Ana Sayfa Blog Sayfa 10

ABD başkanlık seçimlerinin ardından

ABD’de başkanlık seçimi gerçekleşti ve beklendiği gibi Donald Trump başkan seçildi. Seçimin diğer güçlü adayı Kamala Harris de seçilmiş olsa idi yine beklenen gerçekleşmiş olacaktı. Beklenen gerçekleşmiş olacaktı çünkü 1853 yılından bu yana bir başka anlatımla yüz yetmiş bir yıldan beri bahse konu ülkede başkanlık seçimi iki büyük partinin mücadelesine sahne olmakta ve bunlardan biri ipi göğüslemektedir. 1853 yılından bu yana Cumhuriyetçi Parti ile Demokrat Parti dışında hiçbir siyasi oluşum seçim kazanamamıştır ABD’de. Dolayısı ile beklenmeyen gerçekleşmedi yani Filistin konusunda net bir tavır ortaya koyan, emekten yana vaatleri ve ekolojik bir programı olan “Yeşil Parti” adayı Dr. Jill Stein’in seçilebilmesi idi beklenmeyen ve bu da gerçekleşmedi. Stein’in seçilememesi sürpriz değil ancak aldığı oy bir sürpriz kanımca. Genç işsizlerin oranının %14’e ulaştığı, halkının %13’lük kesiminin yeterli beslenme olanaklarından yoksun olduğu, VOA verilerine göre yedi yüz bin kişinin evsiz olduğu ve evsizlerin sayısının sürekli artma eğiliminde olduğu bir ülkede Yeşil Parti adayının oy oranının %0,5 seviyesinde kalması sürpriz kanımca. Sadece evsiz ABD vatandaşları oy vermiş olsa idiler daha yüksek bir oy oranına ulaşabilirlerdi.

Bizde kendilerini “solcu” olarak tanımlayan bazı çevreler, Kamala Harris’in kazanmasını istediklerini açıkça ilan etmişlerdi seçim öncesinde. Gerekçeleri ise Harris’in Marksist bir iktisatçının kızı olması ve etnik kökeni nedeni ile Beyaz Amerikalılar tarafından ötekileştirilmeye çalışılması. Kanımca son derece anlamsız bu gerekçeler. Her şeyden önce insanın soy geçmişi ve etnik kökeni kişiliği hakkında doğru bir referans veremeyebilir her zaman. Tarih bunun örnekleri ile dolu. Söz gelimi TC tarihinin en azılı ırkçılarından biri olan Nihal Atsız’ın oğlu Yağmur Atsız, babasının vasiyetinde savaşmasını istediği etnik gruplara kin beslemeyen, demokrat görüşleri ile tanınan bir entelektüeldi. İnsanları ebeveynlerinin kimliklerinden yola çıkarak değerlendirmek büyük bir hata kanımca. Bu hata kendilerini solcu olarak tanımlayan kişiler tarafından yapılınca daha da büyük oluyor bana göre. Kaldı ki Harris’in babası Emeritus Prof. Donald J. Harris, Marksist değil post-Keynesyen görüşlere sahip bir ekonomist. Kamala Harris’in Beyaz Amerikalılar tarafından ötekileştirilmek istendiği iddiasını ise bu hanımefendinin seçim kampanyası esnasında sermaye çevrelerinden 2,2 milyar USD bağış toplamış olması çürütmeye yetiyor (Trump 1,8 milyar toplamıştı).

Küresel emperyalist sistemin yönlendiricisi durumundaki ülkenin sermaye grupları arasındaki farklı görüşlerin ortaya çıkardığı iki aday arasında bir tercih yapmanın kendilerini “solcu” olarak tanımlayan insanlara ne kadar yakışacağının takdiri ise bu yazıyı okuyanlara ait elbette.

Kuşkusuz yukarıda yazılanlar ABD başkan seçimi ile ilgilenilmemesi gerektiği anlamını taşımıyor. Taşımamalı da.

G7 ülkelerinin toplam üretiminin %40’ını, tüm dünyada gerçekleşen üretimin ise %16’sını hayata geçiren, dünyanın dört bucağında kurmuş olduğu askerî üsler ve on binlerce askerî personeli ile sistemin koruculuğunu üstlenen ülkede seçilen yönetimin gerek kendi ülkesine gerekse dünya halklarına neler getirebileceği analiz edilmeye değecek özellikler taşır her daim. Yazı da bu konuya odaklanmayı amaçlamakta.

Öncelikle şuradan başlayalım:

SSCB’nin dağılması ve sosyalist sistemin geçici geri çekilmesi sonucu dünya ekonomisinin tek egemeni olan ABD’nin tartışılmaz üstünlüğü Çin ekonomisinin beklenmeyen yükselişi karşısında gerilemiş ve küresel emperyalist sistemin kurgulamış olduğu tek kutuplu dünya tartışılmaya başlamıştı son yıllarda.

Yeni yönetimin ilk çabası ABD’ye yitirmiş olduğu gücünü tekrar kazandırma yönünde çalışmaya yönelik olacak. Bu amaçla Çin’in önünü kesmek için önlemler düşünülecek. Seçim öncesi gerçekleştirdikleri propaganda çalışmalarında her iki aday da bunun sinyallerini vermişlerdi. Hattâ daha da ileri giderek Çin’den yapılacak ithalata kısıtlama getireceklerini belirtmişlerdi. İşte bu noktada sorun başlıyor. SSCB’nin dağıldığı tarihten itibaren serbest piyasa ekonomisini savunan ve neoliberal ekonomik sistemin bayraktarlığını yapan ABD ithalat kısıtlaması getirip yıllardan beri savundukları ile çelişen bir politika izlemek zorunda kalıyor. Bunu yapıp yapamayacaklarını ya da yapabilirlerse başarılı olup olamayacaklarını zaman gösterecek ancak seçim öncesi yapılan propaganda çalışmalarında kullanılan söylem neoliberal sistemin tartışılmaya başlamasına neden oldu; zamanla daha da yaygınlaşıp tüm dünyaya yayılmasını beklediğim bu tartışma, neoliberal ekonomik düzenin sonunu getirebilir ve Keynes’ten esinlenerek geliştirilecek değişik ekonomi modellerinin gerek tartışılmasına gerekse uygulanılmasına tanık olabiliriz. Bu durum kuralsız bir ekonominin savunucusu olan Trump’ın kendisi ile çelişmesi anlamını taşımakta.

Öte yandan ABD’yi rahatsız eden ekonomik gelişme sadece Çin ile sınırlı değil. Yakın geçmişte gerçekleştirdiği atılımlarla yerküre ekonomisindeki ağırlığını giderek arttıran BRICS oluşumu tüm bileşenleri ile ABD’yi ekonomik açıdan gittikçe daha fazla endişelendirmekte.

Bütün bu değerlendirmelerin ışığında gerek Çin ekonomisini gerekse Çin’in de içinde bulunduğu BRICS oluşumunun ekonomisini baltalamak için önemli çabalar sarf edileceği kesin gibi görülüyor. Bu çabalar Çin-Tayvan ekseninde gerçekleşecek küçük çaplı savaşlara yol açabilir. Ancak böyle bir savaş çıkmasa bile hâlen sürdürülmekte olan ekonomik savaşın daha da kızışacağı mutlak bir gerçeklik olarak şimdiden göze çarpmakta.

Öte yandan ABD sarsılmaya başlayan ekonomik egemenliğini yeniden tesis etmek ve pekiştirmek için askerî operasyonlara başvurmaktan da bölgesel çaplı savaşlar çıkarmaktan ve gerekli gördüğü takdirde bu savaşlara müdahil olmaktan da çekinmeyecektir. Özellikle seçim kampanyası süresinde Trump’ı açıkça destekleyen silah tekellerinin de teşviki ile bu girişimler önümüzdeki yıllarda dünyamızın bir ateş çemberi içinde kalacağını göstermekte. Bu konuya odaklanalım biraz, önce mevcutlara ardından da olası savaşlara yönelik bazı öngörülerde bulunalım.

ABD’nin Ortadoğu egemenliğindeki kilit ülkedir İsrail. Özellikle Suudi Arabistan’ın BRICS yapılanmasına katılma kararı alması sonrasında İsrail’in önemi daha da arttı ABD açısından. Bu nedenle İsrail’in güçlenmesi ve (mümkün olduğu takdirde) topraklarını genişletmesi ABD politikası açısından vazgeçilemez bir öneme sahiptir. Trump seçim propagandası sürecinde İsrail-Filistin savaşını bitirme sözü vermişti. Onun bitirmeden anladığı Filistin’in kayıtsız şartsız teslim olması kuşkusuz. Ancak Filistin direniş güçlerinin kendileri açısından onur kırıcı bir anlaşmaya imza atacaklarını düşünemeyiz. Dolayısı ile savaş şiddetlenecek. ABD İsrail’in kesin kazanımının gerçekleşebilmesi için gereken her türlü desteği verecek. Bu devasa gücün tam desteğini alan İsrail ise saldırganlığını ve kural tanımazlığını günden güne arttırarak devam ettirecek. Sadece Filistin’e değil Lübnan, Suriye ve hattâ İran’a yönelik saldırıların ardı arkası kesilmeyecek. ABD İsrail’in bu saldırıları ile gerek Suriye’deki gerekse İran’daki rejimlerin de yıpranmasını hedeflemekte. Dünya halkları kararlı bir tutumla bu saldırılara karşı çıkmadığı takdirde Ortadoğu bir kan gölüne dönecek önümüzdeki süreçte. Trump’ın kabinesinde yer vermeyi düşündüğü isimler bu öngörüyü gerçekleştirecek politik düşünce yapısına sahipler.

Türkiye’nin kuzeyinde devam etmekte olan NATO-Rusya savaşı da Trump tarafından sonlandırılma sözü verilen krizler arasında. Trump burada Putin’i ikna edebilecek çözümlere ulaşılabilir. Bilindiği gibi ABD’nin yeni devlet başkanı iş yaşamında emlak komisyoncusu olarak faaliyet göstermişti. Bu süreçte Rus oligarklar ile ortak çok iş yapmış ve onlarla hayli samimi ilişkiler geliştirmişti. Bu ilişkiler Putin’in ikna olacağı bir çözüm üretilmesine yardımcı olabilir. Kaldı ki NATO’nun tüm desteğine rağmen Ukrayna herhangi bir başarı sağlayamadı Rusya karşısında. Tersine Rusya konumunu güçlendirdi ve bu arada Ukrayna bir harabeye döndü. Trump NATO-Ukrayna savaşının finansman yükünü ağırlıklı olarak ABD’nin karşılamasından duyduğu rahatsızlığı her fırsatta dile getirmekte ve AB ülkelerinin finansmana daha fazla destek olmasını talep etmekte. AB ise bu konuda isteksiz. Üstelik savaşın yarattığı düzensiz göçmen sorunu nedeni ile Polonya, Macaristan ve Romanya gibi ülkeler rahatsızlıklarını dile getirmekteler. Bu ülkelerdeki yaklaşık sekiz milyon Ukraynalı göçmenin küçümsenmeyecek bir bölümünün Batı Avrupa ülkelerinde yerleşme arzusunda oldukları bilinmekte. Bu durum da Fransa, Almanya gibi ülkelerin endişelenmelerine neden oluyor. Bütün bu faktörler bir araya gelince küresel emperyalist sistemin Rusya ile ilgili hedeflerini ertelemesi ve savaşı şimdilik kaydı ile durdurması uzak bir olasılık olarak görülmüyor. Bu olasılık gerçekleşirse, bir harabe hâline gelmiş olan Ukrayna’nın imarı için çalışmalar başlatılır ve böylelikle krize girmiş bulunan inşaat sektörünün aradığı can suyu bulunmuş olur. Dolayısı ile 2025 yılı zarfında NATO-Ukrayna savaşının geçici bir süre için de olsa sonlandırıldığını görebiliriz. Ancak bu elbette kalıcı bir barışın tesis edileceği anlamına gelmiyor. Sistem Rusya’yı parçalayarak, bu devasa büyüklükteki ülkeden irili ufaklı ve elbette güçsüz pek çok ülke çıkarma hedefinden vazgeçmeyecektir.

Bu arada hemen belirtelim eski başkan Biden’ın görevi devretmesine kısa bir süre kala Ukrayna’ya uzun menzilli ATACMS füzelerini Rusya’ya karşı kullanma onayı vermesi ve Ukrayna’nın da onayı alır almaz saldırı gerçekleştirmesi üzerine yapılan “savaş tırmanacak” yorumları gerçekçi olmaktan uzak. Kanaatime göre Biden’ın onayı ABD derin devlet yapılanması tarafından alınmış bir kararın uygulamasından fazla bir şey ifade etmiyor ve amacı da 2025 yılı zarfında başlayacak olan müzakerelerde Batı’nın elini güçlendirmek. Bir de yan etkisi oldu bu gelişmenin; Türkiye gibi ekonomisi kırılgan bir yapıya sahip olan ülkelerde gerek USD gerekse € yükselişe geçti savaşın şiddetleneceği endişesi ile. Bu da borsada boy gösteren spekülatörlerin işine yarayan bir gelişme oldu. Ancak bu gelişmenin kalıcı bir etkisi olacağını düşünmüyorum. Kısa süre içinde taşlar yerine oturur. Bir de petrol fiyatlarında küçük bir yükselme oldu. Uzun zamandan beri düşük seyreden petrol fiyatlarındaki bu yükselme Ukrayna’nın saldırısından daha çok mevsim etkisi ile gerçekleşmiş olabilir. Bu gelişmelere bakarak savaşın tırmanacağı yorumunu yapmanın bir anlamı yok. Rusya’nın bu gelişmeye karşılık vermiş olduğu yanıt bir başka anlatımla nükleer silah doktrinini güncellemesi ise esasen mevcut olan bir mevzuatın Rusya’nın müttefiki olan Belarus’u da kapsayacak biçimde genişletilmesinden ibaret. Rusya’nın Ukrayna’dan gerçekleşen saldırıya yanıt olarak nükleer silah kullanma yoluna başvuracağını düşünmüyorum. Rusya önümüzdeki günlerde Kiev’i şiddetli bir şekilde bombalayacak, bu bombardımandan şehir merkezi ve burada bulunan Batılı ülke temsilcilik binaları hayli zarar görecekler ve her iki taraf da ellerini yeterince güçlendirdiklerini düşündüklerinde müzakereye başlayacaklar. Bu süreçte cephede herhangi bir değişiklik olmayacak, taraflar mevzilerinde sabit kalacaklar kanaatime göre.

Ortadoğu’da Trump’ın yarım kalmış bir hesabı var İran ile. Önceki başkanlık döneminde bu ülkeye hayli yüklenmiş ancak hedeflediği sonucu alamamıştı. Bu kez kaldığı yerden devam ederek Tahran’ı daha fazla sıkıştıracağına kesin gözle bakılmakta. NATO-Ukrayna savaşına geçici bir çözüm üreterek ara vermek istemesi de bu yüzden. Gücünü ve enerjisini İran üzerinde yoğunlaştırmak istemekte. Böyle bir politika izlemesinin kendine göre çok haklı bir nedeni var. İran küresel finans sistemine katılmayı reddeden ender ülkelerden biri. Bu direnci kırmak için tüm olanaklarını seferber etmekten çekinmeyecek. Küresel finans sistemine katılmayı reddeden bir başka Ortadoğu ülkesi de Suriye. Her ne kadar seçim propagandası esnasında bu ülkedeki askerlerini geri çekeceğini ifade etmişse de bu sözünü tutsa bile Irak-Suriye ekseninden elini çekeceğini sanmıyorum. Buradaki oluşumlara her zaman müdahale edecek bir sistem kurulmadan ABD askeri bölgeden çekilmeyecektir. Esad rejiminin devrilmesi ya da hiç değilse alabildiğine güçsüzleştirilmesi ABD dış politikasının ana gündem maddelerinden biri olarak kalacaktır.

Irak, Suriye ve İran söz konusu olduğunda buralara müdahale edebilmek için en uygun yer İsrail olduğundan İsrail’e verilen destek artarak devam edecek kuşkusuz. Bu ülkenin ABD’nin karakolu olma işlevini kusursuz yapabilmesi için verilecek olan her türlü destek Ortadoğu halklarının başına bela olacaktır.

Ortadoğu ve Pasifik’ten söz ettik buraya kadar. Kuşkusuz bununla da yetinilmeyecek, Amerika kıtasında da yapılacak işleri var. Öncelikle Küba. Sürdürmeye çalıştıkları düzen için en büyük tehlike olarak gördükleri Küba’ya yaptırımlar artacak. Ülkenin ekonomik darboğaza girip oradan çıkamaması için elden gelen yapılırken Venezuela da ilgi alanından çıkmayacak ve bu ülkede de Maduro’nun iktidardan düşmesi için çaba sarf edilecektir. Amerika kıtası özellikle de Latin Amerika her zaman küresel sistemin muhaliflerinin güçlü olduğu bir coğrafyadır. Bu nedenle bahse konu coğrafya kontrol altında tutulacak ve gerekli görüldüğü takdirde hükümet darbeleri gerçekleştirilerek küresel sistem dostlarının yönetim erkinde kalmaları sağlanacaktır. Bununla birlikte Amerika kıtasında bir savaş çıkması olasılığının son derece düşük olduğunu söyleyebiliriz.

Trump’ın başkan olmasının dünyanın diğer ülkeleri üzerindeki etkisi de siyasi liderler açısından gerçekleşecek. Diplomatik kurallara önem vermeyen, popülist söylemler ile oy toplayan sağcı tutucu liderler önemli bir müttefik kazandılar bu seçim sonucu ile Macaristan’da Orban, Arjantin’de Millei, Hindistan’da Modi gibi liderler önemli bir müttefik kazandılar bu seçim sonrasında. Bunlara Türkiye’den Erdoğan’ı da katmak gerek. Yakın gelecekte popülist söylemlerle iktidara geldikten sonra demokratik hak ve özgürlükleri giderek daha fazla kısıtlamaya çalışacak olan liderlerin çoğalacağını görebiliriz.

Özetle; ABD seçimleri dünya halkları açısından bir kötünün gidip bir başka kötünün gelmesine tanık oldu her zaman olduğu gibi, emek ve demokrasi güçleri açısından yeni bir mücadele sayfası açıldı. Çetin mücadele günleri dünya emek ve demokrasi güçlerini bekliyor.

Karadeniz’in direnişi: Doğaya ve yaşam alanlarına süper sömürüye karşı bir başkaldırı | Süleyman Hacıbektaşoğlu

Karadeniz’in doğayla iç içe geçmiş yaşamı

Karadeniz… Bin yıllık bir tarihe, zengin bir kültüre ve insan-doğa arasındaki kadim bir bağa sahip bir coğrafya. Doğa burada sadece bir çevre unsuru değil; her köy, her yamaç, her vadi, Karadeniz insanının hayatında derin izler bırakmış bir yaşam kaynağıdır. Yeşilin ve mavinin iç içe geçtiği bu topraklarda insanlar, doğanın bir parçası olarak var olur. Ormanları, dereleri, çay bahçeleri, fındık tarlalarıyla Karadeniz, yerel halk için ekonomik olduğu kadar kültürel bir zenginlik, hattâ bir kimliktir.

Ancak, 1980’lerin sonlarında Türkiye’nin genelinde olduğu gibi Karadeniz’de de neoliberal politikalar yaygınlaşmaya başladı. Sermaye hareketleri hızla sanayi, madencilik ve enerji projeleri için Karadeniz’in kıyılarına ve ormanlarına yöneldi. Bu politikalar, Karadeniz’in doğal yapısını hedef alarak onun “kalkınma” adı altında büyük projelere açılmasına sebep oldu. Artık doğa, yerel halkın kolektif hafızasında bir “ev” olmaktan çıkıp kapitalizmin metalaştırma hedeflerinin bir parçası hâline geliyordu. Karadeniz halkı, binlerce yıldır birlikte yaşadığı doğaya “ekonomik gelişme” adı altında yapılan bu saldırıları derin bir kaygıyla izlemeye başladı.

2002’de iktidara gelen AKP, Karadeniz’i “kalkınma merkezi” olarak ilan etti. Siyasi iktidarın “gelişme” söylemleri altında duyurduğu HES projeleri, maden arama ruhsatları ve geniş turizm yatırımları, bölgeyi adeta bir “sömürü merkezi”ne dönüştürdü. Özellikle HES projeleriyle başlayan ve maden ruhsatlarıyla genişleyen bu süreç, yerel halkın geçim kaynaklarına ciddi bir tehdit oluşturdu. Su kaynaklarının kontrol altına alınması, ormanlık alanların endüstriyel amaçlarla kullanılmaya başlanması, tarım ve balıkçılıkla geçinen köylüler için yıkıcı bir değişim anlamına geliyordu.

Bu “kalkınma” projelerinden en çok dikkat çekenlerden biri altın madenciliği faaliyetleriydi. Altın madenciliği, küresel kapitalizmin daha önce Latin Amerika, Afrika ve Asya’da uyguladığı “sömürge madenciliği” modeline benzer bir şekilde, bölgedeki doğayı sömürmek için geliştirilen bir yapıydı. İliç, Fatsa ve Bergama gibi bölgelerde yoğun olarak görülen altın madenciliği faaliyetleri, bu sömürgeci yapının tipik örnekleri olarak öne çıkmaktadır. Örneğin İliç’teki maden sahasında ve Fatsa’da siyanürle altın ayrıştırma yöntemi kullanılmakta, bu yöntem toprağın kimyasını bozarak yeraltı sularına kadar kirletmektedir. Bu madencilik uygulamaları, yerel halkın tarım ve su kaynaklarını kullanma hakkını elinden almakla kalmıyor, aynı zamanda doğal yaşamı da tehdit ediyor.

Altın madenciliği faaliyetleri, çevresel yıkımın yanı sıra, yerel halk için ciddi sağlık risklerini de beraberinde getiriyor. Maden sahalarına yakın bölgelerde yaşayan köylüler, yeraltı su kaynaklarının siyanürle kirlenmesi ve toprağın tarıma elverişsiz hâle gelmesi nedeniyle büyük zorluklarla karşı karşıya. Çevre kirliliği yalnızca doğayı değil, yerel halkın sağlığını da etkiliyor. Fatsa ve Bergama’da yürütülen madencilik faaliyetlerinin bölgedeki ekolojik dengeyi bozduğu, toprağı ve suyu kirlettiği araştırmalarla ortaya konmuştur.

Karadeniz halkı için doğanın kapitalizmin elinde metalaşması, sadece ekonomik bir tehdit değil; aynı zamanda kültürel bir yıkım anlamına da gelmektedir. Bu bağlamda Kaz Dağları’nda Alamos Gold tarafından yürütülen altın madeni projesi, Karadeniz’in doğal yapısını tehdit eden projelerle aynı kapitalist “gelişme” söylemi altında ilerlemektedir. Kaz Dağları’ndaki orman kıyımı, Karadeniz’de yapılan doğa katliamlarının bir benzeri olarak bölgedeki direnişin önemini bir kez daha gözler önüne sermektedir.

Bütün bu gelişmeler, Karadeniz halkının geçim kaynaklarını ve doğayla kurduğu kadim bağı koruma mücadelesini daha da anlamlı hâle getiriyor. Karadeniz, doğası ve insanıyla kapitalizmin “sömürge madenciliği”ne ve “suyun ticarileşmesi”ne karşı direniyor. Yüzyıllardır doğayla uyum içinde yaşayan halk, bu projelere karşı doğasını, kültürünü ve kimliğini savunma kararlılığını her fırsatta dile getiriyor. Bu bölgedeki direniş, yalnızca yerel değil, küresel bir mücadelenin parçası olarak da anlam buluyor.

Tarım, toprak ve topraksızlaşma süreci

Karadeniz’in verimli toprakları, çay bahçeleri, fındık tarlaları ve yerel halkın tarıma dayalı geçim kaynakları, uzun yıllardır bölge ekonomisinin ve kültürel dokusunun bel kemiğini oluşturmuştur. Bu topraklarda yetiştirilen çay, bölge insanının geçimini sağlarken, aynı zamanda Karadeniz’in kimliğinin ve yaşam biçiminin bir parçası olmuştur.

Ancak son yıllarda artan enerji projeleri, HES (hidroelektrik santral) ve madencilik faaliyetleri, bu geçim kaynaklarının geleceğini tehdit etmekte ve köylülerin topraklarını kaybetmesine neden olmaktadır. Özellikle 2000’li yıllardan itibaren artan “kalkınma” projeleri, Karadeniz’in verimli arazilerini sermayenin kâr hedeflerine uygun şekilde yeniden yapılandırarak yerel halkı topraksızlaştırmaya zorlamaktadır.

İliç, Fatsa ve Bergama gibi bölgelerde uygulanan altın madenciliği projeleri, bu sürecin en çarpıcı örneklerini oluşturmaktadır. Bu bölgelerde altın ayrıştırma işlemi, siyanür gibi ağır kimyasallarla gerçekleştiriliyor. Siyanürle yapılan bu işlem, toprağın kimyasını bozarak verimliliğini düşürmekte, yeraltı sularına karışarak geniş çevre kirliliği yaratmaktadır. Örneğin, Fatsa’daki altın madeni işletmesi, siyanürle ayrıştırma sürecini kullanarak bölgedeki su kaynaklarını kirletmiş ve çevredeki tarım alanlarının verimliliğini azaltmıştır. Aynı şekilde İliç’teki madencilik faaliyetleri, bölge ekosistemini geri dönüşü olmayan bir şekilde tahrip etmiş, bölgedeki tarımsal üretimi tehlikeye atmıştır.

Topraksızlaştırma, sadece ekonomik değil, aynı zamanda kültürel bir dönüşüm yaratmaktadır. Tarım alanları madencilik ve enerji projelerine tahsis edilirken, yerel halkın kadim geçim kaynakları ellerinden alınmakta ve kültürel miras da bu yıkımdan nasibini almaktadır. Topraklarını kaybeden çiftçiler, büyük şehirlerde iş bulma umuduyla göç etmek zorunda kalırken, tarımsal üretim alanları madencilik şirketlerinin elinde doğanın metalaştırılması sürecine dâhil olmaktadır.

Kaz Dağları’nda Alamos Gold tarafından yürütülen altın madeni projesi de bu sürecin bir diğer çarpıcı örneğidir. Şirket, geniş ormanlık alanları altın madenciliği için kullanıma açmış, bölgenin doğal yapısını bozarak halkın direnişini tetiklemiştir. Kaz Dağları’ndaki orman kıyımı, Karadeniz’de de benzer şekilde doğa talanına karşı yerel halkın direnişini güçlendiren bir sembol hâline gelmiştir.

Bu süreçte, HES projelerinin bölgedeki su kaynaklarına yönelik tehditleri de büyük endişe yaratmaktadır. Hidroelektrik santraller için derelerin ve akarsuların yatakları değiştirilmekte, suyun doğal akışı bozulmakta ve bu durum, bölgedeki tarım alanlarını kuraklık riskiyle karşı karşıya bırakmaktadır.

Çay ve fındık bahçeleri için suyun hayatî önemi düşünüldüğünde, bu projeler yerel ekonomiyi ciddi biçimde zayıflatmaktadır. Bölgedeki birçok çiftçi, su kaynaklarının azalması ve arazilerin verimsizleşmesi nedeniyle üretim yapamaz hâle gelmiş ve tarımsal faaliyetler büyük şirketlerin tehditleri altında kalmıştır. Su, yerel halkın kolektif geçim kaynağı olmaktan çıkarak, projelerin enerji ihtiyacını karşılamak için metalaştırılmaktadır.

Topraksızlaşmanın getirdiği yoksulluk ve işsizlik, yerel halkı tarımdan uzaklaştırarak büyük şehirlere göçe zorlamaktadır. Bu durum, Karadeniz’in yüzyıllardır süregelen tarım kültürünü yitirmesine yol açarken, yerel halkın kültürel bağları da koparılmaktadır. “Kalkınma” adı altında yürütülen projeler, yerel halkın doğal yaşam alanlarını kaybetmesine, dolayısıyla kimliklerinden uzaklaşmalarına neden olmaktadır.

Topraksızlaşma süreci, Latin Amerika ve Afrika’da görülen “sömürge madenciliği” uygulamalarına benzer bir biçimde ilerlemektedir. Bu coğrafyalarda da sermaye, tarımsal alanları ele geçirerek yerel halkın geçim kaynaklarını tahrip etmekte, onları göçe ve yoksulluğa zorlamaktadır. Karadeniz’in İliç, Fatsa ve Bergama gibi bölgelerinde yaşanan topraksızlaştırma süreci de, kapitalizmin “kalkınma” söylemi altında yerel halkı toprağından koparan bir “süper sömürü” düzenini ortaya koymaktadır. Süper sömürü kavramı, yalnızca emek-gücünü değil; doğayı, suyu, toprağı ve yaşam alanlarını da kapitalizmin çıkarlarına uygun şekilde kullanmayı ifade eder. Karadeniz’in toprakları ve doğal kaynakları, sermayenin daha fazla kâr amacıyla kontrol altına alınmakta, yerel halkın yaşam alanları şirketlerin sermaye birikimine hizmet eden birer araç hâline getirilmektedir.

Bu bağlamda, Karadeniz’deki toprak ve su kaynaklarının “kalkınma” adı altında yok edilmesi, yerel halkın doğayla olan kadim bağını zayıflatmakta ve bölgedeki ekonomik yapıyı sermayenin lehine değiştirmektedir. Topraksızlaştırma sürecine direnen Karadeniz halkı, bu projelere karşı doğasını, kültürünü ve kimliğini korumak için mücadele etmekte, “kalkınma” maskesi altında yapılan doğa talanına karşı direnişini sürdürmektedir.

Direnişin yükselişi ve Derelerin Kardeşliği Platformu

2000’li yılların başlarında Karadeniz’in dört bir yanına yayılan enerji ve maden projeleri, bölgenin ekolojik yapısını tehdit etmeye başladı. HES (hidroelektrik santral) projeleri ve maden ruhsatları, doğal su kaynaklarına müdahale ederek yerel halkın geçim kaynaklarını riske attı ve doğanın hızla metalaştırılmasına yol açtı. AKP iktidarı altında artan bu projeler, “kalkınma” adı altında sunulsa da, yerel halkın topraklarını, derelerini, ormanlarını ellerinden alıyordu. Bu durum, bölge halkında büyük bir öfke ve direniş duygusunu tetikledi ve sonunda Karadeniz’in en güçlü ekoloji hareketlerinden biri olan Derelerin Kardeşliği Platformu doğdu.

Derelerin Kardeşliği Platformu, ilk olarak 2007 yılında, HES projelerine karşı küçük köy topluluklarının bir araya gelmesiyle ortaya çıktı. Derelerin Kardeşliği, başlangıçta yalnızca bir avuç köyün bir araya gelerek kendi su kaynaklarını savunma çabası olarak doğmuştu. Ancak HES projelerinin hızla çoğalması ve maden projelerinin de bölgeye yayılmasıyla, platform bir halk hareketine dönüşmeye başladı. 2000’li yılların sonunda köyler, mahalleler ve ilçeler, kendi derelerini ve doğalarını koruma mücadelesi için platform çatısı altında birleşerek seslerini yükseltmeye başladılar. Karadeniz halkı, kendi kimliklerini, doğayla olan bağlarını ve geçim kaynaklarını korumak için sesini daha güçlü bir şekilde duyurmaya karar verdi.

Platformun başarısı, yalnızca yerel halkı örgütlemesinden değil, aynı zamanda ekoloji mücadelesini toplumsal kimlik savunusuyla birleştirmesinden kaynaklanmaktadır. Karadeniz halkı için doğa, yalnızca bir çevre unsuru değil; kültürel kimliğin, dayanışmanın ve toplumsal belleğin bir parçasıdır. Derelerin Kardeşliği Platformu da bu bilinçten güç alarak, HES ve madencilik projelerine karşı, Karadeniz’in özgün doğa yapısını korumak amacıyla bir ekolojik direniş hareketi olarak güç kazandı. Bu hareket, çevrenin metalaştırılmasına ve sermayenin doğayı kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmesine karşı bir “kimlik mücadelesi” olarak nitelendirilebilir.

Derelerin Kardeşliği Platformu, yalnızca bir çevre hareketi değil; aynı zamanda bölge halkının dayanışma içinde bir araya geldiği, toplumsal bir dayanışma örneğidir. Platform, yıllar içerisinde büyüyerek Türkiye çapında bir dayanışma ve direniş örneği haline geldi. Platformun, Kaz Dağları’ndan Munzur’a, Fatsa’dan İkizdere’ye kadar uzanan direniş hattı, Türkiye’de ekolojik talana karşı verilen mücadelenin simgesi haline geldi. Kaz Dağları’nda, Alamos Gold şirketinin yürüttüğü altın madeni projelerine karşı yapılan direniş, Derelerin Kardeşliği’nin etkisiyle Türkiye genelinde destek buldu. Bu süreçte platform, yerel halkların sermayeye karşı toprağını, suyunu ve kimliğini koruma çabasının küresel bir modeline dönüştü.

Bu direniş hareketi, kapitalizmin ekolojik tahribatına karşı koyan dünya çapındaki diğer hareketlerle de ortak bir çerçeveye sahip. Derelerin Kardeşliği Platformu’nun mücadelesi, yalnızca Karadeniz’in değil, aynı zamanda Latin Amerika ve Afrika’da yerli halkların kapitalist madencilik ve enerji projelerine karşı verdiği mücadeleleri yansıtmaktadır. Örneğin, Amazon ormanlarını korumak için yerel halkların verdiği mücadele ile Karadeniz köylülerinin kendi derelerini koruma çabası arasında önemli bir paralellik bulunmaktadır. Küresel kapitalizmin, dünyanın dört bir yanında uyguladığı doğayı metalaştırma ve yerel halkları topraklarından koparma politikalarına karşı, Derelerin Kardeşliği gibi yerel hareketler, doğa dostu bir kalkınma modelini savunarak küresel bir direniş hattı oluşturmuştur.

Platformun tarihsel gelişimi, yereldeki birçok topluluğun katılımıyla sağlanan kitlesel bir dayanışma örneği olarak değerlendirilebilir. Derelerin Kardeşliği’nin önemi, yalnızca bir HES karşıtı hareket olmasından değil; yerel halkın suya, toprağa ve doğaya sahip çıkma iradesini göstermesinden kaynaklanır. Bugün Karadeniz’in dört bir yanında süren HES karşıtı eylemler, Derelerin Kardeşliği’nin yarattığı direniş kültürünün bir sonucudur. Köy köy, mahalle mahalle süren bu mücadele, halkın ekoloji ve kimlik mücadelesinin derinleşerek sürmesine önayak olmaktadır.

Derelerin Kardeşliği Platformu, sadece çevresel hakları değil, aynı zamanda bölge halkının sosyoekonomik haklarını da savunmaktadır. Bu yönüyle platform, ekoloji mücadelesini toplumsal bir mücadeleyle birleştirmekte ve Karadeniz’in yerel ekonomisini koruma amacı taşımaktadır. Platform, büyük şirketlerin çıkarları uğruna yerel halkın geçim kaynaklarının feda edilmesine karşı, Karadeniz’in doğal kaynaklarının halka ait olduğunun altını çizmektedir. Bu mücadelenin özü, kapitalist sistemin “süper sömürü” olarak adlandırılan, yalnızca iş gücünü değil; doğayı, suyu ve toprağı da metalaştıran anlayışına karşı direnmekten geçmektedir.

Sonuç olarak, Derelerin Kardeşliği Platformu, Karadeniz’in doğasını, kültürünü ve kimliğini korumak için halkın örgütlü mücadelesinin simgesi hâline gelmiştir. Platform, sermayenin Karadeniz’e yönelik ekolojik saldırısına karşı, bölgenin dört bir yanında direniş ruhunu canlandırarak halkı birleştirmiş ve bu birliği güçlü bir dayanışma örneğine dönüştürmüştür. Bugün Kaz Dağları’ndan Karadeniz’e kadar süren ekolojik direnişler, Derelerin Kardeşliği’nin açtığı yoldan yürümekte ve doğaya sahip çıkma mücadelesinin Türkiye genelinde kök salmasını sağlamaktadır.

Trabzon mitingi ve süper sömürüye karşı direniş

2024 yılında Trabzon’da gerçekleştirilen büyük ekoloji mitingi, Karadeniz’de yıllardır süregelen doğa talanına karşı verilen mücadelenin önemli bir dönüm noktası oldu. Bu miting, Derelerin Kardeşliği Platformu ve Trabzon Emek ve Demokrasi Platformu’nun öncülüğünde, bölgenin dört bir yanından gelen halkın katılımıyla düzenlendi. On binlerce insanın katıldığı bu gösteri, kapitalizmin doğayı ve insan yaşamını metalaştıran projelerine karşı halkın duyduğu tepkinin büyük bir ifadesi olarak kaydedildi. Karadeniz’in doğasını korumak için verilen mücadelede bir dönüm noktası olan bu miting, sadece Türkiye’de değil; Latin Amerika, Afrika ve Asya’da benzer ekolojik sömürüye karşı direnen halklarla dayanışma içinde yapıldı.

Trabzon mitingi, kapitalist “kalkınma” projelerinin bir sonucu olan “süper sömürü” anlayışına karşı verilen direnişin önemli bir simgesi oldu. Süper sömürü kavramı, kapitalist düzenin yalnızca emek gücünü değil, doğayı, suyu, toprağı ve çevresel kaynakları da en üst düzeyde kâr amacıyla kullanmasını ifade eder. Yalnızca işçilerin değil, bütün bir ekosistemin kapitalist düzen içinde sömürüldüğünü gösterir. Karadeniz’de hayata geçirilen HES projeleri, maden ruhsatları ve orman kıyımları, AKP hükümetinin dayattığı kalkınma modelleriyle birleşerek doğayı ve insanı sermayenin ihtiyaçlarına göre dönüştürmektedir. Yerel halk, doğasına ve geçim kaynaklarına yönelik bu acımasız saldırıya karşı artık daha örgütlü bir şekilde direnmeye başlamıştır.

Bu mitingin anlam ve önemi, Trabzon basını ve genel medya tarafından da genişçe ele alındı. Trabzon’daki yerel gazeteler, uzun zamandır HES ve maden projelerinin yerel ekosisteme, tarıma ve su kaynaklarına verdiği zararları sıkça gündeme getirmekteydi. Özellikle Trabzon Emek ve Demokrasi Platformu’nun desteğiyle yapılan bu büyük katılımlı miting, Trabzon basını tarafından halkın kimliğini, kültürünü ve doğal yaşam alanlarını koruma mücadelesinin önemli bir örneği olarak sunuldu. Gazeteler, Trabzon mitingini “Karadeniz’in doğasına sahip çıkma çağrısı” olarak nitelerken, ulusal basın da bu direnişi daha geniş bir çerçevede ele aldı. Miting, çevre hareketlerinin halkın desteğiyle güçlendiğini ve doğaya yönelik saldırıların yalnızca çevre örgütleriyle sınırlı kalmayan, halkın ortak bir mücadelesi hâline geldiğini gözler önüne serdi.

Mitingin önemi sadece katılımcı sayısında değil; ekoloji mücadelesini ulusal bir boyuta taşımasında da yatmaktadır. Trabzon mitingi, sadece Karadeniz bölgesi için değil, Türkiye’nin dört bir yanındaki doğa savunucuları için de ilham verici bir hareket olarak görülmektedir. Bu mitingin ardından, Kaz Dağları’ndan Munzur Dağları’na kadar birçok yerde ekoloji mücadelesi yeni bir ivme kazandı. Trabzon’da halkın geniş katılımıyla gerçekleşen bu direniş, Türkiye’de ekoloji mücadelesi veren diğer toplulukları da güçlendirdi ve ekoloji hareketinin toplumsal bir dayanak kazandığını gözler önüne serdi.

Bu miting, aynı zamanda yerel ve ulusal basında kapitalizmin doğaya karşı açtığı savaşın geniş kitleler tarafından görünür hâle gelmesini sağladı. Trabzon’daki gazeteler, mitingi doğa savunucularının zaferi olarak duyururken, ulusal basında da kapitalist projelerin doğaya ve insan yaşamına verdiği zararlar vurgulandı. Özellikle büyük medya kuruluşları, bu mitingin kapitalizmin “süper sömürü” anlayışına karşı verilmiş güçlü bir mesaj olduğunu yazdı. Gazeteler, mitinge katılanların taşıdığı pankartlarda yer alan “Doğa bizim, talanı kabul etmiyoruz”, “Suyumuzu vermeyeceğiz” gibi sloganlarla halkın direnişini öne çıkardı. Bu miting, Türkiye genelinde ekolojik mücadelenin sadece doğayı koruma değil, aynı zamanda halkın kimliğini, kültürünü ve yaşam alanını savunma mücadelesi olduğunu kanıtlamıştır.

Mitingin uluslararası boyutu ise, Latin Amerika ve Afrika’da doğayı koruma mücadelesi veren halklarla olan dayanışma ile pekiştirildi. Latin Amerika’da yerli halkların Amazon ormanlarını korumak için verdiği mücadele, Trabzon’da yankı buldu. Afrikalı ve Güney Amerikalı halkların doğal kaynaklarını korumak için verdikleri direniş, Karadeniz’deki mücadelenin bir parçası olarak simgelendi. “Süper sömürüye hayır!” sloganlarıyla yankılanan Trabzon mitingi, yalnızca Karadeniz halkının değil; dünyadaki tüm sömürülen ve yerinden edilen halkların ortak mücadelesinin bir ifadesiydi.

Trabzon mitingi, Karadeniz halkının doğasını koruma kararlılığının bir simgesi olarak kayıtlara geçti. Bu direniş, kapitalizmin ekosistem üzerindeki tahribatına karşı bir isyan olarak yükseldi. Miting sırasında söylenen bir slogan, bu mücadelenin özünü belki de en iyi şekilde özetlemektedir: “Doğa bizim kimliğimizdir, ona dokunan kimliğimize dokunur.” Bu direniş, Karadeniz’in kimliğini, kültürünü ve geleceğini koruma mücadelesinin bir ifadesidir. Süper sömürüye karşı verilen bu mücadele, Türkiye’de ekoloji hareketinin yalnızca çevreyi değil, aynı zamanda insan onurunu, yerel halkların kimliğini ve kolektif hafızayı koruma çabası olduğunu gösterir.

Karadeniz’de direnişin anlamı ve geleceğe bıraktığı miras

Karadeniz’in dereleri, ormanları ve bereketli toprakları, binlerce yıldır bölge insanının hem geçim kaynağı hem de kimliğinin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Ancak son yıllarda artan HES projeleri, maden faaliyetleri ve büyük sermaye yatırımları, bu coğrafyanın ve halkının karşısına yıkıcı bir tehdit olarak çıkmıştır. AKP iktidarı altında dayatılan kalkınma projeleri, Karadeniz’i doğasından, suyundan ve kültürel dokusundan kopararak bir “sömürü merkezi”ne dönüştürmek istemektedir. Bu süreç, yerel halkı topraksızlaştırmakla kalmamakta; Karadeniz’in kadim ekosistemini de kapitalist sömürü çarkına sokarak geri dönüşü olmayan bir ekolojik yıkıma sürüklemektedir.

Bu yıkımın karşısında duran Karadeniz halkı, Derelerin Kardeşliği Platformu’nun öncülüğünde bir direniş kültürü inşa etmiş; topraklarına, sularına ve kimliklerine sahip çıkma kararlılığını sergilemiştir. 2024 Trabzon mitingi, bu kararlılığın en büyük örneklerinden biri olarak hafızalara kazınmıştır. Sadece bölge halkı için değil, tüm Türkiye ve dünya için bir ilham kaynağı olan bu miting, doğayı metalaştırmaya çalışan kapitalist düzene karşı yerelden gelen bir başkaldırıdır. Bu direniş, yalnızca bir çevre hareketi değil; kültürel kimliğin, yerel ekonominin ve toplumsal dayanışmanın korunması için verilen bir insanlık mücadelesidir.

Trabzon mitingi, kapitalizmin “süper sömürü” anlayışına karşı Türkiye’de ve dünyada yeni bir bilinç uyandırmıştır. Bu bilinç, Karadeniz’in ve diğer ekosistemlerin sadece bize ait olmadığını, gelecek nesillere devredilmesi gereken bir emanet olduğunu hatırlatır. Karadeniz halkı, Kaz Dağları’ndan Fatsa’ya, İliç’ten Munzur’a kadar uzanan direniş hattında, doğaya yönelik saldırılara karşı birleştirdiği güçle mücadele etmektedir. Bu direniş, yalnızca Karadeniz’de değil; Latin Amerika’dan Afrika’ya kadar dünyanın dört bir yanında doğalarını korumak için direnen halklarla omuz omuza sürdürülen bir direniştir.

Sonuç olarak, Karadeniz’in doğasına sahip çıkma mücadelesi, yerel halkın kimliğini koruma iradesini, toprağa duyduğu sevgiyi ve gelecek kuşaklara daha yaşanabilir bir dünya bırakma arzusunu ifade etmektedir. Bu direniş, kapitalizmin talanına karşı bir insanlık mücadelesidir ve Karadeniz halkının sesi, doğanın tahribine karşı çıkan herkesin vicdanında yankılanmaya devam edecektir.

19 Aralık 2000 Harekâtı ve açlık grev(ler)i

“Gerçeği
sonuna dek
söylemeliyim.”[1]

“Bir katilin, bir hırsızın başbakan olduğu bir cumhuriyette, dürüst kişilerin yerinin ya mezar ya cezaevi olduğunu anlayabilmek zor bir şey olmasa gerek,” der ve ekler Fidel Castro: “Altmış gün boyunca açlık grevinde kalarak idealleri uğruna ölme kudretine sahip insanların huzurunda despotların eli ayağı titrer! Bunun yanında, yüzyıllar boyunca insani feda ruhunun simgesi hâline gelen İsa’nın çarmıhtaki üç günü nedir ki?”…

Fidel Castro’nun tespitleri coğrafyamızdaki 19 Aralık 2000 harekâtı ile açlık grev(ler)inin özeti gibidir.[2]

Kolay mı?

Dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk’ün, “Operasyona bir yıl önceden hazırlanmıştık,”[3] itirafıyla malûl kırım Ercan Kanar’ın, “…‘Hayata Dönüş Operasyonu’ Ecevit’in emriyle Genelkurmay Başkanlığı tarafından yürütülen katliam operasyonuydu”;[4] Ayşe Düzkan’ın, 19 Aralık operasyonu bir darbe olarak değerlendirilmelidir,”[5] diye betimledikleri vahşetti.

“Hayata Dönüş”(?!) adı verilen harekâtlarda 28 tutuklu katledildi. Sonrasındaki ölüm oruçlarında toplam 122 tutuklu yaşamını yitirdi,[6] 600’den fazla tutuklu da sakat kaldı.

Sadece Bayrampaşa Cezaevi’nde (28 tutuklu içinde) 12 tutuklu öldürüldü, 55 tutuklu sakat kaldı. Bayrampaşa C-1 koğuşundaki 5 kadının yanarak, biri de gazdan zehirlenerek öldüğü bilirkişi raporuyla tespit edildi.

* * * * *

19 Aralık Harekâtı ile hedeflenen hücre sistemine geçilmesi, ABD ve AB’nin talebiydi[7] Rasim Öztaş’ın ifadesiyle: “Operasyonun boyutlarının daha öncekilerden farklı olacağını tahmin etmek zor değildi. Vali televizyonlardan herkese ilan ederek operasyon yapılacağını söyledi. Hücre sistemine geçmek esas olarak Amerika ve Avrupa Birliği’nin talebiydi. Bu talepler doğrultusunda devlet hızla F tipi hapishanelerin yapımına başladı.”[8]

Devlet F tipi hapishaneleri inşa etmiş, yeni bir cezaevi rejimine geçiyordu ama bu planı, sosyalist örgütlerce direnişle karşılandı. Açlık grevleri ölüm oruçlarına döndü, tutukluları vazgeçirmek için arabuluculara kapıları açan devlet, kapalı kapılar ardında çoktan operasyon hazırlığını yapmıştı, birlikler emir bekliyordu.

15 Aralık 2000’de “dost güçler”in ana operasyon karargâhında, İstanbul Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Eyüp Engin Hoş komutasında harekâtın Özel Müdahale Planı son bir kez gözden geçirildi; “düşman güçler”in hayatlarını yok ediş için artık her şey hazırdı…

O harekât çerçevesinde askerî güçleri kendilerine, cezaevi müdürlerine ve infaz koruma memurlarına “dost güçler”, bu cezaevlerinde kanunlar çerçevesinde devletin koruması altında kalan tutuklu ve mahkûmlara “düşman güçler” diyorlardı.

Türkiye’nin orta Anadolu ve batı bölgelerinde, başta İstanbul Bayrampaşa ve Ümraniye Cezaevleri olmak üzere, 20 cezaevine Türkiye Cumhuriyeti’nin asker ve polis kuvvetleri tarafından askerî harekât düzenleniyordu.

Savaş hâli yaşanan düşman bir ülkenin tespit edilen kalesine yönelik kesin yok edici bir harekât idi bu…

Başlattıkları bütün savaşlara “barış” adını vermek, elleri kolları bağlı insanları diri diri yakmanın adına “Hayata Dönüş” demek, işkence yapanı terfi ettirmek, “işkence var” diyeni cezalandırmak devleti yönetenlerin genetiğine işlemişçesine kuşaktan kuşağa aktarılıyor. Zalimin adı kimi zaman diktatör K. Evren, kimi zaman da “Halkçı Ecevit” oluyordu![9]

Emir 19 Aralık 2000 sabahı verildi, üçüncü günün sonunda ortaya çıkan tablo vahşetti. Açlık grevinde olanlara zorla müdahale edilmiş, birçoğu sakat bırakılmıştı. 22 Aralık 2000’de F tipi hapishane rejimi resmen başladı.

20 yıllık AKP iktidarının ardından, bugünden bakınca hayırla anılan Bülent Ecevit’in DSP’si, operasyon döneminde iktidardaydı.

DSP-MHP-ANAP koalisyonunun Başbakanı Ecevit, operasyonla ilgili “Teröristleri kendi terörlerinden kurtardık” açıklamasını yaptı. Bundan 20 yıl sonra emekli asker Ali Aydın’ın ifadesinden öğrendik ki, operasyon öncesinde de askere desteğini esirgememişti: “Başbakan, operasyonun devletin bekası için zorunlu olduğunu, çağın operasyonu olduğunu söyleyip ‘Kılıcınız keskin olsun’ temennisinde bulundu.”

Ecevit’in temennisi yerini buldu, harekât devlet açısından “gayet başarılı” geçmişti!

* * * * *

19-22 Aralık 2000 tarihinde ülke genelindeki 20 ayrı cezaevinde düzenlenen “Hayata Dönüş Operasyonu”nda 30 tutuklu yaşamını yitirdi, yüzlercesi yaralandı. Katliamın sorumlularından biri bile hesap vermedi.

Katliam sonrasında açılmak istenen davalar sürekli engellendi. 2010 yılında açılan davada, operasyonu gerçekleştiren “Jandarma Özel Asayiş Komutanlığı” (JÖAK) birliğinin sayısı ve kimlik bilgileri istenmesine rağmen bilgi gönderilmedi, bilgi göndermeyenler hakkında herhangi bir işlem yapılmadı. Harekât esnasında kullanılan kimyasalların niteliğinin araştırılması talepleri de sonuçsuz kaldı.

Bakırköy 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam eden dava kapsamında ifade veren emekli bir uzman çavuş, Bayrampaşa Cezaevi’ndeki operasyonda jandarmanın envanterinde bulunmayan değişik gaz bombaları kullanıldığını, kadın mahkûmların teslim olmak isteyip jandarmadan kapıyı açmalarını istemesine rağmen kapıların açılmadığını ve rütbeli jandarmaların yanmakta olan koğuşlara atılan battaniyelere su yerine benzin döktüklerini anlatmıştı.

Tüm bu yaşananların üzerine, operasyonlardan sağ kurtulan mahkûmlara “kasten adam öldürme”, “cezaevi yönetimine karşı silahlı isyan” gibi suçlardan çeşitli davalar açıldı.

F tipi cezaevlerinin mimarlarından olan ve “Hayata Dönüş Harekâtı’nda Cezaevleri Genel Müdürlüğü görevindeki Ali Suat Ertosun’a 2004 senesinde hükümet kararıyla “Devlet Üstün Hizmet Madalyası” verildi. Ertosun, madalyasını dönemin Adalet Bakanı AKP’li Cemil Çiçek’in elinden aldı.

* * * * *

Susturmak, görünmez hâle getirmek, unutturmak, bellek silmek, ibret-i âlemlik birer korku nesnesi yaratmak… tecridin başlıca amaçları bunlar. Tecrit edilenin iradesinin kırılması üzerinden yaratılan Takrir-i Sükûn Kanunu (suskunluk yasası) toplumsal muhalefete yönelik olarak, her dönem tedavülde tutuldu. 19 Aralık katliamı bir yönüyle Takrir-i Sükûn, diğer yönüyle cezaevinde ve sokakta mutlak izolasyonu amaçladı. “Etkisiz hâle getirildi” sözcüğünde gizli olan öldürme eylemi, F Tipi tecrit ortamında ölüm sessizliğine gömmek anlamına büründürüldü.

12 Eylül’ün işkence merkezlerinden Diyarbakır, Mamak cezaevlerindeki işkenceleri bile geride bırakan yöntemlerle 26 Eylül 1999’da gerçekleştirilen 10 devrimcinin katledildiği Ulucanlar katliamı, F tiplerine giden yolda önemli bir dönemeç oldu. Ulucanlar’da “yarım kalan iş”in devamı olarak 5 Temmuz 2000’de Burdur Cezaevi’ne harekât düzenlendi ve onlarca tutuklu ağır yaralandı. Koğuşa sokulan dozerle Veli Saçılık’ın kolu koparıldı…

Katliamın siyasi sorumluları olan Bülent Ecevit, Devlet Bahçeli, Mesut Yılmaz, Hikmet Sami Türk, Ali Suat Ertosun ve dönemin paşalarının isimleri sadece bir ayrıntıydı. 24 Ocak neoliberal kararlarını uygulamak için nasıl ki 12 Eylül’e ihtiyaç duyulmuşsa, 1999’da ekonomik-siyasal kararlarını uygulamak için de 19 Aralık katliamına ihtiyaç duyuldu. Genelkurmay Başkanlığında görüşmelerde bulunan Başbakan Bülent Ecevit’in “teröristlerle pazarlık yapmayız” açıklaması sonrasında, ölüm orucunun 61. günü sabaha karşı yirmi cezaevinde aynı anda operasyon başlatıldı.

Katliamdan ağır yaralı kurtulan Birsen Kars’ın ambulanstan indirilirken “Bizi diri diri yaktılar” dediği dakikalarda Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, “Ölüm oruçlarında insanların göz göre göre ölmesine seyirci kalamazdık,” diyordu.

Harekât sonrasında Birsen Kars ve Hacer Arıkan vücutlarında oluşan yanıkların, üzerlerine atılan ateş çıkarmayan kimyasal bir madde nedeniyle meydana geldiğini kamuoyuna açıkladılar.

Yine harekât sabahı çıkan sermaye gazeteleri “Devlet girdi-Sahte oruç kanlı iftar” manşetleriyle harekâtı selamlayacaktı.

Harekâtın sürdüğü sıralarda İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, “Biz bu harekâtı bir yıldır hazırlanıyorduk,” açıklamasıyla Ulucanlar, Burdur ve Bergama cezaevlerindeki vahşete atıfta bulunuyordu.[10]

“Adli Tıp uzmanlarının raporlarına göre de koğuşlarda gaz bombası kullanıldı. Raporlara göre Bayrampaşa Kapalı Cezaevi’ndeki C-1 koğuşunda öldürülen Yazgülü Güler Öztürk, Seyhan Doğan, Özlem Ercan, Şefinur Tezgel ve Gülser Tuzcu’nun cesetlerine yapılan otopsilerde elbise parçaları ile saç, doku ve cilt örneklerinde tinerde bulunan organik solventlerden toluen, xylene ve metanol saptandığı kaydedildi.

“Nilüfer Alcan adlı tutuklunun ise gaz zehirlenmesi sonucu öldüğü tespit edildiği raporda, harekâtta kullanılan bombaların etkin maddesinin 20 gramının 38 dakikada insanı öldürdüğüne dikkat çekildi ve C-1 koğuşunda 35 gram bomba maddesi bulundu.”[11]

* * * * *

“Hayata Dönüş” harekâtı davasında ifade veren zamanın “üst düzey” yetkilileri, sorumluluklarını kabul etseler de; beyanlarını kanıtlayan belgeler dosyada olsa da; tanık yerine sanık olmaları için suç duyurusu yapılsa da;[12] Ümraniye Cezaevi’ne 19 Aralık 2000’de düzenlenen ve biri uzman çavuş, beş kişinin öldürüldüğü harekâtla ilgili 267 askere açılan davada verilen kararın gerekçesinde, İstanbul Anadolu 8. Ağır Ceza Mahkemesi, zaman aşımı ve beraatla biten davada yargılanan askerlerin “Operasyon sırasında hapishane içerisine girmedikleri” beyanına dayanarak bu kararın verildiğini ifade etti.[13]

Yani 19 Aralık 2000 “Hayata Dönüş”(?!) Harekâtı’nda ve sonrasındaki açlık grevinde 122 devrimci katledilirken; resmi sonuç buydu!

* * * * *

19 Aralık 2000 “Hayata Dönüş”(?!) Harekâtı sonrasındaki açlık grevlerine ilişkin “eleştirel” görünümlü negatif söylemlere gelince…

Kimileri “Bugüne dek açlık grevlerinin işe yardığını görmedik. Ancak hukuk devletinde, yasaların uygulandığı ülkelerde geçerli olabilir diye düşünüyorum. Ama yine de dosyaları bile okunmadan yargısız infaz karşısında sesinizi nasıl duyurabilirsiniz ki!,”[14] derlerken; bazıları da, “Biz Marksist-Leninistiz, sosyalistiz, devrimciyiz. Öyle büyük, anlı şanlı isimlere gerek yok. Tarihte bir tek ak sayfaya sığar ömrümüz!,” diyen Ebru Timtik üzerinden ekliyorlar:

“Onun adı Ebru Timtik. O bir avukattı. Cezaevindeydi ve adil yargılanma isteminin kabul edilmesi için ölüm orucuna başlamıştı. Ölüm orucunun 238. gününde öldü.

“Ebru Timtik 2022 başlarında aynı davadan tutuklu olan arkadaşı Aytaç Ünsal’la birlikte adil yargılanma hakkı için başlattıkları açlık grevini ölüm orucuna çevirdiklerini çevrelerine ve kamuoyuna duyurdular. Günlerden 5 Şubat 2022 idi.

“İki mahkûm da ‘Bilincimiz kapalı olsa dahi tedavi talebimiz yoktur’ dilekçelerini mahkemeye sundular. Ve sonuçta Ebru Timtik son anda kaldırıldığı hastanede organ yetmezliğinden öldü. Ebru son olarak teyzesine yolladığı bir mektupta adaleti yalnızca kendileri için istemediklerini belirtip ‘Hak arama mücadelesi veriyoruz, tahliye olursak adalet mücadelesine omuz vereceğiz. Şu anda elimiz kolumuz bağlı adalet istiyoruz. Hiçbir şey yapamıyoruz. En çok da canımızı yakan bu. Elimiz kolumuz bağlı demek gerçekten bizim için açlıktan daha zor.’

“Evet, bunlar birer destan ama XXI. yüzyıldayız. Dünya değişti ve yaşadığımız bu kaos ortamında artık ölüm oruçlarının hiçbir etkisi yok!

“Biliyorum, adaletin yaptığı çok büyük bir haksızlık. Ama ölüm kutsanılacak bir şey değildir! ‘Ebru Timtik ölümsüzdür!’ diye haykırmak bize ne kazandırıyor?”[15]

Bu tür anlayış(sızlık)lar açısından “Anlaşılır olmayan, açlık grevlerine, bir mücadele biçimi olarak karşı çıkmaktır. Bu karşı çıkış, genellikle, ‘Kendini harap edip öldüreceğine, yaşa ve mücadele et,’ gerekçesiyle yapılıyor. Böylesi bir gerekçeyle karşı çıkanlar, ister istemez, sadece günümüzün açlık grevlerini değil, aynı zamanda, geçmişin ve geleceğin açlık grevlerini de karşılarına almış oluyorlar…

“Deniliyor ki, bu mücadele biçimi bir intihar gibidir, bununla zalimlerden hak almak da zordur. Zamanlaması ve talepleri doğru ve makulse, sorun yoktur. İsterse alamasın hakkını. Tarih bize, kazanılmış büyük hakların veya devrimlerin, sadece son vuruşun eseri değil, asıl olarak, çeşitli biçimlerde zamana yayılan, irili ufaklı mevzi hak mücadelelerinin, biriken, birleşik gücünün bir eseri olduğunu söylüyor. Bu gerçeği göremeyen Türkiye aydınları, alınan hakların, mücadele ile alınmadığını, tepeden verildiğini söyleye gelmişlerdir hep. Gerçeği yansıtmayan bu anlayışı artık aşmamız gerekiyor,”[16] diyen Muzaffer Oruçoğlu sonuna dek haklı.

Malum üzere açlık grevleri devletlerin idari politikalarını etkileyecek biçimlere de bürünür. Mesela IRA, RAF, Mahatma Gandhi vb.leri gibi.

Bir eylem biçimi olarak kullanıldığında iktidarı gerçek anlamda zora da sokar. Ancak, açlık grevi her koşulda başarılı olur ön kabulünden de yola çıkamayız. Etkisi, ideolojik ve metodolojik gücünden ve yarattığı kamuoyundan gelir; ama tek başına talepleri elde edemez. Belli bir desteğe ve politik güce ihtiyaç duyar. Bunun eksikliğinde, iktidar verecek mantıklı bir cevabı olmadığı için ya ölümlerine seyirci kalır ya da “zorla besleme” (bundan sonra “zorla müdahale” diyeceğiz) yoluna gider vb.leri…

* * * * *

Coğrafyamızdaki açlık grevleri tarihi, Türkiye’deki cezaevlerinin dönüşümü tarihinde önemli bir direnme biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Onun içindir ki bunu anlamak için cezaevlerine ve cezaevlerindeki mahpusluğun değişimine bakmak gerekmektedir. Cezaevleri salt kapatma yerleri değildir, erkin daha büyük anlamlar yüklediği mekânlardır ve coğrafyamızdaki cezaevleri tarihi aslında politik muhalefetin tarihidir…

Coğrafyamızdaki bilinen ilk açlık grevi Nâzım Hikmet tarafından Bursa Cezaevi’nde 8 Nisan 1950’de gerçekleştirilmiştir. Çeşitli açlık grevi eylemleri yapılmış olsa da coğrafyamızda adı konulmuş kitlesel açlık grevi direnişi 1980’ler ve sonrası dönemlerde yapıldı ve cezaevlerinin dönüşümü tarihinde önemli bir direnme biçimi olarak karşımıza çıktı…

Coğrafyamızda ölümle sonuçlanan ilk açlık grevi eylemi 1982’de Diyarbakır Cezaevi’nde Kemal Pir’inki olurken ardından 3 mahpus daha ölüm orucu sonucu hayatını kaybetti. 1983’te 4, 1985’te 12, 1988’de 1, 1989’da 2, 1993’te 1, 1995’te 2, 1996’da 52 cezaevinde yapılan açlık grevinde 12 mahpus hayatını kaybetti.[17]

2000’lerde ise F tipi cezaevlerine karşı dünya tarihinin en uzun süreli açlık grevi/ölüm orucu direnişi süreci yaşandı. 26 Ekim’den itibaren 18 cezaevinde 816 siyasi mahpusun katılımıyla yaygınlaşan açlık grevleri, 19 Kasım 2000’de ölüm orucuna dönüştürüldü. 23 Kasım 2000 itibarıyla cezaevlerinde ölüm orucuna katılanların sayısı 57’ye, süresiz açlık grevine katılanların sayısı da 805’e yükseldi. Özetle cezaevlerinde, özellikle cezaevlerinin politikleşme süreciyle birlikte, mahkûmlar tarafından birçok eylem yapıldı.

* * * * *

Dediklerimizi Selçuk Kozağaçlı’nın, “Medrese-i Yusuf denir hapishaneye. Hz. Yusuf gibi yatacaksınız, hiç ‘iman’ınızı bozmadan; Hz. Yusuf gibi de çıkacaksınız. Biz öyle yattık, bir gün çıkarsak da öyle çıkacağız. Yoksa hapishane sizi çürütürse, sizi hapse koyanlar amacına ulaşmış olur,” ifadesiyle ve Ferit Edgü’nün, “Alışmak, boyun eğmek demektir./ Bir şeye alışan kişi, her şeye alışabilir./ Zindana işkenceye çaresizliğe ölümlere eşitsizliğe,” dizeleriyle noktalarken ekleyelim: Baş eğmedik, baş eğmeyeceğiz de…

29 Ekim 2024, Muğla.

 

[1]  Simone de Beauvoir.

[2] Bkz: i) Temel Demirer, “(C)Ezaevleri ve ‘F Hâli’! ya da ‘Yumma Gözün Kör Gibi’! veya Vahşeti Durdur(mak)!”, Kurtuluş dergisi, No: 7, Eylül 2000; Damar dergisi, No: 114, Eylül 2000…

  1. ii) iii) Sibel Özbudun-Temel Demirer, “19-22 Aralık 2000’in Anımsatıp Öğrettikleri”, Devrimci Yolda Özgürlük, No: 2, Şubat 2011…

iii) Temel Demirer, “19 Aralık’ın (C)Ezaevleri Gerçeği!”, Kaldıraç dergisi, No: 222, Ocak 2020…

[3] Celalettin Can, “Operasyona Bir Yıl Önceden Hazırlanmıştık (2)”, 23 Aralık 2019… https://www.independentturkish.com/node/107241

[4] “Ercan Kanar: 19 Aralık, Ecevit Emriyle Yapılan Bir Katliam Operasyonuydu”, 19 Aralık 2019… https://www.artigercek.com/haberler/ercan-kanar

[5] Ayşe Düzkan, “kalsın benim davam!”, 18 Aralık 2019… https://www.artigercek.com/haberler/kalsin-benim-davam

[6] 19 Aralık 2000 “Hayata Dönüş”(?!) harekâtı’nda katledilenler: 1) Ahmet İbili; 2) Ercan Polat; 3) Umut Gedik; 4) Alp Ata Akçayüz; 5) Yazgülü Güder Öztürk; 6) Fırat Tavuk; 7) Ali Ateş; 8) Aşur Korkmaz; 9) Özlem Ercan; 10) Şefinur Tezgel; 11) Nilüfer Alcan; 12) Gülser Tuzcu; 13) Seyhan Doğan; 14) Mustafa Yılmaz; 15) Cengiz Çalıkoparan; 16) Murat Ördekçi; 17) Fidan Kalşen; 18) İlker Babacan; 19) Fahri Sarı; 20) Sultan Sarı; 21) Murat Özdemir; 22) Ali İhsan Özkan; 23) İrfan Ortakçı; 24) Hasan Güngörmez; 25) Yasemin Cancı; 26) Berrin Bıçkılar; 27) Halil Önder; 28) Rıza Poyraz; 29) Cafer Dereli; 30) Gültekin Koç; 31) Cengiz Soydaş; 32) Adil Kaplan; 33) Bülent Çoban; 34) Gülsüman Dönmez; 35) Nergis Gülmez; 36) Fatma Ersoy; 37-Abdullah Bozdağ; 38) Tuncay Günel; 39) Celal Alpay; 40) Erol Evcil; 41) Murat Çoban; 42) Canan Kulaksız; 43) Gürsel Akmaz; 44) Endercan Yıldız; 45) Sibel Sürücü; 46) Şenay Hanoğlu; 47) Hatice Yürekli; 48) Kazım Gülbağ; 49) Erdoğan Güler; 50) Sedat Karakurt; 51) Fatma Hülya Tümgan; 52) Hüseyin Kayacı; 53) Cafer Tayyar Bektaş; 54) Uğur Türkmen; 55) Veli Güneş; 56) Aysun Bozdoğan; 57) Zehra Kulaksız; 58) Gökhan Özocak; 59) Ali Koç; 60) Sevgi Erdoğan; 61) Muharrem Horoz; 62) Osman Osmanağaoğlu; 63) Hülya Şimşek; 64) Uğur Bülbül; 65) Gülay Kavak; 66) Ümüş Şahingöz; 67) İbrahim Erler; 68) Abdülbari Yusufoğlu; 69) Zeynep Arıkan Gülbağ; 70) Ali Rıza Demir; 71) Ayşe Baştimur; 72) Özlem Durakcan; 73) Ali Ekber Barış; 74) Arzu Güler; 75) Sultan Yıldız; 76) Bülent Durgaç; 77) Barış Kaş; 78) Nail Çavuş; 79) Eyüp Samur; 80) Muharrem Çetinkaya; 81) Tülay Korkmaz; 82) İsmail Kahraman; 83) Ali Çamyar; 84) Zeynel Karataş; 85) Lale Çolak; 86) Yusuf Kutlu; 87) Yeter Güzel; 88) Doğan Tokmak; 89) Tuncay Yıldırım; 90) Meryem Altun; 91) Okan Külekçi; 92) Semra Başyiğit; 93) Fatma Bilgin; 94) Melek Birsen Hoşver; 95) Gülnihal Yılmaz; 96) Fatma Tokay Köse; 97) Hamide Öztürk; 98) Serdar Kara Kurt; 99) İmdat Bulut; 100) Zeliha Ertürk; 101) Feridun Yücel Batu; 102) Feride Harman; 103) Berkan Abatay; 104) Özlem Türk; 105) Orhan Oğur; 106) Yusuf Aracı; 107) Şengül Akkurt; 108) Muharrem Karademir; 109) Günay Öğrener; 110) Ümit Günger; 111) Selma Kubat; 112) Ali Şahin; 113) Hüseyin Çukurluöz; 114) Bekir Baturu; 115) Semiran Polat; 116) Salih Sevinel; 117) Selami Kurnaz; 118) Sergül Albayrak; 119) Faruk Kadıoğlu; 120) Eyüp Beyaz; 121) Serdar Demirel; 122) Fatma Koyupınar.

[7] “Bilhassa ‘hücre tipi’, ‘izolasyon tipi’ cezaevlerinin bir işkence yöntemi olduğunu, adeta kişiyi kendisi olmaktan çıkarmayı amaçlamış bir yöntem olduğunu, araştırmalarımızla dile getirildi. İzolasyon tipi cezaevinin geçmişine, temeline baktığımızda bunun bir CIA projesi olduğu da açıktı. Edgar Schein isimli bir profesöre Amerika’da ‘kişiyi kendisi olmaktan nasıl çıkarabiliriz?’, aslında daha doğru bir deyimle, ‘kendisinden vazgeçme noktasına nasıl getirebiliriz?’ konulu bir araştırma verilmiş ve Edgar Schein’in önerisiyle bu izolasyon tipi cezaevleri gündeme gelmiş.” (Eren Keskin, “19 Aralık… Unutulmaz Cezasızlık”, Yeni Yaşam, 21 Aralık 2022, s. 3).

[8]           Hatice Eroğlu Akdoğan, “Hücre Sistemine Geçmek ABD ve AB’nin Talebiydi”, Birgün, 19 Aralık 2019, s. 5.

[9]           Veli Saçılık, “… ‘Hayata Dönüş’ Katliamı”, Yeni Yaşam, 19 Aralık 2019, s. 4.

[10]          Veli Saçılık, “Sol-Kırım: ‘Hayata Dönüş’ Katliamı”, Yeni Yaşam, 19 Aralık 2022, s. 5.

[11]          Yadigar Aygün, “Cezaevlerinde de Kimyasal: Diri Diri Yaktılar”, Yeni Yaşam, 19 Aralık 2022, s. 4.

[12]          Ayça Söylemez, “Belgeli Katliam”, Birgün, 25 Haziran 2024, s. 9.

[13]          “Hayata Dönüş’te Tepki Çeken Gerekçeli Karar”, Evrensel, 15 Ocak 2020, s. 3.

[14]          Zeynep Oral, “Onlar Ölürken”, Cumhuriyet, 18 Ağustos 2024, s. 11.

[15]          Işıl Özgentürk, “Haykırıyorum: Ölüm Oruçlarına Hayır!”, Cumhuriyet, 11 Eylül 2022, s. 8.

[16]          Muzaffer Oruçoğlu, “Açlık Grevleri”, 7 Nisan 2020… https://www.gazetepatika11.com/aclik-grevleri-57644.html

[17]          Barış Can, “Yitik Vicdanlara: Türkiye’de Açlık Grevleri”, 5 Nisan 2020… https://ilerihaber.org/icerik/baris-can-yazdi-yitik-vicdanlara-turkiyede-aclik-grevleri-111346.html

Hukuk(suzluk) “adalet” mi(dir)?!

“Devlet, kendi şiddetine ‘hukuk’
bireyinkine ise ‘suç’ adını verir.”[1]

“Hukuk mu?” sorusuna verilen mutad yanıt, “Haec sunt praecepta iuris: Honeste vivere, neminem laedere, suum cuique tribuere.” Yani “Hukukun emirleri şunlardır: Şerefli yaşamak, kimseye zarar vermemek, herkese kendisinin olanı vermek”tir![2]

Ancak Jack London’ın, “Bütün bu kitaplar bana ne öğretir, bilir misiniz? Yasa başka şey, hak, adalet başka şey,” vurgusu eşliğinde bu “yanıt”ın “es” geçtiği; George Bernard Shaw’ın, “Bir başkanın yurttaşını öldürmesine idam, bir yurttaşın başkanını öldürmesine suikast diyoruz”; Bertolt Brecht’in, “Yasa tek bir amaç için yapılmıştır. Onu anlamayanların veya çıplak sefalet yüzünden ona uymaktan alıkonulanların sömürülmesi için”; Friedrich Schiller’in, “Dünyayı haksızlık yönetiyor, adalet yalnız sahnede var”; Anatole France’ın, “Hukuk, o görkemli eşitçiliğiyle; köprü altında yatmayı, dilenmeyi ve ekmek çalmayı yoksula da zengine de yasaklar”; Eduardo Galeano’nun, “Adalet de tıpkı yılanlar gibi, yalnızca çıplak ayaklıları ısırıyor,”[3] satırlarıyla ifade ettikleri hakikâttir…

Örneğin “Burjuva hukuku, sömürülenler dâhil herkes tarafından tanınan yerleşik bir fiili olgudur. Artık ne bilmek hakkına ne de egemenlik hakkına gerekçe aramak söz konusu değildir. Sadece ve düpedüz yerleşik iktidarı organize etmek ve bu organizasyondan ve koruduğu sömürüden, kâr oranlarının düşme eğilimine karşı mücadelenin çarelerini çıkarmak söz konusudur”[4] ki,[5] bu da Thomas More’un, yüzyıllar önceki saptamasını doğrular:[6]

“Emin olun, hastalıkları tedavi etmedikçe, hırsızlığın önünü almak için uyguladığınız adaletle övünmenizin bir anlamı yok.”[7] “Toplum her insana eşit bir güven sağlamadığı sürece bir insanı para çaldığı için öldürmek doğru değildir.”[8]

* * * * *

O hâlde konuyla bağıntısı bağlamında girizgâhta altını çizdiklerimize ilişkin olarak, “adalet” kavramı üzerine konuşalım.

Öncelikle “adalet”, “adaletsizlik”i kabullenen bir kavramdır; ve “adaletsizlik” yok edildiğinde “adalet”e de ihtiyaç kalmayacaktır.

Siz bakmayın Solon’un, “Adaleti ödül beklemeden yerine getir”; Hz. İsa’nın, “Sadece dindar olmak yetmez, adil olmak da gerekir”; Hz. Muhammed’in, “Bir saatlik adalet, yetmiş yıllık nafile ibadetin yerini tutar”; Maurice Maeterlinck’in, “Adalet akıldan doğar, ama iyilik bilgelikten gelir”; Sigmund Freud’un, “Medeniyetin ilk şartı adalettir”; Ömer Hayyam’ın, “Adalet evrenin vicdanıdır”; Sadi Şirazi’nin, “Dünyanın bütün nehirleri adalete susamış insanın susuzluğunu gidermeye yetmez”; Platon’un, “Adalet ve ilim, bütün faziletlerin prensibidir.” “Adalet, insanın kendi üzerine düşeni yapmasıdır”; Euripides’in, “Adalet, karanlıkta bile görebilir”; Anatole France’ın, “Adalet ancak hakikâtten, saadet de ancak adaletten doğabilir”; Blaise Pascal’ın, “Güçten yoksun adalet düşkündür; adaletten yoksun güç ise zorba.” “Adalet ve kuvvet bir araya getirilmeli; öyle ki, adil olan kuvvetli, kuvvetli olan da adil olabilsin,” biçimindeki genellemelere…

Sınıflı sömürücü yaşam böylesi genellemelerle açıklanması mümkün ol(a)mayacak kadar somuttur.

Aurelius Augustinus’un, “Adalet olmayınca devlet büyük bir çeteden başka nedir ki?” betimlemesiyle maruf sınıflı sömürücü yapılarda adalet, ezilenler indinde her zaman rötar yapan bir trene benzer.

Michel de Montaigne’nın, “Adaletin olmadığı yerde ahlâk da yoktur,”[9] saptamasının müthiş bir değer arz ettiği böylesi yapılarda adaletsizliği yıkmadan adaletten söz edilemez.

Kaldı ki toplumsal ölçekte ezilenler için adaletin ölçüsü yasalar değil, gerçekler ve vicdandır. Çünkü ne kadar yüksekte olursa olsun, yasalar insan(lık)dan yüksekte değildir ve olmamalıdır da.

Albert Camus’nün, “Adalet olmadan düzen olmaz,” ilkesinden hareketle, adaletin olmadığı yapılarda, beşeri manada değer verecek hiçbir şey kalmaz; Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’in, “Suç, beraberinde adaleti ve yasaları getirdi; adalet ise, giyotini…”[10] tarifindeki üzere…

Adaletsizliğin yasalarına boyun eğenler, ezilmeye, değersizleşmeye, kötü muameleye maruz kalmaya göz yumanlardır; oysa çözüm, “Adaletsizlik nihayete erdirilsin, isterse kıyamet kopsun!” tutumudur.

Adaletsizliği onun kurbanları olmadan ortadan kaldırmak imkânsızken; o ya nihayete erdirilir, ya da bu durumun yaratacağı felâket hiçbir şekilde düzeltilemez.

Özetle: Kapitalizm koşullarında “Adalet, bir imkânsızlık deneyimidir; imkânsızlığın deneyimidir,” Jacques Derrida’nın altını çizdiği üzere…

* * * * *

“İyi de yasalar/hukuk” mu?

Evet, “Kanunlar adalet için vardır. Doğru olanın yanında olmakla övünür. Ama kim bilir kaç kanun, adaletsizlik için kullanılmıştır!”;[11] hem de “Nullum crimen sine lege/ Kanun yoksa suç da yoktur; kanunsuz suç olmaz” ve “Nulla poena sine lege/ Kanunsuz ceza olmaz; kanun yoksa ceza da yoktur,” ilkeleri çiğnenerek…

“Kanunlar daima egemenliğin verdiği kibri kırmalıdır,”[12] uyarısına rağmen; yasalar, büyük sineklerin geçtiği ve küçüklerinin yakalandığı örümcek ağlarından başka bir şey ol(a)mamıştır. Çünkü nihayetinde kanunları yapan da, uygulayan da, çiğneyen de egemenlerdir…

Pyotr Kropotkin’in, “Hukukun insan saygısına dair bir iddiası yoktur. Uygarlaştırıcı bir misyonu yoktur; tek amacı sömürüyü korumaktır.” “Yasalar adalet duygusunu geliştirmemiştir, onu mahvetmiştir”; Ursula Le Guin’in, “Bir hırsız yaratmak için, bir sahip yaratın; suç yaratmak istiyorsanız, yasalar koyun”; Emma Goldman’ın, “Yarım düzine yumurta çaldığım için hapishaneye kapatıldım. Milyonları soyan bakanlar onurlandırılıyorlar”; Charles Dickens’ın, “Yasanın insana işkence etmesi ağır bir ceza bence”; Anatole France’ın, “Ah kardeş, kanunları gördünüz ya! Bir milletin temsilcileri bir baskıcının çatısı altında oturmamalılar!”; François de la Rochefoucauld’un, “Çoğu insandaki adalet aşkı, kendisinin haksızlığa uğrayabileceği korkusundan bir şey değildir”; Hannah Arendt’in, “Yasalar insanı bir zerrecik olsun daha adil hâle getirmedi. Hatta yasalara duyulan saygı nedeniyle, iyi niyetli insanlar bile her gün adaletsizliğin aleti oluyor.” “Haksız yasalar vardır. Onlara memnuniyetle itaat mi edelim, yoksa değiştirme çabasına mı girelim?” ifadelerindeki üzere…

Hayır! Ferdinand II’a mâl edilen, “Kral olmasına kralım, bunda kuşku yok ama, her aklıma geleni de yapamam ya…” sözleri kocaman bir yalandan başka bir şey değildir; tıpkı Ulpianus’un, “Hukukun buyrukları şunlardır: Dürüst yaşamak, başkasına zarara uğratmamak, herkesin hakkını vermek,” sözleri gibi…

Hukuk(suzluk), sınıflı sömürücü iktidarın egemenlik/soygun araçlarındandır; ve malum üzere “Olağanüstü hâlin hukuk için taşıdığı anlam mucizenin ilahiyat için taşıdığı anlama benzer ve egemen olağanüstü hâle karar veren”dir.[13] Bu nedenledir ki, “Mevcut hukuk, kendisine meydan okuyanlar üzerinde şiddet uygulayarak kendini yeniden onaylar. Ama tam da bu şiddettir ki hukuktaki çürümüş bir şeyleri açığa çıkarır,” der Walter Benjamin!

* * * * *

“İnsan onuru, hukukun koruduğu en yüce değerlerden biridir. Kişi özgürlüğü, insan onurunun ayrılmaz parçasıdır,”[14] gibi aslı olmayan şeyleri bir kenara bırakarak ilerlersek, meselenin şu olduğunu da görebiliriz:

“Hukukun dilsel kökeni ‘lex’tir (‘legere’; yorumlamak). Peki hukuku kim yorumlayabilir? Ve kim yaratabilir?”[15] Elbette egemen sınıf; bu da demektir ki egemeni ve yorumlayanı olmayan “genel” bir hukuk yoktur; çünkü, “Hukukun formalizmi, ancak hukukun kendisinde zorunlu olarak bulunmayan tanımlanmış içeriklere uygulandığı ölçüde anlamlıdır. Bu içerikler üretim ilişkileri ve bu ilişkilerin etkileridir.”[16]

Modern devlet, güç kullanma tekelini elinde tutan otorite olarak, hukuk, siyaset, sosyoloji ve psikoloji başta olmak üzere tüm bilim dallarının yardımı ile bireylerin ve tüm toplumun yaşamını belirleyen ve yöneten bir siyasal model olmuştur. Michel Foucault da bu hâli, “Tahakkümü garantileyen en önemli birliktelik, bilgi/iktidar birlikteliğidir,” biçiminde tanımlar. Devlet otoritesi ya da bunu elinde tutan siyasal iktidar, her şeye nüfuz eder. Bunu güç kullanmanın tüm araçlarına dayanarak yapar.

Michel Foucault bu durumu, “İktidar sadece bireylere müdahaleyi değil aynı zamanda kendilerine ilişkin kurallar koymak suretiyle müdahale yetkisini meşrulaştırır. Bu yeni meşrulaştırma biçiminde iktidar, hak ve adalet kavramları arasında belirlenen yapılanmada devletin de kurallar ile sınırlanmış olduğu bir ilişkiden söz edilir,” diye betimler.

Bunun sonucunda iktidar “yasal cezalandırma mekanizmalarının yalnızca ihlâllere değil, aynı zamanda bireylere de müdahale etmelerini meşrulaştırmak, yalnızca bireylerin değil kendilerinin ne olduklarına ve ne olacaklarına, ne olabileceklerine de müdahale etmelerini meşrulaştırmak” olanağına kavuşur. Bu bir tahakküm modelidir. Bu modelde toplumsal talep, hakikât ve rıza üretilir; Hannah Arendt’in, “Hakikât söylemleri olmadan iktidar işletilemez,” ifadesindeki üzere…

“Burjuva hukuk(suzluğ)u” işte tam da bunun için vardır. Ve en önemlisi de, kapitalist hukuk(suzluk) adalet bekleyen ezilenlere Sisyphos’a verilen cezayı kesilmiştir. Yani onlar o en ağır kayayı yüklenip Sisypos kadar bile yukarı taşıyamadan, sürekli olumsuz müdahalelerle düşürüp, yeniden yüklenip yola çıkanlardır.

Özetle kapitalizmde adalet bir imkânsızlıktır; Aristoteles’in, “Nikomakhos’a Ahlâk” başlıklı yapıtında adaleti; “erdemin bir bölümü değil, bütünü”, karşıtı olan adaletsizliği de “kötülüğün bir bölümü değil, bütünü” şeklinde tanımladığı antagonistik zıtlıkta…[17]

Bunların böyle olduğunun canlı kanıtı coğrafyamızdır; eski Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Yargıcı Rıza Türmen, “Hukuk, muhalifleri cezalandırma aracı oldu” derken,[18] Salim Şen, “Hukukun bittiği yer”[19] gerçeğini hatırlatıp; Yücel Sayman ise “Hukuktan kopup despotizmin zirvesine ilerleyen serüven”e[20] dikkat çekiyor.

“Düşman ceza hukuku”na[21] yaslanan uygulamalarla maruf coğrafyamızda üretilen “milli yargı” söylemine dair Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. Şule Özsoy Boyunsuz’ değerlendirmeleri de şöyle:

“İktidarın milli yargı söylemi yaşadığımız birçok olaydan da gördüğümüz üzere hukukun herkese eşit uygulanmayacağının meşrulaştırılması anlamına gelebilir. Rejim kendine tehdit gördüğü her şeyi ufalamaya çalışıyor. Yargının önüne getirilecek ‘milli’ kelimesini ise hukuku, yapmaya niyetlendikleri yeni anayasayı kendi gelecekleri için tasarlarken buna kılıf olarak kullanıyorlar. Ancak bunun anlamı bir anlamda otoriterleşmeyi sürdüren rejimin faşizan bir yargı kanunu çabası.”[22]

* * * * *

Toparlarsak: Sınıflı sömürücü toplumların hukuk(suzluk) gerçeği estetize edilmiş yalan(lar)la paketlenemez…

Hukukun temel ilkelerinden biri Adalet Tanrıçası Themis’in gözleri bağlı olması ve hukukçuların giydiği cübbenin düğmesi ve cebi olmamasıdır… derler! İnanalım mı?

“Hukuk, insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen kurallar bütünüdür. Ahlâk ise insanın doğuştan sahip olduğu veya sonradan kazandığı bir takım tutum ve davranışların tümü olarak tanımlanır. Hukukla ahlâk arasında ilişki insanla kurulur. Hukuk toplumsal bir kurumdur. Hukukçular, hukuk ile ahlâkın birbirinden ayrılamayacağını savunurlar,”[23] diyorlar! Ciddiye alalım mı?

“Hukukun temel işlevlerinden biri ve belki de en önemlisi adaleti dağıtmaktır.”[24]

“Hukuk, yaşam güvencesidir… Siyasal amaçların aracı asla değildir.”[25]

“Hukuk, toplumsal ve kişisel yaşam düzeninin bilimsel güvencesidir.”[26]

“Adalet yaşam aydınlığı ve güvencesidir, önünde bulut olmaz.”[27]

“Adalet yaşam güneşidir. İnsan varlığının en sağlıklı güvencesi adalettir.”[28]

“Hak ve hukukun kaynağı ve dayanağı olan adalet, özgürlük ve esenliğin güvencesidir. Yaşamı aydınlık ve düzen içinde tutan anlayış ve güçtür.”[29]

“Uygar toplumlarda insan ilişkileri başta olmak üzere toplumsal düzeni sağlayan yaptırımları içeren kurallar hukuk düzenlemeleridir… Bu düzeni sağlayan bilim dalı hukuktur. İnsanlık için en etkin yaptırım odağı olan hukuk, toplumsal yaşamın kan damarıdır.”[30]

“Yargı için yansızlık, duyarlık ve güven en yaşamsal koşullardır.”[31]

“Yargı görevinin tartışılmaz özelliği, adalet kavramının benzersiz ve eşsiz değerini yaşama geçirmek işleminden gelmektedir. Yargı, vicdan terazisinin en duyarlı olduğu görev alanıdır,”[32] diyebilenler uzayda mı yaşıyorlar?

“Hukuk diye helvadan put yapmışsınız, acıkınca yiyorsunuz,” diyen Selçuk Kozağaçlı ne kadar haklı, değil mi? o

14 Kasım 2024, Ankara.

[1]  Max Stirner.

[2]  Prof. Dr. Belgin Erdoğmuş, Hukukta Latince Teknik Terimler Özlü Sözler, 2004.

[3]   Eduardo Galeano, Tepetaklak-Tersine Dünya Okulu, çev: Bülent Kale, Çitlembik Yay., 2004

[4]  Louis Althusser, Felsefede Marksist Olmak, çev: İsmet Birkan, Can Yay., 2018, s. 120.

[5]  Geçmişte DGM ve Tariş direnişlerini yaşayan, 12 Mart’ların, 12 Eylül’lerin içinden süzülüp gelen bizim kuşağımızla, bugünkü kuşakların deneyimlerini ortaklaştırmasının yararlı olacağına inanıyoruz.

Demokrasi mücadelesi için önemli derslerle dolu olan DGM direnişini, kısaca anımsayalım ve anımsatalım. 1970’li yıllarda, dünyadaki gelişmelere koşut olarak hızla örgütlenen ve giderek güçlenen emek hareketi, DİSK’i nicelik ve nitelik olarak çok etkin bir konuma getirmişti. Bundan rahatsızlık duyan dönemin siyasal iktidarı, hem emek hareketini ve hem de toplumsal muhalefeti sindirebilmek amacıyla, olağanüstü mahkemeler olan DGM’leri gündeme getirdi.

İşte işçiler, emekçiler, yurtseverler, bu antidemokratik mahkemelerin yasalaşmasına karşı çıktılar. Toplumsal muhalefetin ve halkın geniş kesiminin desteğini alan DİSK, bütün ülkede direnişe geçti. 16 Eylül’de başlayıp 20 Eylül’e kadar süren direniş başarıyla sonuçlandı. DGM yasası engellendi (Mehmet Şakir Örs, “DGM’ler ve Demokrasi Mücadelesi”, “Cumhuriyet, 17 Eylül 2015, s. 18).

[6]   “Utopialıların başka uluslarda en çok ayıpladıkları şeylerden biri, sayısız hukuk kitabının ve yorumların bile yetmeyişidir. Bir insanın, ya okuyamayacağı kadar çok, ya da anlayamayacağı kadar karmaşık ve karanlık yasalarla bağlanmasını, hak ve adalete aykırı bulurlar. Herkesin kendi davasını savunmasını, avukatın söyleyeceklerini doğrudan doğruya yargıca söylenmesini daha doğru bulurlar.” (Thomas More, Ütopya, çev: Sabahattin Eyyüpoğlu-Vedat Günyol-Mina Urgan, İş Bankası Kültür Yay., 2006, s. 78). “Orada hiçbir yargıç insana tepeden bakmaz, insanda korku uyandırmaz.” (Thomas More, Ütopya, çev: Sabahattin Eyyüpoğlu-Vedat Günyol-Mina Urgan, İş Bankası Kültür Yay., 2006, s. 78).

[7]  Thomas More, Ütopya, çev: Sabahattin Eyyüpoğlu-Vedat Günyol-Mina Urgan, İş Bankası Kültür Yay., 2006, s. 70.

[8]  Thomas More, Ütopya, çev: Sabahattin Eyyüpoğlu-Vedat Günyol-Mina Urgan, İş Bankası Kültür Yay., 2006, s. 35.

[9]  Michel de Montaigne, Denemeler, çev: Sabahattin Eyüboğlu, Cem Yayınevi, 1984.

[10] Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, Gülünç Bir Adamın Düşü, Çev: Hazal Yalın, Helikopter Yay., 2016.

[11]  Shiro Hamao, Şeytanın Çırağı, çev: Nilay Çalşimşek, İthaki, 2021.

[12]  Montesquieu, Kanunların Ruhu Üzerine, çev: Berna Günen, İş Bankası Kültür Yay., 2017.

[13] Carl Schmitt, Siyasi İlahiyat, çev: A. Emre Zeybekoğlu, Dost Yay., 2010.

[14]  Enver Kumbasar, “Yargının Çığlığı ve İnsan Onuru”, Cumhuriyet, 2 Aralık 2023, s. 2.

[15]  Javier Sáez, “Hukuk”… https://www.hukukkritik.com/projects/hukuk

[16] Nina Power, “Althusser: Hukuk, Polis ve Özne”… https://www.hukukkritik.com/projects/althusser%3A-hukuk%2C-polis-ve-%C3%B6zne

[17] Aristoteles, Nikomakhos’a Ahlâk, çev: Furkan Akderin, Say Yay., 2014.

[18] Zehra Özdilek, “İfade Özgürlüğü Vurgusu”, Cumhuriyet, 6 Nisan 2021, s. 5.

[19] Salim Şen, “Anayasal Hukuk Devleti mi? Otoriter Şahıs Devleti mi?”, Cumhuriyet, 6 Nisan 2021, s. 2.

[20] Yücel Sayman, “Terörle Mücadele Yasası ve Hukuk”, Evrensel, 4 Nisan 2021, s. 4.

[21] Alman Hukukçu Prof. Dr. Günther Jacobs tarafından tanımlanan düşman ceza hukuku, ülke vatandaşları ile ülke vatandaşı olmayan, düşman kabul edilen teröristlere ve muhaliflere karşı farklı uygulanan bir ceza hukuku ve yargılama sistemidir. Düşman ceza hukukunda, masumiyet karinesi, şüpheden sanık yararlanır ilkesi, savunma hakkı, tabii hâkim ilkesi, yargı bağımsızlığı, kanıtların yasallığı, silahların eşitliği, orantılılık ilkesi gibi ilkeler yok sayılır.

[22]          “‘Milli’ Yargıda Halka Adalet Yok”, Birgün, 7 Eylül 2024, s. 7.

[23]          Erol Türk, “Hukuk ve Ahlâk İlişkisi”, Cumhuriyet, 9 Haziran 2022, s. 2.

[24]          Ali Yılmaz Gürkan, “Hukuk Ne İçin Var”, Cumhuriyet, 21 Ağustos 2023, s. 2.

[25]          Yekta Güngör Özden, “Hukuk”, Sözcü, 17 Kasım 2022, s. 12.

[26]          Yekta Güngör Özden, “Hukuksuz Kalmak”, Sözcü, 28 Haziran 2021, s. 14.

[27]          Yekta Güngör Özden, “Adalet Özlemi”, Sözcü, 12 Ocak 2023, s. 12.

[28]          Yekta Güngör Özden, “Adalet! Adalet!”, Sözcü, 5 Ocak 2023, s. 12.

[29]          Yekta Güngör Özden, “Adalet En Etkin Yaşam Güvencesidir”, Sözcü, 1 Kasım 2021, s. 12.

[30]          Yekta Güngör Özden, “Hukuksuz En Yoğun Karanlık”, Sözcü, 26 Ağustos 2021, s. 14.

[31]          Yekta Güngör Özden, “Hukuksal Yanlış”, Sözcü, 14 Haziran 2021, s. 14.

[32]          Yekta Güngör Özden, “Yargı Görevinin Özelliği”, Sözcü, 1 Mart 2021, s. 12.

Saldırılara boyun eğmeyeceğiz… Tutuklanan arkadaşlarımız serbest bırakılsın!

AKP-MHP iktidarı ekonomik, sosyal saldırılarını hayata geçirmek, krizin faturasını işçi-emekçilere kesmek için her gün yeni saldırıları devreye sokuyor. Demokratik hak ve özgürlüklerin kullanımını engelliyor, faşist saldırıları artırıyor.

Burjuva düzenin kendi yasaları, kurumları dahi işlemez hale gelmiştir. İktidarın emir ve çıkarları doğrultusunda hareket eden yapılara dönüşmüşlerdir.

Geçtiğimiz günlerde DEV TEKSTİL Genel Başkan Yardımcısı Fatma Alökmen ve Ege İşçi Birliği temsilcilerinin de yer aldığı tutuklama saldırısı düzenin iflasına yeni bir örnektir.
Hiçbir dayanağı olmayan, sendikal faaliyeti suç sayarak gerçekleştirilen tutuklama terörü işçi sınıfına, emekçilere, toplumun geniş kesimlerine gözdağı vermek için gerçekleştirilen saldırıların bir parçasıdır.
Bizler bu saldırılara boyun eğmeyeceğiz. Sermaye iktidarının ekonomik, sosyal yıkım programlarının, kirli savaş politikalarının karşısında duracağız.

İşçi sınıfı ve emekçilerin sermaye ve iktidarın saldırıları karşısında örgütlü bir güç olarak mücadelenin ön saflarında yer alması için attığımız adımları güçlendireceğiz.

Bizler; sermaye iktidarın saldırılarına karşı tüm işçileri, emekçileri harekete geçmeye hesap sormaya çağırıyoruz. Düzenin yasaları dahi hiçe sayılarak gerçekleştirilen tutuklama terörünün bir an önce son bulması için herkesi tepki göstermeye çağırıyoruz.

DEV TEKSTİL Genel Başkan Yardımcısı Fatma Alökmen, Ege İşçi Birliği temsilcileri, onlarla birlikte tutuklananlar ve tutuklu tüm sendikacılar derhal serbest bırakılsın!

İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!
Yaşasın sınıf dayanışması!

2021 Tüm Emekli Sen Temsilcisi Mahmut Ersoy
2021 Tüm Emekli Sen Mersin Şube Başkanı Hüseyin Kurt
68’liler Derneği Mahmut Karabulut
68’liler Derneği Mersin Hasan Kapıkıran
Alınteri
Aksaray İşçi Birliği
Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi
Ankara İşçi Meclisi
Av. Nazlı İzel Yıldırım
Av. Nilüfer Irmak Özkan
Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu
Birleşik Emekliler Sendikası (Kocaeli Bölge Temsilcisi Selçuk Süzer
Birleşik İşçi Hareketi- BİH
ÇHD İzmir Şube
Damal Dernekler Federasyonu
Demokratik Emekliler Sendikası- DEM-SEN
Depo, Liman, Tersane ve Deniz İşçileri Sendikası- DGD-SEN
Devrimci Demokratik Sendikal Birlik- DDSB
Devrimci Partili İşçiler
Devrimci Tekstil İşçileri Sendikası
Dev Yapı İş Genel Merkez Denetleme Kurulu Üyesi Haydar Baran
DİSK Emekli Sen Ege Bölge Baş Temsilci Yardımcısı Aydın Ağlamaz
DİSK Emekli Sen Köyceğiz/Ortaca Temsilciliği
Dr. Vedat Bulut – Akademisyen
Dostluk ve Kültür Derneği- DKDER
Ege İşçi Birliği
Elmas Duman (Emekli)
Ersan Ağırman / TİP Tuzla
Gemi Yapımı ve Deniz Taşımacılığı, Ardiyecilik ve Antrepoculuk İşçileri Sendikası- DİSK Limter-İş
Halil Kara
Hatice Oral (Eğitim emekçisi)
Hüseyin Akkaya / TİP Tuzla
İHD Mersin Şube B. Sıtkı Keçeci
İşçilerin Birliği Derneği (Gebze ve İstanbul)
Kaldıraç Hareketi
Kartal Belediyesi Direnişçisi Belgin Taş
Kayseri İşçi Birliği
Kerem Yıldırım (Gazete Patika Yazarı)
Kırşehir İşçi Birliği
Mahmut Alınak
Mahmut Konuk (Direnişçi kamu emekçisi)
Mamak İşçi Kültür Evi
Mehmet Gökmen
Mehmet Özer (Fotoğraf sanatçısı, Şair)
Mersin 78’liler Hareketi Temsilcisi Nejdet Kılıç
Mersin DEM Parti İsmail Hakkı Şimşek
Mersin EMEP Sedat Başkavak
Mersin Halkevleri Yılmaz Bozkurt
Metal İşçileri Birliği
Partizan
Proleter Devrimci Duruş
Reyhan Tüfekçi (Sağlık işçisi)
Savaş Gürkan
S.D.P Mersin Şube adına Cafer Ökter
Sincan İşçi Birliği
Sosyalist Meclisler Federasyonu
Sosyalistler Partisi / İzmir, Aydın, Didim, Muğla İl Örgütleri
Tüm Otomotiv ve Metal İşçileri Sendikası
Yapı ve Yol İşçileri Sendikası YAPI YOL- İŞ
Yeni İşçi Dünyası

Asgarî ücret değil üç kuruşluk hayat ya da örgütlü direniş!

Tarlalarımıza girmiş değil sizin gibisi yaban domuzunun.
Şehrimiz görmüş değil yangının sizden kanlısını.

Ekim ayında açlık sınırı 20.432 TL iken asgarî ücret 17.002 TL’dir

Ülkede çalışan her iki kişiden en az biri asgarî ücretle çalışmaktadır.

Bu demektir ki her iki kişiden en az biri açlık sınırının altında yaşamaktadır.

Oysa sadece Cengiz Holding’den silinen vergiler silinmese ve asgarî ücrete eklense; asgarî ücret yaklaşık 20.576 TL olur ve bir ay için asgarî ücretlilerin tamamı açlık sınırının üzerinde maaş alabilir.

Ama pek başarılı Mehmet Şimşek için önemli olan bu değildir. Asgarî ücretlinin yaşam koşulları bir yana o asgarî ücretten alamadığı verginin peşindedir. Gözü dönmüştür, öyle ki ağzından çıkanı kulağının duymasına dahi ihtiyacı yoktur. Bu ülkenin insanlarına “yerli halk” demesinde aslında uluslararası tekellerin dümeninde ülke ekonomisini “düzenlemeye” gelen bir memurun şevkle işine sarılmasını görmek gerekir.

Mehmet Şimşek şevkle çalışmaya devam ederek asgarî ücreti de uluslararası tekellerin isteklerine göre belirleyecektir. IMF asgarî ücret zammına %25-%30 aralığında bir sınır koymuştur. Meclise sunulan 2025 bütçe taslağı içinde ise asgarî ücret öngörüsü %17’dir. Asgarî ücret bu rakamlar arasında yürütülecek pazarlık üzerinden belirlenecektir ve IMF’nin onayına sunularak komisyona gelecektir. Bu nedenle Mehmet Şimşek kendisine asgarî ücret artışı sorulduğunda “asgarî ücrete vergi mi getirelim” karşılığını vererek emekçiye parmak sallayıp bugünden Türk-İş’e ayar vermektedir.

2025 yılında da milyonlarca işçi, milyonlarca aile yine açlıkla sınanacaktır. Asgarî ücret zam oranı da, 2025 bütçesi de işçi emekçilere sefaleti dayatacaktır. Uluslararası sermaye ve onun bir sömürgesi olan ülke ekonomisi bir krizin içindedir. Bu kriz yağma, savaş, rant ekonomisinin ihtiyaçları doğrultusunda, uluslararası tekellerin çıkarlarını koruyacak şekilde işçi sınıfının üzerine yıkılmıştır. Bu yeni değildir.

Sermaye işçi sınıfına sadece hayatta kalabileceği koşulları dayatarak krizin yükünü hafifletmek istemektedir. Krizden işçi sınıfının payına üç kuruş ücret, hayat pahalılığı, uzayan iş saatleri düşmüştür. İş cinayetleri, derinleşen borçlanma ve intiharlar açığa çıkan sonuçların en görünür olanlarıdır. Tüm bunlara eşlik eden çürüme giderek derinleşmektedir. Açlık, sefalet ne kadar normalleşirse günü kurtarma hâli o kadar normalleşmekte ve genelleşmektedir.

Açlıkla sınananların yaşadıkları mahalleler, sokaklar hem satan için hem içen için uyuşturucu cennetidir; her bir cep telefonu günü kurtarmak zorunda kalan için kumarhaneye dönüşmüştür. Çaresizce sanal bahis, kumarhane ve uyuşturucu ağının içerisine çekilen milyonlarca işçinin maaş diye eline geçen üç kuruşa da bir başka yağmacı sürüsü göz dikmiştir. Belki pek başarılı Mehmet Şimşek işin bu kısmına kadar düşmemiştir ama onun temsil ettiklerine eşlik eden ve devletle kol kola girmiş bu mafyatik ağ, işçileri, kadınları, gençleri hedefine alan devasa bir saldırıyı yönetmektedir. Her an her yerden yükselen şiddet bu çürümenin etkisi altında genelleşmiştir.

Bu saldırı işçi sınıfına, kadınlara, gençlere diz çöktürmeyi hedeflemektedir. Bu saldırı hem ekonomik bir rant ve yağma üzerine kuruludur hem insana ait ne varsa bütünüyle hedefine alarak üç kuruşluk bir hayatı normalleştirmek istemektedir.

İşçi sınıfına yönelen bu bütünlüklü saldırı karşısında elbette direnenler de vardır. Eski Bakanlardan Hüseyin Çelik’in “Gezi bizim şaftımızı kaydırdı” itirafı gerçektir. Dahası Gezi’den bugüne sayısız direniş gerçekleşmiştir. Bu direnişler başta ekonomik temellidir ancak içinden geçtiğimiz son dönemde sendikal örgütlenme taleplerini içerecek şekilde nitelik kazanmaktadır. Yarın siyasal talepler de öne çıkacaktır. Bu aynı zamanda direnişle öğrenen ve gelişme gösteren bir sürecin işaretidir. Egemenler bu gerçeği çok iyi biliyorlar.

Bu nedenle işçilerin, kadınların, öğrencilerin, doğa ve yaşam savunucularının birlikteliği ile gelişen bir örgütlenme ve böylesi bir örgütlenmenin alabileceği her türden kazanım onların korkulu rüyasıdır.

Bu olmasın diye, Soma madencileri Polonez işçileri ile birlikte mücadele etmesin, direnişler birbirleri için ve aynı zamanda kendi talepleri ile bir araya gelmesin istiyorlar.

Çünkü yan yana gelen direnişlerin talepleri daha güçlü açığa çıkacaktır, direnenler örgütlü hareket etmenin gücünü göreceklerdir ve sonuç almayı öğreneceklerdir.

İşte o zaman üç kuruşluk değil insanca ve onurlu bir yaşam talebi büyüyecektir ve direnişler tüm bu çürümüş, her yanından bok akan sistemin yıkılması için tek ve gerçek odak olacaklardır.

Bu birliktelik ve kardeşleşme mümkündür. Dahası başka bir çözüm yolu yoktur. Böylesi bir birlikteliği ve kardeşleşmeyi sağlayacak örgütlenme Birleşik Emek Cephesi’dir. Zaman direnişleri örgütleme, büyütme ve bir araya getirmeyi zorunlu kılıyor.

Nasıl ki kriz kendi koşullarını bizlere dayatıyor, Birleşik Emek Cephesi ihtiyacı da mücadeleye kendini öyle dayatmaktadır.

Birbirimizin kaderi birbirimizin ellerindedir.

Kaldıraç

2 Aralık 2024

Açıklama | Kaldıraç Üniversite

31 Ekim 2024 tarihinde elimize ulaşan ve üniversite LGBTİ+ topluluklarına İstanbul Üniversitesi Eşitlik Topluluğu imzasıyla iletilen “dayanışma talebi” başlıklı metne ilişkin 2 Aralık tarihinde üniversite LGBTİ+ topluluklarına aşağıdaki bilgilendirme tarafımızca iletilmiştir.

Bu bilgilendirme metnimizin ardından 24 Aralık 2024 tarihinde ise İstanbul Üniversitesi Eşitlik Topluluğu, Boğaziçi Üniversitesi LGBTİA+ Çalışmaları Kulübü, ODTÜ LGBTİQAA+ Dayanışması, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi LGBTİQA+ Topluluğu, Yıldız Teknik Üniversitesi LGBTİQ+ Topluluğu, Marmara Üniversitesi LGBTİQAA+ Dayanışma Ağı, Yeditepe Üniversiteliler LGBTİQA+ Topluluğu, Koç Üniversitesi LGBTİQA+ Kuir Kulübü imzalarıyla tarafımızı konu eden bir metin yayınlanmıştır. Yayınlanan metinlere imzacı topluluklardan hiçbiri süreç boyunca tarafımıza ulaşmamış, tamamı tahrifat dolu bir ifadeler zinciri gerçek kabul edilerek burjuva hukukunda bile yeri olmayan hakimi-savcısı tekleşmiş bir şekilde hareket edilmiştir.

2 Aralık 2024 tarihli bilgilendirme metnimizi iddia ve ithamların aydınlatılması için paylaşıyoruz.

“*Ekim ayında İstanbul Üniversitesi Eşitlik Topluluğu imzasıyla üniversite LGBTİ+ topluluklarına iletilen “dayanışma talebi” başlıklı metne dair sürecin sağlıklı işlemesi için Kaldıraççılar tarafından bilgilendirme:*

Kaldıraç Hareketi olarak biz, toplumsal mücadele dinamiklerinden LGBTİ+ hareketiyle ortak mücadele zeminlerinde birlikte hareket ediyoruz.

Metinde bahsi geçen kişi ile dönem dönem birlikte eylemlere katılınmış, kişi çeşitli zamanlarda kurumlarımıza gelmiştir. Kendisiyle ilişkimiz bu kapsamdadır. 1 yıldan biraz fazla bir süre önce ilgili kişiye polis tehdidi gerçekleşmiş, kişinin aktardığına göre polis tarafından kendisine “başına iş almak istemiyorsan Kaldıraççılarla görüşme” denmiştir. Bilindik bir devlet saldırısı olan bu görüşme/tehdide yönelik ilgili kişinin kendisine dayanışma teklif edilmiş, polisin bu şekildeki saldırılarına karşı basın aracılığıyla saldırının kamuya açıklanması yolunu doğru bulduğumuz için bu yol önerilmiştir.

İHD de dâhil çeşitli kurumların da içinde yer alabileceği bir şekilde bir süreci beraber örgütleyebileceğimiz söylenmiştir. Ancak ilgili kişi bunu kabul etmeyerek süreci kendi imkanlarıyla yürüteceğini söylemiştir. İlgili metinde kendisinin belirttiği gibi ÇHD veya başka bir kurumla bu süreci yürütmesine ilişkin bir yorumumuz olmamıştır. Bu konuşma üzerine kişinin en az iki kere daha polisle görüştüğü bilgimiz dahilindedir. Bununla beraber kendi imkanları ile yürüteceğini söylediği sürece dair kamuya açık ya da bize ulaşan bir bilgi olmamıştır.

Sürecin böyle gelişmesi üzerine kendisiyle ilişkimizi kestik.

Metinde açıkça kendisine yönelik tutumumuz çarpıtılarak ve translara yönelik bir şiddet içerdiği söylenerek paylaşıldığı için gerçek hâliyle ifade etme zorunluluğumuz doğmuştur.
Kişiyle sonraki temasımız kurumumuza geldiğinde olmuştur. Kişi kurumuza gelmiş, bir ortağımız tarafından yalnızca gitmesi söylenmiştir.

Kişiyle ilişkimizi kesmek yönündeki tutumumuz, ortak mücadele alanlarına yansıtılmamış olup farklı bileşenlerin de bulunduğu mücadele alanlarının eylemlerinde tabii denk gelişler yaşanmış, bu denk gelişlerde kendisine yönelik herhangi bir ayrı eylemde bulunulmamış, o mücadelenin gündemlerine yoğunlaşılmıştır.

Bu ortak alanlarda yoldaşlarımızın eylemi değil var olmaları dahi ilgili kişi tarafından transfobik şiddet olarak lanse edilmiş, yoldaşlarımıza ve kurumumuza dönük ifadeleri “özsavunmam küfür içerebilir” noktasına varan bir saldırganlığa dönüşmüştür.

Kurumumuz ilgili kişinin hiçbir diyalog ve olayın gerçekleştiği hâliyle yer bulmadığı, tamamı çarpıtılmış ifadeler içeren bahsi geçen metinde isnat ettiği durumlar ve ortak mücadele alanlarında karşılaştığımız saldırgan tutumun sonlanmasıyla ilgili bağımsız feministler ve kadın+’ların da bulunduğu bir bileşenle süreç işletmiş, metni yazan kişinin süreç boyu sürdürdüğü tüm cinsiyetçi küfürlerine, cinsiyet atamalarına, tehditlerine ve fiziki şiddet denemelerine rağmen ilgili birimimiz süreci devam ettirme yönünde tutum almıştır. Fakat bağımsız feministler ve kadın+’larla birlikte yürüttüğümüz süreç kendisi tarafından reddedilip sonuçsuz bırakılmıştır.

Öte yanda, ilgili metinde bahsi geçen Boğaziçi ile ilgili süreçte LGBTİ+ konulu bir içerik bulunmamaktadır. Boğaziçi ile ilgili sürece dair açıklamamız daha önce yayınlanmıştır (https://www.calameo.com/read/0043106355f2682474815?trackersource=library Kaldıraç dergisi sayı:264 /sayfa 27).

Devlet tarafından yoğun saldırılara maruz kalan LGBTİ+, kadınların mücadelesinin hassasiyetlerinin kullanılmasına ve çarpıtılmasına izin vermemek için bu “dayanışma talebi”ni gündemine alan tüm arkadaşlarımızı eşit bir zeminde bir araya gelmeye çağırıyoruz. Kurumlarımız bunun için açık olduğu gibi bu toplamın yapacağı bir çağrıyı da değerli buluruz.

Toplumsal mücadelede kendini eylemi, sözü ve rengiyle var eden LGBTİ+ hareketine karşıt bir tutumumuz olamayacağı gibi, kişinin kendisine de başından beri ifade ettiğimiz gibi herhangi bir tutumumuzu belirleyen kişilerin cinsiyeti, cinsel yönelimi vb. olmamıştır ve olmayacaktır. Homofobi, transfobiye karşı sokaklarda mücadele ediyor, saflarımızda da izin vermeyeceğimizi bir kere daha söylüyoruz.

2 Aralık 2024

*Metinde bahsi geçen kişi 19 Aralık tarihinde bize ulaşarak polis görüşmelerine dair ÇHD ile yaptığı açıklamayı bize iletmiştir. Biz bu açıklamayı yazarken, ÇHD açıklaması hakkında bilgimiz olmadığı ve bize bir bilgilendirme yapılmadığı için bu metinde ‘kamuya açık bir bilgilendirme olmamıştır’ ifadelerini kullandık.”

6 Ocak 2025
Kaldıraç Üniversite

Israeli hostility, tendencies to escalate the war, the Middle East and the World

Deniz Adalı

November 2024 – Kaldıraç Issue 280

October 7 marks the anniversary of the day when the Hamas attack pierced Israel’s so-called Iron Dome defense system. On the one hand, this is the stage at which Israel’s arrogance of “we cannot be defeated” (akin to a thug placed in the neighborhood by his master, the United States) is pierced. But in reality, to suggest that this is where the war began, that is, with October 7, would be, as the expression goes, ahistoricizing. It goes back before that.

As they say, everything has a past, and there is no existence or occurrence without a history (you can also say without a time), without a place. On October 7, 2023, it is possible to conclude that the war did not start, but that a new phase of the war started, taking into account the previous stage, and taking into account the fact that Israel continues its massacres and attacks against the Palestinian people every day.

Keeping this in mind, it is possible to make an assessment of the recent state of war. Otherwise it would be wrong.

Three questions may be asked.

Firstly, an assessment about the current state of the war can be made. Accordingly, one can reflect on the gains and losses of the different fronts of the war. In other words, one year since October 7, one can begin to discuss which side is heading where.

The second one is to emphasize the tendency of the war to expand, in the current situation, to include the entire Middle East. Today, the war has reached Lebanon and, according to Erdogan (not because his words are plausible, but because of the burden of the phrase “look who said it”), there is even speculation of an Israeli attack on Turkey. Erdoğan is in fact not a person whose words are credible. But if this matter is being brought up as an agenda, even for the purpose of manipulation, it points out the seriousness of the proliferation tendencies of this war.

And third, will the spread of war be limited to the Middle East? As many regions of the world today have turned into powder kegs, the possibility of war spreading from every field is increasing.

Perhaps, one year into this new phase of the war, it is possible to discuss and evaluate these three points.

Let us start with the first point.

On October 7, 2023, Hamas, with its attack, changed the course of the “war” that had already been going on.

For one, the “two-state solution and the 67 borders” had been shelved, even though it had been resolved by the UN. In other words, no one was discussing Israel’s step-by-step progress anymore. Israel was making periodic moves. For example, it declared Jerusalem as its capital. Every month a countable number of Palestinians were being massacred. It was reinforcing its “prestige” (murderers have prestige too) with the Ibrahim agreements. This situation has changed after October 7. The resistance of the Palestinian people became the world agenda again. Dying step by step has replaced by a different process. The Palestinian who crosses into Israel every day in order to work is now able to leave all the humiliation there.

Secondly, the genocidal Israeli response to the resistance launched by Hamas has devastated Gaza. Buildings were destroyed, but the spirit of resistance was revived. Today, 14 organizations in Palestine (we may be wrong about the number, but 14 organizations can be counted) are active on the resistance front. Apparently, the destruction of most of the buildings, the bombs, do not always break the resistance.

Thirdly, despite the Palestinians being killed day after day, the Western world was going out of its way to whitewash Israel, and this covered up the murderous massacres of Israel’s administration. Israel’s “righteousness” was not only an idea supported by states in the Western world, but also the people, the large masses, did not see Israel’s brutal, murderous, genocidal stance. This is over. Western states, as part of the NATO mechanism, support and back Israel. It is as if the entire NATO mechanism is at war against the Palestinian people, indeed in the entire Middle East. Germany, without any shame, calls its genocidal policies “Israel’s right to self-defense”. So do other states. Scotland, Ireland, slightly Spain, seem to be voicing out, and they are not defending Israel. The majority of states are pro-Israel and support its massacres.

But this policy no longer resonates with the masses. Israel is recognized as a genocidal state both by its own people and by the peoples of the world. In a sense, the mask has fallen off. Israeli officials, without hesitation, have defended the slaughter of children. They have issued fatwas stating there are no civilians there, there are no children there, there are no human beings there. And in many Western countries, speeches of this kind have been uttered by so-called columnists and public figures. They give fatwas that children will grow up to be terrorists, they shout that it is right to kill them, and they still do not refrain from calling themselves human beings.

That is to say, support for Israel has, and is, in fact, stripping Western democracy of its scales. The West’s talk of “human rights” applies only to its own races, and even more so, only to the Western bourgeois class. And this is true.

Fourth, despite the devastated Gaza, the Palestinian resistance, including Hamas, continues.

Fifth, Israel’s sky cage or iron dome, its air defense system, has been breached many times and it is now clear that it can be breached. Moreover, the resistance front does not prefer to attack civilians as Israel does. This is an important point of distinction. It is clear that the resistance front chooses to attack military targets. To what extent they have succeeded in doing so is another matter, but if you look at Israel’s mass killings, it is possible to see the difference.

And sixth, in many countries, including Yemen, Lebanon and Iraq, support for the Palestinian resistance is growing. This support now expresses itself as a “resistance front”. The strength of this resistance front seems to be “weak” against Israel, which is supported by the US, Britain and NATO. Military experts, pro-Western experts, are constantly saying this. The message is: Since you are weak, since you have no chance of winning, then you must submit. The masters always maintain their sovereignty this way. But despite this, we are far from the point where the outcome of the war can be said to be automatically decided.

On the Israeli side of the war, other points should be added.

We may say the seventh. Israel is launching very violent attacks in its air operations. Today, while Israel continues the genocide against the Palestinian people in Gaza, the West Bank, it is carrying out violent attacks on Lebanon. Yemen is being attacked by the US and Britain.

These Israeli attacks are aimed at destroying the entire people.

Let’s put it this way. If Russia had fought against Ukraine with the same logic, the civilian casualties and the devastation in Ukraine today would be horrible to even imagine. Of course the whole West would condemn it. But there are only a few Western countries that condemn the Israeli actions, Ireland and Scotland. We also have the condemnation of Spain, which is extremely hypocritical. Only when the attacks on Lebanon began, colonial France began to express its discontent. And so quietly that they do not even hear it themselves. While the entire West is witnessing protests against Israel, Western states ban Palestinian flags, chase and detain 10-year-old children.

Eighth, Israel is launching particular attacks on the leaders of the opposing front. Many leaders have been assassinated in Syria, Iran, Lebanon. This policy of assassination is, of course, designed to gain the psychological upper hand in the war. It can be noted that they have made some progress in this regard. But the explosion of pagers and walkie-talkies during the war must be recorded as the new peak of state terrorism. In the age of monopolies, will these “technological” attacks be carried out by Apple tomorrow? Monopoly means dominance. Market dominance and relations of dominance bring along violence at all levels. The modern mafia is a creation of monopoly capitalism. And this can be witnessed in the Israeli attacks.

In order to wage a large-scale war, Israel needs the support of the entire West, especially the support of the United States. This is the ninth point. An Israel with its sky cage pierced is spreading the war.

The desire to spread the war is no longer a secret desire. It is obvious and Iran is set as the target of the war. This is now clear. Iran’s desire to limit the war is presented as Iran’s weakness. By this means, ways are being sought for Turkey, for instance, to participate in the war on the side of Israel.

This brings us to the second part: The war is evolving into a regional one. There are many signs of this. Erdogan’s statement that “Israel will attack us”, after first saying that we will invade Israel, which is extremely funny, is clear evidence that the war has become a regional reality.

The US and the Israeli front, not to mention NATO, want to spread the war. Today, the attacks on Yemen on one side, Iraq on the other, Syria on the other, and Lebanon on the other, are all very evident.

This situation is in fact not a possibility, it is a reality.

The attack on Lebanon intensified in October, early October. The second Iranian strike on Israel and the unexpected Israeli casualties did not suffice to prevent the attacks on Lebanon. Israel seems to have no intention of stopping.

The question remains: Will Israel further resort to more violent attacks in order to end its collapse? Because one of the possible outcomes of the war, despite being supported by the West, is further loss for Israel. This possibility is apparent.

On the other hand, Israel is launching air strikes with great force. Although these airstrikes psychologically indicate Israel’s strength, in reality, they are not enough for Israel to win.

At this point, the following question can be asked: What is the real objective of Israel? War always has a purpose. This purpose is not simply about fighting. Israel has not been able to defeat Hamas in Gaza, to break the Palestinian resistance, despite razing it to the ground and massacring thousands and tens of thousands of people. Now, with the bombardments carried out in Lebanon, will it be able to destroy Hezbollah? The answer to this question is, of course, negative.

The US and NATO, the gods of war, actually want to wage war against Iran through Israel, after having succeeded in neutralizing Hezbollah. When Israel escalated the war, Biden declared that “we are strong enough to wage war both in Ukraine and in the Middle East”.

Thus, the US, which is heading the war, has clearly expressed its willingness to escalate the war. At this point, it would not be fortune-telling to predict that the targets of the war spreading in the Middle East will be Lebanon, Syria and Iran. The US intends to overcome its defeat in Syria this way. We can also include the defeat in Ukraine among these. Hence, the US will put Israel on the field more and more in order to escalate the war. On the one hand, this proves that Israel has been put in a very risky situation, and on the other hand, it proves that the tendency of the war to spread cannot be easily prevented. Israel’s seeming strengths also reveal a deeper weakness. Otherwise, practices such as blowing up pagers cannot be accounted as a show of strength. The majority of the deceased are children and the amount of bombs dropped is close to 10 times as much as Hiroshima. Nevertheless, it is not yet clear what Israel has gained. The ground war is a stalemate for Israel.

The United States is pursuing a war against Iran. 

For this purpose, it wants to escalate the war to the Caucasus. The steps it has taken in this regard are evident in the case of Armenia. The US will not hesitate to use every contradiction in the region to inflict destruction on the peoples.

However, Israel, which has been used in this war, has now begun to experience the war within itself. As the war progresses, the tendency of the people of Israel to mobilize against the Netanyahu government, which was previously the case, is falling back at times. The whole society wants to be organized according to the war, to be brought into line. Of course, the resistance inside Israel has not ended.

Turkey is another front in the war against Iran. Its membership in NATO and the support given to Israel feed this view. With its Kürecik base in Malatya, Turkey is in fact providing great support to Israel. Moreover, quite openly, it supplies Israel with all kinds of goods, including oil, armored materials, iron, etc.

Turkey’s hypocritical policy is far from concealing the situation. For, the supply and support provided to Israel is both multifaceted and gigantic. This level of support cannot be hidden. Erdogan’s high-pitched statements, even if they are put in place to conceal this reality, are far from accomplishing this.

Turkey, of course, is accelerating its massacre policies against the Kurdish people, against the Kurdish resistance, using this war as an excuse. In this regard, it is accelerating its settlement in Syria and Iraq. This clearly means being a part of the war. In this turmoil, Turkey is making preparations for all kinds of attacks against the Kurdish resistance. The master, on the other hand, wants Iran to be encircled. But this is not so easy.

Of course, the important decision point of the war is to organize the attack on Iran. The USA, Britain and NATO are trying and will try every means to advance this war.

From here, it is possible to come to the third point. This point is the reality that the war is a worldwide war. The war has already become regional. There is no other step left except the direct involvement of Egypt, Turkey and Iran. They are also indirectly involved in the war.

The US is eager to expand its war against Russia through Ukraine with new moves against China. At this point, it is clear that it has put Japan, South Korea and the Philippines on a path.

At this point in the war, the lies of the West, of NATO, such as “Western values”, “Western democracy”, “human rights”, started to lose their power. This is a reality. Even though the Western front still maintains these discourses, this is the case. And in fact, the West has already thrown off these masks as it continues its attacks. In all Western metropolises, the masses are no longer fooled by these lies. Yes, they have not yet been able to put up an effective resistance at this stage. But nevertheless, it is obvious that the masks have fallen. This also means the collapse of the ideological arguments of the imperialist world.

The US-NATO front tends to wage a worldwide war without recognizing any rules. For this reason, it would be erroneous to look at the war only within the framework of its expansion in the Middle East. In all the centers of the imperialist West, war plans are being made again and again and preparations for war are being accelerated. The war industry emerging in this economic field, even if taken alone, gives a conclusion about the dimensions of the war preparations.

Whether the US and NATO are expanding this war with new moves in the Middle East, in Ukraine or around the China Sea, or whether they are doing it in more than one place at the same time, they will not hesitate to expand the war.

At this point, to assume that “nobody has lost their minds, there will be no room for a world war, a nuclear war”, is in fact not to understand the crisis the imperialist system is going through, and even more, it is not to understand what is called imperialism, if it is not childish naivety, if it is not a desire to nurture endless optimism.

The US is in the process of losing its hegemony worldwide. And no sovereign hands over hegemony easily. This hegemony is being undermined by China’s economic development, Russia’s entry into the field, the West’s loss of technological superiority and, finally, the tendency of the dollar to lose its international power. Yes, these are not yet complete processes. But the trend is apparent.

Now, we can go back to the beginning: Israel is not alone and it is not enough to ask, as if it were alone, what it wants in this war. This is a war for the redivision of the Middle East and, moreover, for the redivision of the world. Otherwise, it is not just limited to the insane demands of a fascist mob.

Anyone who is disturbed by this war, anyone who calls oneself a human being, has to be realistic if they want to prevent this war. This war will not come to an end by Israel somehow being satisfied, by the US somehow realizing the seriousness of the situation. Peace can only be achieved through struggle. Until the entire imperialist system collapses, there can be no real peace. The way to realize this, the way to stop the war, is for the peoples, the world proletariat to rise up. There is no other way than a wave of socialist revolution. Yes, many people will see our call for revolution and socialism as something impossible. After all, socialism was dissolved in the USSR and many shortcomings of the experience of socialism have been exposed. But let us think about it, if the humankind had been content with trying once and failing once, it would not have been able to develop the steam engine, or, for example, it would not have invented any vaccine, or, for example, it would not have landed on the moon, or, for example, it would not have invented the light bulb, or, for example, it would not have created works of art that are considered masterpieces. Therefore, the shortcomings of the experiences of socialism cannot cause us to discard the struggle for socialist revolution, for a world without war and exploitation, a world without the exploitation of human by human.

Today the whole earth is experiencing a situation in which the possibilities of overthrowing the capitalist-imperialist system have developed. The lack is in the forces that will fight for socialism and revolution, in their organization. And we know that these deficits can be filled extremely quickly. Sometimes history flows extremely fast. Decades fit into a year.

Today the question is this: What does it mean to remain silent, to be a spectator to the genocide that is unfolding in Gaza and Lebanon? This is a process in which the bystander ceases to be human. This is a process in which it is not possible to remain human by being a bystander. So, without losing a minute, join the ranks of revolution and socialism, join the struggle against the system, with whatever you have, right now, today. Finding a way to do this is an expression of the will to remain human.

Today, supporting the struggle of the working class is the only way to remain human. And revolution and socialism will get closer and closer with your struggle as well.

A new phase in state terror

Perspective

October 2024 – Kaldıraç Issue 279

The ruling class, the class that holds the apparatus of force, the class that owns the state, rules not only through oppression and violence, not only by force. It also establishes an ideological hegemony based on thousands of years of blind faiths, habits, superstitions and beliefs, with which it combines and fuses. This ideological hegemony is, in fact, a mechanism for producing “consent”. Religion and education are involved in this process. Discourses such as seeing the state as the “father”, the acceptance of the criminalization of the use of weapons by anyone other than the state, obedience to the legal system set by the ruling class, the idea that taxes are returned in the form of “roads, water, electricity”, the patriotic-national literature, the lie of national interest, the need for national security, the independence of the judiciary, are actually the daily expressions of this production of consent.

Surely, the hegemon, with its religion, press, entertainment industry, movies, other cultural tools, social media, digital channels, etc., can and does manipulate anything to produce social consent.

For instance, in the aftermath of the Second World War, they immediately launched an organized war against the working class, against the quest for freedom and equality, against the peoples of the world, against the socialist countries, especially the USSR, under the rhetoric of a “free world”, pretending to be defenders of democracy. And this war was actually called the war for “democracy”. The anti-communist struggle was disguised as “democracy”, despite the many violations of rights, witch hunts and unbelievable judicial comedies.

More recently, they have been trying to crush almost every opposition movement with the accusation of “terror” and “terrorist”. If you talk about the freedom of the Kurdish people, you are a terrorist; if you talk about the Palestinian people, you are a terrorist; if you demand the implementation of the 8-hour working day policy, you are a terrorist; if you oppose the plunder of nature, who are you, if anything, a terrorist.

The many murders committed by the state, the organized massacres carried out by the states, all kinds of attacks by the states, are “the protection of democracy”, while opposing these attacks, or even defending an ordinary economic-democratic right, is outright terrorism.

In September, the US-Israeli front carried out an attack in Lebanon. According to the information that has emerged, the attack was carried out by detonating radios and pagers. More than 2,000 explosions are mentioned. The death toll seems to be around 30 and the number of wounded is over 150.

As the saying goes, a coward is always a coward, but he often gets the title of “hero”. Those who carried out this attack, the Israeli and US front, in fact seem to have demonstrated a kind of “heroism”. They think so. It shouldn’t be too difficult for a state to put a bomb inside these devices, say 3,000 devices, by paying a little more to the manufacturer. Or, for example, it would be possible to gather the devices in one place and have a technical staff do this task by paying, for example, 1000 dollars per device. Even if they spent 300 thousand dollars, this would not be a big expenditure for any state. The point is to sell these devices as the ones requested and ordered by Lebanon. And achieving this should be possible with a slightly lower price offer. Therefore, it should not be too difficult for the US and Israel to fulfill an import order from Lebanon in this way.

If you are scared of the state, of the power of the state, this operation can actually make you even more terrified.

Then, when we are scared, we don’t necessarily have to be attacked by a strong figure, one can also be scared by the attack of a coward.

Attacks by cowards are perhaps even more frightening.

Among some people in our leftist milieu in Turkey, who are heading towards being “hanged up their boots”, the idea is like this: Wow, these men are great, you can’t handle them, look what they have done!

From top to bottom this is a wrong way of thinking.

As we have pointed out, the possibility of such an operation is feasible for all states. Especially for the US-Israel line, it is a very easy operation, just costing a little more money. Cowardly it is. After all, one can never know who the dead are.

For sure, this is state terrorism.

It is similar to Israeli officials call for “ killing the children” when it comes to the Palestinian people. Some so-called state leaders, so-called writers, so-called artists, so-called litterateurs, are able to say without hesitation, “Kill the children because they will grow up to be Palestinian terrorists”. Those who consider themselves entitled to kill children because they will grow up to be Palestinian resistance fighters are, of course, murderers. And these murderers are militant defenders of the state terror.

They are the ones who see the detonation of the devices in Lebanon as a “heroic” act.

And certainly the “leftists” who do not intend to fight against the sovereign, against the bourgeois state, who are simply terrified but cannot even admit it to themselves, are frightened by this action and quickly come to the conclusion that fighting against this sovereign would be pointless.

Cowardly it is.

These attacks are just a further continuation of the policy of massacres.

Also, it should be clear how “heroic” the Berlin police in Germany were in chasing and arresting a 10-year-old boy for holding a Palestinian flag. We presume that not since the Hitler era has the police force of Germany, this rare representative of the democratic world, the free world, carried out such a heroic act.

Yes, the state murders.

Increasingly, this becomes the function of the state. Collects taxes, oppresses the people, and kills those who rebel. Here is your democracy!

In the world of monopolies, the state kills more explicitly, more often, more “heroically”.

In the world of monopoly ruling, the state attacks with its paramilitary forces, its law enforcement agencies, and these attacks become massacres, genocides.

In the world of monopolies, this is what democracy is.

There is no hesitation to call this state terrorism and it is legitimate and obligatory to resist against this state by all ways and means.

In Lebanon, a genocide of sorts is being attempted.

States or big corporations have the means to carry out more of these massacres. Apple, for one, can blow up all its phones if it feels like it, if it sees fit. In any case, the battery, the power supply of the phone cannot be removed.

We are well aware that anyone and everyone who carries these phones, the so-called smart phones, can be bugged and monitored at will. Don’t bother questioning how tapping billions of cell phones will help them. Don’t, because you are not in their shoes and information that is unnecessary for you may be considered very necessary or important for them.

The cell phone is rightly described as the “modern leash”. Namely, leashes on animals to identify who owns it. Even though animals are not utilized in production, as they were in ancient times, it is “important” to reveal who owns them. After all, we live in a world of property. Everything must be owned. Even an idea, even a poem. Water has already been claimed as property, as the shade of a tree and the air will one day be claimed as property, if capitalism survives. Therefore, capitalism needs to be overthrown immediately, “in due time” as Fikret Başkaya puts it.

The modern leash is not given to anyone by “open force”. Some companies, of course, exercise their “right” to be the owner of the cell phone. But everyone feels some kind of obligation to own a cell phone. Life without a cell phone is considered to be “primitive” and not only that, which brand of leash, excuse me, which brand of cell phone is more prestigious is also an issue. Just put it this way, a dog does not have the right to choose the leash it is collared with. A modern leashed human being has a choice in this regard.

Yet the difference is not limited to this. The cost of a sheep’s leash is borne by the sheep’s owner. Whereas the cost of a human leash is borne by each individual human being.

So, in fact, at any time we can be subjected to the mass assassination that has already occurred in Lebanon. No obstacle stands in the way of this.

State terrorism has reached a new level. Like those games played with electronic devices, a new level has emerged.

Now, many states are comparing their terrorist practices with the attack in Lebanon, and it would not be an exaggeration to assume that they are saying “bravo”. So far, apart from Russia and China, hardly any country has condemned this cowardly act of state terrorism in Lebanon. Let’s not overstate it, but in the Western world, not a single country has condemned this act. Hence, the “free world” will come up with new practices in this regard.

Imagine, if this act had been committed inside Israel, for example, the entire Western world would not hesitate for a second to condemn it as a clear act of terrorism. But when Lebanon is the target, that is not the case.

Soon there will also be acts of car explosions. The world’s dominant powers, the monopolies, have begun to show what they have at their disposal. What else they can do is not difficult to imagine. Yet even all this does not guarantee their victory; on the contrary, it reveals and is revealing their fears.

This is the distinguishing point of state terror. A state attacking the people out in the open is not terrorism, whereas if the people stand up to it, then it is an act of terrorism.

Now, did Israel achieve a great victory in Lebanon by this?

Of course not.

But Israel and the USA are blatantly declaring that in this war they do not and will not recognize any limits.

The war ongoing around the world is now without rules and boundaries.

And, of course, this war will find its reflection within the countries that are waging it. Every war is a civil war. Therefore, in fact, it is necessary for the world proletariat to take the field with its organized actions, to appear on the fields of action, to use its power from production. Apart from this, nothing else can prevent such a war.

The cause of the war is capitalist-imperialist hegemony on the face of the earth. The desire of the monopolies for domination. It cannot be expected from them to end this war. On the contrary, only the rising up of the world working class in order to overthrow their domination can stop this war.

Apparently, until the struggle of the forces of revolution and socialism rises, we will see many more bizarre, cowardly practices of state terror.

The US move to spread war and assassinations

Fikret Soydan

September 2024 – Kaldıraç Issue 278

As we know, the US hegemony is unraveling. Today, this is recognized. At least widely. And it is not new. As early as the 1970s, Sweezy and Baran wrote that economically the end of US hegemony was in sight. The US had financed the Vietnam war by printing unrequited money. But there is more: it survived the crisis of 1971 by means of consolidating the dominance of the dollar, through the so-called petro-dollar system. The fact that all Middle Eastern oil was sold in dollars and that the sales money was kept in US banks in dollars not only allowed the bank capital to grow out of the crisis, but also further reinforced the dollar as the currency of the world economy.

And of course this was ensured through NATO, which was the expression of the military power and control of the USA.

While US hegemony was initially based more on economic superiority, etc., its maintenance, after the 1950s, especially after the 1970s, was based more on military superiority and political hegemony in the Western imperialist organization.

This particular process, this hegemony, is unraveling. And more and more, the United States is resorting to military force to stop this unraveling. It has a clear military superiority over its rivals on the Western front, Germany, Japan, Britain and France. And military superiority over Germany and Japan does not require a great deal of scrutiny because of the limitations on the military industry and army of these two countries after World War II. So it is obvious. There is no need to talk about it. The constitution of these two countries was written by the United States, more specifically by the Pentagon. Therefore, there is no need for discussion. Its military superiority over France and Britain is also clear.

The US, through many maneuvers, acted to maintain and strengthen its position vis-à-vis these other imperialist rivals. The USSR did not exist, China was not on the world market with its own products and brands as it is today. China was more likely to play the role of the world’s factory. And after the dissolution of the USSR, the US had put in place every means of humiliating Russia. So, it seemed to have a clear path in this regard, and that’s how they assessed it and decided that “the US doesn’t need foreign policy”. Of course, this was the way to declare that the whole world is ours.

Servants of capital in the guise of the left, such as Negri, proclaimed the US world empire as the way to establish peace in the world.

On the basis of this (the thesis that we don’t need foreign policy, the world is ours), the US directly launched its occupation policies. The invasion of Afghanistan was followed by the invasion of Iraq. But these two invasions, far from ensuring US world domination in the 1990s, accelerated the disintegration of its hegemony. Or rather, they failed to stop this unraveling. Because the objection to hegemony and the consequent demand for the redivision of the world actually came from the other four imperialist Western powers. Russia and China, unfortunately, were busy at that time, asking to be included in the G7, asking and hoping for a place at the table of their imperialist masters. Therefore, the invasions of Afghanistan and Iraq were actually supposed to serve as a way of saying “I am the emperor and the sole center” to the whole world through the Western front.

It didn’t. Despite military victories, the unraveling did not stop and the US was forced to close its military bases both in Japan and in Europe. The war in Libya was an attempt to take some Western countries back to its side by offering them a piece of cake. At the time, the US and Europe were both busy developing practices for the benefit of their monopolies.

Having taken the Libyan “bait”, the West relaxed a bit and the US instantly launched an operation against Syria. But this operation led to Russia’s entry into the field. So for Russia, the impossibility of taking a seat at the table of the masters had become clear. China in the meantime had already entered the market with its own brands. And it became clear that Russia and China had another plan, and that the US was not the only one making plans.

Unlike in Afghanistan and Iraq, the US suffered a military defeat in the Syrian war. Despite its military victory in Afghanistan and Iraq, the US continued to lose ground. But in the Syrian field, a military defeat has emerged. And of course it has also not accepted this military defeat. Immediately after this situation emerged in the Syrian war, it established a neo-Nazi government in Ukraine through a coup d’état. The Neo-Nazi government in Ukraine was established in 2014. And all kinds of massacre policies were put into practice. Through Ukraine, with the puppet regime created, it developed a war of attrition against Russia. And when Russia openly stepped in to stop this war, it recognized Donetsk and Luhansk, which declared their independence. This situation evolved into the Western imperialist powers siding with the US, surrendering their will to the US. The US won its first victory with regard to Ukraine not in the Ukrainian arena, but in the European arena. The will of Germany and France was broken. Britain has pushed back the discussions on “the great reset” that it had started. The great reset meant the dismantling and reorganization of the old world order, which was the expression of US hegemony, the expression of Western domination. This meant the end of US hegemony as expressed in organizations such as the IMF, the World Bank, the Bretton Woods agreement, which meant the dominance of the US dollar, and NATO. That was the demand. And this demand of Britain is no longer voiced. Of course, the contradictions between the US and the other four imperialist powers have not disappeared. They still exist, but the US has managed to keep all these powers under its control. This is of course a conflictual alliance. But like wolves, imperialist powers always form conflictual alliances.

To achieve this, the US put the threat of China and Russia on the table. China was declared an economic threat to all Western imperialists. The new Chancellor of Germany has made this clear: We in Europe must stand against Russia so that the US can defeat China. The “unification” of the EU and the entire Western front against Russia is in fact part of the war against China. It is inconceivable to think that Russia and China cannot recognize this.

The plan to end the hegemony of the US dollar, which was openly announced by Russia in 2008, has evolved into other organizations. The Shanghai Cooperation Organization and BRICS are clear expressions of this, and the Western front has suffered enormous wounds in this regard. Of course, these are not military organizations. But they are evidence of a clear and comprehensive resistance to the colonization and partition of Russia and China, and it shows that this is a comprehensive counter-attack.

This implies that the US will further develop its war policies, which it already knows very well, and dominate them.

Today, the US has also suffered a military defeat in Ukraine. The consequences of this defeat on top of the Syrian defeat will be experienced. But this is not accepted either. Instead of accepting defeat, it seems that they have and will choose to put all their neo-Nazi methods on the field.

That is why the US now wants to convert the war into a war against China. Therefore, it is busy encircling China. South Korea, the Philippines and Japan have played a role in this.

It is not satisfied with this alone. It also wants to develop and spread the war in the Middle East.

Following October 7 onwards, the war waged through Israel continues today as a genocide against the Palestinian people. And Israel has openly called on the US Congress to escalate the war against Iran. The US parliament gave Netanyahu a standing ovation 57 times. Netanyahu openly, without any cover, declared that they are fighting Iran on behalf of the United States and received support for this.

At this point, the assassinations are noteworthy. This is something that was expected. Israel, and in reality the United States, has launched assassinations against Iran and the resistance front around it. This is not new either.

Moreover, today these assassinations are being developed. This includes the assassination of Slovakian President Fico, the assassination of Trump.

And finally, Netanyahu, returning home after receiving applause in the US parliament, put into action plans to assassinate Hezbollah leader Haji Mohsen (Fuad Shukur) and Hamas leader Ismail Haniyeh.

Haniyeh was killed explicitly inside Iran.

So, in this way, the US has put assassinations into action all over the world. By making moves against critically important people, it is actually pushing the worldwide war even further.

We call it the Third World War. And this war is being conducted by methods quite different from the previous ones. In this way, the US is in fact seriously declaring that it will not give a chance to policies other than war. This is a contradiction to the plans of Russia and China to prevent war, and the US is pushing the opposing front in every way.

For the United States, war away from its territory is always a consideration, and neither Russia nor China are eager for a war far from their neighborhood. This makes the West and the United States more uninhibited and emboldened. After all, China and Russia are on defense.

Israel itself declares, without any interpretation, that it is fighting on behalf of the United States. And the war against Iran is, in reality, being waged with great determination. In this way, it wants to prevent the war of attrition of what Iran calls the resistance front. All kinds of attacks are being launched against the Houthis, Hezbollah and Hamas.

So much so that Israel itself fires missiles into the Druze-inhabited area in the Golan Heights. Israeli officials visiting the region have been protested as “murderers” by the Druze, who refuse to accept being Israeli citizens in any way. Despite this, Israel openly blames and attacks Hezbollah.

On the one hand, this shows that Israel has no policy other than war, or is not inclined towards it. On the other hand, it is part of the US plans to spread the war. Netanyahu will continue these policies despite the protests of the Israeli people.

At this point, one can consider the strange statements of the Turkish state, the Palace Regime. Erdoğan declares that we will invade Israel just like we invaded Libya and Karabakh. With this statement, Erdogan makes a confession. This means that they have established a military presence in both areas. Although Azerbaijan rejects this statement, it comes from the Palace. Therefore, this statement is a confession.

But there is more.

The Turkish state has not severed its relations with Israel, neither militarily nor commercially. All trade continues through Greece. And militarily, the Turkish state and Israel act as partners.

The Israeli announcement to expel Turkey from NATO is actually part of the same game. Whenever Erdogan speaks in a high tone, he follows it up with a contrary practice. More precisely, these high-pitched statements not only conceal the existing practice, but also show that the new practice will be the opposite of the statements.

One should remember that when Erdoğan spoke about Libya, he said, “Where is NATO, where is Libya?” and then the territory of Turkey was turned into a base of attack on Libya. Today, Erdoğan has admitted this.

Likewise, today’s proclamation to “enter Israel” not only aims to cover up the existing commercial and military relations with Israel, but also indicates that within the framework of the war plans against Iran, the invasion of Iraq on behalf of the US will increase. The Turkish state overtly wants to settle in the Kurdish-populated geography of Iraq, which borders Iran, and this plan belongs to the US as well as to the EU, which has lost its will.

The Turkish state embraces all kinds of genocide and massacre plans against the Kurdish people with great enthusiasm when the opportunity arises. Today, there are plans to infiltrate the Kurdish region of Iraq from Syria, from the territories under occupation. This war against the Kurds, together with the opportunity to plunder Kirkuk-Mosul, is actually part of the plan to encircle Iran. They are in this together with Israel and the USA.

Israel has no direct border with Iran. Therefore, the war against Iran is not only a war planned through Israel with the support of the United States. At the same time, the Turkish state, which has unchanged borders with Iran for hundreds of years, is also planned to be involved in the war. In this regard, the Caucasus is being stirred up from the north to intervene in Iran. Erdoğan’s high-pitched statements of “We will attack Israel” actually aim to cover up this situation. Well, if you are going to attack, what is stopping you? Are the Palestinian people preventing you? Of course, it has no meaning except for the Turkish state to say “I’m in”. In other words, they are saying that they are also present in the Middle East war against Iran. What the Turkish state wants in return for the war against Iran is the opportunity and support for the massacre of the Kurds and the opportunity to participate in the plunder of Kirkuk-Mosul.

The attack of Hamas launched against Israel on October 7 and the situation that emerged afterwards has made it difficult for the Turkish state to attack Iran. Due to this situation, the Turkish state is in distress. Therefore, new plans are being put forward, including plans to withdraw from Syria.

The assassinations will, of course, accelerate the war even more.

How Hezbollah and Iran will react is unknown. But it is clear that there will be a reaction. Hezbollah’s capacity to strike Israeli territory has been proven in recent months. And that’s why Israel wants to accelerate the escalation of the war into an outright war against Iran. And this is to be done in time for the US elections, which may or may not even take place.

The plans to expand the war are likely to continue with moves against China. Indeed, on the Ukrainian front, the US has already tried everything. One must assume that they will not hold back from this one either.

The world war is ultimately becoming more obvious. And the United States is willing to wage this war outside of its own territory. This time, as in the first two world wars, it is not possible to keep the war away from its territory.

And of course, from our standpoint, it is important to emphasize over and over again that the only way to prevent these war plans is through a new wave of socialist revolution. Just getting caught up in the games of the rulers and watching them is not the right attitude. The right attitude is to ensure the rising up of the working class for revolution, including the peoples’ struggle against imperialism, and to organize it. A crimson sun will rise from the horizon of this sea of blood. Out of these ruins, a socialist world will be born. For this, the working class, the revolutionaries, wherever they are in the world, must turn their weapons against their own sovereigns, against all the sovereigns in the world.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...