Fikret Başkaya’nın “Başka Bir Uygarlık İçin Manifesto Nasıl Üretmeli, Nasıl Tüketmeli, Nasıl Yaşamalı” adlı kitabı Mayıs ayında Yordam kitaptan çıktı. Kitap’ta kapitalizmin her geçen gün yaşama dair ne varsa tükettiğini, bu tüketim çılgınlığının sonucunda bireyin, toplumun her geçen gün derin bir çürümeyle karşı karşıya olduğunu belirtirken, çözüm noktasının ise özel mülk sahiplerinin mülksüzleştirilmesinde, meta ufkunun aşılmasında çözülebileceğini söylüyor.
Başkaya, kitabın tanıtımda şunlara değiniyor. “Eğer şeylerin ‘gerçeğini’ söylemeye niyetliyseniz, o zaman işe yalanı ve ikiyüzlülüğü teşhir ederek başlamanız, alışılmış genel algının dışına çıkmanız, şeyleri adıyla çağırma basiretini ortaya koymanız gerekecektir. Zira ‘ilerleme’, ‘modernleşme’, ‘kalkınma’, ‘büyüme’, vb. adına artık insanlığın geleceği riske atılmış bulunuyor! Fakat tuhaf bir çelişki de söz konusu. Dünyayı bu hale getirenler, kendilerini hala insanlığın ve uygarlığın timsali olarak sunmayı başarıyorlar!”
Başkaya ayrıca başka bir dünyanın mümkünlüğü üzerine yaptığı tartışmayı birçok somut veri üzerine oturtuyor. Bizde Kaldıraç dergisi olarak Hocamızın başlattığı tartışmayı değerli buluyor kitabı üzerine yaptığımız söyleşiyi paylaşıyoruz.
Kaldıraç: Merhaba hocam. Öncelikle böyle bir süreçte kitabınızla başlattığınız tartışma için teşekkür ederiz. Neden böyle bir süreçte ‘Başka bir uygarlık için manifesto kitabını yazma gereğini duydunuz?
Fikret Başkaya: İnsanlığın ve uygarlığın içinde bulunduğu durum artık kaygı verici, sürdürülebilir değil. Karşı karşıya olunan, sıradan, bildik krizlerden biri değil. Bir uygarlık krizi ki, bu insanlığın kritik bir eşiği geçmekte olduğu demeye geliyor. Eğer geçerli eğilimler ve süreçler yol almaya devam ederse, bu işin “karakolda” bitmesi kesin gibi görünüyor. O zaman düşünce tarzımızdan başlayarak, her şeyi değiştirme gereği kendini dayatıyor. İşte üretim tarzımız, tüketim tarzımız, yaşam tarzımız… velhasıl her şeyin radikal bir tarzda değiştirilmesi, dönüştürülmesi gerekiyor ki, bu “devrim bizi çağırıyor” demektir… O halde hem o çağrıya cevap vermek ve hem de gereğini vakitlice yapmak gerekiyor. Aksi halde geriye kurtarılacak pek bir şey kalmayabilir! Durum vahim ama ortalama insanın bu manzara karşısındaki tavrı son derece rahatsız edici. İnsanlar hâlâ bu geminin bu rotada eskisi gibi yol almaya devam edeceğini sanıyor. Bu algının değişmesi de teorik eleştirinin, eleştirel düşüncenin şeylerin gerçeğine nüfuz ederek yeni bir uygarlığa, “başka şeye” giden yolu aralaması gerekiyor ama eleştiri aynı zamanda pratik eleştiri olduğunda böyle bir şeyin gerçekleşmesi potansiyel bir imkân haline gelebilir. Başka türlü söylersek, yeni ve orijinal eleştiriye pratik eleştirinin [politik eylemin] eşlik etmesi gerekiyor ki, zaten bu ikisi arasında diyalektik bir belirleyicilik ilişkisi vardır. Böyle bir manifesto yazmaktaki amacım, hem insanlığın ve uygarlığın içine sürüklendiği kepazeliğe dikkat çekmek ve hem de oradan hareketle başka bir uygarlığın potansiyel imkânlarına dair bir şeyler söylemektir. Kitabın önsözünde de yazdığım gibi, birlikte düşünmeye davettir…
Kaldıraç: İnsanlık tarihi, insanın doğayla ilişkisiyle başladı. Kapitalizmde bu doğa üstünde egemenlik kurmaya dönüştü. Artık tam bir doğa düşmanlığı hali söz konusu. Doğaya ve onun bir parçası olarak insan toplumuna dair de ne varsa yok ediyor. Bu sürdürülemezlik halinden çıkış var mı?
Fikret Başkaya: İnsan toplumlarıyla doğa arasındaki ilişki başlarda insanların aleyhine bir manzara arz ediyordu. Sizin de söylediğiniz gibi, belirli bir eşik aşıldığında ilişkinin mahiyeti değişti. Kapitalizmle birlikte doğa tahribatı hızlandı, neoliberalizm çağında da insan havsalasını zorlayacak boyutlara ulaştı. Zaten kapitalizme “yaratıcı yıkıcılık” da deniyor. Ve bu baştan itibaren öyleydi ama şimdilerde yıkıcılık o kadar büyük ve kapsamlı ki, artık görünürlüğü artmış bulunuyor. Şundan dolayı ki, kapitalizmde sınırsız üretim ve sınırsız tüketim ‘durumu’ söz konusudur. Öyle bir mantığa ve işleyişe sahip. Her kapitalist, her kapitalist işletme her seferinde daha çok üretmeye ‘mecburdur’. Bu onun “ileriye doğru kaçmak” zorunda olması demektir. Zira, yıkıcı, vahşi, çılgın bir rekabet ortamında var olabilmek ancak büyüyerek mümkün olabilir. Kapitalizmin mantığında sınırsız büyüme dinamiği veya temel eğilimi var ama bu dünyanın kaynakları sınırlı. İşte şimdilerde bir sürdürülemezlik durumunun ortaya çıkmasının nedeni bu. Bir şey üretmek demek doğadan bir şey çekmektir. Yani eksiltmektir. Eğer siz doğanın kendini yenileme yeteneğinin ötesinde kaynak kullanırsanız, bu doğa tahribatı, dolayısıyla bir gezegen riskinin ortaya çıkması demektir… Tabii sadece ‘eksiltmek’ söz konusu değil. Üretirken de, tüketirken de kirletmek de söz konusu. İşte bu ikisi bir sürdürülemezlik durumu ortaya çıkarıyor. Eğer sorun bu saçmalıktan kaynaklanıyorsa, ki öyle, o zaman bu saçmalığa son vermek hem gerekli hem de mümkündür… Bu durum insan iradesinin ötesinde bir takım ilahi güçlerin eseri olmadığına, birilerinin verdikleri kararların, uyguladıkları politikaların, velhasıl sınıfsal tercihlerin sonucu olduğuna göre, başka insanlar da pekâlâ bu kör gidişi durdurup, aracını rotasını “sola” çevirebilirler. Bu gayet mümkündür. Araç pekâlâ sürdürülebilir bir rotaya sokulabilir… Bütün mesele durumun farkına varmak ve gereğini yapıp-yapmamakla ilgili…
Kaldıraç: Kapitalizm neoliberal politikalarla ve tüketimi körükleyerek kendini yenilemeye çalışıyor. Krizlerin derinleştiği dönemlerde de geçmişte uygulanmış olan Keynesyen politikalar; “Marx haklıydı” tartışmalarıyla yeniden dillendiriliyor, uygulanmasa da. Bu politikaların uygulanma şansları var mı? Uygulansa dahi sistemin sürdürülmesi için bir çıkış sağlar mı?
Fikret Başkaya: Neoliberal kapitalizmin “tüketimi körükleyerek” kendini yenileyemez ama yıkımı hızlandırabilir ve şimdilerde yıkım iyice hızlanmış durumda. Keynesyen politikalar, kapitalizmin belirli bir evresinde ve belirli sınıfsal güç dengeleri dâhilinde uygulama alanı buldu. II. emperyalistler arası savaş sonrasında sınıfsal güç dengeleri kapitalizmin tarihinde ilk defa ezilen ve sömürülen sınıflar lehine dönmüştü. Bir kere faşizmin yenilgisi temelinde emperyalist Batı’da işçi sınıfı önemli bir moral üstünlük sağlamış, pazarlık gücünü artırmıştı. İkincisi, Sovyetler Birliği savaştan hem prestijini artırarak ve hem de etki alanını genişleterek çıkmıştı. Ve o dönemde Sovyetler Birliği, emperyalist ülkeler de dahil, tüm dünyanın ezilen-sömürülen sınıflarının gözünde bir çekim merkezi haline gelmişti. Ve üçüncü, sömürge halkları bağımsızlıkları, haysiyetleri için dünya sahnesine çıkmışlar, anti-emperyalist, anti- kolonyalist bir mücadele başlatmışlardı… Artık yaklaşık beş yüzyıldan beri dışında tutuldukları sofraya dahil olmak istiyorlardı… İşte bu üçünün diyalektiği, emperyalist kampı ödünler vermeye, “uyumlanmaya” zorladı… Dolayısıyla, savaş sonrasında “refah devleti”, “sosyal devlet”, “kayırıcı devlet”, vb. denilen böylesi bir güçler dengesi koşullarında mümkün oldu. Şimdilerde o durumun çok uzağındayız. Artık Keynesyen politikaları ihya etmenin maddi ve sosyal koşulları mevcut değil. Öyle istediğin zaman isteğin politikayı uygulamak diye bir şey yoktur… Zira ne olup-bitiyorsa verili sınıfsal güç dengeleri dahilinde gerçekleşiyor… Politika boşlukta yapılmadığına göre…
Kaldıraç: O halde şimdilerde sosyal demokrasi artık mümkün değil mi demek istiyorsunuz?
Fikret Başkaya: Dediğim gibi, sosyal demokrasi savaş sonrasının sınıfsal güç dengelerinin bir sonucu olarak uygulama alanı bulabildi. Şimdilerde onu ihya etmek artık mümkün değil ama başka şey yapmak elbette mümkün. İçinde bulunduğumuz durum kapitalizmden çıkmayı gerektiriyor veya aynı anlama gelmek üzere kapitalizm dahilinde bir seçenek, bir alternatif mümkün değil. Zira durumun şakaya gelir tarafı yok. Dolayısıyla hangi zemin üzerinde siyaset yaptığını bilmek önemlidir. Kaldı ki, artık mülk sahibi oligarşiler hiç bir yerde yönetemez durumda. Bu durumu ezilen-sömürülen sınıflar lehine çevirmek hem gerekli ve hem de mümkün…
Kaldıraç: Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla sola ve sosyalizme sövülürken tarihin sonu geldi yaygaraları koparılıyordu. Sizin de kitapta bahsettiğiniz gibi, Sovyetler Birliğinin çöküşü asla komünist ütopyanın sonu demek değildi. Dünya devrimci hareketine büyük bir miras bıraktı. Bu deneyim ışığında son 25 yılı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Fikret Başkaya: Komünist ütopya insanlığın gündeminden asla çıkmaz. Aksi halde insanlığın bir geleceği olmazdı. Ama şimdilerde ortaya çıkan manzaraya bakılırsa komünist toplum projesi her zamankinden daha güncel, daha elzem hale gelmiş bulunuyor. Biliyorsunuz komünizm kelimesinin jenerik anlamı, ortaklaşmak, bölüşmek, paylaşmak, dayanışmak, karşılıklılık, eşitlik ve özgürlük demektir. Bunda ne kötülük var da insanlar ona karşı çıkacak, onu arzulamayacak, onu istemeyecek. Aksi halde öyle bir şey, insanlar kendilerini ezen, sömüren, aşağılayan bir ‘düzen’ istiyorlar demeye gelir ki, bu eşyanın tabiatına aykırıdır… Geride kalan 25 yılda olup-bitenler, burjuva ideologlarının ve küresel oligarşinin sözcülerinin söylediklerinin tam bir yalanlamasıydı, inkarıydı… Zira, her şey zıvanadan çıktı… Bütün gösterge ışıkları kırmızıda…
Kaldıraç: Başka bir uygarlığın mümkünlüğü için nasıl bir tahayyül gerekiyor?
Fikret Başkaya: İnsanlar ütopya dendiğinde onu pejoratif, olumsuz anlamında alıyorlar. Ütopya imkânsızın peşinde koşmak olarak anlaşılıyor. Bu son derecede saçma. Oysa ütopya, bu gün olmayan ama ilerde olabilir olan demektir. Aslında ütopya daha iyiyi, daha güzeli daha insanî olanı arzulamaktır, istemektir. Onun için bir kere ütopyayla ilgili yanlış algıdan ve anlayıştan kurtulmak gerekiyor. Kim ütopyaya karşı olabilir. Sömürü ve yağma düzeninin efendileri ve egemen ideoloji tarafından beyinleri esir alınmış olanlar…
Kaldıraç: Kitapta yeni bir politik örgütlenme modeliyle üzerinde durulan zeminin değiştirilmesi gerektiğine değinmişsiniz. Bütün politik özneler, “yeryüzünün lânetlileri” olarak önümüzdeki süreci nasıl görüyorsunuz?
Fikret Başkaya: Geride kalan dönemde sol siyaset, kendine özgü, işlerliği ve etkinliği olan bir politik örgüt modeli geliştirmekte başarısız oldu. Yeni bir dünya kurmak iddiasında olanların yeni bir örgütlenme tarzı geliştirmeleri şart. Aksi halde iddianın bir karşılığı olmaz. Aslında yeni bir sol siyasal örgüt oluşturmak için de elimizde hayli imkân var. Şahsen, Paris Komününden beri, her devrimci kalkışta ortaya çıkan, Sovyetler, konseyler, komünler, özyönetim pratikleri, işçi-köylü ittifakları, kooperatif deneylerinden, vb. hareketle, yeni ve orijinal ama burjuva örgüt modellerinden farklı ve onun inkârı olan bir örgüt modeli oluşturulabileceğini mümkün görüyorum. Şimdilerde, ezilen-sömürülen sınıfların manzarası bundan 100- 150 yıl öncesine göre, hatta 40 yıl öncesine göre çok farklı. Artık proleterleşmemiş insan nerdeyse kalmamakta… Bu durum “politik özne” sorununu derinlemesine tartışmayı gerektiriyor. Zira artık kapitalizmin doğrudan saldırısından muaf bir toplum kesimi yok… Aksi halde ‘kapitalizmin ayakları’ bizi sosyalizme taşımaz, komünizme giden yolun aralanması da mümkün olmaz…
Kaldıraç: Teşekkür ederiz…