkence görene sabır, öldürülen kadına sabır, ırzına geçilen çocuğa sabır, yurtsuz kalan üniversiteliye sabır, artık camilerden verilince işe yaramıyor, burjuva partilerin hepsi dinî tarikatlar gibi, kendi alanlarının imamı olarak davranıyor.

İşçi ve emekçiler, güzel sözler duymak isteyen, güzel yalanlara ihtiyaç duyan varlıklar gibi ele alınıyor. Yalan, her zaman para eder hesabı, olmadık yalanlarla, onlara “acıları” unutturulmaya çalışılıyor.

İşçi ve emekçiler, baskıya uğrayanı görmesin, duymasın istiyorlar. Diyarbakır Belediyesi’ne kayyum bilinmesin, Kürt’e atılan kimyasal silah önemsenmesin, Suruç veya Gar katliamları ancak korkutmak gerektiği zaman ve o iş için hatırlansın istiyorlar.

7 Haziran seçimlerini kaybetmiş olan iktidarın meşru olduğu vaaz ediliyor.

Çalınan oylarla “atı alan Üsküdar’ı geçti” söylemine rağmen, Saray Rejimi, Erdoğan’ın başkanlığı meşru ilan ediliyor.

Siyasal yasaklanmalar, yüzlerce belediyenin kayyumla devre dışı bırakılması yokmuş gibi, yasalara uymayan bir iktidar yokmuş gibi, şimdi seçimlerin güvenliği, seçimlere güvenmek gerektiği vaaz ediliyor.

Tolstoy, Canlı Ceset’te, Fedia’nın ağzından şunları söyler:

“Benim doğduğum bir dünyada doğmuş olan bir insan için, seçecek ancak üç olasılık vardır. Ya bir memur olur, para kazanır ve içinde yaşadığımız çirkefi biraz daha artırırız – ki nefret etmişimdir bundan ya da şöyle söyleyeyim, nasıl yapılacağını bilemedim bunun, ama her şeyden önce nefret etmişimdir.” Bu birinci seçecek olası yoldur ona göre; “ya da bu çirkefle savaşılabilir, fakat bunun için bir kahraman olmalı insan, bense hiçbir zaman olamadım.” İkinci seçenek budur ve sanki Tolstoy, Fedia’nın ağzından kendini anlatır gibidir. “Ya da en sonunda ve üçüncü olasılık olarak, unutmaya çalışır, berbat olur yaşamı, içkiye, eğlenceye dalar – işte benim yaptığım da bu, işte yaşamın beni getirdiği yer.”

Gerçekçiliğin yılmaz savunucusu Tolstoy, işte bu üç olasılıktan söz ediyor. Bundan yaklaşık 130 yıldan fazla zaman öncedir.

Bugün de böyle gibidir.

Ya bu çirkefin, bu Saray Rejimi’nin, Tolstoy’un zamanına göre büyümüş, katmerleşmiş ve insanı yok edecek noktaya gelen bu egemenlik ilişkilerinin savunucusu olacaksınız. Bu bir yoldur ve yolcusu da bellidir.

İkincisi, buna karşı savaşmaktır. Tolstoy’a göre, bu kahramanlık ister.

İşte bugünün gençleri, bugünün kadınları, bugünün mücadele eden işçi ve emekçileri, Kürt gerillaları, dünyanın her yerinde direnenler, bu kahramanlardır.

Üçüncü seçenek de var. Tolstoy’un berbat bir yaşam dediği şeye varan, unutmak ve eğlenceye dalmak yolu.

Bugün bu üçüncü yol, tüm medya kanallarınca, egemenler tarafından, dünya ölçeğinde körüklenmektedir ve doğrusu bu yol, kapitalistler için, o alanda yer alan tekeller için oldukça da kârlı bir yola dönüştürülmüştür.

Unutmak, “unutturmak” ile birlikte işlemektedir. Egemen, mücadele etmemek, eyleme geçmemek koşulu ile, bu eğlenceleri, sınırsız seçeneklerde sunmaya başlamıştır. O kadar ki, eğlenirken yürümek, bir yere varmak gibi “eylemleri” de ortadan kaldırıyorlar, evinde seni ve zamanını esir hâle getiriyorlar. Böylece, eylemli insan, zaman ve mekân aracılığı ile eylemden kopartılıyor.

Toplumsal hastalık hâli, bunalım dönemlerinde, çok daha açık hâle geliyor. Madem, eyleme geçmeden önce konuşmak gerekiyor, bunu yok etmeye çalışıyorlar. Konuşmayan, sansüre boyun eğen, onu içselleştiren için, yeni adım, düşünmek ile konuşmak ya da düşünceyi ifade etmek arasındaki bağı koparmak oluyor. Egemen, tüm sistem buraya saldırıyor. Konuşmak yok, ama düşünebilirsin. Dün, konuşabilirsin, ama eylem yok. Şimdi, düşüncelerini açıklamak yasak ama düşünebilirsin noktasındayız. Egemen, sürekli, barikatı bir adım daha ilerletiyor.

Saray Rejimi’ne muhalefet etmekten söz edenler, her gelen saldırı ve yasak karşısında, kitlelere, barikatı bir adım geriye çekmeyi öneriyor. Yasalara bağlı olmadığını her fırsatta deklare eden bir sisteme muhalefet etme adına, seçim yasalarına uygun davranma vaazı öne çıkıyor. İşçi ve emekçilere, sen “alık”sın demenin daha kestirme bir yolu var mı?

Ceset canlılar, böyle oluşuyor.

İnsanı gerçeklikten, toplumsal gerçeklik de dahil, her türlü gerçeklikten kopartma politikası, günlük yaşamı kaplıyor.

Gerçeklikle ilişkisini kesmiş insanların, eylemlerinden de bir şey çıkmaz.

İşçi ve emekçi çoğunluk için, onları toplumsal gerçeklikten kopartma yolu olarak, sadece yalan, sadece boş umutlar pompalanmıyor. Baskı her fırsatta gösteriliyor. Akılları allak bullak edecek bir ideolojik saldırı, yalan buna eşlik ediyor. Bir de bunun üzerine, artan yaşam zorlukları nedeni ile, yaşama olanağı verilirmiş gibi, borçlandırma, sadaka sistemi devreye sokuluyor.

Araştırma şirketleri, asgarî ücrete gelen zam, EYT yasası gibi adımlarla, insanların bir gıdım ekmekle kandırılacağını, seçmenin Saray Rejimi’ne yöneleceğini söylüyor. Oysa hiçbir burjuva muhalefetin, gerçekte Saray Rejimi’nin muhalifi olmadığı gerçeğinin altını çizmiyor. Solculuk adı altında, “seçimleri” ve burjuva muhalefeti bir kurtuluş yolu olarak göstermek, işte tam da buna hizmet etmektir.

Gerçeklikten kopma hâli, insanı gerçekten kaçmaya da getiriyor. Sistemin her patlayan dosyası ile ortaya çıkan cinsel saldırı, taciz olayları, birçok okuryazar tarafından, artık kaale alınmıyor. Ona sorarsanız, aslında o bütün olup biteni biliyor. Ama bildiğini varsaydığı bu gerçekliğe gözlerini kapatıyor. Ateşe konmuş suyun içinde pişirilen kurbağanın alışma öyküsündeki gibi, kendisi de bu durma alışmaktadır.

“Tepki vermeyin” vaazları işte burada işe yaramaktadır. Tepki vermeyen, önce dışından lanet okuyor, yargı ve baskı devreye giriyor, dıştan okunan lanet, artık dost meclislerine sıkışıyor, sonra da kendi kendine lanet okumaya varıyor ve bilmiş okuryazarımız, artık düşünmüyor. Çaresizlik içinde seyirci konumundan, canlı ceset konumuna geçiyor. Böylece, unutmak, yani üçüncü seçenek, bir mecburî seçenek hâline geliyor.

İşte bizim hastalık dediğimiz şey tam da budur.

Gerçeklikten kopmuş kişi, her gün daha fazla “iyi haber”e ihtiyaç duyar. Haberleri seyretmez. Çünkü iyi haber yoktur. Öyle ise, habersiz yaşamayı seçer. İyi habere duyulan bu aşırı ihtiyaç, egemen tarafından karşılanır. Her ne kadar Karadeniz’de gaz çıktı iyi haberleri onları kesmese de, kendilerini ikna edecek bir iyi haber tortusu olarak işe yarardır.

Elbette, egemenin de işi zor. Bunalım onu sarmıştır, bu yüzden korkmaktadır. Bu nedenle de, korkutmaya ara veremez. Yani, “zulmün artsın ki tez gidesin” asla gerçeği yansıtmaz. Egemen, bu baskıyı sürdürdükçe, bizim iyi habere muhtaç kişilerimizin ihtiyaçları daha da fazla artar. Bu durumda, eylemsiz kişiye, “ee, seçim dışında bir yol var mı” sorusu sorulur. Var diyemez, çünkü varsa mücadele etmesi gerekir. Bu durumda, “evet var, başka yol var, iktidarı devirmek, devrim ve sosyalizm” diyen kişi, yakın görünmez. Sanki kendisine saldırıyormuş gibi gelir ona. Çünkü devrim ve sosyalizm yolu, isyan ve direniş yolu, onun da dünyasını altüst edecektir, rahatını bozacaktır.

Yaşamını, “yapacak bir şey yok” kabulüne bağlamış ve böylece rahata ererek, unutma yolları bulmuş kişi, kendisine mücadele yolunu gösterenin karşısına, egemenin TOMA’larını aratmayan zırhlarla çıkar.

Kandırılmaya muhtaç ruh hâli, hastalıklı ruh hâlidir.

Gerçeklikten kopma, yaşamdan kopmadır. Bu durumda, ortaya intihar çıkmamış ise -ki çıkması enderdir, cesaret ister-, geriye içki maslarında kendini unutmak kalmaktadır. Ahh bunların en büyük duası “Allah’ım bu aklımı al” olmalıdır, ama onun da işe yaramayacağını bilirler. Akıllarından bir kurtulabilseler, işte o zaman tam bir canlı ceset olmayı başaracaklar.

Toplumsal hastalık diyoruz buna. Bunalımın kendini egemen sınıflar dışında, tüm toplumda ortaya koyma hâllerindendir.

Acaba, tüm toplumu saran bir toplumsal alzheimer hâli var mıdır? Bir çeşit hafıza kaybı diyelim. Sanırım vardır ve yaşanmaktadır. Galiba, en çok, en yakın olanı unutuyorlar ve anıları ile yaşıyorlar. O anılar, onları coşkun hâle getiriyor bazan, ama bu kısa sürüyor. Dünü unutuyorlar. Mesela bu ülkenin hiçbir zaman laik olmadığını hatırlamıyorlar, mesela bu ülkenin hiçbir zaman sosyal bir hukuk devleti olmadığını unutuyorlar. Egemenler, iktidarlar, Saray, onlara, şu ilde havalimanı yoktu, bizden önce elektrik yoktu dediklerinde, “aa bu doğru mu” diye düşünüyorlar. Bu toplumsal alzheimer hâli, egemenleri cesaretlendiriyor. Hazır beyinler silinmiş ve korku saldırılarla egemen kılınmış iken, boşalan beyinlere yeni bilgileri, gerçeklik olarak sokuyorlar.

Bireysel alzheimerden farklı olarak toplumsal alzheimer hâlinde, yeni “gerçeklerin” beyne yerleştirilmesi mümkün oluyor. Yumuşamış, fırından yeni çıkmış, kabuksuz muhallebi hâlini almış beyinlere, “gerçek” şırınga etmek nispeten kolaylaşıyor.

Duya duya, bir yalanı gerçek sanma hâli işe yarıyor. Nasılsa eylemsizdir ve nasılsa düşünme yetilerini ifade etmeye, unutmaya başlamıştır. Şimdi ona bir kere olsun, baskı ile, hile ile yeni “gerçeği” haykırtma işi devreye sokulabilir. Bu seslenmiş “yeni gerçek”, onun inanması için, bir kanıt olacaktır, çünkü ne de olsa ses maddi bir şeydir.

Devletin, Saray’ın her konuda yalan söylediğini bilenler, bakkaldaki enflasyon ile TÜİK’in rakamları arasındaki farkı bile bile, duyduğuna inanmaya başlar. Sonra da, geriye, anlamını yitirmiş, ölçme değeri kalmamış bir rakamla, yeni asgarî ücret açıklandığında, buna inanmak kalmaktadır.

Uzmanlar, sendikalar, “TÜİK’in rakamlarına göre bile enflasyon” diye başlayan cümlelerle itiraz etmektedirler. Böylece, istensin istenmesin TÜİK yeniden bir bilgi kaynağı olarak kabul edilir olmaktadır. Saray’ın ya da Erdoğan’ın sözleri üzerinden muhalefet yapmaya kalkmaktadırlar.

Oysa sokaklar şuradadır.

Açıktır ve sokaklar gerçeği ortaya koymanın bir yoludur.

Sokağa, ister korkusundan, ister akılsızlığından çıkmayan, gerçekte, Saray Rejimi’nin destekçisi, direnenlerin ise karşısında bir engel hâline gelmektedir. Böylece egemen, süren sınıf savaşımında, bir adım ileriye barikatını taşımayı başarmış olmaktadır. Bu savunma da değildir, bu muhalif olmak da değildir.

Peki ya ikinci seçenek? Tolstoy’un, büyük gerçekçi yazarın ortaya koyduğu, bu çirkefliğe karşı savaşmak yolu, bu yol yok mu oldu?

Hayır, elbette yok olmadı. SSCB’nin çözülüşü ile, dünya proletaryası, büyük bir mevzi kaybetti. Sosyalizm, bir çözüm olmaktan, bundan 30 yıl önce çıkmış oldu. Egemenler, bu fırsatı iyi değerlendirdi ve sonu gelmekte olan kapitalist sistemi ayakta tutabilmek için, Batı hegemonyasını sonsuz kılmak için kollarını sıvadılar. İşçi sınıfının ideolojisine saldırdılar. Gerçeğin üzerini, yalanlarla örttüler. Tüm eksiklerine rağmen, bizim tarihimizdir sosyalizmin her ülkedeki deneyimi. Bunu unutturarak ayakta kalmaya çalıştılar.

30 yıl sonra bugün, dünya, yeniden, büyük olaylara gebedir.

Derler ki, büyük kişiler, büyük olayları yaratmaz, büyük olaylar ve süreçler, büyük kişiler yaratırlar. Kahramanlık için de bu geçerlidir.

Tolstoy, “ben kahraman değilim” dedirtiyor kahramanına.

6 yaşında bir çocuğun tarikat şeyhi tarafından, babası tarafından, müstakbel şeyhe sunulması olayı patladığında -ki çocuk-kadın, bunun için defalarca deneme yapmış, ama sistemi delememiştir- Yıldız Teknik Üniversitesi’nde bir öğretim üyesi, bir alıntı metni alıp, bunun üzerinde konuşmak isteyince, okuldan atılmıştır. Onu okuldan atan irade, elbette ki Saray Rejimi’dir ve bu “pisliği” yaratanların baş koruyucusudur. Tarikat üyeleri, atılan bu öğretim üyesini protesto etmek için, bir irade tarafından Yıldız kampüsünün önüne yığılmıştır. İşte o anda, Yıldız Teknik Üniversitesi öğrencileri, kitlesel bir protesto ile, devreye girmiştir. İşte kahramanlar böyle çıkarlar.

Demek, “o kahramanlar, atlarına binip gittiler” sözü eksiktir. O kahramanlar, kahramanlara ihtiyaç duyuluyorsa -keşke duyulmasaydı-, geri gelirler.

Önümüzdeki yıllar, on yıllar, bu kahramanların ortaya çıktığı yıllar olacaktır. Kürdistan dağlarında, her gün bitirdik denilen gerillaların soyu, kapitalizm var oldukça, sömürü var oldukça tükenmeyecektir.

Bu, sınıfların savaşımıdır.

Bu, bizim aklımızın ürünü bir çelişkiden gelmiyor. Yaşamın içinden geliyor. İnsanın insanı köle yaptığı andan başlar bu çelişki ve insanın insan tarafından sömürüldüğü, insan emeğinin bir önceki döneminin ürünü olan ve toplumun malı olan üretim araçlarının özel mülkiyetinin sürdüğü toplumlar var oldukça sürecektir bu kavga. Bu, sınıf savaşımıdır.

Bu savaşımın sonu, sınıfların ortadan kalkması ile gelir. Bunun yolu da, varlığı başka bir sınıfın varlığına dayanmayan tek sınıf olan, işçi sınıfının sosyalizmi zafere ulaştırmasından geçer.

Bu yolda, kahramanlar, mücadelenin yol açıcıları, var olacaktır.

Kahramanlık çağı bitmedi.

O güzel atlılar, o güzel atları ile gitmediler. Atlarından indiler, yeniden o atların üzerine, şehrin meydanlarına doğru, milyonlarla birlikte, yıkıp yakarak gelecekler.

Bu her şeyin yerinden oynadığı toplumsal koşulları, yerine oturtmak için, altüst olana kadar işlerini yapacaklar.

Bu çürüme, bu çürümüşlük kokusu, bir devrimin tarihsel zamanının işaretidir. Bizim işimiz değil, yerinden oynamış her şeyi dert etmek. Varsın daha da yerinden oynasın her şey. Bu gelmekte olan toplumsal depremin habercisidir. Ve her şeyin yerinden oynaması, düzenin yıkılması için zamanın yaklaştığının işaretidir.

 

“Hastalar,

kardeşlerim

iyileşeceksiniz.

Ağrılar sızılar dinecek.

Yumuşak, ılık

bir yaz akşamı gibi inecek

ağır, yeşil dalların ardından rahatlık.

 

Hastalar, kardeşlerim,

biraz sabır, biraz inat.

Kapının arkasında bekleyen ölüm değil, hayat.”

 

Nâzım böyle söylüyor.

İyileşmek, elbette büyük toplumsal hastalıkların sonu anlamında ise, bunun yolu, bugünden eyleme geçmektir.

Düşünce söze ve yazıya dökülmediğinde, ifadeye dönmediğinde bir işe yaramaz. Yazı, söz, eyleme dönmediğinde, davranışa, pratiğe dönüşmediğinde bir çeşit çürümeyi devam ettirir, hastalıklı hâli sürdürür.

Bu nedenle, eylem, ayakların, ellerin devreye girmesi, asıl sorundur.

Hastaların, temiz havaya ihtiyacı vardır.

Bu temiz hava, direnişlerde vardır. Direnişin havasını solumayan, gençlerin direniş ve eylemlerinin yanına sokulmayan, onların havasından almayan, kadınların eylemleri ile öğrenmeyen, iyileşemez.

Hastalıkla mücadele, temiz hava kadar moral gerektirir. Moral, eylemli insanda olur. Oturup içerek, yaşamı ve zamanı tüketerek, mekânı daraltarak, moral bulunamaz. Moral, değerlerden gelir. Değerler, kavganın ortasında yaşar. Kavgadan uzak duran, kendini de kurtaramaz. Ancak bu toplumsal mücadeleye girenlerin savunacak değerleri olabilir.

Mücadele eden için, direnen için, akıl kurtulunması gereken bir şey değil, yol göstericidir. Aklımızı ancak, kavganın içinde dost yapabiliriz.

Herkesi, hepimizi etkileyen bu toplumsal hastalıklı hâl, bu umumî hâlsizlik hâli, ancak eylemle, aklın açılması ile, ellerin işlemesi ile, ayakların paslarının sürtünerek dökülmesi ile, ter dökülmesi ile yok edilebilir.

Kurtarıcı, dışarıdan gelmez. Mücadelenin içinden çıkar. O kahramanlar, bugünün direnişçileri arasından çıkar. Bir daha kahramanlara, kurtarıcı arayışlarına ihtiyaç duyulmama hâli, ancak ve ancak devrimci mücadelenin, sosyalizmin zaferi ile mümkündür. o

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz