Ana Sayfa Blog Sayfa 3

İran Komünist Partisi açıklaması: İran İslam Cumhuriyeti’nin devrimci yoldan devrilmesi mücadelesini yoğunlaştıralım

Amerika Birleşik Devletleri ile İran İslam Cumhuriyeti arasında yapılması planlanan nükleer görüşmelerin altıncı turu 15 Haziran Pazar günü Umman’ın Muskat kentinde gerçekleşecekken, 13 Haziran 2025 Perşembe gecesi ve cuma sabah erken saatlerde İsrail ordusu, önceki iki saldırısından çok daha yoğun ve kapsamlı bir operasyon başlatarak onlarca nükleer tesis, savunma sistemi, askerî üs ve Devrim Muhafızları Ordusunun (IRGC) üst düzey komutanlarının bulunduğu noktaları hedef aldı. Amerika Birleşik Devletleri hükümetinin bilgisi ve koordinasyonuyla gerçekleştirilen bu operasyon, nükleer müzakereleri ilerletmek ve İran İslam Cumhuriyeti’ni teslim olmaya zorlamak için bir baskı aracı olarak kullanılmaktadır. Saldırı sırasında bazı nükleer tesisler ve askerî merkezler imha edildi; IRGC ve İran ordusuna mensup birçok üst düzey komutan öldürüldü. İsrail Hava Kuvvetlerine ait savaş bombardıman uçakları tarafından Mossad ile işbirliği içinde gerçekleştirilen bu koordineli hava saldırısı, bir kez daha İslam Cumhuriyeti’nin savunma, güvenlik ve istihbarat altyapısının -Hamaney ve IRGC komutanlarının abartılı açıklamalarına rağmen- ne kadar kırılgan olduğunu ortaya koydu. Bir gün öncesinde ABD, İslam Cumhuriyeti’nin muhtemel misillemelerine hazırlık olarak bölgedeki büyükelçiliklerini tahliye etmişti. Ancak rejim, IRGC komutanlarının bir toplantısını gerçekleştirebileceği güvenli bir yer bile sağlayamadı.

IRGC komutanları ve nükleer bilim insanları, büyük ölçüde İslam Cumhuriyeti’nin bizzat tutuşturduğu bir savaşın içinde harcanmaktadır. Ancak bu savaşın, bombalamaların ve İran İslam Cumhuriyeti ile İsrail ve ABD hükümetleri arasındaki füze çatışmalarının devamının sonuçları bu olaylarla sınırlı kalmayacaktır. Güvensizliğin yayılmasının, nükleer radyasyon tehdidinin, derinleşen ekonomik yoksulluk ve sefaletin ötesinde, bu askerî tırmanış ve savaş durumunun yoğunlaşması esas olarak işçi sınıfının ve halkın mücadelelerinin, devrimci hareketin gelişimini ve ilerlemesini geciktirmeye hizmet etmektedir. Savaş ortamını kullanarak baskıyı artırmak ve bir polis devleti atmosferi dayatmak suretiyle, İslam Cumhuriyeti, rejimin devrilmesine yönelik devrimci mücadele sürecini tökezletmeyi ve iç düşmanını bastırmayı hedeflemektedir.

ABD hükümeti hâlâ İran İslam Cumhuriyeti’nin devrilmesini istememektedir; bunun yerine, İsrail’in askerî operasyonlarının yarattığı baskıdan yararlanarak rejimi nükleer müzakerelerde teslim olmaya zorlamak istemektedir. Ancak İslam Cumhuriyeti, uranyum zenginleştirme çabalarını İran topraklarında sürdürür ve mevcut maceracı çizgisinde ısrar ederse füzeler ve askerî çatışmalar daha da yoğunlaşacaktır. Bombalamaların sürmesine paralel olarak, burjuva ve sağcı muhalefet güçlerinin katılımıyla alternatif bir hükümet kurma çabaları da ABD-İsrail ekseninin Orta Doğu’da stratejik vizyonlarına uygun bir bölgesel düzen kurma projesinin bir parçası hâline gelecektir. ABD ve İsrail’in öngördüğü bu bölgesel düzende, nükleer silahlı bir İslam Cumhuriyeti’ne yer yoktur.

Bu nedenle, daha önce defalarca vurguladığımız gibi, İran İslam Cumhuriyeti ile ABD ve İsrail arasında nükleer program üzerinden yaşanan bu çatışmanın İran ve bölge halklarının ya da işçi sınıfının çıkarlarıyla hiçbir ilgisi yoktur. Hayatta kalma stratejisinin bir parçası olarak, İslam Cumhuriyeti, İranlı işçi ve emekçilerin sömürüsüyle elde edilen halkın servetinden yüz milyarlarca doları nükleer projelere ve programlara harcamıştır ve bu projelerin sonuçları doğrudan halkın zararına olmuştur. İslam Cumhuriyeti ile ABD-İsrail ekseni arasındaki bu çatışma, her iki tarafın mevcut politikalarının devamı niteliğindedir ve temelde her iki tarafın da gerici ve kapitalist karakterli bir hesaplaşmasıdır. Bu tırmanan savaşın tehlikelerinden korunmak için İran işçi sınıfının, emekçi kitlelerinin ve özgürlük isteyen halkının tek seçeneği, İslam Cumhuriyeti’ne karşı mücadeleyi genişletmek ve yoğunlaştırmak, saflarını örgütlemek için çabalarını artırmak ve rejimi devirmek için kitlesel bir ayaklanmaya ve devrimci yıkıma önderlik edecek ülke çapında bir liderlik inşa etmektir. Aynı zamanda, bazı hevesli burjuva muhalefet güçlerinin halkı mevcut durumda henüz var olmayan yüksek düzeyde bir örgütlenme ve hazırlık gerektiren erken eylemlere -örneğin ayaklanmalara- sürüklemesine de izin verilmemelidir.

İran Komünist Partisi, bu gerici savaşı ve çatışmayı kınarken, tüm işçileri, emekçileri ve özgürlük arayışındaki İran halkını, İran İslam Cumhuriyeti’nin devrimci yolla devrilmesi mücadelesini genişletmeye ve yoğunlaştırmaya çağırmaktadır. İşçi hareketinin ve diğer ilerici toplumsal hareketlerin öncü unsurlarını ve aktivistlerini, birleşik ve ülke çapında bir önderlik inşa etme ve örgütleme çabalarını genişletmeye davet etmektedir. Ancak İslam Cumhuriyeti’nin devrimci yolla devrilmesi için gerekli koşulların hazırlanmasına yönelik çabaların ve mücadelenin hızlandırılması ve yoğunlaştırılması sayesinde İran ve bölge halkları bu suç rejiminin zulmünden kurtulabilir. Bu aynı zamanda, burjuva ve sağcı muhalefet güçlerinin yukarıdan dayatılan bir alternatifi empoze etme girişimlerini boşa çıkarmanın ve ABD ile İsrail’in hedeflediği emperyalist ve gerici bölgesel düzene karşı Orta Doğu’nun işçilerine ve ezilen halklarına açık ve umut verici bir ufuk sunmanın da tek yoludur.

Bu gerici savaşa hayır!

Kahrolsun İslam Cumhuriyeti!

Yaşasın özgürlük, eşitlik ve işçilerin yönetimi!

İran Komünist Partisi Merkez Komitesi

13 Haziran 2025

Evin Cezaevindeki üç siyasi tutuklu, “Anisha Asadollahi”, “Nahid Khodajoo” ve “Nasrin Khadrjavadi”den mektup

Sevgili Halkımıza;

Ezilen ve adalet arayan siz değerli insanlara selâm olsun.

Biz, Evin Cezaevi kadınlar koğuşundaki siyasi tutuklular olarak, kapitalist hükümetlerin insanlık dışı politikalarını uygulamak ve kendi çıkarlarını ve iktidarlarını korumak adına yürüttükleri yıkıcı savaşı kınarken, bu tür savaşların halklara en ufak bir fayda sağlamayacağını, aksine bu savaşların asıl kurbanlarının savaşların çıkmasında en ufak bir rolü olmayan halkların kendisi olacağını hatırlatmak isteriz. Şüphesiz ki İran halkı ve diğer ülkelerin halkları savaş istememektedir. Çünkü hükümetler tarafından dayatılan bu yıkıcı ve yok edici savaşlar, binlerce savunmasız ve evsiz insanın hayatına mal olacak, yaşamlarını uçuruma sürükleyecektir.

Biz siyasi mahpuslar, İran şehirlerindeki hapishanelerde, sayısız demir kapının ardında kendimizi savunma imkânından yoksun şekilde hükümetin rehinesi olarak tutuluyoruz. Ancak bize dayatılan bu ağır koşullar altında, siz, sevgili, özgürlük-sever ve devrimci İran halkı için derin bir endişe duyuyoruz.

Halka dayatılan bu savaşın bir an önce sona ermesini istiyoruz ve siz sevgili halkımızdan, savaşa son verilmesini talep etmenizi; iktidarın savaş kışkırtıcılarına ve egemenlere karşı, varlığınız ve gücünüzle durmanızı istiyoruz!

Nahid Khodajoo

Nasrin Khazri-Javadi

Anisha Asadollahi 

18 Haziran 2025 Çarşamba

ABD’de son gelişmeler ve göçmen protestoları | Derya Kızılova

ABD, geçtiğimiz ay, Trump’ın başkanlığının başlamasından bu güne en büyük protesto dalgalarından birini yaşadı. Özellikle göçmenlere karşı yöneltilen baskılara karşı gelişen protestolarda Orta ve Güney Amerikalı Latin göçmenlerin büyük katılımı görüldü. Protestolara karşı Trump’ın federal hükümetin kontrolündeki Ulusal Muhafız ve Deniz Piyadelerini kullanması büyük tepki çekti. Bu süreç, Trump’ın başkanlığından bu yana özellikle göçmenlere karşı gelişen baskı ve kontrol mekanizmalarıyla incelenmelidir.

Trump’ın seçim kampanyasındaki en önemli mesajlardan biri ABD tarihinin en büyük deport kampanyasını gerçekleştirmek ve sınır güvenliği konusunda daha sert ve genişletilmiş mekanizmaları devreye sokmaktı.[1] Trump’ın dile getirdiği deport rakamları 15-20 milyonu buldu.[2] Buna paralel olarak, göçmenlere karşı ırkçı ve zenofobik söylemler ve stereotipler, Trump, etrafındakiler ve Trump’a yakın medya tarafından Trump göreve gelmeden yükseltildi. Bunun belki en çarpıcı örneklerinden biri Trump’ın Ohio’daki Springfield eyaletindeki Haiti’li göçmenlerin şehrin sakinlerinin köpeklerini ve diğer evcil hayvanlarını yedikleri iddiasıydı. Bu söylemi Vance de tekrarlamış[3] ve bütün bu tartışma şehrin yaşamını derinden etkileyen ve hala devam eden sonuçlar ortaya çıkarmıştı.

Trump hükümetinin bu iddialarda ne kadar ciddi olup olmadığı ilk başlarda belirsiz olsa da göçmen örgütleri savunma ve dayanışma ağlarını geliştirdi. Yeni hükümetin gelmesiyle, göçmenler üzerindeki baskı mekanizmaları, belirsizlik ve korkuyu özellikle arttıran ve zorbalığı geniş görünürlüğe ulaştıran politikalar yükseldi. Bu sürece aynı zamanda ICE kurumunun polis devletinin etkin, görünür ve geniş kullanımı damga vurdu.

En son protestolarda da gördüğümüz üzere, Trump’a karşı protestolar önemli bir ölçüde ICE kurumuna karşı yöneliyor. ICE, yani (Immigration and Customs Enforcement) Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza, 2003 yılında, 11 Eylül saldırılarından sonra başlayan Afganistan ve Irak savaşı sürecinde kurulmuştu. Irak istilasının başlangıcıyla aynı ayda, 2003 Mart ayında oluşturulan ICE’ın emperyalist savaş ve politikalarla yakından bağı kuruluşundan beri bu şekilde belirgindir. ICE ile zaten var olan diğer yerel ve eyalet çapı polis ve kolluk güçlerini birleştirdi ve ulusal çapta bir kuruma dönüştürüldü. Bu yeni merkezileşmiş ve ulusallaşmış devlet mekanizması, özellikle göçmenleri ama aynı zamanda devlet tarafından ulusal güvenliğe aykırı hareket ettiği belirlenen kişileri hedef almak için emperyalist savaşın iç cephe aygıtı olarak gittikçe daha gelişti. Burada, örneğin, ICE’ın Black Lives Matter protestolarını da bastırmak için kullanıldığını belirtmekte fayda var.[4]

Bu kısa tarihi anlatıda dikkat çekilmesi gereken bir diğer husus ise ICE’ın Cumhuriyetçiler veya Trump’a özgü bir kurum olmamasıdır. Tersine, Demokrat başkanlar ve hükümetler, ICE’ın geliştirilmesi ve yayılmasında büyük rol oynamış, bu kurumun bütçesini arttıran bütçe paketlerine imza atmışlardır. Sınır kontrolüne genel olarak harcanan bütçe, Demokrat hükümetlerin de olduğu dönemler de içinde olacak şekilde, 2003 yılından beri neredeyse her yıl artmıştır.[5] Bu nedenle, ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Mike Johnson’ın son protestolara hitaben, Demokratların ICE’ın bütçesini durdurma veya ICE’ı kapatmayı istediği gibi beyanları[6] gülünesidir ve daha çok bir danışıklı dövüşe işaret edebilir.

Burada hatırlamamız gereken bir diğer husus, Trump’ın tarihin en büyük deport kampanyasını yapacağını ileri sürerken, Biden’ın deport rakamlarıyla benzer durumda olması ve Obama’nın deport rakamlarının yanına yaklaşamamasıdır. Lakin, Obama, ABD tarihinde en fazla kişiyi deport etmiş başkandır ve Trump ilk döneminde de Obama’nın bu rekorunu aşamamıştır.[7]

Bütün bunlar, Trump hükümetinin politikalarının bazı önemli değişiklikler ve gelişmeler ifade etmediğini anlamına gelmemektedir. Trump’ın deport rakamları son zamanlarda önemli bir artış gösterirken, Trump hükümetinin göçmenlik politikası sınırdaki tutuklamalardan çok içerideki tutuklamalara yoğunlaşmasıyla da bir ayrılık gösteriyor. Bu farklılık, ICE ve CBP (Customs and Border Protection—Gümrük ve Sınır Koruması) tutuklamalarındaki artan ayrımda görülüyor. Sınır güvenliğine yoğunlaşan CBP tutuklamaları Trump hükümetiyle düşüşe geçerken, ABD içinde faaliyet gösteren ICE tutuklamaları sert bir yükseliş gösterdi. Bununla birlikte, ICE tutuklama merkezlerindeki tutuklu sayısının da son zamanlarda %25 arttığı belirtiliyor.[8] ICE’ın artan aktiviteleri kurumu ayrıca büyük bir bütçe krizine sokmuş durumda. ICE’ın bütçesini 1 milyar dolara yakın miktarda aştığı tahmin edilirken, son zamanlarda ABD’de büyük krizler yaratan ve özellikle Trump ve Musk’ın arasındaki çatışmayla gündeme gelen yeni bütçe tasarısında ICE için önümüzdeki beş yıl için 7,5 milyar dolar ekstra bütçe öneriliyor.[9]

ICE’ın agresif taktikleri ve bu artan etkinliği güncel tepkinin önemli bir sebebi. Üniversitelerdeki baskının önemli bir mekanizmasını yine ICE oluşturuyor. Filistin hareketine ve yabancı öğrencilere olan saldırılar, önemli ölçüde ICE aracılığıyla gerçekleştirildi, ve Mahmud Halil ve Rümeysa Öztürk gibi öğrencileri kaçıranlar ICE ajanlarıydı. ABD’nin emperyalist müdahalelerine içeride etkin şekilde karşı çıkan üniversite ve Filistin hareketine karşı baskıda ICE böylece kuvvetli bir araç olmaya devam ediyor.

Bunun yanında, ICE göçmen işçiler ve topluluğun genelini bütün yaşam alanlarında büyük bir baskı ve zorbalık düzenine tabii kılıyor. İlk başta gündelik 1000 sonrasında da gündelik 3000 tutuklama kotasıyla çalışan ICE, göçmenleri işyerlerine, evlerde ve hatta resmi görüşmelerde tutukluyor. Trump hükümeti 20 Ocak’ta göçmen kolluk güçlerinin okullar, hastaneler, kiliseler gibi “hassas lokasyonlar”da tutuklama gerçekleştirmelerini engelleyen bir yasayı kaldırdı.[10]

İşyerlerine baskınlar artarken,[11] ICE’ın manipülatif taktikleri de zorbalık düzeninin önemli bir parçası. Örneğin, ICE’ın rekor sayıda 2200 göçmeni tutukladığı 3 Haziran tarihinde, tutuklananların yüzlercesinin ICE’ın ATP (Alternative to Detention), Tutuklamaya Alternatif, programının parçası olan ve resmi olarak bu program dahilinde görüşmeye çağrılan göçmenler olduğu ortaya çıktı. ATP programı, ICE’ın kamuya tehdit oluşturmadığı belirlenen kayıtsız göçmenler için oluşturduğu bir program. Bu program dahilinde, göçmenler ABD’de yaşamaya devam ederken belirli gözetimler ve kontroller altında tutuluyor. 5 Haziran’da bu programa dahil göçmenler, ICE tarafından rutin kontrole çağrıldıktan sonra tutuklandılar.[12] Benzer şekilde, Columbia Üniversitesi’nden yeşil kart sahibi ve ABD’de 10 yıldır yaşayan Filistin aktivisi Mohsen Mahdawi, vatandaşlık görüşmesi için çağrıldığı devlet kurumda tutuklanmıştı.[13]

Başka bazı manipülatif taktikler ICE’ın resmi politikalarının bir parçası. Diğer kolluk kuvvetleri gibi evlere girebilmek için hakim tarafından imzalanmış emre ihtiyaç duyan ICE ajanlarının kendilerini farklı kimliklerle tanıtıp tutuklamalar için evlere giriş rızası almaya çalışması bilinen ve yaygın bir taktik. Bu tür taktikler ayrıca bilgi toplamak için kullanılıyor. Açığa çıkarılan ICE eğitim belgelerinde ajanların kurye, postacı, müşteri gibi davranabileceği belirtiliyor. Ayrıca yerel polis memurları gibi davranmak, karşısındakilerin kayıp kimliklerini buldukları gibi yalanlar söylemek, sahte şirketler veya hizmetler sunduklarını öne sürmek de bu taktiklerin arasında.[14]

Bütün bu mekanizmalar ve doldurulması gereken kotalar, göçmen işçiler ve halklar üzerinde büyük bir baskı oluşturmuş durumda. Göçmenler, ICE ajanlarının mahallerde gözlerine kestirdiklerini rastgele tutukladığını belirtiyor. Kotayı doldurmaya çalışan ICE ajanlarının ABD vatandaşlarını da tutukluyor.[15] Bu süreçte ırksal profilleştirmeyle Latin halklarının hedef alınıyor. Bu durum karşısında, göçmenler alışverişe gitme gibi gündelik işleri bile yapmaktan, evden çıkmaktan çekindiklerinden bahsediyor.[16]

Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda, ABD’de yakın zamanda görülen isyanlar daha net anlaşılabiliyor. Üçte biri göçmenlerden oluşan Los Angeles gibi bir şehirde eylemlerin özellikle şiddetlenmesi[17] yeniden buradaki göçmen işçiler ve toplulukların üzerinde kurulan baskılarla ilişkin.

Protestoların merkezi haline gelen Los Angeles’dan görüntüler medyada büyük yer buldu. Burada, arabaların yakıldığı, üst geçitlerden polis arabalarının üzerine elektrikli scooterlar atıldığı, yolların kapatıldığı görüldü. Eylemlerde özellikle Meksika ve diğer Orta ve Güney Amerika ülkelerinin bayrakları yaygındı. Protestocular ayrıca ICE ajanlarının Los Angeles’da kaldıklarını belirledikleri otellerin önünde geceleri uykularını engellemek için protesto düzenledi. Baskılar sonucu kolluk kuvvetlerinin gitmesini isteyen otellerden  birinden anonim şekilde konuşan bir çalışan kolluk kuvvetlerine ait araçların tekerleklerinin patlatıldığını söyledi.[18]

Her ne kadar adeta bir savaş alanı haline gelmiş Los Angeles medyada gösterilse de, eylemlerin çoğunlukla kendi halinde olaysız geçtiği, polis provokasyonu ile sıkça karşılaştığı ve daha şiddetli görüntülerin bu şekilde ortaya çıktığı da belirtiliyor.[19] Protestolar sırasında Los Angeles polisinin şiddetli baskısı barizdi. Plastik mermi, biber gazı, fiziksel şiddet ve ses bombalarıyla protestoculara saldıran polis, özellikle gazetecileri de hedef aldı.[20] Protestolarda ABD’nin en önemli sendikalarından olan SEIU’nun Kaliforniya eyaleti başkanı da gözaltına alındı.[21] SEIU, göçmen hakları için mücadelede önemli bir rol oynamasıyla bilinen sendikalardan.

Bu durumu anlamak için, Los Angeles ve Kaliforniya eyaletinin genelindeki güç dengelerini ve Trump ve federal hükümetin politikalarını da yakından değerlendirmeliyiz. Protestolara damga vuran olaylardan biri Trump’ın Kaliforniya eyaletine federal güçleri konumlandırması. Ulusal Muhafızlar ve Deniz Piyadelerinden oluşan yaklaşık 5,000 kişilik bir güç, Kaliforniya’ya sevk edildi.

Trump’ın Ulusal Muhafızları Kaliforniya’ya sevk etmesi, Demokrat parti ve özellikle Kaliforniya valisi demokrat Gavin Newsom’la bir çatışmaya döndü. Bu süreç hala devam ediyor ve yasal bir ayağı bulunuyor. ABD’de Ulusal Muhafızların bu şekilde kullanımı nadir ve bu güçlerin sevki için belirli prosedürler bulunuyor. Newsom, Trump’ın sevkinin yasadışı olduğunu savunup durumu yargıya taşıdıktan sonra bir mahkeme Trump’ın eylemlerini yasaya karşı buldu. Ancak karara itiraz edildikten sonra çıkan yeni bir karar Trump’ın başkanlık yetkilerinin bu eyleme uygun olduğu kararına vardı. Trump, ordu güçlerinin federal göçmen ajanlarını korumak için gerekli olduğunu ve meselenin bir ulusal güvenlik meselesi olduğunu iddia ediyor.[22]

Bu yargı sürecinin yanında Newsom’ın Trump’a karşı söylemleri ve görünürdeki mücadelesi, bir yandan protestoları yeniden Demokrat-Cumhuriyetçi düzleminde sistem içi bir yere taşırken aynı zamanda Newsom’un kendisini de Trump’a karşı bir alternatif olarak geliştirmesine yardımcı oldu. Burada, Kaliforniya’nın eyalet olarak ABD’nin en büyük ekonomisi olduğunu, ve Newsom’un da genel olarak liderliğinde boşluk oluşmuş Demokrat Parti’de önemli bir yerinin olduğunu hatırlamalıyız.

Demokratların toplumsal isyanları (Black Lives Matter ve Georg Floyd isyanında olduğu gibi) frenleme ve asimile etme işlevini de hatırlarsak gelişen sürecin Demokratlar tarafından manipülasyonunu daha net anlayabiliriz. Lakin, Demokratlar bir yandan bütün meseleyi Trump’ın otoriter müdahalelerine karşı mücadeleye dönüştürür ve kendilerini burada ne ön saflara konumlandırırken, aynı zamanda Demokratların kontrolündeki şehirler ve yerel polis departmanları eylemcileri en sert şekilde bastırıyor. Eylemcilere en sert şiddet uyguladığı kaydedilen güçlerin başında gelen Los Angeles polis departmanı otoriter Trumpçıların değil, Demokratların elinde olan bir şehrin polis gücü.

Ayrıca, 18.000 kişilik gücüyle ülkenin en büyük şerif birimini oluşturan Los Angeles Polis Departmanı’nda on yıllardır derin bir çeteleşme olduğu da biliniyor. Bu çeteler özellikle azınlıkların ve göçmenlerin üzerindeki şiddet ve baskılarıyla tanınıyor. Los Angeles’taki Loyola Marymount Üniversitesi’nden yayınlanan bir rapor, son 50 yılda Los Angeles Şerif Departmanı’nda aktif olmuş 18 farklı çete ve kliği inceliyor. Rapor çetelerin polis şiddetini kutlayan ve yücelten ritüellerinden bahsediyor. Örneğin, bazı çeteler şerifler veya şerif yardımcıları sivilleri vurduktan sonra barlarda kutlama partileri yaparken, diğerleri her vurulmadan sonra üyelerinin çetelerin karakteristik dövmelerinde belirli eklemeler yapmasına izin veriyor. Başka bir çete ise her bu tür polis cinayetinden sonra üyelerinin adını, vurulmanın tarihini vs. çetenin “kara defter”ine işliyor. Bu şekilde statüleri elde edebilmek için kolluk güçlerinin özellikle şiddeti tırmandıkları da anlatılıyor.[23]

Los Angeles’daki yeni olaylar hakkında özellikle düşündürücü bir diğer nokta ise Kaliforniya’ya sevk edilen federal güçlerin neredeyse hiçbir şey yapmıyor olması. The Intercept’de çıkan bir rapora göre, sevkleri 134 milyon dolara mal olan 5,000 Ulusal Muhafız ve Deniz Piyadesi sadece bir kişiyi gözaltına aldı ve kısa bir süreden sonra bıraktı. Bu kişi protestolarda yer alan biri bile değildi ve ordu sözcüsü ordunun bu gözaltı dışında başka bir polis eyleminde yer almadığını belirtti. Ordu sözcüsünün kendi sözleriyle “Başlık 10 görev statüsündeki askeri kuvvetler, kolluk kuvvetleri faaliyetlerine doğrudan katılma yetkisine sahip değildir.”[24]

Trump, federal güçlerin sevki sorulduğunda, 9 Haziran’daki bir açıklamasında her yere birlikler yerleştireceklerini, ülkenin Biden zamanındaki gibi bölünmesine izin vermeyeceklerini, ve meselenin kanun ve düzen meselesi olduğunu vurgulamıştı.[25] Ancak, güncel durumda kolluk fonksiyonları yerine getiremeyen bu ordu güçlerinin protestoların azalmasına direk bir etkisi olmadığı açık. Bu durum Trump’ın Ayaklanma Yasası’nı kullanmasıyla değişebilir. Trump’ın kullanıp kullanmayacağı çok konuşulan ve kendisinin de bazen dile getirdiği bu yasa, protestoları bir ayaklanma olarak nitelendirerek federal devletin orduyu kullanarak direk müdahalesine olanak sağlayabilir. Ancak bu yasa ABD tarihinde sadece 30 kere kullanıldı ve en son kullanımı 1992’de yine Los Angeles’daki, Rodney King’in uğradığı ırkçı polis şiddetine karşı gelişen protestolara karşıydı.[26]

Bu nedenle, belki Trump’ın bu yasayı kullanmak için şimdiden ordu kuvvetlerini devreye soktuğu, durumu buna getirmeye çalıştığı gibi yorumlar yapılabilir. Ancak, gördüğümüz eylemler 1992’deki protestolara kıyasla çok daha kısıtlı derecede ve gerçekten de bu yasa kullanılmak istese acaba Trump hükümeti bu yasayı çıkarmadan kuvvet sevkiyatına ihtiyaç duyar mıydı sorusu da ön plana çıkıyor.

Federal kuvvetlerin sevki basit bir hata veya israf gibi nedenlerle de açıklanamayacağından, bu tür politikalarla Trump’ın protestoları kışkırtıcı ve alevlendirici bir tavır almaya çalışıp çalışmadığını düşünmeliyiz. Bu tür müdahalelerle ayrıca Trump başkanlık makamının ve yürütmenin gücünün ve yetkilerinin merkezileşmesinin ve genişletilmesinin önünü açıyor. Lakin, Trump’ın başkanlığının ana planını oluşturacağı iddia edilen Proje 2025 metninin en önemli parçalarından biri yürütme organının yetkilerinin klasik güçler ayrımı düzenini aşan şekilde genişletilmesiydi.[27] Trump hükümetinin yargıyla devam eden birçok çekişmesi ABD devletinde hem içsel hem de dışarıdaki emperyalist krizlerin gereksinimleri doğrultusunda kontrol ve baskı mekanizmalarının konsolidasyonu ve yetkinleştirilmesi süreci dahilinde değerlendirilmelidir. ABD tekelci polis devletinin iç dinamikleri ve (beyaz) saray rejimi bu şekilde sınıf savaşımının ve (uluslararası) tekel savaşlarının bağlamında anlaşılmalıdır.

Ayrıca, yukarıda bahsedildiği gibi, ordu güçlerinin Kaliforniya’ya sevkiyatının başardığı en önemli şeylerden biri, tartışmaları göçmenlerin ve işçilerin yaşadığı zulümlerden Trump ve Demokrat yönetimler arasında bir çekişmeye yoğunlaştırılması oldu. Asıl sorun Trump’ın eyaletler üzerinde otoriter tutumu olarak anlaşıldığında, çekişme Demokratlar ve Trump arasındaki rekabete daha kolay indirgenebiliyor. İlaveten, bu tür politikalarla Trump kendi tabanı için kendisini düzeni koruyan figür olarak doğrularken göçmenleri de düşmanlaştırma ve kanunsuz özneler olarak resmedebiliyor. Bu da elbette burjuva düzeninin devamını sağlayan vatandaşlık ve ırksal düzlemlerdeki ayrımları keskinleştiriyor.

Bütün bunların yanında, direnişi örgütleyen ve destekleyen göçmen ve devrimci gruplara saldırılar genişliyor. Buradaki en önemli gelişme, ABD senatörü ve senatonun Suç ve Terörle Mücadele Yasal Altkomitesi başkanı Josh Hawley’nin Los Angeles’taki protestolarda etkin rol oynamaları nedeniyle Party for Socialism and Liberation, Coalition for Humane Immigrant Rights ve Union del Barrio kurumlarını hedef göstermesi oldu.[28] Party for Socialism and Liberation, Sosyalizm ve Kurtuluş Partisi, ABD’de faaliyet gösteren bir sosyalist parti. Coalition for Humane Immigrant Rights, İnsancıl Göçmen Hakları İçin Koalisyon ve Union del Barrio ise göçmen hakları ve mücadelesinde etkin kurumlar. Bu üç kuruma da senato komitesi adına Hawley tarafından gönderilen mektup, kurumların bu yasadışı gösterilere destek olduklarının belirlendiğini söylüyor. Mektup, kurumların protestolara desteğinin durdurulması gerektiğini ve kurumların senato araştırmaları için 5 Kasım 2024 tarihinden itibaren belirli dosyaları muhafaza etmeleri gerektiğini belirtiyor. Bu dosyalar içinde kurumların protesto planlama ve koordinasyonu ile ilgili mesajlar, e-postalar gibi kaynakların yanında finansal ve medya materyalleri de yer alıyor. Direnişte aktif kurum ve örgütlere karşı gözetim ve baskılardaki gelişmeler başka sol kurumlar tarafından kınandı.[29]

Bu dinamikler göz önüne alındığında, ABD’de çelişkilerin yakın gelecekte daha da keskinleşeceği beklenebilir. ABD’nin uzun zamandır devam eden özgün yapıları ve iki parti geleneği gereğince, gelişen protestoların geleceğinde yeniden işçi sınıfının kendi özgün örgütlerini geliştirip geliştiremeyeceği belirleyici bir rol oynayacaktır.

 

[1] Iris Kim.“Trump’s Threat of Mass Deportation Has Migrants Preparing for the Worst”, NBC News.https://www.nbcnews.com/news/latino/trumps-mass-deportations-migrants-asylum-cases-inauguration-rcna187935.

[2] TIME Staff. “Read Donald Trump’s Full Interview Transcript on the 2024 Election.” TIME. https://time.com/6972022/donald-trump-transcript-2024-election/.

[3] BBC News. “Donald Trump Repeats Baseless Claim About Haitian Immigrants.” BBC. https://www.bbc.com/news/articles/c77l28myezko

[4] Puntorojo Editorial Collective. “The People vs. ICE: An Uprising Against State Terror.” Punto Rojo Magazine. https://www.puntorojomag.org/2025/06/10/the-people-vs-ice-an-uprising-against-state-terror/.

[5]American Immigration Council. “The Cost of Immigration Enforcement and Border Security.” American Immigration Council. https://www.americanimmigrationcouncil.org/fact-sheet/the-cost-of-immigration-enforcement-and-border-security/.

[6] Mike Johnson. “Speaker Johnson Press Statement on ICE Funding and Democratic Opposition.” House.gov. https://mikejohnson.house.gov/news/documentsingle.aspx?DocumentID=1620.

[7] Aída Chávez. “The Real Reason Trump Is Suddenly Ordering Immigration Raids.” Vox. https://www.vox.com/politics/416901/trump-mass-deportation-obama-border-raids-ice.

[8] Brian Bennett. “What the Data Reveals About Trump’s Push to Arrest and Deport More Migrants.” TIME. https://time.com/7292939/trump-deportations-ice-arrests

[9] Brittany Gibson. “ICE’s Cash Crisis Deepens Amid Immigration Crackdown.” Axios. https://www.axios.com/2025/06/16/ice-cash-crisis-immigration-crackdown-trump.

[10] Kalyn Belsha. “Immigration Arrests at School: How Likely Are They? We Asked Experts What to Expect.” Chalkbeat. https://www.chalkbeat.org/2025/03/07/what-to-know-about-trump-deportation-immigration-enforcement-and-schools/.

[11] Nathaniel Meyersohn, Vanessa Yurkevich. “America’s migrant workers are terrified to work but unable to stay home.” CNN. https://edition.cnn.com/2025/06/13/business/ice-workplace-raids-home-depot.

[12] Julia Ainsley, Laura Strickler, Didi Martinez. “ICE Arrests Record Number of Immigrants in a Single Day.” NBC. https://www.nbcnews.com/politics/national-security/ice-arrests-record-number-immigrants-single-day-rcna210817.

[13]Leila Fadel, Jan Johnson, Kaity Kline. “Mohsen Mahdawi — the Columbia student arrested at his citizenship appointment — speaks.” NPR. https://www.npr.org/2025/04/29/nx-s1-5377484/columbia-student-mohsen-mahdawi-citizenship-arrest.

[14] Immigrant Defense Project. “Trickery, Ruses, and Operation Mislabel: How ICE Uses Deception to Make Arrests.” Immigrant Defense Project. https://www.immigrantdefenseproject.org/ice-ruses/.

[15]NBC New York Staff. “Long Island Man Handcuffed by ICE Despite Being a Citizen.” NBC New York. https://www.nbcnewyork.com/long-island/video-long-island-man-driving-to-work-handcuffed-by-ice-despite-being-citizen/6301068/.

[16] Max Matza and Leire Ventas. “Hiding in the fields – farm workers fearing deportation stay in California’s shadows.” BBC. https://www.bbc.com/news/articles/c989zrggn14o.

[17]Phaedra Trethan. “Demographics of Los Angeles show its a fertile ground for anti-ICE protests.” USA Today. https://eu.usatoday.com/story/news/nation/2025/06/09/la-immigrants-population-demographics-protest/84114134007/.

[18] Anna Merlan. “Demonstrators Are Trying to Make Sure ICE Agents Can’t Sleep.” Mother Jones. https://www.motherjones.com/politics/2025/06/demonstrators-are-trying-to-make-sure-ice-agents-cant-sleep/.

[19] Laura Jadeed. “What I Saw in LA Wasn’t an Insurrection. It Was a Police Riot.” The Nation. https://www.thenation.com/article/activism/los-angeles-protest-police-riot/

[20] David Folkenflik. “Press group sues L.A., alleging police abuse of reporters at ICE rallies.” NPR. https://www.npr.org/2025/06/16/nx-s1-5434279/lapd-immigration-protests-journalists-rubber-bullets.

[21] Lauren Mascarenhas. “Who is David Huerta, the California labor leader who was arrested in Los Angeles?” CNN. https://edition.cnn.com/2025/06/10/us/david-huerta-seiu-union-leader.

[22] Hafsa Khalil. “US court allows Trump to keep control of National Guard in LA.” BBC. https://www.bbc.com/news/articles/c1e07nd7x17o.

[23] Loyola Marymount University, Center for Juvenile Law & Policy. Fifty Years of “Deputy Gangs” in the Los Angeles County Sheriff’s Department: Identifying Root Causes and Effects to Advocate for Meaningful Reforms. Los Angeles, CA: Loyola Law School, n.d. PDF. https://lmu.app.box.com/s/ho3rp9qdbmn9aip8fy8dmmukjjgw5yyc, 31–32.

[24]Nick Turse. “Troops Deployed to LA Have Done Precisely One Thing, Pentagon Says.” The Intercept. https://theintercept.com/2025/06/16/la-ice-protests-military-cost/?utm_medium=email&utm_source=The%20Intercept%20Newsletter.

[25] Associated Press. “Trump on deploying National Guard to LA protests: ‘It’s about law and order’.” YouTube video. https://www.youtube.com/watch?v=NY87KV0drYo&ab_channel=AssociatedPress.

[26]Joseph Nunn. “The Insurrection Act Explained.” Brennan Center for Justice, last updated June 10, 2025; originally published April 21, 2022. https://www.brennancenter.org/our-work/research-reports/insurrection-act-explained.

[27]Michael Sozan and Ben Olinsky. “Project 2025 Would Destroy the U.S. System of Checks and Balances and Create an Imperial Presidency.” Center for American Progress. https://www.americanprogress.org/article/project-2025-would-destroy-the-u-s-system-of-checks-and-balances-and-create-an-imperial-presidency.

[28]Sen. Josh Hawley. “Hawley Launches Investigation into Organizations Bankrolling LA Riots.” Press release, U.S. Senate, June 11, 2025. https://www.hawley.senate.gov/hawley-launches-investigation-into-organizations-bankrolling-la-riots/.

[29] James Dennis Hoff. “The Left Must Defend the PSL and All of Those Facing State Repression.” Left Voice. https://www.leftvoice.org/the-left-must-defend-the-psl-and-all-of-those-facing-state-repression/.

New York’ta Göçmen Dayanışma Ağından M. Lynn ile röportaj

ABD’deki göçmen hareketleri üzerine New York’taki göçmen dayanışma ağından M. Lynn ile bir röportaj yaptık. Güncel hareketin gelişimden, tarihinden, Trump hükümetinin cevabından, Demokratların tutumundan konuştuk, geleceğe dair soruları tartıştık. Lynn, göçmen hareketinin uzun zamandır sürdüğünü ancak Trump hükümetinin baskı mekanizmalarının gelişmesi karşısında mücadelenin yükseldiğini ve diğer hareketlerle dayanışma içinde devam ettiğini belirtiyor.

* * *

ABD devletinin göçmenlere yönelik saldırılarına yönelik tepkiler son dönemde yoğunlaşarak birçok şehir ve eyalette geniş çaplı protestolara dönüştü. Okurlarımıza içinde bulunduğumuz bu hareketten biraz bahsedebilir misiniz? Buraya nasıl geldik?

Göçmenlik adaleti için mücadele yeni bir hareket değil. 

ABD’deki diğer birçok politika gibi, hem Demokratlar hem de Cumhuriyetçiler 1882 tarihli Çin Dışlama Yasası’ndan bu yana göçmenleri, göçmenleri ve mültecileri siyasi piyon olarak kullandılar. Ancak ABD göçmenlik yasasındaki en büyük değişiklik Demokrat Bill Clinton’dan geldi. Yasadışı Göçmenlik Reformu ve Göçmen Sorumluluğu Yasası 1996 yılında tek başına mevcut yönetimin ırkçı, yabancı düşmanı göçmenlik politikalarının önünü açmıştır.¹ ­

Obama bazı çevrelerde “Baş Sınırdışı Edici” olarak biliniyordu ve Biden göçmenlik politikalarının Trump 1.0’dan daha nazik olacağını iddia etse de, güçlü sınırlar feryadının arkasında durdu ve gözaltı merkezlerindeki binlerce yatağı doldurarak GEO Group gibi özel cezaevi müteahhitlerinin kârlarına kâr kattı.

“Biden yönetiminin gerçekleştirdiği yaklaşık 4,4 milyon geri gönderme, George W. Bush yönetiminden bu yana (ikinci döneminde 5 milyon) tek bir başkanlık döneminden daha fazladır.”² 

Trump’ın ilk döneminde aile ayrımı, diğer adıyla sıfır tolerans politikası, dünyanın dört bir yanındaki insanları öfke ve dehşet içinde harekete geçirdi. İnsanlar sokaklara döküldüler ve bu politika sona erdi, ancak ardında acı dolu bir iz bırakmadan önce değil.

Şimdi Trump, bir kez daha Steven Miller liderliğinde, aileleri yok etmek için daha da acımasız önlemler ortaya koydu. Bu durum, insan haklarına ve onuruna önem veren ve nüfusun bir kesimini insanlıktan çıkarmanın çok etkili bir siyasi strateji olduğunu bilen insanları öfkelendirdi.

Tüm şehirlerin protesto ediyor olması muhteşem! ABD’de zalim ve insanlık dışı ICE baskınlarını protesto etmeyen küçük bir kasaba bile bulmakta herkese meydan okurum. Dünyanın dört bir yanında dayanışma içinde protestolar düzenleniyor çünkü zerre kadar insan sevgisi olan hiç kimse maskeli ve kimliği belirsiz kişilerin sokaklarda dolaşarak sevdiklerini kaçırmasını istemez.

Sokaklardaki ve göçmen topluluklarındaki direnişin durumu nedir? Baskı ve saldırılara karşı ne tür direniş biçimleri ve ağları örgütleniyor? Direnenler neyle karşı karşıya?

İnsanlar öfkeli. Maskeli Gestapoların topluluk üyelerimizi kaçırdığını görüyoruz. Los Angeles’taki direnişin seviyesini görmek ilham verici oldu. New York’ta örgütlendik ve harekete geçtik. Los Angeles’taki protestocuların karşılaştığı düzeyde militarize şiddetle karşılaşmadık, ancak silahlı, acımasız ve IOF (İsrail İşgal Güçleri) tarafından eğitilmiş NYPD ile mücadele etmek zorundayız. Grupların nasıl örgütlendiğine dair spesifik detaylara giremeyeceğim, ancak gerçek işlerin çoğunun STK’lar tarafından değil, özerk gruplar tarafından yapıldığını söyleyebilirim. Mahkemeye destek için gelen ve insanlara göçmenlik duruşmalarında eşlik eden gönüllüler varken ICE onları koridorlarda kaçırmak için bekliyor. Karşılıklı yardımlaşma devam ediyor ve ICE Gestapo’su bir mahallede görüldüğünde toplanan ICE izleme ağları var. İç Güvenlik Bakanlığı (DHS) oyun alanını değiştirmeye devam ettikçe Haklarınızı Bilin bilgileri sürekli olarak güncellenmektedir.

ABD’de ICE’a yönelik baskı ve saldırılar göçmen toplulukların yanı sıra Filistin hareketini ve bazı sendikaları da hedef alıyor. Ayrıca Trump karşıtı genel bir tepki de söz konusu. Devam eden direnişin çeşitli özneleri kimlerdir ve aralarındaki ilişkiler nelerdir?

Direnişin nasıl birleştiğini görmek yüreklendirici. Trump’ın ilk görev süresi boyunca, 2020’deki Black Lives Matter ayaklanmaları grupları bir araya getirdi. Şimdi bu kesişmeleri ve daha fazlasını görüyoruz. Öğrenciler, eğitimciler, sendikacılar, savaş karşıtı aktivistler, çevre adaleti ve Filistin yanlısı gruplar göçmen toplulukları desteklemek için bir araya geliyor. Covid’in en kötü günlerinde ve sonrasında karşılıklı yardım kolektifleri örgütleyen insanlar, göçmen adaleti gruplarıyla birleşiyor. Koalisyon çeşitlilik içeriyor. Herkes taktikler konusunda hemfikir olmayabilir ama faşist liderlerimize karşı durmak isteyen herkese ihtiyaç var.

Kaliforniya’daki protestolara yanıt olarak ulusal muhafızların ve deniz piyadelerinin konuşlandırılması, Trump’ın otoriter ve baskıcı yönetiminin en açık örneklerinden biri olarak tartışıldı. Demokratlar bu durumu sert bir dille eleştirirken, Demokratlar tarafından yönetilen Los Angeles’ta LAPD protestoculara karşı son derece şiddetli davrandı. Mevcut durumda Demokratların söylemlerini ve duruşlarını nasıl değerlendirmeliyiz?

Demokratların çoğunluğu aslında polis güçlerimizin militarize edilmesinden ve “güçlü” sınırlardan yana, bu yüzden ne dedikleri umurumda değil. GEO, Palantir ve benzerlerinin kampanyalarına bağışladıkları paraya can atıyorlar.

Trump yönetimi protestoları kasıtlı olarak kışkırtan ve alevlendiren bir politika mı izliyor? Politikalarının sonucunda ne elde etmek istiyor?

Trump yönetiminin asıl amacının insanları insanlıktan çıkarmak ve sonra da bu insanlıktan çıkarma üzerinden kâr elde etmek olduğuna inanıyorum. Eğer “solculara” plastik mermi ve göz yaşartıcı gaz sıkabiliyorlarsa, bunu bir kazan-kazan olarak görüyorlar. 

Sizce direniş nereye varacak?

Bunun uzun soluklu bir mücadele olacağını düşünüyorum ama kazanacağımızı düşünmeseydim devam edemezdim. 

Eklemek istediğiniz bir şey var mı?

ABD, dünya çapında nefretle anılmamıza neden olacak pek çok korkunç şey yaptı. Şimdi bu listeye İran’ı bombalamayı da ekliyoruz. Umarım ABD halkı Irak savaşına giden yolda ve savaş sırasında bizden daha akıllıdır. Soykırım ve kitlesel katliamda çıkar gören bu canavar hortlakların izledikleri yıkım yoluna devam etmelerine izin veremeyiz.

¹=https://en.wikipedia.org/wiki/Illegal_Immigration_Reform_and_Immigrant_Responsibility_Act_of_1996) (https://www.vox.com/2016/4/28/11515132/iirira-clinton-immigration.

²=https://www.migrationpolicy.org/article/biden-deportation-record

Sol içindeki truva atı “anti-woke”a karşı “uyanık kalmak”: Kriz, savaş ve geleneksel rollere dönüş

2020’den beri başta ABD olmak üzere tüm dünyada hızla yayılan, bir kültürel tepki gibi sunulmaya çalışılan anti-woke dalga, esasen uzun süredir tanıdığımız sağcı ideolojilerin “güncellenmiş” bir biçiminden ibaret. Kendisine anti-wokizm denilerek bir yeni fikir akımı muamelesi de yapılan bu toplumsal veba, sağ ideolojilerin kültürel alandaki savaşlarını güncel bir çerçevede yeniden örgütlediği bir biçim hâline geldi. Peki nedir bu anti-woke denen şey? Son 15-20 yılda gelişen eşitlik ve hak mücadelelerini “woke” (uyanış) hareketi olarak tanımlayan ve bu hareketlerin kazanımlarını ve toplumsal alandaki sonuçlarını “politik doğruculuk”, “aşırı duyarlılık”, “duyar kasmak” vb. şekillerde tanımlayarak küçümsemeye ve karikatürize ederek itibarsızlaştırmaya çalışan bu akım, özellikle kadınların, LGBTİ+ bireylerin, azınlık gruplarının mücadelelerini hedef alan gerici bir toplumsal yeniden inşa sürecini temsil ediyor. 

“Stay woke” (uyanık kal) ifadesi ilk olarak 20. yüzyıl başında Afro-Amerikalı topluluklar arasında, özellikle de ABD’nin Güney eyaletlerinde, ırkçılığa karşı duyarlılığı ifade etmek ve devlet şiddetine karşı bilinci yükseltmek amacıyla kullanılmaya başlandı. 1960’larda sivil haklar hareketi sırasında da sıkça kullanılan “woke” terimi, 2010’lu yıllarda Black Lives Matter hareketiyle birlikte daha da yaygınlaştı. Aynı dönem ırkçılık karşıtlığının yanı sıra öne çıkan ve etkisi dünyaya yayılan “Me Too” hareketi ile birlikte bu kavram, toplumsal cinsiyet eşitliğini, LGBTİ+ haklarını, göçmen haklarını ve iklim mücadelesini savunan hareketlerle ilişkilendirildi. 2020’lerin başından itibaren kavram bir hedef olarak sağın diline pelesenk olup, karikatürleştirilerek düşmanlaştırıldı ve bir anti-woke dalga yarattı. Anti-woke’u savunanlar “woke”un “aşırı duyarlılığı” dayatarak ifade özgürlüğünü kısıtladığını iddia ediyor, hattâ “politik doğruculuğu” örgütleyerek bu mücadelelere ciddiyetsizlik kattığını ve zarar verdiğini söyleme haddini de kendilerinde görüyorlardı. Böylece ortaya çıkan “anti-woke” söylem, sistem karşıtı gibi görünse de esasen toplumsal eşitlik mücadelelerini aşağılamak üzere gelişen ve ifade özgürlüğünü savunmak kisvesi altında örgütlenen bir otoriter, muhafazakâr ideolojidir.

Bu akımın yükselişi, bir kültürel refleks olmadığı gibi, tesadüfî de değil. Anti-woke, sağın dünya genelinde yükselişe geçtiği bu dönemle doğrudan bağlantılı; sağın örgütlü ve yaygın bir politikasıdır ve derin bir siyasal yönelimin ifadesidir. Kendisini “ifade özgürlüğü” ya da “geleneksel değerlerin savunusu” olarak sunan bu akım, tarihsel olarak da tanıdık yönelimleri temsil eder: kapitalizmin kriz dönemlerinde sağın yükselişi, otoriterleşme, militarizm ve kadın bedeni üzerinde artan denetim.* Anti-woke hareket bu bağlamda sadece “kültürel bir öfke” değil; ekonomik ve siyasal krizlere verilen ideolojik bir yanıttır. Pandemiden sonra derinleşen ekonomik kriz ve emperyalist paylaşım savaşının kızışması, artan göç hareketleri ve bu süreçlerde artan hak ve eşitlik mücadelelerinin yarattığı “kriz”i “geleneksel değerlere” dönüşü örgütleyerek atlatma çabasının bir sonucu. Tıpkı 1930’larda faşizmin yükselişi, 1980’lerde neoliberal muhafazakârlığın doğuşu gibi, bugünkü yükselişin de zemini derinleşen ekonomik krizler ve savaş politikaları. Bu kriz koşulları içinde iktidarlar, halkın öfkesini sisteme değil, “öteki”ne yönlendirmesini istiyor ve savaşla belirginleşen dış düşmanlar fikrine karşı iç düşmanlar yaratarak öfkeyi ve tepkiyi kitlenin kendi içine yaymaya çalışıyor. Kadınlar, göçmenler, LGBTİ+’lar, farklı ırklardan azınlıklar vb. hedef gösteriliyor. Geleneksel aile yapısı, biyolojik cinsiyet rolleri, ulus-millet değerleri yeniden kutsanıyor, geleneksel roller yeniden olumlanıyor, hattâ yeni düzenlemelerle dayatılıyor. 

İşin en can sıkıcı ve sinsi yönlerinden biriyse bu anti-woke dalganın bir de “anti woke left” olarak tanımlanan bir sol kanadı olması. Bu daha çok, anti-woke söylemlerin sol içine sızmasını yahut bilinçli olarak sol içinde bu sağ görüşleri örgütleme politikasını temsil ediyor. Ve ne yazık ki bu politika sanıldığından daha çok karşılık buluyor. Sol içindeki anti-woke söylemlerin meşrulaştırılma zemini, woke hareketlerin kimlik mücadelelerini öne çıkararak sınıftan koptuğu ve sınıf mücadelesine gölge düşürdüğü gibi eleştirilere dayanıyor. Ve yine politik doğruculuk adı altında tartışmalarda yüzeyselleşme ve ifade özgürlüğünün engellenmesi, sansürcü olmak veya “cancel kültürü”nün (iptal kültürü) linç kültürüne dönüşmesi gibi iddiaları barındırıyor. Gerekçeler bunlar gibi görünse de bu tartışmalarda yaşananlar daha çok, kimlik siyasetine, temsil siyasetine bir eleştiri getirmek yerine, anti-woke söyleme eşlik ederek bu mücadeleleri küçümseme ve kimlikleri yok saymaya varan bu dalgaya kapılmakla sonuçlanıyor. Sınıf mücadelesini böldüğü iddia edilen bu “farklılıklar”ı işçi mücadelesine entegre etme çabasından çok, farklılıkları yok sayma üzerine bir tepki açığa çıkıyor ve bu eğilim yayılıyor.

Anti-woke söylemleri sol içinde yaymak adına, meşrulaştırıcı argüman olarak kullanılan kavramlardan biri de “woke kapitalizm”. Woke kapitalizm, şirketlerin veya büyük markaların toplumsal adalet, eşitlik, ırkçılık karşıtlığı ve iklim krizi gibi konularda görünürde “ilerici” tutumlar sergilemesi, fakat bu değerleri çoğunlukla kâr amacıyla ve pazarlama stratejisi olarak kullanması anlamına geliyor. Kapitalizmin bir pazarlama stratejisi olarak “woke”u kullanmasına hak mücadeleleri mahkûm edilerek, anti-woke söylemler sistem karşıtlığı kisvesi altında muhafazakârlaşmanın bir aracı olarak işliyor. Misal, Netflix ve benzeri şirketlerin içeriklerinde eşcinsel ilişkilere ve karakterlere veya farklı ırklardan karakterlere daha çok yer vermesi oldukça eleştiriliyor. Bu eleştirilerin daha iyi niyetli olanları, sanatsal bir eleştiri veya bir pazarlama stratejisi olarak kullanılmasına yöneltilen eleştiriler olarak görünse de, genellikle en aklı başında olanında bile ipin ucunu tutup azcık çekerseniz, altında homofobik tetiklenmelerin yattığını görmeniz mümkün oluyor. Sermayenin bu samimiyetsiz tutumunu eleştirenler bu eleştirilerinde haklı olabilirler elbette; ancak bunun bugün bunca dile gelir oluşu ve fark edilir oluşu altında, bu mücadelelerin kazanılmış haklarından veya edindiği görünürlükten kaynaklı açığa çıkan bir rahatsızlık olduğu da aşikâr. Zira bu woke kapitalizm eleştirilerini yapanların çoğu, bugüne kadar aynı şirketlerin ürettiği heteronormatif veya son derece beyaz içeriklere karşı da aynı derecede öfke veya rahatsızlık geliştirmiş midir ya da bunu bu kadar dile getirmiş midir? Veya azınlıkların haklarının “her fırsatta” korunmasını “aşırı duyarlılık” olarak tanımlayanlar, sürekli olarak aile kurumu ve değerleri kutsanırken de aynı “aşırılık” eleştirilerini yapmış mıdır? Dolayısıyla kapitalizmin kültür endüstrisini anti-woke söylemlerle eleştirmeye kalkmak son derece samimiyetsizdir ve manipülatif bir sağ görüş olduğu açıkça görülmelidir. Gerçek bir sol eleştiri, kimlik mücadelelerini sınıf perspektifinden yeniden inşa etmek zorundadır; yok sayarak ya da marjinalleştirerek değil. Anti-woke’a soldan teslim olmak, gericiliğe yer açmaktır.

“Woke”un sınıf çıkarlarının önünde bir engel olduğu ve sınıf mücadelesini zayıflattığı savı da bir o kadar samimiyetsizdir. Kimlik siyasetine saplanmanın eleştirilmesinin, kimlik mücadelelerinin küçümsenmesi veya zayıflatılmaya çalışılması olarak sonuçlanamayacağı aşikârdır. Bu sav üzerinden anti-woke söylemler üretmek, son ABD başkanlık seçimlerinde Demokratların seçim yenilgilerini “fazla woke” söylemlere kapılarak sınıftan koptukları tespitlerini yapmalarına benzerdir. Son yıllarda sınıf söyleminin liberaller içerisinde daha da artmış olmasının bir sebebi de bu anti-woke dalgadır.

Sol içinde anti-woke söylemlerin en fazla yayıldığı alanlardan biri ise kadın hareketine karşı oluşturulan eleştirilerde açığa çıkıyor. Anti-woke ile birlikte aynı dönemde, Johnny Depp davasıyla “start”ını veren ve adeta bir “Me Too” karşıtı kampanyaya dönüşen, özellikle ifşa ve iptal kültürüne saldırıyı hedefleyen bu dalga gittikçe yayılıyor. Bu tartışmaların da çoğuna bakarsanız, içeriğinde ifşa ve iptal kültürünün niteliğini tartışmaktan ziyade, bu kültürün ortadan kaldırılmasını talep eden ve kadın hareketinin belli kazanımlarının adeta mücadeleyi engellediği yönündeki tartışmalara denk gelmek mümkün. Veya feminizmi hedefine koyan; ancak feminizme ideolojik bir eleştiri yöneltmekten çok, kadın hareketine bir saldırıya dönüşen anti-feminist söylemler üretiliyor. Tıpkı diğerlerinde olduğu gibi burada da niyet üzüm yemekten ziyade bağcıyı dövmeye dönüşmüş vaziyette. Bunun böyle olmasına ise şaşırmamak gerekir; zira başta da söylediğim gibi bu “anti-woke” postuna büründürülmüş popüler sağ politika, hedefli ve sistemli bir şekilde örgütlenmektedir ve meşrulaştırıcı sol fikirlerle bezenerek toplumsal alanda daha fazla karşılık bulması sağlanmaya çalışılmaktadır. Anti-woke, adeta woke’un içine de sızmayı hedefleyen bir truva atıdır. Dolayısıyla açığa çıkan tartışmaların çoğu yönsüz ve bulanıktır. En temel hedefi de bu bulanıklığı yaratmaktır.

Bu anti-woke söylemler gençler içinde de hızla yayılmaya, kazanımların geri döndürülmesine hizmet etmeye, geleneksel rollere dönme eğilimini açığa çıkarmaya başlıyor. Sistemin yarattığı toplumsal çürümeyi bahane ederek, çözümü geleneksel rollere dönmek gibi göstermeye çalışan anti-woke söylemlerin etkisi altında “ben mağaramda mutluyum”cu bir nesil oluşturulmaya çalışılıyor. Bu, aslında muhafazakârlaşmanın, tradwife (geleneksel eş) gibi akımların bir başka uzantısıdır. Çok yakın zamanda kadın özgürlüğüne, ataerkil sistemin ürettiği şiddete karşı farkındalığı son derece yüksek olan nesil, bugün “yazma deyince yazmayan erkek” aşağılamalarıyla adeta tacizi meşrulaştıran sosyal medya içerikleriyle bu anti-woke dalgaya katılmaya çalışılıyor. Yaratılan incel kültürü de yine buradan besleniyor. Incellerin kadın düşmanı söylemleri, erkeklerin “mağdur edildiği” bir dünyaya dair kurmaca bir anlatı üzerine inşa ediliyor. Irkçılık, göçmen karşıtlığı, transfobi ise çok daha açıktan ama kimi zaman mizah altına gizlenmiş anti-woke söylemlerle karşımıza çıkıyor. Sosyal medyada gördüğümüz içeriklerin ve furyaların anti-woke yani esasen sağcı içeriğini fark edebilmek bile kritik bir mesele haline geliyor; bunlar normal veya anlaşılır mizahî içeriklermiş gibi gülünüp geçiliyor. Son günlerde dahi açığa çıkan “Netflix yapımcıları, siyahi bir İsrailli erkek ile İranlı bir trans kadının aşk hikâyesini film yapmak için bekliyor” capsleri, anti-woke söylemlerin hiçbir koşul gözetmeksizin ortaya çıktığını gösteriyor. Veya savaş politikalarına bağlı olarak iç düşmanlar yaratmak isteğini düşünürsek, bu içeriğin tam olarak da koşulunda ortaya çıktığını düşünebiliriz.

Kendini en sağ şekilde var eden anti-woke söylemler ise bu sızıntılarla “duyarlılık duvarı”nın aşılmasıyla birlikte kendine daha rahat alan buluyor ve daha vahşice yayılıyor. Kadın özgürlük mücadelesi, anti-woke’un en çok hedefinde olduğu gibi, en dirençli güçlerinden biri de olmaya devam ediyor. Başta da söz ettiğim gibi, anti-woke’un özellikle kadınları ve LGBTİ+’ları hedefine alması boşuna değil. Tarihsel olarak sağ popülist hareketler, çoğunlukla büyük ekonomik çöküşlerin, savaşların ardından yükselmiştir: 1929 Büyük Buhranı’nın ardından Avrupa’da faşizmin yükselişi; 1970’lerde Thatcherizm ve Reaganizmin yükselmesi; 2008’den sonra Avrupa’da aşırı sağın Avrupa’da aşırı sağ hareketlerin güç kazanması bu örneklerden bazıları. Krizleri aşmak adına iktidarlar, toplumu “güçlü liderlik, otorite, düzen, ulus çıkarları ve geleneksel aile değerleri” etrafında yeniden şekillendirmeye çalışmıştır. Keza anti-woke’la da adeta bütünleşen Trump’ın “Make America Great Again” vaadi de esasen Reagan’ın sloganıdır ve bu dönemin politikalarına dönüşe atıf yapmaktadır. Bu söylem son seçim döneminde daha da baskın hâle gelmiştir. Keza son yıllarda dünyada güç kazanan sağ iktidarların başlıca politikalarının kadın bedeni ve aile kurumu üzerinden olması da açıkça gözlemlenebilmektedir. Yine keza İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması da bu sürecin bir parçasıdır, bu sene ilan edilen “aile yılı” da.

Tarih boyunca her büyük savaş ve kriz döneminde kadınların bedenine ve hayatına müdahale artmıştır. Şüphesiz ki bugün de bu saldırılar artacak, aile kurumunu meşrulaştırıcı, geleneksel rollere dönme eğilimini besleyici sağ söylemler ve uygulamalar da hız kazanacaktır. Savaş dönemleri, ne yazık ki sosyalist deneyimlerde bile ilk kadınların ve LGBTİ+’ların kazanımlarının terk edildiği veya sosyalist kadın mücadelelerinin militarizm propagandasıyla hasar gördüğü dönemler olmuştur. Savaş ve kriz dönemlerinde kadınların yeniden “ev içine” çağrılması, doğurganlığın teşvik edilmesi, kürtajın sınırlandırılması ve bakım emeğinin kadınlara yüklenmesi, yalnızca siyasal değil, ekonomik çıkarların da ürünüdür. Bu, sadece ahlâkî değil ekonomik bir stratejidir: Kadın emeği yeniden ücretsizleştirilmeli, doğurganlık artmalı, toplumsal denetim sıkılaştırılmalıdır. Savaş dönemleri, bu stratejinin en acımasız uygulandığı dönemlerdir. Dolayısıyla böylesi bir dönemde, bu hataya düşmemek, anti-woke veya başka kisveler altında bu sağ ideolojilerin yayılmasına geçit vermemek daha da önem kazanmaktadır. Bu yüzden bugün savaşa karşı çıkmak, aynı zamanda kadın özgürlüğünü savunmak demektir. Kadın hareketi de savaş karşıtı bir cephenin örülmesinde belirleyici olmak, savaş karşıtı mücadeleyi büyütmek zorundadır. 

Yine tarih bize gösteriyor ki her savaş dönemi aynı zamanda devrimci olanaklar da barındırır. Bu sebeple bugün her yerden üzerimize çöken, anti-woke vb. kılıflar içinde yayılan ideolojik sis perdesine karşı, birleşik bir mücadeleyi örgütlemek çok daha önemlidir ve acildir. Anti-woke vb. meşrulaştırmalara geçit vermeden, “uyanık kalarak!”

*: Bu konuyu Wilhelm Reich’ın “Faşizmin Kitle Ruhu” tezi üzerinden tartıştığım “Kim Korkar Kadın Orgazmından?” başlıklı bir başka yazıyı da okumanızı öneririm. https://www.gazeteduvar.com.tr/kim-korkar-kadin-orgazmindan-haber-1759600

Kapitalizm insana, canlılara, doğaya zarar vermeden var olamaz…

Onlar ümidin düşmanıdır sevgilim,
akar suyun,
meyve çağında ağacın,
serpilip gelişen hayatın düşmanı…
……
Nâzım Hikmet

Siz hiç burjuva politikacılarının, medyatik aydınların (medyatik aydın başkalarının fikirlerinin ticaretini yapandır), köşe yazarlarının, ne demekse “kanaat önderlerinin”, “konunun uzmanı” denilenlerin ağzından kapitalizmin çıktığını duydunuz mu? İyi de siz o sorunları hangi zemin üzerinde tartışıyor gibi yapıyorsunuz? Şeyleri adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemi değil midir?..

Kapitalizm ücretli emek sömürüsü, karşılığı ödenmeyen kadın emeği sömürüsü, doğa yağma ve talanıyla var olan netameli bir sistem, bir üretim tarzıdır. Kapitalizm dâhilinde üretimin birinci (aslî) amacı insan ihtiyaçlarını karşılamak değil, kâr etmek, sermayeyi büyütmektir… Ve bir dizi temelli sapmayla malûldür. Üretimle ihtiyaçların tatmini gereği arasındaki ilişki ters-yüz olmuş durumdadır. Üretimin yönü ihtiyaçlara değil, kâra endekslidir… Eğer üretim insan ihtiyaçlarına dönük olsaydı, insan refahıyla ilgili olmayan yüzlerce, binlerce zararlı, değilse gereksiz şey üretilmez, satılmaz ve tüketilmezdi…

Sermaye, varlığını sınırsız büyümeye borçludur. Büyümek veya yok olmak ikilemi söz konusudur… Kapitalizm sosyal eşitsizlikleri, sosyal kötülükleri, açlığı, yoksulluğu, sefaleti, manevi yozlaşmayı büyütmeden var olamaz… Kapitalizm dâhilinde bir kutupta zenginlik üretmek, karşı kutupta yoksulluk, sefalet ve doğa tahribatı yaratmadan mümkün değildir… Gerçi kapitalist sistem sınırsız büyüme, yayılma, genişleme eğilimine ve dinamiğine sahiptir ama bu dünyanın kaynakları sınırlıdır. Bir zaman geliyor, şimdilerde olduğu gibi sınırsız büyüme, kaynakların sınırına dayanıyor… “Büyük hızlanma” denilen 1970 sonrasında doğa tahribatının hızı ve yoğunluğu daha da arttı… 1970-2020 aralığında doğadan çekilen kaynak ikiye katlandı. Eğer bu netameli sürece vakitlice müdahale edilmezse, 2060 yılında üçe katlanacağı tahmin ediliyor… Öyle bir dünyayı hayal edebiliyor musunuz? 

Başka türlü söylersek, kapitalizmin büyüme gereğiyle, doğanın kendini yenileme ritmi arasında bir uyumsuzluk ortaya çıkıyor… Son dönemde bu uyumsuzluğu ifade eden bir ölçü de geliştirildi, ona dünya limit aşımı günü deniyor… Doğanın bir yılda ürettiği yeni kaynağı insanların ne kadar zamanda tükettiğinin ölçüsü… Geçen yıl (2024) dünya limit aşımı günü 1 Ağustos’a gerilemişti. Bu, yılın beş ayını doğaya borçlu yaşayacağız demek… Bireyler borçlu, aileler borçlu, belediyeler borçlu, şirketler borçlu, devletler borçlu… En büyük borç da doğaya… Türkiye’de limit aşımı günü 21 Haziran’a gerilemiş… Bu Türkiye’nin muasır medeniyetin önüne geçtiği demeye gelir… 2025 dünya limit aşımı günü beklentisi de 24 Temmuz olarak tahmin ediliyor…

İnsanlar ekonomik büyüme, kalkınma mavalıyla aldatılıyor, oyalanıyor… Oysa kapitalizm dâhilinde büyüme sermayenin büyümesidir. Para her el değiştirdiğinde “milli gelir” artmış görünür… Tabii yoksulluk, sefalet ve doğal çevre tahribatı da… 

Kapitalizm etik değerlere külliyen yabancılaşmış bir sistemdir… Etik sınır demektir, potansiyel olarak yapılabilir olandan sakınmaktır… Kapitalizm ölçüsüzlük ve aşırılıkla malûldür…

Kapitalizmin sloganı benden sonra tufandır. İşçinin (proleterin), bir bütün olarak insanlığın kaderine külliyen yabancılaşmıştır… Tufanın ne olduğu da bir sır değil… İşte devasa orman yangınları, kuraklıklar, çöllerin genişlemesi, kuvvetli kasırgalar, okyanusların ısınması-tuzlanması, deniz seviyelerinin yükselmesi, seller, iklim göçleri, kirlenme, pandemiler, canlı türlerinin hızlı bir tempoyla yok olması (ekosit), radyoaktifi kirlenme, nükleer savaş ve nükleer kış riski… Ve bütün bunlarla kapitalizm dâhilinde başa çıkmak asla mümkün değildir… Eğer kapitalizm için vazgeçilmez olan bir kaynak tükenirse, kapitalistler burada durayım demezler, yeni kaynak bulmak için dünya turuna çıkarlar… Hiçbir kapitalist bana bu kadar yeter, burada durayım demez, diyemez… Aksi hâlde arkadan gelenler tarafından yutulur… Dolayısıyla, kapitalistin şahsî iradesinin bir kıymeti harbiyesi yoktur… Vahşi bir rekabet ortamında var olmanın, varlığını sürdürmenin koşulu büyümek, büyümek, daha çok büyümektir… 

Bu dünyada insan yaşamı için vazgeçilmez olan ne varsa elimizden alındı… Hava zehirli, su kirli, toprak yorgun… Artık yediklerimiz hasta ediyor. Otların, ağaçların, çiçeklerin kokusunun yerini benzin, mazot kokusu, sessizliğin yerini arabaların gürültüsü aldı… Çocuklar ekmeğin AVM’lerde üretildiğini sanıyor, buğdayı bilmiyor… Devasa kuleler, neon ışıklar göğü, ayı görünmez kılıyor. Genç nesiller Çoban Yıldızı’nı bilmiyor. Beton ve asfalt insanların ayağını toprağa değdirmiyor. Hastane artık hastane olmaktan çıktı, bir ticarethaneye, kapitalist işletmeye dönüştü, misyonuna ve varlık nedenine yabancılaştı… İnsan ve toplum yaşamı için vazgeçilmez olan müşterekler yağmalandı, özelleştirildi kâr aracına dönüştürüldü… Oysa müşterekler insanları bir arada tutan tutkaldır… Velhasıl tam bir anlam kaybı söz konusu… İnsanlığın ve uygarlığın kritik eşiğe dayandığı zamanlardayız… 

Velhasıl, insanlığın ve uygarlığın geleceği, bu sefil süreçten zarar gören geniş emekçi kesimlerin, “Büyük İnsanlığın” basiretine indirgenmiş bulunuyor… Eğer çöküş kaçınılmaz ise, ki kaçınılmaz, o zaman sadece iki ihtimal var demektir: Çöküşün altında kalmak veya şeylerin seyrini değiştirmek üzere ayağa kalkmak, insanlığın ve uygarlığın geleceğini kurtarmak… İnsan irade sahibi bir yaratık değil mi? Bu sefil sürece müdahale etmeye bir engel var mı? Yazıya harika şair Nâzım Hikmet’le başladık, onunla bitirelim:

 “Kendi kendimizle yarışmadayız gülüm.
Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz
Ya dünyamıza inecek ölüm…”

Burjuva demokrasisi, katıksız bir diktatörlüktür

Günlük dilimizde “demokrasi”, burjuva devletin sınıfsal karakterini gizlemek için kullanılır. Burjuva devlet ve genel olarak devlet konusundaki yanlış bilincin bir sonucu olarak, başındaki “burjuva” sözü unutulur ve sanki, insanlık için bir genel kabul gören “demokrasi” varmış gibi bir üstü örtülü kabul yerleştirilir. Egemen sınıf olarak burjuvazi, bunu bilerek yapar. 

Devlet kölecilikle, yani ilk sınıfların ortaya çıkışı ile birlikte doğmuştur. Engels’in bu konudaki müthiş çalışması “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”, bu süreci son derece net anlatmaktadır. Her işçi, her genç, her kadın, her devrimci bu kitabı okumalıdır. 

Köleci devlet, elbette bir “demokrasi” idi. Atina “demokrasisi”, az ya da çok tarihe ilgi duyan herkesin kulağında kalmıştır. Bu konuyu derinlemesine bilmeyen bir kişi dahi, Roma ve Atina’da demokrasi üzerine bir şeyler duymuştur. Ve elbette ki köleci bu “demokrasi”, köle sahipleri için bir demokrasi idi. Feodal devlet de, toprak ağaları, feodal soyluluk sınıfı için bir demokrasidir. Bunun gibi, burjuva demokrasisi de, ancak ve ancak, burjuvalar için (bugün sadece tekelci sermaye için) bir demokrasidir. 

Köleci devlette, devletin sahipler ortadaydı. Feodal devlette de bu böyledir. Ama kapitalist devlette, burjuvazi, kendi seçtiği yöneticileri eli ile bu egemenliği kullanabilme becerisine sahiptir.

Köle sahipleri ve feodal beyler, kendi sınıflarının egemenliği olan devleti, halka, üreten sınıflara kabul ettirmek için, kendi iktidarlarının “tanrının yeryüzündeki gölgesi” olduğunu söylerlerdi. Böylece kendi diktatörlüklerini, kendi egemenliklerini meşru, kabul edilebilir, karşı konulamaz hâle getirirler. Elbette bunun için silahlı adamları, hukukları, mahkemeleri, hapishaneleri, cellatları vb. vardır. 

Burjuva devlet, “uluslaşma” üzerine yükselir.

Ulus, aslında sınırları belli bir pazarın oluşumunun gereği olarak, burjuva egemenliğin halka kabul ettirilmesinin aracı olur. Bu uluslaşma, her ülkede farklı süreçler izleyebilir. Ama uluslaşma, her zaman başka halkların asimilasyonu da demektir. Bu asimilasyon, örneğin Fransa’da daha yumuşak, Almanya’da daha farklı ve örnek olsun bizim ülkemizde halklara imha ve inkâr politikasının dayatılması ve katliamlarla gerçekleştirilmiştir. Bu konu elbette tarihî boyutları ile incelenmelidir.

Ama burjuva devlet, kendini “tanrının yeryüzündeki temsilcisi” ilan etmez. Tersine, kendini “ulusal çıkarlar”ın temsilcisi ilan eder. Burjuva çıkarlar, “ulusal çıkar”lar olarak ortaya konurlar. Buna uygun bir milliyetçilik ortaya konur. Milliyetçilik, asla ve asla vatanseverlik değildir. Milliyetçilik, insanın yaşadığı toprakları sevmesi demek değildir. Milliyetçilik, bir yandan bir ulusun, bir ırkın yüceltilmesi iken, madalyonun öbür yüzünde başka ulusların ve halkların aşağılanması da demektir. Ve hangi dozda olursa olsun milliyetçilik, burjuva ideolojisinin, burjuva egemenliğin bir aracıdır. Burjuvazi, öyle bir dil kullanır ki, milliyetçiliğe vatan denilen şeyi de karıştırır. Bu nedenle, biz işçiler için vatan, tüm dünyadır. Dünyanın tüm işçileri sınıf kardeşidir ve onların vatanı da tüm yeryüzüdür. Bu nedenle vatan sosu ile birleştirilmiş milliyetçiliğin her türüne karşı durmak, burjuva ideolojisine karşı durmaktır. Bu aynı biçimde erkek egemen ideolojiye karşı durmak için de geçerlidir. Erkek egemen ideoloji, köleci toplumdan başlayarak bugünkü devlete kadar gelişen ve kapitalist devletin ideolojisinin bir parçası olan ideolojidir, egemenin ideolojisidir. Devlete karşı çıkmadan, bir sınıfın diğer sınıfları baskıladığı bu egemenlik aygıtına karşı savaşmadan, erkek egemen ideolojiye karşı etkin bir savaş yürütülemez.

Devlete dönersek, demek ki burjuva devlet, kendini “ulusun çıkarlarının koruyucusu” olarak ifade eder. Ulusal çıkar, aslında burjuva çıkarlardır. Mesela işçi grevleri ortaya çıktığında bunun “ulusal güvenliği tehdit” ettiği söylenir ama kapitalistlerin kârları hiçbir zaman “ulusal güvenliği” tehdit etmez. Ülke yağmalanır ama bu bir tehdit olmaz. Çünkü onların ülke, ulusal çıkar dedikleri şey, çek defterleri, kasaları, paraları vb.dir. Burjuvazi, kârını artırmak için neyi uygun görürse onu yapar, nereyi uygun görürse oraya yatırım yapar. 

Eğer devlet konusunda yanılgılı bakış olan “devletin sınıflar üstü olduğu” görüşü egemen ise, işte o zaman devletten “iyi niyet” beklenebilir. Bizdeki “baba devlet” aslında budur. Mücadele geliştikçe, devlet, egemen sınıf geri adım atacaksa, bunu işçilere, “devlet içindeki iyi paşalar, iyi adamlar”ın anlayışlılığı olarak sunar. Böylece kötü olan, bazı yöneticiler olur. Oysa bu gerçek değildir. Tıpkı karakoldaki “iyi polis-kötü polis” numarası gibidir ve işçiler, bilinçleri geri ise bu oyuna hep aldanırlar. 

Burjuva demokrasisi, değil ki bizdeki Saray Rejimi (ki Saray Rejimi, devletin olağanüstü örgütlenmiş hâlidir. Bakınız, Deniz Adalı, Tekelci Polis Devleti, Kaldıraç Yayınevi. Bu kaynakta, İkinci Dünya Savaşı sonrası kapitalist dünyada burjuva devletin örgütlenişi analiz edilir. Kaldıraç dergisinde, Saray Rejimi ile ilgili çıkan yazılar için bakınız, Saray Rejimi, Kaldıraç Yayınevi). Saray Rejimi, burjuva devletin tüm baskı aygıtları ile ortaya çıkmış hâlidir. Ama normal burjuva demokrasisi de bir diktatörlüktür.

Biz, normal hâli ile burjuva diktatörlüğünü -siz buna burjuva demokrasisi diyebilirsiniz-, ele almak istiyoruz.

Biliyoruz, kapitalist, sermayenin kişiliğe bürünmüş hâlidir. 

Sermaye, canlı insan emeği emerek büyür. Kendini böyle büyütür ve bu büyüme, aslında sermayenin yaşamın her alanını kontrol etmesi de demektir. Bu nedenle, sermayenin egemenliği “salt ekonomik” bir durum değildir. Sermaye, kendi egemenliğini sürdürmek için, burjuva devlet denilen bir makinaya sahiptir.

Bu makina, bir yandan baskı ve şiddeti kullanır ama diğer yandan bir rıza üretir. Bu rıza, dünyanın her yerinde “ulusal çıkar”lar olarak halka sunulur. Burjuvazi kendinden önceki devlet biçimlerinden gelen dini, “ulusal çıkar” örgütlenmesi için devreye soktuğu milliyetçilikle birleştirir. Dünyanın her kapitalist devletinde din ve milliyetçilik, burjuva ideolojisinin bileşenleri olarak devreye sokulur.

TC devletinin örgütlenişinde bu iki unsur da etkilidir. Yakın dönemde din daha azgınca kullanılmıştır. Ama her zaman milliyetçilik, bir ırkçılık düzeyinde azgınca kullanılmıştır. Milliyetçiliğin her türü, aslında bu kapsamdadır. Bunların dozajının artırılması, aslında o anda burjuva egemenliğin ihtiyaçlarına göre belirlenir. 

Sermaye, onun kişilik hâline bürünmüş şekli olan kapitalist, işçilerin işgücünü, belli bir süreliğine satın alır. Tıpkı bir bıçak satın alan sıradan bir kişinin, bıçağın “değerini” öderken, aslında onun kullanım değerini satın almış olması gibi, kapitalist de işgücünün değerini öder ama onun kullanım değerini satın alır. Bıçağı satın alan kişi, onu işlevli şekilde, amacına uygun olarak, “verimli” kullanmak ister. Bunun gibi, kapitalist de satın aldığı emek gücünü, “verimli” kullanmak ister. Onu, mesela 10 saat boyunca, canını çıkartacak şekilde kullanır. Çünkü işçinin emeğinin bu süre içinde maddeleştiği, yani işçinin ürettiği tüm mal onundur. Bu malın daha çok olmasını ister. Her mal, meta, bir yandan hammadde, bir yandan makina gücünün bir bölümü ve bir yandan da canlı işçi emeğinin maddeleşmiş hâli demektir. Üretim sürecinde yeni olan değeri, işçi, canlı emek üretir. Okuyucu, bu konu ile ilgili detaylı bölümü daha önce okumuştur. Bu nedenle, bu bilgileri, sadece hatırlatma için yazıyoruz. 

Biliyoruz ki, hiçbir kapitalist sadece bir işçi çalıştırmaz. Eğer kapitalist tek bir işçi çalıştırıyorsa, sermaye tek bir işçinin canlı emeğini emebilir. Oysa kapitalist, işçilerle tek tek sözleşme yaparak, ancak çok sayıda işçi çalıştırır. Diyelim ki 100 işçi çalıştırıyor olsun. Bu durumda, işçilerin “ortak”, “bir mekânda” çalışmasının getirdiği ilave işler olacaktır. Buna yönetim işlevi diyelim. Yani üretim sürecini yönetme işi kapitalistin işidir. 

Dolayısıyla, yönetilmesi gereken üretim sürecinin ikiliği (bu sürecin, bir yandan bir ürünün üretilmesine yönelik toplumsal bir emek süreci, diğer yandan sermayenin değerlenme süreci olması) nedeniyle içeriği bakımından ikili bir işlev olan kapitalist yönetim, biçimi bakımından despotçadır. İşbirliğinin daha büyük ölçeklere ulaşmasıyla birlikte bu despotluk kendine özgü biçimlerini geliştirir. Daha önce, sermayesi gerçek kapitalist üretime başlamasına yetecek asgarî miktara ulaşır ulaşmaz, fiilen çalışmaktan kurtulmuş olan kapitalist, şimdi de, tek tek işçilerin ve işçi gruplarının dolaysız ve sürekli bir şekilde kontrol edilmesi görevini, özel bir türdeki ücretli emekçilere bırakır. Aynı sermayenin komutası altında bir arada çalıştırılan bir işçi kitlesi, askerî bir ordu gibi, sınai subaylara (yöneticiler, managers) ve astsubaylara (ustabaşılar, foremen, overlookers, contre-maîtres) gereksinim duyar; bu kişiler emek süreci boyunca sermaye adına komutanlık yapar. Denetim ve gözetim işi, bu kişilerin özel işlevi olarak yerleşiklik kazanır. Ekonomi politikçi, bağımsız köylülerin ve kendi başlarına çalışan zanaatçıların üretim tarzını köleliğe dayanan plantasyon sistemiyle karşılaştırırken, bu denetim ve gözetim işini faux frais de production (ikincil üretim masrafları) arasında sayar. Buna karşılık kapitalist üretim tarzını incelerken, ortaklaşa yürütülen emek sürecinin doğasından kaynaklanan yönetim işlevini, bu sürecin kapitalist ve dolayısıyla da karşıtlık içeren karakterinin gerekli kıldığı yönetim işleviyle aynı sayar. Kapitalist, sınai yönetici olduğu için kapitalist değildir; tersine, kapitalist olduğu için sınai komutan olur. Nasıl ki feodalizm döneminde savaşın ve yargının başkomutanlığı toprak mülkiyetinin uzantısıydı, sanayinin başkomutanlığı da sermayenin uzantısı hâline gelir.

İşçi, emek gücünün sahibi olarak kapitalistle pazarlık ettiği süre boyunca, kendi emek gücünün sahibidir ve neye sahipse yalnızca onu, yani bireysel, yalıtık emek gücünü satabilir. Kapitalistin bir yerine 100 emek gücü satın alması ya da tek bir işçi yerine birbirlerinden bağımsız olan 100 işçi ile sözleşme yapması bu ilişkiyi hiçbir şekilde değiştirmez. Kapitalist, 100 işçiyi, bunları elbirliği içine sokmadan çalıştırabilir. Bu nedenle, kapitalist, 100 bağımsız emek gücünün değerini öder; ama bu yüz kişinin birleşik emek gücü için ödeme yapmaz. İşçiler, bağımsız kişiler olarak aynı sermaye ile ilişkiye giren, ama kendi aralarında ilişki bulunmayan bireylerdir. Bunlar arasındaki elbirliği ancak emek sürecinde başlar; ama bu sürece girdiklerinde, kendilerine ait olmaktan çıkmış olurlar. Emek sürecine girmeleriyle birlikte sermayenin birer parçası olurlar. Elbirliği yapan kişiler olarak, çalışan bir organizmanın organları olarak, sermayenin özel bir varoluş tarzından başka bir şey değildirler. Bu nedenle, işçinin, toplumsal işçi olarak geliştirdiği üretici güç, sermayenin üretici gücüdür. İşçiler belirli koşullara tabi olduğunda, emeğin toplumsal üretici gücü parasız olarak gelişir ve sermaye işçileri bu koşullara tabi kılar. Emeğin toplumsal üretici gücü, bir yandan kapitalist için hiçbir maliyeti bulunmadığından, diğer yandan işçi tarafından (emeği sermayeye ait olmadan önce) geliştirilmediğinden, sermayenin doğası gereği sahip olduğu, ona içkin olan bir üretici güç olarak görünür (K. Marx, Kapital I. Cilt, s. 323-324, Yordam Kitap. Sol Yayınlarında s. 346-347).

Bu uzun alıntı iyi kavranmalıdır. Demek ki, sermayenin üretim sürecini yönetme işlevi, kapitalist üretim sürecinin yönetilmesi, despotiktir. Yani, o meşhur deyimi ile “demokratik” değildir. 

Peki, üretim süreci nasıl demokratik olabilir?

Sermaye, maksimum kâr için üretim yapar. Bu bir yandan daha çok meta üretmektir, bir yandan da daha çok artık-değer üretmektir. Bu artık-değer, işçinin karşılığı ödenmemiş emeğidir. Ve işçinin metada maddeleşmiş olan bu emeği olmadan, sermaye büyümez. Sermaye vampirdir ve işçinin canlı emeğini emer. Böyle yaşar, böyle büyür. Ve eğer sermaye kâr etmezse, kapitalist sistem krizdedir ya da “ulusal çıkarlar” tehdit altındadır. Grev ertelemelerine bu yönden bakmak gerekir. 

Bir üretim sürecini maksimum kâr amacına göre organize ettiniz mi, orada çalışan işçiler, o organizmanın organları olarak iş görürler. Kapitalist, fabrika düzeninden işçilerin elbirliğini organize etmeye kadar, makinalaşmaya kadar her şeyi bu gözle ele alır, öyle organize eder. 

İşçiler bu üretim sürecini yönetemezler mi? Elbette yönetirler. Ama bu, 100 kişinin, bir tek emekçinin değil, birden çok emekçinin ortak çalışması sürecinde mümkündür; yapılabilir, yapılmışlığı vardır. İşçiler, ancak, bireysel bir kapitalist için, sermayenin emrinde değil, toplumsal amaç için üretim yaptıklarında bu üretim sürecini yönetebilirler. Bunun ön koşulu, sermayenin ortadan kalkmasıdır, üretim araçlarının üzerindeki özel mülkiyetin son bulması, zaten daha önceden üretilmiş emek ürünleri olan üretim araçlarının kendi toplumsal karakterine uygun olarak “ortak” mülkiyete geçmiş olmasıdır. Bu durumda tüm toplumsal üretim, kâr amacı için üretimden çıkar ve toplumsal ihtiyaçların karşılanması amacına yönelir. Bu durumda da, çok üretmek değil, gerekli olanı üretmek diye bir şey ortaya çıkar. Bu da işçilerin tüm fabrikalarda komünal bir yönetim kurmaları demektir. Buna “demokratik” demek isterseniz bir sakıncası yok. Ama bu, bize devlet örgütlenmelerinin sunuluş şekli olan “demokrasi” ile zerre kadar ilişkili değildir, benzer değildir. Bu bir yandan tüm toplumun üretici olması demektir, bir yandan da daha az çalışması demektir; bu kafa ile kol emeği arasındaki çelişkinin ortadan kaldırılması demektir; bu teknolojinin buna uygun örgütlenmesi demektir; bu üretenin yöneten olması da demektir.

Kapitalist, sanayi üretimini yönettiği için kapitalist değildir, tersine kapitalist olduğu ve üretim araçlarının sahibi olduğu için sanayinin komutanıdır. 

Kapitalist, üretim sürecinde kendisi için çalışan “özel türdeki ücretli emekçi”leri, işi yönetmek için kendi sanayi ordusunun parçası hâline getirir. 

Şimdi, devlet örgütlenmesine bir kere daha dönmeliyiz.

Burjuva devlet, burjuvazinin egemenlik aracıdır. Siz buna burjuva demokrasisi deyin. En “saf” hâli ile burjuva demokrasisi katıksız bir burjuva diktatörlüktür. Her devlet bir diktatörlüktür. Sosyalist devrimi gerçekleştiren proletaryanın kurduğu devleti, biz, hiçbir başka kavrama gereksinim duymadan, proletarya diktatörlüğü olarak adlandırırız. Bu proletarya diktatörlüğü, iktidardan alaşağı edilmiş, devlet makinası devrimle parçalanmış olan burjuva sınıfı, fiilî olarak yok etmekle ve sosyalist temelde, meta ufkunu aşan, komünizm, yani devletsiz, sınıfsız bir toplum için ekonomiyi ve toplumu örgütlemekle görevlidir. Komünizm, aynı zamanda dünya çapında kapitalist egemenliğin de son bulması sonrasında kurulabilir. Alaşağı edilmiş olan burjuva sınıf, dışarıda var olan burjuva sınıfın desteğini her zaman alacaktır. Bu nedenle, bir sosyalist devrim, dünya çapında proletaryanın zaferi ise, bununla sınırlı kalamaz, kalmamalıdır. Proletarya devleti ile, ülke içinde ve dünya çapında burjuva sınıfı ortadan kaldırmak için bir silahtır. 

Burjuva devlet, “demokratik bir devlet” olamaz. Burada “demokratik” denilen şey ile ne kastedildiği önemlidir. Eğer, seçimler, parlamento, yargı-yasama ve yürütme ayrılığından söz ediliyorsa, bunlar burjuva devletin geliştirdiği örgütlenmedir ve daha çok düne aittir. Bugün dünyanın her yerinde seçimler hilelidir. Sandıkta yapılsın yapılmasın, hilelidir. 

Burjuva devlet ya da burjuva demokrasisi, işçilerin açık ve net politik mücadeleye girmesini engeller. Bunun için “olağan” mekanizmalar yeterli gelmezse, sınıf savaşımına uygun olarak, gerçek baskı aygıtı yüzünü tüm mekanizmalarıyla ortaya çıkartır. Dünyanın neresinde, hangi kapitalist ülkesinde olursa olsun, burjuva hukuk, egemenlerin hukukudur. Bunun sayısız örneği vardır. Her işçi, sınıf mücadelesi içinde, günlük yaşamında bunu bilir. 

Demokrasi, burjuvazinin kitleleri aldatmak için kullandığı bir örtüdür. İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmi üreten ve SSCB’nin üzerine salan sistem, savaşı Kızıl Ordu kazanınca, birden “demokrasi” kavramına sarılmıştır. Bu planlıdır. Sosyalist ülkeler, “diktatörlükler” olarak adlandırılır ve “demir perde” adı altında düşmanlaştırılırken, kendi ülkelerinde azgınca saldırılar planlamışlardır. ABD, kendi ülkesinde, komünist avı başlatmış ve aykırı sesleri boğmak için azgın bir saldırı ortaya koymuştur. Bunu dünyanın her kapitalist ülkesinde de gördük. Çünkü sosyalist sistem, tüm eksikliklerine rağmen, kapitalist dünya ve sermayenin egemenliği için bir açık tehdit idi. 

Burjuvazi, egemen, her zaman, kendi terörünü, kendi diktatörlüğünü, kendi saldırganlığını, uygun kelimelerle gizlemeyi başarmıştır. Demokrasi, oradan kalma bir kavramdır. Kimin için demokrasi sorusu sorulmadan, evrensel bir demokrasiden söz edilemez. Eğer devletin ortadan kalktığı komünist toplumu “demokrasi” olarak niteleyeceksek, eksiktir. Çünkü komünizm, aslında toplumun komünal örgütlenmesidir. Bu da en başta, üretim araçlarının üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması ile başlar.

Batı emperyalizmi, her zaman kendi katliamlarını, “demokrasi götürmek”, “medeniyet taşımak” olarak olumlamıştır. Afganistan’a medeniyet götürdüler; gördüğümüz kandır. Irak’a demokrasi taşıdılar; gördüğümüz milyonlarca ölü ve sakat çocuktur. Kendi yağma programlarını, her zaman medeniyet taşımak olarak isimlendirmişlerdir. Afrika’nın her yerine “medeniyet” götürmekten söz ettiler; gördüğümüz, ne varsa onu yağmalamak, kendi ülkelerine götürmektir. Asya’nın her yanını kana bulamışlardır ve Vietnam savaşını, “demokrasinin ve medeniyetin korunması” olarak isimlendirmişlerdir. 

Bugünlerde, Batı emperyalizmi, barıştan söz ediyor. Ukrayna’da savaş kışkırtanlar, “barış yanlısı” olarak barış hayali satmaktadır. Tüm Batı, hep birlikte savaş naraları atarken, “barış”tan söz etmektedir. 

Her saldırılarını, olumlu bir kavramın ardına saklamaktadırlar. Batı medeniyeti, elleri kanlı emperyalist egemenliktir ve tüm dünyaya bunu “barbarlara karşı savaş” olarak sunmaktadırlar. Bizim ve bizim gibi birçok sömürge ülkenin tanınmış yazarları, çizerleri, okumuş yazmışları, gazetecileri, profesörleri bize durmaksızın, Batı değerler sisteminden, Batı medeniyetinden, Batı insan haklarından, Batı demokrasisinden söz etmektedirler. 

Birçok sendikacı bize, sendikacılığın ekonomik haklar için mücadele ile sınırlı olduğunu anlatmaktadır. Bize, işçi sınıfının politikaya bulaşmaması gerektiğini anlatmaktadır. Oysa bizzat sömürü çarkının işlediği fabrikalarda, üretim sürecinin yönetimi, aslında işçilerin politik mücadeleye girişmelerinin elzem olduğunun kanıtıdır.

Bize diyor ki sendikalar, ekonomik mücadele ile sınırlı kalalım. İyi ama, sendikalar, işçi sınıfı politikadan uzak durdukça, ekonomik haklar için de mücadele etmez duruma düşmektedir.

Bize diyorlar ki, ekonomik mücadele dışında bir mücadele gerekli değildir. İyi ama biz görüyoruz ki, her ekonomik mücadele ciddi tarzda yürütüldüğünde, karşısında devleti bulmaktadır ve siyasallaşmaktadır. o

İran İşçi-Komünist Partisi: Düşmanlarımızın savaşında savunulmalarına değil, kaybetmelerine yönelik tutum alırız

Emperyalistlerin İsrail eliyle İran’a saldırısının ardından, İran’da işçi sınıfı, emekçi halklar adına hareket eden güçlerin görüşlerini almak üzere dostlarımızla iletişim kurduk. Bu kapsamda İran İşçi-Komünist Partisi Politbüro üyesi Bahram Soroush ile de bir röportaj gerçekleştirdik. Bahram Soroush; Parti politikalarının her zaman, İsrail ya da ABD ile İran İslam Cumhuriyeti arasında bir savaş çıkması durumunda, İslamcı rejimin devrilmesi için yürütülen mücadeleyi terk etmemek ve savaşın yarattığı farklı ve yeni koşullar içinde bu politikayı sürdürmek gerektiği yönünde olduğunu, İran halkı için olduğu gibi kendileri için de “düşmanın evde olduğunu” söyledi. 

* * *

İran ile başta ABD olmak üzere tüm emperyalistlerce desteklenen siyonistler arasında tırmanan savaş hakkındaki yorumlarınızı duymak isteriz. İzlenimleriniz nelerdir?

İsrail ile İran İslam Cumhuriyeti arasındaki gerilim ve husumet yeni değil, bu durum 1979’da İran İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasından beri mevcuttu. İsrail karşıtlığı ve Amerikan karşıtlığı, İran’da iktidara gelen siyasal İslamcı eğilimin ideolojisinin bir parçasıdır. Onlarca yıllık varlığı boyunca İran rejimi, bölgedeki etkisini genişletmeye çalışmış ve bu amaçla Filistin meselesini istismar etmiştir. Kendini aldatıcı bir şekilde Filistin halkının dostu olarak sunarak, Hamas gibi bölgedeki İslamcı vekil örgütleri yeniden yapılandırmış ve İsrail devletinin yok edilmesi çağrısında bulunmuştur. Rejimin nükleer hedefleri ve balistik füze programı da bu bölgesel nüfuz genişletme stratejisinin bir parçası olmuştur.

Diğer taraftan, Filistinlilerin haklarını inkâr etmek için hiçbir suçtan geri durmayan ve şu anda Gazze’de insanlık tarihinin en korkunç soykırımlarından birini gerçekleştiren Batı destekli İsrail devleti, İslamî rejimi varlığına yönelik bir tehdit olarak görmüştür.

İsrail, 2015’te Obama yönetimi tarafından aracılığı yapılan anlaşmada olduğu gibi, İran rejiminin kendisine yönelik tehdidini canlı tutan bir anlaşmaya her zaman karşı olmuştur. Bu nedenle, birinci Trump yönetiminin 2018’de anlaşmadan çekilmesiyle birlikte, fiilen askıya alınan nükleer anlaşma, rejimin sürdürdüğü ve denetlenmeyen zenginleştirme programı ile son görüşmelerin fiilen tıkanması, Trump’ın desteğiyle İsrail’e 13 Haziran’da İran İslam Cumhuriyeti’ne saldırı düzenlemek için bahane ve fırsat sağlamıştır.

Partimiz böyle bir senaryoyu her zaman öngörmüştü; nitekim bu, yakın geçmişte daha küçük ölçeklerde de olsa gerçekleşmişti. Partimizin politikası her zaman, İsrail ya da ABD ile İran İslam Cumhuriyeti arasında bir savaş çıkması durumunda, İslamcı rejimin devrilmesi için yürüttüğümüz mücadeleyi terk etmemek ve savaşın yarattığı farklı ve yeni koşullar içinde bu politikayı sürdürmek gerektiği yönündeydi. Düşmanlarımızın savaşında savunulmalarına değil, kaybetmelerine yönelik tutum alırız. Dolayısıyla, aslında İran’daki rejime karşı askerî bakımdan çok daha üstün bir güç tarafından gerçekleştirilen tek taraflı bir saldırı olan bu savaşta da politikamız, İslam Cumhuriyeti’ne karşı mücadeleyi sürdürmektir. İran halkı için olduğu gibi bizim için de “düşman evdedir.” Bu nedenle, rejimin zayıflamasıyla ortaya çıkan fırsatı, onun devrilmesi için yürüttüğümüz mücadeleyi ilerletmek adına kullanacağız. Aynı zamanda, her iki tarafın da sivil hedeflere ve altyapıya yönelik, can kaybına ve halkın zor durumda kalmasına yol açan saldırıları kınanacaktır.

Cephede, İslam Cumhuriyeti’nde ve halklar açısından ne olacağını öngörüyorsunuz?

Bana göre, bu savaşta -ki hiçbir zaman uzun süreceğine inanmadım- iki olasılıktan biri gerçekleşebilirdi: 1- İsrail’in sürdürdüğü hava saldırıları sonucunda rejimin ciddi biçimde zayıflaması ve hatta dağılması; ya da 2- Rejimin, İsrail ve ABD’nin öne sürdüğü koşulları kabul ederek teslim olması ve savaşın derhal sona ermesi. ABD’nin doğrudan savaşa dâhil olup İran rejiminin nükleer tesislerini bombalamasıyla, gerçekleşen aslında ikinci olasılık oldu.

Bu iki sonuçtan hangisi gerçekleşirse gerçekleşsin, savaşın ardından rejim çok daha zayıf bir durumda kalacaktı. Rejim, toplumsal protestoların ya da olası bir halk ayaklanmasının yeniden yükselmesini engellemek için baskıyı artırmaya çalışsa bile, içinde bulunduğu zayıflık durumu ve uğradığı ağır askerî, siyasi ve psikolojik darbeler nedeniyle bunu gerçekleştirecek durumda olmayacaktır. Üstelik, savaş öncesinde de İran halkı rejime karşı mücadele hâlindeydi; şimdi ise savaşın sona ermesiyle karşılarında çok daha zayıf ve aşağılanmış bir rejim bulacak olan halk, taleplerini daha güçlü bir biçimde dile getirip mücadeleyi daha büyük bir kararlılıkla sürdürecektir.

Beklendiği üzere, savaş sırasında rejim, halkı etrafında toparlayacak herhangi bir milliyetçi duyguyu harekete geçiremedi. İran halkı, dünya kupalarında ve uluslararası karşılaşmalarda bile İran milli takımının yenilmesini istiyor! Bunun nedeni, halkın bu rejime karşı beslediği derin nefrettir; bu nefret, sayısız protestoda ve özellikle Eylül 2022’deki “Kadın, Yaşam, Özgürlük” ayaklanmasında açıkça kendini göstermiştir. Rejimi yıkmaya yönelik bu muazzam devrimci yükselişin etkileri, kanlı ve acımasız bir şekilde bastırılmasına rağmen, İran toplumunun derinliklerinde hâlâ yankılanmakta, bu kez çok daha büyük bir güçle ve hâlihazırda elde edilen kazanımlara dayanarak yeniden alevlenmek için bir fırsat kollamaktadır. Rejim, protestoların yeniden başlamasını önlemek istese bile, uğradığı ağır yenilgi, askerî, istihbarat ve güvenlik güçlerinin büyük ölçüde yok edilmesi ve üst düzey komutanlarının tasfiyesi nedeniyle bunu gerçekleştirebilecek durumda değildir. Kuşkusuz, rejim tutuklamaları artırmak ve kan dökmek için elinden geleni yapacaktır (şimdiden üç kişiyi İsrail adına casusluk suçlamasıyla idam etti); ancak, İran-Irak savaşının ardından 1980’lerin sonlarında uyguladığı baskı ve katliamları tekrar edemez. Toplum değişmiştir, rejim daha zayıftır ve halk rejimi devirmek konusundaki kararlılığında çok daha ileri bir noktadadır.

İşçi sınıfı, devrimciler ve solcular bu duruma nasıl tepkiler veriyor?

Mevcut baskıcı koşullar altında, özellikle de savaş ortamında, İran’daki işçi sınıfı duygularını ve görüşlerini kolayca dile getirememektedir. Savaşın patlak vermesinden önce devam eden grevlerin ve protestoların (örneğin kamyon şoförlerinin eylemleri) savaş sırasında sürdürülemeyeceği açıktı. Bana göre, işçi sınıfı da savaş karşısında halkın geneliyle benzer bir tutum benimsemiştir: savaşın ne kadar geniş çaplı bir hâl alabileceğine dair bir endişe ile, rejimin en çok nefret edilen askerî ve siyasi figürlerinin ve baskı aygıtlarının İsrail saldırılarıyla imha edilmesinden, rejimin aldığı yenilgilerden duyulan sevinç bir arada yaşanmıştır. İran’da işçilerin özgürce örgütlenme hakkı yoktur. 1979 devrimi sırasında hızla kurulan ve daha sonra İslamcı rejim tarafından şiddetle bastırılan yasal sendikalar veya işçi konseyleri mevcut olmadığından, işçi aktivistleri komiteler, dernekler, “protesto konseyleri”, sendikalar vb. biçimlerde örgütlenmeye çalışmaktadır. Bu işçi oluşumlarının yayımladığı bildiriler genellikle savaş karşıtı bir çizgi taşımış, savaş çığırtkanlığından ve ülkeyi savaşa sürüklemekten rejimi sorumlu tutmuştur. Önde gelenlerden, daha sağ eğilimli ve rejimle uzlaşmacı olan bir-iki tanesi ise, İran rejimiyle benzer söylemlerle (örneğin “İran topraklarının ihlâli” gibi) saldırıyı kınayan açıklamalar yayımlamıştır.

Partimiz dışında İran’daki solun büyük bir kısmı İsrail hükümetini kınayan geleneksel anti-emperyalist bir pozisyon almıştır. Bana göre, İran’da bir devrimcinin böyle bir tutumu benimsemesi, fiilen kendi hükümetiyle aynı safta yer alması anlamına gelir. Gerçek şu ki, yukarıda da belirtildiği gibi, bölgedeki gerilim ve çatışmalara son birkaç on yıldır neden olan İran rejiminin politikalarıdır. Amerikan karşıtlığı ve İsrail karşıtlığı, rejimin ideolojisinin temel bir parçasıdır, onu tanımlamaktadır. Durum böyle olmasaydı bile, İranlı komünistlerin ve devrimcilerin görevi İran’daki rejimi devirmektir. Bu politika savaş zamanlarında değişmez. ABD ve İsrail hükümetlerinin vahşetlerini kınamamız, bizi kendi gerici hükümetimizi doğrudan ya da dolaylı olarak, hatta zımnen desteklemeye itmemelidir.

İran’daki solun büyük bir kısmı milliyetçi bir soldu ve 1979 devrimi sırasında sosyalist işçi sınıfı politikasını izleyemedi. O dönemde solun önemli bir bölümü, ülkeyi Amerika’ya ve emperyalizme “bağımlı” kıldığı, “bağımsız” olmadığı, “kendi sanayimiz” olmadığı vb. gerekçelerle Şah rejimini eleştiriyordu. Bu milliyetçi bir tutumdur ve Marksizm ile kapitalizmin Marksist eleştirisiyle hiçbir ilgisi yoktur. Bu yüzden, özellikle başlangıçta, solun büyük bir bölümü, rejimi anti-Amerikan ve anti-emperyalist olarak gördüğü için Humeyni rejimine karşı eleştirel bir tutum geliştiremedi. Anti-kapitalizm değil, anti-emperyalizm bu solun ana söylemiydi. Böylece, ülke içindeki burjuvazi, yani İran’ın “gerçek”, yerli burjuvazisi ilerici görülüp desteklenebilir olarak algılandı. Bu küçük burjuva milliyetçiliği, solun bir kısmının rejimi desteklemesiyle özellikle ABD Büyükelçiliği işgali ve ardından İran-Irak savaşı sırasında yıkıcı sonuçlar doğurdu. Eğilimimiz, özellikle Mansur Hikmet, o dönemde solu eleştirdi ve bu eleştiriler sonucunda sol örgütlerin içinden birçok sol grup bizim örgütümüze (Komünist Militanlar Birliği; 1991’de İran Komünist Partisi ve ardından İran İşçi-Komünist Partisi’ni oluşturan temel öncü eğilimlerden biri) yöneldi. Ne yazık ki, bugün aynı sol, mevcut çatışmada benzer bir milliyetçi ve anti-emperyalist tutum sergilemektedir. Bu elbette geniş kapsamlı bir tartışmadır ve umarım başka bir fırsatta devam ettirebiliriz.

 İran solunun bazı açıklamalarında “erken kışkırtılmış bir ayaklanma”dan bahsediliyor ve halka “burjuva grupların peşinden gitmemeleri” çağrısı yapılıyor. Bu konu hakkında sizin düşünceniz nedir?

Bu spesifik açıklamaları görmedim. Ancak savaş sırasında ve bombardıman altında toplumsal protestoların bir kenara itileceği açıktır. Savaş sürerken bir ayaklanmanın gelişme ihtimali çok daha düşüktür. Dolayısıyla, bir parti rejim hâlâ güçlüyken ayaklanma çağrısı yapabilecek durumda olsa bile, bu sorumlu bir tutum olmazdı. Ancak dediğim gibi, İran özelinde, bu savaşın ardından rejim yenilmiş ve ciddi şekilde zayıflamışken, toplumun rejime karşı mücadeleyi yeniden başlatmak ve devrimci bir yükselişle bu rejimi devirmek amacıyla mücadeleyi büyütmek konusunda çok daha güçlü bir konumda olacağına inanıyorum. Partimiz de böyle bir olasılığa hazırlanmakta ve bunun için çalışmaktadır. Elbette, rejimin dağılması, çöküşü, darbe gibi pek çok başka siyasi senaryo da mümkündür; bunların şu anda öngörülmesi mümkün değildir ve ortaya çıktıklarında ele alınmaları gerekmektedir. 

Eklemek istedikleriniz nelerdir?

Bu röportaj fırsatını verdiğiniz için çok teşekkürler.

25 Haziran 2025

İran Komünist Partisi: Savaşa hayır, savaş yanlısı politikalara hayır, derhal ateşkes!

Emperyalistlerin desteğiyle siyonizmin İran’a saldırısından sonra daha önce gelişen isyanlar ve gelen savaşın ayak sesleri üzerine sıkça röportaj yaptığımız Komünist Parti’ye ulaştık. Sade bir şekilde sorularımızı yanıtlayan parti yöneticileri cevaplarında oldukça net: “gerici ve suç niteliğinde”, “soykırımcı İsrail rejimi”, “dünyanın yeniden paylaşım sürecinin bir parçası”, “işçi sınıfı en büyük zararı görecektir”, “savaş özünde halk düşmanı ve kapitalist bir olgudur.”

* * *

İran ile başta ABD olmak üzere tüm emperyalistlerce desteklenen siyonistler arasında tırmanan savaş hakkında yorumlarınızı duymak isteriz. İzlenimleriniz nelerdir?

İslam Cumhuriyeti ile İsrail arasındaki savaş, gerici ve suç niteliğinde bir savaştır; İran’da devam eden protesto hareketlerine ciddi zarar vermektedir ve özgürlük ile eşitlik isteyen herkes tarafından kınanmalıdır.

Bölgedeki pek çok çatışmada doğrudan taraf olmuş olan İslam Cumhuriyeti, bu savaşın patlak vermesini; protesto hareketlerini, işçi grevlerini ve emekçi halkın mücadelelerini bastırmak ve baskıyı yoğunlaştırmak için bir fırsat olarak kullanmaya çalışacaktır. Bu toplumsal hareketler, rejimin varlığı açısından askeri çatışmalardan çok daha büyük bir tehdit oluşturmaktadır ve İslam Cumhuriyeti onları en tehlikeli ve öncelikli düşmanları olarak görmektedir.

Son iki yıl içinde 57.000’den fazla savunmasız Filistinliyi öldüren saldırgan ve soykırımcı İsrail rejimi ise bu savaşı, karşı karşıya olduğu çok yönlü krizlerden kaçış için kullanmaktadır; Başbakan Netanyahu, hakkında yürütülen yolsuzluk soruşturmaları nedeniyle siyasi çöküşten korunmak için savaşları bir kalkan olarak kullanmaktadır.

Bu savaş aynı zamanda küresel emperyalist kapitalizmin dinamiklerinin ve dünyanın yeniden paylaşım sürecinin bir parçasıdır. Ukrayna ile Rusya arasındaki savaşta, Ortadoğu’da -Gazze, Lübnan, Suriye ve şimdi İran ile İsrail arasında- bu süreci gözlemlemekteyiz. Söz konusu savaş, İsrail devletinin faşist politikalarının ve Filistin halkına yönelik sürmekte olan soykırımın bir devamıdır ve İsrail’in arzuladığı emperyalist bölgesel düzeni inşa etmeye yöneliktir.

Cephede, İslam Cumhuriyeti’nde ve halklar açısından ne olacağını öngörüyorsunuz?

Savaşın nereye varacağını söylemek çok zordur. Ancak kesin olan şudur ki, mevcut savaş yolunun sürdürülmesi daha fazla yıkım, felaket, yerinden edilme ve tekrar eden insanî trajediler getirecek; ayrıca çatışmanın daha da tırmanması ve yayılması riskini artıracaktır. Hem mevcut durumda hem de savaşın şiddetlenmesi hâlinde, İran ve bölge halklarının ezilenleri ile işçi sınıfı en büyük zararı görecektir.

İşçi sınıfı, devrimciler ve solcular bu duruma nasıl tepki veriyor? 

İki suçlu ve gerici kutup arasındaki bu savaş, İran’daki işçiler, kadınlar, siyasi tutsaklar, devrimci, komünist ve sol güçler tarafından kınanıyor; bu güçler savaşın derhal sona erdirilmesi çağrısında bulunmaktadır. Savaşın ve güvensizlik ortamının sürmesi, yalnızca İran toplumunda giderek büyüyen işçi ve halk mücadelelerine zarar vermektedir.

Bu bağlamda, savaşın başlamasından bu yana İran’daki işçiler, kadınlar, siyasi tutuklular, radikal ve sosyalist gruplar tarafından; yurtdışındaki diğer ilerici ve radikal çevreler ile solcu ve komünist partiler ve örgütler tarafından çok sayıda açıklama yayımlandı. Bu açıklamalarda savaşın gerici karakteri doğru biçimde tanımlanmakta, savaş kınanmakta ve derhal sona ermesi talep edilmektedir. Aynı zamanda savaşın tırmanabileceği ya da rejimin yıkılmasına yol açabileceği olasılığı da göz ardı edilmemekte; böyle bir senaryo için, toplumsal düzenin meclisler (şûralar) temelinde örgütlenmesine yönelik konsey hükümeti sistemi önerileri dile getirilmektedir.

Açıklamanızda erken kışkırtılan bir ayaklanmadan söz ettiniz ve halkın burjuva grupların peşine düşmemesi gerektiğini vurguladınız. Neden?

İslam Cumhuriyeti’nin devrimci yolla devrilmesi için işçilerin ve emekçilerin yüksek düzeyde örgütlülüğe ve hazırlığa sahip olması şarttır. Eğer ayaklanan halk kitleleri örgütsüz ve radikal bir önderlikten yoksunsa, ister mevcut rejim ayakta kalsın, ister yerine yukarıdan bir başka hükümet dayatılsın, her iki durumda da kaybeden İran’ın işçileri ve özgürlük isteyen halkı olacak; onların umutları ve mücadeleleri uzun süre geriye itilecektir.

Özellikle savaş koşullarında, İslam Cumhuriyeti’nin suçlu ve şiddetli baskıcı doğası dikkate alındığında, yeterli hazırlık olmadan girişilecek devrimci hareket, çeşitli bahanelerle bastırılabilir ve kitlesel katliamlarla sonuçlanabilir. Halkı zamansız ayaklanmalara çağıran sağcı burjuva muhalefet grupları, işçilerin ve ezilen halk kitlelerinin gücünü, kendi iktidarlarını hızla kurmak için basamak olarak kullanmaktan çekinmemektedir – üstelik bunu İran halkının umutları pahasına yapmaktadırlar.

Bu nedenle söz konusu açıklama haklı olarak vurgulamaktadır ki, genişleyen savaş tehdidinden kurtulmak isteyen İran’ın işçi sınıfının, emekçi kitlelerinin ve özgürlük isteyen halkının tek seçeneği, İslam Cumhuriyeti’ne karşı mücadeleyi yoğunlaştırmak, saflarını daha kararlı şekilde örgütlemek ve kitlesel bir ayaklanmaya ve rejimin devrimci biçimde yıkılmasına önderlik edecek ulusal düzeyde bir liderlik inşa etmektir.

Eklemek istedikleriniz nelerdir?

Savaş koşullarında işçi sınıfı hiçbir çıkar elde etmez; savaş özünde halk düşmanı ve kapitalist bir olgudur. Bu nedenle “Savaşa hayır, savaş yanlısı politikalara hayır, derhal ateşkes!” sloganı, yalnızca İran ve İsrail’de değil, Irak, Suriye, Afganistan, Avrupa ülkeleri ve dünyanın her yerinde kapitalist sistemin milyonlarca mağdurunun ortak sloganı olmalıdır.

19 Haziran 2025

Halk, ABD Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza Bürosuna (ICE) karşı: Devlet terörüne karşı ayaklanma* | Puntorojo Yayın Kurulu

ABD Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza Bürosu (ICE) araçlarının kaçarken taşlarla, tuğlalarla ve ele geçen her türlü nesneyle hedef alınarak saldırıya uğradığı sahneler… Mahallelerinde büyük zarar ve korku yaratan bu nefret edilen göçmen polislerine (migra) karşı hedef alan insanların sıralar hâlinde ayakta durduğu anlar… Bir kavşağın ortasında yanan bir ICE aracı; etrafında havai fişek patlatan, özçekim yapan ve hattâ yanmış aracın üstünde dans eden insanlar… Otoyol köprüsünün üzerinden polis arabalarının üstüne nesneler atan, camları kıran ve polisleri hızla kalkanlarını kaldırarak olay yerinden geri çekilmeye zorlayan kalabalıklar… Ağır silahlarla donatılmış sıra sıra polisler, ICE karşıtı protestocuların üzerine doğrudan zarar vermek ve kışkırtmak amacıyla gözlerini bile kırpmadan plastik mermi ve biber gazı kapsülleri yağdırırken, kendilerine sağlam eşyalarla, çöp kutusu kapaklarıyla, metal sandalyelerle kalkan yapan insanlar… Binlerce kişi bu isyana katılmak için sokaklarda; Meksika, Orta Amerika ve Filistin bayraklarını sallıyorlar – Trump rejimi Ulusal Muhafızları şehrin dört bir yanına konuşlandırmış olsa bile.

Bunlar, Haziran 2025’te Los Angeles’ta gerçekleşen ICE karşıtı isyandan bazı sahneler; İşçi sınıfının en ezilen, en sömürülen kesimleri ile ağır silahlı ICE ajanları -yani Amerikan Gestaposu- arasında patlak veren sokak çatışmaları ve direniş anları.

Emperyalist savaşın gölgesinde salıverilen ICE

ICE, 9/11 saldırılarının ardından, devletin askerî ve baskıcı kapasitelerine yönelik devasa yatırımlar yaptığı ve bu kapasiteleri güçlendirdiği bir dönemde, 2003 yılında kuruldu. O dönemin ABD Başkanı George W. Bush, Demokrat Parti’nin geniş desteğini de arkasına alarak Ekim 2001’de, “Sonsuz Özgürlük Operasyonu” adı altında Afganistan’a yönelik (20 yıl sürecek olan) işgali başlattı. Ardından 2002 yılı başında, Birliğin Durumu konuşmasında Bush, ABD devletinin küresel ve kuşaklar sürecek bir “Teröre Karşı Savaş” başlattığını ilan etti; bu savaşın ilk hedefleri ise “Şer Ekseni” olarak tanımladığı Irak, İran ve Kuzey Kore’ydi. 20 Mart 2003’te ABD, “Irak’a Özgürlük Operasyonu” adı altında Irak’ı işgal etti. O günden bu yana araştırmacılar, ABD’nin istila, işgal, hava saldırısı, insansız hava aracı (drone) saldırısı, özel operasyonlar, suikastlar, danışmanlık ve eğitim gibi askerî eylemlerini 78 farklı ülkeye yaydığını ve bunun yaklaşık 5 milyon kişinin ölümüne yol açtığını belgeleriyle ortaya koydu.

11 Eylül saldırıları bir bahane işlevi görmüş olsa da, ABD devleti Ortadoğu, Asya ve dünyanın diğer bölgelerinde askeri hegemonyasını yeniden tesis etmek için yürüttüğü emperyal savaşın yeni bir evresine çoktan hazırlık yapıyordu. Bu, 1997’den beri uluslararası alanda daha saldırgan ve müdahaleci bir ABD politikasını savunmuş olan “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi” (PNAC) adlı sağcı bir egemen sınıf düşünce kuruluşunun etkisiyle en doğrudan şekilde ifade edilmişti. PNAC, yükselen emperyalist rakipleri ve düşmanlarına karşı “Amerikan üstünlüğünü” yeniden tesis etmek amacıyla önleyici savaş, rejim değişikliği ve yeni-sömürgeci işgali savunuyordu.

2001’den bu yana askerî harcamalar çarpıcı şekilde arttı; Pentagon, büyüyen savaş ve işgal faaliyetlerini finanse etmek için 14 trilyon dolardan fazla harcama yaptı. İşte ABD devleti, kuşaklar sürecek savaşının iç cephe ayağını da eşzamanlı olarak, bu bağlam içerisinde oluşturdu: İç Güvenlik Bakanlığı (DHS) ve Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza Birimi (ICE) kuruldu.

2003 yılında iki partili ABD devleti, 22 silahlı federal kolluk kuvvetini, İç Güvenlik Bakanlığı altında birleştirerek kapsamlı bir devlet içi baskı aygıtı yapılandırdı. ICE, ABD toprakları içinde sözde “ulusal güvenlik tehditleri”ni bastırmak üzere kuruldu. ICE ajanlarına, “kamu güvenliği ya da ulusal güvenlik için tehdit oluşturduğu” varsayılan kişileri izlemek, kovalamak, gözaltına almak ve sınır dışı etmek üzere geniş yetkiler verildi, bireysel takdir alanı tanındı.

En başından itibaren ICE, sıra dışı ve ayrıksı bir kolluk kuvveti türü olarak şekillendi; denetim ve hesap verebilirlik olmaksızın hareket etme, yaptırımlara maruz kalma ya da suçlanma endişesi duymadan faaliyetlerini yürütme konusunda geniş yetkilerle donatıldı. ICE’ın yasaların dışında işleyen yapısı, bu kurumun derin biçimde siyasallaşmasına, aşırı sağcı, ırkçı ve şiddete eğilimli kişileri kendisine çekerek kadrosuna katmasına ve gerici ve beyaz üstünlükçü rejim tarafından açıkça siyasi amaçlarla silah hâle getirilmesine, harekete geçirilmesine ve kontrolsüz şekilde salıverilmesine olanak sağladı. 

Sınıf savaşının ve siyasi baskının bir silahı olarak ICE

ICE, başlangıçta “Ulusal Kaçak Operasyon Programı” kapsamında, ABD’de ikamet eden ve 20’yi aşkın hedef ülkeden gelen kayıtsız Arap, Müslüman ve Ortadoğulu kişileri izlemek, hedef almak, tutuklamak ve sınır dışı etmek üzere devreye sokuldu. Ardından odak noktası değişti; 2006 yılında 3 milyondan fazla kişinin grevlere, yürüyüşlere, boykotlara ve iş bırakma eylemlerine katılarak yasallaşma talebinde bulunduğu kitlesel göçmen işçi hareketlerinin ardından, hedef bu kez Meksika, Orta Amerika ve Karayipler’den gelen kayıtsız işçilere yöneldi. 2006 ile 2007 yılları arasında, ICE ajanları ülke çapında 100’den fazla il ve ilçede fabrikaları, çiftlikleri, evleri ve kamuya açık alanları hedef alan yüzlerce baskın düzenledi.

ICE, ülkenin dört bir yanında sendikalaşma girişimlerinde bulunan, işyeri protestoları düzenleyen ya da başka biçimlerde sınıf mücadelesine katılan işçileri tutuklamak üzere sahaya sürüldü. Çok sayıda kayıtsız aktivist, yürüttükleri siyasal faaliyetler ve hak savunuculuğu faaliyetleri nedeniyle tespit edilerek hedef alındı. Bu kaçak yakalama operasyonları ve işyeri ve topluluk baskınları yoluyla, yalnızca 2006-2007 yılları arasında 80 binden fazla kişi hedef alındı, tutuklandı ve sınır dışı edildi. Devletin ICE aracılığıyla gerçekleştirdiği bu saldırının amacı, göçmen işçilerin kitlesel hareketini onun en militan, örgütlü ve direngen kesimlerini topluca tutuklayıp sınır dışı ederek “etkisiz hâle getirmekti.”

Devlet eliyle yürütülen göçmen ve ulus ötesi işçi sınıfına yönelik saldırı, o günden bu yana iki partinin de ortaklığıyla sürdürülmekte; ICE aracılığıyla tutuklanma, gözaltına alınma ve sınır dışı edilme tehdidi, milyonlarca göçmen işçiyi daha fazla ayrıştırmak, korkutmak ve kırılgan, güvencesiz hâle getirmek için sistematik biçimde kullanılmaktadır. Bu koşullar altında, örgütlenme ve direnme yetileri zayıflatılmakta, daha yoğun sömürüye açık hâle getirilmekte ve emeklerinden kapitalist sınıf adına daha fazla servet elde edilebilmesi sağlanmaktadır.

ABD kapitalist sisteminin bir işlevi olarak; göçmen ve ulus ötesi işçi sınıfını bastırma, denetim altına alma ve üzerlerinde kalıcı bir korku hâli yaratma zorunluluğu, hem Cumhuriyetçi hem de Demokrat Parti’nin, ardı ardına gelen hükümetler boyunca ICE’ı ve gözaltı-sınır dışı etme imkânlarını geliştirmek için birlikte çalışmış olmalarını açıklayabilir. Bu süreçte İç Güvenlik Bakanlığı (DHS), olağanüstü hızla büyüyen bir devlet baskı aygıtına dönüştü, kapsamı ve gücü katlanarak arttı. 2003’te 38 milyar dolarlık bir başlangıç bütçesine sahipken, 2024’e gelindiğinde bu rakam balon gibi şişerek 103 milyar dolara ulaştı.

Trump’ın şu anda önerdiği ve yakın zamanda Temsilciler Meclisinden geçen 2025 bütçe tasarısı (kendi deyimiyle sözde “büyük ve güzel yasa tasarısı”), göçmenlik ile sınır kolluk kuvvetlerine yönelik 185 milyar dolarlık yeni bir fon içeriyor. Tasarı kabul edilirse, İç Güvenlik Bakanlığının mevcut bütçesini neredeyse iki katına çıkararak kurumu olağanüstü şekilde büyütecek. Özel olarak ICE içinse tasarı, göçmenlerin gözaltında tutulmasına 45 milyar dolar, sınır dışı operasyonlarına ise 14 milyar dolar tahsis edilmesini öngörüyor.

ICE’ın kurulmasından bu yana, kayıtsız işçi sınıfının belirli kesimlerine yönelik hedef alma ve sistematik sınır dışı etme uygulamaları (yani ABD sınır hattından değil, ABD iç bölgelerinden yapılan uygulamalar) ülke manzarasının kalıcı bir parçası hâline geldi. George W. Bush döneminde (2000–2008), 2 milyondan fazla kayıtsız işçi tutuklandı ve sınır dışı edildi; Barack Obama döneminde (2009–2016) ise, Kongrede Demokratların ezici çoğunluğu ve tüm kayıtsız işçileri yasallaştırma vaadiyle seçilmesine rağmen, 3 milyondan fazla kişi sınır dışı edildi; Trump’ın ilk döneminde (2017–2020) 1,2 milyon kişi sınır dışı edildi; Biden dönemindeyse (2021–2025), sınır dışı etmeleri durdurma ve kayıtsızlara toplu yasallaşma sözüyle seçilmiş olmasına rağmen, 400 binden fazla kişi sınır dışı edildi ve sınır bölgesinden milyonlarcası geri püskürtüldü. 

ICE’ın, sendikal örgütlenmeye ve siyasal muhalefete karşı kullanılan bir devlet baskı aracı olma yönündeki kurucu niteliği, yakın zamanda ICE ajanlarının Filistin yanlısı aktivistleri ve destekçileri hedef alıp tutuklamasıyla kendini gösterdi. Vatandaşlık alma sürecinde olan ve yasal daimî ikamet statüsüne sahip Mahmoud Khalil ve Mohsen Mahdawi’nin kamuoyunda büyük yankı uyandıran tutuklanmaları ve kaçırılmaları, devletin siyasi muhaliflere yönelik baskı alanını artık sadece kayıtsızlarla sınırlı tutmayıp daha da genişlettiğini gösteriyor. Ayrıca, Filistin yanlısı faaliyetler iddiasıyla binden fazla kişinin vizesi iptal edildi ya da göçmenlik statüleri sonlandırıldı.

ICE’ın hem işçi sınıfına karşı bir devlet silahı olarak kullanılması hem de aynı anda ABD emperyalizmine, siyonizme ve Filistin soykırımına karşı çıkan siyasal muhaliflere yöneltilmesi – ABD devletinin içindeki meşruiyet krizinin derinliğini ve kapsamını gözler önüne seriyor. Bu durum ayrıca, ABD kapitalist sınıfının ekonomik ve emperyalist hedeflerine yönelik itirazları ve muhalefeti bastırmak uğruna devletin, toplumun geniş kesimlerine karşı başvurmaya hazır olduğu şiddetin boyutunu da ortaya koyuyor. 

Kitlesel direnişe doğru ve ICE’ın lağvedilmesi

Göçmen işçileri ve siyasal aktivistleri hedef alan ICE faaliyetleri son on yılda giderek artış gösterdi. Obama döneminden bu yana ICE, siyasal protestoları ve toplumsal kargaşayı bastırmaya yönelik uygulamalar da dâhil olmak üzere, çok çeşitli kolluk faaliyetlerine katılacak şekilde ulusal polis teşkilâtına giderek daha fazla entegre edildi. Örneğin, 2014’ten 2021’e kadar süren Black Lives Matter protesto hareketlerini gözetlemek, engellemek ve bastırmak için ülke genelindeki birçok şehirde DHS ve ICE ajanları görevlendirildi. Bazı durumlarda, örneğin Oregon eyaletinin Portland şehrinde, DHS ajanları protestolar sırasında protestocuları takip etmek, kaçırmak ve hapsetmek için plakası olmayan araçlar kullandı.

ICE’a karşı artan öfke ve aktif muhalefet, son yıllarda somut bir biçim kazandı. 2017-18 yıllarında, ülke çapındaki ICE faaliyetlerini engellemek ve kesintiye uğratmak amacıyla “Occupy ICE” (ICE’ı Lağvet) adlı ulusal bir hareket örgütlendi. Bu hareket, ICE’ı lağvetme talebini oldukça pratik bir zemine taşıdı: ICE’ın faaliyetlerini sekteye uğratmak ve çalışamaz hâle getirmek. Hareketin Trump’ın ilk başkanlık döneminde yarattığı etki ve kazandığı popülarite, bazı Demokrat Parti adaylarını dahi destek açıklamaları yapmaya zorladı. Alexandria Ocasio-Cortez, Elizabeth Warren, Kirsten Gillibrand, Bernie Sanders ve diğer bazı isimler ICE’in lağvedilmesine “destek verir gibi” yaptılar – yalnızca seçim dönemi geçtikten hemen sonra geri adım atmak ve bu tutumlarını hızla geri çekmek üzere. 

2024 seçim süreci boyunca hem Demokratlar hem de Cumhuriyetçiler, göçmenlere yönelik baskıyı artırma ve ICE’ın serbestçe harekete geçmesini sağlamaya yönelik desteklerini tırmandırdı. Kapitalizmin tekrar eden krizleri ve emperyal çöküş karşısında sunacak hiçbir gerçek alternatifleri olmayan her iki kapitalist parti de göçmenlere, mültecilere ve ulus ötesi işçilere karşı tam kapsamlı bir saldırı hattında birleşti. Demokratların siyaseti göçmenler aleyhine çevirmedeki işbirlikçiliği; ırkçı ve gerici Trump’a faşist söylemini yükseltme, ICE ve Sınır Devriyesi dâhil olmak üzere kendi destek tabanını harekete geçirme ve Demokrat Parti’nin suç ortaklığı veya sessizliği eşliğinde ikinci başkanlık döneminin ana saldırısı olarak göçmenlere savaş ilan etme fırsatı verdi. 

Son birkaç hafta ve günler, ICE’a, Trump rejimine ve ABD kapitalist sistemini ayakta tutan tüm devlet baskı aygıtına karşı militan kitlesel direniş hareketi potansiyelini ortaya koydu. Worcester, Massachusetts, San Diego, Kaliforniya, Minneapolis, Minnesota ve ülkenin diğer birçok bölgesinde ICE baskınlarına karşı toplum kökenli çatışmalar yaşandı. Los Angeles’ta şu anda devam eden ayaklanma, ICE operasyonlarını bozmak ve yenilgiye uğratmak ve bu işgalcileri topluluklarımızdan kovmak için gerekli sayıya, güce ve kapasiteye sahip olduğumuzu gösteriyor.

ICE’a karşı yürütülen mücadelenin büyümesi, ilerlemesi ve ICE’a daha fazla gerileme ve yenilgi yaşatması için; Los Angeles’ta şu anda tanık olunan militanlık ile daha fazla şehirde, daha koordineli direnme ve tahribata uğratma eylemleri gerçekleştirilmesi gerekecektir. Bu da daha yüksek düzeyde örgütlenme, planlama ve katılımı zaruri kılmaktadır. ICE’i yenebilecek kitlesel bir hareket inşa etmek için, kurumun tamamen kaldırılması hedefinin anlaşılması, stratejiler geliştirilmesi ve buna göre örgütlenilmesi de zorunludur. Kitlesel eylemler ICE faaliyetlerini zayıflatabilir ve radikal örgütlenme ve yönelimle, daha fazla kesimi direnişe katılmaya teşvik edebilir. En önemlisi, ICE’a karşı kitlesel bir hareket iş yerlerine yayılabilir ve kapitalist ekonomiyi felç eden grevlerle onun işleyişini kökten zayıflatabilir. Kapitalist üretimi durdurma gücü, işçi sınıfının sahip olduğu en büyük potansiyel güçtür. 2019 yılında havacılık sektöründe grev tehdidi, Trump’ı geri adım atmaya ve federal hükümetin kapanması sırasında sınır duvarının genişletilmesi için kongreden fon sağlamaya zorladı.

Sınıf savaşının araçsallaştırılmış ve doğrudan işçi sınıfına karşı kullanılan bir silahı olarak ICE’ın varlığı ve sürmekte olan terör operasyonları, işçi sınıfının en dirençli kesimlerini bastırmak ve onları aşırı sömürüye açık hâle getirerek sermayedarları daha da zenginleştirmek isteyen kapitalist sınıfın ihtiyaçlarıyla doğrudan bağlantılıdır. ICE aynı zamanda, mevcut rejime karşı muhalif olanları ve onu açıkça eleştirenleri bastırmak için giderek daha fazla kullanılan bir silahtır; böylece ABD emperyalist savaşlarını sürdürebilmekte ve Gazze’deki soykırımı devam ettirebilmektedir. Eğer birleşip ICE’a karşı kitlesel direniş hareketleri inşa edebilirsek, yalnızca ICE’ın faaliyetlerini baltalama ve durdurma gücümüzü görmekle kalmayacak, aynı zamanda ICE terörünü, Trump’ı, ABD emperyalizmini, bitmek bilmeyen savaşları ve soykırımı yaratan kapitalist sistemi alt etme ve tersine çevirme potansiyelimizin de farkına varacağız.

10 Haziran 2025

Kaynak: puntorojomag.org

* Çeviri: Kaldıraç Enternasyonal