Ana Sayfa Blog Sayfa 2

Bizim Karl Marx(’ımız)

“Henüz hiçbir şey bitmedi, hattâ yeni başlıyor.”[1]

Çok az insan dünyayı -fikirleri felsefeyi, tarihi ve iktisadı geri dönülemez şekilde değiştiren- mütevazı[2] Karl Marx’ın sarstığı kadar sarstı. Tam da bunun için o, hâlâ “bizimle” ve yalnızca teorik değil, siyasi bakımdan da vazgeçilmez olmayı sürdürüyor, hâlâ yaşıyor.

17 Mart 1883’te Karl Marx’ın mezarı başındaki konuşmasında yoldaşı Friedrich Engels, “Marx her şeyden önce bir devrimciydi,” deyip şunları vurgulamıştı:

“Bu adamın ölümü, yalnızca Avrupa ve Amerika’daki proletarya için değil, bilim dünyası için de telafi edilemez bir kayıptır. Darwin’in organik doğanın gelişim yasalarını keşfetmesi gibi, Marx da insan tarihinin gelişim yasalarını keşfetti. Marx, bugüne kadar ideolojik örtüler altında gizlenmiş olan basit gerçeği, insanların öncelikle yemek, içmek, barınmak ve giyinmek zorunda olduğunu, ancak bunları sağladıktan sonra siyaset, bilim, sanat, din vb. ile uğraşabileceğini ortaya çıkardı.

“Ama hepsi bu değil. Marx, modern kapitalist üretim tarzının ve onun yarattığı burjuva toplumunun özel hareket yasasını da keşfetti. Artı değerin keşfi, tüm bu sistemi anlamak için anahtardı ve bu, önceki sosyalistlerin karanlıkta yürümesine karşılık, aydınlık bir yol açtı.”

Bu öyle bir yoldu ki, coğrafyamızın maruf kapitalistlerinden İshak Alaton’u bile etkiledi!

“Nasıl” mı?

Alaton, coğrafyamızda sermaye elitlerinin katıldığı bir toplantıda baş konuşmacı olan General Electric yöneticisi Jack Welch’e, binlerce insanın açlık ve yoksulluk çektiğinden ve hattâ yaşamını yitirdiğinden söz ederek, “Serbest piyasa ekonomisi artık işlevini yerine getiremiyor mu? Adam Smith öldü sanırım. Çözüm için insanlığın Karl Marx’ı yeniden keşfetmesi mi gerekiyor?” diye sordu ve salonda büyük alkış koptu.

Bu, “bizim Karl Marx’(ımız)ın büyüklüğüne işaret ediyordu.

Çünkü o bir devrimciydi ve bu onun en önde gelen özelliğiydi. Karl Marx’ın cenaze töreninde Friedrich Engels’in söylediği sözler bu noktayı açıkça vurgular: “Marx her şeyden önce bir devrimciydi. Onun hayattaki gerçek misyonu kapitalist toplumun yıkılmasına şu ya da bu biçimde katkıda bulunmaktı… Kavga tam onun işiydi. Ve kimsenin aşık atamayacağı bir tutku, azim ve başarıyla kavga verdi.”

Karl Marx’ın güncelliği, -muhtelif zırvalara rağmen!-[3] kavramlarının “eski” olmamasından değil, kapitalizmin hâlâ aynı sonsuz genişleme mantığıyla işlemesinden kaynaklanıyor. Bugünün göreviyse bu mantığın sınırlılığını göstermekle kalmayıp, yerine yaşamı ve gezegeni önceleyen bir düzen inşa etmektir. Onun bize bıraktığı en büyük miras, tam da bu eleştirel akıl ve örgütlü yaratıcı güçtür.

Kolay mı? O, “var olan her şeyin amansız eleştirisini” ve özellikle “silahlı eleştiriyi” savunan çağrısını doğrudan kitlelere ve proletaryaya yöneltiyordu.[4]

* * * * *

Karl Marx, bilimin devrimler çağındaki büyük sıçraması ile emekçilerin büyük düşleri arasındaki köprüyü kuran, çağımızın devrim ustasıydı. Kapitalizm çağındaki çözümünü ortaya koyan büyük devrimci öğretmen ve eylem adamıydı.

Onun teorisinde insan, biricik yaratıcıydı ve “En büyük üretici gücün devrimci sınıfın kendisi” olduğunu ortaya koyuyordu.

Kapitalizmin devrimle eleştirilmesinden yana olan Karl Marx’ın kapitalizm eleştirisi diğer bütün eleştirilerden ayırdı. Çünkü Marx’ın eleştirisi, fikir düzleminde kalmadı, emekçinin eleştirisi hâline geldi. “Tarihin itici gücü, eleştiri değil, devrim”di.

Karl Marx’a göre devrimin amacı yalnız eski toplumun yıkılması değil, bizzat devrimci sınıfın kendisinin değişmesiydi. “Devrim, yalnızca yönetici sınıfı devirmenin başka bir yolu olmadığı için değil, fakat aynı zamanda onu deviren sınıf, ancak ve ancak bir devrim içinde kendisini geçmişin birikmiş tortularından temizleyebileceği ve böylece toplumu yeniden kurtarabileceği için de zorunludur.”

Formüle ettiği tarihin hareket yasasının hâlen geçerli olduğu açıktır; Karl Marx, sadece yapıtları ve öğretisi ile değil, XIX. yüzyılın çalkantıları içinde verdiği örgütsel mücadeleler ile de dünya proletaryasının önderidir. Her ne kadar liberalizmden payını alan post-Marksist düşünürler, onu yalnız bir iktisatçı, bir filozof gibi sunsa da, Karl Marx, fildişi kulede yazarlık yapmamış, Avrupa’daki işçi örgütleri ve sendikaların içinde bir devrimci olarak bizzat çalışmıştı. İşçi sınıfının uluslararası çapta örgütlenmesini bir zorunluluk olarak gördüğü için Birinci Enternasyonal’de mücadele yürütmüş ve ona önderlik etmişti.

Sürdürdüğü örgütlü mücadelenin bir yanı da işçi sınıfının stratejisini ve programını oluşturmasıydı. İşçi sınıfının gündelik mücadelelerinin, sermaye sınıfından bağımsız bir işçi partisi içerisinde siyasi mücadeleye doğru yol alması gerektiğini, bu mücadelenin de ancak bağımsız bir şekilde inşa edilebileceği savunusunu zihinlere kazımıştı. Burjuvazinin hâkim olduğu kapitalist devletin yıkılması ve bu aygıtın parçalandıktan sonra bir işçi devleti kurulması gerektiğini ileri sürmüş, pek çok genç devrimciyi bu fikirle eğitmişti. Proletarya diktatörlüğü kavramı ile işçi sınıfının egemen güç olarak, işçi devriminden sonra kontrolü tek elde toplaması ve zor gücünü yerinden ettiği sermaye sınıfının tasfiyesi için kullanması gerektiğini savunmuştu; Karl Marx’ın, “İşçi sınıfının kurtuluşu kendisi tarafından kazanılabilir,” ifadesi eşliğinde…

* * * * *

Tam da burada, “Sınıfları ve sınıf karşıtlıklarıyla eski burjuva toplumunun yerine, her bireyin özgür gelişiminin herkesin özgür gelişiminin koşulu olduğu bir birliğe sahip olacağız,” vurgusuyla “Komünistler, kendi görüşlerini ve amaçlarını gizlemeye tenezzül etmezler. Hedeflerine ancak tüm mevcut toplumsal koşulların zorla yıkılmasıyla ulaşılabileceğini açıkça ilan ediyorlar. Varsın egemen sınıflar bir komünist devrim korkusuyla titresinler. Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yoktur. Kazanacakları bir dünya var. Bütün ülkelerin işçileri, birleşiniz!” diye haykıran Komünist Manifesto’ya kulak vermek gerek:

“Toplumsal ilişkiler, üretici güçlere sıkı sıkıya bağlıdırlar. Yeni üretici güçler sağlamak için insanlar kendi üretim biçimlerini değiştirirler; kendi üretim biçimlerini değiştirmek, yaşamlarını kazanma yollarını değiştirmek için de bütün toplumsal ilişkilerini değiştirirler. Yel değirmeni size feodal beyli toplumu verir; buharlı değirmen ise, sınai kapitalistli toplumu…

“Tüm sabit, donmuş ilişkiler, eski ve saygıdeğer önyargılar ve görüşler silsilesiyle birlikte süpürülüp atılıyor, yeni kurulanların hepsi kemikleşemeden eskimiş hâle geliyor. Katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan her şey kirleniyor…

“Sürekli genişleyen sürüm ihtiyacını karşılamak için burjuvazi, yeryuvarlağının bütününe el atmakta. Her yerde yerleşmesi, her yerde yapılaşması, her yerde bağ kurması gerekiyor. Burjuvazi, dünya pazarını sömürmek yoluyla tüm ülkelerin üretim ve tüketimini kozmopolitleştirdi. Gericilerin çok üzülecekleri biçimde ulusal zemini sanayinin ayağının altından çekiverdi. En eski ulusal sanayiler yok edildi ve hâlâ yok ediliyor…

“Burjuvazi ile modern kapitalistler sınıfı, toplumsal üretim araçlarının sahipleri ve ücretli emek kullananlar kastediliyor. Proletarya ile ise, kendilerine ait hiçbir üretim aracına sahip olmadıklarından, yaşamak için işgüçlerini satmak durumunda kalan modern ücretli emekçiler sınıfı…

“Kol emeğinde ustalığın ve gücün payı azaldıkça, bir başka deyişle, modern sanayi daha da geliştikçe, o ölçüde kadın çalışması erkek çalışmasının yerini alır. İşçi sınıfı için yaş ve cinsiyet ayrımlarının artık hiçbir ayırdedici toplumsal geçerliliği kalmamıştır. Bunların hepsi, yaşına ve cinsiyetine göre, kullanılması daha çok ya da daha az maliyeti olan iş aletleridir…

“Dolayısıyla burjuva toplumunda geçmiş şimdiye hükmeder; komünist toplumda ise şimdi geçmişe hükmeder. Burjuva toplumunda sermaye bağımsızdır ve bireyselliği vardır, insan ise bağımlıdır ve bireyselliği yoktur.”

“Ama bizimle tartışırken kendi burjuva özgürlük, eğitim, hukuk vb. tasarımlarınızla burjuva mülkiyetine son verilmesini ölçüp durmayın. Sizin düşüncelerinizin kendileri burjuva üretim ve mülkiyet ilişkilerinin birer ürünüdür, tıpkı hukukunuzun da sizin sınıfınızın yasa hâline getirilen iradesinden, içeriği sizin sınıfınızın maddi yaşam koşullarınca belirlenen bir iradeden başka bir şey olmayışı gibi.

“Sizi üretim ve mülkiyet ilişkilerinizi tarihi, üretimin seyri içinde gelip geçici ilişkilerden ölümsüz doğa ve akıl yasalarına dönüştürmeye yönelten bencil yanılgı, yok olmuş bütün hâkim sınıflarla paylaştığınız bir yanılgıdır. Antik mülkiyet söz konusu olduğunda kavradığınız, feodal mülkiyet söz konusu olduğunda kavradığınız şeyi burjuva mülkiyetine gelince kavrayamazsınız tabii.”[5]

* * * * *

Karl Marx ile Friedrich Engels, ütopik sosyalist özlemleri bilimsel bir temele yerleştirip, devrimci bir uluslararası işçi sınıfı hareketinin zeminini oluşturdu. Böylelikle de 1843-1847 kesitinde, teorik düşüncede, XVIII. yüzyılın ağırlıklı olarak mekanik maddeciliğinin ve Georg Wilhelm Friedrich Hegel’in diyalektik mantığının idealist gizemliliğinin sınırlamalarının üstesinden gelen bir devrim gerçekleştirdi.

Felsefî maddeciliği tarih ve toplumsal ilişkiler alanına genişleten O, sosyalizmin gerekliliğinin kapitalist sistemin içsel çelişkilerinin yasalara bağlı gelişmesinden kaynaklandığını kanıtladı

Karl Marx’a dünya çapında tarihsel bir kişilik konumuna yükselten şey, tarihin maddeci kavranışının doğruluğunu kanıtlayan Kapital’i yazması oldu.

Komünist Manifesto’daki teorik çerçeve “Kapital” ile yetkinleşir. Ekonomi-Politiğin Eleştirisine Katkı’nın ünlü önsözüne Karl Marx şu cümleyle başlar: “Burjuva iktisat sistemini şu sırayla inceliyorum: sermaye, toprak mülkiyeti, ücretli emek, devlet, dış ticaret, dünya pazarı.”[6] Kapital’in konusunu ilk üç – sermaye, toprak mülkiyeti, ücretli emek- mesele oluşturur.

“Benim kadar az parası olup da para hakkında bu kadar çok yazan başka kimse olmadı. Kapital, onu yazarken içtiğim tütünün parasını bile karşılamayacak,” diyen o, “Dağınık olan sistem değil, sistemin çarkları hâline dönüşmeye meyilli olan insan aklı,” uyarısıyla ekler:

“Kişisel emekten doğan dağınık özel mülkiyetin kapitalist özel mülkiyete dönüşmesi, hâlen toplumsallaşmış üretime fiilen dayanan kapitalist özel mülkiyetin toplumsal mülkiyete dönüşmesinden kuşkusuz kıyaslanamayacak kadar daha uzun süreli, daha şiddetli ve çetin bir süreçtir. Birinci durumda, halk yığınlarının birkaç gasp edici tarafından mülksüzleştirilmeleri söz konusuydu; ikincisinde ise, birkaç gasp edicinin, halk yığınları tarafından mülksüzleştirilmeleri söz konusudur.”

“Her hisse senedi dolandırıcılığında herkes bir gün çöküşün geleceğini bilir, ama herkes kendisi altın yağmurunu yakalayıp güvenli bir yere koyduktan sonra komşusunun başına düşmesini umar. Après moi le déluge! (benden sonrası tufan!) her kapitalistin ve her kapitalist ulusun parolasıdır. Bu nedenle Kapital, toplumun zorlaması olmadıkça, emekçinin sağlığını ya da yaşam süresini umursamaz.”

“Meta olarak şeylerin varlığının ve onları meta olarak damgalayan emek ürünleri arasındaki değer ilişkisinin, metaların fiziksel özellikleriyle ve bundan kaynaklanan maddi ilişkilerle kesinlikle hiçbir bağlantısı yoktur. Orada insanlar arasında kesin bir toplumsal ilişki vardır ve bu ilişki onların gözünde şeyler arasındaki bir ilişkinin fantastik biçimini alır… Ben buna meta fetişizmi diyorum

“Metaların fiyatı veya para biçimi, genel olarak değer biçimleri gibi, elle tutulur bedensel biçimlerinden oldukça farklı bir biçimdir; bu nedenle, tamamen ideal veya zihinsel bir biçimdir.”

“Sermaye birikiminin bir sonucu olarak emeğin fiyatındaki artış, aslında yalnızca, ücretli işçinin kendisi için zaten oluşturmuş olduğu altın zincirin uzunluğunun ve ağırlığının, bu zincirin geriliminin gevşemesine izin verdiği anlamına gelir.”[7]

“Bir öğretmen, öğrencilerin kafasına vurmasına ek olarak okulun sahibini zenginleştirmek için de eşek gibi çalışıyorsa üretken bir emekçi sayılır. Okul sahibinin sermayesini sosis fabrikası yerine öğretim fabrikasına yatırmış olması hiçbir şeyi değiştirmez.”

“Tıpkı Georgialı köle sahibinin, zencilerin sırtından kamçıyla sağladığı artı-ürünün hepsini şampanya ile har vurup harman savursam mı yoksa bir kısmını daha fazla zenci ve toprağa mı dönüştürsem diye düştüğü üzüntülü çıkmazdan, yakın zamanda, köleliğin kaldırılması ile kurtarılması gibi, kapitalistin de bu eziyetten ve şeytanın kışkırtmasından kurtarılması düpedüz bir insanlık borcudur.”

Kapital’de tarif edilen kapitalist üretimin bir yan ürünü olarak yabancılaşma da, Karl Marx’ın Georg Wilhelm Friedrich Hegel ve Ludwig Andreas Feuerbach’tan devraldığı kavramken; onun ellerinde kapitalizmin bütüncül eleştirisini anti-hümanist bir sistem olarak teorize etmeyi mümkün kılan araca dönüştü.

Karl Marx, yabancılaşma teorisini ilk olarak erken dönem eserlerinden 1844 Ekonomik ve Felsefî Elyazmaları’nda geliştirmiş olsa da bu teoriyi Kapital dâhil tüm iktisadî yazınının merkezine oturtup, yabancılaşmayı sınıf sorunuyla ilişkilendirir. “Eğer emeğin ürünü işçiye ait değilse… bunun sebebi ürünün işçi dışında başka bir insana ait olmasındadır.” Bu “başka adam” “çalışmayan ve üretim sürecinin dışında olan” kapitalistten başkası değildir gerçeğinin altını şöyle çizer: “İnsanın kendi doğasına yabancılaşması kapitalist toplumun en temel kötülüğüdür.”

“Özel mülkiyet bizi öylesine aptal ve tek yanlı hâle getirdi ki, bir nesnenin, ancak bizim için bir sermaye olarak var olduğunda ya da ona doğrudan sahip olduğumuzda, yediğimizde, içtiğimizde, giydiğimizde, içinde yaşadığımızda vs. kısaca onu kullandığımızda bizim olduğunu düşünürüz.”

“Ne kadar az yer, içer, kitap okursan, tiyatroya, dansa, meyhaneye ne kadar az gidersen, ne kadar az düşünür, sever, kuram yaratır, şarkı söyler, resim ve eskrim yaparsan, o kadar fazla sermaye biriktirirsin; mezar böceklerinin ve toprağın yok edemeyeceği hazinen o kadar büyür. Kendin ne kadar azalırsan o kadar çoğa sahip olursun; kendi öz hayatını dile getirmenle dışsallaşmış hayatını dile getirmen ters orantılıdır; yabancılaşmış varlığın gitgide büyür.”[8]

* * * * *

Friedrich Adolph Sorge’nin dediği gibi: “Marx’ın bir bilim adamı, işçi sınıfının bir savunucusu olarak yaptığı şeylerin, ne dökme demirlerden anıtlara, ne de ateşli söylevlere ihtiyacı yoktur. Marx’ın eylemlerini dile getiren şeyler bronz ya da granit anıtlar değil, yer yuvarlağının her yanında sayısız işçinin Marx’ın ölümsüz savaş çağrısını izleyerek oluşturdukları saflardır.”

Gerçekten de V. İ. Lenin’in, “Marx’ın felsefesi, tüm insanlığa, özellikle de işçi sınıfına yüce bir bilgi silahı sunan, tamamlanmış felsefi materyalizmdir,”[9] vurgusuyla müsemma Marksizm, toplumbilim ve felsefenin devrimci bir bireşimidir

Marksist düşüncede toplumun sınıflar temelinde analizi büyük bir önem taşır. Sınıfların bu önceliği ve önemi, hem toplumun bilimsel analizinin sonucu hem de çıkış noktasıdır. Sınıfları bütünlüklü olarak ele alıp tartışmamış olsa da Karl Marx’ın sınıfların genel çerçevesini güçlü bir biçimde çizdiği söylenebilir. Sınıf, onun tüm yapıtlarının anahtar kavramıdır ve hemen hepsinde merkezi bir yere sahiptir.

Bu bağlamda o, geleceğe yönelik dersler çıkarmak için günün koşullarına bakar. Yöntemi tarihsel maddeciliktir…

Kapitalistlerin servetinin kaynağını ücretli köleliğin yani artı-değerin, kârın yer aldığı bir sistematikten hareketle açıklar. Yani eleştirisinin merkezinde kapitalizmin yer alırken, sınıflar mücadelesini her adımda ısrarla vurgular.

“Neden işçi sınıfı” mı? Onun öz-kurtuluş fikri, Marksizmin tam kalbinde yer alırken; bundan başka bir şey daha doğar: Devrim ihtiyacı, vazgeçilemezliği…

“Biz işçilere diyoruz ki: Eğer şartları değiştirmek ve kendinizi yönetmeye hazır hâle getirmek istiyorsanız, bunun için on beş, yirmi, elli yıllık iç savaşlara katlanacaksınız,” diyen Karl Marx devrimin genel tarihsel önkoşullarını 1859’da şöyle özetlemişti:

“İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddî üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukukî ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri hâline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar… İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddî varlık koşulları eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar.”

Ona göre sosyalist devrimin büyük hedefi işçi sınıfının sosyal ve ekonomik özgürleşmesiydi:

“Enternasyonal, bütün biçimleriyle köleliğin, her türlü toplumsal sefaletin, zihinsel çöküşün ve siyasal bağımlılığın temelinde, çalışanların, iş araçlarını, yani yaşam kaynaklarını tekelinde bulunduranların iktisadî boyunduruğu altına girmelerinin yattığını, işçi sınıfının iktisadî kurtuluşunun, bu nedenle, her siyasal hareketin, bir araç olarak, tâbi olması gereken büyük amaç olduğunu ilan eder.”

İşçi sınıfı “siyasal egemenliğini, tüm sermayeyi burjuvaziden derece derece koparıp almak için, bütün üretim araçlarını devletin, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde merkezîleştirmek için” kullanmalıydı.

Konuyla ilgili olarak Karl Marx, kapitalizmden komünizme geçiş sorununa şu satırlarla değinmişti:

“Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrimci dönüşüm dönemi yer alır. Buna da bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada devlet proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.”[10]

Bu saptamanın tarihsel açıdan işçi devletinin ilk deneyimini oluşturan Paris Komünü ile bağlantısı önemliydi.

“Komün, şehrin çeşitli semtlerinden genel oyla seçilmiş, sorumlu ve her an görevden geri alınabilir belediye meclisi üyelerinden oluşuyordu. Komün üyelerinin çoğu doğal olarak işçilerden ya da işçi sınıfının ünlü temsilcilerinden oluşuyordu. Komün parlamenter bir organ değil, ama aynı zamanda hem yürütmeci hem de yasamacı, hareketli bir organ olacaktı.”[11]

Yeri geldi belirtelim:

Komün tipi örgütlenme asla küçük devletler federasyonu biçiminde düşünülemez. Tersine, mümkün olan en geniş uluslar birliği temelinde bir siyasal merkezîleşmeyi hedeflemelidir.

Komün belediyesel özgürlüğü içerir fakat bir belediye rejimi değildir. Yani, komün tipi iktidarın özelliği, siyasal merkezîleşmeye karşıt bir yerel yönetimcilik, otonomculuk değildir. Üreticilerin kendi öz örgütlülüklerine dayanan, üretim ve yaşam birimlerindeki en geniş inisiyatiflerini içeren merkezî siyasal birliğinin oluşturulmasını amaçlar.

Genel oy hakkı, burjuva parlamentarizminden özünde farklı olmak üzere ama mutlaka işletilmelidir. Bu siyasal mekanizma, burjuva parlamentarizminde olduğu gibi A ya da B partisini iktidara getirmek üzere değil, komünler biçiminde örgütlü proletaryanın ve diğer emekçilerin diledikleri, beğendikleri temsilcilerini özgürce belirlemelerine hizmet edecektir. Yani kim seçilirse seçilsin, iktidar komünlerde olacaktır. Bu nedenle işçi demokrasisinin, burjuva demokrasisinden kat be kat demokratik karakteri (en geniş demokratik hak ve özgürlükler, işçi devletinin anayasasına uymak koşuluyla her partiye serbestçe örgütlenme, çalışma, seçimlere katılma hakkı vb.), komünler iktidarını pekiştirmeye hizmet edecektir.

Nihayet Paris Komünü için, “ücretli emeğin kurtuluşunun gerçekleşmesini sağlayacak nihayet bulunmuş siyasal biçim” vurgusuyla Karl Marx ekler:

“Genel oy hakkı, her üç ya da altı yılda bir halkı parlamentoda yönetici sınıfın hangi üyesinin kötü temsil edeceğini tayin etmek yerine, komünler biçiminde örgütlenmiş halka hizmet edecekti; tıpkı bireysel seçim hakkının kendi işi için işçi ve idareci arayan herhangi bir işverene hizmet etmesi gibi.”[12]

Toparlarsak “Biz, dünyaya, ‘Mücadelelerinize son verin, onlar ahmakça; biz size gerçek mücadele sloganını sağlayacağız’ demiyoruz. Biz, dünyaya, yalnızca, uğruna mücadele edilen şeyin gerçekte ne olduğunu ve bilincin, o istemese bile elde edilmesi gereken bir şey olduğunu gösteriyoruz.”[13]

“Eleştiri silahı, elbette, silahların eleştirisinin yerini tutamaz; maddî güç, maddî güç ile alaşağı edilmelidir. Ancak, teori de kitleleri kavrar kavramaz maddî bir güç hâline gelir.”[14]

“Alman’ın kurtuluşu insanlığın kurtuluşudur. Bu kurtuluşun başı felsefe, kalbi proletaryadır. Felsefe, proletarya ortadan kaldırılmaksızın bir gerçeklik hâline getirilemez; proletarya, felsefe bir gerçeklik hâline getirilmeden ortadan kaldırılamaz.”[15]

“Sorun, şu ya da bu proleterin, hattâ bir bütün olarak proletaryanın belirli bir anda neyi hedefi olarak gördüğü değildir. Sorun, proletaryanın ne olduğu ve bu varoluş doğrultusunda tarihsel olarak ne yapmak zorunda olacağıdır.”[16]

“Tarihsel eylemin bütünlüğü ile birlikte, o eylemin sahibi olan kitlenin büyüklüğü de artacaktır.”[17]

“Bugüne kadar var olan bütün toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir.”[18]

Bizim Karl Marx’ımız budur; yani V. İ. Lenin’in sözleriyle, “XIX. yüzyılın, en ileri ülkelerde temsil edilen başlıca üç ideolojik akımı olan klasik Alman felsefesini, klasik İngiliz politik ekonomisini ve genel olarak Fransız devrimci öğretileri ile birleştirilmiş Fransız sosyalizmini devam ettirmiş ve tamamlamış olan bir deha”dır![19]

Öyleyse yeniden ve en baştan ona dönmek, devrim ve komünizm için elzemdir. Evet, post-modern zamanlarda soru(n)ları aşmanın yolu Karl Marx’a dönüştür.

Malum üzere o, sadece var olanı anlamamıza değil, var olanı aşmamıza dönük nesnel olanaklardan da bahseder bize. “Kapitalizmden başka bir seçenek yokmuş”, “devlet olmaksızın toplumsal birlik sağlanamazmış”, “toplumsal özgürlük hiçbir zaman gerçekleştirilebilir değilmiş” gibi düşünüldüğü ve bu olanaksızlıkların biteviye ideolojik olarak öğretildiği bir koşulda Karl Marx’a dönmek, bu öğretilmiş olanaksızlıkların nasıl temelsiz olduğunu ve özgürlüğün olanağının insanlığın tarihsel üretim etkinliğine nasıl dayandığını görmek açısından olmazsa olmazdır.

* * * * *

Şimdi yeniden “Benim harcım değil/ Barışık yaşamak dünyayla/ O bitmeyen kavgada olmalıyım/ Kaygısızlık değil benim harcım./ Öyleyse atılalım bütün işlere/ Durmadan yorulmadan/ Her zaman umutla, her zaman tutkuyla/ Uslanıp durulmadan,” vurgusuyla “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir,” diye Karl Marx’a kulak verme zamanıdır:

Kapitalizm…

“Kapitalizm doğayı ve insanı yok etme eğilimindedir”…

“Açıklanması gereken ya da tarihi bir sürecin sonucu olan şey, canlı ve etkin insanın doğa ile metabolik alışverişinin ve dolayısıyla doğayı mülk edinişinin doğal, inorganik koşullarıyla birliği değil, etkin insanla bu insanın var oluşunun koşullarının birbirinden ayrılmasıdır; ve bu ayrılış tam anlamıyla ilk kez ücretli emekle sermayenin ilişkisinde kendisini ortaya koymuştur”…

“Şimdiye kadar ifade edilen ama asla takas edilemeyen; verilen ama asla satılamayan; edinilen ama asla satın alınamayan erdem, sevgi, inanç, bilgi, vicdan gibi değerlerin, kısaca her şeyin ticarete dâhil olduğu zamandır bu”…

“Bu toplumun çalışan üyeleri hiçbir şey elde edemezken, her şeyi elde edebilen üyeleri hiç çalışmamaktadırlar”…[20]

“İşçi ne kadar çok servet üretse, üretiminin gücü ve kapsamı ne kadar artsa, kendisi de o kadar yoksullaşır. Ne kadar çok meta yaratırsa kendisi de bir meta olarak o kadar ucuzlar. Şeyler dünyasının artan değeriyle doğrudan doğruya orantılı olarak insanlar dünyası değersizleşir. Emek yalnız meta üretmez; kendini ve bir meta olarak işçiyi de üretir – ve bunu meta ürettiği oranda gerçekleştirir”…[21]

“Boş zamanı olmayan, hayatı boyunca uyumak ve yemek için tamamen fiziksel molalar dışında işinden alınmış bir adam uyuyan bir canavardan daha azdır. O başkaları için varlık üreten bir makineden başka bir şey değil, fiziksel olarak bozuk ve ruhsal olarak kirlenmiş. Yine de modern sanayinin bütün tarihi gösteriyor ki sermaye durdurulmazsa tüm insanlığı en derin bozulma seviyesine getirmek için vicdansızca ve acımasızca çalışmaktadır”…[22]

“Sınıfların determinantları mülkiyettir”…

“Para açgözlülüğün yalnızca nesnesi değil aynı zamanda kaynağıdır”…

İşçi sınıfı…

“[işçi] bu yaşam faaliyetini gerekli yaşam araçlarını güvence altına almak için başka bir kişiye satar… Hayatta kalabilmek için çalışır. Emeğin kendisini yaşamının bir parçası olarak görmez; bu daha ziyade yaşamının feda edilmesidir. Bu, bir başkasına açık arttırmayla sattığı bir metadır”…[23]

“İş güçlendikçe işçi zayıflar”…

“Ekonomi Politik, proleteri… bir at gibi görür, çalışmasına yetecek kadar alması gerekir. Çalışmadığı süre boyunca onu bir insan olarak görmez. Bunu ceza hukukuna, doktorlara, dine, istatistik tablolarına, siyasete ve bekçiye bırakır”…[24]

“Emek zenginler için gerçekten çok güzel şeyler yaratır, ama işçi için ürettiği yalnız yoksunluktur… Emek saraylar üretir ama işçi için ürettiği izbelerdir”…[25]

“Modern sanayi işçiliği, sermayenin boynuna geçirdiği bu modern boyunduruk, proleterin üstünden her çeşit ulusal karakteri sıyırıp atmıştır”…

“İngiliz burjuvazisinin işçi sınıfını sistematik olarak İrlanda işçi sınıfına karşı nasıl kışkırttığı ve bu bölünmeyi işçi sınıfının sömürülmesi için nasıl kullandığı bilinmektedir. Böylece İngiliz burjuvazisi İrlanda’yı sömürge olarak korurken, içerde de ücretleri düşük tutmayı başarmıştır. Bu antagonizma, örgütüne rağmen İngiliz işçi sınıfının güçsüzlüğünün sırrıdır. Aynı zamanda kapitalist sınıfın iktidarını korumasının da sırrıdır. Ve ikincisi (burjuvazi) bunun tam bilincindedir”…[26]

“Bilmeden yaparlar”…

Din…

“Kutsal olan hiçbir şey yoktur; her şey maddi koşulların ürünüdür”…

“Kilise, egemen sınıfın ideolojik aygıtıdır”…

“Tanrı fikri, insanın kendi özünü yabancılaşmış bir şekilde kavramasıdır”…

“Dinî ıstırap, hem gerçek ıstırabın ifadesi hem de gerçek ıstıraba karşı bir protestodur. Din, ezilenlerin iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz koşulların ruhudur”…

“Ahiret inancı, mevcut dünyadaki acıları meşrulaştırmak için bir tesellidir”…

“İnsanların mutluluğu için dinin kalkması şarttır”…

Teknoloji…

“Teknoloji insanın doğayla uğraşma biçimini, hayatını sürdürebilmesi için gerekli olan üretim sürecini gösterir; ve böylece sosyal ilişkilerinin oluşum biçimini ve bunlardan kaynaklanan düşünsel kavramları açığa vurur”…

İnsan…

“İnsanlar, kendi tarihlerini kendileri yaparlar”…

“İnsanlar düşündükleri gibi yaşamaz, yaşadıkları gibi düşünür”…

“İnsanların varlığını belirleyen onların bilinçleri değildir; tersine insanların bilinçlerini belirleyen onların varlıklarıdır”…

“İnsanı insan yapan dış dünyayı değiştirmesi değil, dış dünyayı değiştirirken kendini de değiştirmesidir”…

“İnsan anatomisi, maymun anatomisi için bir anahtar içerir”…

“İnsan en gerçek anlamıyla politik bir hayvandır, yalnızca toplu yaşayan bir hayvan değil, kendini ancak toplumun ortasında bireyselleştirebilen bir hayvandır. Toplumun dışında yalıtılmış bir birey tarafından üretim… bireylerin bir arada yaşamadan ve birbirleriyle konuşmadan dilin gelişmesi kadar saçmadır”…[27]

“İnsanlık önüne çıkan sorunlara çözüm arar”…

“Ne kadar azsan, yaşamını ne kadar az görkemli kurmuşsan o kadar çoksun demektir ve görkemli yaşamın da o denli büyüktür”…

“Karşılığında sevgi uyandırmadan seviyorsanız, yani sevgi olarak sevginiz karşılıklı sevgi yaratmıyorsa; seven bir kişi olarak dışavurumunuzla kendinizi sevilen bir kişi yapamıyorsanız, sevginiz güçsüzdür, bu bir talihsizliktir”…

“Mükemmel bir birey ancak mükemmel bir toplum içerisinde yetiştirilebilir.

“Eğer kişi sadece kendisi için çalışırsa ünlü bir bilim adamı, büyük bir düşünür, çok iyi bir şair, müzisyen olabilir. Ama asla mükemmel bir insan olamaz.

“Tarih ancak ortak çıkarlar için çalışmış insanların yüceliğini kabul eder.

“En mutlu insan en fazla sayıda insanı mutlu eden insandır”…

Kadın…

“Özel mülkiyetin egemen olduğu yerde, insanların ilişkisi ve kadın erkek ilişkisi bir ticarete dönüşür”…

Barış…

“Barışın anlamı sosyalizme karşı muhalefetin olmamasıdır”…

Ekoloji…

“Lüks, doğal olarak gerekli olanın tam tersidir”…

“Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser”…

Özgürlük…

“Soyut özgürlük kelimesine aldanmayın. Kimin özgürlüğü? Bir bireyin diğerine göre özgürlüğü değil, sermayenin işçiyi ezme özgürlüğü”…

“Özgürlük, başkasına zarar vermeyen her şeyi yapma ve peşinden gitme hakkıdır”…[28]

“Gerçek özgürlük âlemi, kendi başına bir amaç olarak insan enerjisinin gelişmesi, bunun ötesinde başlar”…[29]

Devlet…

“Modern devlet iktidarı, yalnızca tüm burjuva sınıfının ortak işlerini yöneten bir komitedir”…

“Özgürlük, devleti toplumdan üstün bir organ olmaktan çıkarıp kesinlikle ona tâbi bir organ hâline getirmekten ibarettir”…[30]

“Devlet çelişki üzerine kuruludur. Kamusal ve özel yaşam arasındaki, evrensel ve tikel çıkarlar arasındaki çelişkiye dayanır. Bu nedenle devlet kendisini resmi, olumsuz faaliyetlerle sınırlamalıdır”…

“Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir de, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, egemen manevi güçtür de”…[31]

“Vergi, bürokrasinin, ordunun, din adamlarının ve sarayın, kısacası tüm yürütme gücü aygıtının yaşam kaynağıdır. Güçlü iktidar ile güçlü vergi aynı anlama gelir”…

“Kendisinden önce egemen olan sınıfın yerini alan her yeni sınıf, amacına ulaşmak için kendi çıkarını toplumun tüm üyelerinin ortak çıkarı olarak göstermek durumundadır. Düşünsel biçimde ifade edecek olursak, yeni sınıf kendi düşüncelerini evrensel olarak biçimlendirmek; onları yegâne mantıklı ve evrensel açıdan geçerli düşünceler olarak sunmak zorundadır”…[32]

Zor…

“Zor, yeni bir topluma gebe her eski toplumun ebesidir”…

“Bizde merhamet yok ve sizden de merhamet istemiyoruz. Sıramız geldiğinde, terör için mazeret üretmeyeceğiz”…

Devrim…

“Devrimler tarihin motorudur”…

“Bir yandan insanal yaşamın gerçekleşmek için özel mülkiyete gereksinme duyduğu ve öte yandan da, şimdi, özel mülkiyetin kaldırılmasını gerektirdiği ikili kanıtı, iş bölümü ile değişimin özel mülkiyet biçimleri oldukları olgusunun ta kendisine dayanır”…[33]

“İnsanlık tarihi, sınıf çelişkisinden ibarettir”…

“Toplumlar üstesinden gelemeyecekleri sorunları gündeme getirmezler”…

“Radikal olmak, şeyleri kökünden kavramak demeye gelir. Ne ki insan için, kök insanın kendisidir”…[34]

“Yalnızca yenilerine yer açmak için bir sürü suçluyu idam eden cellatları yüceltmek yerine, bu suçları üreten sistemin değiştirilmesini iyice düşünmek gerekmez mi?”[35]

“İşçi sınıfı hazır devlet mekanizmasını basitçe ele geçirip kendi amaçları doğrultusunda kullanamaz”…[36]

“Bugüne kadarki tüm toplumların tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir… Bizim için sorun özel mülkiyetin herhangi bir değişikliğe uğratılması değil, yok edilmesidir; sınıf karşıtlıklarının üzerinin örtülmesi değil, sınıfların ortadan kaldırılmasıdır; mevcut toplumun iyileştirilmesi değil, yeni bir toplumun kurulmasıdır”…

“Asacağımız son kapitalist, bize ipi satan kapitalist olacak”…

Komünizm…

“Komünizm teorisi tek bir cümlede özetlenebilir: Tüm özel mülkiyetin kaldırılması”…

“Komünizm bizim için kurulacak bir durum, gerçekliğin kendisini ayarlamak zorunda olduğu bir ideal değildir. Biz komünizmi, şeylerin mevcut durumunu ortadan kaldıran gerçek hareket olarak adlandırıyoruz. Bu hareketin koşulları, şu anda var olan öncüllerden kaynaklanmaktadır”…

“Başladığımız öncüller keyfî öncüller değil, dogmalar değil, ancak hayal gücünde onlardan soyutlama yapılabilecek gerçek öncüllerdir. Bunlar gerçek bireyler, onların faaliyetleri ve içinde yaşadıkları maddi koşullardır, hem zaten var olan, hem de faaliyetleri tarafından üretilen koşullar. Bu öncüller böylece tamamen ampirik bir şekilde doğrulanabilir”…

“Hem bu komünist bilincin kitlesel ölçekte üretilmesi hem de… insanların kitlesel ölçekte değiştirilmesi için… bir devrim gereklidir; bu nedenle bu devrim, yalnızca egemen sınıf başka bir şekilde devrilemeyeceği için değil, aynı zamanda onu deviren sınıf ancak bir devrimle çağların tüm pisliklerinden kurtulmayı başarabileceği ve toplumu yeniden kurmaya hazır hâle gelebileceği için de gereklidir”…[37]

“Ancak tarih ilerledikçe ve proletaryanın mücadelesi daha net formlar kazandıkça, artık zihinlerinde bilim aramalarına gerek kalmayacak; sadece gözlerinin önünde olup bitenleri not etmeleri ve onun sözcüsü olmaları gerekecek. Bilimi aradıkları ve yalnızca sistemler kurdukları sürece, mücadelenin başında oldukları sürece, yoksullukta yoksulluktan başka bir şey görmezler, onda eski toplumu devirecek devrimci, yıkıcı yanı görmezler. Bu andan itibaren, tarihsel hareketin bir ürünü olan bilim, kendisini bilinçli olarak onunla ilişkilendirmiş, doktriner olmaktan çıkmış ve devrimci hâle gelmiştir”…[38]

* * * * *

Friedrich Engels’in, “Adı ve eylemi çağlar boyu yaşayacak!” notunu düştüğü Karl Marx’a dönüş yolunda atılması gereken ilk adım “Hasta la Victoria Siempre!/ Zafere Kadar, Daima!” diye haykıran Ernesto Che Guevara’nın vazgeçmeyen isyankârlığıdır.

Bu temelde onun yöntemi, yani özellikle Grundrisse’deki “Ekonomi Politiğin Yöntemi” başlıklı bölümünde tartışıldığı üzere, duyu deneylerinden yani “somut” düzeyden soyuta doğru ilerlemek, ardından tekrar somut düzeye geri dönmek biçiminde (somut-soyut-somut) özetlenen duruştur.

Çünkü “Somut, pek çok belirlenimin, dolayısıyla da çeşitliliğin birliği olduğu için somuttur. Bu yüzden, düşünme sürecinde somut, bir başlangıç noktası olarak değil, bir yoğunlaşma süreci olarak, bir sonuç olarak kendisini gösterir; ancak gerçeklik için bir başlangıç noktası, bu yüzden de aynı zamanda gözlem ve kavramlaştırma için de bir başlangıç noktasıdır. İlk yol boyunca, bütünlüklü bir kavrayış, soyut belirlenime yol verecek biçimde ortadan kalkarken, ikinci yol boyunca soyut belirlenimler, somutun düşünce yoluyla yeniden üretimine götürür.”[39]

Ve bir şey daha: Genel olarak Marksizm, devrimsiz bir hiçtir.

Bizim Karl Marx(’ımız) böyle söyler…

15 Kasım 2025, İstanbul.

[1]         Selçuk Kozağaçlı.

[2]           O, ömrünün son yıllarında, 1881’de, Karl Kautsky tüm eserlerinin toplu basımını düşünüp düşünmediğini sorduğunda şöyle cevap vermişti: “Öncelikle o eserlerin yazılıp bitirilmesi gerekiyor ama,” (Karl Kautsky, Mein Erster Aufenthalt in London, içinde Benedikt Kautsky (der.), Friedrich Engels’ Briefwechsel mit Karl Kautsky (Viyana, 1955), s. 32) diyecek kadar mütevazı idi.

[3]           “Marksist-Leninizmin kuruluşuyla Marx’ın düşüncesinin yozlaşması en açık ifadesini buldu.” (Marcello Musto, “Karl Marx’ın Yeniden Keşfi”… https://marcellomusto.org/karl-marx-n-yeniden-kesfi/).

[4]           Karl Marx’ın Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Giriş adlı eserinden alınmış (Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1997.) ilgili pasaj şöyledir: “Eleştirinin silahı, elbette ki silahların eleştirisinin yerini alamaz; maddi gücün yıkılması ancak maddi bir güçle mümkündür ama kuram da, bir kez kitleleri kavradığında, maddî bir güce dönüşür.”

[5]           Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.

[6]           Karl Marx, Ekonomi-Politiğin Eleştirisine Katkı, çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1970.

[7]           Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.

[8]           “Üretimin komünistçe düzenlenmesiyle, yani insanın kendi ürününe karşı yabancı tutumunun ortadan kalkmasıyla… insanlar değişimi, üretimi ve karşılıklı ilişki tarzlarını yeniden kendi denetimleri altına alırlar.” (Karl Marx, Yabancılaşma, çev: Barışta Erdost, Sol Yay., 2013).

[9]           V. İ. Lenin, Karl Marx ve Marksizm Üzerine, çev: Mazlum Beyhan, Yordam Kitap, 2013.

[10]          Karl Marx-Friedrich Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, çev: M. Kabagil, Sol Yay., 1969.

[11]          Karl Marx-Friedrich Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt II., çev: A. Kardam, S.Belli, M. Ardos, K. Somer, Sol Yay., 1977.

[12]          yage.

[13]          Karl Marx’ın Arnold Ruge’a yazdığı mektup, Eylül 1843… yage.

[14]          Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1997.

[15]          yage.

[16]          Karl Marx-Friedrich Engels, Kutsal Aile, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 2003.

[17]          yage.

[18]          Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.

[19]          V. İ. Lenin, “Karl Marx”, Collected Works, Cilt 20; Moskova, 1964, s. 50.

[20]          Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.

[21]          Karl Marx, 1844 El Yazmaları, çev: Murat Belge, İletişim Yay., 2000.

[22]          Karl Marx, Ücret, Fiyat ve Kâr, çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1975.

[23]          Karl Marx, Ücretli Emek ve Sermaye-Ücret, Fiyat ve Kâr, çev: İsmail Yarkın, İnter Yay., 1999.

[24]          yage.

[25]          “Tüm iktisatçılar, artı-değeri saf hâliyle değil, kâr ve rantın özel biçimleri içinde inceleme hatasını paylaşırlar.” (Karl Marx, Artı Değer Teorileri, çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 2013).

[26]          Karl Marx’ın Sigfried Meyer ve August Vogt’a mektubu… https://www.altust.org/2019/03/irlanda-sorunu-hakkinda-marxtan-mektup/

[27]          Karl Marx, Grundrisse: Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma, çev: Sevan Nişanyan, İletişim Yay., 4. baskı, 2014.

[28]          Karl Marx, Yahudi Sorunu Üzerine, çev: Burcu Denizci, Altıkırkbeş Yay., 2015.

[29]          Karl Marx, Yabancılaşma, çev: Barışta Erdost, Sol Yay., 2013.

[30]          Karl Marx-Friedrich Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, çev: M. Kabagil, Sol Yay., 1969.

[31]          Karl Marx-Friedrich Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt I., çev: A. Kardam, S. Belli, M. Ardos, K. Somer, Sol Yay., 1976.

[32]          Karl Marx, Aforizmalar/ Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var!, çev: Peren Demirel, Zeplin Yay., 2014.

[33]          Karl Marx, 1844 El Yazmaları, çev: Murat Belge, İletişim Yay., 2000.

[34]          Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1997.

[35]          Karl Marx, İntihar Üzerine, çev: Zeynep Özarslan, Yeni Hayat Yay., 2006.

[36]          Karl Marx-Friedrich Engels-V. İ. Lenin, Paris Komünü Üzerine, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1977.

[37]          Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi [Feuerbach], çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.

[38]          Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, çev: Ahmet Kardam, Sol Yay., 7. Baskı, 2011.

[39]          Karl Marx, Grundrisse: Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma, çev: Sevan Nişanyan, İletişim Yay., 4. baskı, 2014.

DİSK Ankara’ya taşınıyor “Ankara’nın en çok İstanbul’a dönüşü” ilginçtir

Şair şöyle demiştir; Ankara’nın en çok İstanbul’a dönmesini severim. İster kadın olun, ister erkek, bu sözü bir kez olsun hatırlamış olmalısınız. Elbette Ankara’yı çok sevenler de vardır. Ama onlar dahi, İstanbul’a dönmesini çok özlerler.

DİSK, kasım (2025) ayında açıklama yaptı ve altında 6 imza bulunan açıklama ile, genel merkezini Ankara’ya taşıma kararı aldı.

11 sendika, son derece açık bir biçimde bu taşınmaya karşı çıktı. Bu sadece basit bir genel merkez taşınması değildir, dediler ve bu aynı zamanda hat değiştirmektir, özetle genel merkezleri Ankara’da olan Türk-İş ve Hak-İş gibi devlet bürokrasisine yakın olma isteğidir, dediler. Haklıdırlar.

Tam da bizim Kaldıraç Yayınevinin, Yaşasın DİSK “Sınıf ve Kitle Sendikacılığında Atılım” başlıklı eski bir kitabı, “tarihî belge” olarak yayınladığı günlerin arkasından böyle bir karar alındığını duyunca, doğrusu ben, Ankara’ya kaçıyorlar, diye düşündüm.

Kanımca eksiktir.

DİSK yönetimi, Ankara’ya sığınmaya gidiyor.

Bu benim ilk düşüncem nasıl eksik ve yanlış ise, maalesef son derece doğru şeyler söyleseler de, son derece net bir karşı çıkışları olsa da, 11 sendikanın karşı çıkış metinlerinde de eksiklik, o anlamda yanlışlık vardır.

DİSK, sadece genel merkezini Ankara’ya taşımıyor, “hat da değiştiriyor” demek eksik kalır.

Çünkü DİSK o hattı çoktan değiştirmiştir. Daha fazlası var.

“Durun nereye kaçıyorsunuz?” demeye gerek yok. Çünkü Ankara bir sığınma yeridir ve çoktan hat değiştirmiş olduklarından, şimdi biat etmenin işareti olarak kendilerinden Ankara’ya taşınmaları istenmiştir. Yoksa İstanbul Türkiye illerinden biri olmaktan çıktı da, yerli ve milli sendikacılık gereği DİSK, ülkenin başkentine taşınmaya karar vermiş değildir. Yok eğer İstanbul, işçi sınıfının kalbi, ülke sınırlarının dışında kalmış da biz mi bilmiyoruz? Öyle ise de, işçilerin vatanı yoktur ilkesine uygun olarak DİSK, adından devrimci kelimesini çıkartmadan Ankara’ya taşınmamalıdır, sendikalar buna izin vermemelidir.

Sahi ne demektir Ankara’ya taşınmak?

Bir sendika olarak DİSK, en başından Ankara’da bulunan Türk-İş gibi Ankara’da kurulmayı kabul etmedi. Etmedi çünkü işçi sınıfına, yaşamın merkezine, ülkenin kalbine yakın olmak diye bir derdi vardı.

Demek, DİSK, bugün işçilerden kaçmaktadır.

İyi de Ankara’da da işçiler vardır, yoksa yok mu?

Dünyanın bazı ülkelerinde başkent ile ikinci bir şehir arasında ilgiye değer bir bağ oluşur ya da oluşturulur. Mesela Washington, ABD başkentidir. İyi ama işin kalbi New York’ta atar. Gerçek yaşam merkezi Washington değildir. Bonn’un başkent olduğu dönemde Berlin Bonn ilişkisi de böyledir. İstanbul ve Ankara ilişkisi de böyledir. İstanbul, aslında Türkiye’dir ama başkent elbette Ankara’dır. İstanbul 24 saat yaşam demektir, Ankara, eğer öğrencilerin aktivitesi olmamış olsa, kuru bir “memur şehri”dir. Allahtan öğrenciler var.

Bu arada DİSK bilmez ama, işçisi de az değildir Ankara’nın.

Şimdi soru şudur: Bunca sorun varken (mesela sendikalaşma, mesela örgütlenme, mesela genel grev örgütleme, mesela asgarî ücret, mesela işsizlik, mesela açlık, mesela iş cinayetleri, mesela kötü çalışma koşulları vb.) DİSK neden genel merkezi taşıma meselesini öncelikli bir sorun hâline getirir? Soru yerindedir.

DİSK, önümüzdeki dönemde, hiçbir şey yapmama işini, Ankara’da olmakla örtebilir mi? Belki örtemez ama denemeye değer bulunmuş demektir.

DİSK, suskundur ve sendikacılık yapmamaktadır. Daha büyük bir sessizlik için Ankara daha uygun bir adres midir? Öyle sanıyorlar. Ankara, büyük susma yeridir.

Saray Rejimi, devlet, Özgür Özel’e, siyaseti Ankara’dan yap, diye çağrılar yapmış, tehditler savurmuştur. Demek, Özgür Özel’den önce DİSK üzerine alınmış ve “yerli ve milli sendikacılık” kervanına katılmak için, salon sendikacılığı yapmak için, devlet bürokrasisine “biz terörist değiliz”i göstermek için, Ankara’ya iltica etme kararı almıştır.

Bu bir çeşit ilticadır.

Öyle İstanbul’da, bu kadar büyük bir sessizlikle yaşamak mümkün değildir. Mesela Taksim’de 1 Mayıs meselesini ele alalım. Bu kadar yalan ve dolan ile Taksim’den vazgeçmiş bir sendika, Şişli’de genel merkezi varken, yani genel merkezi Taksim Meydanı’na 3 km uzakta iken, 2026 yılı 1 Mayıs’ı için ne diyecektir?

Zor oyunu bozar. DİSK zoru görmüştür ve devletin kollarına iltica etmek istemektedir.

Mesela nasıl olacak da, İstanbul’da bir işçi grevi dalgası patlarsa, DİSK, onu yönetenlerin yönetiminde kalabilir. İşçi birlikleri, o yönetimin frenleme girişimlerini bir sel gibi önüne katar ve bir bakmışsın, DİSK yönetimi olayların önündedir. Olayların önünde olma hâlinin özlemini çekmiyorlar, bu durumun sonucunda devletin karşısına nasıl çıkacaklarını düşünüyorlar. Yani daha olaylar olmadan, tüm öngörülerini, tüm birikimlerini, korkmak için kullanıyorlar.

DİSK, Saray Rejiminin kararı gereği, Türk-İş ve Hak-İş’e benzemek istemektedir. Böylece Ankara sabahlarında birlikte kahvaltı yapar, akşamlarında birlikte pavyonlara giderler ve gün içinde yekpare camdan sendika merkezlerinde steril bir hâlde telefonları ile oynarlar. İşte sendika bürokrasinin sendika mafyası ile yakınlaşma süreci.

Şimdi, elbette 11 sendikanın, DİSK taşınmamalıdır, anlamındaki bildirisini destekliyoruz.

Şimdi, bu sendikalar, yönetimden hesap sormalıdır ve genel merkezi taşıma kararının maddî nedenlerini açıkça sormalıdır.

Şimdi bu sendikalar, bu süreci genel kurula getirmelidir ve işçilerin İstanbul’da kalma iradelerini ortaya koymalarını istemelidir.

Ve elbette son derece net, bir o kadar öfkeli olan sendikalar, bir o kadar da sakin olmalıdır. Çünkü, sendika merkezinin Ankara’ya taşınması kararı, 6 kişinin imzası ile gerçekleşemez. Bu ağızlarından “demokrat” olmayı düşürmeyenler, 6 kişinin kararı ile bu işin yapılamayacağını anlayacaktır. Bunun için sendikaların, 11 sendikanın açık ve net tutumları yetmez, tam olarak DİSK içindeki bu yol ayrımında işçilerin de tutum almalarını istemeleri gereklidir.

Eğer DİSK yönetimi ille de taşınmak istiyorsa, DİSK olmadan taşınsınlar.

Yakışır.

Hattâ Ankara yerine, Marmaris ya da Fethiye de uygun olabilir. Marmaris’te, Saray’ın yazlık versiyonuna yakın olurlar. Hattâ Ahlat’a da taşınabilirler, bu durumda “yerli ve milli” sendikacılık anlayışı da bir kere daha güç toplayabilir. Fethiye en uygunudur, Ölüdeniz, dinlenme yeridir ve hiçbir sessizlik, kış döneminde Ölüdeniz kadar derin olamaz. Ölüdeniz’de dalga riski de yoktur, tam sükûnet ve tam dinlenme yeridir. Kıbrıs’a taşınmaları risklidir, bugünlerde baş ağrısı yapabilir. Ama Ölüdeniz, tam ölü taklidi yapma yeridir. Ankara’da Saray Rejimi sizi sürekli dürter, ama Ölüdeniz’de sizi biri dürtse dahi, Ölüdeniz’e düşersiniz ve dalgasız sular sizi içine çekip yok etmez, suyun üstüne kalabilirsiniz.

DİSK olarak taşınmak, her şeye rağmen risklidir. Çünkü içinde sarı olmayan sendikalar vardır. Bu durumda DİSK’i bırakarak taşınmak en güvenli olandır ama anlaşılan bunu da “taşının” diyen devlete kabul ettiremezler.

Böylece, sanılıyor ki tüm sendika konfederasyonları Ankara’da olur ve sendikacılıkta Ankara tarzı, Ankara siyaseti kalıcı olur. Böylece “terörsüz Türkiye”nin işçi ayağı da garantiye alınmış olur.

Öyle ya, Özgür Özel, ne zaman sokaklara çıktı ve ses vermeye başladı, işte o zaman ona, “Ankara’ya dön, Ankara’da siyaset yap,” dediler. Ankara’da siyaset demek, hiçbir hükmü kalmamış olan parlamentoda grup konuşmaları yapmak, bürokrasi salonlarında, Ankara otellerinde, pavyonlarında saz ekibi eşliğinde farklı masalarda ama diğer siyasilerle birlikte eğlenmek, arada bir açıklama yapmak demektir. Burjuva anlamda dahi siyaset yapmaktan vazgeçmek demektir.

Peki Ankara’da sendikacılık ne demektir? Yekpare camdan, süt döküp yalanacak mermerlerden imal edilmiş sendika binalarında sessiz ve sükûnet içinde “çalışmak”, akşamları eğlenmek, arada bir açıklama yapmak, asgarî ücret komisyonuna katılmak, komisyon toplantılarında mikrofonun açık olduğu durumda konuşmalarına dikkat etmek ama akşam yemeğinde dertlerini söylemek, mümkün olduğunca işçilerden uzak, baş ağrısı olmadan yaşamak demektir.

Demek DİSK’ten istenen, işçilerden, mücadeleden, işçi sendikacılığından, bizim deyimimiz ve DİSK tarihindeki gibi “sınıf ve kitle sendikacılığı”ndan uzak durmasıdır. İsteyen merkez bellidir, Saray Rejimi ya da devlet. Araya kimi sokmuşlardır bilmiyoruz. Ama bu istekler, hem bir tehdit ve hem de bir havuç sunularak dile getirilir. DİSK yönetimi, bu konuda bir karar almış ve bu kararı, kendi tabanına bile danışmamıştır.

Demek DİSK, işçi sendikası olarak, geldiği tarihi reddetmek istemektedir.

Demek DİSK yönetimi, Türk-İş ve Hak-İş’e yakınlaşmak için, işçilerden boşanmaya, kaçmaya, Ankara’ya iltica etmeye karar vermiştir. Ankara elbette bu ilticayı “sevgi” ile kabul edecektir.

Yalnız, biliniyor ki DİSK taşınınca, işçiler de İstanbul, Marmara vb.den taşınmayacaktır. Yine Çorlu’dan İzmit’e, Bursa’dan İstanbul’a işçi sınıfı varlığını sürdürecektir.

Türk-İş ve Hak-İş bürokratları, aslında Ankara’nın en çok İstanbul’a dönmesini sevmezler. Çünkü onlar için İstanbul’a gelmek, her zaman bir dert var demektir. Bu nedenle İstanbul’a gelmek, sendika merkezleri için bir çeşit sorundur, kâbus değilse eğer.

Bu nedenle, DİSK yönetimi, sınıf savaşımının kızıştığı, işçilerin fabrikalarda öldüğü, açlığın ve işsizliğin kol gezdiği, sürekli işçi eylemleri ve direnişlerinin ortaya çıktığı, genel grev sloganlarının yükseldiği, Saray’a yürüme tartışmalarının mayalandığı bir dönemde, Ankara’da rahata kavuşamayacaktır.

Ve elbette Ankara’dan İstanbul’a dönmek ilginç olacaktır.

DİSK, olur da genel merkezini Ankara’ya taşımayı başarırsa, tüm tepkilere rağmen bu konuda ısrar ederse, isminin başındaki “D” harfini İstanbul’a bıraktığı gibi, “İ” harfini de bırakmak zorunda kalacaktır.

Tüm bunlar, savaş hazırlıklarıdır.

Savaş, TC devleti de içinde, NATO makinası tarafından kışkırtılmakta, kundaklanmaktadır. İşçi sınıfı, savaşa hazırlanan her burjuva devlet için bir sorundur. İşçiler, başka halklara, başka ülkelerin işçilerine kurşun sıkmayı reddederse, ki reddetmelidir, sistem için sorunlar başlayacaktır. Cephede ölümler, işçilerin karnını doyurmaz. Bu nedenle her savaş, bir iç savaştır ve bu iç savaşta işçiler, dünyanın her ülkesinde kendi ülkelerindeki devletle karşı karşıyadırlar. Bu nedenle, Ankara’ya taşınmak, bir çeşit sığınmaktır, iltica etmektir. DİSK, İstanbul’un bir işçi kenti olduğunu bilmektedir ve bu nedenle İstanbul’dan kaçmak istemektedir. İşçilerden kaçmak, İstanbul’dan kaçmakla aynı anlama gelmektedir.

DİSK yönetimi, DİSK tarihinden uzaklaşmak istemektedir.

DİSK yönetimi, direnişlerden uzaklaşmak istemektedir.

İyi ama Ankara’da da direniş sizi bulur. Bir yere kaçamazsınız.

2026 yılı bütçesi üzerine

Bu yazının hazırlandığı sırada Mecliste bütçe görüşmeleri devam etmekte idi. Yazı okurlara ulaştığında bütçe kesinleşmiş olacak ve yürürlüğe girmesi için geri sayım sürecinde olacağız. Henüz görüşmeler devam etmekte iken bütçe ile ilgili iddialı bir yazı kaleme almak pek kolay değil. Kolay değil çünkü görüşmeler esnasında önemli değişiklikler gerçekleşebilir ve Meclisin onayladığı bütçe ile tartışmaya sunulan taslak arasında önemli farklılıklar meydana gelebilir. Ancak bu olasılık Türkiye Cumhuriyeti devleti için geçersiz. Ülkede tek adam rejiminin resmîleşip yasama, yürütme ve yargı erkleri tek kişinin kontrolüne geçtiği tarihten beri bu olasılık söz konusu değil bizler için. Tek adam rejiminin hazırladığı sekizinci bütçe taslağı bu. Bundan öncekilerde olduğu gibi yine taslak olduğu gibi ya da en iyimser olasılıkla birkaç biçimsel değişiklikle onaylanacak ve ülkenin bir yıl boyunca izleyeceği ekonomi politikaları resmiyet kazanacak. Dolayısı ile şimdiden yazmanın riski yok. Hâl böyle olunca şu soru geliyor akla:

“Madem Saray’da hazırlanan bütçe olduğu gibi kabul ediliyor, o hâlde neden meclise gönderilip tartışmaya açılıyor?”

Yanıtı gayet açık kanımca, kendilerini muhalif olarak tanımlamış milletvekillerinin içlerini döküp deşarj olmalarını sağlıyor bu tartışmalar. Başka bir işe yaradığı yok. Elbette bu benim kişisel gözlemim. Ancak geçmiş yılların bütçe taslakları ile Mecliste gerçekleşen görüşmeler sonrasında kesinleşen bütçeleri karşılaştırınca bu gözlemin yabana atılmayacak bir gerçeklik ihtiva ettiği görülüyor.

Bu girişi yaptıktan sonra 2026 yılı bütçesinin nasıl bir ekonomik tablo betimlediğinden söz edebiliriz. Bu betimlemeyi yaparken ana kaynağımız bütçe taslağı olmakla birlikte zaman zaman TCMB 2026 yılı tahminlerinden de yararlanacak böylece daha net bir tabloyu gözler önüne sermiş olacağız.

Bütçe ait olduğu dönemdeki gelir ve gider tahminlerini içeren bir çalışmadan ibarettir. Aile bütçesi de herhangi bir şirketin bütçesi de devletin bütçesi de bu genel tanımın içinde ifadesini bulur. Gelir kaynaklarının ne olacağı, elde edilen gelirin nasıl harcanacağı sorularının yanıtı da bütçeyi oluşturur. Merkezî bütçe ya da kamuoyunda yaygın bir biçimde kabul görmüş biçimi ile genel bütçe de bu kapsamda gerçekleştirilen bir çalışmadır. Bütçe kavramı içinde değerlendirilen diğer çalışmalardan farkı ise bu bütçenin tüm toplumu ilgilendiren bir mahiyet taşımasıdır. Merkezî bütçe müfredatı içerisinde yer alan her gelir kalemi bahse konu gelirin toplumun hangi kesiminden hangi yol (ya da yollar) ile elde edileceğini bir başka ifade ile kaynağın nasıl yaratılacağını, müfredatta yer alan her gider kalemi ise yaratılmış olan kaynağın toplumun hangi kesimlerine ne maksatla verileceğini ifade eder. Bu açıdan baktığımızda “Merkezî bütçe siyasi iktidarın toplumsal sınıflara bakış açısının bir göstergesi, toplumun farklı kesimlerine yönelik uygulamaya karar verdiği politikaların aynasıdır,” diyebiliriz. Bu son önerme yazının bundan sonraki bölümüne rehberlik edecektir.

Bütçenin temel mantığında denklik esası vardır. Bir başka anlatımla gelir ve giderler denkleştirilmeye çalışılır. Her ne kadar başlangıçta yapılan hesaplar yıl içerisinde revizyona tâbi tutulsa ve “denk bütçe” bir hayalden ileriye gidemese de siyasi iktidarlar hiç değilse başlangıç aşamasında Meclisin onayını alabilme endişesi ile denk bütçe taslağını Meclise sunma gereğini hissederler. Ne var ki Saray yönetimi bu temel ilkeyi dikkate almadan hazırlamaktadır bütçeyi. Bundan önce hazırlayıp uygulamaya koyduğu yedi bütçe çalışmasında olduğu gibi bu kez de gelir ve gideri denkleştirme gereğini hissetmemiş ve Meclise gönderdiği taslakta bir trilyon iki milyar lira açık öngörmüştür. Bu rakam toplam harcamaların yüzde beşlik bir oranına denk gelmektedir. Bu açık kapatılamaz mı idi? Elbette kapatılabilirdi. Yapılması gereken tek şey harcamaların kısılıp tasarrufa gidilmesi. Ancak siyasi iktidar buna yanaşmıyor. İşçi ve emekçi yığınlara harcamalarını kısmalarını öğütleyenler söz konusu kendileri olunca tasarruf sözcüğünün t’sini bile ağızlarına almıyorlar. Neden mi?

“İtibardan tasarruf olmaz.”

Yukarıda yazılanlar bir iddia değil şimdilik taslak hâlinde olan bütçe çalışmasının içerdiği gerçekler. Durumu biraz da rakamlarla teyit edelim:

Saray için öngörülen bütçe 21.286.534.000 lira. Bu durumda günlük harcaması 58 milyon seviyesini biraz aşmış durumda. Tasarruf sözcüğü buralara yabancı.

Saray bütçesinde dikkat çekici bir detay da vakıf ve derneklere yapılacak ödemeler kalemi. Tam 80 milyon lira düşünülmüş bu iş için. TÜGVA vb. kuruluşlara gidecek bu para. Temsil ve tanıtım giderleri için ise 310 milyon lira ayrılmış. Bu yıl yine bol miktarda “ejder meyvesi” tüketilecek anlaşılan.

Saray’ın “Propaganda Bakanlığı” işlevini gören “İletişim Dairesi Başkanlığı” bağımsız bir bütçeye sahip. Bu kuruluş 7,5 milyar lira harcayacak 2026 yılı boyunca siyasi iktidarın büyük bir önem verdiği Diyanet ise 174 milyar lira ile önemli bir pay alıyor bütçeden. Buralarda tasarruf sözcüğü bir anlam taşımıyor.

Saray bütçesinde vakıf ve derneklere yapılacak ödemeler kaleminden söz edilmişti. Orada belirtilen rakam dışında bir de bağımsız bütçesi var bu kalemin. Bu fasılda 2,26 milyar lira yer alıyor. Tarikat ve cemaat yapılanmaları ile siyasi iktidarın desteklediği vakıflar para içinde yüzecekler âdeta.

Meclis bütçesi de küçümsenmeyecek bir paya sahip 27,23 milyar lira. 2025 yılına göre %55 oranında bir artış gerçekleşmiş bütçede. Meclis lokantası kent lokantalarından daha düşük fiyatlarla hizmet vermeye devam edecek bu durumda.

Bütün bu rakamlar Saray ve yakın çevresi ile Meclisin tasarruf sözcüğünü telaffuz etme yeteneğine sahip olmadıklarını göstermekte. Dolayısı ile tasarruf sadece halk yığınları için geçerli bir sözcük. Bu yıllın bütçesinde halka yönelik yeni yaptırımlar da var, ileride sözünü edeceğiz bu yaptırımların.

Bütçe gelirlerinin kimlere nasıl dağıtılacağına yönelik bilgi paylaşımına devam edelim.

Hatırlanabileceği gibi Çanakkale köprüsü ve çevre yolları hizmete girdiğinde “devletin cebinden bir kuruş çıkmıyor bu işler için” demişti Saray’ın tepesindeki şahıs. Gerçekten doğru söylemiş. Kuruş çıkmıyor, milyarlar çıkıyor. Garanti yolculu otoyol, köprü geçişi, hava limanı ve garanti hastalı şehir hastaneleri müteahhitlerine bu yıl ödenecek para 280 milyar lira. Müteahhitlere garanti edilen yolcu ve/veya hasta sayısına ulaşılamadığı için ödenecek para bu. Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) adı ile tanıtımı yapılan uygulamanın 2026 yılı bütçesine getirmiş olduğu yük (şimdilik) bu kadar. Yıl içinde yabancı paraların kazanacağı değere göre daha da artacak bu tutar. Bilindiği gibi bahse konu işleri yapan müteahhitlere garanti edilen gelir USD bazlı. Bu para birimi TL karşısında değer kazandıkça müteahhide yapılan ödeme de artıyor.

Bedelini ise işçi ve emekçiler ödüyorlar. Yaygın deyimi ile kullanmadığımız köprü, otoyol ve havalimanları, gitmediğimiz hastaneler ve yararlanmadığımız hizmetler için ödeme yapmaya devam edeceğiz 2026 yılında da. Üstelik planlanan yeni yatırımlarla gelecek yıllarda daha da artacak bu ödemelerimiz. Bu yılın programında pek çok yeni yatırım var. Kanımca bunlardan en ilginci Bayburt-Gümüşhane Hava Limanı yatırımı Bahse konu iki ilin merkez nüfusları toplamı 110.000 dolayında. Turizm açısından da pek canlı bir bölge değil burası. Böyle bir yere hava limanı yapmak rasyonel değil. Rasyonel değil de artık hava limanı yapılacak yer kalmadı memlekette. Oysa müteahhitlere para transferi gerçekleştirilmesi gerek. Çareyi böyle bulmuşlar işte. İşlerliği olmayacağı daha şimdiden belli olan bir hava limanı. Yine kullanılmayacak bir hava limanı için para ödeyeceğiz. Benzer cümleleri 2026 yılı programına konulmuş olan Yozgat Hava Limanı için de söylemek mümkün kuşkusuz.

Bütçe gelirlerinin nasıl dağıtıldığı, kamu kaynaklarının nasıl har vurup harman savrulduğu açıkça görülmekte Ulaştırma Bakanlığının bütçesinde. Tabii bu israf politikası ile siyasi iktidar kendisini destekleyen sermaye kesimlerine borcunu ödemekle, bu kesimlere servet transferi gerçekleştirmekle yükümlü hissediyor kendisini.

Servet transferi sadece müteahhitlerle sınırlı değil. Ticaret Bakanlığı bütçesinde teşviklere ayrılan 23 milyar lira var. Bu tutarı da sermaye kesimine transfer edilecek servet olarak değerlendirebiliriz. Teşviklerin detayını incelediğimiz takdirde bunların ağırlıklı olarak “Anadolu Kaplanları” olarak bilinen sermaye gruplarına yönelik olduğunu görürüz. Bilindiği gibi bu kaplanlar(!) siyasi iktidarın kayıtsız şartsız destekçileri. Bahse konu şirketlerin ortaklarının önemli bir kısmı AKP adlı organize suç örgütünün taşra teşkilâtlarında yöneticilik yapmaktalar.

İlginç bir teşvik de istihdam arttırıcı önlemler arasında yer alıyor. Buna göre işletmesinde çalışan sayısını arttıran işverenlere gerçekleştirdiği her ek istihdam için 41.000 lira SGK prim desteği verilmekte. Bu teşvikten yararlanacak olanlar da yine “Anadolu Kaplanları” işin ilginç tarafı da şöyle; işletmene işçi alıyorsun, onun yarattığı artı-değeri sömürerek kazanç sağlıyorsun, bu kazanç yetmemiş olacak ki SGK teşviki alıp bu konudaki yükümlülüğünü de merkezî bütçeden karşılıyorsun. Böyle ballı teşvike kolay rastlanmaz dünyanın bir başka yerinde. Bir başka önemli harcama kalemi ise Savunma Bakanlığı bütçesinde. 2,1 trilyon lira var bu fasılda. İçinde bulunduğumuz yılın bütçesine göre %32’lik bir artış var. ABD Başkanının talimatı yerine getirilmiş adeta. Savunma harcamaları diye sunulan bu kalem gerçekte ölüm makinaları olarak adlandırabileceğimiz silahlara ayrılmış olan para. Bu rakamı görünce nutku tutuluyor insanın. Bir politik değerlendirme yapmak için henüz erken. Bu nedenle ABD’nin İran’a yönelik gerçekleştirmeyi planladığı saldırılarda siyasi iktidarın aktif bir görev alma niyetinde olup olmadığı konusunda bir fikir yürütemeyeceğim. Ancak savunma(!) harcamaları kalemindeki tutarın uluslararası silah tekellerinin iştahını kabartacak mahiyette olduğu da açıkça görülmekte.

Bütçe gelirlerinin sermaye kesimine nasıl peşkeş çekildiği konusundaki örnekler saymakla bitecek gibi değil. Ancak yazıyı fazla uzatmamak için bu kadarı ile yetinerek bahse konu aktarımlar için nelerden vazgeçildiğini açıklamaya çalışalım. Ekonomi biliminin temel kavramından söz edelim öncelikle “gereksinmeler sonsuz ancak kaynaklar sınırlıdır” buradan hareketle karşılanan her gereksinimin bir başkasından feragat etmeyi gerektirdiğini ifade edebiliriz. Sermaye kesimi ile Saray çevresi ve Meclise aktarılmış milyarlar nedeni ile karşılanamayan gereksinmeler siyasi iktidarın tercihlerini göstermekte bizlere. Söz gelimi Milli Eğitim Bakanlığı bütçesi ilk bakışta hayli kabarık gibi görünüyor (1,95 trilyon lira) ancak bu paranın büyük kısmı (%83) maaş ve ücret ödemelerine aktarılmış. Eğitim yatırımlarına ayrılan pay ise sadece %8,2. Bu arada deprem bölgesine yönelik ek bir eğitim yatırımı ise sıfır. İlk ve orta öğrenimdeki öğrencilere yemek verilmesi düşünülmemiş bile. Yeri gelmişken gelişme çağındaki çocuklar için hayatî önem taşıyan bu öğle yemeği bedelinden söz edelim. Ülkede yaklaşık 16 milyon ilk ve orta öğrenimde bulunan öğrenci var. Bunların 3 milyonu özel okullarda öğrenim görmekteler. Devlet okullarındaki öğrenci sayısı yaklaşık 13 milyon. Bu öğrenciler için üç kap yemek vermenin günlük maliyeti yine yaklaşık olarak 1,75 milyar lira (Bir öğün yemeğin maliyeti 134 lira olarak hesaplandı). Tatiller çıkarıldıktan sonra bir ders yılında 160 gün var. 1,75×160=280. dikkat ediniz bu hesap sonucu ortaya çıkan 280 milyar lira KÖİ müteahhitlerine önümüzdeki yıl zarfında ödenmesi planlanan rakam.

İşte siyasi iktidarın toplumun hangi kesimlerine nasıl bir değer biçtiğinin açık göstergesi.

Yüksek öğrenimdeki gençlerin barınma sorunu hepimizin bildiği bir gerçek. Ancak bu konuda da çözüm üretebilecek bir yaklaşım yok bütçede. Yeni açılacak öğrenci yurdu sayısı 30.000’de kalmış, bir önceki yıl bu sayı 40.000 idi. Yenilenmesi ve tadil edilmesi planlanan yurt kapasitesi ise 3000’e düşürülmüş. Buradan çıkarılabilecek sonuç ise siyasi iktidarın öğrencilere ev kiralayan ev sahiplerine bir güzellik yaptığı.

Adalet Bakanlığı bütçesinde de ilginç bir harcama var. Buna göre 9 yeni tutsak evi inşa edilecek 2026’da. Anlaşılan düzene muhalefet eden kesimler yatak bulma sorunu yaşamayacaklar 2026 yılında.

Sağlık bütçesi ise insanı hasta etmek için planlamış adeta şöyle ki:

  • Koruyucu sağlık hizmetlerinin payı düşürülmüş, buna karşın tedavi edici sağlık hizmetlerinin payı arttırılmış. Dolayısı ile insanların hastalanmaları teşvik edilmiş.
  • Şehir hastanelerini işleten 45 şirkete 236 milyar lira ödenek ayrılmış. İşte bir başka servet transferi.

Görüldüğü gibi geniş halk yığınlarına yönelik bir hizmet yok 2026 bütçesinde. Peki, tamamen böyle mi? Hayır, sosyal yardımlarda bir artış söz konusu. Artış oranı %34 hayli yüksek bir oran. Ancak bu sosyal yardım faslında gerçekleştirilen hizmetler can sıkıcı. Makarna, un, kömür vb. yardımlar gerçekte siyasi iktidarın kararlılıkla devam ettirdiği “sürdürülebilir yoksulluk” politikasının bir ürünü. İktidar böyle yaparak yoksulları (tamamını değilse bile büyük bir kısmını) kendisine bağımlı hâle getirmenin peşinde, yoksul kesimlere yönelik gerçekleştirdiği “sadaka” misali yardımlar “biz gidersek bu yardımlar kesilir” propagandası ile birlikte sunuluyor. Bu uygulama da AKP’ye oy verme zorunluluğu hisseden kesimlerin bahse konu suç örgütüne bağlanması ile sonuçlanıyor. Doğru politika yoksulluğu sürdürülebilir kılmak değil, yoksulluğun üzerine giderek onu bertaraf etmek olmalı kanımca.

Yeri gelmişken bu aralar yine yandaş basının yığınlara büyük bir vaveyla ile sunduğu “vatandaşlık geliri” (onlar “vatandaşlık maaşı” diyorlar) kavramından söz edelim. Bu kavram mahiyeti itibarı ile pek çok sakıncayı taşımakta. Bu konu ile ilgili bir eleştiri, okumakta olduğunuz yazının sınırlarını hayli aşar. Bu nedenle “vatandaşlık geliri” kavramına yönelik eleştirileri bir yana bırakarak şunu söylemekle yetinelim:

Bütçede vatandaşlık geliri için ayrılmış bir kuruş bile yok.

Sanırım harcama kalemlerine yönelik yeterince örnek vererek bütçenin kime neler getireceğini açıklamış olduk. Şimdi bir de gelir kalemlerine bakalım ve kimlerden neler götüreceğini incelemeye çalışalım.

Hemen hepimizin bildiği gibi merkezî bütçenin en önemli gelir kaynağı vergi geliridir. Bu da son derece doğal. Ancak verginin hangi kesimlerden nasıl tahsil edildiği önem kazanır bütçe çalışmalarında.

Normal şartlarda gelir ve kazanç üzerinden alınan vergilerin büyük kısmının şirket kazançlarından tahsil edilmesi gerekir. Vergi hukuku temel ilkelerinden biridir bu. Ancak Saray tarafından hazırlanmış taslakta bu ilkenin tersi uygulanıyor ve vergi gelirleri içinde sermaye kesiminin payı giderek düşüyor. 2026 yılı bütçesinde kurumlar vergisinin (işletmelerin kârından tahsil edilen vergi) payı %33, ücretlerden alınan verginin payı ise %67. Bu oranlar siyasi iktidarın işçi sınıfına savaş açtığının göstergesi bana göre.

Kurumlar vergisindeki artış oranı %1,9 olarak hedeflenmiş. Buna karşın ücret geliri elde edenlerden alınacak gelir vergisinde hedeflenen artış oranı %39,55. Burada küçük bir hesap daha yapalım: 39,55/1,9 =20,81. Açıkça görülebileceği gibi Saray’ın işçi sınıfından tahsil etmeyi planladığı vergi artışı işverenlerden tahsil etmeyi planladığı artışın 20,81 katı. Bu açık bir savaş ilanıdır.

Tabii bununla da yetinmiyor Saray. Yukarıda sadece doğrudan vergilendirmeden söz edildi; işin bir de dolaylı vergi boyutu var. Yine bütçe taslağı verilerinden çıkardığımız sonuca göre vergi gelirlerinin %44,16’lık bölümü dolaylı vergilerden elde edilecek. Dolaylı vergiler son derece adaletsiz bir vergilendirme yöntemidir. Ailesi ile birkaç dakika konuşabilmek için telefonunu kullanan üniversite öğrencisi de, telefonla talimat yağdırıp servetine servet katan holding yönetim kurulu başkanı da aynı oranda “iletişim vergisi” öder söz gelimi. Ya da ayda bir kez evine yarım kilo kıyma alan emekçi ile sofrasından pahalı etleri eksik etmeyen zenginin ödediği KDV de aynı orandadır. İşçi, emekçi ve öğrencilerin sayısı patronlara göre çok daha fazla olduğuna göre bu dolaylı vergi kaleminden devletin tahsil ettiği paranın büyük kısmı da bu kesimin ödediği vergilerden oluşmakta.

Bu durumda zaten yüksek vergi ödemekte olan geniş halk yığınları vergisini ödedikten sonra elinde kalan para ile yaşamını sürdürmek için gerekli olan ürün ve hizmetlere ulaşabilmek için KDV, ÖTV gibi vergiler ödemek zorunda kalmakta ve adeta ikinci kez vergilendirilmekte.

Sonuç olarak 2026 yılında Saray yönetiminin bütçe gelirlerini toplumun yoksul kesimlerinden elde etmeyi ve bu geliri “creme de la creme” olarak tabir edilen ayrıcalıklı patronların emrine tahsis etmeyi planladığını açıkça görmekteyiz. Bu durumda maaşlar, ücretler ve taban fiyatlar artması gerektiği kadar artmayacak ancak ödenecek vergiler katlanarak büyüyecektir. İşte bu nedenle 2026 yılı bütçesi bir savaş bütçesidir; bu savaş bir başka devlete karşı değil ülkenin işçi ve emekçilerine karşı başlatılan bir savaştır.

Böylesi bir savaşta Saray çevreleri emekçi halkın rızasını alamayacaklarını bildiklerinden yargıdan destek alarak, şiddet uygulayarak politikalarını empoze etmekten çekinmeyecekleridir. Bu durumda sosyalistlere düşen görev, aralarındaki görüş farklılıklarını bir kenara bırakarak eylem birliği gerçekleştirmek ve ülkenin her köşesinde Saray’ın saldırılarını püskürtecek direnişleri örgütlemek için çaba sarf etmektir.

Tabii bu benim görüşüm.

Kapitalizmin varoluşsal krizinde işçi sınıfı ve yeni sendikal uyanış | Kanber Saygılı

Emperyalist küreselleşme çağında sermaye, gezegenin her köşesini metalaştırmış, emeği, doğayı ve insanın yaşamını tüketim nesnesine dönüştürmüştür. Dünya ölçeğinde servet, bir avuç tekelleşmiş şirketin kasasında birikiyor. Emekçi insanlığın payına ise açlık, yoksulluk, cins kırımı, çalışırken ölmek, işsizlik, eko kırım ve işgalci savaşlar düşüyor.[1]

Azamî kâr peşinde koşan ve aynı zamanda pazar paylaşımında kıyasıya rekabet hâlinde olan dünyanın çatısındaki emperyalist kapitalist haydutlar kendi kâr oranlarını koruyabilmek için emeğe, doğaya karşı savaşı giderek büyütüyorlar.

Emeğin güvencesizliğini emperyalist küresel düzeninin güvencesi olarak gören burjuvazi, emeğin örgütsüzlüğünü örgütlüyor.

Esnek üretim, taşeronlaştırma, güvencesizleştirme saldırı biçimlerine her yeni gün yenilerini ekliyor. İdeolojik, politik, fizikî örgütsel saldırıda sınır tanımıyor. Emperyalist sistem IMF, Dünya Bankası ve ulusal sermaye grupları eliyle dünya ezilenlerini mülksüzleştiriyor. Ama tarih gösteriyor ki her kriz, aynı zamanda bir karşı hamle dönemidir.

Türkiye ve Kürdistan da ise; açlık sınırında yaşam, eko kırım, kadın bedenin metalaşması ve kadın cins kırımı, seri iş cinayetleri, çocuk istismarı ve çocuk emeği sömürüsü, biat kültürü için eğitimin dincileştirilmesi, nüfusumuzun neredeyse üçte birine denk düşen emeklilerin durumu vb.

On yıllardır süregelen savaş konsepti ise, başta emeğin durumu olmak üzere toplumsal yoksullaşmayı ve çelişkiyi derinleştiriyor.

Küçük esnaf kepenk indiriyor, açık olanlar kirasını ödeyemiyor. Üretici köylüler ürettiklerini meydanlara döküyor, traktörünü satıyor, mülksüzleşiyor ve “hükûmet istifa” sloganlarıyla yürüyor. Milyonlarca işçi enflasyon altında her gün eriyen açlık sınırında aldığı ücretle yoksulluğun pençesinde kıvranıyor. Gençlik, geleceksizliğin ruh hâlini iliklerine kadar hissediyor ve itiraz yükseltiyor. Kadınlar cins kırımına, mobbinge, eşitsiz ücrete itiraz ediyor. Hayvan hakları savunucuları hayvan kırımına karşı sokağa çıkıyor. Ekoloji mücadelesi tıpkı işçi hareketi gibi parçalı da olsa dur durak bilmiyor.

Önümüzdeki sürecin emek-sermaye, halkla-devlet arasındaki çelişkinin daha da keskinleşip derinleşeceğini okuyan patronlar ve iktidar cephesi çareyi gözaltılarda, tutuklamalarda, korku ve sindirmeyi toplumsallaştırmakta görüyor ve ona uygun pratik sergiliyor. Saldırganlıkta sınır tanımayan ancak rıza üretme bir yana toplumsal çelişkiyi derinleştiren ve öfkeyi büyüten iktidar, geleceğini daha büyük saldırganlıkta görüyor

Verili sendikal hareketin çözülüşü ve bürokrasinin duvarı

Uluslararası sermayenin ve iktidarlarının on yıllardır uyguladığı neoliberal politikalar, geleneksel işbirlikçi sendikaları araçsallaştırdı. Türkiye’de ve dünyada militan, fiilî meşru sendikal hareket yeni filizler verse de, geleneksel sendikal kriz aşılabilmiş değil. Bugün işbirlikçi ve uzlaşmacı sendikacılık, çoğu yerde patronla işçi arasında bir tampon hâline geldi.

Milyonlarca işçi, sendikalı olsa bile söz hakkına sahip değil. İşbirlikçi geleneksel hâkim sendikal anlayış, işyerlerinde örgütlülüğü büyütmek, sınıfı siyasallaştırma ve iradeleştirme yerine aidat düzenini korumanın peşinde koşar adım ilerliyor. Onlara göre TİS ve uzlaşma her şey. Mücadele, sınıf kavgası ise geride kalmış, modası geçmiş bir şey.

Üyeler pasifleştirildi, grev hakkı fiilen ortadan kaldırıldı, “sosyal diyalog” adı altında sermayeyle uzlaşma meşrulaştırıldı. Oysa sendika, patronlara karşı cepheden mücadele örgütü ve sınıfın kolektif yumruğudur. Bugün pek çok sektörde, bağımsız sendikaların ve taban inisiyatiflerinin doğuşu, bu duvarın çatladığının göstergesidir.

Kapitalizmin varoluşsal krizi eski sendikal anlayış ve yapıları, geleneksel mücadele biçimlerini ve alışılmış örgüt modellerini aşıyor. Bugün taşeronlaşma, güvencesizlik, ekolojik yıkım, kadın ve göçmen emeği gibi olgular, sınıfın yapısını yeniden şekillendiriyor. Evet, tablo karanlık ama içinde umudu da taşıdığını ya da büyüttüğünü unutmayalım. Çünkü her kriz sınıf sendikacılığının da filizlenmesinin olanaklarını barındırıyor. Dolaysıyla içinden geçmekte olduğumuz sürecin sınıf sendikacılığına, taban demokrasisine, enternasyonal dayanışmaya ve emekolojiye dayalı bir hattı zorunlu kılıyor. Göçmen işçiliğin yaygınlaşması farklı ülkelerdeki mücadelelerin birbirine bağlanmasının olanaklarını yaratıyor.

Sınıfın yeni çehresi kadın ve göçmen işçiler

Yeni dönemde işçi sınıfının çehresi değişti. Kadın emeği, artık sınıf hareketinin gerisinde değil merkezinde ve aynı zamanda en dinamik, en militan kesimlerden biri olarak öne çıkıyor. Smart Solar, Polenez, Migros Depo, Flormar, Farplas, Cargill, A101, Trendyol, Şık Makas vb. direnişlerinde ön safta hep kadınlar vardı. Fabrikada, atölyede, çağrı merkezinde, markette, bakım sektöründe çalışan milyonlarca kadın, hem erkek egemenliği hem sermayenin çifte baskısı altında.

Göçmen işçiler ise kapitalizmin “yedek ordu”suna dönüştürüldü. Göçmen emeği, ucuz ve sessiz bir sömürü alanı olarak kullanılıyor. Oysa sınıfın gerçek gücü, milliyetçiliği aşarak kardeşleşmesindedir. Bir Suriyeli ile bir Kürt ve Türk işçinin ortak düşmanı, aynı patron sınıfıdır ve onun iktidarıdır.

Sınıf kardeşliği ise ırkçılığın panzehiridir, kurtuluşun reçetesidir. Bu yüzden işçi hareketinin önünde kadın, göçmen, genç işçilerin öncülüğünde yeni bir sınıf birliğini inşa etmek gibi bir görev duruyor.

Uzlaşmacı sendikacılığın sonu, sınıf sendikacılığının sancıları

Genç ve öfkeli bir işçi kuşağı ve hareketi ile karşı karşıyayız. Yeni bir sendikal hareketin ise sancılarını yaşıyoruz. Farklı sektörlerden, farklı kimliklerden işçiler ortak bir arayışta: demokratik, tabandan, mücadeleci bir sendikal hareket.

Bu yeni hareketin kodları ise; sendika sadece işyerinde değil, sokakta da örgütlenmeli. Kadın, genç, göçmen işçiler öncü rol oynamalı.

Bürokrasi değil, taban komiteleri karar vermeli. Her direniş, diğerini çağırmalı. “Emek-ekoloji”, “emek-barış”, “emek-kadın özgürlüğü” hattı, yeni dönemin mücadele alanlarını birleştiriyor.

Uzlaşmacı, işbirlikçi sendikacılık, “diyalog” adı altında sınıf kavgasını tasfiye etmeye devam ederken aynı zamanda klasik iş kolu temelli aidat bürokrasisine dayalı sendikal modelin de çözülüşüne şahit oluyoruz.

Dolayısıyla bugün yeniden sınıf sendikacılığı fikrini, pratik bir ihtiyaç olarak tartışmak ve yaşama geçirmek en acil görev olarak öne çıkıyor.

Sadece ekmek yetmez

Ekmek için yola çıkan işçiler, her defasında duvara çarptıklarında o duvarın sadece patronun değil, devletin duvarı olduğunu görüyor, anlıyor. Günümüzün grev yasakları, yargı kararları, polis saldırıları, “ekonomik mücadelenin” sınırlarını göstermektedir. Evet, sadece ekonomik mücadele yetmez. Çünkü sermaye düzeni, sadece maaşları değil, yaşamın bütününü belirliyor.

Bu nedenle her işçi direnişi, aynı zamanda bir demokrasi mücadelesidir. Emek hareketi, barıştan ekolojiye, kadın özgürlüğünden inanç özgürlüğüne kadar tüm toplumsal sorunların çözümünde söz sahibi olmak zorundadır. Farkında olsun ya da olmasın bu görev işçi sınıfının omuzlarındadır. Çünkü İşçi sınıfı, kendi çıkarını toplumun geneliyle buluşturduğu ölçüde politik bir özneye dönüşür, iktidarlaşma mücadelesinde yerini alır ve gerçek rolünü oynar. İşçi sınıfının bu görev bilincine ulaşmasının, sınıf sendikacılığında ısrar edenlerin omuzlarında olduğunun altını bir kere daha çizmek lazımdır.

Dünyanın dört bir yanında işçiler yeniden ayağa kalkıyorlar. Amazon ve Starbucks işçileri ABD’de sendikalaşıyor, Fransa’da emeklilik yasasına karşı milyonlar sokağa dökülüyor, sarı yelekliler hâlâ hafızalarda. Arjantin’de, Şili’de, Güney Kore’de işçiler meydanları dolduruyorlar. Belçika’da işçi sınıfı sosyal kesintilere karşı 24-25-26 Kasım’da genel greve hazırlanıyor.

Bu dalga ulusal değil uluslararası niteliktedir. Sınıfın enternasyonal birliği, artık romantik bir slogan değil, yaşamsal bir zorunluluktur. Sermaye uluslararasıysa, sınıf mücadelesi de böyle yürütülmek zorundadır.

Yaşadığımız topraklardaki gelişmeler her ne kadar eş zamanlı ve birleşik olmasa da birbirini besleyen ve tetikleyen nitelik ve konumda.

Metal grevleri, TPİ, Smart Solar, Temel Conta, Migros Depo, Trendyol, Yemeksepeti, Şık Makas, Cargill, Bimeks, Flormar, Farplas, Arçelik LG, 27-28 Şubat-16 Haziran Tuzla havza fiilî grevi, inşaat vb. Her biri bu topraklarda yeni bir işçi kuşağının mücadele ruhunu temsil ediyor. Bu direnişler, ortak bir eksen etrafında buluştuğunda, yeni bir sendikal hareketin de kıvılcımı olacaktır.

Genel grev-genel direniş

Sınıfın yeniden ayağa kalkışını sağlamak ve mevcut düzeni sarsarak yeni haklar kazanmak tek tek grev ve direnişlerle mümkün görülmüyor. Parçalı direnişler birleştikçe, “genel grev-genel direniş” fikri toplumsal bir ihtiyaç hâline gelecektir.

Patronların ve AKP-MHP iktidarının topyekûn saldırısına karşı, emek cephesinin de topyekûn direnişi örgütlemeyi önüne koyması bir zorunluluk hâline gelmiştir.

Genel grev sadece üretimi durdurmak değil yaşamı yeniden başlatma iradesidir. Genel grev fikri gelir geçer bir taktiğin ötesinde sınıfın yeniden politik özneleşmesi, toplumsal rızanın işçi sınıfının etrafında buluşması, sınıfın iradeleşmesi ve yeni bir sendikal hareketin önünü açılmasında ve sınıfın iradeleşmesinde önemli bir rol oynayacaktır.

* Limter-İş Genel Başkanı.

Yöntem ile gelecek arasında yol alan bir sendika: Öğretmen Sendikası!

Sendikamız hâlâ inşa sürecinde. Dört yılını tamamlayan bir sendikanın kuruluş sürecini geride bırakması çoğu şeyi tamamladığı anlamına gelmiyor.

Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası, kuruluş tartışmaları ve perspektifi ile aşılması ve tekrarlanmaması gereken çoğu şeyin karşıtı olarak doğdu. Bu doğuşun ilk ayları pratik atılganlık ve arka arkaya gösterilen militan bir aksiyonla ilgi çekici geçti. Duyarlı emek kitlesinin sendikanın ilk çıkışına yönelik taşıdığı ve yansıttığı sorular genel kalıplara, formüllere dayanıyordu. Kimileri meslek sendikacılığının yanlış olduğunu vurguluyor, kimileri ise eğitim mücadelesini dar bakış açısı ile kamu hattından alıyor ve bizi bir şeye dâhil olmamak ya da ona katılmamakla eleştiriyordu. Özel sektörde çalışan eğitim emekçilerinin mücadelesine büyük anlamlar yüklememek en doğrusu fakat eğitim gibi kritik bir alanda da iktidar olan sermayeye karşı etkin bir mücadelenin sınıf hareketine katabilecekleri henüz görülmüyordu. Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası yeni bir sendika olarak kafalarda bir şeyler uyandırdı diyebiliriz.

Gelen eleştiriler yazılı olarak cevaplanmadı. Teorik bir tartışmanın konusu hâline getirilmedi. Dışarıya yönelik bu tür bir kayıtsızlık tercih edilse de sendikanın kuruluş sürecinde tartışmalara katılan herkese bu eleştiriler sendikanın soruları olarak soruldu: “Neden yeni bir sendika? Neyi reddetmiyoruz, hangi sendikal anlayışları eleştiriyoruz? Bulunduğumuz iş kolunun yapısal sorunları ortadayken engeller nasıl aşılacak? Sendikanın ismi politik açıdan doğru mu? Hem işçi hareketinin hem eğitim hareketin nasıl parçası olabiliriz?”

Bağımsızlaşmanın stratejik nedenleri 

Bir mücadele aracının niteliği, onun siyasal hedefleri ya da siyasal sınırları ile açıklanabilir. Mücadele biçiminde tercihler ise mücadele aracının çözmekle yükümlü olduğu sorunların hangi görevleri örgütün önüne koyduğu ile açıklanabilir. Sadece aracı belirlemek yetmez, sadece biçime odaklanmak ilerletmez. Örgütlenme alanının taşıdığı ilişkiler, örgütlenmeye aday kitlenin hazır bulunuşluğu ve sendikanın yönelimi bir uyumu ifade etmek zorunda.

Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası, adının çağrıştırdığı ilk anlamı ile eğitim alanının bir kısmını kapsama “darlığı” ile kuruldu. Yine sendika, içinde bulunduğu torba iş kolunda diğer emek kitlesini dışında tutan bir anlayışla da kuruldu. Bu bilinçli tercihlerin bir bağımsızlaşma ve nihayetinde bir şeye ya da birkaç şeye bağlanma niyeti taşıdığını ifade edebiliriz. “İşte meslek sendikacılığı!” diyenleri duyar gibiyiz. Bu kısmı biraz açalım.

Kavram tartışmaları arasında proleterleşen nüfus 

Nüfusun işçileşmesi sadece işçi sayısının artması anlamına gelmiyor. Bazı meslek gruplarının (kalifiye) sermaye ve patronla girmiş oldukları ilişki, üretim sürecinde edindikleri rol, yarattıkları artı-değer, sermaye ile aralarında oluşan çelişki/karşıtlık ile bir değişim yaşadığı ortada. İşçi sınıfının tabanı genişliyor, işçi sınıfı toplumsallaşıyor. Diyebiliriz ki 90’lar ve devamı mülksüzleştirme ve yoksullaştırma saldırıları altında arada kalan, sınıfın daha önceki yapısına, profiline kısmen ters özellikler taşıyan insanları proleterleştirdi. Türkiye’de sayısı 11 milyondan 22 milyona çıkan işçi nüfus tek ve net bir görüntü vermiyor. Kristalize olmuş, başka yerlere dağıtılmış, amorf bir yapıya sahip olan emekçi sınıf, yeni katılımcıları ile daha da saçaklanıyor. Sendika olarak bir kavram tartışması ya da tespit arayışı içinde değiliz. Bu konuda araştırmalar yapılıyor, tanımlar kavramsal düzeye ulaşıyor. Fark ettirmeye çalıştığımız şey proleterleşen nüfusun özgün koşullar ve özellikler taşıyor olması. Bu özgünlüğü kavrayacak mücadele araçlarının oluşturulması zorunlu. Sendikal örgütlenmenin yerleşik, statükocu bir düzlemde hareket ettiğini düşünürsek milyonlarca yeni işçinin sendikasız kalmasının diyetini “Meslek sendikacılığı yapmayacağım” doğruculuğu ödeyemez.

Karakterler aşınıyor, sınıf karakteri beliriyor!

Sistemin kişilerin kimliklerine yaptığı etki sosyolojik alanda da araştırılıyor. İnsanların eskiye nazaran meslekleri ile kurdukları ilişki, meslek kimliği oldukça zayıf. “Yeni kuşak da artık özel bir emeğe karşı kayıtsız” gibi tespitlerin sorumluluğu sadece insana ait değil. Yani kendisini öğretmen olarak hissetmeyen, onu ancak kamuya atanırsa öğretmen olarak görecek olan milyonlarca insan aynı anda meslek arayışı içinde. İnsanın iş, yerleşim ve duygusal alan başta olmak üzere, kişiliğini oluşturabileceği sabitlikten ve devamlılıktan yoksun oluşu; karakter aşınmalarını, verdiği tavizleri de besliyor. Bir meslekte sabit kalamamanın en büyük nedeni güvencesiz çalışma koşulları. Bu geniş çalışma alanında Özel Sektör Öğretmenleri Sendikasının her sene kaybettiği ortalama bin beş yüz üye bu durumu çok iyi anlatıyor. İnsanlar, öğretmen olarak devam edemeyecekleri bir değişkenlikte güvensizlik içinde meslek değiştiriyorlar. Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası, eğitim emekçilerinin alanı terk etme, uzaklaşma eğilimini zayıflatan bir mücadele odağı olma özelliği de taşıyor. Bunu başka bir mücadele aracı ile sağlayamazsınız. Sınıf hareketi ve örgütlemesi üzerine akıl yürüten herkesin bu somut analizi -tek başına- sosyolojik alana bırakmadan sınıf mücadelesine bir katkı olarak sunması gerekiyor. İşte avukatlar, işte mühendisler, işte… Mücadele cephesi yeni bileşenleri ile büyüme fırsatı taşıyor. İktidar temsilcilerinin bize sıklıkla söylediği gibi: “Taban maaşı alırsanız diğer meslek grupları da ister. Taban maaş gelirse beş bin kurum batar.

Milyonlarca insana temel çalışma konumunu sarsacak örgütler lazım. Gerisi gelir!

Bağlanmak; parçası olmaya çalışmak 

Kamusal eğitim çoktan tasfiye edildi. Artık eğitimde özelleştirme henüz tamamlanmamış gibi bir savunma hattı örmek yerine eğitimin kamusal bir anlayışla yeniden inşasını hedefleyen bir mücadele hattının kurulması zorunludur.

Eğitim-öğretim sürecinin özelleştirme politikaları ile yaşadığı değişim; bu alanda özgün koşullara sahip, güvencesizliği çok net ve yakıcı bir biçimde hisseden, genç bir emekçiler kitlesi oluşturdu. Büyük patronların TOBB Eğitim Meclisi, Cumhurbaşkanlığı Eğitim Politikaları Kurulu, patron dernekleri eli ile yönettiği ve dizayn ettiği özel öğretim alanı büyüdü. Sermayenin işleyiş yasasına uygun ilerleyen bu süreç kamusal eğitim mücadelesi verenlerin sermaye karşıtı mücadelesi ile yanıtlanmadı. Kamuda bulunan eğitim sendikalarının politik zayıflıkları hantal, yeteneksiz ve geriye düşen eğitim mücadelesine doğru daraldı. Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası, kampanyaları ve fiilî mücadele anlayışı ile tanıttığı, güçlendirdiği talepleri ile eğitim mücadelesinin etkin bir gücü hâline geldi. 10 no.lu iş kolunun yüksek engelleri kadar eğitimin özel alanında biriken öfkeyi ve direniş potansiyelini görmeyen kamu eğitim sendikaları, kendisine doğru koşan bir sendika gördü. Eğitim nöbeti ile üst noktaya çıkan girişken hareket gücü olma özelliği, Sendikanın eğitim mücadelesinin bir parçası olma konumunu tescilledi. Bu aynı zamanda işçi sendikalarının arasından çıkıp eğitim sendikası da olabilme, kılık değiştirmeden mücadelede fiilî anlamda program değiştirme kapasitesinin yansımasıydı. Bu kapasitenin diğer karşılığı da sendikanın eğitim mücadelesi ile kendisini sınırlamayan, diğer mücadeleci işçi sendikaları ve kesimleri ile ortak hareket edebilen yaklaşımlarıydı. Bu iki bağlanma biçimini meslek sendikacılığı kabuğunu kıran, sendikanın ismini ve olanaklarını zorlayan bir yerden yorumlamakta fayda var. Yöntemi politikada, örgütlenmede bir anlayış ve strateji üzerinden belirlemek pozitif sonuçlar yarattı fakat yine de zorluklarla karşı karşıyayız.

“Bağımsızlık” neyi çağrıştırıyor? Neden ayrılmaya çalışıyoruz?

Klasik, geleneksel sendikacılığın eleştirisi ya da iyi sonuçlar yaratmadığı ile ilgili yorumlar var. Taraftarları artıyor. Sendika olarak ezberlerden, şablondan ve politik doğruculuktan uzak durmaya çalışıyoruz. Özgünlük, emekçilerin üretim alanı içindeki konumu, sınıf ilişkileri ve karşıtlığın vaat ettikleri, mücadele aracının nerede ve nasıl konumlandığı vs. Bunları dikkate aldığımızda tek çözümü ya da modeli ifade edemeyiz. Bu nedenle Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası yöntem ve eylemde tek çözüm ya da model değil fakat yeni sendikal hareketin de bir üyesidir çünkü geleneksel sendikacılık, uzlaşmacı ve bürokratik olanı temsil ediyor. Hakların kullanımını denetlemekten öteye geçmeyen bürokratik sendikacılık tarzı, toplu pazarlık bağıntısı ve alanda kurduğu hâkimiyet ile varlığını sürdürüyor. Sendika içi resmî ilişkiler, bilgi ve deneyim birikiminin tekelleştiği hiyerarşik yapılar; özel danışmanlar ordusu ile profesyonel görünüyor ama uğursuz bir rolü oynuyor. Bağımsız sendika olmak ana çatıda bu konfederal yapılardan ayrı hareket etmek anlamına da geliyor. Geleneksel sendikacılıktan kurumsal kopuş deneyim ve eleştiriler üzerinden şekillenen bağımsızlaşma eğilimini güçlendirdi. Bağımsızlaşma aynı zamanda yöntemde özgürleşme anlamına geliyor.

Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası; yöntemde özgürleşme rahatlığına kavuşmak, bağımsız sınıf tavrına yönelik olası müdahalelere maruz kalmamak için fiilî bir kopuşu benimsedi. Bu nedenle yapısal/büyük sorunları taşıyan bir iş kolunda ayrı bir sendika olmayı tercih etti. Okur, bir kurumsal kopuştan bahsettiğimizde bir yerden ayrıldığımızı sanabilir. Bu kopuş elbette DİSK’in Türk-İş’ten ayrılmasından farklıdır. Fiilî bir kopuştur. Eğitim Nöbeti döneminde Meclisin önünde bir direniş odağı yaratan, parkın bir sene boyunca kapalı olmasına vesile olan sendika, 10 no.lu iş kolundan, onu tahakküm altında tutan sendikal bürokrasiden fiilî olarak kopmuştur. Bunu kazanım olarak görüyoruz.

10 no.lu iş kolu neden dağıtılmalıdır?

KOOP-İŞ Başkanı Eyüp Alemdar’ın tarafımıza bu konudaki ifadeleri şöyleydi: “Bu iş kolunu ben kurdum, bu iş kolunu iki kişi değiştirebilir: Biri ben diğeri de Cumhurbaşkanı. Ben zaten istemiyorum, diğerine ulaşmaya da sizin gücünüz yetmez.

4,5 milyondan fazla çalışan, 45 bini geçen yetki barajı. Bir konfederasyona üye iki ayrı sendika ve yetkili sendikalar arası rekabet ile ideolojik olarak da dizayn edilen bir iş kolu. Toplam çalışan sayısının yüzde 7’si sendika üyesi. Bu oranın yüzde 6’sı kamu binalarında bulunuyor. Meclis, bakanlık binaları, üniversiteler, kalkınma ajansları, vakıflar, odalar, sendika şubeleri… Çoğu ısmarlama yöntemlerle sendikalara verilmiş, pay edilmiş yerler. Özel sektörde örgütlenme oranı sadece yüzde 1. 10 no.lu iş kolu emek hareketini bir doğrultuda yönetmek, onu resmî sınırlara hapsetmek için de uygun koşullar sunuyor. İşçi sınıfının geri eğiliminin beslendiği, emekçilerin sendikalara günübirlik çıkarlarla katıldığı, rekabeti besleyerek sendika değiştirdiği bir alan aynı zamanda. Patronlar için de kaçış, iş kolu. En yakın ve somut örnek Çağrı İş Sendikasının başına gelenler.

Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası, kuruluş aşamasında yaptığı tartışmanın zamanını kolladı. Kısa sürede artan üye sayısının sağladığı politik özgüvenle ana taleplerinden biri olan eğitim ve kültür iş kolunun kurulması talebini harekete geçirerek muhataplarına götürdü. Talebi düzenlemenin önünü açmak için formülleştirdi. İş kolundaki sendikaları tartışma alanına çekti. Tartışmalardan ve görüşmelerden çıkardığımız sonuçlar şunlar:

  1. DİSK başta olmak üzere, ona üye sendikalar da dâhil sendikaların genelinin 10 no.lu iş kolu üzerindeki tahakküme karşı verebilecekleri politik bir kavga yok. Düzenleme için girişkenlik yok denecek kadar zayıf ya da düzenlenmenin önemi fark edilmiyor. Sine-Sen ve Müzik-Sen ihtiyacın farkında ama yetersizlikler söz konusu.
  2. Politik ezberler, şematik düşünme bu konuda da karşımıza çıkıyor. Benmerkezcilik, daha önce yapılan önerileri ve tespitleri tarihsel belge olarak görmek… DİSK’in 16 iş kolu önerisinin yüceltilmesine dahi tanık olduk.

Sendikamız, tüm  sendikalar arasında toplu iş sözleşmesi hakkı olmayan en kitlesel sendika durumunda. Elbette eğitim emekçilerinin toplu iş sözleşmesi hakkına ulaşmak birincil amaçlarımızdan. Fark ettirmek istediğimiz şey ise olası bir iş kolu düzenlemesinin yaratacağı olumlu sonuçlar.

  • Başta aktarmış olduğumuz ifadeden de anlaşılacağı gibi 10 no.lu iş kolu Türk-İş’e teslim edilmiş durumdadır. Çalışma Bakanlığı yetkilileri de mücadelemizin yarattığı basınç karşısında bu “ayrıcalığı” teyit etmiştir. İş kolu değişikliği bu tahakkümü sarsacaktır.
  • Eğitim iş kolunun kamuda olduğu gibi özel sektörde de ayrı bir iş kolu olarak yer alması, sendikamızın toplu iş sözleşmesi hakkını kazanması anlamına gelecek. Eğitimde sermayeye karşı verilen mücadele başka bir aşamaya sıçrayacak. Yaklaşık 500 bin emekçinin çalışma koşullarını etkileyen toplu iş sözleşmeleri yapılacak. Bu toplu iş sözleşmelerinin metal iş kolunda olduğu gibi birer MESS olan patron dernekleri ile merkezî düzeyde yapılması olağan. “Eğitim iş kolu”, eğitimde sermayenin darbelenmesi demek. Ters etki ile kamusal eğitim alanı güçlenecek çünkü ucuz iş gücünden, güvencesiz çalışma koşullarından beslenen patronlar alandan kaçacak.
  • 10 no.lu iş kolunun formülümüz doğrultusunda düzenlenmesi baraj altında kalan diğer sendikaları daha da yüreklendirecek. Daha gerçekçi hedeflerle hareket etmelerini sağlayacak. Baraj düşecek. Sahne, set, sinema emekçileri ortak bir iş kolunda baraja çok daha yakın olacak. Örgütlenme stratejilerinde değişen koşullara göre değişimler yaşanabilecek.
  • İş kolu üzerinde açılan gedik sayesinde iş kolundaki dengeler sarsılacak. Başka iş kolunda sendikal yetkiden kurtulmak isteyen patronlar için 10 no.lu iş kolunun bir kaçış alanı olma şansı azalmış olacak.
  • Ufku ve görevleri sendikal sınırların dışına çıkarmak isteyen emek hareketi için daha geniş pencereden bakmak gerekiyor ise grevin, sendikanın, dayanışmanın gücünü elinde tutan sendikal bürokrasi kan kaybetmiş olacak.

Son Söz Yerine 

Eksiğimiz çok. Zorluklar fazla. Başarıyı çoğaltabiliriz. Başarıyı devam ettirmek için alışkanlıklardan vazgeçmek, yöntem üzerine düşünmek, bazı doğrularda ısrarcı olmak gerekiyor.

Bizi takip eden, izleyen kamuoyuna; ortak mücadele kulvarından ya da kesişecek yolları da hesaba katarak şu düşüncelerimizi ulaştırmak istiyoruz: Tesadüfe inanmıyoruz. Nesnel koşulların en iyi ittifak gücü olduğunu biliyoruz. Yine de yönteme inanıyoruz, ona sarılıyoruz. Sendikaların kolay yıpratıldığını, gelecek vadedenlerin “yorucu” bir işleyişe çekilebildiğini düşünüyoruz. Politik kestirmecilik, ikameci yaklaşım, eleştiri ve tespit dilinde yaygın ama sendikaları yönetirken ya da onlarla temas edilirken unutuluyor.

Dağınıklık fazla. Nesnel koşullara uyum gösterecek ve potansiyeli sahici hedefler üzerinden kalıcı örgütlere taşıyacak yetenekli insan sayısı az. Değişim ve ilerleme ise mümkün. Grupçuluk zararlı çünkü daralmayı ve içe çekilmeyi yaratıyor. Sınıf hareketi ve toplumsal harekette kabarmanın azlığı iradeci/deneysel faaliyeti öne çıkarıyor. Sabır ve yetenek lazım.

Bağımsız bir odak/emek inisiyatifi şart. Bu yakıcı ihtiyaç sendika önlüklerini bile terk etmeyi gerektiriyor. Etkide, yönelimde, harekette, politikada güç olmak ve sendikal bürokrasiyi yıkabilmek için aklı ve öfkeyi kuşanmalıyız.

Yenilecek, sırtı yere serilecek çok patron var. Yürüyelim!

Çürüme ve iş cinayetleri üzerine

Çürüme üzerine bu derginin sayfalarında daha önce defalarca yazdık. Başka bir açıdan ele almaya çalışacağım elimden geldiğince.

Malum olduğu üzere işçi cinayetleri âdeta bir soykırıma dönüşmüş biçimde devam ediyor. Bu yazının yazılmasından sizler tarafından okunmasına kadar bile muhtemelen onlarca işçi kardeşimiz iş cinayetlerinde hayatını kaybetmiş olacak. Yetkililer “kader” diyecek, bakanlar taziye mesajları ve baş sağlığı dileyecek, basın ihmaller zincirinden dem vuracak, insanlar vah vah edecek, hayat akıp gidecek. Gerçek sorumlular hiçbir zaman hesap vermeyecek.

Aslında bütün düzen, çok kötü bir Hollywood filmi gibi. Her tarafı kötü adamlar sarmış. Kasaba halkı o kadar alışmış ki yaşananlara korkudan sorgulamayı bile unutmuş. Ta ki yabancı biri gelip ortalığı karıştırana kadar. İşte buraya o yabancı bir türlü gelmiyor. Biz hepimiz bu kadarız. Bu kasabayı biz düzeltip ayağa kaldıracağız. Ama önce ortalığın kötü koktuğunu anlamamız lazım.

Çürümüş bir ortamda yaşayanlar, hele ki o ortama doğanlar, aldıkları kokunun doğal olduğunu sanırlar. Diyelim ki Haliç’in kıyısında yaşayanlar o kokuya alışmıştır ya da ne diyelim, evi otoban kenarında olanlar için o sesler artık olağandır. İşte işçi sınıfı, bu sefalete, bu ölümlere, bu yardıma muhtaçlığa alıştırılmış, sanki bundan başka bir yaşam biçimi yokmuş gibi yaşatılır olmuştur.

Oysa Marx’ın bundan neredeyse 180 yıl önce söylediği “Proletarya, ekmekten çok onuruna ihtiyaç duyar” sözleri bugün hâlâ kulaklarımızda çınlıyor. Tek başına bir işçinin onurunu koruması mümkün mü? Belki filmlerde. Yine belki tekil örneklerde. Neden mi böyle düşünüyorum, tartışalım. Kapitalist düzen, emek gücünü metalaştırdığı andan itibaren işçiler birbirinin rakibi olmuştur. Tıpkı pazar tezgâhında, ben senden daha kırmızıyım, diye gerim gerim gerinen bir elma gibi, bir işçi diğer işçilerle rekabete girişir. Nasıl ki en kırmızı görünen elmanın posası en önce çıkarsa, işçilerden de rekabeti kazanan tezgâh başına en önce geçer ve patronlar onun posasını çıkarır. Pazarda satılamayan elma çürüyüp giderken iş bulamayan işçi de açlık içinde kala kalır. Rekabet elma için de işçi için de felakettir. Ama işçi için konu burada kapanmaz. İş bulmak yetmez. Bir de orada kalabilmek gerekir. Bunun için rekabeti sürdürmelidir. Fabrikada daha fazla üretmeli, mağazada daha fazla satmalı, ofiste daha verimli çalışmalı, bunlarla birlikte belki patronların, usta başının, şeflerin, müdürlerin vb. gönlünü edecek şeyler yapmalı. Yalakalık, ispiyonculuk belki bazı başka meziyetler de.

Genelde hiçbir işçi hiçbir zaman çalıştığı yerden memnun değildir. Hep çekip gidecektir ama… İşte o amalar bitmez. Evin taksiti, çocuğun okulu, bankanın borcu, piyasa kötü… İşyerinde şartlar kötüye de gitse katlanılır, durulur. Ama daha iyi bir iş bulunsa mutlaka çıkılacaktır. Sonra başka bir işte aynı şeyler tekrarlanır durur.

İşçi sınıfının sefaleti sadece fakirliğinden ileri gelmiyor. İçinde bulunduğu şartları kabul ediyor olmasından, bunları değiştirme iradesi göstermiyor olmasından geliyor doğrusunu söylemek gerekirse. Bu iradeyi gösterememesinin önündeki en büyük engel, işte yukarıda anlatmaya çalıştığım içine doğduğu ortam. Daha doğrusu bu ortamın kader ve değişmez olarak tarif edilmiş olması. 16 yaşında bir işçi düşünün, ilk kez fabrikadan içeri girmiş, kablolar yerlerde, yerler ıslak, 55 yaşındaki işçiler tedbir olarak yerlere karton sermişler. İşte bu genç işçi bunu iş güvenliği sanarak başlıyor çalışmaya. Ya da diyelim ki patron işçilere bağırıyor, hakaret ediyor, en fazla kaldıramayan işi bırakıp gidiyor. Bunu tepki koymak sanıyor.

Bizim gençliğimizde işyerlerinde genç işçiler işe başladığı zaman iyi kötü solcu işçilerle, hattâ bazen öncü nitelikler taşıyan işçilerle karşılaşır, işçiliği öğrenirdi. Uzun zamandır işçi sınıfının büyük kütlesi sınıf savaşı, sendika, grev, dayanışma gibi duygu ve davranışlardan habersiz biçimde yaşayıp gidiyor.

Tabii şimdi biraz çuvaldızı kendimize batıralım sonra başka boyutlara geçmeye çalışalım. Kocaeli Dilovası’nda yaşanan işçi katliamı örneğini alalım. Kocaeli bir işçi kenti. Üstelik İstanbul’un yanı başında. Anlı şanlı siyasi partiler, koca koca konfederasyonlar yüz bin kişilik bir miting yapamadık be! Yazıklar olsun size de bize de. Ama bu partilerin, bu sendikaların döktüğü timsah gözyaşıdır bilesiniz. Bu kanıksama, bu alışma hâli otoban kenarında oturup da gürültüye alışma hâlidir, çürümeyle barışık yaşama hâlidir.

Nitekim ve de maalesef, daha bu satırlar yazılırken Urfa’da MESEM’li bir çocuk işçi Muhammed Kendirci iş cinayeti bile denmeyecek şekilde katledildi. Habere bakalım: “Urfa’nın Bozova ilçesinde bir marangoz atölyesinde Habib Aksoy tarafından makat bölgesine kompresörle yüksek basınçlı hava verildiği için iç organları parçalanan 15 yaşındaki işçi Muhammed Kendirci tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitirdi.” Yani öyle bir ölüm ki keşke iş cinayeti olsaydı diyesi geliyor insanın. Aşağılık katil, önce adlî kontrol ile serbest bırakılıyor, tepkiler üzerine tutuklanıyor. Sonrasında hastanede Muhammed’in pantolonuunn çöpe atılması başta olmak üzere kanıtların ortadan kaldırılması için harcanan çabayı gördük. Üstüne üstlük Muhammed’e yapılanlar ortadayken davaya gizlilik kararı getirilmesi, kimi ve neyi koruyacak? İşte size çürümüş bir ülkeden manzaralar.

Devam edelim mi? Vezir Mohammad Nourtani, Afgan göçmen bir işçi idi. Ailesiyle Van’dan Zonguldak’a gelen Nourtani, günübirlik işlerde çalıştıktan bir süre sonra kaçak bir maden ocağında çalışmaya başladı. Üç çocuk babası Afgan işçinin cansız bedeni 10 Kasım 2023 tarihinde ormanda bulundu. Cesedinin benzin dökülerek yakıldığı tespit edildi. Davayı duymuşsunuzdur. İnsanı insan olduğuna utandıracak bu cinayette de vahşet kol geziyor. Koç Üniversitesi raporuna göre Nourtani yakıldığı sırada hâlâ nefes alıyormuş, yani diri diri yakılmış. Ne ararsanız var. Irkçılık, organ kaçakçılığı, işçi düşmanlığı. Daha önce de molozların arasına atılan inşaat işçilerinin ölüsünü, araba çarptı diyerek hastane kapısına bırakılan çocuk işçileri gördük. Evet her patron çıkarı için bütün bu alçaklıkları yapabilir. Doğasına uygundur. Bunlara yardım ve yataklık edecek, delilleri karartacak, mahkemede lehine konuşacak işçileri bulabiliyor olması işte bizim kasabanın çürümüşlüğüdür. Mahkemelerin cezasız bırakması, adaletin sadece işçinin sırtına binmesi ise sistemin çürümüşlüğü.

Sendikaların çürümüş yüzünü anmadan geçmeyelim. Hiçbir konfederasyon, üyelerini alıp, Kocaeli’nde, Dilovası’nda, 7 işçinin yanarak öldüğü işyerinin önünde miting yapmaya çağırmadı. Evet basın açıklamaları yapıldı ama sendikalardan toplu bir eylem gelmedi. Bir günlük iş bırakma – hiç olmazsa il genelinde- bile düşünülmedi, uygulanmadı. Türk-İş hükûmete mektup yazdı. İçeriğini vermeye lüzum bile duymuyorum, hükûmet bile okumamıştır.

İş cinayetlerinde çürümenin bir yüzü de kan parası meselesi. Nedense bana her kan parası haberi Franz Kafka’nın Dönüşüm romanını hatırlatıyor. Nasılsa ölen ölmüştür, kalanlar hayatına devam etmelidir. Aslında hayatına devam edecek olan zenginler, suçlulardır. Paralarıyla ellerini yıkayacak, sonra da bir şey olmamış gibi hayatlarına devam edeceklerdir. Fakir her zaman fakirdir, üç kuruş durumu değiştirmez. Ama çürüme bir boyutuyla daha karşımıza çıkmış olacaktır.

Örnekleri ağırlıklı olarak iş cinayetleri üzerinden verdik. Dil ağrıyan dişe gitti. Yoksa çürümenin sarmadığı tek bir yer, nüfuz etmediği tek bir alan yoktur, yeter ki orada kapitalist ilişkiler geçerli olsun.

Kapitalizmin, fazladan ömür süren bu sistemin işçi sınıfına verebileceği bir şey yoktur. Savaşlar, açlık, sefalet, iş cinayetleri, çürüme, varlık içinde yokluk. Fazladan ömür sürüyor olması, işçi sınıfının, devrimci örgütü öncülüğünde onu tarihin çöplüğüne gönderememiş olmasındandır. Biz bu düzene son veremezsek, ancak ve ancak daha fazla çürüyecek, çürütecek.

Bugün kapitalizmin tam anlamıyla özüne kavuştuğunu söyleyebiliriz. İki roman önerisi ya da hatırlatması ile bu görüşümü pekiştirmek isterim. Biri Emile Zola’nın Germinal’i, diğeri Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde romanı. Her ikisini de bugün okusanız, hem de isterseniz üst üste okuyunuz, bugünün işçi sınıfından ciddi bir farkı olmadığını göreceksiniz. Sadece madende, fabrikada çalışanlar değil, bankadan dizi setinde çalışanına kadar hemen herkes için geçerli şartlar var diyebiliriz. Biraz soyutlama yapmak yeterli olacaktır. Her iki romanın ortak özelliklerinden birisi, işçilerin kazandıkları paraları tekrar patronlara ödemeleri. Kira, bakkal, kumar, tefeci, içki vb. yollarla maaşlar bir kuruş birikmeden harcanır gider. Bir başka ortak yan, patronların yüce gönüllü davranıp yaptıkları yardımlardır, insanların gözüne soka soka. Bir diğeri de iş cinayetleridir. Ama iki romanın en çarpıcı vurgusu işçi sınıfının örgütsüz, öncüsüz bir hiç olduğudur, tıpkı bugün olduğu gibi. Sanırım ki bugünün en önemli ihtiyaçlarından biri yalın bir dille işçi sınıfının hikâyesinin işçilere anlatılmasıdır. Mevcut “aydınlar” için bu konu çok banal kalıyor olsa gerek. Bunu ancak bizim işçiler yapacaktır.

Tüm çabama rağmen arada konuyu dağıtmış isem okurdan özür diliyorum. Kişisel olarak düşüncem, son dönemde yaşanan iş cinayetleri gerçek anlamda travmatik cinayetler. Toplumsal olarak bunlara cevap üretememek ayrı bir acı. Üstelik önümüzdeki dönemde bunların azalmasını değil artmasını beklemek için sebeplerimiz var: Orta Vadeli Program gibi, ulusal istihdam stratejisi gibi, sendikaların sefaleti gibi. Ya işçi sınıfının birleşik mücadelesi büyüyecek ya da kapitalizm bizi kitlesel olarak öldürmeye devam edecek.

Zohran Mamdani’nin seçilmesi ve kampanyası üzerine Preston Carter ile röportaj

“Kampanya programı, eyalet kurumlarının kaynakları yukarıya doğru aktarmasının, yoksulluğu polislikle yönetmesinin ve toplumsal maliyetleri emekçilere yüklemesinin kaçınılmaz ya da değiştirilemez olmadığını açık biçimde ortaya koyuyordu.”

New York belediye seçimlerini, kendisini demokratik sosyalist olarak tanımlayan ve işçi sınıfının maddî krizlerine doğrudan seslenen söylemleriyle öne çıkan Zohran Mamdani kazandı. Biz de Mamdani’nin bu seçim zaferinin ne anlama geldiğini, onu siyasal olarak öne çıkaran faktörleri, “demokratik sosyalizm” kavramını ve bu başarının olası etkilerini Preston Carter’a sorduk.

Preston Carter, Fordham Üniversitesi Felsefe Bölümünde doktora adayıdır ve aynı zamanda Fordham Lisansüstü Öğrenci İşçileri-America İletişim Çalışanları Sendikası (Communications Workers of America) Local 1104’ün kurucu üyelerinden ve iş temsilcisidir. Sözleşme uygulamalarını denetlemek ve işçi gücünü örgütlemek üzere çalışmakta; araştırmalarını ise Fransız Karayipleri bağlamında sömürgecilik, dil ve ırksal kapitalizm üzerine yürütmektedir.

Bize; Mamdani’nin başarısının kentte giderek derinleşen konut, ulaşım, yoksulluk ve göçmenlik krizlerine doğrudan temas eden somut talepler üretmesinden geldiğini, seçimlerin fiilî bir mücadele alanına dönüştürülebileceğini, geleneksel Demokrat Parti kanallarının dışında harekete geçirilen gençler, kiracılar, sendikal taban ve göçmenlerden oluşan geniş bir koalisyonla çalışmanın etkililiğini aktardı.

İşte Kaldıraç olarak yaptığımız röportaj…

Kaldıraç: Zohran Mamdani’nin zaferi tüm dünyanın dikkatini çekti. Başlangıcını ve taban örgütlenmesini nasıl oluşturduğunu anlatabilir misiniz?

Zohran Mamdani hakkındaki ilk izlenimim seçim siyaseti üzerinden oluşmadı. Mamdani’nin kim olduğunu bilmeden önce, çoğu Güney Asyalı, Müslüman ve işçi sınıfından olan taksi şoförlerinin yıkıcı nitelikteki tefecilik türü krediler altında ezildiği “madalyon krizi”ni duymuştum. Mamdani hakkında öğrendiğim ilk şey, kentteki siyasetçilerin şoförleri yüzüstü bıraktığı ve eğer yanılmıyorsam en az bir şoförün yaşamına son verdiği bu süreçte, onların açlık grevine katılmış olmasıydı. Onların açlık grevine destek verdiğini duyduğumda, kararlılığı beni etkilemişti.

Kampanyasının iç işleyişi hakkında doğrudan konuşamam ama örgütsel kapasitenin sağlanmasında en büyük rolü kesinlikle Amerika’nın Demokratik Sosyalistleri oynadı. Zohran’ın kampanyasını DSA altyapısına derinlemesine kök salmış olarak nitelendirebilirim.

Kampanya yapısı, bilinçli bir tercih olarak yeni katılımcılara son derece açık biçimde kurgulanmıştı. Bir taban sendikacısı ve seçilmiş baş temsilci olarak, üyelerimizi harekete geçirme fırsatı doğabileceğini kısa sürede fark ettim. Örneğin, uluslararası lisansüstü çalışanlar oy kullanma hakkına sahip değildir; ancak kent politikalarının sonuçlarını doğrudan yaşarlar. Oy kullanma hakları olmasa bile, yine de sendika çatısında kampanya yürütebilir ve telefon görüşmeleri yapabilirlerdi. Bu önemliydi oy hakkından yapısal olarak mahrum bırakılan üyelerimin, siyasal alanı anlamlı bir biçimde şekillendirmesine imkân tanıdı.

Mamdani’yi ABD siyasetinde benzersiz kılan neydi? En çok hangi politikalar önemliydi?

Kendi işyerimin perspektifinden en sağlıklı biçimde konuşabilirim. Üyelerimiz açısından öne çıkan husus, Zohran’ın yaşamlarımızı şekillendiren maddî krizlere doğrudan hitap etmesiydi. Sık sık gıda kıtlığı, evsiz kalan üyeler (tahliyeler dâhil) vb. sorunlarla karşılaşıyoruz. İlk toplu sözleşme mücadelemizde, reel ücretlerimiz düşerken metro ücretlerinin düzenli olarak artması nedeniyle iş kaynaklı ulaşım için sübvansiyon talep ettik. Ayrıca barınma desteği için de mücadele ettik, örneğin çok pahalı olan öğrenci evlerinde kalan mezun işçiler için ödenek talebi gibi. Ve farklı oturum statülerine sahip çok sayıda çalışanımız olduğu için, ICE ile işbirliği yapmak yerine New York’un sığınma politikalarını savunan politikacılara ihtiyacımız vardı.

Söyleyebileceğim şu ki, bu koruma ve haklar için mücadele ettik ve müzakere yürüttük ancak üniversite çoğu zaman uzlaşmaz bir tutum sergileyebiliyordu. Zira “şehirde aslında kimsenin sübvanse edilmiş ulaşım hakkı yok (lise öğrencileri hariç)”, “konut krizi ekonomik koşullardan kaynaklanıyor ve üniversitenin ekonomiyi kontrol etme imkânı yok” gibi gerekçeler öne sürebiliyorlardı.

Benim açımdan Zohran’ı özgün kılan, yürüttüğümüz mücadeleleri ve meseleleri zaten anlayarak kampanyaya başlamış olmasıydı. Konuları ele alırken ve onlar hakkında konuşurken ekonomistlerin değil, işçi sınıfından New Yorkluların bakış açısından hareket ediyordu. Kampanya programı, eyalet kurumlarının kaynakları yukarıya doğru aktarmasının, yoksulluğu polislikle yönetmesinin ve toplumsal maliyetleri emekçilere yüklemesinin kaçınılmaz ya da değiştirilemez olmadığını açık biçimde ortaya koyuyordu.

Ayrıca milyarderlerin var olmaması gerektiğini söyleyerek “biz” ile “onlar” arasında açık bir ayrım kurdu. Mamdani (yapısal sınırlamaların yanında kendi eksiklikleri ve başarısızlıkları bulunsa dahi) New York City’deki yerel sorunlarımız ile emperyalizm arasındaki bağlantıları da kurabildi. Kamu hizmetlerini kısan aynı devletin savaş ve soykırım için muazzam harcamaları sürdürdüğünü gösterdi.

Sendikamla uyumlu olan politikalar, New Yorklularla da karşılık buldu:

  • Zenginleri vergilendir
  • Kiraları dondur
  • Hızlı ve ücretsiz otobüs ulaşımı
  • ICE ile işbirliğine son ver

New Yorklular bu politikaların nasıl hayata geçirildiğini doğrudan görebilmekte ve değerlendirebilmektedir; bence bu açıklık, maaştan maaşa yaşayan New Yorklular için son derece önemlidir. Bu değişiklikler görece sınırlı olsa da emekçiler bu somut kazanımları hatırlayacaktır. Küresel sol içinde, soyut söylemler yerine açık ve gündelik taleplere yönelen bir eğilim bulunmaktadır ve Mamdani’nin programı da bu yönelimi yansıtmaktadır.

Kampanya sırasında günlük örgütlenme nasıl yönetildi? Tanınmayan bir figür olan Mamdani belediye başkanlığı seçimlerini kazanmayı nasıl başardı?

New York’un her mahallesinde düzenli olarak kapı çalışmaları (canvassing) yapılıyordu. İnsanlar Zohran’ın kampanya sitesinden bu çalışmalar için 3 saatlik vardiyalara kaydolabiliyor, henüz karar vermemiş seçmenlerin kapılarını çalıyorlardı. Bu çalışmaların koordinasyonunu yapanlar saha liderleri dediğimiz kişilerdi ve neredeyse hepsi gönüllülerden oluşuyordu. Saha sorumlularına Zohran bez çantası gibi sembolik hediyeler, kapı çalışmaları yapanlara ise özel rozetler ve “Metrocard”a gönderme yapan “Zetrocard” adlı bir damga kartı veriliyordu. Kampanya hiçbir şekilde ürün satmadığı için bu eşyalar sadece kampanyaya katılanlarda bulunuyordu.

Mamdani gerçekten olağanüstü bir konuşmacı, ancak medyanın aşırı bireyci yaklaşımı malum. Kampanya, kapı çalışması yapan gönüllülerin kırdığı kapı çalma rekorları sayesinde kazanıldı; insanlar Zohran’ı televizyon görünümleriyle tanımış olabilir ama bence kampanyayı asıl “çevirisi olmayan siyaset” diye anılabilecek yüz yüze temasla, kapı kapı dolaşan bu çalışmalar sayesinde tanıdılar.

DSA gibi önceden var olan örgütler ne kadar önemliydi?

Daha önce de işaret ettiğim üzere, önceden var olan örgütlenmelerin önemini abartmak neredeyse mümkün değildir. DSA’nın New York City’de yürütülen kampanyalar konusunda oldukça geniş bir deneyimi bulunmaktadır. Sanırım çoğu insan bu hazırlığın izini özellikle Bernie’ye kadar sürebiliyordur. Bunun yanı sıra, COVID pandemisi sırasında görünürlüğü artan dayanışma ağları ve kiracı birlikleri de mevcuttur. Ayrıca DRUM (Desis Rising Up & Moving) gibi göçmen ve/veya diaspora örgütleri bulunmaktadır. Ve son olarak, şu sıralar en çok zaman ayırdığım örgütlenme türü olan sendikalar vardır.

Bu örgütlerin tamamının tüm dikkatini Mamdani üzerine yoğunlaştırdığı söylenemez. Bu yapıların birçoğu ya da bu yapıların bazı üyeleri Mamdani’nin kapasitesine ilişkin bir ölçüde kuşkulu yaklaşmışlarsa da genel olarak kapı çalışmasını daha fazla insana ulaşmak için iyi bir yöntem olarak gördük. Zohran’ın kampanya ekibinin yöneticileriyle yapılan görüşmelerden anladığım kadarıyla, kampanyanın başından itibaren Zohran’ın bu denli başarıya yaklaşabileceğini kimse gerçekten öngörmemişti. Görüşülen kişilerden biri Zohran’ın kazanacağını “bildiğini” iddia etmiş, fakat bunu söylediğini duyduğum tek kişi o. Geriye dönüp bakıldığında, bu kadar kötü rakipleri yenme kapasitemiz konusunda böylesine tereddüt etmiş olmamız inanması güç görünüyor. Ancak Zohran’ın yüzde 1 seviyesinden gelip hem önseçimi hem de genel seçimi kazanabileceğini o aşamada kimsenin bilebilmesi mümkün değildi.

Mamdani kendisini demokratik sosyalist olarak tanımlıyor. Bu ne anlama geliyor? ABD’de sosyalizm nasıl görülüyor?

Zohran, demokratik sosyalizmi sıklıkla “Tanrı’nın bütün kulları için onurlu bir yaşam mücadelesi” olarak çerçeveliyordu. Bu ifade, Amerikan liberalizminin dar dilinin dışında ahlâkî adalet sözlüğüne sahip işçi sınıfı göçmen toplulukları arasında yankı buldu.

Bernie Sanders’ın bu kavramı ana akım siyasete yeniden sokmasından bu yana, DSA Marksistleri, sosyal demokratları, anarşistleri ve komünistleri tek bir çatı altında toplayan geniş kapsamlı bir sosyalist oluşum olarak faaliyet göstermektedir. Bu çatı altında “demokratik sosyalizm” genel olarak kapitalizmle, ırksal sömürüyle, finansal yağmayla ve emperyal şiddetle yüzleşmeyi ifade etmektedir.

DSA, internet sitesinde demokratik sosyalizmi şöyle tanımlamaktadır: “Sıradan insanların işyerlerimizde, mahallelerimizde ve toplumda gerçek bir söz hakkına sahip olduğu bir sistem.” Açıkçası bu, teknik olmaktan uzak bir tanımdır. Bu tanımlardan çok tatmin olmuş değilim; ancak örneğin bir MAGA Cumhuriyetçisi ya da birçok Demokrat Parti makinası seçmeni açısından, sosyal demokrasi ile komünizm arasında genellikle kayda değer bir ayrım yapılmamaktadır.

Kampanyaya hangi kesimler katıldı? Siyasi yönelimleri neydi?

Bu gerçekten geniş tabanlı bir koalisyondu: gençler ve öğrenciler, işçi sınıfından göçmenler, sosyalistler ve DSA üyeleri, kayıtlı olmayan ya da seyrek oy kullanan seçmenler (ki hem oy kullandılar hem de kapı çalışmasına katıldılar), sendikaların taban üyeleri (çoğu zaman tabandan örgütlenerek). Dikkat çekici olan, bu kadar çok insanın geleneksel Demokrat Parti kanalları dışında harekete geçirilmiş olmasıydı.

Trump’ın yönetiminin nasıl bir etkisi oldu? Verilen oylar onun politikalarının bir reddi miydi?

Trump, emekçilere refah vaat etti ancak fiiliyatta yalnızca düşmanlık, polis şiddeti ve ICE terörü sundu. Bununla birlikte, birçok New Yorklu Hochul’un Ulusal Muhafız konuşlandırmaları[1] ve Adams’ın ICE ile işbirliği[2] nedeniyle de kendini güvensiz hissetti. Evet, oyların hem Trump’ın siyasetinin hem de Demokratların bu yönetim karşısındaki kayıtsızlığı ve suç ortaklığının güçlü bir reddi olduğunu düşünüyorum. Her iki taraf da farklı biçimlerde olsa da aynı zorlayıcı aygıta dayanıyor.

Dolayısıyla, Mamdani’yi göreve taşıyanlar Trump’ı reddetmiş olmakla birlikte, bana göre aynı derecede dikkat çekici olan, işçi karşıtı iki partili mutabakatın varsayılan ve bu nedenle öfke uyandıran alanlarının da reddedilmesidir. Örneğin birçok kişi için, Mamdani’nin Filistinlilere yönelik soykırım konusunda iki partinin hizalanmasına karşı durması önemlidir. Mamdani bazı hatalar yapmış olsa da Alexandria Ocasio-Cortez ve Bernie Sanders kadar hayal kırıklığı yaratmış değildir. Yalnızca birkaç gün önce, soykırımı yeniden açıkça isimlendirmiş ve ABD’nin bu süreçteki sorumluluğunu dile getirmiştir.

Mamdani’nin zaferinin gelecek seçimler ve Demokrat Parti üzerinde ne gibi etkileri olacak?

Bernie’nin devre dışı bırakılması, Demokrat Parti’nin işçi sınıfı siyasetini engelleyeceğini ve baltalayacağını ortaya koydu. Mamdani’nin zaferi ise aynı derecede önemli bir başka hususu gösteriyor: disiplinli bir sosyalist örgütün, sendikalar, kiracılar ve göçmenlerden oluşan bir koalisyonun desteğiyle, partinin anti-sosyalist işleyişine rağmen hâlâ başarı elde edebileceğini.

Mamdani’nin varlığı, Demokrat Parti’nin reforme edilebileceğine dair bir kanıt değildir. Demokrat Parti, Mamdani’yi engellemeye yönelik çabalarını sürdürmektedir ve onun politikalarını hayata geçirmek daha fazla güç inşasını gerektirecektir. ABD’de iki partili sistem üçüncü parti adaylarını kolaylıkla etkisizleştirebildiği için, Mamdani’nin zaferi, oy pusulası hattının taktiksel biçimde kullanılabileceğini ve önseçimlerin bir mücadele alanına dönüştürülebileceğini göstermektedir.

Benim açımdan Mamdani’nin kampanyasında en takdir ettiğim husus şuydu: Bir yandan Mamdani, temel kampanya programının kapı çalışması sırasında herhangi bir tercümeye, jargona ya da teknik dile ihtiyaç duymadan aktarılabilir olduğunu sıklıkla vurguluyordu. Öte yandan, kampanyanın kilit materyallerinin önemli bir bölümünün İspanyolcaya, Urducaya, Hintçeye, Kreolce ve Yidiş dillerine -bana kalırsa eşi benzeri görülmemiş bir ölçekte- çevrildiğini de dikkatle gözlemledim. New York’ta 800’ün üzerinde dil konuşulmaktadır. Bu dillerin birçoğu, ABD’nin işgallerini, askerî müdahalelerini ve ekonomik baskılarını bizzat deneyimlemiş topluluklara aittir. Bu nedenle bu çeviri pratiğinin, maddî bir fark yaratmanın son derece önemli ve somut bir yolu olduğunu düşünüyorum. Bir bakıma kampanya, aynı anda hem “çevirisiz siyaset” hem de “çeviri siyaseti” yürütmüş oldu. Kampanya materyallerinin bu dillere çevrilmesi yalnızca sembolik bir jest değildi; bu toplulukların, kendilerini yerinden eden yapılara karşı siyasal özneleşme kapasitesinin teyidi niteliğindeydi.

[1]           New York Eyalet Valisi Kathy Hochul, kamu güvenliği ve göçmen barınma krizi gibi gerekçelerle şehirde Ulusal Muhafız birliklerini görevlendirmişti.

[2]           New York Belediye Başkanı Eric Adams yönetimi, göçmenlerin tutulması ve sınır dışı edilmesine yönelik federal göçmenlik kurumu ICE ile bilgi paylaşımı ve operasyonel düzeyde işbirliği yapmıştı.

Jahan-e-Emrouz gazetesine Kürt sorunu ve ilerleyen süreçle ilgili verdiğimiz röportaj*

Öcalan’ın yaptığı “Uzlaşma ve demokratik toplum” mesajı, PKK’nin tasfiyesi ve İmralı görüşmeleri ile ilgili İran Komünist Partisinin Farsça yayın yapan gazetesi Jahan-e Emrouz’un (Dünya Bugün) sorularını yanıtladık.[1]

“DEM Parti” ile Abdullah Öcalan arasında yapılan çeşitli görüşmelerin, bu heyetlerin Türkiye’deki siyasi partilerle yaptıkları temasların ve Irak Kürdistanı’ndaki iktidar partilerinin liderleriyle görüşmek üzere Kandil’e yaptıkları seyahatlerin ardından, Öcalan’ın “Uzlaşma ve Demokratik Toplum” mesajı nihayet cezaevinden yayımlandı. Bu mesajın yayımlanmasının nesnel zemini sizce nedir?

Kaldıraç: Bu konuyla ilgili TC devletini emperyalizmden ve NATO gibi hegemonya kurumlarından bağımsız varsayarak yapılan analizler de tabii ki var. Ancak biz hareket olarak TC devletinin kuruluşundan beri sınıf ve egemenlik niteliğinin açık olduğunu düşünüyoruz. Sovyetler’in yayılmasına karşı bir tampon ve Ortadoğu, Kuzey Afrika, Balkanlar ve Kafkasların sömürülmesi ve şekillendirilmesi için bir ileri karakol. Bir sömürge ülke.

Solun içinde de karşılık bulabilen bu fikir Türkiye ve İsrail arasında savaşa kadar gidebilecek bir çelişki varmış iddialarını da öne sürebilmektedir. Ve bu sözde çelişkinin TC devletini Kürtlerle barışa ittiğini öne sürüyor.

İkinci olarak Türkiye’nin iç meselesinin devlet tarafından içeride çözülmeye çalışıldığına dair de anlayışlar var. Bir kere Kürt sorununun 4 ülkeye yayılmış özgün niteliği bile bu sorunun uluslararası niteliğini ortaya koymaktadır.

Ancak biz ek olarak bölgede tartıştığımız hiçbir sorunun gittikçe yayılıp derinleşmekte olan savaştan (biz bunun gittikçe küreselleştiğini ve bunun bir versiyonuyla emperyalist paylaşım savaşına bir biçimiyle dünya savaşına dönüştüğünü düşünüyoruz) bağımsız ele alınamayacağını; bölgedeki silahlı direniş gruplarına emperyalizmin tavrının ve müdahalesinin patternleşen tarzının göz ardı edilemeyeceğini düşünüyoruz.

Bu anlamıyla emperyalizme ve ABD’ye tamamen teslim olmaması durumunda İran’a ve “direniş ekseni”ne dönük dozu gittikçe artan ve açık-topyekûn savaşa dönüşme potansiyeli olan durumdan bağımsız olmadığını düşünüyoruz.

Ek olarak “sürecin” “sözcülüğü”nü yapan Milliyetçi Hareket Partisi, komünizme karşı NATO tarafından örgütlenen iç savaş örgütlerinden biridir. Dolayısıyla NATO milliyetçiliğinden bağımsız bir tutum alması beklenemez.

Özetleyecek olursak adı tam konulamamış olan “terörsüz Türkiye” veya “barış ve demokratik toplum süreci” devletin kendi arzusu ve inisiyatifinden çok ABD ve emperyalizmin bölgenin yeniden dizaynına dair planlarının gerçekleşebilmesi için denenen adımlardır. Bir sona varacağının hiçbir garantisi de yoktur.

Öcalan’ın mesajının üzerinden yaklaşık yirmi ay geçti. Bu süre zarfında Erdoğan hükûmeti, Türkiye’deki, Irak Kürdistanı’ndaki ve özyönetim bölgeleriyle Suriye Demokratik Güçleri’ne karşı baskılarını, Pantürkist ve neo-Osmanlıcı politikalarını sürdürdü. Türk hükûmetinin bu tepkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

TC devleti sadece güncel hükûmetiyle değil bütün devleti ve devletinin bütün tarihiyle hiçbir zaman bu politikasını değiştirmedi.

Bu devlet sadece anti-komünizm, sınıfların reddine dayanan bir ileri karakol olarak kurulmadı. Ayrıca halkların imhası ve inkârının üzerine şekillendi. Mozaik hâlinde olan bir halklar bahçesinin üzerine bir mezar taşı olarak dikildi.

Bu tam olarak başarılamadı ise buna karşı direnişin ciddi bir önemi vardır. Kürt devrimi de bu direnişin önemli parçalarından biridir. Uzun bir süre boyunca TC devletini çözen önemli güçlerden biri olmuştur. Bu anlamıyla devletin Kürtlere karşı savaşı bir politikadan çok kuruluşundan gelmektedir.

Bu devletin bu geni değişmedi. Bu genin değişmesi de emin olun reformlarla sağlanamaz. Kürt halkının bir ulus olarak varlığının kabul edilmesi konu dışıdır. Ancak bu koşullarda küçük bir ihtimal olarak kısmî kazanımlarla Kürt devrimi sonlandırılmaya çalışılabilir.

Biz “süreç”e rağmen Kürtlere karşı devam eden saldırılara şaşırmıyoruz. Yukarıda da söz ettiğimiz gibi, TC açısından konu, emperyalizmin bölgeyi yeniden şekillendirirken, bölgedeki tüm direniş dinamiklerinin tasfiye edilmesi planına uygun olarak Kürt devrimci hareketinin tasfiyesidir. Dolayısıyla “süreç” işletilirken yeni katliam planlarının hazırlandığından şüphe duymamak gerekir.

Devletin Pantürkist veya neo-Osmanlıcı olması meselesine gelirsek: Devletin ve egemen sınıfın içinde tabii ki bu şekilde ideolojik temel oluşturmaya çalışan gruplar var. Ancak TC devleti kuruluşundan beri emperyalizme bağımlılık çizgisinden hiç çıkmadı. Bu grupların bu “ideolojik yaklaşımları” işe yarar olduğu sürece duyulabilir olur. Bunun dışında bütün Türk burjuvazisi emperyalizme göbekten bağlıdır. Tarihsel çıkarlar dedikleri artık ABD’nin çıkarları; ulusal çıkarlar dedikleri Avrupa’nın çıkarlarıdır.

Bu açıdan var olan kliklere rağmen TC’nin Pantürkist, neo-Osmanlıcı, milliyetçi bir çizgide olduğunu bile iddia etmek fazla kalır.

Ancak tabii ki Türkçülük, Osmanlıcılık ve İslamcılığın birlikte kullanılması da bu devletin tarihidir. Bugün bu siyaset biçimi emperyalizmin hizmetindedir.

Sizce Türk hükûmeti Kürt meselesine barışçıl ve demokratik bir çözüm için en küçük bir motivasyona veya yaklaşıma gerçekten sahip mi? Eğer ciddi olsalardı, iyi niyet göstergesi olarak en başta Öcalan’ı, Demirtaş’ı ve tüm siyasi tutukluları serbest bırakmaları gerekirdi.

Bu sorunun cevabını kısmî olarak önceki sorularda cevapladığımızı düşünüyoruz. Her ne kadar bugünlerde Demirtaş’ın tahliyesine dair konuşmalar yapılıyor olsa da bu durum fikrimizi değiştirmedi. Bunun dışında Suriye’de SDG ile HTŞ arasında ABD’nin koordinasyonunda yaşanan bazı gelişmeler de Türkiye’deki görüşmeleri etkileyebilir. Ancak soruda belirttiğiniz barışçıl ve demokratik ibareleri yaşananı tarif etmekten maalesef uzak.

Erdoğan hükûmetinin bu politikası göz önüne alındığında, Öcalan’ın mesajı ve PKK’nin silahsızlanma ve fesih kararnamesi, başka bir anlama gelmeksizin koşulsuz bir teslimiyet olarak mı değerlendirilmelidir?

Kürt devrimi ve Anadolu’daki devrimci mücadele her ne kadar girift ilişkiler barındırsa da biz Kürdistan devrimi ve öncüleriyle ilişkilerimizi enternasyonal ilişkiler olarak görüyoruz.

Bu anlamıyla farklı ülkelerin mücadeleleri farklı dinamikleri yaşayabilirler. Tabii ki Kürdistan devriminin her türlü kazanımını bölge halkları açısından da kazanım hanesine yazarız. Buna rağmen eleştirdiğimiz, yanlış bulduğumuz çizgiler çıksa da Kürt mücadelesinin renkli ve yaratıcı tarihini göz ardı edemeyiz. Bu yüzden bugün Kürdistan devriminin her ne şekilde olursa kendi yolunda yürüdüğünü iniş-çıkışlar yaşayarak ilerlediğini düşünüyoruz.

Bu açıdan biz Kürt devrimcilerinin mücadelesinin ve iradesinin de zaferler yaşayarak ilerlemesini umuyoruz. Bu açıdan öznelere yaptığımız eleştiriler, dostların dostlara yaptığı eleştirilerdir.

Bölgesel dinamikler ve Kürt halkına dayatılan varlık-yokluk denklemi basit değildir. Gazze’de yaratılan yıkım aynı zamanda Kürtlere yapılan tehdittir. Ve belki de bu durum geniş anlamıyla Kürt hareketinin heterojen yapısında yer alan devrimci-uzlaşmacı çizgiler mücadelesinde devrimci çizgiyi zorluyor.

Evet PKK ve daha geniş hâliyle Kürt hareketi bazı durumlarda tam anlamadığımız, beklenmedik adımlar atıyor. Bu durum bir yanıyla Kürt devrimi öncülerinin eleştirdiğimiz, yanlış veya doğru bulduğumuz hamleleriyle ilgiliyse bir yanıyla da bölgemizde devrimin yaşadığı sıkışmışlıkların da, yeni devrimci çıkışlar yapamamanın da, yeni cepheler açamamanın da sonucudur.

Bu açıdan bu hamleyi koşulsuz teslimiyet olarak tanımlamayı -biraz da Kürt yoldaşların binlerce fedakârlıkla ilerleyen mücadelesine de saygıyla- erken buluyoruz.

Son günlerde PKK, askerî güçlerini Türkiye’den çekeceğini açıkladı. Kandil’de sembolik silah yakma töreninin ardından bu, PKK’nin askerî alandaki politikası doğrultusundaki ikinci eylemi oldu. Ancak şimdiye kadar Türk hükûmeti cephesinde hiçbir siyasi değişiklik yaşanmadı. Bu durumda Öcalan’ın mesajının akıbetini nasıl görüyorsunuz?

Bu gelişmeler Kürdistan İşçi Partisinin tutsak liderinin başlattığı hamleyi sahiplenme konusunda ciddiyetini ortaya koymuştur. Artık “sürece” hukukî bir altyapı oluşturulması, siyasi tutsakların serbest bırakılması, kayyum gibi uygulamaların sonlandırılması gibi konularda kamuoyunun devletten ciddi bir beklentisi var.

Öte yandan muhalefetin bütününe karşı artan baskılar, her türlü hak arama eyleminin bile polis şiddetiyle karşılaşması vb. eğilimine baktığımızda ise bunun gerçekleşme ihtimali en olumlu gözlükle bile çok zor görünüyor.

Bütün bunlara rağmen biz Kürt halkının kazanımlarını kazanım olarak gören bir yerden maalesef berrak, parlak bir gelecek göremiyoruz.

PKK’nin tecrübeleri göz önüne alındığında, Kürtlere yönelik ulusal baskının ortadan kaldırılmasının çözümünü ve bunun ülke genelindeki sınıf mücadelesiyle ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Önce genel doğrularla başlarsak şöyle diyebiliriz:

– Sosyalizmsiz yani sosyal kurtuluş olmadan ulusal kurtuluştan bahsedemeyiz.

– Kürdistan’da ulusal kurtuluş ve sosyalizm mücadelesi iç içe geçmiştir. Ülkede işçi sınıfı ve ağırlıklı olarak yoksullar devrimin temel dayanağıdır. Bu açıdan devrimin yenilmesi demek devrimci öncünün ve devrimin dayanağı olan işçi sınıfı ve ağırlıklı olarak yoksul köylülüğün sosyalizmden vazgeçmesidir.

– Kürdistan devrimi ulusal sorunu özgün bir biçimiyle bir halkı var edip ayaklandırarak çözmeye başlamıştır. Bundan sonrası fiilî kazanımların çok gerisinde bir resmîleştirme aracılığıyla uzlaşma çizgisi ile toplumsal kurtuluşa yönelen, sosyalizm mücadelesinden vazgeçmeyip sahiplenen devrimci çizgi arasındaki mücadele olacaktır.

Bugünün güncel fotoğrafına geçersek; Kürtler üzerindeki ulusal baskı emek-sermaye temel çelişkisinin üzerini örten bir başat çelişki hâline gelmiştir.

Onlarca yıllık sömürü, işgal ve ulusal kurtuluş mücadelesinin renkliliği ve derinliğinin yanında aslında durum biraz da basittir. Dünyanın bütün işçilerinin birleşmesi çağrısı; işçi sınıfının zincirlerinden kurtulması çağrısıdır konu.

Bu durumda Kürt halkının ulusal haklarını kazanması (tabii ki ayrılma hakkı seçeneği de dâhil, nasıl olursa olsun) Kürdistan ve Anadolu işçi sınıflarının ve bölgede sosyalist cephenin birleşik mücadelesini büyütmeye, bölge devriminin de büyümesine katkı sağlayacaktır.

Kürt devrimi bugüne kadar kendi sorunlarını kendisi gelişerek çözdü. Bugün belki de en büyük sınavından geçmektedir. Bu konuda yapacağımız sayısız eleştiri var. Devletle yapılan görüşmelere veya “sürecin” nereye gittiğine dair açıkçası “olumlu” bir manzara görmüyoruz.

Buraya kadar söylediklerimiz bugün gelişen “sürece” dairdir. Öcalan’ın, Marksizm eleştirisi üzerine inşa ettiğini iddia ettiği, “demokratik toplum”, “komünalizm” gibi tezlerini burada tartışmıyoruz. Bu tezlerin Marksizmle, bilimle bir bağını görmüyor ve “yeni” “tezler” için Marksizme eleştiri getirmeye neden gerek duyulduğunu merak ediyoruz.

Ancak biz bugüne kadar bölge devrimine de katkısını düşünerek mücadeleci Kürt halkının büyük altüst oluşlara ihtiyaç duysa ve/veya neden olsa bile bağrından bir daha kendi çözümünü çıkaracağına inanıyoruz.

[1]*         Sorular 8 Kasım 2025 itibariyle cevaplandırılmıştır.

Çin üzerine serbest yazılar

Uzun bir süredir aklımda olan ama bir türlü başlayamadığım bu seriye tarihe duyduğum coşkun merak, bir arkadaşın anılmak istemesi ve az bilgiye sahip olmanın getirdiği hadsizlikle girişiyorum.

Bir süre misafiri olduğum bu güzel ülkede bulunduğum her gün etkileyici anılar biriktirdim ve bu anılar, tarihine ilgimi daha da depreştirdi.

O yüzden de bir süredir tarihin hangi kesitinden itibaren ele alsam kararsızlığı yaşıyordum. Okudukça, izledikçe daha da geriye çektim çizgiyi. Yeni detaylar çıktı ortaya. Çok uzak tartışmaları izlerken buldum kendimi.

O yüzden serbest yazılar dedim yazının başlığına. Aklımda bir çizelge var ama yan yollara girebileceğim geniş bir planlama yaptım.

Bu yazıda bugün nasıl bir yönetim var sorusuna Jason Hickel ve Pawel Wargan’ın Proggressive International için yazdığı yazıyı temel alarak cevap arayacağım. Hemen bir sonraki yazıda 46 yüzyıl geriye gidip efsane (varlığı ve yokluğunun bile tartışılması anlamında) Xia (okunuşu Şia) hanedanlığı dönemine sıçrayacağım.

Konfüçyüs’ü de açığa çıkaran kaos ve savaş dönemlerinde biraz uzun kalıp son hanedanlığa kadar geleceğiz.

Sun Yat Sen, milli cephe, sömürge karşıtı mücadele; Koumintang-ÇKP mücadelesi, devrim ve sosyalizmin inşası; kültür devrimi; açılım ve sosyalist piyasa ekonomisi, Mao, Xiaoping, Jintao ve Jinping’in izinde sosyalist dönemin çelişkileri ve iç mücadelelerine bakmaya çalışacağız.

Bu seriye duyduğum heyecan, her ne kadar soğuk ve objektif yazmaya çalışsam da bazı süreçleri olduğundan olumlu görmeme, bazı konularda da olması gerekenden keskin olmama neden olabilir.

Girişte belirttiğim gibi bu bir öğrenme çabasının paylaşılmasıdır ve en çok da az bilmeye güvenilmektedir.

Anılmak isteyen arkadaşa gelince… Artık bu çalışmaya başlamayı sürekli ertelediğim için çalışmayı unuttuğum bir sırada tamamen unuttuğum bir arkadaşım kendini hatırlattı. Ticaret yollarına bakarken deniz ipek yolunun Çin tarafında başlangıç noktalarının fotoğraflarını izliyordum…

İpek yolunun kenarında kurulan bir ilçede büyüdüm. Bu yol hayatımızda önemli bir etkiye sahipti. Onlarca yıl sonra bu yol üzerinde bisiklet sürerken trafik kazasında kaybettiğimiz sınıf arkadaşımı hatırladım.

Bu yazı serisi anılmak isteyen arkadaşıma; 1999-2000 yıllarında 9-10 yaşındayken, hayattan alacaklı giden Mehmet Şerif Kızmaz’a ithaf edilmiştir.

Metin içindeki alıntılar Jason Hickel ve Pawel Wargan’dan.

Demokrasi ve diktatörlüğün kavramsal algılanışı bugünün düşün dünyasında tamamen sislere boğulmuş ve sosyalist cephede dahi bulanıktır.

O yüzden doğrudan başlayalım: Her demokrasi bir diktatörlüktür. Her diktatörlük ise birer demokrasidir. Yapılacak olan ayrım bunun sınıf niteliğidir. Yani her diktatörlük hangi sınıfın örgütlenmiş gücü ise diğer sınıfı bastırmak üzere çalışır. Burjuva diktatörlük olabildiği gibi işçi sınıfı diktatörlüğü de olabilir. Ya da egemen sınıf için demokratlığından kaynaklı yönetim işçi sınıfı veya burjuvazinin (iki sınıf için birden demokrasi olmaz) demokratik yönetimi olur.

Batı’daki birçok kişi için demokrasi, toplumun geleceğine dair farklı vizyonları bünyesinde barındırabilen ve farklı görüşlere yer verebilen çoklu partilerin varlığını gerektirir. Bu görüşe göre devlet tarafsız bir arabulucudur ve “bir kişi, bir oy” ilkesi demokratik katılımın eşitliğini garanti eder.[1]

Yazarlar Mao Zedong’un “Partimizin tüm pratik çalışmalarında, doğru liderlik mutlaka ‘kitlelerden kitlelere’ olmalıdır,” dediğini aktarıyorlar. Ve genel olarak bu sözlerin rehberliğinde bir gözlükle ülke yönetimini gözlemlemeye çalışıyorlar.

Çin nasıl yönetiliyor?

Hickel ve Wargan, Chongqing’deki (Çonçin) Minzhu (Mincu) bölgesinde yaşanan kentsel dönüşümün nasıl yapılacağı konusunda karar süreçlerinde halkın katılımının ülkeye nasıl model olduğunu örneklendirerek başlıyorlar yazılarına.

50’lerin başında yaşanan dönüşümün ilk önce insanların taşınıp şehrin Sovyet mimarisi tarzında yeniden inşa edilmesi planından halkın katılımıyla yerinde dönüşüme dönülmesini anlatıyor.

Burada oluşturulan posta kutusunda öneriler ve geri dönüşler toplanmıştı. Minzhu’nun posta kutusu Çin Halkı Politik Danışma Konferansının (The Chinese People’s Political Consultative Conference -CPPCC) temeli kabul edilebilir.

Biraz uzun alıntılarla yazarların ve aslında bir yanıyla ÇKP’nin de ülkeyi ve partiyi nasıl gördüğünü anlayabiliriz.

Köy düzeyindeki erken deneyimlerden, 9 milyon kilometrekareyi aşan bir ülkede 56 etnik gruptan oluşan 1,4 milyar insan için ülke çapında bir süreç oluşturmaya kadar, bu süreç, yüzyılı aşkın bir örgütsel deneyime dayanan demokratik yönetişim uygulaması olan “tüm süreç halk demokrasisi” adlı bir kavramda somutlaşmıştır.

“Tüm süreç halk demokrasisi” kavramı ilk olarak, Xi Jinping tarafından 2014 yılının Eylül ayında, Çin Halkı Politik Danışma Konferansının (CPPCC) kuruluşunun 65. yıldönümü konferansında yapılan bir konuşmada dile getirilmiştir. Xi, Çin’in sosyalist demokrasisinde uzun süredir yer alan “danışma” unsurunu vurgulamıştır. “Halk demokrasisini uygulamaya koymak ve halkın ülkenin efendisi konumunu güvence altına almak,” dedi, “ülkeyi yönetirken tüm toplumda kapsamlı tartışmalar yürütmemizi gerektirir.”

Bugün, ÇKP 100 milyondan fazla üye ve 75 milyondan fazla gençlik ligi üyesini bünyesinde barındırmaktadır. Aslında, her ailede en az bir kişi parti üyesidir, bu da parti içinde çok çeşitli sosyal konumların ve siyasi görüşlerin temsil edilmesini sağlamakla kalmaz, aynı zamanda ÇKP’nin Çin toplumunun her kesiminin ne istediğini veya neye ihtiyacı olduğunu anlamak için doğrudan kanallara sahip olmasını da sağlar. ÇKP, iç işleyişinde, partinin temel örgütsel ilkesi ve liderlik sistemini oluşturan demokratik merkeziyetçilik modelini uygulamaktadır (J. Hickel, P. Wargan, age).

Çin Halk Cumhuriyeti, Çin Komünist Partisinin kesin liderliği altında yaşarken bu sistemin ve diğer yönetim mekanizmalarının nasıl çalıştığını anlayacağız. Bu noktada tabii ki ÇKP’nin kendi niteliği de sorgulanacaktır. Yolsuzluklar, burjuvazinin etki kazanması, çürüme üzerine haklı sorular var. Tümden olmasa da kısmen bunu da tabii ki bu yazı serisinde tartışacağım.

Ancak başlarken sistemin mimarisinin ideal hâlini ortaya koymaya çalışacağım. Araçlar, katılım ve hedefler konu edilecek. Ama yazıya örneklerle devam edersek:

Çin Medenî Kanunu’nu hazırlarken, 10 ayrı halk danışma toplantısı düzenlemiş ve 425.000 kişiden bir milyondan fazla yorum almıştır. 2026’dan 2030’a kadar uygulanacak olan Çin’in 15. Beş Yıllık Planı için devam eden istişarelerde, Çin hükûmeti halktan üç milyondan fazla öneri aldı. Bu sayı, 2020’deki 14. Beş Yıllık Plan için benzer bir dönemde alınan önerilerin üç katından fazla.[2]

Örneğin, ÇKP’nin 20. Ulusal Kongresi öncesinde, 54 araştırma kurumu resmi rapora katkı sağlayan araştırmalara katıldı ve 80 makale hazırladı. Bu süreçte, 64 araştırma ekibi illere, özerk bölgelere ve belediyelere 179 saha ziyareti gerçekleştirdi; 25 araştırma ekibi 465 kuruluşa yazılı anketler yaptı; ve 10 araştırma ekibi 252 kuruluşa özel araştırmalar yaptırdı.

Araştırma ekipleri 19.022 katılımcıyı çalışmaya dâhil etti ve 1.847 kişiyle istişareler ve görüşmeler gerçekleştirdi. 20. Kongre Raporu için çevrimiçi kamuoyu istişarelerine sekiz milyondan fazla yanıt geldi.[3]

Yönetim sisteminin danışma mekanizmasından bahsediyoruz ama esas karar alıcılar delegeler nasıl bir seçim sistemi ile seçiliyor? Bu noktada köy/mahalle düzeyinde seçilen delegeler, kent delegelerini, kent delegeleri eyalet (province) delegelerini ve bunlar ulusal delegeleri seçiyor.

Bu, kasaba düzeyinde (乡镇级, xiāngzhènjí, şiancınci) başlar ve burada Kasaba Halk Meclisleri halk tarafından doğrudan seçilir. Bu düzeyde, katılım, doğrudan seçimler ve yerel danışma toplantıları ve forumları ile özerk köy komiteleri tarafından da garanti altına alınmaktadır. Tabandan seçimler, Çin’deki en kapsamlı ve dinamik demokrasi biçimini temsil eder ve köy komiteleri, kentsel sakinler komiteleri ve işletmeler ile kamu kurumlarındaki çalışan kongrelerinin seçimlerini içerir. Çin’in hâlâ büyük ölçüde desantralize olması nedeniyle bu durum önemlidir. Eyalet, il, ilçe, kasaba ve köy düzeyleri dâhil olmak üzere yerel yönetimler, hükûmet gelirlerinin yüzde 50’sini oluşturur ve harcamaların yaklaşık yüzde 85’ini yapar. Çin’in merkezî hükûmeti, toplam hükûmet harcamalarının yalnızca yüzde 15’inden sorumludur; küresel ortalama ise yüzde 66’dır.[4]

İlçe düzeyinde (县级, xiànjí, şianci), ilçe CPPCC komiteleri tarafından desteklenen İlçe Halk Meclisleri; tarım, sanayi, eğitim ve diğer alanlarda uzmanlaşmış komiteler ve önemli konularda halka açık toplantılar düzenlenmektedir. İl/şehir düzeyinde (地市级, dìshìjí, dişıci), Belediye Halk Meclisleri ve bunların daimi komiteleri, belediye CPPCC komiteleri, sektöre özgü danışma mekanizmaları ve kentsel planlama ve kalkınmada geniş halk katılımı sağlanmaktadır. Eyalet düzeyinde (省级, shěngjí, şınci), Eyalet Halk Meclisleri ve bunların daimi komiteleri, eyalet CPPCC komiteleri, bölgeler arası koordinasyon mekanizmaları ve akademik kurumlar ve düşünce kuruluşlarıyla siyasi danışma süreçleri vardır. Halk, kasaba ve ilçe düzeyinde temsilcilerini seçtikten sonra, bu temsilciler de daha üst düzey hükûmet temsilcilerini seçerler.

Demokratik idare, kentsel ve kırsal topluluklara, toplulukların anayasal ve yasal çerçeveler altında kendi kamu işlerini ve hizmetlerini yönetmeleri için, bölge sakinlerinin hak ve yükümlülüklerini, örgütsel prosedürleri, kolektif ekonomi ilkelerini, mahalle güvenliğini, kamu güvenliğini, temizliği, evlilik geleneklerini, aile planlamasını ve kültürel faaliyetleri düzenleyen kendi kurallarını ve geleneklerini oluşturma yetkisi verir.

Ulusal düzeyde, bu süreçler Ulusal Halk Kongresi (NPC) ve CPPCC Ulusal Komitesinde, Devlet Konseyi danışma mekanizmaları ve merkezî hükûmet politika danışma süreçleriyle bir araya gelir. NPC, Çin’in en yüksek devlet iktidar organı olarak görev yapar ve delegeler, kasaba düzeyinde yetkililerin doğrudan seçilmesiyle başlayan çok aşamalı dolaylı seçim sistemi ile seçilir. 2023 yılında NPC’nin 56 etnik grubun temsilcileri de dâhil olmak üzere 2.977 üyesi vardı ve azınlıklar toplamın %14,85’ini oluşturuyordu (bu anlamda, Çin nüfusunun yaklaşık %10’unu oluşturan azınlıklar, hükûmette ortalamadan daha yüksek bir temsil oranına sahiptir).

NPC üyelerinin %16,69’u, 56 göçmen işçi temsilcisi de dâhil olmak üzere, ileri gelen işçiler ve köylüleri temsil etmektedir. Parti ve hükûmet kadroları toplamın %32,55’ini temsil etmektedir ve bu rakam, daha fazla işçi, köylü ve uzmanın Kongreye katılmasıyla yavaş yavaş azalmaktadır.[5]

NPC her yıl toplanır ve oturumlar arasında yetkiyi kullanan bir Daimi Komiteye sahiptir. CPPCC, ulusal düzeyden yerel düzeye kadar NPC sistemine paralel olarak çalışır. Çin’in sekiz demokratik partisinden temsilciler, etnik azınlıklar, dinî gruplar, Hong Kong, Makao, Tayvan bölgesi ve yurtdışında yaşayan Çinlilerin temsilcileri ile çeşitli sektörlerden önde gelen kişilerden oluşur. Siyasi diyalog ve uzlaşma için danışma organı olarak görev yapar.

Köy/kasaba/mahalle düzeyinde seçilen delegelerin bir üst idarî birimde seçtiklerinin bir üst idarî birimde seçtikleriyle oluşan meclislerin halkın doğrudan taleplerini yansıtması nasıl sağlanır? Sosyalizmin dünya genelinde bu konuya bulduğu yanıtlardan birini Çin’in “halk demokrasisi” de uyguluyor. Diğeri de alacağı maaşın ortalama bir işçi/emekçi maaşından yüksek olmaması. Bu konuda net bir bilgiye ulaşamadım.

Ortak bir yönde hareket etme ihtiyacı, yetkililerin hesap verebilirliği üzerinde sonuçlar doğurmaktadır: seçmenler, yetkilileri göreve seçmekle kalmaz, halkın çıkarlarını yeterince yansıtmadıkları takdirde onları görevden de alabilirler.[6]

Halk, yetkililerin yolsuzluk veya görevini kötüye kullanma nedeniyle şikâyet etmeleri için teşvik edilmektedir ve bu tür şikâyetlerin gerçek sonuçları olmaktadır. 2012 ile 2022 yılları arasında, 4,7 milyon kişi sadece yolsuzluk nedeniyle çeşitli cezalarla karşı karşıya kalmıştır. [7]

Yozlaşmanın Çin Halk Cumhuriyeti ve Çin Komünist Partisi yönetiminde önemli bir soru olduğu açık. Son devlet başkanı Xi Jinping’in (Şi Cinpin) de seçilirken en önemli vaatlerinden biriydi.

Nitekim 2014’te yayımlanan “Çin’in Yönetimi-1”de önemli başlıklardan biri çürümeye karşı mücadele idi. Bu talep ciddi manada Çin toplumundan karşılık da buluyordu. Aynı şekilde 2020’de yayımlanan “Çin’in Yönetimi-3”te birçok başlık değişmesine rağmen parti içi reformlar, bürokratizme karşı mücadele, kadroların eğitimi gibi konular yer alıyor.

Bu durum aslında Çinlilerin taleplerini ve değiştirmek üzere idarecilerin önüne koyduğu ana konulardan birinin yönetim ve yöneticilerin yolsuzluktan, bürokratizmden arınması olduğunu gösteriyor.

Çinliler nasıl yaşıyorlar?

Hickel ve Wargan’ın gözlerinden Çin, imalat sektöründe ücretlerin sekiz kat arttığı; Asya’nın en düşük ücretlerini alan işçilere sahip bir ülke olmaktan çıkıp, bölgedeki diğer tüm gelişmekte olan ülkelerden daha yüksek bir seviyeye ulaşmış bir ülke; gelişmekte olan ülkeler arasında en yüksek yaşam beklentisine sahip ülkelerden biri; sağlıklı yaşam beklentisinin ABD’den daha uzun olduğu bir ülke görünüyor. Bu tarihsel gelişmelere 49’da ÇKP’nin devraldığı aşırı yoksul ülkeye bakınca yazarlara karşı çıkmak imkânsız hâle geliyor.

Ancak bugün Çin’de sosyalizmin niteliğine dair ve dünyada sosyalist cephenin gelişmesi umuduyla yapılan tartışmaları da unutmamak gerekir. Sosyalist devrim tarihin en önemli medeniyetlerinden biri iken altüst olmuş, işgal edilmiş, sömürgeleştirilmiş Çin’i ayaklarının üzerine kaldırdı.

Bu deneyimi yaşamış bir milyarı aşkın insanın çok büyük bir kısmının da devrimi kendi tarihi olarak gördüğünü ve eleştirirken bile sahiplendiğini görmek gerekiyor. Bu açıdan ülkede varlığını henüz ve hâlâ koruyan kızıl bayrakların sınıfsız, sınırsız, sömürüsüz dünya mücadelesinde ön saflara asla geçmeyeceğini kabul edecek kadar umutsuz değilim.

Ancak ülkenin bugünkü “karma” ekonomisinde ne oluyor? Ekstrem yoksulluğun bitirildiğini Dünya Bankası, OECD gibi uluslararası kurumlar da kabul ediyor (Çok yakın zamanda Hindistan’ın Komünist Parti yönetimindeki Kerala eyaletinde de ekstrem yoksulluk bitirildi).

Sağlıklı gıdaya erişim büyük oranda artarken gıda güvenliği konusunda ilerlemeler var.

Batı ve geleneksel Çin tıbbının harmanlandığı sağlık sisteminde; yeterince güvenilir verilere ulaşamasam da yatak kapasitesinin çok büyük bir kısmını devlet sağlıyor. Anne ve bebek ölüm oranları hızlı bir şekilde düşüyor. Ortalama yaşam beklentisi ise yükseliyor. Sağlık harcamalarının çok büyük bir kısmı devlet ve sigortalar tarafından karşılanıyor.

Eğitim sisteminde okuma yazma oranı ve okullaşma çok yüksek düzeyde. Kır/kent; Doğu/Batı arasında farklar olsa ve dünyanın en zorlu yükseköğretime geçiş sınav sistemlerinden biri olsa da yükseköğretime katılım da yüksek. Daha nitelikli okullara yerleşmede ise eşitsiz bir durum ortada.

Ülke kalkınma modelini ekolojik yıkımı durduracak şekilde düzenlemeye çalıştığını ifade ediyor.

Tüm bu olumlu fotoğrafın yanında ise açılım ve reform politikalarından sonra; ÇKP’nin 70’lerden itibaren ciddi kalkınma hikâyesinin yanında; sosyalist piyasa ekonomisi modeline geçerek kapitalistlerin önünü belirli oranda açması, özel sermayeye alan açılması sonucu gini katsayısında da görülecek şekilde eşitsizliğin de büyümesine neden oldu.

2008’de zirvesine çıkan eşitsizlik yapılan politika değişiklikleri ve sübvansiyonlarla gerilemeye başlamıştı. Ancak son dönemde gini katsayısındaki bu gerileme durgunlaştı.

Komünist Parti yönetimi bu gelişmeleri reddetmemekle birlikte Partinin kuruluşunun 100. yıldönümüne denk gelecek şekilde 2020 için orta düzeyde gelişmiş bir müreffeh ülke; devrimin 100. yıldönümüne denk gelecek şekilde, 2049 için ise gelişmiş sosyalist müreffeh ülke olma hedeflerini hâlâ vurguluyor.

Beş yıllık kalkınma planlarını, bütçe düzenlemelerini de bu hedeflere kitleyecek şekilde yaptığını iddia ediyor. Bunun ne kadar başarılı yahut samimi olduğunu ise Çinliler değerlendirecektir.

Bir yandan, finans sektörü ve komuta kademeleri üzerindeki kamu kontrolü (devlet şirketleri Çin’in GSYİH’sinin yaklaşık üçte birini oluşturmaktadır), Çin’in demokratik olarak onaylanmış ulusal kalkınma planları doğrultusunda yatırım ve üretimi yönlendirmesine olanak tanımaktadır. Öte yandan, sol eleştiriler, birçok Çinli işçinin işgücü sürecine ilişkin doğrudan deneyiminin, kapitalist şirketler içinde sömürüye maruz kalmak olduğunu belirtmektedir.

Bugün Çin fotoğrafının iki yönü vardır. Yukarıdaki alıntıda belirtilen şekliyle devlet kontrolü. Bu noktada devlet mülkiyetindeki şirketler-SOE’ler (state owned enterprises) önemli bir rol alıyor.

SOE’ler bütün ekonominin üçte birini sağlarken askerî teknoloji, yüksek teknoloji, finans gibi kritik sektörlerin çok büyük bir kısmını ya da tamamını oluşturuyor. Bu şirketler kâr öncelikli değil beş yıllık planlarda oluşturulan ulusal hedeflere ulaşılması için yönlendirici etkiye sahip.

Öte yandan toprağın kendine has mülkiyeti önemli bir yerde duruyor. Şehirlerde toprağın üzerindeki üretim araçları dâhil her şey mülk edinilebilirken toprak mülk edinilemiyor. Toprağın konutlar için 70 yıllık; ticaret vb. özel girişimler için ise 50 yıl veya daha az kullanım hakkı kiralanıyor. Köylerde ise kolektif mülkiyet bireysel kullanım hakkı var. Toprak bütün köylülere tahsis edilmiş durumda.

Vergi sisteminde ise gelire bağlı katlanan değerli oranlar var. Anti-tekel yasalar üzerine de düzenleme çabaları var.

Ancak yine yukarıdaki aynı alıntıda bahsi geçen sol eleştirinin tümden haksız olduğunu söylemek körlük olacaktır.

O yüzden Çin Devrimi’nin yarattığı Çin Halk Cumhuriyeti’ne dair söylenecek yüzlerce şey arasında en doğrusu gerçeğin asla tek yönlü ve tek görüngüye sahip olmadığı olacaktır.

[1]           Building Whole-Proccess People’s Democracy in China, Çin’de bütün bir halk demokrasisi inşası – Jason Hickel, Pawel Wargan, https://progressive.international/blueprint/cb7dbaf4-b106-4105-8bde-fdab4bfc2fe8-building-whole-process-peoples-democracy-in-china/en

[2]           Ramos, Mauro. “Chinese people submit over 3 million suggestions for government’s 15th Five-year plan”, Peoples Dispatch, 7 Ağustos 2025, aktaran Hickel ve Wargan.

[3]           推动中华民族伟大复兴号巨轮乘风破浪、扬帆远航棗党的二十大报告诞生记 https://www.12371.cn/2022/10/26/ARTI1666739549602532.shtml, aktaran Hickel ve Wargan.

[4]           Arthur Kroeber, China’s Economy: What Everyone Needs to Know (New York: Oxford University Press, 2020), 147, aktaran Hickel ve Wargan.

[5]           【两会知识贴④】全国人大代表都是谁?Guangming Daily, 4 Mart 2023, aktaran Hickel ve Wargan.

[6]           Chapter IX: Supervision, Recall and By-Elections Held to Fill Vacancies, Electoral Law of the National People’s Congress and Local People’s Congresses of the People’s Republic of China, http://www.npc.gov.cn/zgrdw/englishnpc/Law/2007-12/13/content_1384080.htm, aktaran Hickel ve Wargan.

[7]           Zhang Hui, “China punishes 4.7 million people in decade-long anti-graft campaign”, Global Times, aktaran Hickel ve Wargan.

“Ezilenlerin kendilerini yönetme deneyimleri”: Zapatista örneği*

“İster mermi kullansın, ister oy pusulası, insan iyi nişan almalı.
Kuklayı değil, kuklacıyı vurmalı.”[2]

Oturumun başlığı olan “Tarihte ezilenlerin kendilerini yönetme deneyimleri” ifadesi, kabul etmek gerekir ki başlı başına bir paradoks, hattâ bir oksimoron. Tarihte (ve günümüzde) ezilenlerin kendilerini yönetme pratikleri enderdir. Ezilenler, genellikle egemenler(i) tarafından “yönetilir”. Zaten yönetildikleri (ki “yönetilme” durumunun ardındaki motif, genellikle egemen sınıfların onlardan emek, doğal kaynaklar ya da rant vb. formunda iktisadî fayda sağlaması, yani sömürüdür) için ezilirler.

Peki, bu duruma istisna yok mu? Olmaz olur mu? Ezilenler başkaldırıp egemenleri (geçici de olsa) safdışı bıraktıklarında, yönetenlerin “yönetemez” hâle geldiği kesinti momentlerinde (savaş, afet, ağır ekonomik/siyasal kriz vb.) ya da egemenlere ekonomik bir fayda sağlayamayacak kertede marjinalleşip kendi kaderlerine terk edildiklerinde, “kendi kendilerini yönetme” olanağı bulabilirler.

Tabii, böylesi “kriz” momentleri, “yönetememe hâli”ni, sosyal kaos’u da çağırabilmektedir: yağmacılık, tecavüz, katliam vb. Ama konumuz bu değil.

Konumuz, “başıboş” kalmış topluluğun, böyle durumlarda iradî (devrim, kalkışma vb. momentleri) ya da çaresizlikten kendi kendini yönetme pratiklerine yönelmesi. Yerel ve tarihsel olarak çok geniş bir çeşitlilik sergilemekle birlikte, böylesi durumlarda hemen her halkın prekapitalist dağarcığında mevcut olan eşitlikçi uygulamalara irca ettiğini gözlemlemek mümkün.

Bu durumu, Meksika Güneyi’nin Chiapas eyaletinde yaşayan Maya topluluklarının EZLN’li pratiği üzerinden irdelemeye çalışacağım.

Ama önce kısa bir arka plan sunmak gerekecek:

İspanyol sömürgecilerin Güney Amerika’ya ayak basar basmaz giriştikleri katliamlar, kendilerine eşlik eden ve yerlilerin bağışıklık sahibi olmadıkları salgın hastalıkların da yardımıyla, kıta nüfusunu 75 yıl içerisinde 25 milyondan 1.300.000’e düşürmüştü. Bu soykırım, İspanyol efendileri işletmeye açtıkları madenlerde, tarlalarda çalıştıracak işgücü bulamama, İspanya tahtını da muazzam bir gelir kaynağından yoksun bırakma riskini getirmekteydi gündeme. Kraliyet sonunda bölgede faaliyet gösteren misyoner tarikatların da yol göstermesiyle yerlileri hem İspanyol yerleşimcilerden ayrı tutarak ikinci sınıf konumlarını pekiştirecek, hem de işgücü akışını güvence altına alacak bir düzen tutturdu. Topraklar, iki kuşak boyu encomienda sistemi olarak adlandırılan bir sistem uyarınca fatihlere ve kraliyet hizmetlilerine tahsis edilecek, encomiendalarda yaşayan yerlilerin “siyasal ve dinsel bakımdan uygarlaştırılması”ndan sorumlu olacaktı. Encommenderoların yerli köylerine girmelerini ya da onları malikânelerine almalarını yasaklayan yasalar, yerlileri kâğıt üzerinde de olsa, encommenderoların aşırı sömürüsü ve suiistimallerinden koruyacaktı…

Fetih ve soykırım, mevcut yerli hiyerarşilerini darmadağın etmiş, onları cemaat yaşamına irca etmişti; yerliler bundan böyle Avrupalı fatihlerden ayrı, izole kırsal cemaatler hâlinde yaşayacaktı.

Kıtada 19. yüzyılda creol (kıta doğumlu Avrupa kökenliler) öncülüğünde girişilen bağımsızlık hareketleri ve ardından 20. yüzyıl başlarında mestizo elitler öncülüğünde oluşturulan ulus-devletler, yerlilerin yaşamlarında da radikal değişikliklere yol açacaktı. Meksika özelinde bu, toprakları “toprak reformu” adı altında özel mülkiyete açan ve yerlileri “üretici köylü yurttaşlar”a dönüştürmeyi hedefleyen politikalar biçimini aldı. Ancak mülkiyet hukuku ve finansal ayak oyunlarından habersiz yerliler, kendilerine dağıtılan toprakları kısa sürede latifundistlere kaptıracak ve yoğun bir topraksızlaşma baş gösterecekti. Meksika hükûmetinin buna bulduğu çözüm, 1917 Anayasası’yla toprak üzerindeki komünal mülkiyet ve ailelere tahsisi öngören ejido sistemini ihya etmek oldu. Bu sisteme göre cemaatin ortaklaşa sahip olduğu ejido toprakları tekil ailelere tahsis edilmekte ve aileler bu topraklar üzerinde geçimlik tarım faaliyetleri yürütmektedir.

Ejido cemaatleri toprak kullanım haklarına sahip kayıtlı tüm ejido mensuplarından oluşan ve altı ayda bir toplanan bir meclisin seçtiği yönetim organı (genellikle üç yılda bir seçilen ve bir başkan, bir sekreter ve bir saymandan oluşan comisariado) tarafından yönetilir. Comisariado’nun icraatı, herhangi bir düzensizlik ya da yolsuzluk saptadığında meclisi toplantıya çağırma yetkisi olan bir gözetim konseyi (Consejo de Vigilancia) tarafından denetlenir. Ortak toprak ve tahsis edilen arazilerde meclisin onayı olmaksızın herhangi bir değişiklik yapılamaz.

Mexico profundo başlıklı yapıtıyla yerlileri toplumsal belleğin merkezine yerleştiren, bu nedenle de ülkedeki aktüel indigenismo’nun önde gelen isimleri arasında sayılan Meksikalı antropolog Bonfil Batalla[3] böylesi bir toprak rejimi çerçevesinde biçimlenen yerli cemaatlerini, genellikle ortak bir tarih, dil ve kültürü paylaşan içe kapalı, kolektivist, eşitlikçi, değerler sisteminin ya da cosmovisión’unun merkezinde “doğayı fethetme”yi değil de, onun ayrılmaz bir parçası olduğu bilinciyle doğal dünyaya uyum içinde yaşamayı yerleştiren, kendine yeterli, içevlilikçi, özerk cemaatler olarak betimler. Cemaat örgütlenişi, Batalla’ya göre, farklı düzlemlerdeki işbirliğine temel oluşturacak biçimde, dört farklı düzlemde gerçekleşir: gündelik geçimlik faaliyetleri yürüten ve ikiden fazla kuşağı kapsayan ve en yaşlı birey(ler)in otoritesine tâbi olan geniş aile, düğün, cenaze, hasat, ev yapımı gibi işlerde ya da cargo’nun yerine getirilmesinde yardımlaşan soy grubu, kamusal olaylarda (kamu binalarının, yolların yapımı, onarımı, yerel fiestaların örgütlenişi gibi konularda) ortak davranan mahalle (barrio ya da paraje) ve cemaat.

Yardımlaşma ya da işbirliği, karşılıklılık temelindedir; bundan kaçınan bireyler, cemaatten dışlanma riskiyle karşı karşıyadır.

Cemaat içi yetke, Cargo adı verilen ve her yetişkin erkeği dâhil eden karmaşık bir yükümlülükler/hizmetler sistemi tarafından belirlenir. Cargo, güçlük düzeyine göre hiyerarşik biçimde sıralanan ve cemaat için yerine getirilmesi gereken kamusal hizmetlerdir: en kıdemsizler en hafif görevlerle başlar ve bireyler bu hizmetler silsilesi içerisinde tırmandıkça prestijleri artar, cemaat işlerinde daha fazla söz sahibi olur. En yüksek mertebe sayılan mayordomo, cemaatin azizi adına düzenlenen festivallerinin örgütlenmesini ve finansmanını üstlenir; bir hayli maliyetli olan bu organizasyon için mayordomo’nun tüm soy grubu seferber olacaktır. Mayordomo cargo’sunu tamamlayan bireyler, cemaat işlerini yöneten principales arasına katılır.

Batalla’nın betimlemesi, hiç kuşkusuz, yerli cemaat yaşamının idealize bir portresidir; sınır tanımayan kapitalist yayılma, hele ki 20. yüzyılın son on yıllarında tüm Latin Amerika’yı kıskacına alan neoliberal kapitalizm koşullarında gerçeklik ise, bu ideal koşulları hızla değişime uğratmaktadır.

Chiapas, Meksika’nın bu değişimlerin en yoğun biçimde yaşandığı eyaletlerinden biridir. Bölgedeki, EZLN’ye yataklık eden ve bağımsızlıktan bu yana kereste, chicle ve petrol kaynaklarının peşindeki yabancı şirketlerin faaliyet alanlarından olan Lacandone yağmur ormanları, topraksız köylülerin basıncı sonucu 1970’li yıllarda Meksika hükûmetince ejido haklarının tanınması vaadiyle yerli halkların yerleşimine açılmıştı. Bölgeye yönelen yerli göçüne 1980’lerde iç savaştan kaçan Guatemalalı Maya sığınmacılar eklenince, Lacandone, fiilen farklı yerli gruplarının kereste ve petrol işletmecileriyle karşı karşıya gelip birbiriyle kaynaştığı bir Maya yurduna dönüştü. Bu oluşuma FLN (Fuerzas de Liberacion Nacional = Ulusal Kurtuluş Güçleri) gibi Maoist gerilla grupların ve Kurtuluş Teolojisi’ne bağlı taban rahiplerin örgütlenme çabaları da eklendiğinde, EZLN ayaklanmasının dölyatağı Lacandone ormanları heterojen, dinamik, mücadeleci bir yerli mayalanmasının sahnesi hâlini alacaktı. Büyük çiftlik sahiplerine, petrol ve kereste işletmecilerine karşı ortak direnişin yanı sıra, yerel cemaatlerde kesinlikle yasak olan farklı etnik oluşumlar arasında evlilikler de bölgedeki yerli topluluğun cemaat sınırlarını aşmasında önemli bir etkendi…

Öykünün bundan sonraki kısmı az-çok biliniyor. FLN’nin merkezden koparak Chiapas’ta üslenmiş EZLN’ye dönüşmesi, 1988-89’da tarım ürünlerinin fiyatlarındaki âni düşüşün bölgedeki üretim kooperatiflerini krize sürüklemesine eklemlenen güvenlik güçlerinin düşmanca davranışlarının bölgedeki yerli toplulukları EZLN’ye yöneltmesi… Ayaklanma kararı Salinas hükûmetinin tarım reformu yasasını yürürlükten kaldırılması üzerine 400 cemaat tarafından Ocak 1992’de alınacaktı.

Meksika’nın Kanada ve ABD ile imzaladığı NAFTA anlaşmasının yürürlüğe giriş tarihi olan 1 Ocak 1994 günü ayaklandılar. On iki gün süren çatışmaların ardından Zapatista kuvvetleri ormanın derinliklerine çekilmek zorunda kaldı.

Salinas de Gortieri hükûmetinin Meksika ordusunun yanı sıra paramiliterleri de bölgeye sürerek başlattığı “isyan bastırma” harekâtı, yüz binlerce Meksikalının başta başkent Mexico City olmak üzere tüm ülkede sokaklara dökülmesiyle akamete uğradı. İktidar, Zapatistalarla masaya oturmak zorunda kaldı.

EZLN ile Meksika hükûmeti arasındaki görüşmeler, zaman zaman kesintiye uğrayarak 1996’nın 16 Şubat’ında San Andres Larrainzar’da yerli halkların kolektif haklarını, özerkliğini -yerel ve bölgesel özyönetim hakkı- ve toprak üzerindeki kolektif mülkiyet hakkını tanıyan anlaşmanın imzalanmasına dek sürdü… Ancak iktidar, kendi imzaladığı anlaşmayı yasalaştırma yolunda tek bir adım dahi atmayacaktı. San Andres anlaşması, ölü doğmuştu… 2000 yılında 71 yıllık iktidar partisi PRI’yi (Kurumsal Devrimci Parti) sandıkta hezimete uğratarak iktidara geçen neoliberal PAN’ın sulandırılmış bir yerli yasasını gündeme getirmesi de diriltemedi.

Mexico City’ye yürüyüp iktidarı ele geçirme iddiasıyla yola çıkan Zapatistalar böylelikle Chiapas’ta içlerine kapanarak kadük hâle gelmiş San Andres Anlaşması’nın öngördüğü “yerli özerkliği”ni fiilen inşa etmeye koyuldular.

EZLN’nin özerklik modeli: Eskisi…

EZLN ordu yapısını korumakla birlikte, 1994’ten sonra Meksika ordusuyla herhangi bir silahlı çatışmaya girmedi. Bunun yerine, yetkenin artan ölçüde sivillere devredildiği bir inşa sürecine girişti. Bu inşanın ilk adımı, adını Emiliano Zapata ve Pancho Villa’nın 1914’te Ulusal Demokratik Konvansiyon altında güçlerini birleştirdikleri orta Meksika eyaletinden alan “kültürel merkez”ler, Aguascalientes olacaktı. Genellikle okul, yalnızca EZLN destekçilerine değil, çevresindeki tüm köylere (hattâ sivil giysilerle gelmeleri koşuluyla Meksika ordusundan askerlere de) sağlık hizmetleri veren bir klinik, el sanatlarının üretildiği kooperatifler, atölyeler, iletişim merkezi, yatakhaneler, toplantı yerleri vb.nden oluşan Aguascalientes’ler 2003 yılında (hem sivilleşme iddiaları hem de içlerinden bazılarının merkezî konumu nedeniyle K. Amerika ya da Avrupa’dan akın eden gönüllülerin yardımlarına daha fazla mazhar olması sonucu diğerlerine göre fazla zenginleşmesi nedeniyle) lağvedilerek yerlerini caracol’lara bıraktı.

San Andres Anlaşması’nın akamete uğramasının ardından, işgal edilen topraklarda yaşayan EZLN destekçisi yerli toplulukları, eğitim, adalet, tarım, sağlık gibi cemaati ilgilendiren konularda karar alacak ve bu kararları hayata geçirecek özerk yapılar oluşturmaya koyulmuşlardı. Bu yapılar ya da seçimlerde oy kullanmayan, çocuklarını formel eğitim kuruluşlarına göndermeyen, mahkemeleri boykot eden, devlete vergi ödemeyen ve devletten hiçbir yardım ya da destek kabul etmeyen birkaç cemaatin (komünote) -bölgedeki isyancı cemaatlerin sayısı 1100’ü bulmuştu- bir araya gelmesiyle oluşan özerk belediye ya da komünlerdi (Municipios Autómos y Rebeldes Zapatistas = MAREZ). MAREZ’lerin 2023’te lağvedilişine dek Zapatistalar toplam 300.000 kadar yerlinin yaşadığı 55 özerk belediyeye sahipti.

Yerel cemaatin karar organları cemaat mensubu ailelerden oluşan ve 12 yaşından büyük herkesin karar alma süreçlerine katılabildiği yerel meclislerdi. Bu meclislerin görevi, adaleti sağlamak, sağlık, eğitim, konut, besin, ticaret, enformasyon ve kültür hizmetlerini yürütmekti. Cemaatlerdeki gündelik yaşam, üretimin planlanması, cemaat toprakları üzerindeki kooperatiflerin (ayakkabı, el dokumaları…) işleyişinde karşılaşılan sorunlar, (varsa) okul ve sağlık ocağının işleyişi … tümü bu konseylerin sorumluluk alanıydı. Karar alma süreçlerinde genellikle oydaşma aranmakta, ancak oydaşmaya varılamadığında, kararlar oy çokluğuyla alınmaktaydı.

Her bir cemaatin üç ana idari yapısı vardı: 1) Gündelik idari işlerden sorumlu commissariat; 2) Komşu cemaatlerle arazi, orman vb. konularında çıkabilecek anlaşmazlıkları çözümlemekle yükümlü toprak kontrolü konseyi; 3) Cemaat polisi agencia.

MAREZ ya da komünler ise cemaat temsilcilerinden oluşan bir belediye meclisinin aldığı kararlar uyarınca, özerk belediye konseyleri tarafından yönetilir, bölgesel gereksinimler doğrultusunda oluşturulan komisyonlar (örn. su komisyonu, orman komisyonu vb.) pratik sorunları ve cemaatler arası sorunları çözümlemeyi üstlenirdi.

Aguascalientes’in yerini caracol’lara bırakmasıyla birlikte, özerk belediyeler her biri birden çok yerli etnik grubunun temsil edildiği beş caracol’dan birine bağlandı. Caracol’lerin yönetim aygıtı juntas de Buenn Gobierno’lardı (JBG = İyi Yönetim Konseyleri).

Her bir JBG, beş-altı “İsyancı Özerk Zapatista Belediyesi”ni (MAREZ) temsil ediyordu. Bir bölgeye bağlı özerk konseylerin dönüşümlü olarak görevlendirdiği birer ya da ikişer delegeden oluşan “JBG”ler ise bir çeşit “belediyeler birliği” görevini yürütmekteydi. Her bir caracol’da farklı özerk belediyelerden gelen JBG ekibinin bulunması, yönetim görevinin haftalık ve dönüşümlü olarak gerçekleştirilmesini ve zaman içerisinde tüm yetişkin cemaat üyelerinin JBG’lerde görev almasını sağlamaktaydı. Cunta yönetiminin özünü, “boyun eğerek yönetme” fikri oluşturuyordu: yönetim, kulak verip tepki vermekti; dayatmak değil… Ve JBG’ler, hoşgörüsüzlük, yolsuzluk, adaletsizlik ve “boyun eğerek yönetme” düsturundan sapma risklerine karşı, her bir bölgedeki “Gizli Devrimci Yerli Komitesi’nin denetimi altındaydı.

Yerel yürütme görevlerinin hemen tümü isyancı cemaatlerin özerk organları tarafından yürütülmekteydi (ki bu organların üyelerinin de dönüşümlü olarak görev yaptıklarını ve görevleri süresince hiçbir ücret almadıklarını geçerken belirteyim: konsey üyelerine sağlanan tek kolaylık, görevde oldukları süre içerisinde topraklarının cemaat üyeleri tarafından işlenmesinden ibaret…). Buna karşılık JBG’ler ise, bir yandan cemaatler için gerekli inisiyatifleri (hayvancılık kolektifleri, eko-tarım eğitimi vb.) geliştirmek, bölgelerindeki sağlık merkezlerine gerekli ekipmanı sağlamak, bir yandan da kendi bölgelerindeki cemaatler arasındaki koordinasyonu sağlamakla görevliydi. Bu koordinasyonun dört veçhesi öne çıkmaktaydı:

1) Dışarıdan gelen bağışların tikel bir kişi ya da cemaat tarafından değil, JBG tarafından kabul edilerek cemaatler arasında dengeli bir tarzda paylaştırılması;

2) İsyancı cemaatleri kaydederek, ilişkisiz kişi ya da grupların “Zapatista” kisvesiyle haraç toplanması ya da askerî eğitim vermesinin önüne geçilmesi;

3) İsyancı cemaatlerden toplanan “dayanışma vergisi”nin cemaatlere yönelik hizmetlerde hakkaniyetli biçimde dağıtılması;

4) Çevredeki, Zapatista-olmayan topluluklarla ilişkilerin yürütülmesi…

Görüldüğü üzere, Zapatista özyönetim modeli, eşitlikçi, karşılıklılığa dayalı ve bireysel birikimi engelleyen yapılanışı paylaşmakla birlikte, Cargo sistemine dayalı yerli cemaat yönetiminden kimi bakımlardan farklılaşmaktaydı.

Öncelikle, cemaatlerin heterojen ve dinamik temsilleri açısından: yerel cemaati aşan her düzlem çoğul yerli gruplarından oluşmakla, içe-kapalı, tekçi, özselci cemaat kurgusunu imha etmekteydi.

İkinci olarak kadınların karar alma ve yönetme süreçlerine katılımı, “geleneksel” yönetim anlayışını dönüştüren bir gelişmeydi.

Ve nihayet kıdem ve prestiji öne çıkartan geleneksel (öz)yönetim anlayışına karşı dönüşümlü, geri çağrılabilir, sürekli denetim altındaki yapısıyla Zapatist örgütlenme, uzmanlaşma-karşıtı bir anlayışın tecessümüydü: nihayetinde yönetimin herkes tarafından gerçekleştirilebilir bir işlev olduğunu gösteren pratiğiyle (servet ve uzman bilgiye olsa da kıdem ve prestije dayalı) her türlü yöneten-yönetilen hiyerarşisinin imhasına yöneliyordu – en azından teorik olarak… (Burada her aşçının devleti yönetmeyi öğrenmesi gereğinden söz eden V. İ. Lenin hatırlanmalı…). Tüm düzlemlerde (konu dışarıdan gelen saldırılar gibi aciliyet göstermedikçe) kararların kimi zaman üç-dört gün süren toplantılarda oydaşmayla alınması pratiği, tüm katılımcıları “politize eden” mekanizmalardan bir başkasıydı…

Ve “yenisi”…

Şurası vurgulanmalı; 1994 Ayaklanmasını izleyen yıllarda gerek Meksikalı sol çevrelerde, gerekse dünyada küreselleşme karşıtı hareketler nezdinde büyük bir coşku ve umuda kaynaklık eden EZLN’nin ışıltısından geriye pek az şey kaldı. Sol-sosyalist yayın organlarında adlarına pek rastlanmıyor, arama motorlarında pek az aramaya tâbi tutuluyorlar, Meksika ulusal basını “ölümlerini ilan etti” bile. Uyuşturucu kartelleri arasındaki savaş nedeniyle -konuya az ileride değineceğim- turistler için giderek daha tehlikeli bir uğrak hâlini alan Chiapas sokaklarında yerli kadınlar hâlâ el örmesi Marcos bebekleri satıyorlar mı, bilmiyorum; ama basında zaman zaman yer alan haberler, Zapatista cemaatlerin de hızla kan kaybetmekte olduğunu ortaya koyuyor.

Peki ne oldu? EZLN ile, solun büyük bölümü tarafından kıtayı etkisi altına alan “Pembe Dalga”nın bir parçası addedilen sosyal demokrat Andre Manuel Lopez Obrador’un (AMLO) 2006 seçimlerini PAN’ın muhafazakâr adayı Felipe Calderón karşısında kıl payı kaybetmesini Zapatista boykotunun etkisine bağlayan Meksika solu arasında bir çatlak oluşmuştu. EZLN’nin bu tarihten itibaren giderek küreselleşme karşıtı bir değişim umudundan dar bir alana sıkışmış bir “yerli özerkliği” örgütüne dönüşmesi, örgütün “karizmatik” sözcüsü Subcommandante Marcos’un kendi ölümünü duyurarak kamuoyu önünden çekilmesi, 2000’li yılların başlarındaki küreselleşme karşıtı kitlesel eylemlerin giderek sönümlenmesi… vb. etkenler bu çatlağı derinleştirerek EZLN’nin gerek kendi ülkesinde, gerekse uluslararası arenada artan ölçüde yalnızlaşmasına yol açacaktı. EZLN ise içine sürüklendiği bu tecridi kırmak için pek az şey yaptı: Ayaklanmanın muhtelif yıldönümlerinde sadık izleyicilerini çağırdığı Caracole’lardaki danslı, müzikli kutlamalar, “Lacandone dağları”ndan giderek nadirleşen bildiriler, Caracol’larda Meksika içinden ve dışından “öğrenciler”e kapılarını açan escuelita’lar (= “küçük okul/okulcuk) dışında…

Bugün, EZLN Chiapas’ta da büyük ölçüde zemin yitirmiş durumda. Zapatista cemaatleri, işsizlik, yoksulluk, uyuşturucu kartelleri arası savaşlar ve bunun tetiklediği sokak şiddeti, insan kaçakçılığı gibi nedenlerle hızla gençlerini yitiriyor ya da hükûmetin destek programlarından yararlanabilmek için saf değiştiriyorlar. San Cristóbal de las Casas’taki Güney Sınırı Kolejinden akademisyen Gerardo Alberto González Figueroa, EZLN’nin Chiapas’taki kalelerinin kontrolünü suç örgütlerine terk etmekte olduklarını bildirmekte.[4]

Andrea Lobo ise daha karamsar: “Bizatihi ekonomik ve siyasal iflasın bir göstergesi olmakla birlikte, EZLN’nin hâlen önemli bir toprak parçasını kontrol edip etmediği ya da bu kontrolü sürdürüp sürdüremeyeceği, belli değil. Saygın bir geçim sağlayamayan binlerce genç göç etti. Medya ve araştırmacıların görüştüğü yerel kaynaklar kapanan Zapatista organlarının kuşaksal olarak kendilerini yenileyemediğini, dışarıdan gelen yardımların kuruduğunu ve cemaatlerin çoğunda pek az Zapatista’nın kaldığını söylüyor.”[5]

Bu durum pek tabii ki salt EZLN’nin stratejik ya da taktik hatalarıyla açıklanamaz. Neoliberal evresinde daha da yoğunlaşan kapitalist talanın yarattığı çöküntüyle yüzleşiyoruz dünya halkları olarak. Bu talanın Latin Amerika’daki en çarpıcı sorunlarından biri, kuzey ile güney arasındaki servet uçurumunun misliyle katlanmasının yarattığı, güneyden kuzeye yönelen kitlesel göç hareketi. İşini, toprağını yitiren Latin Amerika yoksulları, ABD’ye doğru devasa bir hicrete katılmakta buluyorlar çareyi. Kuzey, bu göçü engellemek için ırkçı önlemleri yoğunlaştırdıkça, insan kaçakçılığı yapan suç örgütlerinin etkinliği artıyor. Göç yolu üzerindeki Meksika, bu suç örgütlerinin en yoğun faaliyet gösterdiği ülkelerden biri. Guatemala’dan ülkeye “giriş kapısı” Chiapas ise çetelerin, kartellerin egemenlik sağlamak için birbiriyle savaştığı bir muharebe alanı görünümünde…

Yalnız insan kaçakçılığı mı? Hayır, insan kaçakçılığı, yeraltı dünyasının faaliyet listesine son on yıllarda eklenmiş kalemlerden biri, yalnızca. Latin Amerika kartellerinin ABD’ye uyuşturucu sevkiyatındaki etkinliklerini ise, Narcos dizisinin jenerik müziğinin yeniyetmelerin cep telefonu zili olarak çaldığı bir ülkede, hatırlatmaya gerek yok.

Bu koşullarda, son on yılda Chiapas Sinaloa ve Jalisco Yeni Kuşak kartellerinin Guatemala sınırının kontrolü için birbiriyle kanlı çatışmaları sürdürdüğü bir savaş alanı görünümüne büründü. Eyaletin yakasını kurtaramadığı yoksulluk koşulları, kronik işsizlik, federal ve eyalet yardımlarının yerli nüfusun büyük bölümünün yegâne geçim kaynağı olması gibi koşullar göz önünde bulundurulduğunda, bu kartellerin desperados gençlerden süreğen bir personel akışı sağlamasına şaşırmamalı.

Özetle, Zapatista cemaatler, Meksika ordusunun bitmeyen ablukasına, medya organlarında “yerli cemaatler arası çatışmalar” olarak yansıtılan paramiliter saldırılara, yokluk ve yoksunluk koşullarına eklemlenen çete savaşlarıyla da karşı karşıya artık… Bir başka deyişle, koca bir ülkenin bir eyaletinin dağlık bölgesine sıkışmış, tecrit bir özerkliğin baş edemeyeceği boyutta sorunlarla yüz yüze.

Geçerken belirtmeli, EZLN deneyimi, Chiapas’taki katılımcı Maya gruplarının yaşam standartlarında, özellikle de sağlık, eğitim, kooperatifleşme ve sürdürülebilir ticaret aracılığıyla göreli daha yüksek bir gelir düzeyi gibi alanlarda hissedilir bir düzelme sağlamış olsa da, Chiapas ülkenin en yoksul eyaleti olma unvanını hâlen elinde tutuyor. Eyalet Meksika’nın birincil hidroelektrik tedarikçisi olsa da, köylerin büyük bölümünde hâlâ elektrik ve temiz su yok. Yerlilerin yüzde 80’i yoksulluk sınırının altında bir yaşam sürdürüyor. Ve eyaletin yerli cemaatleri -Zapatista destek üsleri dâhil- bölgeyi devasa bir şantiyeye dönüştüren hidroelektrik santralleri, doğalgaz çıkarım tesisleri, eko-turizm projeleri, yol inşaatı gibi girişimlerin baskısıyla yerlerinden edilme tehdidi altında yaşamayı sürdürüyor…

EZLN’nin bu zorlu koşullara tepkisi, varlıklarını sürdürebilmek için, örgütlenme yapısında ve toprak kullanım sisteminde bir değişikliğe gitmek oldu. 12 Kasım 2023’te EZLN sözcüsü Subcommandante Moisés ve “Yüzbaşı” Marcos imzasıyla yayınlanan EZLN bildirisinde mevcut 30 MAREZ ile 12 JBG’nin tasfiye edildiği bildiriliyordu. Caracole’lar devam edecek, ancak “yeni bir bildirime kadar dış dünyaya kapalı” olacaklardı.

EZLN Kasım-Aralık 2023 arasında yayınladığı yirmi kadar bildiriyle, “yeni” örgütlenişe dair kamuoyunu bilgilendirdi: özerk belediyelerin yerini “Yerel Özerk Hükûmetler” adıyla anılan küçük özerk birimler (GAL: cemaat, mahalle, ejido vb. en küçük yerleşim birimleri) alacak, bunlar JBG’lerin yerini alan Zapatista Hükûmet Kolektifleriyle (CGAZ) koordinasyon içinde işleyecek, geniş bölgeyi kapsayan Zapatista Özerk Hükûmetleri Kolektifleri Meclisleri (ACGAZ) ise GAL’ler ve CGAZ’lardan gelen talepler doğrultusunda danışma organı görevini görecekti. CGAZ ve ACGAZ’lar “yerleşimlerin sağlık, eğitim, adalet, besin gibi gereksinimlerini karşılamanın yollarını bulmak ve doğal afetler, salgın hastalıklar, suçlar, istila, savaşlar ve kapitalist sistemin getirdiği diğer belaların neden olduğu acil durumlara karşı önlemler almak”la yükümlüydü.”[6] Yeni yapılanma, aşağıdan yukarıya doğru işleyen ve karar alma yetisini tümüyle taban örgütlenmelere bırakan bir düzenlemeydi. CGAZ ve ACGAZ’lar, tümüyle GAL’lere tâbiydi…

Bildirgelerde öngörülen ikinci değişiklik ise, mevcut özel mülk konusu tarım alanların dışındaki Zapatista topraklarının (kolektif ya da özel) “mülkiyet konusu” olmaktan çıkartılmasını öngörüyordu: bu topraklar “ulusal ve uluslararası sivil toplum” dâhil, Zapatista-olmayanların kullanımına açılacaktı; bu konudaki karar yetkisi ve toprakların yönetimi de GAL’lere aitti. Bu girişimi, dış yatırımcılara yönelik örtük bir davet olarak değerlendirmek, yanıltıcı olmayacaktır; Zapatistalar taban cemaatlerine ihdas edilen bu yeni özerklikle, cemaatlerin elini dış yatırımcılardan ve öyle anlaşılıyor ki yerel, ulusal, giderek uluslararası desteklerden/yardımlardan yararlanma konusunda serbest bırakarak finansmanlarını öngörmekteler.

Subcommandante Moisés, bu değişiklik kararının Zapatista cemaatlerde uzun müzakerelerin ardından alındığını, özerkliğin kullanımı ve karar alma yetisini tümüyle taban örgütlere veren bu yeni örgütlenmenin çeşitli düzlemlerdeki yönetimler ile cemaatler arasında oluşan kopukluğu gidermeye yönelik olduğunu bildirse de, bildirge, daha önemli bir noktaya işaret etmekteydi. 15 Kasım 2023 tarihli bildirgede şöyle deniyordu:

“Beş- EZLN’nin yapısı ve eğilimi yerleşimlerin ve toprak ananın saldırılara, salgın hastalıklara, doğayı yağmalayan şirketlerin istilalarına, kısmî ya da topyekûn askerî işgallere, doğal afetlere ve nükleer savaşlara karşı savunmasını ve güvenliğini arttırmak için yeniden örgütlenmiştir. Birbirlerinden izole dahi olsalar, yerleşimlerimiz hayatta kalabilsin diye hazırlandık.”[7] Çünkü, yine Subcommandante Moisés’in sözleriyle “Chiapas kentleri tam bir kaos içindeydi…”[8]

Sonuç olarak…

Ayaklanmanın ilk günü Lacandone Ormanları’ndan yayınladığı birinci bildirgede “Mexico City’ye yürüyerek federal orduyu yenilgiye uğratma, devlet başkanını devirme, tüm Meksikalılara kendi liderlerini özgürce ve demokratik bir biçimde seçme olanağını sağlama”[9] hedefini güttüklerini dünyaya ilan eden Zapatistalar, kalkışmanın yenilgiye, “barış görüşmeleri”nin de akamete uğraması sonucu, yerele geri çekilerek Maya topluluklarının geleneksel zihniyet ve uygulamalarının (seçmeci) yeniden üretimi temelinde “özerk cemaatler” inşa etme işine koyulmuşlardı. Yerlileri yaşam alanlarına göz diken kapitalist saldırganlıktan, çokulusluların yağmasından, yerel efendilerin (büyük çiftlik sahipleri, sığır yetiştiricileri vb.) açgözlülüklerinden, militer ve paramiliter saldırılardan koruyacak, onları açlık ve sefaletin pençesinden kurtarıp saygın bir yaşam olanağı sunacak bir özerklik inşası… Hedef, deyim yerindeyse kapitalist/neoliberal bir okyanusun ortasında komünoter adacıklar kurup onları yaşatabilmekti.

Bunu birkaç nedenden dolayı -sınırlı da olsa- başarabildiler:

  1. Meksika toplumunun iktidarın “ayaklanma bastırma” girişimleri karşısında gecikmeksizin gösterdiği yığınsal tepki;
  2. Zapatistaların “Meksika’dan ayrılmak” gibi bir niyetleri olmadığını ilan etmeleri ve kendilerini savunmak dışında silaha başvurmayacaklarını, kontrolleri altındaki topraklarda sivil yönetimler inşa edeceklerini bildirmeleri;
  3. Zapatistaların kısa sürede uluslararası arenada uyandırdıkları ilgi ve bu sayede turizm gelirlerindeki patlamanın (Zapatista köylerinin gözde turizm hedeflerine dönüştüğünü söylüyor John Ross[10]) yanı sıra, yerli cemaatlere yağan desteğin iktidarın sırtındaki bölgeyi “kalkındırma” yükünü hafifletmesi;
  4. Federal hükûmetlerin tarihsel olarak Chiapas’taki zaafları (“EZLN özerk belediyelerini büyük ölçüde Meksika’nın ‘düşük devlet kapasitesi’ ya da temel hükûmet görevlerini yerine getirmedeki zaafları sayesinde sürdürebildi,” deniliyor, “Township Rebellion: The Zapatista Movement, Three Decades Later” başlıklı makalede.[11] Ve aynı zaafların ülkede uyuşturucu kaçakçılığının cirit atmasına yol açtığına dikkat çekiliyor: “Meksika topraklarının üçte biri uyuşturucu kaçakçılığı yapan örgütlerin kontrolü altında ve bunlar yerel düzlemde önemli bir siyasal etkiye sahipler.”).

Gerçekten de Zapatista özerk cemaatlerinin isyandan sonra 30 yılı aşkın bir süre ayakta kalabilmeleri, kuşkusuz onur duyulacak bir ısrarın, direngenliğin ve kararlılığın ürünü. Ama bu süreğenlikte zaaflarla yüklü bir devletin ilgi ve erişim alanının dışında, marjinal bir konumda bulunmalarının payı, yadsınamaz. Devlet için olduğu kadar, sermaye açısından da “marjinal”… [“(Chiapas yerlileri) Nüfusun sermayenin işgüçlerine gereksinim duymadığı için tam anlamıyla proleterleştirmediği bir kesimini temsil ediyorlar,” deniliyor Libcom’un değerlendirmesinde…].[12]

Ancak devletin bu kısmî kayıtsızlığı (Meksika yönetimi, 1994’ten itibaren Zapatista üslerinin çevresinden askerî kuşatmayı eksik etmediği gibi, paramiliterleri de desteklemekten geri durmadı) ile sağlanan göreli özerklik, iki etken tarafından aşındırılmakta: 1. Aynı zaafın bölgede kartel faaliyetlerinin yoğunlaşmasının önünü açması; 2. Bölgenin (eko-)turizm, hidroelektrik santraller, petrol, doğalgaz, kereste vb. açısından zenginliği nedeniyle çokuluslu sermayenin boy hedefi hâline gelmesi…

“İddia”lar ne olursa olsun, Zapatistaların “özerk komünler”i, neoliberal kapitalizmin artan ölçüde saldırganlaştığı, onun yan ürünü olan mafyalaşmanın yerel, ulusal, uluslararası düzlemlerde sisteme eklemlendiği,[13] yoksulluk ve yoksunluğun alabildiğine hüküm sürdüğü bir coğrafyada, münferit eşitlikçi-özgürlükçü cennetler olarak var olmayı sürdüremezler. Bugün Meksika yerlilerinin de, Kürtlerin de, kadınların da ve tüm ezilenlerin de saygın, insanca bir yaşam sürdürebilmesi, kapitalizmi layık olduğu yere, tarihin çöplüğüne göndermek için verilecek birleşik ve topyekûn mücadeleye bağlıdır…

Ve de son söz: Son zamanlarda “komün” kavramını (sınıfsal niteliklerinden yalıtılmış, soyut bir) “devlet” kavramı ile karşıtlık içerisinde ele alma eğilimi yaygınlaştı. Zapatista deneyimi ise bize “komün”ü imha eden “şey”in “soyut” bir devlet değil; bizatihi  “devlet”in niteliğini de belirleyen sistem, yani kapitalizm olduğuna işaretle, karşıtlığı  “devlet-komün” kutupsallığından ise, “kapitalizm-komün” zıtlığı üzerinden irdelemenin daha doğru olduğunu gösteriyor.

Muğla, 2 Kasım 2025.

  

[1] HDK tarafından 8-9 Kasım 2025 tarihlerinde İstanbul’da düzenlenen “Sosyalizm Yeniden” başlıklı Konferansa sunulan tebliğ.

[2]           Malcolm X.

[3]           Guillermo Bonfil Batalla, Mexico Profundo, Reclaiming a Civilization.Texas University Press, 1996.

[4]           “Zapatistas declare dissolution of ‘autonomous’ communities in Chiapas”, 7 Kasım 2023, https://mexiconewsdaily.com/news/zapatistas-declare-dissolution-of-autonomous-communities-in-chiapas/

[5]           Andrea Lobo, “Chiapas rebellion 30 years on: The shipwreck of Mexico’s Zapatista experiment”, 7 Ocak 2024, https://www.wsws.org/en/articles/2024/01/07/rwdm-j07.html

[6]           Ann Louise Deslandes, “Crossing the Storm, EZLN Marks 30 Years with a 120 Years Plan”, 19 Ocak 2024, https://nacla.org/crossing-storm-ezln-marks-30-years-120-year-plan/

[7]           “The new structure of Zapatista autonomy”. https://freedomnews.org.uk/2023/11/15/the-new-structure-of-zapatista-autonomy/

[8]           “Township Rebellion: The Zapatista Movement, Three Decades Later”. https://hir.harvard.edu/township-rebellion-the-zapatista-movement-three-decades-later/

[9]           Alex Khasnabish, Zapatistas, Rebellion from the Grassroots to the Global, Londra, New York, Zed Books, 2010: 5-6.

[10]          Bkz. John Ross, “Zapatista Villages Become Hot Tourist Destinations”, CounterPunch, 17 Şubat 2009, Google Search: “dissolution of the Rebel Zapatista Autonomous Municipalities”

[11]          https://hir.harvard.edu/township-rebellion-the-zapatista-movement-three-decades-later/

[12]          “A commune in Chiapas? Mexico and the Zapatista Rebellion 1994-2000” https://libcom.org/article/commune-chiapas-mexico-and-zapatista-rebellion-1994-2000

[13]          “Kapitalizm yasal mafyadır, mafya ise yasadışı kapitalizm.” (Dario Betancourt-Maria Garcia, Arnd Schneider- Oscar Zarate, Herkes İçin Mafya, 2011).