Ana Sayfa Blog Sayfa 2

Devrim ve sosyalizm yolunda, direniş hattı ve Özgür Üniversite Hareketi

1 Mayıs 2025 | Kadıköy

Dünyanın neresinde olursa olsun, her devrim, gençliğin ve kadınların öne çıkması ile tanınır. Her devrime kadın devrimi denmesinin nedeni, devrimin özgürleştirici etkisi nedeniyledir. Kadınlar, işçi ve emekçi kadınlar, hem sömürüden paylarını alırlar her insan gibi, hem de yılların, binlerce yıllık sınıflı toplum tarihinin egemen kültürü nedeni ile daha büyük bir baskı altında, aşağılanmanın ve ayrımcılığın birçok türünü yaşarlar. “İki katlı sömürü” içinde yaşarlar, tıpkı “zenci”ler gibi. Bu nedenle, devrim, bir kere toplumsal havayı değiştirmeye başladığında, kadınlar, devrimlerin en önünde yer almaktan çekinmezler. Özgürleşmedir bu. Bu nedenle, tarihte “kadın devrimi” adını almamış devrim yoktur dersek, abartılı olmaz.

Gençler ise, egemenin toplumsal hâkimiyetine ve düzenine en az adapte olmuş kesimdir. Gençlik, deyim uygun düşerse düzenin kuralları konusunda en fazla sorgulayıcı kesimdir. Gençlik, haksızlığa, kurulu düzenin kurallarına, egemen ahlâk anlayışına, egemen düşünce tarzına yaşlılar kadar alışmış, onu yaşlılar kadar içselleştirmiş değildir. Bu nedenlerle haksızlığa karşı tepki vermekte avantajlıdırlar. Kafaları köhnemiş düşüncelerle henüz doldurulmuş değildir. Ne kadar düzen tarafından eğitim yolu ile kafalarını eğmeleri istenirse de, buna tepki vermekte hâlâ diridirler. Soru sormayı, hesap sormayı daha henüz “bırakmış” değildirler.

Bu durum, ister işçi gençlik söz konusu olsun, ister öğrenci gençlik söz konusu olsun, hepsinin ortak özelliğidir. Kurulu düzenin köhnemiş yüzünü daha hızlı kavrarlar ve buna karşı tepki vermekte de hızlıdırlar. Hızlı tepki vermelerinin bir nedeni, kafalarının ve bedenlerinin genç olması ise, bir nedeni de düzene bağlılıklarının kalın iplerle bir bağlılığa dönüşmemiş olmasındandır.

Bu nedenle gençlik, devrimin dinamiklerinden biridir. Gençliği kazanmadan, sosyalist devrim, işçi sınıfının elinde zafere ulaşamaz. İşçi gençlik de işçi sınıfının en dinamik, savaşın sonucu belirleyecek kesimidir. Sosyalist devrim, öğrenci gençliği de kazanmak zorundadır.

Ülkemizde gelişmekte olan devrim, sosyalist devrimdir. Sosyalist devrim, insanın insana kulluğunu yok etmek, sömürüye son vermek, savaşsız ve sınırsız bir dünya kurmanın ilk basamağıdır. Ve tüm bunlar, gençliğin toplumun geleceği olması ile de uyumludur. Köhnemiş sistemi yıkmak, yeni dünyayı kurmak, ancak gençliğin ellerinde yaratıcı bir sürece dönüşür. Bu nedenle, gençliğin yolu, işçi sınıfının devrimci yoludur.

Sosyalist devrim, işçi sınıfının öncülüğünde zafere ulaşacaktır. Ancak gençlik, hem mücadelenin gelişimi hem de yaratıcı mücadele biçimlerinin gelişimi açısından, tüm toplumu sarsabilecek adımları atabilecek kesimdir. Öğrenmeye açık olduğu kadar, gençlik, yeni mücadele biçimlerini geliştirmekte de aktiftir. Bu nedenle, işçi sınıfının mücadelesi ile gençliğin mücadelesinin birlikteliği büyük bir öneme sahiptir. Öğrenci gençlik işçi sınıfının devrimci yolunda yürürken, işçi sınıfı öğrenci gençliğin atikliği, mücadele yöntemlerinden öğrenmesini bilecektir.

Bu nedenle deriz ki, devrimin zaferini belirleyecek olan şey, devrim için mücadele edecek kadrolar, en çok da genç olanlar olacaktır. Gençlik (işçi ve öğrenci gençlik), yeninin kurulmasında da aynı enerjik yapısıyla yol açıcı olacaktır.

Devrim ve sosyalizm düşüncesi, kapitalist toplumda bir gelecek göremeyen -çünkü kapitalizmin geleceği yoktur- gençlik arasında hızla yayılma, kökleşme olanaklarına sahiptir. Devrim ve sosyalizm düşüncesinin özellikle öğrenci gençlik içinde yer etmesi, çok daha hızlı gelişebilir. Gençliğin hayalleri, henüz kirlenmemiş olan düşleri, devrim ve sosyalizm anlayışı ile tümü ile uyumludur.

Tüm bunlar, doğrusu, gençliğin devrimdeki yeri konusunda var olan, bilinen tartışmalardır ve bizim yazımızın ana nedeni bunlar değildir.

19 Mart 2025’te, Gezi Direnişi’nin ardından 12 yıl geçmiş iken, yeni bir direniş kabarması ortaya çıktı.

Gezi Direnişi gerçekleştiğinde, bugün 18 yaşında olanlar o gün 6 yaşındaydı ve belki bir yakınının yanında Gezi Direnişi’nin havasını solumuşlardır. Ama bugün 14 yaşında olup da bu direnişe katılan liseliler, o gün Gezi havasını yaşamış kuşaktan değildirler. 14 yaşında insanlar, ülkemizde, ev geçindirme sorumluluğunu almakta, hayatını kazanmak için olmadık işlere girmektedir. 14 yaşında bir genç öğrencinin, liselinin devrim ve sosyalizm mücadelesine girmesi, hiç de erken bir “yaş”ta mücadeleye girmek olarak adlandırılamaz. Adlandırılamaz, çünkü hayat onlara bu şartları zaten dayatmaktadır.

Gezi Direnişi, 2013’te, tüm toplumu sarsan, iktidarın “şaftını kaydıran”, kendiliğinden bir toplumsal patlama olarak ortaya çıkmıştır. Direniş, kendiliğinden karakterde olduğu için, elbette örgütsel bir liderlikle buluşmadığı oranda geri çekilecekti. Öyle oldu. Taksim Meydanı’nı ikinci kere almak, direniş hareketi için olanaklı olmadı. Gezi, daha çok belli alanlarda toplanan kitlelerin, zamanla gevşemesi ile, gücünü kaybetti. Eğer Gezi Direnişi, mesela bazı kamu binalarının işgali gibi bir yön alsaydı, durum farklı gelişebilirdi. Sonuçta süreç böyle gelişmedi ve devrimci sosyalist hareket, Gezi’nin önderliğini alamadı. Buna rağmen, Gezi Direnişi, 12 Eylül ile bir kitlesel hesaplaşmanın başlangıcı oldu ve o tarihten başlayarak, Gezi Direnişi, geri düşse de, sürekli direnişlerle süren bir direniş hattının oluşumuna yol açtı.

Direnişler yerel, fabrikalarda, okullarda, işyerlerinde zaman zaman sokaklarda sürdü. Ama bu 12 yıllık süre içinde hem bir kararlılık kazandı, hem de sürekli genişlemeye devam etti. Öğrenci gençliğin bu istikrarlı ve giderek kararlılık kazanan mücadeleyi anlaması gerekir.

Bir yandan, işçi sınıfının sendikalarının bile kendi sendikaları olmaması, diğer yandan kitlelerin zayıf örgütlülüğü, direnişin hızlı gelişiminin önünde bir engel olarak ortaya çıktı. Saray Rejimi, TC devletinin, direnişlere karşı bir çeşit olağanüstü devlet örgütlenmesi olarak ortaya çıktı. Kürt hareketine ve Türkiye’nin batısında süren direnişe karşı, emperyalist efendilerinin planlarının da gereği olarak TC devleti, bir olağanüstü rejim organize etti. Saray Rejimi, iç savaş hukuku ile her direnişin, en sıradan hak arama eyleminin, en sıradan bir tepkinin karşısında, anayasa ve yasaları da dinlemeden bir duvar örmeye başladı. Her kadın eyleminin, her öğrenci eyleminin, her işçi eyleminin, her çevre eyleminin karşısına TOMA’lar, coplar, basın, yalan makinaları, mahkemeleri, gazları ile dikildiler. Sessiz ve suskun bir toplum yaratmak istiyorlardı. “İç cepheyi güçlendirmek” bu amaçla devreye sokulan bir politika oldu. Herkesi susturmak istediler. Birçok insan, “acaba uslu eylem yaparsak, polis saldırmaz mı” diye düşündü. Bugün, devrimcilere, gençlere “provokasyon yaratmayın” diyenler, aslında, devletin Saray Rejiminin her zaman saldırgan olduğunu gizlemeye çalıştılar. CHP, kitleleri önce evine kapatmaya, devlete karşı durmamaya, sokaklara çıkmamaya, meydanları terk etmeye çağırdı. Ama bu politikalar da Saray Rejiminin saldırılarını azaltmadı. Tersine CHP’nin kitleleri eve sokma politikası geri tepmeye başladı.

12 yıl sonra, bu kez 19 Mart’ta, İmamoğlu’nun tutuklanması, diplomasının iptal edilmesi ile bardak taştı ve öğrenci gençlik, barikatları yıkmaya başladı. İÜ’de yıkılan barikat, aslında, her eylemde yıllardır kurulan polis barikatlarının da kafada yıkılması demektir. Kafaları en az kirlenmiş olanlar, barikatları ilk yıkanlar oldular.

CHP mantığına göre, İmamoğlu, 31 yıl önce diploma almış olarak ya da cumhurbaşkanı adayı olmak isteyerek, Saray’ı provoke etti. Bize, gençlere “provokasyon yapmayın” diyenler, aslında ortaya çıkan ve ortada olan baskı ve şiddet politikasının kaynağının devlet olduğunu, ortada bir devlet terörü olduğunu unutturmak istiyorlar.

Saray Rejimi, yıllardır, eğitim sistemini özelleştirmektedir. Özel eğitim kurumları ile, öğrenciler müşteri hâline getirilmiştir. Eğitimin kendisi, üretken bir öğrenme süreci olmaktan çıktı ve bir çeşit tüketim sürecine çevrildi. Eğitim, bilimden koptu ve devletin baskı aygıtının bir parçası hâline getirildi.

Saray Rejimi, bilimsel eğitimi yok etmektedir. Üniversiteler bir yandan liseleştirilmekte, bilimden uzaklaştırılmaktadır. Liseler ise, bilimi dışarı atar gibi, imamhatip okulları hâline getirilmektedir. Ve bu arada sürekli bozulan eğitim nedeni ile, özel okul ağı büyütülmektedir. Üniversite mezunları işsizlikle karşı karşıyadır. Üniversite öğrencileri, bilinen tüm aşağılanma ile karşı karşıyadır. Okullarda dinî uygulamalar ile polis uygulamaları birlikte devreye sokulmaktadır. Öğrenciler, çok ciddi bir barınma sorunu ile, tarikatların kollarına itilmekte, açlıkla karşı karşıya kalmakta, milyonlarca öğrenci, barınma sorunu da içinde mali sorunlar nedeni ile, eğitimin amacı hâline getirilmiş olan üniversiteyi kazandıkları hâlde, üniversitelerini yarıda bırakmak zorunda kalmaktadır. Üniversiteler, seçilmiş rektörler tarafından değil, atanmış ve daha çok polis tarzında bir yönetimi kendine rehber edinmiş rektörlerce yönetilmektedir. Kayyum rektör, eşittir polis rektördür. Bu arada ise, liseler de dâhil, tüm eğitim sistemi, giderek daha fazla imamhatipleştirilmektedir. Okullara imamlar atanmakta, polis, imam ve uyuşturucu çeteleri okulların yönetimini devralmakta, öğrenciler, bu üçlü arasında sıkıştırılmaktadır. Eğitim bilimden tümden uzaklaştırılmaktadırlar. Böylece parası olana “özel okul” sunulmaktadır. Nasıl parası olana özel hastahane sunuluyorsa, parası olana özel okul sunulmaktadır. Özel okula çocuğunu gönderen aileler, yatırdıkları paranın karşılığını almak için, çocuklarını birer “inek” hâline getirmeye yönelmektedir.

İşte tüm bu baskı ve şiddet ortamı, Saray Rejiminin ürünüdür.

Kendi geleceği olmayan kapitalist sistem, gençlerin geleceğini çalmakta, onları sürüler hâline getirmek istemektedir.

Diğer yandan üniversitelerin özelleştirilmesine paralel olarak, okullar birer AVM’ye çevrilmektedir. ODTÜ arazisine el koyma girişimleri akıllardadır, Boğaziçi’ni yok etme girişimleri akıllardadır.

İşte tüm bu baskı ve şiddet politikası, nasılsa öğrenciler apolitiktir, diye rahatlıkla sürdürülürken, bir anda öğrenci hareketi, onurlu direnişine başlamış, toplumsal sorunlara uzak olmadığını göstermiş ve İÜ önünde kurulmuş olan barikatı aşmıştır.

ODTÜ’de direnen öğrencilere, “provokasyon yapıyorlar” demek, olsa olsa, devletin bir uzantısı olan CHP’nin değerlendirmesi olabilir. Öğrenciler direnme hakkına sahiptirler ve her yol ve araçla, Saray Rejimine karşı direnmek meşrudur.

Saray Rejimi, 2015 yılından beri, her seçime hile katmaktadır. Sandık, Saray Rejimini meşrulaştırmak için kullanılmaktadır. Ülkenin başta Kürt illeri olmak üzere seçilmiş belediyelerine, yani hilenin işe yaramadığı belediyelere, adım adım kayyum atamışlardır. Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri ve onlarla birlikte tüm üniversiteliler, elbette kayyumun ne olduğunu bizzat kendi yaşamlarından, okullarından bilmektedirler.

İşte, bardağı dolduranlar tüm bunlardır. Bardağı taşıran İmamoğlu’nun diplomasının iptali ve tutuklanması, belediyeye kayyum atanma ihtimalidir. Ama mesele sadece İmamoğlu, sadece İBB’ye kayyum atanması değildir. Burada saymadıklarımız da dâhil, Saray Rejiminin tüm uygulamalarıdır.

Saray Rejimi seçimle gelmemiştir. Bu konuda CHP ile aynı fikirde değiliz. CHP, seçimlerin sonucunda “adam kazandı” politikasına yatkındır. Erdoğan, “atı alan Üsküdar’ı geçti” derken, yaptığı hileleri açıkça ifade etmektedir. Ülkede, tüm devlet çarkını sarmış olan bir hırsızlık, Saray’ın her taşında, her odasında egemendir. Kendi diploması “kayıp” olan Erdoğan, cumhurbaşkanı ya da başkan iken, diploma tartışmaları yapılmaktadır. Tüm halkla, tüm gençlerle açıkça alay edilmektedir. Ve tüm bunlar, Saray Rejiminin meşru olmadığını göstermektedir. CHP ve diğer burjuva partiler, Erdoğan’ın seçimle geldiğini söylemektedir, yalandır. Erdoğan, kendi kendine seçim sonuçlarını ilan etmekte, tüm burjuva partiler, bu sonuçları başlarını eğerek kabul etmektedir. Bu bir ilkokul müsameresinden berbat bir oyundur.

İşte gençlik, bu sürece alışmayacağını ilan etmiştir.

Şimdi önümüzde bir soru vardır: Öğrenci hareketi ne yapmalıdır?

Bu sorunun yanıtı, önce acil istemlerin, taleplerin ortaya konulması ile başlayarak verilebilir.

Öğrenci hareketi, önce barikatı aştı, sonra meydanlara taştı ve ardından boykotlar örgütledi. Öğrenci hareketinin birçok eylemine öğretim üyelerinin bir bölümü katıldı. Peki, güncel talepler ileri sürmek yeterli midir? Elbette değildir. Bir de işin örgütlenme bölümü vardır. Taleplerden başlanabilir.

1

Öğrenciler, bu eylemlerde tutuklandı, coplandı, gazlandı vb. Bu açıkça bir devlet şiddetidir. Öğrencilere, gençlere “provokasyon yapmayın” diyenler, önce özür dilemelidir. Özgür Özel ilk özür dileyenlerden olmalıdır.

2

Öğrencilere saldırı emrini veren, onlara karşı şiddet uygulayanlar yargılanmalıdır. Bu yargılananlar arasına, valiler, il emniyet müdürleri ve İçişleri Bakanı da dâhil edilmelidir. Çünkü emri veren onlardır.

3

Tutuklu ya da gözaltında bulunan tüm öğrenciler serbest bırakılmalı, haklarında açılmış dosyalar imha edilmelidir. Akademik kayıpları karşılanmalıdır.

4

Tüm üniversitelerde kayyumların görevine son verilmelidir. Kayyum rektörler vb. yerine, seçimle rektör vb. seçilmelidir. Seçilmiş öğretim üyelerinin, tekrar cumhurbaşkanı vb. tarafından atanması şeklindeki uygulama son bulmalıdır. Seçilmiş rektörler, üniversiteleri polisten arındırmalıdır. Üniversiteler karakol ya da istihbarat merkezleri değildir. Polis üniversiteleri terk etmeden, bilimsel ve akademik bir eğitimin yapılması mümkün değildir.

5

Ülkenin herhangi bir il veya ilçesinde belediyelere atanan kayyumlar, görevlerini seçilmiş belediye başkanlarına devretmelidir. Belediye başkanlarının yerine birisi gelecekse, bu kişi belediye meclisleri tarafından seçilmelidir.

Bunlar ilk aşamadaki taleplerdir.

Ancak, açık ve nettir ki öğrenci hareketi, örgütlü değil ise, bu talepler gerçekleşse dahi, geçici bir durum ortaya çıkacak ve ardından, tekrar gerici ve karşı-devrimci devlet saldırısı devreye girecektir.

İşte, tam bu noktada nasıl bir öğrenci örgütlenmesi sorusu ortaya çıkmaktadır.

19 Mart direnişi göstermektedir ki, öğrencilerin politikaya uzak olduğu tespiti yerinde değildir. Öğrenciler, sonuçta, bir toplumsal sorun olan kayyum politikasına karşı çıkarken, doğrudan bir politik tutum almaktadırlar. Kendileri örgütsüz olsa da öğrenciler, politik bir sorun için hareket etmişlerdir. Öğrenciler, “barınamıyoruz” derken, aslında tam da tüm ekonomik ve sosyal sorunlarla doğrudan bağ kurmaktaydılar.

Öğrencilerin sorunları, üç temel başlıkta toplanabilir:

Birincisi, akademik-demokratik sorunlarıdır. Bu “özgür ve bilimsel eğitim” talebinin karşılığıdır. Yani, öğrenciler, üniversitelerde çağ dışı bir eğitim ile, bilim dışı bir eğitim ile ve buna uygun polis tarzı bir yönetimle karşı karşıyadır. “Özgür ve bilimsel eğitim”, tüm bu akademik-demokratik taleplerin ana başlığıdır.

İkincisi, ülkede süren ekonomik kriz ve eğitimde bunun yansımaları ile karşı karşıyadırlar. Bunun bir yönü, eğitimin neoliberal politikalar doğrultusunda özelleştirilmesi, öğrencilerin müşteri hâline getirilmesidir. Bunun diğer yönü ise, açlık, yoksulluk, barınma yeri sorunu vb.dir. Bu nedenle öğrenciler, kapitalist sistemin tüm eğitim politikalarına karşı durmak zorundadırlar. Öğrenci gençlik, burjuva ideolojisinin her biçimine, her türden aşağılama, ayrımcılığa, ırksal, cinsel, dinsel vb. ayrımcılığa, şovenizme karşı çıkmak zorundadır.

Üçüncü başlık ise, toplumsal sorunlara duyarlılıktır. Kayyum politikasında olduğu gibi, öğrenci hareketi, işçi direnişlerine de duyarlı olmak zorundadır. Kendisi üniversitede olan bir öğrenci, lise ve ortaokuldaki gerici eğitim uygulamalarına da karşı durmak zorundadır.

İşte bu üç başlık altında, bir öğrenci hareketi, bir öğrenci örgütlenmesi gereklidir.

Özgür Üniversite Hareketinin, merkezî ve geniş bir örgütlenme olarak geliştirilmesi, örgütlenmesi gereklidir.

Özgür Üniversite Hareketi, sadece bizim Kaldıraç Üniversitenin içinde yer aldığı bir örgütlenme değildir. Tersine, geniş bir örgütlenmedir. Bu nedenle farklı anlayışta, farklı bakışta öğrencilerin de içinde yer alacağı bir geniş örgütlenmedir.

Bu örgütlenmenin üç ilkesi olmalıdır:

1- Özgür Üniversite Hareketi, öğrencilerin temel sorunları etrafında bir örgütlenmedir. barınma, yemek vb. sorunları kadar, akademik sorunlarına da sahip çıkmak zorundadır. Özel eğitime ya da eğitimde özelleştirmeye karşı durmak Özgür Üniversite Hareketinin (ÖÜH) vazgeçilmez tutumlarından biridir. Lisede, ilkokulda, üniversitede vb. özel okul anlayışına karşı durmak bir zorunluluktur.

Eğitimin bilimsel temellerden koparılması, bilimin ilkokuldan, ortaokuldan, liseden ve üniversiteden kovulması, önemli bir saldırıdır ve bu saldırıya, öğrenci-öğretmen-aile dayanışması ile karşı koymak gereklidir. ÖÜH, bir örgütlenme olarak, bunu temel alan öğrencilerin ortak örgütü olmalıdır.

Eğitimin “özgür ve bilimsel eğitim” temelinde örgütlenmesi, okulların da demokratik bir biçimde yönetilmesi ile mümkündür. Okullar, kayyum rektörlerle yönetilemez. Kayyum rektör, devlet ajanı rektör demektir. Akademik bağımsızlık, polisin okulları terk etmesi, okulların seçilmiş dekan ve rektörlerle yönetilmesi demektir. Her okulda, öğrenciler, bu seçimlere müdahil olmalıdır. Öğrencilerin temsilcileri aracılığı ile oy hakkı olmalıdır.

Tüm bu talepler, akademik-demokratik taleplerdir.

Bir öğrenci, eğer özel okullaşmayı savunuyorsa, elbette onun ÖÜH’te yeri olmaz. Evet, ÖÜH bir sosyalist örgüt olmayabilir. Ama okulda polis-rektör-kayyum politikasını destekleyen, özgür bilimsel eğitimden yana olmayan, özel eğitime karşı olmayan kişi, elbette ÖÜH’ün içinde yer almamalıdır.

2- Özgür Üniversite Hareketi, egemenin, burjuvazinin ideolojisinin her türüne karşıdır ve elbette bu temelde bir hattı vardır. Örneğin bir faşistin ÖÜH içinde yer alması düşünülemez.

Evet, ÖÜH, geniş ve merkezî bir öğrenci örgütlenmesidir. Ama nasıl ki özel okullara karşı durmayan, paralı eğitime karşı durmayan kişi ÖÜH ile aynı yerde değil ise, benzer biçimde, neoliberal politikalara, şovenizme, her türden aşağılanmaya, cinsel, ırksal, renksel, mezhepsel vb. ayrımcılığa karşı olmayan da ÖÜH saflarında yer bulamaz.

ÖÜH, nasıl ki özgür ve bilimsel eğitimden yana ise, aynı biçimde, her türlü ayrımcılığı teşvik eden, ırkçı, şovenist, cinsiyetçi, mezhepçi vb. anlayışlara da karşıdır.

3- ÖÜH, toplumsal sorunlara gözlerini kapayamaz. ÖÜH, karakteri gereği, toplumsal sorunlara duyarlı olmak zorundadır. Her kriz, öğrencilere yansır, her toplumsal sorunun gençliğe denk düşen bir yönü vardır.

Demek ki öğrenci hareketi, özü gereği, akademik-demokratik sorunları nedeniyle, neoliberal politikalara karşı durma zorunluluğu nedeniyle, toplumsal sorunlara olan duyarlılığı nedeniyle, sisteme karşı mücadelenin bir parçası olmak zorundadır.

Elbette bu ilkeleri kabul eden, farklı bakış ve ideolojiye sahip tüm öğrencilerin içinde yer alacağı bir geniş örgütlenmedir ÖÜH.

Bu öğrenci hareketinin örgütlenmesi, en geniş öğrenci kitlesini kapsamalıdır. Ama elbette kendi ilkeleri temelinde. Burjuva partilerin öğrenci gençlik içindeki uzantıları, elbette var olacaktır. Ama bu kesimler, ÖÜH’e zaten mesafeli duracaktır.

Her devrimci hareket, her sol hareket kendi örgütlenmesini geliştirebilir, geliştiriyor da. Ama kitlesel öğrenci hareketi, bundan daha farklı, herkesin içinde olabileceği bir yapıdır. ÖÜH, üniversite içinde bölüm, fakülte bazında seçilmiş temsilcilerin örgütlenmesine dayanmalı, oradan üniversite örgütlenmesi geliştirilmeli ve oradan, tüm ülke çapında örgütlenmelidir.

Kuşku yok ki, bunun doğru biçim ve yollarının bulunması, genel olarak öğrencilerin, özel olarak ise öğrenci yoldaşlarımızın işidir. Bu konuda bir biçim dayatmadan, mücadele ve direniş hattını temel alan biçimlerin gelişimine dikkat ederek bir yol izlenmelidir.

Devrimci öğrenciler, bu sürecin bizzat örgütleyicileri olmalıdırlar. o

Saray Rejimi, sermaye, boykot ve genel grev

1 Mayıs 2025 | Adana

19 Mart 2025’te sokaklara ve meydanlara taşan direniş, yönünü arıyor. Yönünü ve yolunu belirlemeye çalışıyor.

Bir başka sosyal patlamadır. Gezi’den daha dar kapsamlı, bazı açılardan daha geri, bazı açılardan daha ileri özellikler içeren bir toplumsal patlamadır.

Kendiliğinden gelişmiştir ve Kaldıraç’ın geçen sayısında, eylemlerin hemen ilk anında söylediğimiz gibi, yönetenlerin yönetme güçlüğünün yanında, kitlelerin, geniş kitlelerin, bu sistemde olduğu gibi yönetilmek istemediklerinin de ifadesidir. Bir anlık psikoloji ile sınırlı bir tepki değildir, aynı zamanda bir durumun, örgütsüz kitleler tarafından ifade edilmesidir. Tepkinin açık olarak sokaklara çıkmasıdır. Özgürlük talebinin sokaklara, meydanlara çıkması, boy göstermesidir.

Bardağı taşıran son damla, İmamoğlu’nun cumhurbaşkanı adayı olmak üzere yola çıkmasına karşılık, bunu önlemek için diplomasının iptal edilmesi ve tutuklanması olmuştur. Ama kitlelerin talebi İmamoğlu ile sınırlı değildir. Hâlâ bayram sonrası bile, kitleler İmamoğlu’nun özgürlüğünden çok, herkesin özgürlüğünü, en çok da gözaltına alınan öğrencilerin özgürlüğünü talep etmektedir.

Saray Rejimi, bir iç savaş organizasyonudur.

Saray Rejimi, yağma, rant ve savaş ekonomisine dayanan, TC devletinin olağanüstü örgütlenmesidir.

Saray Rejimi bu karakterini açık olarak ortaya koymuştur.

Gezi Direnişi ile “şaftı kaymış” olan TC devleti, 19 Mart direnişini durdurmak için bayramı fırsat bilip, ardına tatil eklemiş ve okulları kapatmıştır. Okullar, üniversiteler, kayyumlara rağmen, açık polis örgütlenmesine dönüşmüş olan rektör atamalarına rağmen, direnişin boy verdiği yerler olmuştur ve Saray Rejimi, ikinci bir korku yaşamaya başlamıştır.

CHP, kitlelerdeki öfkeyi yönetmek için kitlelerin direnişinin başına kendi tarzında geçmeye çalışmıştır.

Ama kitleler, gençler, CHP’yi önüne katmış ve CHP “faşizme karşı direniş”, “miting değil eylem bu” demek zorunda kalmıştır. Başka türlü, CHP, bu kitleleri durduramazdı. Ve bugün hâlâ, durdurabileceği şüphelidir. Çünkü CHP, Saray Rejiminin bir parçasıdır. Bu nedenle, CHP lideri eylemlerde bir kişilik bulmaya başlasa da, tüm dikkatini, AB ve ABD’den gelecek seslere, açıklamalara dikmiştir. Ama nafile. Savaş içinde AB ve ABD, Saray Rejimini kısa sürede Erdoğan ile sürdürme kararındadır. Ortadoğu’da savaş planları buna dayalı olarak yapılmıştır ve bugün, ABD at değiştirmeye niyetli değildir. Erdoğan’ı cesaretlendiren de budur. Bunu fırsat bilmektedir. CHP, gerçekten bir sonuç almak istiyorsa, kitlelerin direnişine kendini “emanet etmesi” gerekir. Bunun ilk adımı olarak, elindeki tüm bilgi ve belgeleri açıklamalıdır. AB ve ABD’den izin alarak, oradan işaret bekleyerek bir sonuç alması mümkün değildir.

Evet CHP, kitlelerin önüne geçmeye çalışmıştır, çalışacaktır. Ama kitleler, CHP’yi önüne katmaktadır ve bu durum, direnişin yeni liderliklere ihtiyaç duyduğunun da kanıtıdır. Bu nedenle, devrimcilerin, durumu doğru analiz etmesi gereklidir. Seçimlerde CHP’nin kuyruğuna takılmak ile, bu eylemlerde CHP mitingleri içinde gerçek talep ve sloganları ortaya koymak, tamamen ayrı şeylerdir.

Araya giren bayram tatili, direnişin ateşini söndürmek için kullanılmıştır. Ama Saray Rejiminin daha da saldırganlaşacağını anlayan kitleler, öğrencileri gözaltından, hapisten çıkartmanın yolunun direniş olduğunu bilmekte, sezmektedir. Bu nedenle, yerel meydanlarda, “ya hep beraber ya hiçbirimiz”, “her yer Taksim her yer direniş”, “faşizme karşı omuz omuza” sloganları yükselmektedir.

2 Nisan 2025’te, “satın almamak” üzerinden bir boykot gelişmiştir.

Öğrencilerin “boykot” eylemlerinden farklı olarak, tüketmemek üzere bir günlük satın almama boykotu, beklenenden çok daha fazla etkili olmuştur. Saray, hemen “boykot darbedir” demeye başlamıştır. Evet, onların iradesine karşı bir irade olduğunun kanıtıdır.

Ama “boykot” yeterli değildir.

Kişisel olarak “böyle yaşamak istemiyorum” demenin en risksiz yollarından biridir ve etkili bir biçimde destek almıştır.

Ama etkili yol, “genel grev ve genel direniş”tir.

Buraya gelmeden, Saray Rejiminin niteliği üzerine bir kere daha durmamız gereklidir.

Saray Rejimi, sadece “yandaş sermaye”nin iktidarı demek değildir.

Saray Rejimi, ülkenin büyük sermayesinin, tekellerin, onların efendileri olan uluslararası sermayenin örgütüdür.

Yani Saray Rejimi, devletin sahiplerini değiştirmemiştir. Burjuva devletin sahipleri, emperyalist sermaye, emperyalist güçler, onların yerli ortakları olan yerli tekelci sermayedir. Erdoğan, sinirlerine yenilip ağzını açtığında bazı gerçekleri ağzından kusar gibi çıkartmaktadır. Birçok kere, sermayeye seslenerek “bizim sayemizde grevler erteleniyor, kârınıza kâr katıyorsunuz,” demiştir. Bu doğrudur. Koç, Sabancı, tüm büyük bankalar, tüm tekeller, Saray Rejiminden önce de var olanlar, kârlarına kâr katmıştır ve Saray Rejiminden rahatsız değildirler.

Bu nedenle, Saray Rejimi beşli çetelerin hizmetindedir, demek yeterli değildir. Yanlış değildir ama eksiktir. Saray Rejimi, tüm tekellerin devletidir. Başkası da mümkün değildir.

Elbette “yandaş sermaye” diye bir şey vardır.

Ama sadece “yandaş sermayeyi boykot” etmek yeterli değildir. Önemlidir ama yetersizdir.

Saray Rejimi, sadece rant rejimi değildir.

Saray Rejiminin ekonomisi sadece yağma ekonomisi değildir.

Saray Rejiminin ekonomisi, rant-yağma ve savaş ekonomisidir.

Ve daha çok savaş ekonomisine doğru evrilmektedir. Savaş ekonomisinin içinde yağma vardır, rant vardır. Suriye’deki işgale bakın, bu rant ve yağmayı göreceksiniz. Saray Rejimini savaş ekonomisinden ayırmak, savaş ekonomisini hafife almak doğru değildir. Ve bu ekonomi politika, tüm tekellerin, emperyalist tekeller ve onların yerli ortaklarının çıkarlarına dayanır. Bankaların kârlarına kâr katması bunun en açık ifadesidir.

Bu nedenle, tüketmemek üzere “boykot” yeterli değildir.

İşçilerin artan direnişi ile, gençlerin sokaklardaki, kadınların sokaklardaki direnişi birleşmek zorundadır. Direnişin kaynağı, işçilerin eylemlerinde, kadınların eylemlerinde, öğrencilerin eylemlerinde görülebilir. Bunun CHP ile ilgisi yoktur.

Tüm burjuva partiler Saray Rejiminin içindedir.

Tüm burjuva partiler, “içeride ve dışarıda savaş” politikalarının destekçisidir.

Bugün CHP cumhurbaşkanı adayı çıkartmaya kalkınca, CHP’nin üzerine yürüyen Saray Rejimi, esas olarak yıllardır, işçilerin, emekçilerin, kadınların, öğrencilerin üzerine yürümektedir. Ve CHP, bizi, Saray Rejiminin seçimle değişeceğine ikna etmek istemektedir. Oysa bizzat CHP de, “meşru” gördüğü seçimlerin hileli olduğunu bilmektedir. Bu nedenle, İmamoğlu için geniş desteği, seçim öncesinde aramaktadır. Anlamlıdır ama Saray Rejimi seçimle gitmez.

Bugün, tüm direnişleri “seçim kampanyası”nın bir parçası olarak görmek hatalıdır, yanlıştır, çıkmaz yoldur. Bu nedenle, direniş, seçimleri beklemeye endekslenemez, kendi yolunu bulmak, gelişmek, birleşerek kitleselleşmek zorundadır. CHP, hem İnce döneminde hem Kılıçdaroğlu adaylığında seçimler umudu ile kitleleri aldatmıştır. Bu kez olmaz. Bu kez, buna izin verilemez. CHP içindeki tüm direniş yanlısı unsurlar, ellerindeki bilgileri halkla paylaşmak, Saray’ın entrikalarını deşifre etmek zorundadır. Ülkede hırsızlık kol gezerken, hırsızlık en üst katlarda “normal” iken, bunları açıklamamak, onurlu direniş yoluna girmemektir.

Saray Rejimi, egemenin rejimidir.

Kimdir egemen olan?

Emperyalist efendilerdir. Onların yerli ortaklarıdır. Hiçbiri tek başına değil, hepsi birliktedir. Emperyalist efendiler ve onların yerli uzantıları, uluslararası tekeller ve onların yerli ortakları egemenlerdir. Ve bu egemenlere karşı, özgürlük ve sosyalizm savaşımıdır.

Böyle yaşamak istemiyoruz.

Evet, ama bu yetmez. Nasıl yaşamak istiyoruz? İnsanın insan tarafından sömürülmediği, insanın insana kulluğunun ortadan kalktığı, savaşsız, sömürüsüz, özgür bir dünya istiyoruz. Bu dünyanın neresinde olursa olsun, tüm işçilerin içinde yatan istektir.

Biz, burjuva egemenliğin Saray Rejimi biçimini değil sadece, burjuva egemenliğin tüm biçimlerini yok etmek istiyoruz. Burjuva devlet çarkını parçalamak, onun yerine sosyalist bir devrimle, dünya çapında savaşsız, sınıfsız, sömürüsüz bir dünya istiyoruz.

Bu savaş, işçi sınıfı ile, onları sömüren, onların kanlarını fabrikalarında emen burjuva sınıf arasındaki mücadeledir. Bu savaşta egemenin, burjuvaların ellerindeki en gelişmiş aygıt devlettir. Devlet, burjuva sınıfın örgütüdür.

Hayatı üreten ise işçilerdir.

Her ne ürün olursa olsun, ister cep telefonu, ister peynir, ister ekmek, ister otomobil, ister elbise, ister ayakkabı, ister kahve, tümünü üreten emekçilerdir, işçilerdir.

Hayatı üretenler, yönetimde olmalıdır.

Hayatı üretenlerin gücü, kalabalık olmalarıdır, üreten olmalarıdır.

İşçi sınıfının üretimden gelen gücünü devreye sokmak gerekir.

Bu nedenle, boykot ederken dahi, genel grev genel direniş sloganını yükseltmek gerekir.

Ülkemizde sendikalar, devletin denetiminde, çoğu devlet ajanları tarafından yönetilmektedir. Elbette işçi sendikaları da vardır. Bunlar maalesef azınlıktadır. 12 Eylül karşı-devrimi ile sendikalar devletin uzantısı hâline getirilmiştir. Bu nedenle sendikalar, işçileri, direnişlerinde büyük ölçüde yalnız bırakmaktadır.

Sendikalar utanılası bir sessizlik içindedir.

Tam da bu nedenle, kitlelerden, eylemlerden, sokaklardan, meydanlardan yükselmekte olan genel grev ve genel direniş sloganı, çok kıymetlidir.

Sendikalar, işçilerden gelecek olan baskılara dayanamayacaktır.

İşçiler grev yapmak için, yasalardan izin almazlar.

Bize kimse “yasalardan” söz etmesin. Saray Rejimi, bir iç savaş hukuku uygulamaktadır. Bizim her eylemimiz, bizim her direnişimiz yasadışı, terör eylemi olarak ilan edilmektedir. Devlet açık bir devlet terörü uygulamaktadır. Polis, kadın cinayetleri söz konusu olunca ortada yoktur, işçiler fabrikalarda iş cinayetlerinde ölürken ortada yoktur, ülkede her gün 30 çocuk kaçırılırken polis ortada yoktur. Ama işçilerin, öğrencilerin, kadınların her eyleminde polis tam tekmil, copu ile, kalkanı ile, TOMA’sı ile, gazı ile, basını ile onların karşısındadır. Polisin müdahale etmediği hiçbir eylemde, hiçbir gösteride, hiçbir hak arama eyleminde sorun yaşanmamaktadır. Bu nedenle, direnişçileri, öğrencileri, gençleri, kadınları provokasyonla suçlamak, kimsenin haddine değildir. Tümü ile devlet yanlısı bir tutumdur. Saray Rejimini destekleyen bir tutumdur.

Saray Rejimini durduracak şey, direniştir.

Direniş gelişmeli, yayılmalı, örgütlenmelidir.

Direnişlere damgasını vuran örgütsüzlük yenilmelidir.

Bu nedenle, öğrencilerin, kitlelerin, kadınların direnişi ile işçi sınıfının direnişi birleşmelidir. İşçi sınıfı, ayağa kalkmalı ve direnişin önderliğini almalıdır. Bunun için Birleşik Emek Cephesi acil bir ihtiyaçtır. Birleşik Emek Cephesi, direnişlerin bağını kurmak, onları koordine etmek, doğru rotayı göstermek için acil bir ihtiyaçtır.

Tüm direniş cephesinin sloganı, genel grev ve genel direniş olmalıdır. Hayatı durdurmak, tüm direnişlerin aynı kanala akmasının yoludur.

Saray Rejimi, sadece beşli çetenin iktidarı değildir.

Saray Rejimi, tüm sermayenin, yandaş ya da değil, tüm sermayenin iktidarıdır.

Saray Rejimi, içeride ve dışarıda savaş politikasının gereği olarak, topyekûn bir saldırı politikası uygulamaktadır.

Saray Rejimi, tüm toplumsal muhalefeti durdurmak, sindirmek istemektedir.

Bu topyekûn saldırıya karşı, topyekûn direniş gereklidir.

Direniş, örgütlü güç ile gelişir ve yayılır.

Direniş aklı açar, katılımcısını güzelleştirir.

Şimdi, genel grev ve genel direnişi örgütlemenin zamanıdır.

Şimdi, direnişçilerin örgütlenmesinin zamanıdır.

Şimdi, işçi sınıfının ayağa kalkmasının zamanıdır.

Yaşasın genel grev, yaşasın genel direniş!

Saray Rejimi, iç savaş hukuku, baroya saldırı ve Selçuk Kozağaçlı örneği

1 Mayıs 2025 | Kadıköy

Selçuk Kozağaçlı bir avukattır, hâlâ avukattır. Selçuk Kozağaçlı bir devrimci tutsaktır ve hâlâ tutsaktır.

Selçuk, ÇHD’nin onursal başkanı ve avukat ile özdeşleşen savunmanın savaşçısı, onurudur.

19 Mart’ta başlayan kitlesel eylemler, “böyle yaşamak istemiyorum, sizin iradenize boyun eğmeyeceğim” olarak adlandırılabilir. Ve korkunun aşılması, kitlelerin kendi iradelerini ortaya koyma sürecinin başlangıcıdır. Bu nedenle, Saray Rejimi, tüm baskı makinası ile, hukuku, mahkemesi, hapishanesi, işkencesi, basını, kolluk kuvvetleri, copu, TOMA’sı, gazı ile topyekûn bir saldırı politikasını sürdürmek istiyor. Bunu zaten yapıyorlar. Bunu sürdürmek istiyorlar. Bunun için, her türlü oyunu devreye sokuyorlar. Derler ya, “Osmanlı’da oyun bitmez”, işte TC devletinde de oyun bitmez.

Korkuyu egemen kılmak için, Selçuk Kozağaçlı’yı önce salıverip, sonra tekrar tutukluyorlar.

Selçuk Kozağaçlı, verilen cezayı yatmıştır. Ceza infaz olmuştur, bitmiştir. Ve elbette salıverilmesi gereklidir. Ama Saray Rejimi, baskı ve şiddet politikası ile, psikolojik savaşı birlikte yürütmektedir. Bu “içeride ve dışarıda savaş” politikasıdır. Bu nedenle, Selçuk’u serbest bıraktılar ve ardından, “aaa, pardon” deyip tekrar tutukladılar.

Sözüm ona, hukuk silahı ile, direnenlerle dalga geçmektedirler. Oysa gerçekte, yönetme krizlerini her yolla açığa vurmaktadırlar.

Saray Rejiminin hukuku, bir çeşit “saray hukuku”dur. Sadece adı “adliye sarayı” olarak değiştirilen adliyelerin yeni hâline dikkat çekmek isterseniz, size saray hukuku demek yeterli olabilir. Ama gerçekte bu yetersizdir.

Bugünün burjuva hukuku, bugünün Saray Rejimi eli ile uygulanan hukuk, “iç savaş hukuku”dur.

Onlar, sermaye sahipleridir. Biz ise işçileriz, emekçileriz, kadınlarız, gençleriz.

Onlar egemenlerdir; NATO’su, ABD’si, AB’si ile emperyalist efendiler ve onların yerli ortakları olan tekelci sermayedir. Biz ise, devrim için savaşan, insanın insan tarafından sömürülmesine son diyen, savaşsız ve sömürüsüz, aşağılanmanın her türünün ortadan kalktığı bir dünya için savaşan devrimcileriz.

Onların “aydın”ları, burjuva aydınlar, emperyalist efendileri, Saray Rejimi için kalem tutan kalemşörlerdir. İşte onların hukukçuları da bunlardandır. Bir avuç dolara, değil vicdanlarını, her şeylerini satabilen, insan olmaktan çıkmış, egemenin hizmetçileridir.

Bizim aydınlarımız, emekten yana, mücadele eden, direnen, entelektüel bilgisi ile işçi sınıfının savaşımında yer alan, fizikî olarak mücadele etmekten, bedel ödemekten çekinmeyen devrimci aydınlardır. İşte Selçuk Kozağaçlı, bizim cephenin, devrim ve sosyalizm cephesinin, işçi sınıfının cephesinin aydınlarındandır.

Egemen, Saray Rejimi, bir avukatı, cezasını yatmış olan bir devrimciyi, önce serbest bırakıp sonra tutuklamaktadır. Bu onların psikolojik savaş oyunlarının bir başkasıdır. İçeride ve dışarıda savaş politikasının devamıdır. Sözüm ona, bu hamle ile, devrimci aydınları, devrimcileri yıldıracaklar. Oysa, tartışmasız bir biçimde Saray Rejiminin hukukunun bir “iç savaş hukuku” olduğunu ortaya koymaktadırlar.

İstanbul Barosu, dünyanın en büyük barolarından biridir. O baroyu büyük yapan, içinde yer alan dürüst, direnen avukatlardır. Ve Saray Rejimi, İstanbul Barosuna saldırmaktadır. Dava, 28-29 Mayıs’ta, Silivri’de yapılacak şekilde ayarlanmıştır. Bir, korku salmak istiyorlar. Yani Silivri, hapis yatmaya yakın bir yer anlamında simgedir. İkincisi, Saray Rejimi, bir iç savaş rejimidir ve TC devletinin olağanüstü olarak örgütlenmesidir. “Olağan” yöntemlerle yönetemiyorlar. Hiç yönetemiyorlar değil elbette. Bu da sermayenin yönetiminin bir tarzıdır. Ve bunun bir kanıtı olarak, baronun davasını Çağlayan’dan kaçırıyorlar. Nasıl ki bir devrimci avukatı önce tahliye edip sonra tutuklayarak bir psikolojik savaş devreye sokuyorlarsa, burada da aynısı söz konusudur. İç savaş makinası olarak TC devleti, Saray Rejimi, Çağlayan’da, dünyanın en büyük barosunu yargılayamıyor.

Adalet sarayı yapmışlar. Ama “adalet sarayı”nda, baroyu yargılamaktan ürküyorlar ve davayı Silivri’ye taşıyorlar. Böylece Çağlayan’da dışarıda ve içeride yer alma ihtimali yüksek olan kitle, içeride avukatları, dışarıda dayanışma için gelecek kitle Silivri’ye gelmez, diye düşünüyorlar. Artık, en küçük adımı, bir sıçan gibi kurnazlıklarla atmaya çalışıyorlar. Adalet sarayının savcıları, artık bir sıçan kurnazlığı ile hareket ediyorlar: kap ve kaç. Tahliye et ve sonra tutukla. Adına hukuk ve bağımsız yargı de.

Burjuva muhalefet, CHP dâhil, hemen “TC devleti, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir” nakaratını devreye sokuyor ve buna muhalefet diyorlar.

İç savaş hukuku budur.

Birçok hukuk “uzman”ı, birçok “salon muhalifi” hep birlikte, Saray Rejiminin “hukuksuz” davrandığını söylüyor. “Hukuk,” diyorlar, “ayaklar altındadır.” İyi de kimin hukuku, kimin ayakları altındadır? Hukuk, burjuva hukukudur, egemenin hukukudur. Ve onu ayakları altına alan bizzat sermaye ve onun iktidarıdır. Oysa işçi sınıfı, bu burjuva hukuku temel alamaz, almamalıdır. Onların, mücadele eden, hakkını arayan bir işçiyi, bir kadını, bir öğrenciyi yargılama hakları yoktur. Biz onların hukukunu temel alıp, onlar bize suçlu, onlar bize terörist dedi diye, kendimizi suçlu hissetmeyiz. Bizim hukukumuz, emeğin, işçi sınıfının hukukudur ve bu hukuk, direnişlerde, grevlerde, sokaklarda yazılacaktır.

19 Mart 2025 kitle eylemlerinde, eylemlerin seline katılan CHP bile, onların yasaklarını dinleyemez hâle geldi. Saray bağırdı, “eylemler yasaktır”, duyan olmadı. Olağan burjuva hukuk bunu, kitlesel sayılara bakarak, olumsuz kamu kararı olarak ele alır. Oysa olağanüstü hukuk, yani iç savaş hukuku bunu “devletin güvenliği öncelenmelidir” diye ele alır. Peki sonuç nedir? Eğer binlerce, yüz binlerce, milyonlarca insan bu kararı çiğnerse, ancak göstermelik olarak birkaç kişiyi seçip cezalandırabilirler. Bunu denediler. Ve hiçbir genç, onların verdiği cezayı “ceza” olarak kabul etmedi. Dahası, anne ve babaları, bu gençleri açık ve net bir dille savundular.

Artık cezalarının bir hükmü yoktur.

“İç savaş hukuku”, elbette, iç savaşın karşı cephesi olan Birleşik Emek Cephesinin de kendi hukukunu ortaya koymasını gerekli kılar, onu çağırır.

Onun için, içeride olmak, tutuklanmak, gözaltına alınmak, artık bir anlam ifade etmemektedir. Ne için mücadele ettiğini bilenler için bunun anlamı yoktur. Ülkenin hapishaneleri dolmuştur ve ülkenin hemen her evini bir çeşit ev hapishanesine çevirmek istiyorlar. Bu nedenle, “özgür” olmak ile tutsak olmak arasında bir fark kalmamıştır, bu fark azalmıştır.

Bu nedenle, İstanbul Barosu direnmek zorundadır. Bu direniş, elbette Saray Rejiminin “kap ve kaç” tarzı sıçanca taktiklerine karşı uyanık olmayı ve zamanında doğru tutumlar almayı gerekli kılmaktadır. Baronun yargılanmasını Silivri’ye de götürseler, avukatlar tüm kalabalıkları ile orada olmalıdırlar.

Saray Rejimi, sadece parlamentoyu ortadan kaldırmamıştır. Parlamentoyu ortadan kaldırmış, bunun sonucu olarak siyasal partileri, burjuva partilerini de gereksiz kılmıştır. Saray Rejiminin yönetim yeri, doğrudan Saray’dır.

Osmanlı padişahlığı ile karşılaştırılamaz. Kadılık makamı ile bugünün savcı ve mahkemeleri benzer değildir. Kadı daha “bağımsız”dır. Öyle padişahlık, sultanizm gibi tanımlamalarla, “tek adam rejimi” gibi tanımlamalarla durum açıklanamaz. Bu Saray Rejimidir. Saray Rejimi, TC devletinin olağanüstü örgütlenmesidir. Bu nedenle duruma göre yasalar uygulanmaktadır ve hiçbir eylemlerini “yasa”ya uydurmakla kendilerini sınırlamadıkları da açıktır.

Bu nedenle, mesele Erdoğan meselesi değildir. İmamoğlu’nun bile tutuklanması izni ABD’den gelmektedir. Ekonomi nasıl ki uluslararası tekellerin bir bölümünden oluşan bir konsorsiyuma devredilmiş ise, ülkenin siyasal yönetimi de NATO’ya bağlı bir kabineye devredilmiştir. Bu bir çeşit savaş kabinesidir. Bu savaş kabinesinde her burjuva partiye bir rol biçilmiştir. Kimisinin rolü, “Türkiye Cumhuriyeti, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir” nakaratını bir dua gibi okumaktır. Hepsinin bir rolü vardır.

Saray Rejiminde hukuk, “hukuksuzluk” değildir. Tersine ortada bir hukuk vardır ve adı “iç savaş hukuku”dur. Bir mahkemede bir “sanık” bir savunma yaptığında, savunması bile bir yeni dava konusu olmaktadır. Bu hukuksuzluk değildir, iç savaş hukukudur.

Dikkat edilsin, bir iç savaş pratiği var ortada. Bir sanık, diyelim ki bırakılacak, hemen başka bir dava açılmaktadır. Bir çeşit esir tutma pratiğidir bu. Esir, savaş politikasının içindedir. Filistin’de direnenler, savaş esiri olarak alınmaktadır ve günü geldiğinde bir gün esir takası yapılmaktadır. İç savaşta esir alınanlar, serbest bırakılmıyor.

Saray Rejimi, söylediği gibi “seçimle” işbaşına gelmemiştir. Özel’in sık sık vurguladığı gibi, Erdoğan seçilmiş değildir. Saray Rejiminde seçim, bir manipülasyon aracıdır. Yerel seçimlerde hile yapılamaz durumlarda seçilen belediye başkanlarının yerine kayyum atanmaktadır. Erdoğan, eğer seçilmiş ise, efendilerce, NATO ve ABD tarafından seçilmiştir. Yoksa sandıktan çıkmamıştır. 2015 yılından bu yana tüm seçimler hilelidir. Ve Saray Rejimine seçilmiş muamelesi yapmak, Saray Rejimini bilerek, bilmeyerek desteklemek demektir. Seçilmiş olanlar belediyelerdir ve onlara da kayyum atanmaktadır. Bu durum, Saray Rejiminin aslında seçim denilen şeyi, sandık denilen şeyi ortadan kaldırdığının da kanıtıdır.

Buna rağmen neden seçim yapıyorlar? Yapıyorlar, çünkü, (a) nasılsa seçimde istedikleri hileleri yapabilmektedirler ve burjuva muhalefet buna razıdır, (b) seçim yolu ile kendilerini meşru göstermek istiyorlar. Bu padişahlıkta, bu tek adam rejiminde olmaz. Gerekli değildir. Tersine bu burjuva diktatörlüğün, burjuva devletin yeniden örgütlenmesidir. Bunu anlamadan, Saray Rejimine karşı tutarlı, sürekli bir mücadele yürütülemez.

Saray Rejimi, kitlesel bir direnişle yıkılacaktır.

Bu kitlesel direnişin ana unsuru, öncüsü işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı, gençlerin, kadınların direnişini kendi direnişinin bir parçası olarak örgütlemek zorundadır. İşçi sınıfı, direniş cephesinin nesnel öncüsü olmaktan çıkıp bir adım ileri atmalı ve öznel olarak da bu direnişin pratik ve politik öncüsü olmak zorundadır. Bu ise, bir yandan direnişlerin geliştirilmesi, diğer yandan da işçi sınıfının devrimcileşerek devrimci bir siyasal güç hâline gelmesi demektir. Biz devrimcilerin görevi de budur.

Görev, iç içe geçmiş iki süreçten oluşmaktadır: Bir, devrimciler işçi sınıfını siyasal bir güç olarak örgütlemelidir, bu devrimci bir parti demektir ve iki, direniş bu süreci beklemek zorunda değildir. Direnişin örgütlenmesi, yayılması ve örgütlü hâle gelmesi, birleşik emek cephesinin örgütlenmesini acil bir görev hâline getirmektedir. Devrim, direniş ve örgütlülük üzerine yükselecektir. Ve Saray Rejimi, böylesi bir direnişle yerle bir edilecektir.

“Devrim, örgüt, direniş” güncel bir slogandır.

Öğrenci gençliğin direnişi, işçi sınıfının direniş hattı ile birleştirilmelidir. İşçilerin öğrencilerden öğrenecekleri vardır. Öğrencilerin işçi sınıfının direnişini gözlemlemesi, anlaması, kavraması gereklidir.

Bugün, genel grev ve genel direniş, Saray Rejiminin, sermayenin, sadece “yandaş sermaye”nin değil, tüm sermayenin (tüm sermaye yandaştır ve Saray Rejimi, tüm sermayenin rejimidir, devletidir) diz çöktürülmesinin tek yoludur. İşçi sınıfı, yaşamı üretendir. İşçi sınıfının gücü, hem kalabalığından hem de esas olarak üretimden gelen gücünden gelir. Gençliğin atikliği, kafasının berraklığı, işçi sınıfının kararlılığı ve direnci ile birleşmelidir. Bu, öğrenci hareketinin unutmaması gereken bir temel noktadır.

Düzen, Saray Rejimi, tüm meşruluğunu yitirmektedir. Ve bu durumda, Saray Rejimini meşrulaştırma girişimlerine prim vermemek gerekir. Kitlelerin, direnişler içinde geliştireceği kendi öz yönetim mekanizmaları ile (kendi sokak meclisleri, işyeri meclisleri, mahalle meclisleri, üniversite, lise meclisleri ile ya da adı uygun düşmüyorsa, direniş komiteleri ile) yönetmeye aday olmaları gereklidir.

Ve tüm bunlar, devrimci bir örgütlülük altında, işçi sınıfının devrimci partisi bayrağı altında, birleşik emek cephesi bayrağı altında hayat bulurlar.

Bu uzun ve zorlu bir devrim mücadelesidir.

Bu sınıf savaşımıdır.

Burada iki sınıf çarpışmaktadır; burjuvazi ve işçi sınıfı, onlar ve biz, sermaye ve emek. Bu savaşımda burjuvaziye, Saray Rejimine karşı olmak, bunu tutarlı biçimde yapmak, işçi sınıfının devrimci bayrağı altında mücadele etmek demektir. Bir ara yol yoktur.

Sizin de ekonominiz “tıkırında” mı?

1 Mayıs 2025 | İzmir

19 Mart 2025’te İmamoğlu’nun tutuklanması ile ya da Saray’ın “iç cepheyi güçlendirme” siyasetine, “içeride ve dışarıda savaş” politikalarına uygun olarak sürdürdüğü saldırıların İBB bölümünün başlaması ile, “hassas” ekonomimizin ateşi yükseldi ve doları bastırmak için Merkez Bankası, 50 milyar dolar kadar olduğu söylenen bir miktarı harcadı (bugüne kadar). Yani, elindeki dövizin 50 milyar dolarını satarak, doların yükselmesini önlemeye çalıştı.

Hakkı Taşdemir hocamız, bu konuda daha detaylı bilgiler içeren yazıları ile bize detayını verecektir. Onun işine karışmayalım. Ama biliyoruz ki, birçok finans fonu, vade sonunda dolar garantisi alarak, Türkiye’ye milyonlarca dolar sıcak para getirdiler, bozdular, %16,4 üzerinden dolar cinsinden faizi garanti alacak anlaşmalar yaptılar. Bu durumda dolar fırlarsa, kayıp daha büyük olacağından, MB, bu sefer “uluslararası konsorsiyum”dan aldığı emirle, doları bastırmak için, tüm gücünü devreye soktu. Belki de bu yazı sizin elinize ulaştığında, 50 milyar dolar, 60 milyar dolara çıkmış olacak.

Peki bu durumda “ekonominiz tıkırında mı” diye niye soruyoruz?

Çünkü, bir bölüm parababasının ekonomisi tıkırındadır da ondan. Var olan mizah dergileri, artık ekonomik durumu mizaha yansıtacak yol bulamıyorlar. Çünkü, “salt ekonomik” mizah alanı arıyorlar ve maalesef yoktur. Ekonomiye girildi mi, her zaman ekonomi-politikten söz ediyoruz demektir, ama bizim ülkemizde özellikle, Saray Rejiminden, siyasal alandan söz etmeden ekonomiden söz edemezsiniz. Mizah dergileri de bu alana girmiyor.

Bankalara bakın, kârlarına kâr katıyorlar. Dünyanın “dolar milyarderleri listesi”ne, Türkiye’den giren kişi sayısı sürekli artıyor. “Boykot” kampanyalarında öne çıkarıldığı gibi, sadece “yandaş sermaye” semirmiyor, sadece onlar ceplerini doldurmuyor. Ama Koçlar, Sabancılar, Doğuşlar, Eczacıbaşılar, yani hepsi, her dönem olduğu gibi, ceplerini dolduruyor. Onlara kriz yoktur ve onlar için “ekonomi tıkırında”dır.

Bunun için, sizin ekonominiz tıkırında mı, diye soruyoruz. Öyle, ülke elden gidiyor, herkes için zor dönem, ekonomi krizde vb. gibi sınıfsız, adressiz, genel sözlere gerek yok. Elbette doğrudur, ortada bir ekonomik kriz var. İyi ama kimin için? Bu krizde, işsiz kalan kim? Bu krizde aç kalan kim? Bu krizde barınma sorunu nedeni ile okulunu bırakmak zorunda olan 2 milyona yakın genç üniversiteli hangi ailelerdendir? Bu krizde kepengini kapatan esnaf değil mi? Bu nedenle, bu esnafın önemli bir bölümünü “emekçi” olarak ele alıyoruz.

İşçi ve emekçilerin durumunu mesela “simit” hesabı ile açıklamaya çalışanlar, bugünlerde çok ortada değildir. Değildir, çünkü asgarî ücret tartışmaları geride kaldı. Bundan 4 ay önce sendikalar, asgarî ücret için konuşmak zorunda oldukları için olsa gerek, her gün asgarî ücret ile ne kadar ekmek alındığını, ne kadar simit alındığını, kaç çay içildiğini hesaplarlardı. Yine bundan 4 ay önce, Aralık 2024’te, belki de Kasım 2024’te, “uzman ekonomistler” hep beraber, mizah değeri olmayan tartışmalarla işçi sınıfı ile dalga geçmekteydiler: Efendim neymiş, asgarî ücret artarsa acaba enflasyon artar mı? Bu “uzman ekonomistler”, kendi maaşlarının, kendi komisyonlarının, kendi ceplerine inen primlerin enflasyon üzerindeki etkisini hesaplamak gibi bir yola hiç girmediler. Şimdi, asgarî ücret tartışmaları döneminde değiliz. Bu tartışmalar, 2025’in Kasım’ından sonra başlayacaktır. Onlara göre, şimdi, işçi ve emekçiler için söylenecek şey yok. Sadece, doların yükselmesi üzerinden tartışmak isterler. Hepsi budur.

Bu nedenle, ekonomik kriz denildi mi, hemen eklemek gerekir; “kimin için?” Kimin için, kimin cephesinden ekonomik krizi tartışıyoruz? Holdingler, parababaları, sermaye, uluslararası sermaye açısından bir ekonomik kriz, bambaşka bir anlama gelir. Mesela 19 Mart’ta İBB operasyonu başladığında, birçokları, dolar veya euro cinsinden vurgunu vurmuştur bile. Bu her zaman böyledir. Kriz, her zaman sermayeyi büyütür. Enflasyon, her zaman işçi ve emekçilerin cebinden çalarak, sermayeye para aktarılması demektir.

İşçilerin, emekçilerin ekonomik durumu üzerine en çarpıcı değerlendirmeler, bizzat işçi ve emekçilerden geliyor. Sokak röportajlarında insanlar, korkularını en rahat bu ekonomik konularda aşıyorlar ve durumlarını net olarak ortaya koyuyorlar. Bu arada, Saray Rejimi, İletişim Başkanlığı, sokak röportajlarını nasıl yasaklarım, diye hazırlık yapmakta, bazı insanları sokak röportajlarında söyledikleri için tutuklamaktadır. Koskoca İletişim Başkanlığı tabii. Savaş propagandası konusunda eğitim de almalıdır. İletişim Başkanlığı, tam olarak, bir iç savaş mekanizması olarak çalışmaktadır. Sokakta, nerede ses çıkıyorsa, bunu nasıl sustururum, diye, hemen polisi harekete geçirmektedir. Peki İletişim Başkanı’nın hiç sokakta yürüdüğünü gördünüz mü? Görmezsiniz. Onlar, tüm basını, tüm sosyal medyayı takip ettiklerini göstermek için, seçilmiş insanları tutuklarlar. Mesela Saraçhane mitinginde, “zıplamayan Tayyip’tir” diye tüm alan zıpladığında, kimi tutuklayacaklar? Bu nedenle, oradan birkaç genci seçip, kamera ile yüzlerini çekip, onları Erdoğan’a hakaretten tutuklamaktadırlar. Demek, zıplamayan Tayyip’tir sözünde bir hakaret var. Sadece hırsız, katil denildiğinde değil, “zıplamayan” sözü geçtiğinde de hakaret oluşmaktadır. Demek, “sıçramayan bit” denildi mi, sadece bitin ayağının topal olduğunu düşünmeyeceğiz, aynı zamanda bitin şahsına hakaret edildiğini de düşüneceğiz.

Demek oluyor ki, İletişim Başkanlığı, düzgün iletişim için, “dil”e dikkat etmekte, kelimelerin aldığı sosyal anlamlara uygun cezalar ve suçlar keşfetmek için, emniyet teşkilâtına, kolluk kuvvetlerine rehber olmaktadır. İşte tam da Saray Rejimi budur. Aynı işi RTÜK, başka alanda yapmaktadır. Mesela “özgürlük” kavram olarak onları hep yerinden zıplatmıştır, ama “zıplamayan” sözünden hakaret çıkartmaları, kitleleri gayet iyi anladıklarını da göstermektedir. Başarı sayılmalıdır.

İşte bu sokak röportajlarında genç muhabir kadın soruyor ve emekli yaşlı amca yanıtlıyor. Soru, ekonomik kriz üzerinedir. Krizden feleği şaşmış amca, ne diyeceğini bilemiyor. Hiçbir şeye yetmiyor, diyor. Muhabir “peki bu ramazan ayı nasıl geçecek?” diye soruyor. Adam, artık açılıyor ve “ne orucu kızım, ne ramazanı, zaten tüm yıl orucuz, tüm yıl oruç tutuyoruz, onu da buna saysınlar,” diyor. Öğreticidir. Ekonomistlere taş çıkartacak bir yorumdur ve aslında, işin politik yönü de vardır. Demek, tüm yıl oruç tutmaktadır.

Burjuva cephe, Saray Rejimi’nin tüm parçaları, düzen partileri, bir konuya elini attılar mı, mutlaka onu hızla pisleştiriyorlar. Ümit Özdağ içeridedir. Aslında içeri alınması, “iç cephenin güçlendirilmesi” için olduğu kadar, Erdoğan sonrasına hazırlık için de anlamlıdır. Erdoğan duymasın, hemen onu çıkartır. Ümit Özdağ, “Zafer Partisi”nin başkanıdır. Zafer Partisi, kitle eylemlerine gelip, Öcalan’a küfür etmek için, para karşılığı gençler tutmaktadır. Zaten böyleleri hep bulunabilir. Bu arada ise, Ümit Özdağ, “açlık grevi”nden söz etmektedir.

Eski İçişleri Bakanı, kendisine İngiliz ajanı mı yoksa CIA ajanı mı demişti hatırlamıyorum ama Özdağ, Soylu’yu düelloya davet etmişti. Görünüşe göre, oldukça “soylu” bir tavırdır ve Soylu’ya karşı bir asalet taşır gibidir. Ama burjuva siyaset budur. Her zaman bel kemiği olmayan aktörler ararlar, bulurlar. Erdoğan öyle değil mi?

Ve tıpkı kapitalizmin doğayı yağmalaması gibi, bu burjuva siyasetçiler, bu sermayenin soytarıları da, tüm toplumu kirletirler; insanı tarihsiz, değersiz hâle getirmek için uğraşırlar. İletişim Başkanlığı ile yarışır gibidirler. Altun ile Özdağ’ın bir ilişkisi var mı, düzenli görüşürler mi, sanmıyorum. Ama aynı işi görmektedirler, kavramların içini boşaltıyor, her şeyi kirletiyorlar. Sermayenin dışkılarını, tüm kavramlara sürüyorlar.

Konu açlıktan ve oruçtan açıldı.

“Ümit Özdağ, açlık grevine başlayacak” diye bir haber çıktı. Habere göre, Özdağ, sadece ayakta kalabilecek kadar beslenecekmiş. İşte buna “açlık grevi” diyor. Ülkenin, %70’i, sadece ayakta kalabilecek kadar yiyebiliyor. Ümit Özdağ’ın ırkçı-milliyetçi çizgisi onlara ırk ayrımcılığını, milliyetçiliği doktor reçetesinde ilaç gibi yazıyor. Oysa kendisi, halkın büyük çoğunluğunun yaşadığı durumda beslenmeyi, “açlık grevi” olarak isimlendiriyor.

Ne çok eziyet çekmektedir bu burjuva siyasetçiler! Halkın çoğunluğunun yaşadığı koşulları “açlık grevi” diye nitelendiren bir kişi, kitlelerin önüne çıkıp, Türkçülük, milliyetçilik nutukları atmaktadır.

Açlık grevi, bir direniş türüdür. Siyasal tutsakların başvurduğu bir yoldur. Ülkemizde yaygın olarak bilinir. Devrimci tutsakların, en çok da Dev-Sol’un bu konudaki pratiği biliniyor. Yaşı küçük olanlar, bu konuyu araştırabilir. Ama bu açlık grevlerinden çıkıp da aylarca komada yaşayanlar vb. biliniyor. Açlık grevi, bir siyasal mücadele olarak, elbette dikkatle kullanılmalıdır. Ama yüksek bir irade gerektirdiği kesindir. Açlık grevinin ilk günlerinde bir “açlık” hissi kendini gösterir, korur. Ama zamanla, çok değil, 10 gün sonra, insandan insana değişen bir zaman sonrasında, bu his kaybolur. Açlık hissetmezsiniz. Ve açlık grevindekiler, su ve şekerli su içerler. Bu yolla bilinçlerini korurlar ve direniş kararlılığı bu koşullarda anlamlıdır.

Ümit Özdağ, “ayakta kalabileceğim kadar besleneceğim” açıklaması ile, “açlık grevine başlayacağım” diyor.

Siyasal mücadele söz konusu olunca, her gün haklarında küfürler ettiğiniz devrimcilerin metotlarını hatırlamak zorunda kalırsınız. Çünkü, sisteme karşı direnenler bir tarih yazarlar ve bu tarih bir gerçeklik olarak, bir gün burjuva siyasetçilerin kitleler karşısına çıkarken, başvurmak zorunda kalacakları şeyleri içerir.

Özgür Özel, sokaklar, diye bağırıyor. Çünkü, direnişlerin tarihi budur ve bir gün, eğer direniyormuş gibi yapacaksa, bu sözü söylemek zorundadır. Bir gün kitleleri sistemin saldırılarına karşı yardıma çağıracaksa, “faşizme karşı omuz omuza”, “saray rejimi” demek zorunda kalacaktır.

İşte Ümit Özdağ da, “açlık grevi”nden söz ediyor. Utanmazlık, kendi durumunun komikliğine bakmadan, kendini kahraman sanmak söz konusu olunca anlamını yitiriyor. Özdağ, kendini kahraman sanıyor. Ama bu açlık grevi, Soylu’nun karşısına şövalye kılığında çıkmaya benzemez.

Özdağ’ın aklına neden “açlık grevi” gelmiştir? Gandi’den mi hatırlamıştır? O zaman hangi emperyalist güce karşı direnişten yanadır? O hâlde Gandi’nin “ayakta kalacak kadar besleneceğim” sözü mü var?

Olaylar şöyle mi gelişmiştir (izninizle uyduruyoruz) muhtemel senaryo şöyledir: Özdağ, içerideki yemeklerden yakınmıştır. Doktoru, “az yiyin efendim” diye tavsiyede bulunmuştur. Özdağ’ın yakınlarından biri, “aaa açlık grevi bu” demiştir ve siyaset uzmanı olan Özdağ (“terör uzmanı” olduğu için, onun terörist dediklerinin açlık grevi eylemlerini bilir) hemen bunu, yani “diyet programı”nı, bir açlık grevi olarak sunmaya karar vermiştir.

İşte, size bir senaryo. Yanlış olmasın lütfen, burası bizim uydurmamızdır. Mesela, tavsiye doktordan mı, “aaa bu açlık grevi” diyen yerli mi yabancı mı, bilemeyiz. Tümü uydurmamızdır. Neden uyduruyoruz, çünkü burjuva siyasetçilerin, düzen partilerinin her şeyi nasıl kullandıklarını göstermek istiyoruz.

Burjuva siyasetçi, biraz da istihbarat geçmişine sahip olunca, doktorun diyet programını, açlık grevi olarak adlandırmayacak da ne yapacak?

Diyet programları yapanlar, eğer kendi diyet programlarına “açlık grevi” diyerek bir prestij kazanacağına inansalar, ülke açlık grevcilerinden geçilmez olur.

Şimdi, bizi bu noktaya getiren, sokak röportajının “zararlı” olduğu kesin değil mi? Oruçtan buraya geldik. Tüm yıl oruç tutuyoruz, diyor kişi. Aslında açlığa vurgu yapmaktadır.

Ülkede açlık kol gezmektedir. Geceleri açlıktan uyumayanlara, anti-depresan ve uyku ilacı verilmesi, hekimliğin kirletilmesidir. Ve bu oldukça yaygındır.

Açlık kol gezmektedir.

Bu nedenle, çöplerden beslenen insanlar çoğalmaktadır.

İşsizlik, eline tırpanını almış gibi, insan hayatlarını biçmektedir.

Nedeni nedir bilmiyoruz ama AK Parti merkezi önünde nöbet tutan bir polis memuru intihar etmiştir. Sizce ekonomik kriz değilse nedeni nedir? Belki bunun bir başka nedeni vardır, ama ülkemizde intiharlarla ekonomik kriz arasında bir bağ olduğu konusunda bir şüpheye sahip değiliz. Mesela uzman iktisatçılarımız biraz bunun üzerinde çalışsa nasıl olur? Sadece İstanbul’da, ayda 300’e yakın insan intihar etmektedir.

Ülkenin ekonomisi, uluslararası konsorsiyuma geçmiştir. Şimşek, onların memurudur ve “yerli halk” diye cümleler kurması, sömürgeciliğin dilidir. Uluslararası konsorsiyum, Düyûn-ı Umûmiye ile aynı şeydir, onun modern biçimidir. Ve işi sadece dolar, sadece euro, sadece altın fiyatları üzerinden takip etmek, gerçek anlamda ekonomik krizi ortaya sermek demek değildir. Dahası, krizin işçilerin, emekçilerin, öğrencilerin, kadınların hayatlarındaki yansımasını ortaya sermek gerekir. Sendikalar, bunu yapmalıdır. Brecht’in yazdığı gibi, eğer fırında satılan şeyleri, markette satılan şeyleri alamıyorsanız dahi, oraya gidip, alacaklarınızı alıp kasaya gelin, sonra da bunları hesaplatın. O kadar param yok deyin, cüzdanınızdan 1 lira çıkartın, sonra çıkıp gidin. Sizin de ihtiyaçlarınızı gideremediğinizi birileri bilsin.

Buna eylem diyelim. Özgür Özel’i bile etkiler bu eylem. Ama bununla sınırlı değildir.

İşçi ve emekçiler, kenara itilmeye, sessizliğe, aşağılanmaya karşı durmak zorundadırlar. Okulda çocuklarının itilip kalkılmasına, hastahane köşelerinde it gibi titremeye, utanç içinde açlıktan kıvranmaya son vermelidirler. İşçi ve emekçilerin hayatını, burjuvalar, sermaye çalmaktadır. Saray Rejimi bu sermayenin devlet organizasyonudur. Bunlara, egemene karşı her yol ve araçla direnmek meşrudur, gereklidir.

İşçi ve emekçiler sessiz durdukça, geri durdukça, onları kimse hesaba katmayacaktır. İşçi ve emekçiler, örgütlü direnişi geliştirdikçe, seslerini yükseltebilirler.

İşçilerin birliği emperyalizmi yenecek tek güçtür*

1 Mayıs 2025 | Kadıköy

1 Mayıs, şüphesiz dünya çapında işçi sınıfının en önemli günlerinden biridir. Dünyanın her yerinde işçi sınıfının bir sınıf bilinci koyarak alanları doldurduğu bu gün, Türkiye ve genel olarak bölgesel coğrafyamız için de büyük önem taşımaktadır. Ortadoğu’nun emperyalist savaşlar ve müdahalelerle gittikçe daha çok hedefe konulduğu günümüzde, anti-emperyalist emek hareketinin ve işçi sınıfı enternasyonalizminin önemini bir kere daha anlamak ve ilerletmek zorundayız.

Bugün, bu enternasyonalizm ve anti-emperyalizm başta Filistin davasıyla dayanışma içinde olmayı gerektirmektedir. Ortadoğu’da uzun zamandır devam eden Paylaşım Savaşı, Filistin direnişinin müdahalesi ve büyük atılımıyla karşılaşmıştır. Bölgemize bir hançer gibi saplanmış işgal devleti İsrail bu direnişle büyük bir darbe almış ve başta ABD olmak üzere bütün emperyalist devletlerin tam desteği ve katılımıyla Filistin halkına karşı bir yok etme savaşı, bir soykırım başlatmıştır. Bu soykırım bugün hâlâ devam etmekte, emperyalizm Filistin halkına karşı farklı tehcir planlarını dünya kamuoyuna büyük bir küstahlıkla sunmaktadır. Kapitalist-emperyalist sisteminin günümüz dünyasını getirdiği nokta, emperyalist ülkelerde yeniden açıkça sömürge bölgelerin kaderlerinin belirlendiği, haritalarının tartışıldığı, halkların kaderlerinin bir avuç emperyalist egemen tarafından pazarlık konusu olduğu bu noktadır.

Bu nedenlerle günümüzde daha da çok söz konusu olan emperyalizm, aslında kapitalizmden farklı bir şey değildir. Kapitalizmin barışçıl, kişisel özgürlük ve faydalı bir rekabete dayalı bir sistem olduğu illüzyonunu aşmak işçi sınıfının enternasyonal mücadelesi için bir zorunluluktur. Nasıl tekeller kapitalizmin bir uru değil tam tersine kapitalizmin doğal ve gelişmiş hâlinin ta kendisiyse, emperyalizm ve savaş da kapitalizmin uluslararası özü ve biçiminden başka bir şey değildir. Sınırsız kâr üretimi için durmayan bir genişleme zorunluluğu kapitalizmi ucuz iş gücü ve kaynaklar için bitmeyen bir arayışa itmektedir. Kapitalist devlet, dünyanın her yerine yayılan bu hükmedilecek, sömürülecek ve el konulacak insan ve kaynak arayışında tekel çıkarlarının ve egemenliğinin aracıdır. Örgütlenmiş ve meşrulaştırılmış bir şiddet ve kontrol mekanizması olarak devlet, belirli tekellerin egemenliklerini ve çıkarlarını başka tekellere (ve onların devletlerine) karşı savaşlarla, müdahalelerle, çatışmalarla bu şekilde ilerletir.

Ancak bu kapitalist-emperyalist devlet aynı zamanda gittikçe gerçek yüzü daha da çok ortaya çıkan bir polis devletidir. Her savaş aynı zamanda bir iç savaş olduğundan, bütün egemenler emperyalist savaşlar belirginleştikçe ve ilerledikçe içeride gelişen direnişleri engellemek için baskı dişlilerini keskinleştirmekte ve genişletmektedir. Türkiye’deki devletin bir olağanüstü örgütlenme olarak geliştirdiği Saray Rejimi, bunun bir örneğidir.

TC devleti, bölgemizde emperyalizmin bir ileri karakolu olarak işlev görmektedir. NATO politikası ve öncelikle ABD planları, TC devlet politikasının ve bölgedeki müdahalelerinin ana belirleyicisidir, TC devleti bunlardan ayrı bir şekilde kesinlikle ela alınamaz. TC devleti bu nedenle hiçbir şeyi arda koymadan İsrail’e hizmet etmektedir. Soykırımın başlangıcından beri, İsrail’e silah ve mühimmat taşıyan gemiler Türkiye limanlarını açık bir şekilde kullanmaktadır. Askerî malzemenin yanında, giyimden gıdaya, enerji kaynaklarına kadar akla gelebilecek her türlü ticaret katlanarak artmıştır. Gelen tepkiye karşı bu ticaret için durdu denilse de farklı rotalar ve değiştirilmiş kayıtlar kullanarak bu ticaretin katlanarak devam ettiği defalarca kanıtlanmıştır. Biz bu yazıyı yazarken bile İsrail’e F-35 parçaları taşıyan bir Maersk gemisi Mersin limanı yolundadır ve bu ortaya çıkan sayısız örneklerden sadece biridir.

Bütün bunların yanında Azerbaycan’dan İsrail’e giden petrol hatları Türkiye’den geçmekte ve bu petrol İsrail’in toplam petrol ihtiyacının yüzde 40’a varan miktarını karşılamaktadır. Saray Rejimi, İsrail’deki soykırıma dur diyenlere şiddet uygulamakta ve tutuklamaktadır. Yakın zamanda soykırıma karşı gerçekleşen eylemlerden birinde “Özgür Filistin” sloganına kanundışı denilip kitleye saldırılmıştır. TC devleti, yine ABD ve İsrail çıkarlarına büyük bir hizmet olarak, Suriye’deki rejimin değişiminde büyük bir rol oynamıştır. Suriye’nin İsrail’e karşı direnişin barınamadığı, İsrail’in istediği gibi hareket edebildiği, emperyalizmin ve işbirlikçi bölge devletlerinin koruması altında kendini “resmî hükümet” ilan eden HTŞ’den tek bir müdahale bile görmeden işgal edebildiği bir yer hâline gelmesini TC devleti mümkün kılmıştır. TC devleti Suriye’nin sömürgeleştirilmesinde bu kritik rolü de kabul etmiştir.

Görüldüğü üzere, tekeller, emperyalist devletler ve onların işbirlikçi ortakları, bütünsel ve karmaşık bir kapitalist-emperyalist sistem oluşturmaktadır. Bu sistemde net olan ise kaybedenlerin hep işçiler, üretenler olduğudur. Tekellerin paylaşım savaşlarında ölmek, bu zorbalık, egemenlik, sömürüm sisteminde yaşamak bizim kaderimiz değildir. Kapitalist-emperyalist sistem dünyada hâkim olduğu hiçbir yerde yaşanılabilir ve onurlu bir yaşam sunmamaktadır ve gerek savaşlar gerek iklim kriziyle insanlığın kendisini bir yok oluşa sürüklemektedir.

Bu sistemde, işçi sınıfı, kendi burjuvazisi ve tekel egemenliğinin temsilcilerinin ardına dizilerek kurtuluşu, özgürlüğü, savaşsız ve sömürüsüz bir dünyayı elde edemez. 1 Mayıs, bunu anlamamız için önemli bir gündür ve işçi sınıfının kurtuluşunun yegâne yolunun kendi bağımsız ve bütünleşik politikası ve vizyonuyla geleceğini bize hatırlatır.

Emperyalistler, savaşlarını ilerletebilmek için, medya tekellerini ve siyasi egemenliklerini kullanarak halklar arası nefret, düşmanlık ve ayrımları durmadan kitlelere sunmaktadır. Halkların düşmanlaştırılması ve tekelci medyanın ırkçı propagandası bu nedenle emperyalist savaşla doğrudan bağlantılıdır. Buna karşı her zaman enternasyonal dayanışma ve kardeşlik hem eylem hem de söylemde ilerletilmelidir.

Ayrıca, yerel mücadele ve dinamiklerin enternasyonal niteliği ve önemi hiçbir zaman unutulmamalıdır. İşçi sınıfı ve hareketinin önündeki en büyük engellerden biri bu şekilde yerel talep ve vizyonlara sıkışmaktır. 1 Mayıs’ın enternasyonal dayanışması, kısıtlı yerel talepler için dünyanın farklı yerindeki işçi kardeşlerimize ihanet etmememiz gerektiğini öğretmelidir. Emperyalizmin tarihi, bu tarz politikaların egemenler tarafından bilinçli bir şekilde uygulanmasıyla doludur. Buna karşı bir tutum almamak, her coğrafyanın işçi sınıfının savaş ve emperyalizme karşı birbirleriyle dayanışma kurmasındansa, belirli ülkelerin işçilerinin kendi tekellerinin yanında başka işçilere karşı cephe almasına neden olacak, bunun önünü açacaktır.

Günümüzde Filistin direnişinin yarattığı enternasyonal dayanışma ve büyüyen eylem biçimleri, enternasyonal işçi sınıfı dayanışması ve cephesinin somut bir gerçek ve potansiyel olduğunu göstermektedir. Ticaret ve tedarik hatları üzerinden büyüyen dayanışma ve mücadele, devam eden savaş ve soykırımın nasıl bütün dünyada işleyen bir kapitalist-emperyalist üretim sistemi sayesinde olduğunu göz önüne sermektedir. Tek bir silah bile birçok coğrafyada üretilmekte, bu silahların ulaşımı yine farklı coğrafyalar üzerinden gerçekleşmektedir.

Bunu ve bu sistemin devam etmesinde işçi sınıfının rolünü anlamak, uluslararası sınıf bilinci için esastır. İşçiler bu sistemi anladıkça ve durdurmak için örgütlendikçe, kendilerinin üretimdeki esas rolleri de onlar için belirginleşmektedir. Ayrıca, her ne kadar üretim ağının bu enternasyonal niteliği, bütünlüklü eylemler için bir dezavantaj gibi görünse de, büyük avantajlar da taşımaktadır. Bu kadar uluslararası hâle gelmiş bir üretim ve tedarik sisteminde, tek bir parçanın çalışmaması, bütün zincir için önemli sonuçlar doğurabilir ve dünyanın birçok farklı yerindeki işçiler için ilham kaynağı olabilir. Bu nedenle, bu tür bağlantılar enternasyonal dayanışmanın yayılması ve gelişmesi için önemli nesnel olanaklar taşımaktadır.

Bu nesnel olanakların ilerletilebilmesi ve gerçekleştirilebilmesi, ancak işçi sınıfının bilinçli, disiplinli, tutarlı ve planlı örgütlenmesi aracılığıyla olacaktır. Bu doğrultuda enternasyonal dayanışmayı ve bağlantıları geliştiren her bilinçli inisiyatif, mücadele olanaklarımızı geliştirecek, bizi daha gelişmiş eylem biçimlerine yönlendirecektir.

Yaşasın uluslararası işçi sınıfı dayanışması!

Nehirden denize özgür Filistin!

*: Enternasyonal 1 Mayıs fanzininde yayınlanan metnin Türkçesidir.

Taksim elbet -bir gün- geri kazanılacak!

1 Mayıs 2025 | Taksim

“Beş yüz bin emekçi vardık
Taksim Meydanı’na girdik
Öyle bir İstanbul gördük
Sorarlar bir gün, sorarlar”[1]

Belki yaşlandık, ama ısrarımız, direncimiz sürüyor: İstanbul 1 Mayısı’nın adresi, şeksiz-şüphesiz, Taksim’dir.

Kimi “aklıevvel”lerin öne sürdüğü gibi, kör bir inatlaşma, “sol çocukluk hastalığı” (yaşımız “çocukluk hastalığı” için bir hayli ileri…) ya da “küçük burjuva narsizmi”nden(??!) kaynaklanmıyor, bu ısrar, bu direnç.

Biliniyor: 1 Mayıslar kutlanmaya başladıklarından beri işçilerin kentlerin merkezlerinde, tam yüreğindeki meydanlarda kitlesel olarak boy göstermeyi seçmesi, boşuna değildir. Gündelik yaşamda kenar mahallelere, kentlerin saçaklarına, fabrika duvarlarının gerisine sürülmüş, burjuva yaşamının “gözden ırak, gönülden ırak” tutmaya çalıştığı bir sınıfın, birleştiğinde ne denli yığınsal, kararlı ve güçlü olabileceğine dair bir gösteridir 1 Mayıs kutlamaları. Sömürülenlerin tahakküme, sömürücülere ve sömürü düzenine karşı gündelik olarak uygulayageldiği “gizli senaryolar”ın[2] açık gösteriye dönüştüğü bir “biz varız, var olacağız!” haykırışıdır.

Şu da biliniyor: Taksim Meydanı, İstanbul 1 Mayısları için ayrı bir önem taşıyor. Kentin yüreği olmasının yanı sıra, 1977’de devlet güçlerinin gerçekleştirdiği katliamın mekânı, burası. Sular İdaresi binası ve Intercontinental Oteli’nden kitle üzerine açılan ateş ve bunu izleyen polis müdahalesinin yarattığı panik sonucunda kurşunlarla ya da ezilerek can veren yoldaşların sorulmayı bekleyen hesaplarının üstü üstüne yığıldığı alan. Egemenlerin işçi sınıfına, emekçilere ve devrimcilere ilan ettiği topyekûn savaşın simgesi. Bir yıl öncesine ilişkin örtülü-açık tehdit ve göz korkutmalara karşın, 1978’in 1 Mayıs’ında yine yüz binlerle toplanıp “Burası 1 Mayıs Alanı” haykırışlarımızla yeniden adlandırdığımız meydan… Her toplumsal tepki momentinde belleğimizde yeniden ve yeniden su yüzüne çıkan; tıpkı Haziran 2013 isyanında olduğu gibi…

Özetle, “makul ve ihtiyatlı” olmak adına vazgeçilebilir bir talep değil, Taksim…

Ama DİSK-KESK-TTB-TMMOB yöneticileri, geçen yılki Saraçhane fiyaskosunu sonlandırdıkları “Bu yıl olmadı ama gelecek yıl mutlaka Taksim’deyiz” tiradına rağmen 2025’te de yetkililerle giriştikleri, artık usandırıcı bir alışkanlığa dönüşmüş olan, “1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak istiyoruz./ Olmaz, izin vermeyiz./ Peki o zaman, biz de başka yerde kutlarız. Ama alacağınız olsun!” “müzakere”sini tekrarlayıp, sonucu “Taksim irademizden geri adım atmadan Kadıköy’de buluşacağız (!?)”a[3] bağladı. Kim, nasıl, ne şekilde geri adım atmadı, sorusunun yanıtı DİSK yetkililerinin, Taksim taleplerini dile getirmek üzere genel merkez önünde toplanan öğrencilere verdiği yanıtta açığa çıkıyor: “Ancak hükümetten izin gelirse Taksim’e çıkarız!”[4]

Oysa, politik pratik açısından bakıldığında dahi Taksim, 2025’te çok daha kritik bir önem üstlenmişti: İktidarın İstanbul Büyükşehir Belediyesine karşı darbe girişiminin son damlasını taşırdığı öfke, yığınsal bir tepki olarak sokağa dökülmüştü bir ay kadar önce. Yıllardır çıt çıkmayan üniversitelerde gençlik, güvenlik güçlerinin inanmaz bakışları altında polis barikatlarını yıkmış, Valiliğin koyduğu yasaklara kulak asmayan halk genciyle yaşlısıyla meydanları doldurmuştu. Bütün bunlar, asgarî ücretin açlık sınırının altında kaldığı, işsizliğin zirve yaptığı, devletin dizginlerini ele geçirmiş bir avuç “azgın azınlık” ormanlardan kıyılara, dağlardan nehirlere, tarihî eserlerden mahalle büfelerine, depremzedelerin evlerinden Kanal İstanbul’un muhayyel kıyılarına, göz koydukları her şeyi doymak bilmez bir iştahla yağmalarken, yoksulluğun çöp kutularından, dağılan pazar yerlerinin artıklarından karnını doyurmaya çalıştığı, her gün 2-3 kadının koca/sevgili şiddetine, 4-5 işçinin iş cinayetlerine kurban gittiği, el kadar çocukların tarikat yurtlarında tecavüze uğradığı, göçmen kadınların kamyonlarla dolaştırılıp pazarlandığı… bir coğrafyanın “Artık Yeter!/ Edi Bese!” çığlığıydı. Emareleri yıllardır çevrelerini saran polis barikatlarına, dipçik darbeleriyle üzerlerine çullanan jandarmaya rağmen grev çadırlarını kuran, Ankara’ya yürüyüşe kalkışan işçiler, ekim alanları, su kaynakları için direnen köylüler veriyor. Ezilenlerin, sömürülenlerin, soluk alacak bir menfezden yoksun bırakılanların, “bu böyle gitmez,” uyarısı.

Bu nedenle 2025’in kitlesel bir 1 Mayıs gösterisi için Taksim’in hedef gösterilmesi, meşruluğu AYM kararıyla dahi tescillenmiş bir “hak”kın geri kazanılması, ama daha çok da ezilenlerin, sömürülenlerin, bastırılanların zedelenmiş özgüvenlerini geri alabilmelerinin bir vesilesi, iktidar açısından ise, ceberrutluğun, keyfiliğin bir sınırı/sonu olduğuna dair bir hatırlatma olacaktı. Toplumsal muhalefeti kendini iktidara taşıyacak bir manivela, canı istediğinde sokağa sürülüp canı istediğinde “haydi artık evlerinize dönün” çağrılarıyla yatıştırılacak bir hazır kıta olarak gören CHP’ye ise “çantada keklik” olmayan bağımsız bir sınıf iradesinin varlığını gösterebilecekti.

Olmadı! DİSK-KESK-TTB-TMMOB “bürokratları” bu sefer de Kadıköy’e çağırdı kitleyi. “Ferman padişahın” diyenler ise, bu kez 1 Mayıs 2025 Taksim Tertip Komitesinin çağrısıyla, Boğaziçi Köprüsü’nden Okmeydanı’na, Yenikapı’dan Levent’e, Sirkeci’den Kabataş’a İstanbul yakasının tüm toplu taşıma hatlarını lağveden ulaşım yasaklarına, Mecidiyeköy-Taksim arasında kurulmuş sekiz polis barikatına, Taksim’e yönelen caddelere çıkan tüm sokakları kapatan barikatlara, İstanbul Valiliğinin açıklamasına göre sahaya sürülen ve en küçük kıpırtıya orantısız ve amansız bir şiddetle müdahale eden 52 bin 656 polise[5] rağmen, Taksim iradesini yere düşürmedi. Sonuç?

Sonuç, DİSK-KESK-TTB-TMMOB mitinglerinin alışılageldik rehaveti içinde (ve Valiliğin rahat bir solukla açıkladığı üzere “olaysız”) geçen (oysa bu coğrafyada polisin müdahalesi olmadığı sürece her muhalefet mitingi “olaysız geçer”), medyanın şenlikli “orta sınıf” görüntülerini öne çıkardığı ve hava muhalefetinin de katkısıyla 2-3 saat içinde dağılan Kadıköy mitingi; sermaye düzeninin üzerine geçirdiği deli gömleğine karşı sınıf taleplerinin dile getiren, sloganları ve pankartlarıyla kendisine dayatılan cenderenin farkında olduğunu belli eden on binlerce işçinin katıldığı (yine “olaysız geçen”) Türk-İş Kartal mitingi ve Taksim çevresinde kendini bekleyen devlet şiddetini bilip göze alarak kuşatmayı yarmaya çalışan, ablukaya alınan, yere yatırılıp ensesine basılan, saçlarından yerlerde sürüklenen, ama gün boyu güvenlik güçlerine karabasan yaşatan binler…

[Burada durup DİSK yönetimine sormak gerekmiyor mu: Haydi kitleyi polis şiddetine kırdırmamak gibi bir kaygınız, katılımı en geniş ölçekte tutmak gibi bir arzunuz ve işçi sınıfının birliğini sağlamak gibi bir hayaliniz var; Taksim çatışmalarına girmekten bu nedenle kaçınıyorsunuz. O hâlde neden, “sınıfın birliği” adına şimdilik daha “ılıman” bir duruşu temsil eder gözüken Türk-İş’li işçilerden uzak duruyor, iki konfederasyonun ortak miting düzenlemesi için çaba sarf etmiyorsunuz? Sorun DİSK’in Türk-İş’ten daha “devrimci” olması mı, yoksa pozisyon/koltuk kaybı endişesi mi? Sahi CHP’nin gözünün içine bakan tutumunuz, sözleşme yetkisini elinizde bulundurduğunuz CHP’li yerel yönetimlerde tabanın itirazlarına kulak tıkayarak kapalı kapılar ardında bağladığınız uzlaşılarınızla, hepimizin onuru olan tarihiniz dışında, sizi daha “radikal” kılan nedir?]

Evet, devlet bir kez daha Taksim’i gerçek sahiplerine, yani “meydanın kaldırım taşlarını döşeyen, binaları inşa eden”[6] işçilere, “Ne yaparsanız yapın. Taksim’e çıkacak olan iradeyi durduramayacaksınız! Bu irade birkaç kişinin değil 19 Mart’ta ayağa kalkan halkın iradesidir. Tarihin en ağır yoksullaştırma programı karşısında ‘artık yeter’ diyen emeğin iradesidir. Barikatları aşarak umutlarımızı yeşerten gençliğin iradesidir,”[7] diye haykıran gençlere, müdahaleye tanıklık etmek ve haberleştirmek için uğraşan basın mensuplarına, göstericilere yönelik insan hakları ihlâllerine karşı alanda olan avukatlara karşı cansiperane bir biçimde “savundu.”

Belli ki bu kez fena korkmuşlardı: koca kentte ulaşımı geçmiş yıllardakine rahmet okutan bir ablukayla felç ettiler, neredeyse toplam gösterici sayısı kadar (50 küsur bin) polisi (TEM, KOM, Asayiş, trafik, çevik, hatta bekçiler… alayı görevdeydi) sokaklara sürdüler; avukatları gözaltı merkezlerine yaklaştırmadılar… Ama yapamadıkları bir şey vardı: bu kez Taksim iradesini “yasadışı terörist faaliyet” olarak kriminalize edemediler…

Tam tersi, kentin yaşamını felce uğratan, koca kenti dev bir tutukevine çeviren bu “yasaklı bayram” çelişkisi, daha bir göze batar, daha sorgulanır hâle geldi. İktidarın meşruiyet aşınımı süreci hızlanırken, Taksim’in 1 Mayıs alanı olma özelliği daha bir meşrulaştı…

“1 Mayıs alanı” elbet bir gün, üstelik de yakınlarda bir gün geri kazanılacak. O gün geldiğinde, hiçbir sendika ya da STÖ bürokratı, “muharebe kazanmış general” havasına bürünmesin. Taksim’e ellerimizde kızıl bayraklarımız, dilimizde Türkçe-Kürtçe Enternasyonal’le yığınlar hâlinde yeniden girişimiz, bugün ve geçtiğimiz yıllarda sokak sokak, barikat barikat meydanı zorlayan, biber gazı, plastik mermi yiyen, kafası-kolu kırılan, yerlerde sürüklenen adsız işçilerin, gençlerin, devrimcilerin, sosyalistlerin eseri olacak…

 Selâm olsun onlara! 

4 Mayıs 2025, İstanbul.

 

[1]    Ruhi Su.

[2]    “Gizli senaryolar” için bkz. James. C. Scott, Tahakküm ve Direniş Sanatları: Gizli Senaryolar, Ayrıntı Yay., 2010.

[3]    “DİSK, KESK, TMMOB ve TTB’den 1 Mayıs Kararı: Taksim irademizden geri adım atmadan Kadıköy’de buluşacağız”, Gazete Oksijen, 18 Nisan 2025… https://gazeteoksijen.com/turkiye/disk-kesk-tmmob-ve-ttbden-1-mayis-karari-taksim-irademizden-geri-adim-atmadan-kadikoyde-bulusacagiz-239987.

[4]    “Üniversitelilerden DİSK önünde 1 Mayıs çağrısı: Öğrenciler Taksim’de, DİSK nerede?” Sendika.org, 25 Nisan 2025… https://www.sendika.org/2025/04/universitelilerden-disk-onunde-1-mayis-cagrisi-ogrenciler-taksimde-disk-nerede-725341.

[5]    “1 Mayıs’ta Taksim’e Çıkmak İsteyenlere Sert Müdahale!”, 1 Mayıs 2025… https://www.gercekgundem.com/guncel/taksimde-1-mayis-hareketliligi-gozaltilar-var-533542

[6]    1 Mayıs’ta Taksim kuşatmasını yarmaya çalışan Yapı Yol İş’li bir işçinin polis barikatı önündeki sözleri (https://www.youtube.com/watch?v=VcD-Fa70oVY).

[7]    “1 Mayıs Taksim Tertip Komitesi’nden Gözaltılara Tepki”, 30 Nisan 2025… https://halktv.com.tr/gundem/1-mayis-taksim-tertip-komitesinden-gozaltilara-tepki-taksim-iradesini-934213h

İşçi sınıfının gerçekleştirdiği grev ve direnişlerin siyasi kararlara etkisi

1 Mayıs 2025 | Ankara

18-19 Mart 2025 tarihlerinde bir darbe girişimi yaşandı memlekette. Görünürde olan ana muhalefet partisinin cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu’na ve onun mensubu bulunduğu partiye yönelik bir operasyondu ancak gerçekte demokratik hak ve özgürlükler adına elde avuçta kalmış son kırıntıların da yok edilmesi ve “otoriter” rejimin “totaliter” rejime dönüştürülmesi için atılacak adımların başlangıcı idi gerçekleşen. Bu gerçeği gören toplumsal muhalefet güçlü bir refleks ile karşı koydu bu darbe girişimine, girişim bu güçlü refleks sayesinde başarısız oldu ve siyasi iktidar güçleri geri adım atmak zorunda kaldılar. Kuşkusuz bu geri adım mücadeleyi terk etme anlamını taşımıyor. Ne zaman sona ereceği belli olmayan bir süreçte güç yitirdiğini anlayan iktidar çevrelerinin taktik bir manevrası olması daha akla yakın bir olasılık. Ancak bu kadarı bile önemli bir kazanım toplumsal muhalefet güçleri için. Karşı tarafın kendisini toparlamasına fırsat vermeksizin birbiri ardına gerçekleştirilecek etkinliklerle iktidar çevrelerini iyice sıkıştırmak gerek.

İşte bu noktada işçi sınıfının gerçekleştireceği grev ve direnişlerin önemi ortaya çıkıyor. Bu yazıyı okuyacak olan herkesin bildiği gibi bir boykot süreci yaşanmakta memlekette. Belirli marka ve işletmelere karşı süregelen boykotun yanında haftada bir gün de tüm alışverişi durdurma amaçlı genel boykot gerçekleşmekte. Boykotun ne ölçüde başarılı olduğunu belirleyebilecek duyarlı bir gösterge yok elimizde. Ancak boykot edilen kahvecinin boş dükkânlarının önünden geçerken ya da boykota konu olan kitapçıda çalışanların işsizlikten telefonları ile oynadıklarına tanık olurken bir fikir sahibi oluyoruz yaşananlar hakkında. Bu arada belirli odaklarca planlanan boykot edilen kitapçının poşetleri ile boykot edilen kahveci dükkânına girip orada görüntü verme girişimlerinin sosyal medyada yer bulması ile de “yahu galiba iyi gidiyor bu boykot” düşüncesi egemen oluyor insanda. Tabii bir de tek adam sekretaryası mensuplarının (kabinede bakan unvanı ile görev yapanların her biri tek adamın sekreteri, bütünü ile bakanlar kurulu da tek adam sekretaryasıdır benim gözümde) genel boykot günlerinde market alışverişi yapıp ellerinde poşetlerle poz verip bu fotoğrafları medyaya servis etmeleri de boykot eyleminin başarısıdır kanımca. Normal şartlarda nerede ise tuvalete bile makam araçları ile gitmekte olan bu zevatın alışveriş amacı ile marketlere girmeleri bile başlı başına bir olay kuşkusuz. Bütün bunlar gösteriyor ki ülkeyi yönetemeyen ancak iktidar koltuğunda oturanlar halkın bu örgütlü mücadelesinden hayli ürkmüşler.

Birlikte hareket etmenin ve örgütlü mücadelenin başarısı tüketimden gelen gücün kullanılmasının ne kadar anlamlı olduğunu gösterdi hepimize. Şimdi buna bir de yine birlikte hareket etmeyi ve örgütlü mücadeleyi bir başka boyuta taşıyarak üretimden gelen gücü kullanmanın bir başka anlatımla grevlerin örgütlenmesinin tam zamanı. Tarih boyunca işçi sınıfının gerçekleştirdiği grev ve direnişler, başarısızlıkla sonuçlanan birkaç tanesi dışında, işçi sınıfına önemli maddî çıkarlar sağlamışlardır. Ancak grev ve direnişlerin sağlamış olduğu katkıları ekonomik kazanımlarla sınırlandırmak hatalı bir yaklaşım olacaktır. İşçi sınıfının gerçekleştirdiği grev ve direnişler siyasi kararları da etkileyecek boyut kazanmıştır kimi zaman da. Bu yazı siyasi kararları etkilemiş olan grev ve direnişlerden yaptığım bir seçkiyi dikkatlerinize sunmak amacı ile kaleme alınmıştır.

Bahse konu grev ve direnişlerin ilkinin erken cumhuriyet yıllarında gerçekleşmiş olması dikkat çekicidir. 1927 yılında gerçekleşen Adana Demiryolu Grevi, Cumhuriyet’in kurucu yönetiminin demiryollarını millileştirme kararını öne çekmesine neden olmuştur.

O tarihlerde Fransa mandası altında bulunan Suriye’de kurulu bir Fransız şirketi işletmekte idi Mersin-Nusaybin demiryolunu. İşçi ücretleri düşüktü ve ödemeler gecikmeli yapılmakta idi.

Bu duruma isyan eden şirket çalışanları 10 Ağustos 1927 tarihinde greve gittiler. İşçi sınıfının henüz grev hakkına sahip olmadığı bir tarihte gerçekleşen bu grev, şirket yönetiminin sert tepkisi ile karşılaştı. Ancak işçiler içinde bulundukları olumsuz koşullara karşın geri adım atmadılar. Direnişi kıramayacağını anlayan şirket, hükümetten yardım talep etti. Cumhuriyet’in sözde anti-emperyalist kurucu kadroları Fransa ile ilişkilerinin bozulmasından da çekindikleri için grevci işçilerin üzerine jandarma güçlerini salıverdi. Ne var ki işçiler yine geri adım atmadılar. Adana’da başlayan grevin demiryolu güzergâhındaki diğer işçilere de yansımasından çekinen işveren anlaşmaya razı oldu ve işçiler gecikmiş alacaklarını tahsil ettikleri gibi %7 oranında ücret artışı sağladılar ve grev böyle sona erdi. İki hafta süren grev boyunca yaşananlar ise önemli dersler bıraktı.

Burada öncelikle grevci işçilerle halk arasındaki dayanışmaya vurgu yapmak gerekiyor. Grev süresince Adana halkı büyük dayanışma gösterdi işçilerle. Evlerde pişen yemekler işçilere getirildi, Adana esnafı demiryolu şirketi aracılığı ile mal taşımalarını boykot etti. Bu dayanışmanın yarattığı sinerjinin işçilere güç kazandırdığını ifade etmek pek de hatalı olmaz.

Peki bu dayanışma kendiliğinden mi gelişti, sorusuna yanıt ararken TKP’nin (tarihsel TKP) sınırlı gücü ve az sayıdaki kadroları ile işin içinde olduğunu görmekteyiz. Grev ile ilgili olarak Alaaddin adlı bir TKP üyesinin kendi el yazısı ile tuttuğu notlardan partinin kısıtlı olanak ve kadroları ile önemli bir iş başarmış olduğunu görüyoruz. Bir grev günlüğü olarak tutulmuş bu notlar 2005 yılında günümüz Türkçesine çevrildi bu notlara dönemin gazetelerinde yer alan bazı haberler ve işveren şirket ile devlet arasındaki yazışmalar da eklenerek bahse konu grev ile ilgili tarihsel değeri olan bir kitap yaratıldı. Kitabı yayına hazırlayan ekibi ve yayınlayanları kutlamak gerek kanımca. Burada, kadınların nasıl örgütlenip işçilerle dayanışmaya yönlendirildiklerini, çevre illerde yaşayanların greve ve grevcilere nasıl katkı verdiklerini ve bütün bu organizasyonda komünistlerin etkilerini görmekteyiz.

1927 Ağustos sonunda gerçekleşen grev, yarattığı sonuç açısından da önemlidir; grevden birkaç ay sonra grevin gerçekleştiği demiryolu hattı millileştirilmiştir. Gerçi Cumhuriyet’in kurucu yönetimi zaten demiryollarının millileştirilmesini programına almıştı. Ancak o dönemde Fransa ile ilişkilerde bir sürtüşme yaşanmaması için güney demiryollarının millileştirilmesi ertelenmekte idi. Grevi izleyen birkaç ay içerisinde hükümetin politika değiştirerek güney demiryollarını millileştirmesinde grevin ve halkın greve göstermiş olduğu ilgi ile gösterdiği dayanışmanın etkili olduğunu düşünmek hiç de yanıltıcı olmayacaktır.

1963 yılında gerçekleşen ve işçi sınıfı tarihinde önemli bir dönüm noktası olarak kabul edebileceğimiz ünlü Kavel grev ve direnişi siyasi kararları etkileyen işçi sınıfı hareketleri içinde özel bir öneme sahiptir.

Kavel grev ve direnişini sadece orta büyüklükteki bir işletmede çalışan işçiler tarafından gerçekleştirilen bir eylem olarak değerlendirmenin doğru olmadığı kanaatindeyim. Burada Kavel işçisinin destansı eylemini küçültmek gibi bir niyetim yok elbette. Ancak yaşananları daha geniş bir perspektiften incelemenin gerektiğini düşünmekteyim. Şöyle ki:

Temmuz 1961’de kabul edilen anayasa işçilere grev ve toplu sözleşme yapma hakkını tanımış ancak bu hakların kullanılması için yasal düzenleme yapılması gerektiğini belirtmişti. Anayasada mevcut açık hükme karşın dönemin yönetimi gerekli düzenlemeleri yapmamakta ısrar ediyordu. Bu durum işçi sınıfının tepkisine neden olmuştu. 31 Aralık 1961’de gerçekleşen Saraçhane Mitingi konu ile ilgili olarak işçi sınıfının dönemin yönetimine ilk ihtarı olarak düşünülebilir. Cumhuriyet tarihinin ilk kitlesel işçi eylemi olan bu miting, artık anayasal bir hak olmuş grev hakkının yasal düzenlemeye kavuşması için başlatılacak eylemlerin işaret fişeğidir adeta. Miting sonrası gerçekleşen grev, yürüyüş, yemek boykotu gibi eylemlerin taçlandığı noktadır Kavel grev ve direnişi.

Vehbi Koç’un büyük ortağı olduğu işletmede (o tarihte henüz Koç Holding kurulmamıştı) kıdem esasına göre verilmekte olan yılbaşı ikramiyelerinin işverenin kararıyla eksik ödenmesi, ücret yönetimi sisteminde yapılan ayarlamalar sonucu işçilerin daha düşük ücret almaları, sendikadan çıkılması için yapılan baskılar ve dört sendika temsilcisinin işten atılması üzerine, 28 Ocak 1963 günü, beş gün sürecek bir oturma eylemi başlattı Kavel çalışanları. Eylemin ilk gününde fabrikada asayişi bozdukları gerekçesiyle patron on işçinin işine son verdi. İşten çıkarılan on işçi, aileleriyle birlikte Kavel’in önünde beklemeye başladılar.

Bu eylem diğer çalışanlar tarafından da benimsendi ve tüm işçiler işi bırakarak fabrika önündeki arkadaşlarının yanında direnişe başladılar. Fabrikaya girmek isteyen “beyaz yakalı” personelin de işyerine girişleri engellenince konu önce İstanbul Valisine ardından da İçişleri Bakanına intikal etti. Dönemin İçişleri Bakanı 9 Şubat tarihinde yaptığı açıklama ile “anlaşma sağlandı” haberini verdi. Oysa ortada yazılı bir anlaşma metni yoktu. İşçiler bu durumu kabul etmeyip eylemlerine devam ettiler. Bunun üzerine işveren fabrikaya polis çağırdı. İşyerine intikal ettirilen polis ekibinin başındaki komiser silahını çekerek “Komünist bunlar, bunları dağıtın!” talimatını verdi. Polisler işçilere cop ve tabancaları ile saldırdılar, saldırıda 9 işçi yaralandı. Bunlardan birinin durumu ağırdı.

Ana ve babalar evlatları, kadınlar hayat arkadaşları ile dayanışmak için fabrika önünde idiler. Polis saldırısından bu insanlar da nasiplerini aldılar ve hamile bir kadın çocuğunu düşürdü saldırı esnasında.

İstanbul’un insanın içine işleyen nemli soğuğu da yıldırmadı Kavel işçisini. Direnmeye devam ettiler. Bu direniş fabrikanın kurulu olduğu İstinye semti halkının Kavel işçisi ile dayanışmaya girmesine ardından da İstanbul’da faaliyet gösteren fabrikalardaki işçilerin bu dayanışmaya katılmasına yol açtı. Bu dayanışma kapsamında gerçekleşenleri söyle özetleyebiliriz:

Maden-İş işçilere para dağıttı, Türk-İş çadır temin etti ve hasta bakımına yardımcı olmayı taahhüt etti. Gemi-İş Sendikası direnişteki işçilere ve dayanışma amacı ile direniş yerine gelenlere kumanya dağıttı. Haller Meyve ve Sebze İşçileri Sendikası işçilere sandık dolusu portakal yolladı, Liman-Dok İş Sendikası işçilerin öğle yemeklerini karşılamayı taahhüt etti. Grevi filme alan Sine-İş Sendikası grevcilerin üç günlük iaşe giderlerini üstlendi. Tersane işçileri dayanışma amacı ile grev yerine geldiler ve bir yandan dayanışma mesajlarını iletirken bir yandan da aralarında toplamış oldukları parayı Kavel işçilerine teslim ettiler.

Gerek sendikaların gerekse henüz sendikalarda örgütlenmemiş işçilerin artan destek ve yardımları Kavel işçisinin moralini yükseltir ve dayanma gücünü arttırırken, işvereni ve onun yanında açık tavır almış olan hükümeti de zor durumda bırakmakta idi.

Bu süreçte Vehbi Koç’un bir başka fabrikası olan Türk Demir Döküm işçileri Kavel’e yaptıkları maddî yardımın yanında bir de sakal grevi başlattılar. Daha sonra bu eyleme katılan başka fabrikalar da oldu.

Giderek büyüyen dayanışma, işvereni de onun yanında olan hükümeti de hayli korkutmuştu. Bir protokol imzalandı ve işçiler işbaşı yaptılar. Protokol uyarınca işçilerin ikramiyeleri, 1961 öncesinde olduğu hâli ile işçilerin işbaşı yapmalarını izleyen hafta içinde ödenecek, işten çıkarılan dört işçi temsilcisi işe alınmayacak ama yasal tazminatları ödenecek, diğer işten atılan on işçi ise fabrika çalışmaya başladıktan sonra 20 gün içinde işlerine iade edileceklerdi.

11 Mart 1963 tarihinde işbaşı yapan işçiler bir kez daha sürprizle karşılaştılar:

Direnişçi işçiler Sarıyer Savcılığının talebi üzerine “polise mukavemet, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefet” vb. suçlardan (!) tutuklandılar. İşçilerin özgürlüklerine kavuşabilmeleri bir ay sonra 11 Nisan’da gerçekleşti.

Direniş Kavel işçisi açısından büyük bir başarı ile sonlanmıştı. Ancak gerçek başarı Kavel işçisinin gasbedilmiş haklarını geri almasında ve öncü işçilerin işe iadelerinde değildi. Direniş devam ederken 18 Şubat 1963 tarihinde hükümet 274 sayılı Sendikalar Yasası’nı ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası’nı TBMM’ye sundu. Yasa 15 Temmuz’da onandı ve 24 Temmuz’da Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. Mart 1963’te ise Anayasa Mahkemesi 1936’da çıkarılmış olan İş Kanunu’nun grevi yasaklayan 72. maddesini iptal etti.

Kavel işçisinin destansı direnişi ve işçi sınıfının dayanışması çalışma mevzuatında devrim sayılabilecek bir değişime neden oldu ve 1961 yılında kabul edilmiş olan anayasanın hükmü olan grev hakkı ihtiyaç duyulan yasal düzenlemeye kavuşmuş oldu. Düzenlemenin tatminkâr olup olmaması ayrı bir tartışma konusudur ancak burada önemli olan grevin bir hak olduğunun yasal düzenleme ile kabul edilmiş olması gerçeğidir. 1961 yılının 31 Aralık günü Saraçhane meydanında çakan kıvılcım, Kavel grev ve direnişi ile ateş topuna dönüşmüş ve egemenlerin tüm direncinin kırılıp grev hakkının yasal düzenlemeye kavuşmasını sağlamıştır.

Siyasal kararlara etki etmiş olan işçi sınıfı eylemleri arasında 15-16 Haziran Direnişi’nin özel bir yeri vardır kuşkusuz. Kimi kaynaklarda “Türkiye’yi sarsan iki gün” olarak söz edilen direnişin öyküsünü de geçmişinde yaşanmış olaylardan başlayarak dile getirmenin yararlı olacağını düşünmekteyim.

1966 yılında gerçekleşen Paşabahçe Grevi, Türkiye işçi sınıfı tarihinde yeni bir sayfa açılmasına vesile olmuş ve Kristal-İş Sendikası tarafından yönlendirilen grev başarı ile sonuçlanıp Paşabahçe çalışanları kendilerine günün koşullarına göre hayli ileri düzeyde ekonomik kazanımlar sağlayan bir toplu iş sözleşmesi imzalamışlardı. Grevin başarı ile sonuçlanması sadece işvereni değil, sözü edilen dönemde ülkedeki tek işçi sendikası konfederasyonu olan Türk-İş’i de rahatsız etmiş olmalı ki konfederasyon Paşabahçe grevine maddî ve manevi anlamda aktif destek veren sendikaları geçici olarak konfederasyondan ihraç etti. Bu ihraç olayı Türkiye işçi sınıfı tarihinde yeni bir sayfanın açılmasına vesile oldu ve ihraç edilen sendikalardan üçü (Maden-İş, Basın-İş ve Lastik-İş), bağımsız bir sendika olan Gıda-İş ve Zonguldak’ta kurulu bağımsız Türk Maden-İş sendikaları bir araya gelerek Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonunu (DİSK) kurdular. 13 Şubat 1967.

O güne kadar görülenlerden farklı bir perspektif ile sendikal mücadeleye katılan DİSK kısa bir süre zarfında büyük bir gelişme göstermiş ve hızla büyüyüp gerek üye sendika gerekse üye sayısını arttırmayı başarmıştı.

DİSK’in işçi sınıfı nezdinde kazanmış olduğu prestijin sabit kalmayıp giderek artan bir eğilime girmiş olması sadece işveren camiasını değil Türk-İş Konfederasyonunu da tedirgin etmekte idi. Bu tedirginlik Çimse-İş Genel Başkanı ve Adalet Partisi Ankara Milletvekili Hasan Türkay’ın aşağıda yer alan cümlesinde açıkça belli olmakta:

“Çok kötü ve müşkül durumdayız. Devrimci sendikalar bize nazaran daha mükemmel sözleşme imzalamaktadırlar. Biz patronlara baskı yapamıyor, binaenaleyh de ucuz sözleşmeler imzalamak zorunda kalıyoruz.”

İşyerlerinde DİSK ile mücadele etmek nerede ise imkânsız hâle gelmişti gerek işverenler gerekse Türk-İş açısından. Egemenler çaresiz kaldıkları her durumda durumlarını düzeltip kayıplarını geri alabilmek için yasal düzenleme yoluna başvururlar. Bu kez de öyle oldu.

274 sayılı Sendikalar Kanunu ile 275 sayılı Toplu Sözleşme Grev ve Lokavt Kanunu üzerinde çalışıp yeni düzenlemeler getirmek istediler.

Yapılacak düzenleme ile ilgili olarak TBMM’de kurulan çalışma komisyonu başkanı Turgut Toker tarafından sarf edilen sözler bir itiraf niteliğinde idi adeta. Adı geçen şahıs 11 Mayıs 1970 tarihinde Erzurum’da toplanan Türk-İş’in 8. Genel Kurulunda yaptığı konuşmada 274 ve 275 sayılı kanunlarda yapılacak değişiklikten sonra ülkede Türk-İş’ten başka konfederasyon kalmayacağını, DİSK’in yasanın öngördüğü şartları yerine getiremeyeceği için tasfiye olacağını ifade etmişti.

Nisan 1970’te meclis komisyonundan geçen tasarıda yer alan 1/3 oranındaki örgütlenme/temsil barajı sendikal örgütlenme özgürlüğüne büyük darbe vurduğu gibi özel olarak da DİSK’i etkisizleştirmeyi, ortadan kaldırmayı hedefliyordu adeta.

Millet Meclisinde görüşmeleri bir günde tamamlanan öneri 4 ret oyuna karşılık 230 oyla kabul edildi. Senato’nun da gündemine derhal gelip orada da ivedilikle tamamlanan görüşmelerden sonra kabul edilen tasarı yine büyük bir hızla imzalanıp Resmî Gazete’de yayınlandı. Böylelikle işçi sınıfının sendika seçme özgürlüğünün önü kapatılmış oluyordu.

Burada dikkatinizi çekmek istediğim iki husus var. İlki 1980 öncesinde millet meclisinin yasa çıkarma konusunda tek yetkili olmadığı. Mecliste kabul edilen tasarılar Cumhuriyet Senatosu adlı bir başka meclisin gündemine gelir ve burada da kabul edildikten sonra Cumhurbaşkanı onayına sunulurdu. Bir tür elitler meclisi diyebileceğimiz Cumhuriyet Senatosu (senatör adayı olmak için üniversite mezunu olma ve kırk yaşını doldurmuş olma şartı vardı) gündemine gelen tasarıları iyice inceleyip uzun uzun müzakere etmeden kabul ya da ret kararı vermezdi. Bahse konu yasa özelinde bu gelenek adeta bozulmuş ve tasarı süratle kabul edilerek Cumhurbaşkanı onayına sunulmuştur. Bu durum kanaatime göre işveren kesiminin ve Türk-İş’in meclis ve özellikle de senato üzerinde bir baskı kurmuş olduklarının göstergesidir.

Dikkatinizi çekmek istediğim ikinci husus ise CHP ve Adalet Partisinin birlikte hareket ederek adeta mal kaçırırcasına yasanın kabulü için göstermiş oldukları çabadır. O dönemde mecliste bulunan TİP (bugünkü TİP değil tarihsel TİP) milletvekillerinin dışında tasarıya ret oyu veren çıkmadı o mecliste. Bu da CHP’nin gerçek yüzünün ortaya çıkmasını sağlayan bir göstergedir kanımca. Bu arada tasarıya kabul oyu veren CHP milletvekilleri arasında Abdullah Baştürk adlı bir sendika yöneticisi de bulunmakta idi. Bu şahıs daha sonra DİSK genel başkanı oldu ve yıllarca bu görevi sürdürdü. Nereden nereye demek geliyor içimden.

Tasarının yasallaşmasına ilk tepki TİP milletvekili olan Rıza Kuas’tan geldi. Kuas derhal Anayasa Mahkemesine başvurdu ve iptal davası açtı. Kuşkusuz DİSK de sessiz kalamazdı bu duruma. Derhal etkili bir refleks gösterdi ve süratle bir protesto yürüyüşü örgütlendi bu sayede.

Yürüyüş 15 Haziran 1970’te İstanbul’un Anadolu yakasında başladı. Gebze, Tuzla ve Pendik çevresindeki fabrikalarda çalışanlarla başlayan yürüyüş Kartal’da bulunan fabrikaların da katılımı ile birkaç saat içinde kitlesel bir görünüm kazandı. Yürüyenlere Göztepe yakınlarında Otosan ve DMO işçileri de katıldı ve saat 17.00’de Kadıköy’de sona erdi.

Yine Anadolu yakasında bir başka yürüyüş kolu oluşmuş, Paşabahçe’den yola çıkan işçiler Üsküdar’a kadar gelmişlerdi. Bu esnada Avrupa yakasında Bakırköy, Sağmalcılar güzergâhında gerçekleşen bir yürüyüş söz konusu idi.

16 Haziran tarihinde ise eylem daha da büyüdü. Anadolu yakasında Gebze’den Kadıköy’e kadar devam etti yürüyüş. Avrupa yakasında ise kentin değişik bölgelerinden gelen işçiler Topkapı’da buluşup buradan yola çıkarak Aksaray üzerinden Eminönü’ne İstanbul Valiliği önüne ulaştılar. Öte yandan Levent çevresinde başlayan yürüyüş Taksim’e ulaştı. Valilik aldığı bir kararla Galata Köprüsü’nü açtırdı ve böylelikle Bakırköy’den gelen işçilerle Levent’ten gelen işçilerin birleşmeleri engellendi (O dönemde Galata Köprüsü’nün iki kanadı vardı, bu iki kanat gece saatlerinde açılır ve Haliç’te bulunan gemilerin Marmara’ya intikal etmesi sağlanırdı. Doğal olarak bu durumda kara ulaşımı da iptal olurdu. Köprü 1985 yılında söküldü ve yerine günümüzde faal olan köprü inşa edildi). Direnişin gerçekleştiği yılda henüz Boğaz Köprüsü de inşa edilmemiş olduğu için kentin iki yakasında yürüyen işçilerin bir araya gelmeleri de iki yaka arasında gerçekleşen vapur ve motor seferlerine bağlı idi. Valilik bir karar daha alıp vapur seferlerini de iptal edince bu birleşme de olmadı. Eğer bu birleşme gerçekleşebilmiş olsa idi o tarihlerde nüfusu yaklaşık 3 milyon dolaylarında olan şehir yürüyüşe katılmış olan 70.000 üzerindeki işçinin bir araya gelmesi ile büyük bir sarsıntı yaşayabilirdi.

Gerçekleşen eylem ülke çapında da dayanışma eylemleri ile büyüdü. Türk-İş yönetiminin ısrarlı engelleme çabalarına rağmen bu konfederasyona bağlı pek çok sendika da (örneğin Yol-İş, Petrol-İş) eylemi destekledi. Ankara, İzmir, Adana ve Bursa’da dayanışma eylemleri gerçekleşti.

Türkiye’yi sarsan iki gün zarfında resmî kayıtlara göre yedi kişinin, gerçekleşen eylem esnasında canlarını yitirdikleri bilinmekte.

Hükümet çevreleri işçi sınıfının bu büyük refleksi karşısında zor kullanma yoluna başvurdu egemenlerin her zaman yaptıkları gibi. İstanbul ve Kocaeli ilerinde sıkıyönetim ilan edildi. DİSK’in bazı yöneticileri tutuklanıp yargılandılar; sonucu beraat ile biten bir yargılanma idi bu.

Olayın yaratmış olduğu etki hayli büyük olmalı ki CHP’de bir kanaat değişikliği oldu ve Yasa’nın iptali için Anayasa Mahkemesinde dava açtı. Bu dava TİP milletvekili Rıza Kuas tarafından açılan davadan ayrı ve ondan bağımsızdır.

Anayasa Mahkemesi açılan davaları karara bağlayarak 274 ve 275 sayılı yasalarda yapılan değişiklikleri iptal etti ve böylece sendika seçme özgürlüğünün önündeki engel kaldırılmış oldu. İşçi sınıfının kararlı tutumu siyaseti bir kez daha etkilemişti.

Siyasi kararları etkileyen işçi sınıfı eylemlerinden söz ederken DGM Direnişi’ni es geçmek mümkün değildir kanaatime göre.

1971 darbesi sonrasında yanmış olan devrimci ateş her ne kadar 68 kuşağına mensup yiğit devrimci önderlerin katledilmelerine ve pek çok devrimcinin de tutsak edilmesine sebep olmuşsa da bahse konu kişilerin yaktığı ateş ülke genelinde büyük sempati yaratmış ve solun kitleselleşmesine yol açmıştı. Devrimci dalga gün geçtikçe yükseliyor ve egemenleri adeta çaresizliğe sürüklüyordu. Bu çaresizlik onları böyle durumlarda her daim başvurdukları yola, her zaman ellerinde bulunan yasama meclisi aracılığı ile özel önlemler almaya itti.

1961 Anayasasında 1699 Sayılı Kanunla değişiklik yapılarak 1973 yılında özel yetkilerle donatılmış mahkemeleri yargı sistemine dâhil ettiler. Yeni kurulan bu mahkemelerin adı “Devlet Güvenlik Mahkemeleri” (DGM) idi. Bu mahkemeler kurulurken yükselen toplumsal muhalefetin önünün kesilmesi istenmiş, yargı bağımsızlığının yok edilmesi öngörülmüş ve günün koşullarında mevcut olan demokratik hak ve özgürlüklerini kullanmak isteyen yığınların bu doğrultuda gerçekleştirecekleri tüm etkinliklerinin olabildiğince ağır biçimde cezalandırılması hedeflenmişti.

Demokratik hak ve özgürlüklere darbe üstüne darbe indiren bu mahkemeler üstlenmiş oldukları görev (!) gereği işçi sınıfının mücadelesi önünde de ciddi bir engel yaratmakta idiler.

Gerçi Anayasa Mahkemesi bu mahkemelerin kuruluşu ile ilgili kararı iptal etmişti ama egemenler bu düşüncelerinden caymamışlar ve mahkemelerin hayatiyet kazanması için fırsat kollamaya başlamışlardı. Bu fırsat CHP-MSP koalisyonunun dağılması üzerine kurulmuş olan Milliyetçi Cephe (MC) koalisyonu ile geldi. Yeni hükümetin ilk icraatlarından biri, DGM’leri hayata geçirecek yasal düzenlemeyi gerçekleştirmek için meclis bünyesinde bir çalışma komisyonu kurmak oldu. Çalışmalarını hızla tamamlayan komisyon hazırlamış olduğu kanun teklifini meclis gündemine soktu. Ancak meclisin tatile girmesi nedeni ile görüşmeler tatil sonrasına kaldı.

Teklif yasalaştığı takdirde gerek işçi sınıfının mücadelesi gerekse toplumsal muhalefet kesimleri büyük darbe alacaklar, demokratik hak ve özgürlükler önemli ölçüde baskılanacaklardı.

DİSK bu durumu 5 Temmuz 1976 tarihli bildirisi ile kamuoyuna duyurdu.

Bahse konu bildiride DGM’lerin işçi sınıfının mücadelesini hedef alan bir saldırı olduğu söyleniyor ve DGM’ler “sınıf mahkemeleri” ve “sıkıyönetimsiz sıkıyönetim” olarak nitelendiriliyordu.

DİSK üyesi sendikaların örgütlü olduğu tüm işyerlerinde dağıtılmakla kalmayıp gönüllü işçiler aracılığı ile mahallelerde evlere de ulaştırılan bu bildiri, işçi sınıfının DGM ile savaş başlattığının ilanı idi adeta.

9 Temmuz 1976’da DGM’ye HAYIR kampanyası başlatıldı. Peşinden yapılan toplantılarda işçi sınıfı tıpkı 15-16 Haziran 1970 direnişinde olduğu gibi topyekûn mücadeleye davet edildi.

DİSK, 16 Eylül 1976 tarihini DGM’lere karşı “Genel Yas” günü ilan etti. O gün DİSK Yönetim Kurulu Taksim Anıtı’na siyah çelenk koyarken, yüz binlerce işçi de Türkiye çapında üretimi durdurdu. 16, 17 ve 18 Eylül’de, Türkiye’nin dört bir yanında on binlerce işçi iş bıraktı. Aliağa ve Tüpraş rafinerileri, Ereğli Demir Çelik, Türk Demir Döküm, Sungurlar, Pirelli, Goodyear, Tofaş, Renault, Profilo gibi onlarca fabrikada şalterler inmiş, her yanı “DGM’ye Hayır” sloganları kaplamıştı. Yüz binlerce işçinin katıldığı direnişe, hem uluslararası sendikalardan ve demokratik kitle örgütlerinden hem Türk-İş’e bağlı bazı sendikalardan hem de ülke içindeki toplumsal muhalefetten destek geldi.

İşçi sınıfı DGM’lere karşı mücadeleyi büyütürken sermaye cephesinde patronların örgütü MESS de üye işyerlerinde işçilere baskı yapıyor, sindirmeye çalışıyordu. DGM direnişine katıldığı için 1000’i aşkın işçi işten çıkarıldı. Örneğin Profilo’da DGM direnişine katılan 18 işçi işten atılmış ancak işçiler işten atılmaya boyun eğmeyip direnişe geçmişlerdi. İşçilerle polis ve jandarma arasında çatışmalar yaşandı. Çatışmalar sırasında Yakup Keser isimli bir işçi öldürüldü ama işçiler geri adım atmadılar. Yeri gelmişken belirtelim Profilo direnişi de işçi sınıfı tarihindeki şanlı direniş sayfalarından biridir.

Egemenlerin tüm çabaları DGM’lerin yaşaması için yeterli olmadı. Mahkemelerin yasallaşması için verilen çabalar işçi sınıfının kararlı mücadelesi sonucu geri tepti ve yasa teklifi ekim ayı zarfında geri çekildi. İşçi sınıfı bir kez daha siyasi kararları etkilemiş ve önemli bir başarı elde etmişti. DGM’ler daha sonra 1982 Anayasası ile yargı sistemine girdi ve 2004 yılına kadar sistemde varlığını sürdürdü.

SON SÖZ

Geçmişte demiryolu güzergâhının millileştirilme kararının öne çekilmesini sağlayan, grev hakkının yasallaşmasını sağlayan mevzuat düzenlemelerinin gerçekleşmesine yol açan grev ve direnişleri gerçekleştiren, sendikal örgütlenme ve sendika seçme özgürlüğünü yok etme amacı ile hazırlanmış yasanın iptal edilmesini sağlayan, DGM’lerin kurulmasını engelleyen işçi sınıfı, günümüzde de ülkede egemen olmuş yönetimi sarsacak, tek adam rejimini büyük sıkıntılara sokacak güce sahiptir. Sosyalistlere düşen görev ise bu gücü ayağa kaldıracak etkinlikleri planlayıp örgütlemektir.

Birlikte mücadele, kriz ve sınıf çatışması: Karadeniz’den Türkiye’ye bakış | Süleyman Hacıbektaşoğlu

1 Mayıs 2025 | Zonguldak

Türkiye bir kez daha kritik bir tarihsel kavşağın eşiğinde duruyor. İktidarın yıllardır sürdürdüğü otoriter yönetim tarzı, toplumun geniş kesimlerinde birikmiş öfkeyi açığa çıkarırken, bu öfkenin nasıl ve hangi kanallar üzerinden akacağı geleceğin sınıfsal ve siyasal dengelerini belirleyecek temel mücadele konusu hâline gelmiştir.

Bugün Karadeniz’den İstanbul’a, Diyarbakır’dan İzmir’e kadar yükselen toplumsal muhalefetin, sınıfsal ve politik anlamda yönsüz bırakılması, yeni tehlikeleri de beraberinde getirmektedir. Halk sokaktadır; ancak bu sokak hangi hedefe yürüyüp hangi programı benimseyeceği konusunda bizim açımızdan hâlâ bir netliğe kavuşmamıştır.

Bu süreçte, toplumsal muhalefetin ateşinin biraz gerilediği CHP’nin eylemliliklerini bölgesel mitinglere çevirdiği ama öğrencilerin asla vazgeçmediği, ısrarla yeni bir Türkiye isteme iradeleri inatla sürüyor. Bu irade memleketin doğusunu da kapsayacak bir sürece dönüşmedikçe sonuçsuz kalacağa benziyor.

19 Mart’ta İstanbul’un seçilmiş başkanının tutuklanması ile başlayan süreç, CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in “bu bir darbedir” açıklamasına kadar tırmandı. Ancak bu çıkış, esasen Türkiye’nin batısında sıkışıp kaldı. Oysa bu gelişme, Kürt halkının yıllardır maruz kaldığı kayyım politikalarının yeniden hatırlanması ve ortak demokratik cumhuriyet çağrısının yükseltilmesi için tarihî bir fırsat olabilirdi.

Ama maalesef bu konuda sokaklarda böyle bir iradenin olmaması CHP’nin de bu konuya bulaşmak istememesi ile belki de tarihî bir fırsatı elimizden alıp götürüyor. Ne var ki, CHP’nin bu konuda açık bir irade sergilememesi, sokaklardaki öfkenin birleştirici bir hatta taşınamamasına yol açtı. Öğrencilerin itici gücüyle sokaklara taşınan eylemler dahi, partinin siyaset yapma konusundaki isteksizliğini aşmakta zorlandı.

Bütün sokak muhalefetinin hedefini seçimler olarak belirleyen CHP, bu siyasetsizliği ile şu an için sınıfta kalmış bir tavır gösteriyor. Öğrencilerin ittirmesi ile eylemlerin sokağa taşınması aslında CHP’nin çok da istemediği bir eylem türüydü.

Bugün geldiğimiz noktada, Karadeniz’den Diyarbakır’a, Mersin’den Ankara’ya her yerde yükselen halk tepkisi; örgütsüz, yönsüz ve manipülasyona açık bir biçimde savruluyor. Bu yönsüzlük, yalnızca mevcut iktidarın işine yaramıyor; aynı zamanda milliyetçi, şovenist ve halkları birbirine düşüren akımların da ekmeğine yağ sürüyor.

Aslında bu siyasetsizliği, bugünlere gelinmesinin de sebebiydi. AKP–SARAY rejiminin yıllardır sürdürdüğü kayyım politikalarına zamanında gösterilecek sert tavır ve o gün halkın iradesinin gasbına “darbe” denilmiş olsaydı ve Kürt halkı ile o bağlar o gün kurulmuş olsaydı belki de bugün gelinen nokta çok farklı olabilirdi.

Bugünkü durum karşımıza tüm halkların sınıfsal kurtuluşu için birleşik mücadelenin bir ihtiyaç olduğunu önümüze koymuştur. Tüm demokrasi güçlerinin, sosyalistlerin, sistemden rahatsız olanların, hak, hukuk, adalet arayanların tüm yurtta sokaklarda olduğu bugünlerde ihtiyacımız olan tam da budur.

Peki bu anlayış üzerine sokakları işleyebildik mi? Uzaktan büyük illerimizi takip ettiğim kadarı ile bunu becerebilmiş sayılmayız. Gençlerin taleplerinin gayet sınıfsal talepler olduğunu gördüğümüz hâlde kendi örgütlülüğümüzün yeterli olmaması alanlarda aykırı, şovenist, halkların birlikte eşit yurttaşlık temelinde yaşama iradesini tehdit eden seküler bir şovenizmle yüzleştik.

Bu tablonun aynısını Karadeniz’de de gördük. Geldiğimiz bu noktada, Karadeniz özelinde gelişen son sokak hareketliliği, meseleyi daha da derinlemesine ele almayı zorunlu kılıyor artık.

Toplumsal muhalefetin yükselişi ve yönsüzlüğü

Türkiye’de son aylarda artan zamlar, ekonomik kriz, genç işsizliği ve tarımın çöküşü, doğal olarak halkta bir tepki doğurdu. Karadeniz illerinde de çay ve fındık üreticileri, işçiler, esnaf ve gençler için İmamoğlu’nun tutuklanması bir bahane oldu ve sokaklara çıktılar.

Ancak bu öfkenin örgütsüz ve politik olarak savruk olması, kitlenin bazı gruplar tarafından yönlendirilmesini kolaylaştırdı. CHP’nin bu süreçte doğrudan bir çağrı yapmamasına rağmen, alanda biriken öfke sahipsiz kalınca, Zafer Partisi gibi seküler-şovenist yapılar, milliyetçi duyguları kaşıyarak eylemleri sahiplenmeye çalıştı.

Bu sessizlikten faydalanan bazı İYİ Parti unsurları da resmî bir çağrıları olmamasına rağmen alanlarda ağırlık kurdu.

Burada önemli bir durum ortaya çıktı: Karadeniz’de doğal bir şekilde oluşan ekonomik öfke, sosyal bir adalet talebi yerine, AKP’nin DEM Parti ile yürütmeye çalıştığı adı konulmamış süreç üzerinden Kürt halkına yönelen söylemlerine kaydırıldı.

Bu durum bir yandan devletin bilinçli olarak toplumsal muhalefetin dışında tutmaya çalıştığı Kürtlere karşı yönlendirmesinin, diğer yandan sol-sosyalist yapıların güçsüzlüğünün sonucu oldu.

CHP ve seküler şovenizm

CHP’nin alanlarda doğrudan çağrı yapmaması, ilk bakışta pasif bir tavır gibi gözükse de; bu boşluk, alanı seküler şovenist damarların doldurmasına yol açtı. CHP içindeki bazı kanatlar, özellikle seküler yaşam tarzı üzerinden milliyetçiliğe kayan bir damar geliştirdi. Bu damar, Kürt halkına yönelik önyargılara açık, ekonomik talepleri milliyetçi bir çerçeveye hapseden bir siyasal refleks taşıyor.

Karadeniz’de kendini “laik ama milliyetçi” olarak tanımlayan bu profil, hem iktidarın milliyetçi hegemonya kurma çabasına dolaylı destek oluyor, hem de gerçek sınıfsal taleplerin üstünü örten bir millî duvar örüyor.

Sol ve sosyalist hareketlerin müdahale eksikliği

Bu ortamda, bu bölgede sol-sosyalist partilerin ve CHP içindeki sosyal demokratların ciddi bir zayıflığı ortaya çıktı. Alanlarda görünür olamamak, doğru sloganlarla yönlendirme yapamamak ve birleşik mücadele perspektifi sunamamak, doğal tepkilerin şovenizme kaymasına yol açtı.

Özellikle Karadeniz gibi milliyetçi duyguların güçlü olduğu bölgelerde, halkın gündelik sorunlarını sınıfsal bir hatta bağlayan, Kürt halkıyla dayanışmayı emek ekseninde anlatan bir politik dil geliştirilemedi.

Yani, krizin derinleştiği bu anlarda, Karadeniz halkı eski ideolojik reflekslere geri dönerek devletin çizdiği milliyetçi çerçevede tutunmaya zorlandı. Yine de çok başarılı olamadılar. Sokağa inen halkın böyle bir gündemi yoktu çünkü. Atılan milliyetçi sloganlara karşı “kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz” ve “birleşe birleşe kazanacağız” sloganları alandaki ana sloganlar oldu. Çünkü artık Karadenizli de ekonomik talepler, hukukun ayaklar altına alınması gündemi ile sokaktaydı.

Marksist-Leninist perspektiften değerlendirme

Marksizm-Leninizm açısından bakıldığında, mevcut durumun analizini şöyle yapabiliriz sanırım:

Birincisi, kriz anları halk kitlelerinin doğal tepkilerini açığa çıkarır, ancak bu tepkilerin devrimci bir programa yönelmesi kendiliğinden olmaz. Bu yönlendirmenin eksik olduğu yerde, ya burjuva milliyetçiliği ya da küçük burjuva anarşizmi alanı kaplar.

İkincisi, sınıf mücadelesi, halkların birbirine düşmanlaştırılmasına karşı, ortak çıkarlar üzerinden örgütlenmelidir. Karadenizli üretici ile Kürt mevsimlik işçiyi yan yana getirmek, Marksist-Leninist bir perspektifin temel görevidir.

Üçüncüsü, halklar arasındaki duygusal bağlar, sınıfsal mücadeleyi kolaylaştırıcı bir etkendir. Bu nedenle seküler şovenizmin kırılması ve halkların eşitliği temelinde yeni bir toplumsal bilinç inşa edilmesi, devrimci görevdir.

Somut tahlil ve görevler

Lenin’in dediği gibi, “somut durumun somut tahlili” esastır. Bugün Karadeniz’de ve genel olarak Türkiye’de somut durum şudur:

Ekonomik kriz geniş kitlelerde öfke biriktirmiştir. Bu öfke yönsüzdür ve milliyetçilikle soğurulmaktadır. Sol ve sosyalist hareketler örgütsüz, etkisiz ve parçalıdır. CHP seküler-şovenist damarları bastırmakta isteksizdir, hattâ zaman zaman bu damarlarla uyumludur. Kürt halkına yönelik önyargılar yeniden canlanmaktadır.

Bu tabloda görevlerimiz şunlar olmalıdır: Ekonomik taleplerle demokrasi taleplerini birleştiren bir mücadele hattı kurmak. Halklar arasındaki duygusal bağları güçlendiren kültürel ve politik çalışmalar yapmak. Milliyetçi, seküler şovenist eğilimlere karşı emekçi halkın çıkarlarını savunan bir propaganda dili geliştirmek. HES direnişlerinden fındık işçilerine kadar her alanda sınıfsal ve halkçı direniş ağları kurmak. Kürt halkının özgürlük mücadelesi ile Karadenizli emekçilerin taleplerini ortak bir zeminde buluşturmak.

Sonuç

Bugün Karadeniz’de ve Türkiye’nin her yerinde yükselen öfke, doğru kanallara akıtılmazsa ya devletin baskıcı aygıtı tarafından bastırılacak ya da faşizan akımlar tarafından saptırılacaktır. Marksist-Leninist bir perspektifle, birleşik halk mücadelesinin, sınıf eksenli bir direniş hattına dönüştürülmesi zorunludur.

Bu, yalnızca Kürt halkına borçlu olduğumuz bir dayanışma değil; Türk, Kürt, Laz, Çerkes, Gürcü, Arap tüm halkların birlikte kurtuluşunun da yegâne yoludur.

Şairin dediği gibi:

“Birbirimize benzemesek de, aynı yoksulluk çöker gecelerimize.”

Bugün, o yoksulluğa karşı birlikte direnişi örmenin, halkların kardeşliğini sınıfsal bir bilinçle yeniden kurmanın zamanıdır. Yolumuz bellidir: Ya birleşik mücadelede ısrar edeceğiz ya da sessizliğe gömüleceğiz.

Ve unutmayalım:

Kurtuluş yok tek başına! Ya hep beraber ya hiçbirimiz!

“Biz de göçmendik” gerçeğini unutan Türk(iye) ırkçılığı

1 Mayıs 2025 | Kayseri

“Ve her sessizliğin anlatılmaz bir sesin
işareti olduğunu kime anlatabilirdim.”[1]

“Göç”/ve “göçmenlik”in XXI. yüzyılın başat sonuçları bulunan sarsıcı bir gerçeklik olduğundan defalarca bahsettim; şimdi de bunun “bizim”le/coğrafyamızla ilintisini irdelemekte yarar var.[2]

Öncelikle ifade edilmesi gerekir: Yerkürenin uçurumun kıyısına sürüklendiği bir süreçte, yol açtığı sonuçlarla göç hakikâtını XXI. yüzyılda sürdürülemez kapitalizmin bilgisine vâkıf olmaksızın konuşmak mümkün değil. Bu bağlamda konuya mündemiç örnekler olmaksızın konuşulan şeylere, kanıt olmaksızın inanılanlara “Hayır” demek “olmazsa olmaz”dır.

“BİZ DE GÖÇMENDİK”

“Göç”/ve “göçmenlik”in coğrafyamızda yol açtığı milliyetçiliğe “Biz de göçmendik” gerçeğinin altını çizerek başlayalım…

Göçlerle oluşmuş ve tarihinde sayısız göçler yaşamış bir coğrafyada yaşıyoruz.

Nihai kertede hepimiz “göç”ün çocuklarıyız!

Yeri, yurdu ya da sınırı var mıdır bunun? Bilinmez.

Lakin insan(lık) durup dururken kendisini yersiz yurtsuzlaştırmaz.

Göç ya da terk etmek, yersiz yurtsuz kalmak, birçok şeyi göze almaktır. Zordur ve hâlâ devam etmektedir.

İşte birkaç veri: Türkiye İstatistik Kurumunun (TÜİK) 2020 ve 2021 göç istatistiklerine göre, 2020’de Türkiye’den yurtdışına göç eden kişi sayısı yüzde 127.3 arttı.[3]

Uluslararası göç istatistikleri 2022 sonuçlarına göre, Türkiye’den yurt dışına göç edenler 2022’de 2021’e göre yüzde 62.3 artışla 466 bin 914 olarak kayıtlara geçti. Türkiye’den göç eden nüfusun yaş gruplarına bakıldığında ise en fazla göçün, yüzde 15.8 ile 25-29 yaş grubunda olduğu belirlendi.[4]

TÜİK’in Eylül 2024 istatistiklerine göre, Türkiye’de yükseköğretim mezunlarının beyin göçü, 2021-2023 döneminde yüzde 1.6’dan yüzde 2’ye yükseldi.[5]

Türkiye nitelikli nüfusunu her geçen yıl artan ölçüde kaybediyor. Söz konusu artış 2015’te fırlıyor. TÜİK uluslararası göç istatistiklerine göre, 2019’dan 2021’e kadar, 20-29 yaş aralığındaki 286 bin genç yurtdışına göç etti.[6]

Türk Tabipleri Birliğinin (TTB) verilerine göre, 2021’in ilk 11 ayında Türkiye’den ayrılan doktor sayısı 1361 oldu. Bu sayı 2012’de 59 idi![7]

Türkiye bir yandan ciddi sayıda iltica başvurusu alırken başka ülkelere en çok mülteci gönderen ülkelerden de birisi. Örneğin 2021’de 29 bin yabancı Türkiye’ye iltica ederken 26 binden fazla Türkiye vatandaşı da başta Almanya, Avusturya ve Hollanda olmak üzere çeşitli ülkelere iltica etmiş.[8]

İltica edenlerin sayısı artmaya devam ederken; ABD’ye iltica etmek için sınırdan geçen Türkiyelilerin sayısı 55 bin, cezaevinde tutulanların sayısı ise 15 bin 151’e ulaştı.[9]

2021’de Meksika’dan ABD’ye 7 bin TC vatandaşı geçerken bu sayı 2022’de 22 bine ulaşmıştı. 2022’de ABD’ye kaçak yollarla gelen bin kişiden 7’si Türkiyeliydi.[10]

İngiltere’ye 2023’te yasadışı yollarla gelen 3 bin Türk vatandaşı, bu yolla gelenler arasında üçüncü sırayı aldı; oran ise 2022’ye göre yüzde 162’lik bir artış göstermişti.[11]

Almanya’da Türkiyeli sığınmacıların sayısı 2024’te 2022’e göre yüzde 51 oranında arttı.[12]

Tüm bunların öncesinde 12 Eylül 1980 darbesiyle iltica ve 30 Ekim 1961’de Almanya ile Türkiye arasında İşgücü Anlaşması’nın imzalanmasından sonra, olanlar olmuştu!

“Almanya işi birdenbire patladı. Bomba gibi. Kızmış, gelinmiş, çocukluymuş, güzelmiş, yüklüymüş, armış, namusmuş… Kimse aldırmıyordu. Herkes yazılıyordu Almanya’ya.” Ümit Kaftancıoğlu, “Gülamber Almanya’da” (1975) öyküsünde Almanya’ya gitmek isteyenleri böyle anlatıyor.

Geride kalanlar “ortada kalmış, devleti, hükümeti, kimsesi olmayanlar” Almanya’ya gitmek için iş ve işçi bulma kuyruklarına katılırlar.

Orhon Murat Arıburnu ise gün gün çoğalmayı şöyle görür: “Almanya’nın ortasında Ahmet/ Almanya’nın ortasında Mehmet/ Ayşeler,/ Fatmalar,/ Darmadağın, kıyamet!”[13]

Bekir Yıldız da “Alman Ekmeği” (1974) kazanmak için Almanya’ya giden milyonlardan birisidir. Çünkü “Almanya’da çok para kazanacaklardı. Gazeteler yazıyordu. Almanya’da çöpçüler bile ayda binlerce lira kazanıyor diye.”[14]

Fazıl Hüsnü Dağlarca da Almanya’daki “Çöpçülerimiz”i “Düşmüşüm vay düşmüşüm el kapılarına” (1977) diyerek anar.

“Mendilimde Kan Sesleri”nde (1970), “Çocuklar, kadınlar, erkekler/ Trenler tıklım tıklım/ Trenler cepheye giden trenler gibi/ İşçiler/ Almanya yolcusu işçiler/ Kadınlar/ Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi/ Ellerinde bavullar, fileler/ Kolonyalar, su şişeleri, paketler/ Onlar ki, hepsi/ Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler” diyen Edip Cansever şöyle sürdürür gözlemlerini: “Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar/ Ve dağılmış pazar yerlerine memleket”!

Baştan “misafir” işçiydiler. El üstünde tutuldular. Kısa süreliğine gidilip gelinecekti gurbete. Biriktirdikleri paralarla evler, arsalar, dükkânlar alınacaktı.

Sonra “göçmen” işçi oldular. Sonra dönenler döndüler, sonra pişman olup, yolunu bulup geri geldiler. Sonra yerleşip “yerli” oldular; yani Türk-Alman. “Almanya’nın ortasında bir Anadolu!” oluştu.

“Bir gözü güler, ekmek için/ Bir gözü ağlar, dert dolu.” O. M. Arıburnu yaşamların ikiye bölündüğünü imler: “Anayurtta, Anadolu’da kalmış yarısı,/ Yarısı Almanya’daki Anadolu’da”…

Sıla yolunda kazalar, töre cinayetleri, ırkçı saldırılarda ölenler, Türkler ile Almanlar arasında aşklar, iyi komşuluklar, sıkı dostluklar da yaşandı, yaşanıyor.

Vatan, akraba, ana baba özlemi ayrı bir yerde duruyor elbette. Ne çok şey mektuplarda, anılarda, fotoğraflarda capcanlı!

İki dilde yaşanmış hikâyeler, gerçekleşmemiş düşler!.. Filmlerin gerçeği, dramlar dolusu tiyatro, yürekleri burkan ağıtlar, türküler, acılar, vatan hasreti, ırkçı saldırılar… Yani: “Bir vücutta iki post”, “Bir yaşamda iki dünya” ya da “Bir dünyada iki yaşam”![15]

Hasılı “Almanya acı vatan türküsü” dillerden düşmedi. Göçmenlik uzun bir yoldu.

Göçmenlere karşı ırkçı düşmanlık iki binli yıllarda yoğunlaştı ve şiddete dönüşmeye başladı. Rostock’ta başlayan saldırılar Mölln ve Solingen’de katliama dönüştü. İnsanlar evlerinde yakılarak katledildi.[16]

Nihayet çalışma bakanı Bülent Ecevit’in 1964’te gittiği Köln Ford otomobil fabrikasında, işçileri ziyareti sonrası kâğıda ve tarihe “Yurdunda mı yabancı mı/ Yabanda mı bilemez/ O bir konuk her yerde/ O bir özlem bir acı” dizeleriyle biten “Konuk İşçi” şiiri döküldü.

Özetle Almanya’daki Türkiye kökenli insanlarımız açısından daha sonra “göç” olarak tanımlanan süreç, resmen 30 Ekim 1961’de başlasa da Türkiye’den Almanya’ya işgücü göçü bu anlaşmadan birkaç yıl önce zaten fiilen başlamıştı. 1961 tarihli gazetelere bakılırsa Almanya’da sayıları 8 bini bulan işçi vardı ve bu sayı gün geçtikçe artıyordu.

  1. Dünya Savaşı’nın ağır tahribatının ardından hızla yeniden toparlanma sürecine giren Almanya’da büyük bir işgücü açığı yaşanıyordu. Savaşta erkek işgücünün büyük bölümü yok olmuş, önemli bir bölümü de savaş esiri olarak ülke dışında bulunuyordu. Daha 1953’lerden itibaren ülkeye dışarıdan işgücü getirilmesine dair düşünceler vardı. Kısa bir süre sonra da bu gerçekleştirildi.

1955’te İtalya, 1960’ta İspanya ve Yunanistan’la anlaşmalar yapıldı. Kendilerine “misafir işçi” denilen binlerce insan çalışmak üzere Almanya’ya getirildi. Ancak işgücü açığı kapatılamıyordu. Ayrıca birçok işveren de Alman işçiler kadar olmasa da sendikal haklar konusunda uyanık davranan İspanyol ve İtalyan işçilerden memnun değillerdi. Almanların yapmak istemediği “ücreti düşük” işleri fazla itiraz etmeden üstlenecek, “çalışkan” ve “dayanıklı” işçilere ihtiyaç vardı.

O yıllarda 30 milyon nüfuslu tarım ülkesi Türkiye’de en büyük sorun işsizlikti. Ülke içi göç sonucu kırsal kesimlerden İstanbul ve Ankara’daki gecekondu bölgelerine yüzbinlerce işsiz insan akmıştı.

Almanya’da çalışmak üzere bireysel başvuruda bulunanların artması nedeniyle İstanbul’daki başkonsolosluk 1960’ta rapor yazarak, İtalya, İspanya ve Yunanistan’la imzalanan anlaşmanın bir benzerinin Türkiye’yle de yapılmasını önermişti.

1960 Darbesi’nden sonra yönetime gelen Milli Birlik Hükümeti de, Almanya’yla bir an önce anlaşmaya varıp Almanya’ya işgücü ihraç ederek işsizlik sorununu hafifletmeyi hedefliyordu. Böylece yaygın işsizliğin neden olabileceği sosyal sorunlar önlenebilecek, üstelik dışarıya gidenlerin göndereceği dövizler bütçe açığının kapanmasına katkıda bulunabilecekti.

Alman hükümeti başlangıçta tereddütlüydü, ancak Dışişleri Bakanlığı bu durumun Ankara’da ters anlaşılabileceğini düşünüyor ve Soğuk Savaş’ın yoğunlaştığı bu dönemde NATO müttefiki Türkiye’nin oyalanmamasını tavsiye ediyordu.

Sonunda iki ülke arasında işgücü anlaşması 30 Ekim 1961 tarihinde imzalandı. Anlaşma aynı yıl 1 Eylül 1961’den itibaren geçerli olacaktı.

12 maddelik anlaşma, daha önceki anlaşmalardan daha az hak içeriyordu. İşçilerin çalışma ve oturma izinleri 2 yılla sınırlı olacaktı, sağlık muayenelerinde kontrol edilen hastalıkların kapsamı genişletilmişti ve en önemlisi de, aile birleşimi söz konusu değildi.

Anlaşma gereğince işgücü seçimi ve belirlenen işçilerin Almanya’ya gönderilmesi için İstanbul Tophane’de bir Alman İrtibat Bürosu açıldı. 1976’ya kadar faaliyet gösteren bu büroda çalışanların sayısı zaman içinde 7’den 150’ye ulaşmıştı.

Almanya’da çalışmak talebiyle Türkiye’deki iş ve işçi bulma kurumlarına başvuranlar arasında uygun bulunanlar bu irtibat bürosunda sağlık kontrolünden geçiriliyor, son karar burada veriliyordu. Bu sıkı kontrolleri aşabilenler de bu ofisin organize ettiği trenlerle toplu hâlde İstanbul Sirkeci’den Almanya’nın Münih kentine gönderiliyordu, oradan da kendilerini bekleyen görevlilerin oluşturduğu kafilelere hâlinde ülkenin dört bir yanına dağılıyorlardı.

Anlaşmaya göre bir meslek sahibi olmayan erkeklerin 30, mesleği olanların ise 40 yaşından genç olması gerekiyordu. Mesleği olan kadınlarda yaş sınırı 45 olarak belirlenmişti. Hepsinin sağlıklı, okuryazar insanlar olması isteniyordu. Yazılı bir koşul değildi, ancak evli olanlar tercih ediliyordu. Böylece memleketteki eşlerini, çocuklarını düşünerek, iş ve ödeme koşullarına itiraz etmeden gayretli bir biçimde çalışacakları düşünülüyordu.

1961-1973 kesitinde yaklaşık 2.7 milyon vatandaşımızın Alman İrtibat Bürosundaki meslek, eğitim ve sağlık kontrollerinden geçtiği, çoğu erkek olmak üzere bunların 750 bin ile 1 milyonu bulan bir bölümümünün çalışmak üzere Almanya’ya gönderildiği biliniyor.

“Misafirden işçi olur mu?” O dönemler kimse bu tuhaf kavramı sorgulamıyordu. Ev sahipleri işçilerin en fazla iki yıl kalmasını istiyordu. Daha sonra sözleşmeyi uzatma hakkı onun elinde kalmalıydı. Ama “misafirler” de bu durumu garipsemiyordu. Onlar da birkaç yıl çalışıp, bu süre içinde biriktirdikleri parayla, belki altlarına da bir araba çekmiş olarak, memleketlerine dönmeyi hedefliyorlardı.

Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Kısa zamanda misafirlik süresi uzamaya başladı. “Misafir işçi”lerin çoğunluğu önce madenlerde, demir çelik ve otomotiv fabrikalarında iş buldu. Çalışkan, gayretli, sağlıklı “misafir”lerinden memnun olan “ev sahipleri”, iki yıllık sözleşmeleri uzatmaya başladılar. Ardından “misafir”lerin memleketteki ailelerini de getirmelerine izin verilmeye başlandı. 1964 yılında işgücü anlaşmasının çalışma izinlerini baştan iki yılla sınırlayan “rotasyon hükümleri” iptal edildi.

Ünlü yazar Max Frisch’in dediği gibi “İşgücü çağrılmış, ama insanlar gelmiş”ti.

Ama Almanya gelenlere “hoş geldin” diyordu.

Bu arada yabancı işçilerin statülerini, yaşamlarını kolaylaştırıcı bazı yasalar çıkarılmıştı. Türkiye kökenli göçmenler dernekler, spor kulüpleri kurarak, ağırlıkla kendi aralarında da olsa soysal, sanat, kültür, siyaset ve spor yaşamında giderek daha aktif olmaya başladılar. Kendi işyerini kurarak girişimciliğe geçenlerin sayısı da artmaya başladı.

Ancak 1973’te tüm dünyayı sarsan petrol krizi Almanya’yı da etkiledi. Artık yabancı işçiye gerek yoktu. İstenmiyorlardı. Dönemin sosyal demokrat hükümeti Türkiye’den işçi alımını resmen durdurma kararı aldı. Bu arada Almanya’daki Türkiye kökenli göçmenlerin nüfusu 1 milyona yaklaşmıştı.

Göç bu tarihten itibaren yavaşladı, ama aile birleşimi nedeniyle eskisi gibi olmasa da devam etti. 1980’deki 12 Eylül Darbesi’nin ardından Türkiye’den binlerce siyasal sığınmacı da Almanya’ya gelmeye başladı. Hükümet bunun üzerine Almanya’ya gelmek isteyen Türkiye vatandaşlarına vize zorunluluğu getirdi.

Bu arada hem Almanya genelinde ama özellikle de Türkiye kökenli göçmenler arasında işsizlik artıyordu. Buna paralel olarak Türkleri hedef alan yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve ayrımcılık hızla yaygınlaştı.[17] 2019’da Doğu Almanya’nın Halle kentinde, 2020 başında da Hanau’daki ırkçı terör saldırıları Almanya’daki yabancı düşmanlığının derinliğini gösterdi.

Birinci kuşak göçmenlerin büyük bir bölümü yaşamlarını artık iki ülkede sürdürüyorken; Almanya’da bir bölümü bu ülkenin, bir bölümü Türkiye’nin, bir bölümü de her iki ülkenin vatandaşı 3 milyonu aşkın insan yaşıyor.

COĞRAFYAMIZDA “GÖÇMEN İŞÇİ”LİK

Öncelikle “Sermayenin ucuz işgücü kaynağının sığınmacı/göçmen işçiler”[18] olduğunun altını çizerek ekleyeyim: Uluslararası Çalışma Örgütünün (ILO) Uluslararası Göçmen İşçilere İlişkin Küresel Tahminleri raporuna göre, küresel olarak uluslararası göçmen işçilerin sayısı 2017’den bu yana yüzde 300 artarak 169 milyona yükseldi.

Üstelik genç göçmen işçilerin, yani yaşları 15-24 yaş arası olan işçilerin payı da 2017’den beri neredeyse yüzde 2 artarak 3.2 milyon artarak 2019’da 16.8 milyona ulaştı.

2019’da uluslararası göçmen işçilerin küresel işgücünün yaklaşık yüzde 5’ini oluşturduğunu ve bunun da onları dünya ekonomisinin ayrılmaz bir parçası hâline getirdiğini gösterdi.[19]

Gelelim coğrafyamızdaki “göçmen işçi”lik meselesine…

DİSK Tekstil Antep Bölge Temsilcisi Mehmet Türkmen, “Suriyelilerin içinde bulundukları insanlık dışı koşullar, sadece göçmen hakları ve insan hakları gibi konulara duyarlı çevrelerin sorunu olamaz. İşçi sınıfının önemli bir parçası hâline gelen Suriyelilerin sorunları, tüm sendikaların gündemi olmak zorunda,”[20] derken; coğrafyamızda ucuz iş gücü olarak görülen göçmen işçilerin durumu siyasi partiler ve sendikalar tarafından yeterince gündeme getirilemiyor.

Kolay mı?!

AKP’nin göçmen politikası iş yaşamını kuralsızlaştırıyorken; ülke sayıları 1 milyonu aşan ve kayıtdışı biçimde çalıştırılan göçmene ev sahipliği yapıyor.

Coğrafyamızda izinli yabancı çalışan sayısı 2019’da 145 bin 232 kişiyken, bunun 63 bin 789’u Suriyeli işçilerden oluşuyordu. Kayıt dışı çalıştırılan Suriyeli göçmenler yoğun olarak tarım, inşaat, tekstil gibi sektörlerde istihdam ediliyor. Söz konusu iş kollarında iş cinayetlerinin ve düşük ücretlerin verildiği de bilinen bir gerçek:  2015-2020 kesitindeki iş cinayetlerinde ölenlerin yüzde 13’ü Afgan, yüzde 65’i Suriyeli ve geri kalan yüzde 22’si başka ülkelerin vatandaşıydı.[21]

Burada durup coğrafyamızda göçmenlik gerçeğiyle yüzleşmeliyiz.

Nobel ödülü alan Aziz Sancar, Corona aşısını bulan Uğur Şahin ve Özlem Türeci, Belçika’da bakan olan Zuhâl Keskin, Almanya’ya uluslararası ödüller kazandıran Fatih Akın… Bu isimlerin ortak bir yanı var… Hepsi birer göçmen…

Farklı nedenlerle ülkelerini bırakıp, bilmedikleri bir ülkede yaşamak zorunda kaldılar… Cemal Süreya’nın dediği gibi “Kavimler Kapısı Türkiye” de geçmişten bugüne göç yollarının kesiştiği bir ülke olmuş.

Bugün Türkiye’de 190’a yakın ükeden yaklaşık 4.5 milyon yabancı yaşıyor. Bunların büyük bir çoğunluğunu ise 2011’de başlayan Suriye iç savaşından kaçan Suriyeliler oluşturuyor. Suriye’den göç edenler, Türkiye’nin Cenevre Sözleşmesi’ne koyduğu coğrafî çekince nedeniyle, mülteci statüsünde değil. Devlet, onlar için “Geçici Koruma Altındaki Suriyeliler” gibi uzun bir tanımlama belirlemiş.

Adında geçici var ama bu 3 milyon 600 bin insanın dönecek bir evi, bir yurdu yok artık. Yaklaşık 500 bin çocuğun da bu topraklarda doğduğunu göz önüne alırsanız, geçicilik ironik bir tanım olarak duruyor karşımızda. İnsanî Gelişme Vakfının geçen yıl yaptığı, bugünlerde de güncellemekte olduğu araştırmada yer alan veriler şöyle:

Ortalama yaş 21. Ortalama 6.2 kişilik hanelerde yaşamaktalar. Kişi başına gelirleri aşırı yoksulluk sınırının altında…

Türkiye’deki en büyük memnuniyetleri güvenlikli (ölüm tehlikesi olmayan) bir ortamda yaşıyor olmaları (yüzde 84)…

Genellikle yerli işgücünün tercih etmediği alanlarda 1 milyona yakın Suriyeli kayıt dışı koşullarda çalıştırılmakta. Pandemi koşullarında büyük bölümü güvencesiz bir şekilde işsiz kaldı…

15 binden fazla şirkette 44 bin Suriyeliyi istihdam ediyorlar…

Yüzde 80’i ülkesine geri dönmeyi düşünmüyor…

Suriyeliler artık Türkiye’nin bir gerçeği. Ancak büyük bir gerilim hattı oluşturuyor. Sadece Suriyeliler değil, yoksulluğun en derininden daha derinini yaşayan, kent çeperlerinde gettolaşan, kendi kimliklerine göre mahalleler kuran göçmenler Türkiye’nin en can alıcı sorunlarının başında![22]

“Nasıl” mı? Deniz Zeyrek aktarıyor…

İstanbul Beykoz’da Küçüksu Mahallesi’nde bir caminin önünde onlarca göçmen biraz sonra gelecek aracın aralarından on kişi seçmesini bekliyorlardı.

Kalabalık arasında o araca binebilmeyi bekleyen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Sabri Polat sinirli bir ifadeyle konuşmaya başladı: “Bütün yabancıları doldurmuşlar buraya, artık eve ekmek götüremiyoruz. Bu yabancıları doldurmuşsun buraya, bunlara çözüm bulsunlar. Afganistanlı, Kırgızistanlı, Pakistanlı geliyor benim elimdeki ekmeği alıyor.”

Bir Afgan yanıt verdi: “Biz savaştan kaçıyoruz.”

Sabri Bey’in öfkesi geçmedi: “Savaştan kaçıyorsun ama gelip buradaki insanların ekmeğini alıyorsun. Gelip diyorlar ki (işverenler), ‘Ben Afgan götüreceğim Türkleri götürmeyeceğim’ Niye? Türkler ekmek götürmesin mi? Aç mı ölsün?”

Bir başka Afgan araya girdi: “Bizim yaptığımız işi siz yapmazsınız. Sırtımızda beş kata kadar çimento kaldıracağız bir saate. Beş dakika dinlenmeden çalışıyoruz akşama kadar. Siz, kavga çıkarıp bırakıyorsunuz. Biz sizleri rahatsız etmek istemiyoruz. İnşallah ülkemiz düzelince ülkemize döneceğiz.”[23] Yoksulu yoksula düşman eden ve bu düşmanlıktan kâr devşiren bir sistem…

Tam da bu koordinatlarda yüksel(til)en ırkçılığa ilişkin olarak, “Herhangi bir ülkede özgürlüğün gerçek düşmanları halk değil, aksine bir sistemden çıkar sağlayan yüksek tabakalardır,” vurgusuyla William Godwin’i unutmamakta yarar var.

COĞRAFYAMIZDA IRKÇILIK

Şovenizmle, milliyetçilikle bezenmiş argümanlarla göçmenler her türlü olumsuzluğun, krizin günah keçisi hâline getirilmeye çalışılsa da gerçek gün ışığında! Sığınmacıların yeni vatanı coğrafyamız… Şimdilik durum bu!

Dışarıdan gelenler sığınmacı, göçmen olmaktan çıktı, misafir falan da değil, yerleşmecidirler.

Yüksel(til)en milliyetçilikle göçmenlik hâl(lerin)inin olası sonuçlarının konuşulduğu coğrafyamız oldukça tedirgin. Gelecek günlerin hiç de iç açıcı olmadığı söylenebilir.

Bir yandan sığınmacıların istilası karşısında tedirgin olanlar, öte yanda canını kurtarma telâşıyla giriş yapan, asgarî yaşam koşullarından yoksun sığınmacı kitleler…

Yerlilerin yabancılaşmaya başladığı, yabancıların yerlileşemediği bir ülke kültürel kaosun eşiğine gelmiş demektir; özellikle de ulusalcı, milliyetçi refleksin siyaseti biçimlendirdiği ortamda.

İşte kimi örnekler…

Nilgün Cerrahoğlu’ndan: “Hemen söyleyeyim: Hayır. Ama ortada şimdiye dek çoktaaan müdahale edilmesi gereken şirazesi kaymış, ayarı kaçmış anormal bir durum var… Türkiye’de mülteci meselesi Yılmaz Özdil’in ifadesiyle bir ‘grizu patlamasına’ dönüşüyor… Bir tehlike var. Ümit Özdağ -yöntemlerini çok beğenmesem de!- olabilecek en yüksek perdeden şimdi bu tehlikeye dikkat çekiyor. Kulak vermekte fayda var. Aksi hâlde bu dip dalganın önü alınamaz”![24]

Ömer Can Talu’dan: “Emperyalizmin Mütareke döneminden, İstanbul’un işgal yıllarından bugüne, Türklere dayattığı bir plan vardır… İstanbul hızla, Türk yurttaşları için maddî olarak yaşanamayacak hâle geliyor”![25]

Mehmet Emin Elmacı’dan: “Geçici olarak koruma altına alınmış olduğu ortada olan bu sığınmacı grupların ülkemizde kalıcı hâle getirilmesinin, toplumumuzun ulus devlet yapısının çözülmesini sağlayacak bir ‘emperyalist oyunu’ olduğu görülmelidir”![26]

Ataol Behramoğlu’ndan: “Yurdumuza başta Suriye olmak üzere Ortadoğu ülkelerinden, Afganistan’dan mülteci akınının bir ABD emperyalizmi projesi olduğunu düşünüyorum. Batı ülkeleri yönetimleri de bu projeyi destekliyor ya da umursamıyorlar. Hepsinin ortak yanı Türkiye ve Türk düşmanlığıdır”![27]

Haluk Hepkon’dan: “Türkiye adına rahatlıkla sığınmacı işgali diyebileceğimiz, toplumun bütün dengelerini geri dönülmez biçimde değiştirecek, ülkeyi ve milleti yıkıma uğratacak çok daha büyük tehlikeyle karşı karşıyadır. Saldırıları ve tehditleri umursamadan, gerektiğinde yalnız kalmayı göze alarak, toplumu bu korkunç tehlikeye karşı uyarmak görevi bugün hepimizin önünde durmaktadır”![28]

Rahmi Turan’dan: “Başımızda yeni bir dert var! CHP İstanbul Milletvekili İlhan Kesici yabancı sığınmacıların Türkiye’yi istilasını ‘Büyük tehlike’ olarak gösterip sosyal medyada şu görüşleri ileri sürdü: ‘Sınırlarımızda yaşanan düzensiz göçmen gelişleri mutlaka durdurulmalıdır. Yeterince kalmış olanlar da ülkelerine gönderilmelidir. Sığınmacı, göçmen, mülteci, ne denilirse denilsin, hem Suriyeli, hem Afganlı sığınmacılar artık iç güvenlik ve milli güvenlik sorunu hâline gelmek üzeredir,’ ”![29]

Mine G. Kırıkkanat’tan: “6 milyona ulaşan göçmen/sığınmacı varlığı, ekonomisi hiç de parlak olmayan 80 milyonluk bir ülkede ciddi sorundur. Meseleye ister insan hakları gözlüğü ile bakın, isterseniz milliyetçi bir gözlükle… Hızla çözülmesi gereken bir sorundur”![30]

Tuğgeneral Naim Babüroğlu’ndan: “Devletin güvenliği sınırdan başlar”![31]

Erol Ertuğrul’dan: “Suriyeliler yetmedi, bir süre sonra Afganlar da gelmeye başladı… Afgan göçmenler bir yandan da ülkemize uyuşturucu taşıyorlar”![32]

Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Levent Kurnaz’dan: “20 yıl içinde Türkiye sınırlarına 30 milyon yeni göçmen akın edecek, 10 yıl içinde de Batılı turist Türkiye’de tatil yapamaz hâle gelecek”![33]

Meral Akşener’den: “Ülkeyi göçmen deposuna çevirdiler”![34]

Ali Sirmen’den “Göçmen çöplüğü olduk”![35]

Hüsamettin Cindoruk’tan: “Türkiye’nin terörden önemli sorunu göçmenlerdir… Türkiye, açık bölge hâline geldi”![36]

Soner Yalçın’dan: “Ülkemizde mülteci sorunu kangrene dönüştü. Kuşkusuz ülkemizdeki mülteci karşıtlığının nedenlerini anlamak zor değil: Dünya Bankası raporuna göre mülteciler yüzünden Türkiye’de yerli işgücünün yüzde 50’si tamamen işgücünden çıktı, yüzde 32’si işsiz kaldı, yüzde 18’i ise kayıt dışı çalışmaya geçti. Ayrıca büyük emekçi kitlesi de işini kaybetme korkusu yaşıyor! Vahim tablo bu”![37]

Saygı Öztürk’ten: “Türk Milleti, adına her ne denilirse denilsin (sığınmacı, mülteci, muhacir, göçmen…) göçle gelenlerin ağır yükünü sırtında daha fazla taşıyamaz”![38]

“Tek amaçları ülkelerine gitmemek olan Afganlıların neler yaptığına bakalım: Gitmemek için intiharlara kalkışılıyor. Temizlik için verilen sabun ya da deterjanları yiyor, içiyor, mideleri bozulduğu için hastaneye kaldırılıyorlar. Böylece Türkiye’de kalma süresini uzatıyorlar, gözetim altında tutuldukları süre içinde ülkelerine gönderilişlerini engellemek için 6 ayı doldurmaya çalışıyorlar. Çünkü, Geri Gönderme Merkezi’nde 6 ayı dolduran ülkesine gönderilemiyorsa Geri Gönderme Merkezi’nden çıkarılıyor”![39]

Bunlara ek olarak: Fransa merkezli araştırma şirketi “Ipsos Online Panel Sistemi (İPSOS)” 28 ülkede yerli halkın sığınmacılara bakış açısıyla ilgili olarak düzenlediği araştırmaya göre Türkiye vatandaşların yüzde 76’sının sınırların sığınmacılara kapatılması gerektiğini düşündüğü saptandı![40]

“Bizim de göçmen olduğumuzu” görmezden gelen bu “insansız/vicdansız” zihniyete ne denilebilir?!

Lakin mesele ırkçılık ise bundan farklısı da mümkün ol(a)maz tabii…

İşte kimi çarpıcı ırkçılık verileri…

  1. i) Kocaeli’nin Dilovası ilçesinde 2 Temmuz 2023 akşam saatlerinde Suriyeli mültecilerin “bir köpeği zehirlediği ve bir kişinin evini bastığı” iddiaları gerginlik yarattı. Kentte mülteci karşıtı yürüyüş düzenlenirken yetkili mercilerden yaşananlara ilişkin çelişkili açıklamalar geldi. Kocaeli Valiliği, “Suriyeliler ev bastı” iddiasını yalanlarken İl Emniyet Müdürlüğü, “Suriyelilerin yakalandığını” bildirdi, olaya karışan kişilerin sınır dışı edilmeye başlandığını duyurdu. Olay yerine gelen İl Emniyet Müdürü, kitleyi sakinleştirmeye çalışsa da kalabalık eylemlerini gece boyu sürdürdü. Bu esnada sığınmacılara ait bazı iş yerlerine zarar verildi. Olayların ardından Suriyelilerin korkudan sokağa çıkamadığı aktarıldı…[41]
  2. ii) Ankara’nın Altındağ ilçesinde, iki Suriye uyruklu kişi ile çıkan kavgada bıçaklanan 18 yaşındaki Emirhan Yalçın’ın yaşamını yitirmesinin ardından gerginlik yaşandı. Mahalle sakinleri, bölgede yaşayan Suriyelilerin ev ve işyerlerine saldırarak zarar verdi. Olayların ardından 76 kişi gözaltına alındı. Ankara’da yaşanan olaylardan sonra gözaltına alınan 76 kişinin 38’inin yağma, kasten yaralama, hırsızlık, uyuşturucu suçlarından kaydı bulunduğu açıklandı…[42]

iii) Karabük’te, Filyos Çayı’nda cansız bedeni bulunan Gabonlu Jeannah Danys Dinabongho Ibouanga ırkçılık kurbanı oldu…[43]

  1. iv) “Yaklaşık 101 milletin Esenyurt’ta yaşadığını” dile getiren Esenyurt Kent Konseyi Başkanı Mehmet Hanefi Kaya,  “7 Şubat 2022’de hemen Bağlarçeşme Mahallesi’nde adli bir vaka yaşandı. Bizim Türk vatandaşlarından birisi, Suriyeli bir vatandaşla tartıştı. Bu tartışma büyük bir kavgaya dönüştü. Aldılar sopaları, kuşandılar taşları; Suriyelilerin uğrak yeri olan bir AVM’yi bastılar. Kadın, çocuk demeden taşladılar,” diyor…[44]
  2. iv) G. Antep Valiliğinin açıklamasına göre 9 Ocak’ta 14 yaşındaki Suriyeli A.Z., H.Ö. ve M.E.K. tarafından darbedildi. İki fail de çıkarıldıkları mahkeme tarafından tutuklandı. Ayrıca faillerden H.Ö.’nün 3 ayrı suç kaydı bulunduğu ifade edildi. A.Z.’nin yakınları ise çocuğun cinsel istismara maruz bırakıldığını söyledi. Okuldaki arkadaşı ile oyun oynarken yaşananların ardından kaybolan ve ailesi tarafından aranan A.Z. otoban kenarında bulundu. 14 yaşındaki çocuğun şiddet ve cinsel istismara maruz kaldığı öğrenildi. Ailesi çocuğun durumunun çok kötü olduğunu belirtti.[45]
  3. v) G. Antep’te 41 STK, şehirde yaşayan geçici koruma altındaki Suriyelilere dair bir açıklama yayımladı: “Şehrimizde Değişen Nüfus Yapısı ve Etkileri” başlıklı toplantıda patronların kulüpleri, vakıfları ve kurumlarının yanı sıra meslek örgüt odalarının yer alması dikkat çekti. Yapılan açıklamada “G. Antep’te yaşam; yerli nüfus için gittikçe çekilmez hâle gelmektedir. Yolda, toplu ulaşım araçlarında, parkta, evde, işte çevreyle uyumlu olamamakta, kendi kültürlerini, alışkanlıklarını olduğu gibi sürdürmekte ve biz G. Anteplilerin yaşam alanını daraltmaktadırlar!”[46][47]
IRKÇI SALDIRILARDAN BAZILARI47
17 Ocak 2021 İzmir Bayraklı’da Suriyeli bir aile “gürültü” iddiasıyla darp edildi. Olaya karışan yaklaşık 20 kişi ile ilgili soruşturma açılmadı.
21 Mart 2021 Antalya’da atık kâğıt toplayan, motosikletli Suriyeli mülteciye çarpan kamyonetteki üç kişi, ardından mülteciyi taş ve sopa ile darp etti, motosikletinin üzerinden kamyonetle geçip, motosikleti yaktı. Saldırganlardan ikisi savcılıkça, biri ise mahkeme tarafından adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı.
17 Temmuz 2021 HDP İzmir il binasına yapılan silahlı saldırı sonucunda, Deniz Poyraz öldürüldü.
2 Ağustos 2021 Antalya’nın Elmalı ilçesine mevsimlik tarım işçisi olarak giden Kürtler, 300 kişilik ırkçı grubunun saldırı ve tehditlerinden dolayı köyü terk etmek zorunda kaldı.
11 Ağustos 2021 Ankara Altındağ’da iki grup arasında çıkan kavga sonrasında iki kişi bıçaklandı ve bir kişi hayatını kaybetti. İki gencin Suriyeli mülteciler tarafından bıçaklandığı haberinin yayılmasıyla, mahallede “Suriyelileri burada istemiyoruz” diyerek Suriyelilere ait dükkânlar ve evler taşlandı.

 

  1. vi) Irkçı saldırı sonucunu hayatını kaybeden mülteci işçi Abdulkadir Davut (21), altı arkadaşı ile birlikte Zeytinburnu sahilinden dönerken evinin önünden geçtikleri Metin G’nin balkonundan sıktığı kurşunların hedefi olmuştu. Bu tür saldırılarda hayatını kaybedenlerden bir tanesi de Eymenh Hammami (18) idi. Ayrıca Hatay Kırıkhan’da yabancı öğrenciler sınavına hazırlandığı kurstan evine dönerken “Suriyeli misiniz?” diye soran ırkçı bir grubun saldırısında ağır yaralanan Enes Hassani hafıza kaybı yaşadı.[48]

vii) Kayseri’de Suriyelilere ait işyerleri ateşe verildi. Kayseri, Konya, İstanbul, Hatay ve Antalya gibi pek çok ilde Suriyelilere yönelik linç girişimleri yaşandı.[49]

viii) Afganistan’dan gelen yoğun göç ile beraber nefret söylemleri yeniden yükselişe geçti. Yangın bölgelerinde kendisini “görev”lendiren vatandaş yol keserek kimlik kontrolü yaptı. Büyük yangınların ardından pompalanan ırkçılığın sokağa yansıması da ağır oldu. Konya’da Kürt bir aile katliama uğradı, Altındağ’da Suriyelilerin yaşadığı bölgeler talan edildi.[50]

  1. ix) Hatay’da rüşvetle suçlanan Hâkim Mehmet Mustafa Ş., savunmasında kendisini suçlayan hâkimlerin, sınırda göçmen bir çocuğu öldüren askeri hukuksuz şekilde beraat ettirdiğini açıkladı.[51]
  2. x) Ege açıklarında 16 Ocak 2025’te Sahil Güvenlik Komutanlığına bağlı gemi tarafından batırılan bottan kurtulan M. S. adlı mülteci, Sahil Güvenlik Komutanlığında ifadelerini baskı altında verdiklerini belirtti.[52]

Bunlar böyleyken milliyetçi ırkçıların göçmenleri/sığınmacıları “kriminal bir topluluk” olarak sunmaya kalkışması gerçeği yansıtmıyor. Örneğin İçişleri Bakanlığının verilerine göre Türkiye’de Suriyelilerin karıştıkları olayların toplam asayiş olaylarına oranı sadece yüzde 1.32.[53]

Özetle “suç makinesi” yaygaraları tümüyle yalandan ibarettir!

O hâlde şimdilerde Elbert Hubbard’ın, “Gerçek başarısızlar, yanılgılarını deneyimleri ile düzeltemeyenlerdir,”  vurgusuyla Panait Istrati’nin, “Zorbalara dünyayı avuçlarında tutma gücünü veren şey herhangi bir ahlâki değer ölçüsü değil, ezilenlerin korkaklığıdır,” uyarısını hatırla(t)ma zamanıdır! o

17 Nisan 2025, Muğla.

 

[1]           Mehmed Uzun.

 

[2]           Bkz: i) Temel Demirer, “Yerkürede ve Coğrafyamızda Göç ile Göçmenlik”, Rojnameya Newroz, Mart 2020… https://temeldemirer.blogspot.com/2020/03/yerkurede-ve-cografyamizda-goc-ile.html ii) Temel Demirer, “… ‘Göç’ Bir ‘Soru(n)’ Değil, Durumdur”, Kaldıraç dergisi, No: 284, Mart 2025… iii) Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Mübadele Trajedisi”, Kaldıraç dergisi, No: 256, Kasım 2022… iv) Temel Demirer, “12 Eylül; Sürgün(lük) Deyince…”, 4 Haziran 2012… https://temeldemirer.blogspot.com/2012/07/12-eylul-surgun-luk-deyince1.html

 

[3]           Kayhan Ayhan, “Türkiye’ye Son Yıllarda Göç Dalgası”, Birgün, 7 Nisan 2023, s. 7.

 

[4]           “Göçte Devasa Artış”, Birgün, 25 Temmuz 2023, s. 7.

 

[5]           “Gençlik Krizi”, Birgün Pazar, 29 Eylül 2024, s. 10.

 

[6]           Şafak Yüca, “Kader Mahkûmuyuz”, Cumhuriyet, 20 Temmuz 2023, s. 2.

 

[7]           Özgen Acar, “Mülteciler Sorunu Boyutlarını Aşıyor! (1)”, Cumhuriyet, 24 Haziran 2022, s. 12.

 

[8]           İbrahim Sirkeci, “Göçü Durdurmak”, Birgün, 30 Nisan 2023, s. 9.

 

[9]           “Amerikan Rüyasına Cezaevi Engeli”, Birgün, 24 Ekim 2024, s. 9.

 

[10]          “Göçen Göçene”, Birgün, 8 Mayıs 2024, s. 13.

 

[11]          “İngiltere’nin Mülteci Planı Çöktü”, Cumhuriyet, 3 Şubat 2024, s. 7.

 

[12]          “Sığınan Sığınana”, Birgün, 24 Mayıs 2024, s. 10.

 

[13]          Orhon Murat Arıburnu, Bu Yürek Sizin, 1976.

 

[14]          Burhan Arpad, Büyük Kapının Önünde Bir Fener, 1973.

 

[15]          Gültekin Emre, “Misafir mi, Göçmen mi, Yerli mi?”, Cumhuriyet Kitap, No: 1662, 23 Aralık 2021, s. 14.

 

[16]          Celal Turhan, “Almanya Göçünün 60. Yılı ve Gelinen Ekonomik-Politik Boyut”, 20 Kasım 2021… https://www.avrupademokrat.com/almanya-gocunun-60-yili-ve-gelinen-ekonomik-politik-boyut-celal-turhan/

 

[17]          Gürsel Köksal, “Misafir Olarak Geldiler Ama”, Birgün, 31 Ekim 2021, s. 13.

 

[18]          “Sermayenin Ucuz İşgücü Kaynağı: Sığınmacı-Göçmen İşçiler”, Devrimci Duruş, No: 99, 8 Eylül-Ekim 2021, s. 8-9.

 

[19]          Olcay Büyüktaş, “Bir İşi Olsun Diye!”, Cumhuriyet, 8 Temmuz 2021, s. 8.

 

[20]          Sevgim Denizaltı, “Mehmet Türkmen: Sendikalar Suriyeli İşçileri Gündeme Almak Zorunda”, Birgün, 18 Şubat 2020, s. 10.

 

[21]          “1 Milyon Göçmen Kayıtdışı Çalışıyor”, Birgün, 1 Ağustos 2021, s. 10.

 

[22]          Jale Özgentürk, “Suriyeliler Kalıcı Gerçekle Yüzleşelim”, Cumhuriyet, 18 Aralık 2020, s. 10.

 

[23]          Deniz Zeyrek, “Göçmen Çıkmazı”, Sözcü, 28 Temmuz 2021, s. 4.

 

[24]          Nilgün Cerrahoğlu, “Hepimiz Irkçı mı Olduk?”, Cumhuriyet, 8 Mayıs 2022, s. 7.

 

[25]          Ömer Can Talu, “İstanbul’u Türklerden Arındırma Projesi”, Cumhuriyet, 25 Mayıs 2022, s. 2.

 

[26]          Mehmet Emin Elmacı, “Ulus Devlet ve Sığınmacılar”, Cumhuriyet, 23 Ağustos 2023, s. 2.

 

[27]          Ataol Behramoğlu, “Mülteci Akını Bir ABD Projesidir”, Cumhuriyet, 24 Mayıs 2023, s. 8.

 

[28]          Haluk Hepkon, “Sığınmacı İşgali”, Cumhuriyet, 27 Eylül 2023, s. 2.

 

[29]          Rahmi Turan, “Afgan İstilası”, Sözcü, 28 Temmuz 2021, s. 13.

 

[30]          Mine G. Kırıkkanat, “Göç Deposu Türkiye”, Cumhuriyet, 12 Eylül 2021, s. 8.

 

[31]          Ruhat Mengi, “Babüroğlu: Dünyanın Hiçbir Sınırında Böyle Bir Göçmen Kitlesi Görülmez”, Sözcü, 6 Ağustos 2021, s. 15.

 

[32]          Erol Ertuğrul, “Göçmen Sorunu Değil Göçmen Saldırısı”, Cumhuriyet, 13 Mayıs 2023, s. 2.

 

[33]          Erdoğan Süzer, “Korkutan Tahmin: 30 Milyon Göçmen Akın Eder”, Sözcü, 3 Haziran 2023, s. 7.

 

[34]          Deniz Ayhan, “Meral Akşener: Ülkeyi Göçmen Deposuna Çevirdiler”, Sözcü, 12 Mayıs 2022, s. 11.

 

[35]          Ali Sirmen, “Göçmen Çöplüğü”, Cumhuriyet, 6 Haziran 2023, s. 4.

 

[36]          Ruhat Mengi, “Hüsamettin Cindoruk: Türkiye’nin Terörden Önemli Sorunu Göçmenlerdir”, Sözcü, 28 Temmuz 2021, s. 11.

 

[37]          Soner Yalçın, “Öyle Kolay Değil”, Sözcü, 12 Mayıs 2023, s. 10.

 

[38]          Saygı Öztürk, “Sığınmacılar, AKP’lilere Zimmetlensin”, Sözcü, 13 Ağustos 2021, s. 14.

 

[39]          Saygı Öztürk, “İşte Sığınmacı Gerçeği”, Sözcü, 27 Temmuz 2021, s. 14.

 

[40]          Özgen Acar, “Mülteciler Sorunu Boyutlarını Aşıyor! (1)”, Cumhuriyet, 24 Haziran 2022, s. 12.

 

[41]          Umut Serdaroğlu, “Korkudan Sokağa Bile Çıkamadılar”, Birgün, 4 Temmuz 2023, s. 9.

 

[42]          Sefa Uyar, “Suriyelilerin Ev ve İşyerleri Tahrip Edildi”, Cumhuriyet, 13 Temmuz 2023, s. 8.

 

[43]          “Göçmen Kadınlar Irkçılığın da Hedefi”, Birgün, 22 Temmuz 2023, s. 3.

 

[44]          Umut Serdaroğlu, “Sığınmacının ve Yoksulun Yurdu”, Birgün, 3 Ağustos 2023, s. 10.

 

[45]          Oğulcan Aydın, “Antep’te Göçmen Çocuğa İşkence ve Cinsel İstismar”, Birgün, 13 Ocak 2024, s. 7.

 

[46]          Laçin Barış, “Antep’te 41 Kuruluştan Göçmen Düşmanı Irkçı Açıklama”, 20 Haziran 2024… https://www.avrupademokrat3.com/antepte-41-kurulustan-gocmen-dusmani-irkci-aciklama/

 

[47]          Sibel Bahçetepe, “Kullanılan Irkçı Dil Düşmanlaştırıyor”, Birgün, 6 Eylül 2022, s. 7.

 

[48]          Volkan Pekal, “Mültecilere Yönelik Saldırıların Nedeni Irkçı Söylem”, Evrensel, 4 Ekim 2021, s. 3.

 

[49]          Bahar Gönül, “Yok Saymak Bu Sorunu Çözmez”, Birgün, 8 Temmuz 2024, s. 6.

 

[50]          Çağrı Sarı, “Doğanay: İtiraz Mülteciye Değil Kirli Pazarlığa Olmalı”, Evrensel, 14 Ağustos 2021, s. 6.

 

[51]          Timur Soykan, “Sınırda Faili Meçhul Bir Çocuk Cinayeti”, Birgün, 19 Şubat 2025, s. 9.

 

[52]          Ceylan Şahinli, “İfadeleri Baskı Altında Verdik”, Yeni Yaşam, 4 Mart 2025, s. 5.

 

[53]          Filiz Gazi, “… ‘Suç Makinesi’ Söylemi Yalan”, Birgün, 26 Ağustos 2021, s. 9.

Kitlesel direnişin 1 Mayıs’ını örgütlemek…

2025 1 Mayısı’nı, geçtiğimiz yıl boyunca başta işçi eylemleri olmak üzere, öğrencilerin, kadınların eylemlerinden doğanın yağmalanmasına karşı gelişen eylemlere, hayvan hakları için yapılan eylemlere birçok alanda süren ve gelişen direnişle karşılıyoruz. Toplumsal direnişin hemen her kesiminin kendi mücadele gündemleriyle hâlihazırda sürdürdüğü direniş 19 Mart’ta öğrencilerin aştığı barikatla birlikte büyümüş, sokaklar, meydanlar “artık böyle yaşamak istemiyoruz” diyen işçilerle, üniversitelilerle, kadınlarla dolmuştur. Kendiliğinden gelişen bu patlama bugün kitle hareketinin doğal bir seyri olarak aynı büyük toplanmalarla olmasa da devam etmektedir. Liseliler, çiftçiler, üniversiteliler talepleri ile sokaklardadır.

Bu sene gerçekleşecek 1 Mayıs, sınıfın bütün kesimlerinin bir araya geldiği, mücadelelerin ortaklaştığı, direnişlerin birbirlerinden öğrendiği, direnişin gücünü gören ve gösteren, kitlesel ve coşkulu bir 1 Mayıs olmalıdır. İşçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs tarih sahnesine ilk çıktığı andan itibaren “kendiliğinden” bir eylem değildir, örgütlenmelidir. 1 Mayıs, emekten, özgürlükten yana olan sendikaların, odaların, sol-sosyalist grupların, partilerin, kitle örgütlerinin karar verdiği, örgütlediği, çağrı yaptığı bir gündür.

Bu sene, 1 Mayıs örgütleme toplantılarında “kitlesel mi yoksa sınırlı bir güç ile Taksim’de mi” tartışması öne çıkmıştır. Tekrar pahasına, 2012 Taksim 1 Mayısı’nın Küba 1 Mayısı’ndan sonra dünyadaki en kitlesel 1 Mayıs olduğunu hatırlatmak isteriz. 

2012’den bugüne bakarsak aradan geçen süreçte Saray Rejimi inşa olmuş, saldırı ve baskılarını sürekli hâle getirmiş aynı zamanda örgütlülükler zayıflamıştır. Fakat bu gerçekliğin bir diğer tarafı da ülkenin her yerinde gelişen direnişlerdir, bugün sokağa çıkan milyonlardır. 

2025 1 Mayısı’nı örgütleyenler olarak bizlerin görevi kitlesel direnişin gelişmesi ve kazanımlarla buluşması için, bugün sokaklara çıkanları kendi talepleri etrafında örgütleyebilmek ve gücünü bir sınıf olarak gösterebileceği 1 Mayıs’ı inşa etmektir.

Taksim Meydanı’nda kitlesel, görkemli 1 Mayıs, emekten, özgürlükten, yana olanların “yapılamaz” ön kabulüyle örgütlenemez. İşçi sınıfının kendi örgütleyeceği eylemleri, bir “otosansürle”, sanki yasaklar meşruymuşçasına ele almak da bunun önünü açmayacaktır.    

Bu nedenlerle 1 Mayıs Taksim de mi olsun kitlesel mi olsun ikilemi gerçek değildir. Hem görkemli ve kitlesel bir 1 Mayıs organize etmek, hem de bunu Taksim’de yapmak mümkündür, ve bu ciddi bir iştir. 

2025 1 Mayısı’nın öncesinde DİSK, KESK, TMMOB, TTB, bu seneyi örgütlemek için bir toplantı çağrısı yapmıştır. Toplantılarda yer alan çağrıcı kurumlar dâhil katılan kurumların büyük çoğunluğu, 1 Mayıs’ın Taksim’de olmasının iyi olacağını fakat 1 Mayıs’ın birleşik ve kitlesel olarak Taksim’de olamayacağını dile getirmiştir. Bu tutumla Taksim 1 Mayısı’nın örgütlenmesi mümkün değildir. Bu hâl konuyu ciddiyetle ele almaktan, 1 Mayıs’ın öznesi olmaktan uzaktır, “iyi” olanı temenni etme hâlidir.

1 Mayıs toplantılarında “şehir merkezinde bir meydan olsun, kitlesel olsun” diyerek bugün onun da örgütlenmesi için adım atmayıp ikircikli tutum alan kurumlar ciddiyetten yoksun bu tutumlarıyla hem açıklanan Kadıköy hem olma ihtimali olan Taksim 1 Mayısı’nın içini boşaltmaktadırlar. 

Bu sene yıllardır yasak olan Kadıköy’de 1 Mayıs yapılmasının açıklanması gelişen direnişin bir kazanımıdır. Birincisi, Kadıköy herhangi bir meydan değildir. İkincisi gerçeğin tahrif edildiği gibi “icazetli” bir alan da değildir. Bu gerçekliğin ortaya konması gereklidir. Kadıköy, 96 1 Mayısı’nda şehit düşenlerin meydanıdır. Şehrin merkezindedir, eylem hafızası canlı ve tazedir, örgütlenirse kitlesel ve coşkulu eylemlerin yeridir. 

Kitlesel direnişin geliştiği bir süreçte 2025 1 Mayısı’nda DİSK, “genel merkezi önüne ulaşabilen üyeleriyle, Taksim’e doğru yola koyulmaya” ise mahkûm değildir.

2025 1 Mayısı birbiri ile koordinasyonu olmadan, yürüyüş kolları olmayan, her grubun ayrı toplanıp Taksim’e gidişi ile sınırlı olmamalıdır. 

2007-2008-2009 Taksim 1 Mayıslarında ortaya konan birleşik, güçlü bir Taksim 1 Mayısı iradesi meydanı işçi sınıfına açmıştır.

Bu irade, 2007 yılında ülkedeki tüm 1 Mayısların tek adresinin Taksim olmasıyla, tüm kentlerden 1 Mayıs’a gelecekler için toplanma alanlarının, yürüyüş kollarının, miting programının ilan edilmesiyle sağlanmıştır. Bugün de Taksim Meydanı ancak böylesi bir ciddiyetle ele alınan birlikte gösterilecek bir irade ile kazanılabilir.

Tarih, 2025 1 Mayısı’nı mücadelenin ve direnişin yükseldiği, direnişlerin bir araya gelebildiği, genel grevin örgütlenmesi için adım atıldığı, kitlesel direnişin büyüdüğü bir dönüm noktası olarak yazma imkânına sahiptir.

Kitlesel ve coşkulu bir 1 Mayıs kendiliğinden olmaz.

2025 1 Mayısı’nı kitlesel ve coşkulu bir gün olarak örgütlemek isteyen tüm sendikaları, odaları, sol-sosyalist örgütleri, partileri, kitle örgütlerini bu sorumluluğu almaya, 1 Mayıs’ın muhatapları olarak bir araya gelmeye ve 2025 1 Mayısı’nı bu ciddiyetle hep birlikte örgütleme iradesini göstermeye çağırıyoruz.

Kaldıraç

23.04.2025

Perspektif

Direniş hattı, Birleşik Emek Cephesi

Saray Rejimi, onlarca yıldır, her hak arama eylemine, toplumun her nefes alma girişimine, kadınların, gençlerin, işçilerin her türlü eylemine azgınca saldırmaktadır. Tüm güçlerini seferber...