Ana Sayfa Blog Sayfa 2

İşçi Gazetesi’nin yeni sayısı çıktı

İşçi sınıfının gündeminin yer aldığı, işçi sınıfından beslenen ve sınıfı besleyen gazetemizin yeni sayısında İzmir Büyükşehir Belediyesi işçileri, Hepsiburada işçileri, Buca Belediyesi işçileri, Antakya’dan inşaat işçileri, Elastron Kimya işçileri röportajları/mektupları ile bulunuyor. Eylemde olan HARB-İŞ ve Özel Sektör Öğretmenler Sendikası ile röportajlar yaptık.

Ayrıca dört bir yanda süren işçi direnişlerinden haberler, dünya işçi sınıfının eylemleri ve  güncel gelişmeleri de okuyabilirsiniz.

Bir önceki sayımızdan bugüne bölgemizde siyonist İsrail’in saldırganlığı daha da arttı, İran, Suriye, Filistin, Yemen, Lübnan bir yangın yeri gibi. Halkları birbirine kırdıran emperyalistlerin ve bölgemizdeki işbirlikçilerinin saldırılarını ancak işçi sınıfı durdurabilir, bu ihtiyaç daha da artmıştır.

Diğer yanda ülkemizde yağma-rant ve savaş ekonomisinin yarattığı cendere her geçen gün derinleşiyor. Maden yasasından yangınlara, maaşlara yeni haciz konma kararlarından turizmde işçilerin haftalık izinlerinin yok edilmesine, belediyelere siyasi operasyonlardan yeni tutuklamalara saldırıları yayılıyor.

İşçi sınıfının direnişine gazetemizde haberlerle, röportajlarla, mektuplarla yer vermeye çalıştık. İşçi sınıfının merkezinde bulunduğu bir Birleşik Emek Cephesi’nde buluşmak direnenler için acil bir görevdir, toplumsal direnişin tüm kesimleriyle; kadınlar, öğrenciler, halklarla beraber “Genel Grev-Genel Direniş”i örgütlemenin, kaderlerimizi ellerimize almanın zamanıdır.

Burjuva medya mezara, yaşasın İşçi Gazetesi!

Manşet yazısını okumak için buraya tıklayabilirsiniz

Bu sayımızda yer alan yazılar ise şu şekilde;

– Örgütlülük yoksa açlık, sefalet, hiçe sayılma var! / Manşet
– 
Ekonomik kriz ve işçi sınıfı / Elastron Kimya işçileri
– Açlıkla terbiye olmayacağız / Ekonomi – Politik
– Silaha var da… / Hakkı Taşdemir
– İzmir’de işçi kıyımı: Cemil Tugay’ın tehdidi gerçek oldu / İŞÇİ-SEN İzmir
– Emperyalistler bölgemizden defolun / Şahin Uçar
– Kamu işçileri TİS süreci üzerine / Hakkı Taşdemir
– Kapitalizmin krizine karşı kadınlara düşen: Fazladan ömür süren bu sistemin dayanağı olmamak / Süreyya Kora
– Kapitalizm insana, canlılara, doğaya zarar vermeden var olamaz… / Fikret Başkaya
– Eşeğin sırtındaki kurbağa / Kıssadan hisse
– Grev / Sözlük

 

Savaşın bugünkü aşaması Ortadoğu: Paylaşım mı, devrim mi?

Soruyu başlıktaki gibi sorduğunuzda, “Ortadoğu: Paylaşım mı, devrim mi” dediğinizde, elbette yanıt devrim olacaktır. Ama bu salt bir akıl jimnastiği, bir çeşit beyin jimnastiği değildir. Değildir, zira Ortadoğu’da paylaşım savaşımı son derece hızla ilerlemektedir. Dünyanın beş emperyalist gücü en başta olmak üzere, emperyalist Batı (Japonya da içinde) dünyayı yeniden paylaşmak üzere, hemen SSCB’nin çözülüşünün ardından harekete geçmişlerdir. Mesela Almanya, Doğu Avrupa’nın çoğunu kendi pazarı hâline getirmiştir. Yugoslavya, ABD ve Almanya arasında paylaşılmıştır vb. Konunun bu boyutu yani yeniden paylaşım savaşımının, ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve Japonya arasında başladığının bilindiğini kabul ediyorum. Bu nedenle, ticari ve pazar savaşlarının, Afganistan, Irak, Libya ve en son Suriye işgallerinin üzerine tek tek durmayacağız.

Savaş, aslında çözülmekte olan ABD hegemonyası nedeniyle gündemdeydi. 

Cahiliye dönemindeyiz, en azından bizim ülkemizin bazı sol kesimleri ve “aydın”ları için bu bir gerçektir. Bu nedenle bazı noktaları vurgulamamız gerekiyor. Umarım bu yazının akışını fazla bozmaz ve okuyucuyu çok rahatsız etmiş olmayız.

ABD hegemonyası, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen denilebilecek kadar kısa süre ardından başlayan İkinci Dünya Savaşı sonunda kurulan “yeni dünya düzeni” demektir. Biliniyor, bir şeye yeni denildi mi, onun bir eskisi var demektir. Ve eskisi, İngiliz hegemonyasıydı. İngiliz hegemonyasının sonlarında, daha dünya savaşının birincisi tamamlanmadan, Ekim Devrimi, tüm kapitalist dünyayı sarstı. 

ABD hegemonyasının ifadesi olan “yeni dünya düzeni”, IMF, Dünya Bankası, Bretton Woods kasabasında imzalanan ve doların egemenliğini tescilleyen anlaşma (yanılmıyorsam, bu anlaşmayı sadece 46 ülke imzalamıştı, başlangıcı böyleydi) ve elbette emperyalist dünyanın, sosyalist dünyaya karşı, en çok da devrimin olma ihtimali olan kapitalist ülkelerdeki işçi hareketine karşı organize ettikleri ortak savaş örgütü NATO gibi örgütler ve organizasyonlar demektir. 

Şimdi, yeniden, “yeni dünya düzeni” ya da bazı devletçi ve NATO’cu aydınların kullandığı gibi, “the great reset” gündemdedir. Yani, artık eskisi ile gitmek mümkün değil. Çünkü SSCB ve sosyalist sistem yok. 

Demek ki, sık sık yeni dünya düzeni gündeme gelebiliyor. 

Dahası, bugün, “the great reset”i dile getiren Batı emperyalistlerinin bir bölümünden farklı olarak, Çin-Rusya ekseninin dile getirdiği “çok kutuplu dünya” da bir alternatiftir. Mesela BRICS, mesela ŞİÖ gibi organizasyonlar, tek kutuplu dünyanın bittiğinin ilanı gibi düşünülebilir. St. Petersburg’da, tam da İsrail’in İran’a savaşı döneminde gerçekleşen “ekonomik forum”a katılan ülke sayısı 100’ün üzerindedir ve dünyada toplam 200 civarında ülke vardır. Yani, dünyanın yarısından fazlası, ekonomik olarak yüzde %70’i, nüfus olarak %80’i Petersburg forumuna katılmıştır.

Demek ki, “the great reset” diyenler ayrı bir hattır ve bunlar ABD hegemonyasının yerine, farklı (belki de her biri kendi hegemonyasını kurmak ister) bir hegemonya koymak istiyorlar. Ama bu arada, dünyada “çok kutuplu dünya” şekilleniyor. 

NATO’cu ve devletçi aydınlarımız ABD hegemonyasının çözülüşünü kabul etmek istemezler. Gözleri bu noktada kördür. Washington’ın ışıkları altında o kadar tavşanlaşmışlardır ki, kaçmayı akıllarına getiremezler ve ancak ve ancak, ABD hegemonyasına biat etmeyi, bir çeşit dua hâline de getirirler. Zaten ellerine geçen her 100 dolarlık banknot, ABD hegemonyasının da kanıtı gibi görünür. Her dolar banknotu, NATO’cu ve devletçi aydın için, elbette “hür dünya”nın, “medeniyet”in ve katliamlarla “özgürlük” taşımanın en kuvvetli kanıtıdır.

Ama her şeyin bir ömrü vardır. Elbette ABD hegemonyasının da bir ömrü vardır ve ABD hegemonyasının çözülmekte olduğunu, efendileri de kabul etmektedir. ABD’de tek devlet mi var diye soruları, biz değil onlar dile getirmektedir. Bu durumu, son 30 yıllık döneme bakarak, hemen her düzeyde görmek, yeterince kanıtlara sahip olmak mümkündür. Eğer görmek istiyorsanız.

Almanya, Japonya daha çok ekonomik açıdan bu hegemonyayı zorlamaktaydı. Ve İngiltere, Fransa bu hegemonyanın sonunun gelmesi için, Almanya ve Japonya ile birlikte, aynı zamanda ayrı ayrı hareket etmekteydi. İngiltere ve Fransa, II. Dünya Savaşı’nın yenilen güçleri arasında olmadığından, onların askerî, siyasi manevra alanları daha genişti.

İş böyle başlamıştır. SSCB’nin çözülmesi, bu süreci hızlandırmıştır. 

ABD, NATO şemsiyesi altında Batı’yı bir arada tutmak ve eski düzeni sürdürmek için, çeşitli “ortak düşman” arayışlarını devreye soktu. IŞİD ve İslamî radikalizmin, ABD kontrolünde Avrupa’da ortaya koyduğu eylemler, aslında bu birliği sağlamak içindi. yeterli olmadı. Macron, “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir,” derken, demek çok fazla Rothschild bankeri olarak davranmaktaydı. Erken ötmüştür. Ve ABD, bu sözleri, Biden döneminde, tüm Batı’ya yalatmıştır, “welcome Amerika” bu demektir. NATO toplantısında böyle karşılanmıştır Biden. 

Ve Ukrayna savaşı ile, tüm Avrupa, en çok da Almanya, ABD kontrolünü geri çağırmış, iradelerini teslim etmişlerdir. Bugün Alman ekonomisi, büyük ölçüde tahrip edilmektedir. 

Rusya ve Çin’e karşı, ABD şemsiyesi altında birleşmek, Çin ve Rusya’yı sömürgeleştirecek bir savaşı kazanmak, bir plan olarak ortaya konmuştur. Ve bu durum, kendi aralarındaki çelişkileri arka plana almalarına olanak verecektir. Bu elbette ABD için iyidir. ABD, hem savaşı ilk iki dünya savaşında olduğu gibi kendi topraklarından uzak tutmayı başarmıştır, en azından şimdilik, hem de kendi yıpranma süresini uzatmıştır. Avrupa, ABD politikalarına teslim olmuştur. İngiltere bu konuda bazı özgünlüklere ya da sinsi politika geleneğine sahiptir.

Suriye savaşı, dünya savaşının ya da savaşın bir yeni aşaması idi. 

Ukrayna savaşı, bununla bağlantılıdır ve dönemleri birbirine yakındır. Suriye savaşı 2011’de başlamıştır ve Rusya sahaya 2012’de girmiştir. Ukrayna’da Neonazi darbe 2014’te gerçekleşmiş ve Neonazi rejim, Ukrayna’yı teslim almıştır. Ukrayna’nın sömürge hâline gelmesi için Donetsk ve Luganks önemli görünüyordu ve bu iki bölge, kendi bağımsızlıklarını ilan etmiştir. Ve nihayetinde Rusya, 2022’de Ukrayna’da operasyon başlatmıştır. 

Ukrayna savaşı, Ukrayna toprakları üstünde Rusya ile NATO’nun, ABD’nin savaşıdır. Bunu barış görüşmelerinden de anlamak mümkündür. Bu savaşta ABD yenilmiştir ve yenilginin faturasını Avrupa’ya kesmek istemektedir. Trump, bu yenilgiyi örtmek için vardır. 

Trump, Netanyahu tarafından Dünya Barış Ödülü’ne aday gösterilmiştir. Kendisi, barışı sağlamak için geldiğini ilan etmiştir. Ukrayna’da önce 24 saat, sonra 100 gün vade vererek barıştan söz etmişti. Şimdi, bir yeni 50 gün buna eklenmiştir ve yeni 50 gün süreyi içeren “ültimatom”, kokainci AB yöneticilerini memnun etmemiştir, ültimatom iyi ama, 50 gün süre fazla demektedirler. Oysa, Ukrayna barıştan yana tek bir adım bile atmamaktadır. Zelenski ile Trump’ın Beyaz Saray’da küfürleşmelerini hatırlayın. Trump, her gün başka bir şey söylüyor. Kaç kere Ukrayna’ya askerî yardımı kestik dediler, saymak mümkün değildir.

ABD, Trump manevraları ile savaş alanında (ki bu alan bütün dünyadır) ABD güçlerini yeniden organize etmek, yerleştirmek için süre kazanmaktadır. Rusya ve Çin’in savunmada olan konumları gereği savaşın yayılmasını istemiyor olmaları, ABD’ye yeterince süre kazandırmaktadır.

Bu, Üçüncü Dünya Savaşı’nın provalarıdır. Bir açıdan bu savaş, III. Dünya Savaşı başladı denilebilir. Bu da yeni değildir. Ama savaşın diğer cephesi eğer Rusya ve Çin ise, böylesi bir dönemde saldırıyor olurlardı. Tersine, savaşın dünya savaşına dönüşmesini istemeyen bu güçlerdir, Çin ve Rusya cephesidir.

İşte bu nedenle, bu cephe ile ilişkili olan, ama nispeten zayıf ilişkilere sahip olan İran’a karşı savaş, devreye sokulmuştur. Adına, şimdiden “12 gün savaşı” deniliyor. İsrail, İran’a saldırmıştır. Bu saldırıyı ABD desteği ile yapmıştır ama, bu saldırıda ABD, baştan dediği gibi biz işin içinde değiliz konumunu sürdürememiştir. Ve ABD bombardıman uçakları, İran’ın nükleer tesislerini, önceden haber vererek bombalamıştır. Yani ABD açıkça savaşın içine girmiştir. İran’a da kendi üssüne saldırma olanağını tanımıştır. 

Böylece ortaya bir “barış” mı çıktı?

Elbette değil, bir çeşit moladır ve bu mola, daha yeni savaş adımlarının atılacağının kanıtıdır.

Burada durmamız gerekir.

“Ortadoğu’da bir İsrail hegemonyası”ndan söz etmek doğru değildir. Evet, İsrail, Gazze’de bir soykırım ortaya koymuştur. Evet, İsrail Hizbullah’a etkili darbeler indirmiştir. Evet, İsrail İran’a karşı etkili saldırılar yapmıştır, suikastlar gerçekleştirmiştir. Ama buna “İsrail hegemonyası” demek doğru değildir. İsrail kadar TC devletinin de etki alanı artmıştır. Bu durum, gerçekte, ABD hegemonyasının ortaya çıkış hâlidir. ABD, savaş planları için Ortadoğu’da epeyce yol almıştır. Suriye düşmüştür ve bölüşülmektedir. Bu durum, İran’a karşı saldırı için yeni olanaklar demektir ve bunun ilkini gördük. Bu, gerçekte ABD hegemonyasıdır.

Ama İran’a karşı savaş, aynı zamanda bir kara savaşını gerektirmektedir. Şimdi, bunun için hazırlıklar yapılmaktadır.

Görebildiklerimizin bazıları şunlardır: 

– Ermenistan’da Paşinyan yönetimi, Rusya ile ilişkilerini kopartma yönünde adımlar atmaktadır. En son, Ermenistan yetkilileri, “bizim ülkemizin bir toprağını üçüncü bir ülkeye vermemiz düşünülemez,” demektedir. Oysa bu talebin kaynağı, açıklamada yoktur. Yani, hangi üçüncü ülke bu toprağı istemiştir ve nasıl istemiştir? Bunun yanıtını bilmiyoruz. Acaba ABD’nin böylesi bir talebi mi olmuştur? Ama bu açıklama, Dubai’de Paşinyan ve Aliyev görüşmesinin ardından gündeme gelmiştir. Acaba Aliyev, Paşinyan’a böylesi bir teklif mi götürmüştür? Götürmüşse, bu üçüncü ülke kimdir? Rusya’dan uzaklaşma isteğinin kuvveti, gözleri kör edici bir cazibeye mi sahiptir?

Elbette Ermenistan halkı kendi seçimini yapar. Ama görünen o ki, savaşın yeni alanlarından biri olmaya doğru evrilmektedir. ABD’nin bir halkı, bir ülkeyi savaş alanına çevirmekte, bugün, büyük çıkarı vardır.

– Aynı anda, Aliyev, Zelenski ile görüşmüş, Bakü’de Sputnik bürosu basılmış, çalışanlara işkence yapılmıştır vb. Bunlar, İsrail ve ABD’nin İran’a saldırısının sonrasında gündeme gelmiştir. Tam da kara gücü arayışının içindedir. Bakü’de İsrail ve HTŞ görüşmesi de bunun bir parçasıdır. Aliyev, Rusya’nın kaybetmekte olduğunu düşünüyor olmalıdır. Bir tehdit ve bir elma şekeri birlikte devreye sokulur, tehdit açık olmalıdır, elma şekeri de “büyük Azerbaycan” olarak İran’ın Azeri nüfusunun yaşadığı toprakların verilmesi olarak mı masaya konmuştur? Bilmiyoruz. Ama İran’daki Azeri nüfusun Azerbaycan nüfusundan kalabalık olduğu biliniyor. Öyle ise, buradan nasıl bir yeni denge çıkar?

– Kürtlerin, en azından bir bölümünün İran’a karşı savaşta yer almasının istendiği bir sır değildir. Kürtlere, ya Gazze’deki gibi katliamla yüz yüze kalırsınız ya da ABD politikalarına evet dersiniz, denmektedir. Bunun nasıl formüle edildiğini elbette bilmiyoruz. Buraya döneceğiz.

– Türkiye, bir kara gücü olarak İran’a karşı savaş için hazırlanmaktadır. Bu çerçevede NATO devrededir. CHP’ye karşı saldırılar da bunun bir parçasıdır, Kürt meselesi için barış planları da bunun bir parçasıdır. ABD, muhtemelen TC devletine, İran’a karşı savaş karşılığında “bir koyup beş almak” önerisinde bulunmuş olmalıdır. Erdoğan’ın, Arap, Türk, Kürt bir arada millet ve ümmet olarak yaşamaktan söz etmesi, tam da ABD’nin Türkiye büyükelçisi Barrack tarafından dile getirilen Osmanlı sisteminin ardından gündeme gelmiştir. Türkiye, İran’a askerî operasyona karşılık, Suriye’den Halep’i kendine bağlama teklifini mi değerlendirmektedir? Arap, Kürt, Türk denilmektedir, bu vesile ile, Çerkes, Laz, Ermeni, Süryani ve Rum şimdiden silinmiştir.

Yine, İletişim Başkanının değiştirilmesi, İran savaşının bir parçasıdır. Altun, Saray’ı alkışlamaktan öteye gidemiyor ama yeni başkan, muhtemelen, Saray’dan daha bağımsız ve İran’a karşı psikolojik ve ideolojik savaşın görevlisi olacaktır. İran’a karşı, kapsamlı bir savaş psikolojisi yaratılacaktır. Bu kara propagandanın her türünü önümüzdeki günlerde göreceğiz. 

Bizi en çok ilgilendiren, Kürt hareketinin durumudur.

Eğer “barış” olmasın mı diye sorulacaksa, şimdiden söyleyelim ki bu, tartışmayı boşa çıkartma girişimi olur. Biz elbette barıştan yanayız. Ama hangi barıştan? Diyelim ki, Gazze’de barış, eğer İsrail’in son projesinde olduğu gibi, Filistinlilerin kampa kapatılması demek ise, bundan yana olmayız. Buna İsrail barış diyebilir ve teknik olarak da öyle görünebilir. Ama bu barış değildir. Bu Filistin halkının bir toplama kampına kapatılması demektir. Hiçbir esaret, barış diye sunulamaz.

TC devleti ile Kürtler arasındaki barış böyle olacak demiyoruz. Bu konuda Kürtlerin iradesini temel alırız. Ama konuyu tartışırken, söylenecek her söze “siz barıştan yana değil misiniz” diye sorulmasını da olumlu kabul etmeyiz.

“Devlet, eğer Kürtlerin de devleti olacaksa, Kürtler bu devlete niye silah sıksın?” diye sormak, devleti anlamamaktır. Devlet, ne Türklerin devletidir, ne de yarın Kürtlerin ve Türklerin devleti olacaktır. Devlet egemen sınıfın devletidir. Sermaye sahiplerinin etnik kimliği, gerçekte bir öneme sahip değildir. Diyelim ki Küba’da, devrimi gerçekleştirenler, egemene silah sıkmışlardır. Oysa o devlet, “Kübalıların devleti”ydi. 

Allah akıl sağlığımızı korusun. 

Devlet, her zaman ve her yerde, egemen sınıfın devletidir. Ve o devleti yıkmak isteyen diğer sınıflar, o devlete karşı savaşırlar, silahlı ya da silahsız. Sınıf savaşımı budur. Kürtlerin TC devleti ile yapacağı barış anlaşması, devletin sınıfsal kimliğini ortadan kaldırmaz. Kürtler için adil bir barış, Kürt kimliğinin tanınmasıdır ve bu zaten, fiilî olarak 1992’de gerçekleşmiştir. Bu fiilî hâlin, resmîleşmesi, büyük bir kazanım demektir. Bu sadece Kürtler için değil, biz devrimciler için de bir kazanımdır. Biz Türkiye devrimcileri meseleye böyle bakarız. Ama ne olursa olsun, ne denli onurlu bir barış anlaşması yapılırsa yapılsın, devlet, Türklerin olmadığı gibi, Kürtlerin de devleti hâline gelmez. Dünyanın neresinde olursa olsun, işçi sınıfının kurtuluşunu öne koyan devrimciler, o devletin oradaki halkın adı ile anılmasına bakarak, o devlete karşı savaşmamaktan söz edemez. Fransız işçi sınıfı, Fransız devletine karşı savaşırken, onun kendi devleti olmadığını bilir. O devlet, Fransız burjuvazisinin devletidir. Ama o devlet kendini, tüm “ulusun devleti” olarak, egemen sınıf kendi çıkarlarını “ulusal çıkar” olarak sunar. Egemen sınıf, kendini milli kimlikleri ile ifade etmez. İngiliz egemenleri içinde İngiliz olmayan da o egemenlerin içindedir. Sermayenin devleti denildi mi tam da bu anlaşılır.

Tam da bu aynı nedenle, Türkiye’yi Müslüman halklar kurdu, demek de hatalıdır. Eğer işgale karşı savaşanlar diye söz ediliyorsa, bunun tüm Türkiye halkları olması gerekir, ki içlerinde Müslüman olmayanlar da vardır. Kaldı ki Türkiye, en başından beri, SSCB’ye karşı bir ileri karakol olarak kurulmuştur ve bu özelliğini her fırsatta ortaya koymuştur. İmha ve inkâr siyaseti ile, Sovyetler’e karşı bir ileri karakol olarak kurulmak, birbiri ile sıkı sıkıya bağlıdır. 

Konumuza dönelim. Kürt sorununun bugünkü durumuna bakalım.

ABD’nin yeni Türkiye elçisi Barrack, aynı zamanda Suriye özel temsilcisidir. Yani hem Türkiye hem de Suriye büyükelçisi olarak adlandırılabilir.

Şunları söylemiştir:

“SDG makul olur ya da başka alternatif gündeme gelir.”

“SDG’ye ebediyen dadılık edemeyiz.”

“Suriye’de federal yapıya destek yok”

“SDG’ye bağımsız bir özel bölge borcumuz yok.”

“Bizim yardımımıza ihtiyacınız yoksa, HTŞ-SDG kapışsın.”

“SDG YPG demektir, YPG de PKK’nin uzantısıdır.”

Tüm bunlara rağmen, Pentagon, 2026 bütçesinde SDG için 130 milyon dolarlık destek koymuştur. Bu geçen yıl, 150 milyon dolar idi. 

Bu sözler ile, Erdoğan’ın ümmet ve milletler diye söz ettiği şey, birbiri ile paraleldir. Ve İran savaşına karşılık TC devletine uzatılan elma şekeri budur.

Yanlış anlaşılmasın, biz burada ABD ve TC devletinin politikasını ortaya koyuyoruz. Bu politika, içeride ve dışarıda savaş politikasıdır. Bu savaş politikasını çizen, belirleyen ABD ve NATO’dur. Saray Rejimi, 2023’teki hileli seçimlerle, Kılıçdaroğlu daha çok oy aldığı hâlde Erdoğan’ın başkan ilan edilmesi ile, yeni bir yapılanmaya girmiştir. İki noktayı vurguluyoruz: Bir, ekonomi, alacaklılara, uluslararası bir konsorsiyuma devredilmiştir ve Şimşek, öncelikle bunların memurudur. İkincisi, gizli bir savaş kabinesi kurulmuştur. Bu savaş kabinesinin bakanları değildir önemli olan, önemli olan bu gizli savaş kabinesinin NATO’nun uzantısı olmasıdır. Bu nedenle, Saray’a muhalif diye ortaya çıkan Kemalistler, tüm şürekâsı ile Saray’a bağlanmıştır. Bu açıdan iç cephenin tahkim edilmesinde bir ilerleme sağlamışlardır. Artık, TC devleti içinde, İran’a savaş planlarına karşı duracak etkili bir güç yoktur ve Kemalistler, ümmetçiliği de öğrenmektedir. Elbette tek tek sesler çıkabilir ama bunlar hem azalmaktadır, hem de bir güç olmaktan çok uzaktadırlar. Saray’a bağlanmaları da bu demektir. 

Bu vesile ile tekrarlamamız gerekir, anti-emperyalist çizgi, anti-kapitalist bir çizgi değilse, asla tutarlı olamaz. Tutarlı bir anti-emperyalizm yoksa, emperyalizme karşı söz söylemek, sadece söz söylemektir ve hiçbir işe yaramaz. İster İslamî bir çizgiden gelsin, ister Kemalist bir çizgiden gelsin, anti-kapitalist olmadığı sürece, bir anti-emperyalist çizgiyi sürdüremez. Anlık heyecanlar, anlık eylemler ortaya çıkabilir. Bunlar da içinde yaşadığımız çağda, bir şey ifade etmezler.

“Komünistlerle Kemalistlerin birliği” hattı, şimdi ümmet gerçeği ile karşı karşıyadır. Kemalistler Saray’ın eteklerine dizilmektedir. Gerçek anlamda komünistlerin yeri, bu hattın tam da karşısındadır.

Kürt sorunu konusunda ortaya çıkan yeni hamleler, Öcalan’ın söylediği gibi devlet tarafından başlatılmıştır. Daha çok NATO demek yerinde olur. Öcalan NATO’dan söz etmiyor. Ama bu masayı onlar kurduğuna göre, bazı sözlerine bağlı kalacaklarını varsaymak mümkündür. Gerçekten “mümkün” müdür? NATO politikası, bu açıdan, bir garanti değildir, olamaz. Dünyada süren savaşımı anlamaktan uzak bir çizgidir bu. 

İsrail bu hattın içindedir. NATO ve ABD olmadan İsrail’den söz etmek yerinde değildir. Elbette İsrail’in bazı eylemleri olabilir. Ama Ortadoğu politikası, ABD politikasıdır. İsrail’in Öcalan’ı öldürmesi diye bir şey gündeme gelmez. İsrail, NATO ve ABD dışında bir güç değildir. Ama elbette Kürt hareketinin liderlerine karşı her türlü saldırı beklenendir. 

Öcalan, son mesajında, kimin hangi adımı atacağına bakmadan, adım atın, demiştir. Buna bağlı olarak, 12 Temmuz’da, 30 PKK’li silahlarını, büyükçe bir kabın içinde yakmışlardır. Besê Hozat, grubun başındadır ve “bu siyasal bir eylemdir,” demiştir. Besê Hozat, şimdi, sıranın TC devletinde olduğunu söylemektedir. Yasal ya da anayasal düzenlemeleri beklemektedirler. Sıra TC devletindedir. Yanlış anlaşılmasın, elbette savaşan iki taraftan biri diğeri ile görüşmek istiyorsa, bu görüşmenin gerçekleşmesi, tarafları konumlarından uzak noktaya götürmez. Bunun otomatik bir işleyişi yoktur. 

Silahların yakılması, kuşku yok ki simgesel anlamda önemlidir. Yakma, bu defteri kapatmak anlamına gelmektedir diye düşünmek mümkün. Silahlar yakılırken, “Biz de Amed’de, Ankara’da, İstanbul’da siyaset yapmak isteriz,” denilmiştir. Muhtemelen yasal siyasetten söz ediliyor olmalıdır, yoksa zaten PKK, Amed’de, İstanbul’da, Ankara’da siyaset yapmaktadır. 

Sürecin bugünkü aşamasında, devlet cephesinden iki adım gelmiştir; ilki, Esenyurt Belediye Başkanının, hakkındaki iki davadan biri olan “kent uzlaşısı” nedeniyle terör örgütü ile bağlantılı olma iddiasından beraat gelmiştir. Kendisi içeriden çıkamamıştır. İkincisi ise Erdoğan’ın sözleridir. Erdoğan, AK Parti kampında, “yeni devlet”in işaretlerini vermiştir, ümmet ve millet üzerinden “açılım” yapmıştır. Bu ikinci adım, Kürtlerin ümmetin bir parçası olması anlamında bağlantılı gibi görünse de, aslında farklı bir gündemdir. Öyle ise, aslında devlet tarafından gerçekleştirilen sürece ilişkin adım, son derece zayıftır, neredeyse yok gibidir. 

Hattâ Erdoğan, fırsat bu fırsat, DEM Partiyi Cumhur İttifakına da katmıştır. Ne ki, DEM Parti adına Buldan, bizim ittifakımız sadece süreçle ilgilidir demek için zaman kaybetmemiştir. 

Solun, devrimcilerin, meseleye seçim meselesi olarak bakması büyük hata olur. Böylesi bir durum yoktur. Anayasa tartışmaları da içinde esas mesele seçim değildir. Dışarıda ve içeride savaş politikasının doğru anlaşılması gerekir. Meseleyi seçim meselesi olarak ele aldınız mı, hemen, acaba DEM Parti Saray ile işbirliği mi yapacak, soruları gündeme gelecektir. Oysa, bu soru defalarca sorulmuştur ve Kürt hareketinin pratiği bunun dışındadır.

Şimdi, TC devletinin adımlarını göreceğiz. Masayı devlet kurmuş ise bir adım atacaktır, diye düşünülmektedir. 

Tüm bunlar, Suriye savaşı sonrası, ABD’nin bölgedeki hegemonyasının arttığının işaretleridir. ABD, bu hegemonyası için, İsrail ve Türkiye’ye görevler vermiştir. Ve bu görevler, bölgenin yeniden paylaşımı ile bağlantılı görevlerdir.

Muhtemelen, Trump’ın, Ukrayna için Rusya’ya 50 gün süre veren “ültimatom”u, bu süreçle de bağlantılıdır. Demek ki, yaz bitmeden, sonbaharın başında bir şeyler planlanmaktadır. Bu onların planıdır, ama biliyoruz, önceden 24 saat vardı, sonrasında 100 gün söz konusu oldu. Ve Trump, yarın başka bir tarih verir mi bilmiyoruz. 

Soru açıktır: Ortadoğu yeniden paylaşılmak istenmektedir. Bu yeni de değildir. Bugün, İran savaşı ile bu süreç yeni bir aşamaya geçmektedir. Bu savaş için, İran ile sınırları olan ülkeler de devreye sokulmaya çalışılmaktadır. Ermenistan ve Azerbaycan’ın nasıl hareket edeceği henüz belli değildir. Ama görünen o ki, bu konuda yol alacak gibidirler. En azından istekleri budur. Suriye sonrası durum, İran’ın hedefe konmasıdır. Türkiye ve İsrail, zaten bu konuda görevlidir. Kürtler bu savaşa eklenmek istenmektedir. Barzani hareketi zaten buna çoktan hazırdır. SDG ve PKK’nin buna zorlandığını anlamak zor değil. Bunu biz nasıl görebiliyorsak, bunu Kürt hareketinin de görebildiğini varsaymamak, aptallık olur. Onlar da bu sürecin farkındadır. 

Ortadoğu’nun yeniden paylaşımı, NATO’nun, ABD ve İngiltere’nin planlarıdır. Emperyalist güçlerin bölgeyi dizayn etmesi, hiçbir halka, bölgedeki işçi ve emekçilere hiçbir şey kazandırmaz. Bu planlar, işçi ve emekçilerin, halkların kazanımları için yapılmaz. Tarihin hiçbir döneminde yapılmamıştır, bugün de yapılmaz. 

Öyle ise, mesele, bu paylaşım savaşımı içinde, sosyalist bir çıkışı gerçekleştirmek meselesidir. Tüm bölgede işçi sınıfının devrimci öncülüğünde bir bölge devriminin de dinamikleri oluşmaktadır. Bu sadece ufka bakınca görülen bir durum olmaktan da çıkmaktadır. Bölgedeki kaynama, gerçekte, devrimci hareketlerin doğru çizgisi ile bir devrime evrilebilir. Bu, bölgedeki her parçada geçerlidir. Bölgemizin en gelişmiş işçi sınıfları, Türkiye, İran ve Mısır’dadır. Ancak bununla sınırlı değildir. 

Bölgemizde paylaşım savaşımı işlemektedir, ama aynı anda bir devrimin mayalanmakta olduğu da açık ve nettir.

Evet, bölgemizde sosyalist devrimler bir hayal olarak görülebilir. Çünkü, bölgede devrimci hareketlerin ve işçi sınıfının örgütlülüğü zayıftır. Ama hayat her zaman sürprizlere gebedir. Diyalektiğin yasaları her yerde işler. Bölgede her ülkede, egemen ile işçi sınıf arasındaki mücadele sürmektedir. Bu mücadele, elbette bugün bir yandan emperyalizme karşı savaş, diğer yandan ise kendi ülkesindeki egemene karşı savaşla birleşmektedir. İşçi sınıfının kurtuluşunu temel almadan, emperyalizmin ülkeden veya bölgeden kovulması mümkün değildir. Güçlerimiz zayıf diye bu yoldan yürümemek, bir mazeret ya da daha da kötüsü bir strateji olamaz. Gözümüzü sadece gelişen savaşa, emperyalist paylaşım savaşımına dikersek, sadece oraya bakarsak, elbette karanlıktan başka bir şey göremeyiz. Ama bu karanlık, bu kan gölünün içinde, işçi sınıfının devrimci rotada örgütlenmesi için, her zaman zemin vardır. Başka ülkeleri yeterince bilmediğimiz açıktır. Ama Türkiye’de işçi sınıfının iktidarı alması, tüm bölgedeki dengeleri ve hesapları değiştirecek bir güç demektir. 

Biz gözümüzü, devrime, işçi sınıfının örgütlülüğüne dikmekteyiz. Enternasyonal bir çizgiden kopmadan, ülkemizde işçi sınıfının örgütlenmesi, bugün temel meseledir. Eğer buradan bakarsanız ve eğer gerçekten de bu mücadelenin içinde yer alırsanız, gelişmelerin cevahiri karartmamıza neden olmayacağını da görmek mümkündür. Gelişmelerin içinde olumlu olanı da görebilmeyi başarmak gerekir. 

Ülkemizde bir devrim gelişmektedir. Elbette güçlerin zayıflığı, işçi sınıfının örgütlülüğünün geriliği bir veridir. Ama gelişmekte olan devrim de bir veridir. Sınıf mücadelesi kendi yasaları ile işliyor, işler. Biz devrimciler, seyredenler değiliz. Biz, gelişmekte olan devrimin çizgilenmiş sesiyiz. Öyle ise, örgütlülüğün geri olması, zayıflık, bugüne aittir ve devrimci irade bu zayıflığı yenmek, aşmak zorundadır.

Süveyda ve Suriye emperyalistlerin eseridir

Suriye’de çetelerin Şam’ı ele geçirmesinin ardından Alevilere yönelik katliamlarla başlayan saldırılar, Dürzîlere yönelik artan saldırılar ile bu hafta yeni bir boyuta taşındı.

Çatışmaların başladığı 13 Temmuz’dan bu yana yaklaşık 250 kişinin öldüğü bilgisi veriliyor. Suriye’den kaynakların verdiği bilgilere göre 3’ü kadın 21 kişi, meydanlarda Suriye geçici hükûmeti adı verilen HTŞ’ye bağlı savunma ve içişleri bakanlığı güçleri denen çeteler tarafından infaz edildi.

Süveyda kentinin mahalleleri ile Sehvet El Belata köyünün obüs, havan ve insansız hava araçlarıyla bombaladığı kaydedilirken, söz konusu saldırılarda çok sayıda ölü ve yaralının olduğu, kent genelinde internet ve elektrik kesintilerinin yaşandığı bilgisi verildi.

Suriye’de yaşanan gelişmeler bir kez daha gösteriyor ki, emperyalizmin tabiatında barış yoktur. Halkları birbirine kırdırarak yöneten bir tahakküm rejimidir. Özü hâkimiyet ve şiddettir.

El Kaide’nin Suriye kolu olan HTŞ’nin, emperyalistler tarafından şekillenen “geçici” ve gerici hükûmetin silahlı gücü olarak halkların üzerine sürülmesi; daha önce Alevilere dönük yapılan katliamların benzerinin şimdi Dürzîlere uygulanmasının önünü açmıştır.

Süveyda ve Dera bölgelerinde yaşananlar basit bir iç çatışma değil, Suriye halklarına dayatılan yeni statükonun kanla yazılma girişimidir.
HTŞ’ye ve geçici hükûmete bağlı güçlerin çocukları, kadınları ve yaşlıları hedef aldığı, saldırılar düzenlediği ve meydanlarda infazlar gerçekleştirdiği belgelenmiştir.

Bu katliamlar yaşanırken, “Dürzîleri koruma” iddiasıyla Suriye’yi havadan bombalayan İsrail’in ise asıl niyeti açıktır: Suriye’yi daha da parçalamak, iç çatışmaları derinleştirerek kendi bölgesel tahakkümünü genişletmek.
Dürzîlere sahip çıkmak bahanesiyle saldıran soykırımcı, işgalci varlığın bu eylemleri; Gazze’de ve Lübnan’da uygulanan soykırım politikalarının başka bir uzantısıdır. Siyonist İsrail bir işgalcidir, katliamcıdır ve mezhep çatışmalarının başlıca tetikleyicilerindendir.

Dürzîler dâhil hiçbir halk, İsrail’den veya bir emperyalist güçten medet ummamalıdır.

Türkiye’de ise iktidarın tetikçi kalemlerinin siyonizmin saldırılarına karşı sol muhalefeti Colani’yi sahiplenmeye çağırması, tam bir ikiyüzlülüktür. Saray Rejiminin bu payandaları, soykırımcı siyonistlerle basta ticari olmak üzere her türlü ilişkiyi sürdürürken sesini çıkartmayanlardır.

Emperyalizmin bizzat eğittiği Colani ve HTŞ’nin Suriye’deki Alevilere, Hıristiyanlara ve Dürzîlere katliam yaparken işgalci siyonistlere tek laf etmemesini görmezden gelen emperyalizmin ve siyonizmin destekçileridir. Trump ve Netanyahu’nun Gazze halkını sürgün planlarına “Hicret” diyerek destek verenlerdir.

Bu cümleleri yazanlar samimiyet istiyorlarsa kendi tasmalarını tutanlardan siyonist varlığa tam ambargo uygulanmasını istesinler.

Bu sırada ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın, halkların iradesini hiçe sayarak Kürtleri ve Kuzey-Doğu Suriye Özerk Yönetimini Şam merkezli geçici hükûmete zorla entegre etmeye çalışması da emperyalist dizaynın başka bir yüzüdür.

Emperyalizmin Suriye politikası, HTŞ’yi normalleştirerek Alevileri, Kürtleri ve Dürzîleri ve tüm Suriye halklarını “ya teslimiyet ya savaş” ikileminde bırakmak, cihatçı yapıları meşrulaştırmaktır.

Suriye’nin geleceği, savaş baronlarıyla değil, eşitlik, kardeşlik ve özgürlük temelinde kurulacak. Bu yolda en çok ihtiyaç duyulan şey halkların birbirine düşmanlaştırılmasını reddetmek ve ortak mücadeleyi yükseltmektir.

Başta bölgemiz olmak üzere tüm savaşların; mezhep, din ve halk kimliği farklılıklarının çatlağa dönüştürülmesiyle değil, halkların kardeşliğiyle, işçilerin, işçi sınıfının ulusal sınırları aşan ortak mücadelesiyle aşılacağı unutulmamalıdır. İşçilerin birliği, halkların kardeşliği, emperyalizmin ve sömürünün sonunu getirecektir.

Emperyalizme ve onun bölgedeki taşeronlarına karşı, barışı ve halkların özgür ortak geleceğini ancak halkların kendisi inşa edebilir.

Ortadoğu’da çözüm; ya sosyalizm ya ölüm.
17 Temmuz 2025

Adana, Adıyaman, Antalya… Saldırıları ne durdurur?

Geçtiğimiz cumartesi günü Adıyaman, Antalya ve Adana Belediye Başkanları yeni bir dalga operasyonla gözaltına alındılar. Yerel seçimlerden bu yana sadece il bazında kayyum atanan veya başkanları tutuklanan illerin toplam nüfusu yaklaşık 25 milyondur. CHP’nin toplam kazandığı 35 il belediyesinden 14 belediye başkanına saldırılmış oldu.

Hâlihazırda her gün bir yeni tarih ifade edilerek devam edilen saldırılar sürerken, saldırılara karşı direnişin önünü açmak için yolu temizlemek gereklidir. Biz bugün direniyoruz, Saray Rejimini alaşağı edecek tek gerçek olarak da direnişi ciddiye alıyoruz. Saldırı ağırdır, dolayısıyla iş hafife alınmamalıdır. Direnmek ciddi bir iştir.

1- Erdoğan aday olamaz. 19 Mart’ta Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptal edildiği üniversitede, İstanbul Üniversitesinde bir barikat aşıldı ve yıllardır bir cendereye sıkışanların “böyle yaşamak mı olur” sorusu dışarı çıkarak “böyle yaşamak istemiyoruz” eylemlerine dönüştü. İşte o eylemlerde sokağa çıkanların attığı sloganlardan biri “Diplomasız Erdoğan” sloganıdır. Kuralları biz koymadık, elbette işçi-emekçilerin kurduğu bir iktidarda yöneticinin diploması konu olmayacaktır. Ancak bugün Erdoğan bu gerekleri yerine getirmemektedir. Sadece diploması olmadığı için de değil. 2015’ten bu yana tüm seçimleri çalmıştır, çaldığı her sonuç saraylı muhalefet tarafından temize çekilmiştir. 3 defa üst üste seçime girmesi yasak olan Erdoğan’ın, 2023 seçimlerine “erken” denerek, aday olması sağlanmıştır. 2028’e kadar her seçim erkendir, diyelim ki Kasım’da bir kez daha “seçildi”, şimdiki görev süresi 2030’a uzayacaktır. 2029’da bir “erken” seçim olması hâlinde Erdoğan’ın aday olamayacağının garantisi nedir? Operasyonların hemen ardından “tonu çok yüksek” açıklamaların arasında “zaten aday da olabiliyorsun, sandığa gel” demek nedir? 2023 seçimlerinin ardından “normalleşme” ve “yumuşama” diye giden sürecin yumruklu, gösterili hâli midir? Dün Kılıçdaroğlu’nun “mağdur yaratmayalım” diye yol verdiği yasadışı adaylık, bugün hangi saiklerle devam ettirilmektedir? Bunlar sorulardır, ciddi olanın cevaplaması gerekir.

2- Bugün artık yönetenlerin her türlü yolsuzluğa bulaştığı, halkın neredeyse tamamı tarafından bilinmektedir. Bilinir çünkü yağma-rant üzerine kurulu bu sistem baştan aşağı böyle örgütlenmiştir, bilinir çünkü çocuğunuzu evinize yakın bir okula kaydettirmek istiyorsanız bile işlerin nasıl yürüdüğünü görürsünüz. Sistem en alttan en yukarıya böyle kurulmuştur. Son günlerde, “sert muhalefet” adına, “kötüleşirsen senden beter kötüleşirim” denilmektedir. Mesela İBB’nin önceki dönem ihale yolsuzluklarını açıklamak kötüleşmek midir? Sağlık sektöründe dönen pisliği açıklamak kötüleşmek midir? “Devri-sabık yapmayacağız” demenin başka bir şekli midir bu? Bizim elimizde 17-25 Aralık dosyalarının dökümü yoktur, bizim elimizde Mansur Yavaş’ın bahsettiği 100 soruşturma dosyası yoktur. Özgür Özel’de hem bunlar hem de daha fazlası vardır. 100 sayfalık 100 dosya uç uca eklense 3 km yol yapar, Ankara Büyükşehir Belediyesi ile Saray arası 6 km’dir. Bu, konunun sadece bir yanıdır. Bugün CHP yönetiminin saldırılara karşı yapabildiği tüm açıklamalar, tüm parmak sallamalar, Özgür Özel’in “milyon milyon geldiler” dediği insanların direnişi sayesindedir. Eğer siz direnişi güçlendirmek istiyorsanız tüm yolsuzluğu mesela bugünden itibaren her gün bir dosya olarak İBB’den pankartlarla duyurmaya başlayın. Gerçeğin bir kısmını söylemek, direnişten gerçekleri saklamak olacaktır. Özel “2 yıl vadeli cesaret mi olur?” diye sormaktadır, doğrudur. “Cepteki taşları bitirmemek” de genelde pazarlığı ifade eder, ortada bir pazarlık mı vardır? İstanbul, İzmir, Antalya, Adana, Adıyaman… Ahmet Ercan, İmamoğlu, Tutdere… Bu taşlar hangi belediyenin kapısına gelindiğinde atılacaktır? Kılıçdaroğlu, yıllarca, halkın yükselen öfkesini “seçimleri bekleyin” diyerek yönetmeye çalışmıştır, nihayetinde bugün CHP yönetiminin başında sallanan kılıçlardan biridir.

3- 10 Mart 2023’te yapılacağı belirsiz seçimlerin Mayıs 2023’te yapılacağı açıklanmış, 30 Mart’ta ise “NATO’nun genişlemesi”ne ilişkin yapılan meclis oylamasında tek bir itiraz çıkmamıştır. Mayıs 2023’te iki tur hâlinde gerçekleşen seçimi daha ilk turdan Kılıçdaroğlu’nun kazandığı ancak seçimlerin Erdoğan’a verildiği bilinmektedir. Nedir bu verilmek? Uzun zamandır yazılıyordu ancak bugün artık daha görülebilir hâle gelmiştir. ABD liderliğindeki NATO aldığı kararlarla, İran, Rusya ve Çin’e dönük saldırılarını yoğunlaştıracak, dünyanın paylaşım savaşı hız kazanacaktı. Son iki yılda bu paylaşım savaşı hız kazanmıştır. NATO üyesi, ABD-AB’nin ortaklaşa sömürgesi Türkiye’nin bu hıza uygun hareket etmesi gerekliliği ortaya çıkmıştır. Mayıs 2023 seçimleri ile birlikte, savaş kabinesi kurulmuş, ekonomi ise başına bir İngiliz vatandaşı Mehmet Şimşek getirilerek uluslararası konsorsiyuma devredilmiştir. Bölgede emperyalizm adına tetikçilik görevi üstlenen devlet, Saray’ın tüm bileşenleriyle savaşa göre örgütlenmiştir, seçim bu organizasyonun bir parçasıdır. Aday olamayan aday Erdoğan’ın seçilmesine izin vermek, her tarafı hileli olduğu daha ilk günden açığa çıkan seçim sonuçlarına “halk seçti” demek, bununla beraber düşünülmelidir. Burada yapılan anlaşmanın bir sonucu olarak 10 ay sonra yapılan yerel seçimlerde ise haritanın görüntüsü değişmiştir. Yerel seçimler sonrası “Saray Rejiminin belediyelerle dengelendiği” bir görüntü olarak sunulmuş, hemen ardından “normalleşme” ve “yumuşama” gelmiştir. Saray Rejimi seçimle gelmemiştir, Saray Rejimi belediyelerle dengelenmez, Saray Rejimi seçimle gitmez; bu görülmelidir. 2020 yılında, yağma-rant ve savaş ekonomisi milyonlarca insanın hayatlarını zehir ederken, işçi eylemleri ve grevler artıp dalga dalga yayılmaya başlamışken, erken seçim tartışmaları başlamıştır ve 2023’e gelinmiştir. Bugün “böyle yaşamak istemiyoruz” diyenler sokaktadır, bir kez daha “erken seçim” denmektedir. İşte bu tam olarak “Ankara siyaseti”dir. Ankara siyaseti “iç cephenin güçlendirilmesi”ni istemektedir. Ankara siyaseti yapmamak, saldırılara karşı direnişten yana tutum almak, sokaklarla mümkündür, genel direnişin büyütülmesiyle mümkündür ve artık eylemlerin bir sloganı hâline gelen “Genel Grev-Genel Direniş”in örgütlenmesiyle mümkündür. Bunun önünün açılması gerekir.

4- Öğrenmek isteyen için direniş iyi bir öğretmendir. AK Partili bir eski Bakan “Gezi bizim şaftımızı kaydırdı,” demektedir. 31 Mayıs 2013’ten bu yana Gezi Direnişi tüm direnişlerde sürmektedir. Bugün sokaktaki herkesin örnek aldığı Gezi Direnişi’nden hemen sonra, özgürlükleri için sokağa çıkan milyonların önüne “kavgadan uzak, barıştan huzurdan yana bir süreç” için CHP-MHP’nin ortak adayı olarak İslam Konferansı Örgütü eski genel sekreteri Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu konuldu. Bunu hatırda tutalım.

Gezi ile Kobanê direnişinin ardından 7 Haziran 2015’te HDP’nin oyları sayesinde, AK Parti 2003’ten bu yana ilk defa tek başına iktidar olmaktan edilmişti. Devletçe kabul edilmeyen seçim sonuçları, katliamlar eşliğinde 1 Kasım’da yeniden yapıldı. 1 yıl sonra, 7 Haziran 2016’da ise CHP’li vekillerin “Anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz,” söylemine eşlik eden oylarıyla bugün hâlâ tutsaklıkları devam eden Selahattin Demirtaşların dokunulmazlıklarının kaldırılması süreci başladı. Bugün Özgür Özel’in dokunulmazlığının kaldırılması dosyası meclise gelmiştir. Bunu hatırda tutalım.

Direnişler, kriz ve savaş nedeniyle olağanüstü saldırılar için olağanüstü olarak yeniden organize edilen devlet “fiilî olanın yasalaşması”nı sağlamak için artık adına Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denilen ucubeyi referanduma götürdü. Mühürsüz oyların sayılması ile birlikte hemen her sandıkta hırsızlık, hile ve saldırılar yapılırken, seçim akşamı on binler “Hayır, biz kazandık” diyerek sokağa çıktı. Sokağa çıkanlar “vatandaşın oyuna saygılıyız, ilk seçimde Cumhurbaşkanı biz olacağız” diyerek muhalefet tarafından evlerine itildi. 1 yıl sonra Kılıçdaroğlu “Sandıktan hayır çıktı elbette. 51,2 hayır çıkmıştı,” diye itiraf etti, Erdoğan “atı alan Üsküdar’ı geçti haberiniz yok,” dedi. Bunu hatırda tutalım.

Şimdilerde yeniden kürsülere çıkartılan Muharrem İnce’nin aday olduğu 2018 seçimlerinde ise veri akışı durdurulduğu sıralarda “adam kazandı” dediği seçimlerle ilgili sonrasında “Oy çalmışlar mıdır, evet çalmışlardır,” dedi. Bunu hatırda tutalım.

Bir seçimler anatomisi yapmadık, doğrusu biz bu seçimlerin tamamının hileli, tamamının sonuçlarının gayrimeşru olduğunu da biliyoruz. Bu topraklarda ne zaman direnenler başını kaldırıp, onurluca seslerini yükseltmeye başlasalar, sokaklar direnenlerle dolsa, önlerine bir sandık gelmiştir. Sokaktan korkan sadece Erdoğan değildir, sokak tüm yönetenleri korkutmaktadır, bu korku her defasında egemenlerin bir bütün olarak hareket etmesini gerektirmiştir. Biri sandıktan çalmıştır, diğeri çaldığını gizlemiştir. Biri hileyi kurmuştur, diğeri sandığı istemiştir.

Direniş, her defasında seçim sandığına sıkıştırılmak istenmiştir. Direnenlerin bu sıkışmayı aşacak bir örgütlülüğü yaratma zorunluluğu vardır.

5- Direniş, Saray’ın planlarını bozmuştur. 19 Mart’ta yıkılan barikat İBB’ye kayyum atanmasını durdurmuştur ancak saldırıları durduramamıştır. Saldırıları durduracak, örgütlü direniştir.

Milyonlarca insanın, oy verdiklerinin değiştireceğine canı gönülden inanmasalar da, değişsin istedikleri bir düzen vardır. Kadınların sokak ortasında öldürülmemesini, emeklilerin üç kuruşla ölüme mahkûm edilmemesini, işçi-emekçilerin kölece çalıştırılmamasını, öğrencilerin cehalet üreten eğitim sistemine maruz kalmamasını, halkların savaşlarda ölmemesini, karış karış tüm coğrafyanın madenlere peşkeş çekilmemesini seçmiştir. Değişsin istenen de bu yaşamdır. Bu yaşamın kurulabilmesi için, Saray Rejimini göndermek için tek seçenek direniştir.

19 Mart’tan bu yana sokağa çıkan herkes kendi itirazını yanında getirdi. Öğrencilerden kadınlara, işçilerden emeklilere, hayvanların öldürülmesini istemeyeninden doğasını savunanlara “böyle yaşamak istemiyoruz” diyen herkes iradesini sokaklara yansıttı.

Hatırlayalım, direniş sırasında “Boykot, Grev, Direniş” sloganının “Boykot”u bir günlüğüne esnafların kepenk kapattığı, direnişten yana herkesin bir şekilde dâhil olduğu bir eyleme dönüştü. Boykot çağrısı Saray tarafından “milli güvenliği tehdit” olarak algılandı, boykota karşı alışveriş yapan bir AK Partili vekil kasada ödeme yaparken çıkan fiyata “ne aldık ki” demekten kendini alıkoyamadı. Kapalı olan her kepenk, kesilmeyen her fiş direnenlere moral oldu, dayanışma-kermes masaları kuruldu.

Biz “böyle yaşamak istemiyoruz” diyenler işçi-emekçileriz, kadınlarız, öğrencileriz, tüketmediğimiz ne varsa üreten bizleriz. Saray’ı daha da korkutan, “milli güvenliği tehdit” dedirten, eylemin sloganın ikinci kelimesi “Grev”e kadar varmasıdır. Saray Rejimi’nin yağma-rant ve savaş ekonomisinden, patronlar kârlarına kâr kattığı için memnundur ve destek vermektedir, bizi her geçen gün yoksullaştıran ise budur. Grev patronlar için, Saray için hayatın durmasıdır. Saldırıları durdurmak için de genel grev etkili olacaktır.

Bu direnişin parçası bizler, mahallelerimizde, okullarımızda, işyerlerimizde taleplerimizle yan yana gelelim. Direnişleri birleştirelim. Çünkü yan yana gelen direnişlerin talepleri daha güçlü açığa çıkacaktır, örgütlü hareket etmenin gücü kazandırıcı olandır. “Böyle yaşamak istemiyoruz”u “insanca, onurlu bir yaşam”a çevirecek güç bizdedir. İnsanca, onurlu bir yaşam için tüm direnenlerin elini taşın altına koyduğu “Genel Grev Genel Direniş”i, Birleşik Emek Cephesi’yle yaratabiliriz. Biz eğer örgütlenirsek, sadece planları bozan değil planlar yapan da olabiliriz, insanca, onurlu yaşayabiliriz!

Kaldıraç Hareketi

08.07.2025

Merhaba Kaldıraç Emekçileri

Merhaba Kaldıraç emekçileri.

Öncelikle binbir emekle hazırlayıp bana ulaşmasını sağladığınız Kaldıraç dergisine harcadığınız tüm emekleriniz için sizlere teşekkür ediyorum.

Bu yıl ikinci yıldır derginize abone oluyorum. Düzenli olarak elime geçiyor. İlk zaman aksaklıklar oldu, buradaki aksaklıklar, sizden düzenli geldi.

Bu yıl yeniden hesabınıza abonelik ücretini yatırdım, hesaplarınızdan kontrol edebilirsiniz.

Tüm Kaldıraç emekçilerine çalışmalarında başarılar diliyor, emekleriniz misliyle karşılık bulsun istiyorum, iyi çalışmalar. Başarılar.

Okurunuz Mehmet Mustafa Uzkar | Yüksek Güvenlikli Hapishane E-2-8 DÖŞEMEALTI / ANTALYA

03.02.2025

Sevgili arkadaşlar merhaba

Sevgili arkadaşlar merhaba.

Hepinize sıkıca sarılıyor, sevgilerimi yolluyorum. Umarım iyisinizdir. Bizleri soracak olursanız bizler de bu katmerli tecrit mekânında iyi ve moralli olmak için direniyoruz. Ben, Silivri 9 no’ludan buraya 1 ay önce sürgün sevk ile gelmiş bir devrimci tutsağım. …….. . 25 Yaşındayım. Kendimi kısaca böyle tanıtmış olayım. Esasında buralara dair de anlatılacak çok şey var ancak bu mektubun elinize ulaşmasını istediğim için şimdilik o kısımlara pek girmeyeceğim.

Arkadaşlar; öncelikle sizlere çok teşekkür etmek isterim. Silivri hapishanesindeki her devrimci tutsak dayanışmanıza minnettardır. Ancak ben son 1 aydır Karatepe Yüksek Güvenlikli Hapishane’de bulunmaktayım.

Burada da devrimci ve yurtsever tutsaklar bulunmakta ve devrimci-demokratik yayınlara erişebilmek istemektedir. Fakat bu hapishanede yayın(dergi) temini yapılmakla beraber yalnızca …………. bulunan dergiler temin edilmekte, dışardan kargo/ziyaret yoluyla gelen dergiler verilmemektedir. Bununlar beraber bahsettiğim dağıtım bayisi aracılığıyla temin edilen dergilerin düzenli bir şekilde temini ve dağıtımı yapılmaktadır.

Kısaca özetlemem gerekirse; dışardan kargo veya ziyaret yoluyla gelen dergiler alınmıyor ancak ……. bulunan dergiler aylık olarak, kişi bayide bulunan dergilerden hangisini isterse satın alınıp veriliyor. Bunun dağıtımı düzenli bir şekilde yapılıyor.

Sizlerden kendi nezdimde hepimiz adına isteğim ise eğer imkân olanak dahilindeyse, oluru varsa her ay Kaldıraç Dergisi’nin yeni sayısı çıktığı zaman ……… yollamanız ve dergiyi bayinin dergi listesine ekletmenizdir. Eğer böyle bir imkân varsa ve yapabilirseniz gerçekten çok seviniriz, her ay düzenli okuma fırsatımız.

Sevgili arkadaşlar olsa da olmasa da hepinize şimdiden çok teşekkürlerimi iletiyorum. Sıkıca sarılıyor, sevgilerimi yolluyor, çalışmalarınızda başarılar diliyorum. Sağlıcakla, umutla ve dirençle kalın…

Kömünarca sevgi ve selamlarla

Celal Punar | Karatepe Yüksek Güvenlikli Kapalı hapishane, B-1/2 Çorlu/Tekirdağ

26 Haziran 2025

Saldırıları def edecek güç örgütlü direniştedir!

Dün akşam saatlerinde 26 Haziran tarihli LeMan dergisinin son sayısındaki bir karikatürü bahane ederek Taksim’de ve Bakırköy’de saldırılar gerçekleştirildi.

ABD’nin SSCB’ye karşı Yeşil Kuşak projesiyle bölgede yetiştirdiği bu çeteler, geçmişten bugüne emperyalizme ve siyonizme tam biat edip sonrasında ise bunu hamasetle gizlemeye çalışmaktadır. Lafta Filistin’e ağlayan saldırıyı gerçekleştiren çeteler, Suriye’yi soykırımcı İsrail için dikensiz gül bahçesi hâline getirmeye çalışan işbirlikçi HTŞ yönetiminin alkışlayıcılarıdır. Bu hamasetçi çeteler dün bölgemizin kan gölüne dönüşmesinin sebebi NATO’ya, 6. Filo’ya secde eden beslemelerdir. Filistin’deki soykırımın işbirlikçisi bu çetelerin Suriye varyasyonu, siyonizme, emperyalizme karşı tek bir adım atmamış, IŞİD artığı Colani’nin Savunma Bakanlığı Sözcüsü’nün, bugün Suriye’de her gün 5’er 10’ar Alevi’nin katledilmesinin baş aktörü olduğu ortaya çıkmıştır.

Dün gerçekleştirilen saldırı “böyle yaşamak istemiyoruz” diyerek 19 Mart’ta sokağa çıkanlara karşı saldırıların bir parçası olarak devlet eliyle organize edilen “Şehzade Camii” saldırısının devamıdır.

Dün gerçekleştirilen saldırı “Sivas’ın hesabını soracağız” diyerek her yıl eylemlerle, katliamı gerçekleştirenlerden hesap sormak için sokaklarda olanlara saldırıdır. 2 Temmuz nasıl ki İslamî çetelerin eliyle gerçekleştirilse de bir bütün olarak devletin organizasyonuysa, 30 Haziran’da gerçekleştirilen bu saldırılar da aynı devletin organizasyonudur.

Ortadoğu’da savaş her geçen gün daha fazla şiddetlenmektedir, emperyalizmin ve siyonizmin işbirlikçisi Saray Rejimi dışarıda emperyalizmin tetikçiliğini yaparken, içeride de bu çeteler eliyle, gelişen ve gelişebilecek direnişe saldırmaktadır. Saldırılara cevap direnişleri birleştirerek, büyüterek verilmelidir. NATO’yu da, Saray Rejimini de, çeteleri de def edecek güç örgütlü direniştedir.

Örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez!

Susma, sinme, boyun eğme, örgütlen!

Kaldıraç Hareketi

01.07.2025

Savaşa ve savaşı kışkırtma politikalarına karşı bağımsız İranlı kurumların ortak açıklaması

İran’da ve bölgede yaşanan tehlikeli ve patlamaya hazır koşullar karşısında, aşağıda imzası bulunan kurumlar, ortak bir tutum sergilemenin gerekliliğini görmektedir.

İran’ın emekçileri -işçiler, öğretmenler, hemşireler, emekliler ve diğer ücretliler- hiçbir zaman savaştan, militarizmden, hava bombardımanlarından ya da tahakküm ve sömürü politikalarından bir fayda görmemiştir; bundan sonra da görmeyecektir.

İsrail’in İran’ın çeşitli bölgelerinde yüzlerce hedefi -altyapıdan sanayi tesislerine, rafinerilerden yerleşim alanlarına kadar- bombalayarak gerçekleştirdiği askerî saldırılar, saldırgan bir savaş gündeminin parçasıdır. Bu savaşın bedelini ise, başta işçi sınıfı olmak üzere sıradan halk, can kaybı, geçim kaynaklarının yitirilmesi ve güvencesizlikle ödemektedir.

İsrail’in İran halkına düşmanlık beslemediğine dair iddiaları açık yalanlardan ve politik propagandadan ibarettir. Daha dün İsrail Savunma Bakanı “Tahran’ı yakmakla” tehdit etti. Trump ve diğer ABD’li yetkililerin tekrar tekrar yaptığı tehditler -ve Batılı güçlerin bu tür eylemlere verdiği açık destek- bölgede gerginliği ve yıkımı daha da artırmıştır.

İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri hükümetleri, Gazze’de süren soykırımın başlıca failleri olduğu gibi, bölgedeki ve dünyadaki sayısız başka zulmün de sorumlusudur. Bu suçlar karşısında barış gücü pozları takınırken sessiz kalan Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kuruluşlar da bu küresel tahakküm sisteminin suç ortaklarıdır. Kâr odaklı mantığıyla kapitalist dünya düzeni ve onun emperyalist güç merkezleri, savaşların, insanî felaketlerin ve ekolojik çöküşün temel nedenidir.

İran işçi sınıfı, savaştan hiçbir çıkar sağlamadığı gibi, doğrudan onun sonuçlarından zarar görmektedir. Sürmekte olan yaptırımlar, devasa boyutlardaki askerî harcamalar ve özgürlüklerin bastırılması yalnızca yoksulluğu derinleştirmekte, baskıyı artırmakta ve milyonlar için daha fazla açlık, ölüm ve yerinden edilmeye neden olmaktadır.

Bizler, İran’daki bağımsız işçi ve kitle örgütleri olarak, ne ABD’nin ne de İsrail’in bize özgürlük, eşitlik ya da adalet getirmeyi amaçladığına dair bir yanılsama taşımıyoruz – tıpkı İslam Cumhuriyeti’nin baskıcı, müdahaleci, savaş yanlısı ve emekçi düşmanı doğasına dair bir yanılsama taşımadığımız gibi.

On yıllardır İranlı işçiler ve ezilenler; temel haklar ve onurlu bir yaşam talep ettikleri için hapishaneler, işkenceler, idamlar, işten atmalar, tehditler ve saldırılarla karşı karşıya kaldı. Hâlâ örgütlenme, toplanma ve düşünce özgürlüğü gibi en temel haklardan yoksunuz. İran’daki işçiler ve emekçi kitleler, kırk yılı aşkın süredir sürekli güvencesizlik ve yoksunluk koşullarını dayatan rejimin -ve onun koruduğu sermaye sınıfının- zenginleşmesine haklı olarak öfkelidir ve onlardan kopmuştur. İşçilerin, kadınların, gençlerin ve ezilenlerin bastırılmasında ve katledilmesinde sorumluluğu olan herkes halkın kendisi tarafından yargılanmalıdır.

Bizim mücadelemiz sosyal ve sınıfsal bir mücadeledir – kendi gücümüze dayanır, “Ekmek, İş, Özgürlük”ten “Jin, Jiyan, Azadî”ye uzanan son halk ayaklanmalarının çizgisini sürdürür. Bu mücadele, uluslararası işçi sınıfı ve adalet, özgürlük ve eşitlik mücadelesi yürüten tüm güçlerle ortak bir çizgide ilerlemektedir.

Savaş yolunda ilerlemeye devam edilmesi; daha fazla yıkım, geri dönülemez çevresel tahribatlar ve yeni insanî felaketler dışında bir şey getirmeyecektir. İran işçi sınıfı ve ülkenin dışlanmış çoğunluğu -tıpkı bölgedeki diğer ülkelerin ezilen halkları gibi- bu gerçeğin başlıca mağdurlarıdır.

Tüm sendikalara, insan hakları örgütlerine, savaş karşıtı hareketlere, çevre aktivistlerine ve dünyadaki barış yanlısı güçlere çağrımızdır: Savaşa, bombardımanlara, masum insanların katledilmesine ve çevrenin yok edilmesine karşı birleşik bir ses çıkarın. İran halkının ve bölge halklarının soykırıma, militarizme ve otoriter baskılara karşı yürüttüğü mücadelelerle dayanışma içinde olun.

Ortadoğu halklarının acilen ihtiyacı olan şey, bölgesel ve küresel güçler arasındaki yıkıcı iktidar mücadelelerinin sona ermesi ve tabana dayanan örgütlülük, kitlesel katılım ve kendi kaderini demokratik tayin temelinde kalıcı bir barışın inşa edilmesidir.

Savaşa hayır — Savaşçı politikalara hayır!

Acil ateşkes acil talebimizdir!

İmzalayanlar:

Tahran ve Banliyöleri Otobüs Şirketi İşçileri Sendikası
Haft Tappeh Şeker Kamışı Şirketi İşçileri Sendikası
Huzistan Emekli İşçileri
Emeklilerin Birlik Grubu
İşçi Örgütlerine Yardım Koordinasyon Komitesi
Emekliler Dayanışma Grubu

17 Haziran 2025

İranlı Sol ve Komünist Güçler Koordinasyon Konseyinin açıklaması: İsrail ile İslami rejimin gerici savaşına hayır

13 Haziran Cuma günü gerçekleşen İsrail saldırısı, İran İslam rejimini hazırlıksız yakaladı. Bu saldırı, rejimin pazar günü Umman’ın Muskat kentinde ABD ile yapılacak nükleer görüşmelerin altıncı turuna katılmaya hazırlandığı bir anda gerçekleşti. Yüz milyarlarca dolara ve on milyonlarca İranlının ekonomik sefaletine mal olan rejimin temelsiz “nükleer caydırıcılık” stratejisi çöktü. Saldırının ardından, rejimin tamamını sarsan ve üst düzey Devrim Muhafızları (IRGC) ile nükleer komutanların kaybıyla sonuçlanan ilk şokun ardından, İslamcı yöneticiler dün geceden bu yana İsrail’e füze saldırıları düzenlemeye başladı.

Ancak bu savaşın nasıl sona ereceği -özellikle İslamcı egemen sınıfın, meşruiyetini başından beri İsrail’in yok edilmesine bağladığı düşünülürse- ve nükleer meselenin nihaî çözümü (ki bu sürecin geri sayımı, kısa süre önce toplanan Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı [IAEA] Yönetim Kurulu toplantısıyla başladı), rejim içerisinde ciddi iç çatışmaların ve büyük ayrışmaların ekseni hâline gelebilir.

İsrail’in saldırılarından önce de, dün başlayan bombardımandan sonra da bir kez daha görüldü ki, İran halkının büyük çoğunluğu hiçbir savaşta İslamî rejimin yanında yer almayacaktır. İran halkının gerçek savaşı, tüm İslamcı rejime karşı verilen ve onu devrimci yollarla devirmeyi amaçlayan mücadeledir. Bu mücadele Aralık 2017’de başladı ve Mahsa Amini’nin öldürülmesiyle birlikte 2022’deki devrimci hareketle devam etti. Rejimin perspektifine göre, varlığını tehdit eden esas unsur İsrail değil, İran halkının kendisidir. Bu nedenle İslamcı rejim, İsrail’in saldırısını, İsrail saldırısından önce de süren çeşitli sosyal ve sınıf hareketlerini bastırmak için kendi lehine kullanmaya çalışacaktır.

Gazze’de milyonlarca insana gıda, ilaç ve temel yaşam gereksinimlerini reddeden, Başbakanı Netanyahu hakkında soykırımdan uluslararası tutuklama kararı bulunan ırkçı İsrail rejiminin, İran halkının değil, monarşist faşistlerin ve Rıza Pehlevi’nin müttefiki ve dostu olduğu artık bir sır değildir. Faşist İsrail rejimi ile İslamcı rejim, varlıklarını birbirlerine dayandırarak meşrulaştırmakta, birbirlerine göstererek suç düzenlerini sürdürmektedir. Her iki rejim de işçilerin, emekçi kitlelerin, bölgedeki her türlü ilerleme ve özgürlüğün düşmanıdır.

Hiç şüphe yok ki bu savaş, tamamen yozlaşmış ve kriminal İslamcı rejimden kurtulmaya kararlı İran halk kitlelerini pasifize etmeyecektir. İran’daki sosyal ve sınıf hareketleri, solcu ve komünist güçler ile ilerici örgütlerin iş birliğiyle İslamcı rejime, İsrail’e ve onun monarşist müttefiklerine karşı mücadelelerini sürdürmenin yollarını bulacaktır.

Kahrolsun Kapitalist İslam Cumhuriyeti!

Yaşasın özgürlük – Yaşasın sosyalizm!

İranlı Sol ve Komünist Güçler Koordinasyon Konseyi

14 Haziran 2025

İmzacılar:

Sosyalist İşçiler Birliği, 

İran Komünist Partisi,

İran İşçi-Komünist Partisi – Hekmatist,

İşçilerin Yolu Örgütü,

Halkın Fedaileri Örgütü(Azınlık),

Azınlık Çekirdeği

İran İşçi Komünist Partisi açıklaması: Bu savaşın yanıtı, İslam Cumhuriyeti’nin devrilmesidir

13 Haziran 2025 Cuma sabahının erken saatlerinden itibaren İsrail ordusu, İslam Cumhuriyeti’nin liderlerine, askerî ve nükleer merkezlerine karşı eşi benzeri görülmemiş saldırılar başlattı. Şu ana kadar, uzun bir listeyi oluşturan suçlu Devrim Muhafızları Komutanları öldürülmüş, İslam Cumhuriyeti’nin nükleer ve füze tesisleri bombalanmış ve rejimin otoritesine ağır güvenlik ve psikolojik darbeler indirilmiştir.

İran halkının her güne İslam Cumhuriyeti’nden kurtulma umuduyla başladığı ve İran genelinde büyük çaplı protesto hareketlerinin yaşandığı göz önüne alındığında, bu yıkıcı askerî saldırılar, İran’daki suç rejimini eşi benzeri görülmemiş bir varoluşsal krizle karşı karşıya bırakmıştır. İslam Cumhuriyeti, İsrail’den çok, ne suyu, ne ekmeği, ne özgürlüğü, ne de huzuru olan bir halktan korkmaktadır. Bu halk, rejimin kanlı baskılarına rağmen İran toplumunun derinliklerinde süregiden büyük bir devrime, Kadın Yaşam Özgürlük devrimine girişmiştir.

Bu varoluşsal krizle karşı karşıya kalan İran rejimi, siyasi alanı militarize etmeye çalışacak ve savaş bahanesiyle halkın yaşam koşullarını daha da zorlaştırıp katlanılamaz hâle getirecektir. Bir yandan, rejimin İsrail’e vereceği herhangi bir askerî karşılık, nükleer sızıntı riski de dâhil çok daha yıkıcı bir savaşa yol açabilir. Öte yandan, bu savaş Gazze halkının kanına bulanan elleriyle Netanyahu tarafından körüklenmektedir ve o, hedeflerine ulaşmak için hiçbir suçtan geri durmayacağını açıkça göstermiştir. İran toplumu böylece, son on yıllardaki tarihinin en tehlikeli ve en belirleyici anıyla yüz yüzedir.

İran toplumunun bu tehlikeli ve hassas durumu güvenli bir şekilde atlatmasının en acil ve tek yolu, İran’daki milyonlarca insanın İslam Cumhuriyeti’ne karşı ayağa kalkarak onun devrilmesini sağlamasıdır. İslam Cumhuriyeti’nin devrilmesi, yalnızca İran halkını yüz binlerce infazın, yoksulluğun ve sefaletin rejiminden kurtarmakla kalmayacak, aynı zamanda savaş kışkırtıcılığı ve İslamcı terörü örgütlemesiyle Ortadoğu’yu ateşe veren başlıca aktörlerden biri olan bu rejimin ortadan kalkmasıyla dünyayı da özgürleştirecektir.

İran İşçi Komünist Partisi, tüm gücüyle İran halkının yanında durmaktadır ve İslam Cumhuriyeti’nin devrilmesi için ülke içinde ve dışında tüm imkânlarını seferber edecektir.

İran İşçi Komünist Partisi

13 Haziran 2025