Ana Sayfa Blog Sayfa 11

Saray Rejimi, kayyum ve “içeride dışarıda savaş” politikası

Esenyurt Belediyesi’ne kayyum atandı. Bu elbette siz değerli okuyucunun, bu yazı elinize geçmeden, çoktan okuduğunuz bir haberdir. Muhtemeldir ki siz, bu konuda birçok yorum dinlemiş, duymuş ya da okumuşsunuzdur. Olay “soğumamış”tır ama gündem bir açıdan çoktan değişmiş olacaktır. Gündem, hem değişiyor hem de aslında “derinde” aynı gündem olarak devamlılığını koruyor.

İşte tüm bunları düşünerek, biz, meseleye daha geniş bir açıdan bakalım diyoruz.

Saray Rejimi, sanıldığı ya da sunulduğu ya da göründüğü ve öyle sunulduğu gibi “tek adam” rejimi değildir. Hiç öyle olmamıştır. Böyle düşünmek, aslında devlet denilen şeyi anlamamak da demektir. Devlet, sınıflara bölünmüş bir toplumda ortaya çıkan, sınıfların ortadan kalkması ile kalkacak olan, bir sınıfın, egemen sınıfın, diğer sınıf(lar)ı baskı altında tutması için örgütlenmiş silahlı aygıttır. Sanıldığı ya da sunulduğu gibi, iki sınıfın savaşımında arada duran bir “hakem” değildir. Bizde yaygın olarak algılandığı ve “Anadolu irfanı”nda yaygın olarak söylendiği gibi, “baba” rolündeki adil bir mekanizma değildir. Baba, birçok kültürde, zor da uygulayan aile reisidir. Annenin aksine baba, sevgisini “zor” ile karışık gösterir. Baba şefkatinde birkaç tokat vardır. Ama devlet, hiçbir zaman böyle değildir, olmamıştır, olmayacaktır. Zor tekelini elinde tutmak işidir. Bu nedenle de, devletin şiddeti terör olarak ele alınmaz ve devlete karşı koyan kim olursa olsun, 10 yaşındaki bir çocuk, tren kazasında oğlunu kaybeden bir anne, tecavüze uğramış bir kadın vb. kim olursa olsun, teröristtir.

Şikâyetimiz yok.

Ama bize, devleti başka bir şeymiş gibi sunma girişimlerine de karnımız tok.

Devlet, böylesi bir yapıdır ve egemen sınıfa hizmet eder. Egemen sınıf, devleti aracılığı ile, kendi çıkarlarını, “ulusal çıkar” olarak sunar, kendi egemenliğini, “ulusal egemenlik” olarak sunar ve böylece “milletin devleti” gibi bir olumlu imaj edinir.

Oysa devlet hiçbir yerde, hiçbir zaman böyle değildir. Bizde ise, TC devleti, daha ilk kuruluş anlarından başlayarak, bazı temeller üzerine kurulmuştur.

1- Kuruluş yıllarında, Birinci Dünya Savaşı’nda başlayan işgale karşı halkın anti-işgal direnişini ezerek, halka düşman olduğunu göstermiştir.

2- Ekim Devrimi’nin iki etkisini kırmak için, ona karşı hareket etmiştir.

(a) Ekim Devrimi halkların kardeşliği ve tüm halkların emperyalizmden kurtuluşu mücadelesini ateşlemiştir. Emperyalist Batı, daha ilk andan başlayarak, halkların emperyalizme karşı savaşının yayılmasını önlemek için, Anadolu’da, Osmanlı’dan geriye kalan topraklarda, halkları “düşman” ilan etmiştir. Bu nedenle katliamlar, rastgele olaylar değil, planlı olaylardır. Ve TC devletinin şekillenmesinde köklere sahiptir. “Bu devlete bir millet lazım” cümlesinde ifade edildiği gibi, burada bir millet imalatı da söz konusudur.

(b) Ekim Devrimi, ilk kez proletaryanın iktidarı alması ve burjuva egemenliği yerle bir etmesi de demekti. Buna karşı TC devleti, SSCB’ye karşı bir ileri karakol olarak örgütlenirken, sınıfların varlığını da inkâr etmiştir. Takrir-i Sükȗn Yasası, 1925’te, doğrudan komünist ve işçi hareketini hedef almıştır.

3- TC devleti, en başından beri emperyalizme bağımlı, sömürge bir ülke olarak kurulmuştur. Bu durum, işgale karşı direniş diye adlandırdığımız Kurtuluş Savaşı döneminde, egemenlerin, halk hareketini boğma girişimlerinin de temelidir. Demek ki egemenler, daha o günden başlayarak, emperyalist Batı ile bağımlılık ilişkisine girmiştir. Hitler’in iktidara geldiği 1933 yılı, TC devletinin de 10. yılıdır ve o tarihten başlayarak, devletin tüm gerçek yüzü de ortaya çıkmaya başlamıştır.

4- NATO ile birlikte, TC devleti, tümü ile SSCB’ye karşı, bir ortaklaşa sömürge olarak organize edilmiştir. Din ve milliyetçilik, dışarıda saldırganlık, içeride işçi sınıfının baskı ve şiddetle bastırılması, işçi sınıfının kontrol edilmesi için Türk-İş gibi bir sendikanın kurulması, Diyanet İşleri’nin yeniden yapılandırılması, içlerinde Türkeş’in de olduğu bir grup subayın ABD’de 1946’dan başlayarak, anti-komünist mücadele için özel harp dairesi altında örgütlenmesi ve bu yolla, TC devletinin iç savaşa göre örgütlenmesi, bunun içindedir.

Sanırım daha fazla detaya gerek yok. Demek ki TC devletinin en başından beri nasıl bir karaktere sahip olduğu konusunda bir netliğe sahip olunabilir. Konuyu inceleyen çok sayıda değerli çalışma vardır ve bizim hareketimizin de bu konuda olukça açık ifadelerle durumu ortaya koyan çalışmaları bilinmektedir.

Eğer biz, devletin bugünkü örgütlenmesine yanlış teşhisler koyarsak, mücadelemizi de doğru temelde yürütemeyiz.

Tek adam rejimi, bu açıdan hatalıdır.

Aynı şekilde “AKP-MHP faşizmi” yetersiz ve hatalıdır.

Ve yine aynı şekilde, “patrimonyal sultanlık” yanlıştır.

Elbette tüm bu tanımların, Saray Rejimi’nin çizdiği görüntü ile bir bağlantısı vardır.

Benzer biçimde, her gün bir dua gibi tekrarlanan “Türkiye Cumhuriyeti, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir” sözleri de yanlıştır. Elbette bu sonuncu “dua”dır ve diğerlerinden epeyce farklıdır.

Saray Rejimi, en başta, egemenin ortak organizasyonudur ve eskisi gibi yönetemediğinin de açık itirafıdır.

Egemen dediğimiz zaman, uluslararası tekelleri ve onların yanında ülkemizde onların işbirlikçisi, ortağı olan tekelci sermayeyi, para babalarını vb. içine almaktadır. Ve Batı, NATO, eskisinden farklı olarak, kendi içinde dünyanın paylaşılması savaşının da içindedir. Dün, komünizme karşı ortak mücadele, önce SSCB ortadan kalkınca çözüldü ve şimdilerde Rusya ve Çin’e karşı savaş başlığı altında yeniden organize edilmektedir. Ama alttan alta, çözülmekte olan ABD hegemonyası tüm gerçekliği ile işleyen bir süreci ifade etmektedir. Bunun ülkemize yansıması, “ortak”ların, Batı’nın kendi çıkarlarını da ayrı ayrı düşünmekte olduğu şeklindedir. Bu nedenle, Almanya, ABD, Fransa, İngiltere kendi çıkarlarını da temelleyecek bir politika izlemektedir. Almanya’nın ekonomik gücü ile bağı kopmuş siyasal bir gerileme yaşadığı da açıktır. İsrail’in ise ABD uzantısı olarak iş gördüğü biliniyor. Tüm bu güçler, Saray Rejimi’nin oluşumunda etkindirler.

Saray Rejimi, parlamentonun anlamını yitirmesi demektir. Bugün TBMM göstermelik bir organdır ve doğrusu, “iktidarın apış arasını örtme” görevini bile gördüğü tartışılır. Bu nedenle mesela meclise yürümek, anlamı olmayan bir eylem tarzıdır.

Saray Rejimi, seçimleri bitirmiş, sandığı gömmüştür. 2015 yılından beri yapılmakta olan seçimlerin tümü hilelidir. Kürt sorununun çözümü için başlatılan “çözüm süreci” ya da bazılarının deyimi ile Oslo süreci, masanın devrilmesi ile rafa kaldırıldığından bu yana hiçbir seçim hilesiz yapılmamıştır. Bu faşizan görüntü, gerçekte, devletin olağanüstü örgütlenmesinin sonucudur. Ve bu örgütlenmede, tüm siyasal partiler rollere sahiptirler. Yani Saray Rejimi, sadece AK Parti ve MHP’nin ortak iktidarı değildir. Tersine, CHP de dâhil tüm burjuva partiler içindedir.

Saray Rejimi’nde, iktidar kadar “muhalefet” görevi ile yüklenmiş partiler, mesela CHP, özel bir role sahiptir. Saray Rejimi’nin baskı ve şiddet politikası, içeride ve dışarıda savaş politikası, ancak CHP’nin halkı sahte vaatlerle oyalaması ile birleştiğinde anlamlıdır. Onun için, Saray, CHP de dâhil tüm burjuva partileri kapsamaktadır. Bu durum, ne “tek adam rejimi”, ne “AKP-MHP faşizmi”, ne de “patrimonyal sultanlık” ile uyumlu değildir. Bu vurgular, devleti anlatmaktan uzaktır, tersine, TC devletinin olağanüstü örgütlenmesinin kavranmasını da engellemektedir.

Saray Rejimi’nde tüm siyasi partiler, birer birer siyasi parti olmaktan da çıkmıştır. AK Parti diye bir parti yoktur. Bir AK Parti vardır ama, bu bir siyasal parti değildir, bir çeşit cemaat ya da bir çeşit çetedir. Aynı şey MHP için de geçerlidir. Bir paramiliter güç gibidir. Aynı şey, bugün CHP için de geçerli olmaya başlamıştır. CHP, bir siyasi parti olarak davranmamaktadır. Bir burjuva parti de olsa, her siyasi parti, iktidarı almak için mücadele eder. Amerika’da, o ünlü açıklamasıyla Özel, rüşveti jest ilan ederken, aynı zamanda “biz içeride muhalefetiz ama dışarıda Türkiye partisiyiz” derken, tam da bu gerçeği ifade etmiş oluyordu.

Mayıs 2023 seçimlerini bu çerçevede ele almak gerekir.

Mayıs 2023 seçimleri, NATO ve Batı ortak anlaşmasının ürünüdür. Yeni görevlendirmeler karşılığında Erdoğan tekrar seçilmiştir. Kendisi de kime teşekkür edeceğini şaşırmıştır. Bu, egemen dediğimiz gücün içinde NATO’yu hesaba katma zorunluluğunu ifade etmektedir. Türkiye, bağımsız bir ülke değildir. Seçimler, NATO operasyonu ile tamamlanmıştır ve ardından, 8 ay sonra yerel seçimlerde ortaya çıkan tablo, sistemin yeniden organizasyonu için bir yeni dönemi ifade etmektedir.

Mayıs 2023 seçimlerinden sonra iki şey olmuştur; birincisi bir savaş kabinesi kurulmuştur. Bu savaş kabinesi, bugün, açık hâle geliyor. Parlamentoda kapalı oturumlar ya da Dışişleri Bakanı’nın, bir savaş kabinesi üyesi olarak “savaş geliyor” açıklamaları bunun içinde ele alınmalıdır. Bu savaş kabinesi, içeride-dışarıda savaş politikasının daha da güçlü sürdürülmesi içindir.

Bu çerçevede, yeni organizasyonla iktidar, ABD politikalarına bir tetikçi olarak, daha kapsamlı biçimde evet demektedir. Bunu izlemek de mümkündür.

2023 Mayıs seçimlerinin ardından, “kayyum politikaları bitti” diye hayallere kapılanlar, içeride ve dışarıda savaş politikalarının anlamını anlamayanlardır. Yazık ki, bu görüşe sarılanların bir bölümü, ABD’nin demokrasinin savunucusu olduğuna inanmaktadır. Oysa tarihi boyunca ABD, ne halkların isteklerine ne de demokrasi denilen şeye hiçbir zaman bağlı olmamıştır. Saddam’ın yanlış politikalarına bakarak ABD müdahalesini alkışlamak ne denli yanlış bir politika ise, ABD’nin Irak’a demokrasi getirdiğini savunmak da o denli abestir. ABD’nin halklara karşı tutumunu Filistin örneğinde bir kere daha görmek mümkündür. Bu durum, Filistin halkının örgütlülüğünün zayıflığı ile açıklanamaz. O zayıflık, direniş hattını etkiler. İsrail’in yaptıkları, ABD’den bir dirhem bağımsız değildir.

Şimdi, bu kayyum politikalarını bir kere daha görüyoruz.

2023 Mayıs seçimlerinin ardından, alacaklı uluslararası şirketler, deyim uygun düşerse ekonomiye el koymuştur. Ekonomi, bir uluslararası konsorsiyuma devredilmiştir. Bu konsorsiyumun memuru Mehmet Şimşek’tir ve doğrusu Saray’dan bağımsız bir süreci yürütmektedir. Ama bu elbette, Saray Rejimi’nin, yağma, rant ve savaş ekonomisi politikasına ters değildir. Zira Saray Rejimi’nin “yağma, rant ve savaş ekonomisi politikası”, uluslararası sermayenin, onların yerli işbirlikçilerinin politikasıdır. Yani, Erdoğan’ın tek başına politikası değildir. Erdoğan, bu politikanın ortak sesidir.

Tüm bunlar elbette Erdoğan’ın suçlarını hafifletmez.

Şimdi, Esenyurt sürecine dönebiliriz.

Öncesinde, “el sıkışma” sahnesi vardır.

Öncesinde, Bahçeli’nin elini sıkan Özel’in biat ifadeleri var.

Öncesinde, Özel’in “normalleşme” süreci ile Erdoğan’a koşması sahnesi var ki hiçbir Yeşilçam filminde hiçbir kavuşma sahnesi bu kadar trajikomik değildir.

Öncesinde, Can Atalay’ın milletvekilliği konusundaki anayasa mahkemesinin kararına uygun olarak TBMM’deki toplantının boşa çıkartılması sahnesi var.

Öncesinde, yerel seçimlerden çıkarken, CHP’nin, Saray’ın sadaka politikalarına kendini veriş şekli var.

Öncesinde, ABD’de rüşvete jest demek var.

Eğer Özel örneğinden tartışacaksak, Özel bu yola, daha ilk günde, 1 Mayıs 2024 kutlamaları sırasında girdiğini açık etmiştir.

Şimdi, CHP acaba Esenyurt Belediyesi’ne kayyum atanması konusunda bir direniş sergileyecek mi sorusu bile fazladır.

Bir yandan Bahçeli, Öcalan’ı meclise davet edip, DEM grubunda kendini inkâr etmesi temelinde bir açıklama yapmasını dile getirmektedir. Ama öte yandan, bu kez Batı’dan başlayarak “kent uzlaşısı” alanlarından başlayarak kayyum politikası ile yeni bir saldırı başlatılmaktadır.

Bir yandan, “yeni bir açılım” izlenimi yaratılmaktadır, diğer yandan da gevşeyen “muhalefet”e uygun yerden saldırmaktadır. Bu aslında, Kürt meselesi konusunda devletin bilinen tutumunun devamıdır. Ama nedense, birçok kişi, bu konuda yeniden umuda kapılmaktadır.

Oysa, Kürtlerin yeniden bir el sıkışma ile kandırılacağı fikri, devlet katında dahi düşünülen bir şey değildir.

TC devleti, ABD emri ile bir hamle yapmaktadır.

Bu hamle, İran’a karşı savaş hazırlıklarının bir parçasıdır.

Bunun için, hem Suriye’de hem de İran’da yeni bir savaş hamlesi başlatılmak istenmektedir. TC devletinin bu konuda da rol alması planlanmıştır. Bunda şüpheye yer yok. İsrail ile TC arasındaki derin ilişkiler, tüm tepkilere rağmen İsrail ile ticaretin ve askerî işbirliğinin bitirilmemesi bunun en somut kanıtıdır.

Bu işbirliği, Ortadoğu’da dengeleri ABD lehine değiştirmeyi hedeflemektedir.

Bu konuda ABD’nin Kürtler içindeki “dostları” devreye sokulmak istenmektedir. Buna biz, genel bir hat olarak Barzani çizgisi diyoruz. Bu Barzani çizgisi, Kürt hareketinin devrimci çizgisinin tam karşısındadır. Ve Barzani çizgisinin Suriye Kürtlerinde de, Türkiye içinde de etkisi olduğu bir sır değildir.

İşte adına açılım da denmeyen, ne olduğu da tam belli olmayan, Bahçeli açıklamaları ile öne getirilen süreç, gerçekte, Barzani çizgisinin daha da öne çıkmasını hedeflemektedir. Elbette Barzani çizgisinin önünü açma hamleleri, sonuçta, Kürt sorununa bir yaklaşım da demek olduğundan, TC devletinin ve ABD’nin istemediği bazı sonuçlara da gebedir. Bu nedenle, bu olasılığı önlemek için, TC devleti yeni bir saldırı dalgasını da devreye sokmaktadır. Çok klasik, bilinen bir taktiktir; yumruğunu sıkmış olan birisine egemen, önce elini uzatır, yumruk gevşerse, hemen darbeyi indirir. Yapmaya çalıştıkları da budur. Ancak bunca yıldır mücadele eden Kürt hareketinin, bizim de görebildiğimiz bu taktiğe kanacağını düşünmek için bir neden yoktur.

Saray Rejimi, ABD emri ile, yeni bir süreç başlatmış ya da başlatıyormuş gibi yapmaktadır. Bu yolla, uzlaşmacı Kürt hareketlerinin, biz buna Barzani çizgisi diyoruz, önü açılmak istenmektedir. Bunca aktörün, emperyalist merkezlerin içinde olduğu bu süreçte, elbette Kürt hareketi içinde de birçok farklı eğilim çatışmaktadır. Bu çatışma, Irak Kürdistanı’nda da açıktır.

ABD, İran’a karşı savaş için birçok yönden bir hazırlık yürütmektedir. Bu hazırlığın bir parçası da Türkiye cephesinde sürdürülen çalışmalardır. Saray bu konuda çoktan hazırdır. Saray bu yolla, kapsamlı Kürt katliamlarına hazırlanmaktadır. Bunun bilincinde olmak gerekir.

Türkiye, Suriye’de, Irak’ta işgalci güç olarak vardır. Bu işgalci politika sürerken, Suriye ile barışmak gibi söylemler, İsrail’e karşı atılan nutuklarla aynı niteliktedir. İsrail’e köpürürken nasıl işbirliği yapıyorlarsa, Suriye ile işbirliğinden söz ederken, aynı biçimde saldırgan politikalarına devam etmek istiyorlar.

Bu durum tüm dünya çapında sürmekte olan savaşın da bir uzantısıdır.

Egemen ne zaman barıştan söz ederse, bilinmelidir ki savaş baltalarını bilemektedirler; ne zaman açılımdan söz ederlerse, bilinmelidir ki katliam politikalarına devam etmek için ilave hazırlıklar yapmaktadırlar.

Esenyurt’ta kayyuma karşı CHP’nin bir direniş göstermesi mümkün değildir. CHP, bu konuda Saray’a eklenmiştir. 1 Mayıs’ta Özel’in tutumu, bugünün işaretidir. Sokaklara çıkacağız, eylemler yapacağız diyen CHP’nin yeni yüzü, bu konuda ortaya nasıl bir pratik koymuş ise, şimdi de Esenyurt konusunda aynı pratik tutumu alacaktır.

CHP, yerel seçimlerden sonra, erken seçim çağrısı yapmaktan nasıl çark ettiyse, bugün de Saray’ın politikalarını onaylamak için benzer tutumlar alacaktır. Makama saygı adı altında nasıl Cumhurbaşkanını karşılarken ayağa kalkıp, etkisi olmayan meclisin “makama saygı” hâlini unuttularsa, benzer biçimde, kayyum kararlarını da devlete saygı adı altında unutacaklardır. Görevleri budur. CHP’nin yeni yönetiminin ana görevi, Saray Rejimi’ni, -son seçimler de içinde- meşrulaştırmaktır. Bu konuda yol alanların, herhangi bir gelişmede direnişe geçeceğini beklemek mümkün değildir.

Şimdi CHP ve onun uzantısı olan “aydın”lar, hep birlikte, “TC devleti, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” duasını daha yüksek sesle söyleyeceklerdir.

Geriye kalan yol açıktır: Kitlesel direniş.

Kitlesel direniş, işçi sınıfının ayağa kalkması, genel bir direnişi gerçekleştirmek üzere, genel grevi örgütlemek üzere örgütlenmesidir.

Direniş, yaşamın her alanında sürmektedir. Mesele, bu direnişi yaymak, daha da geliştirmek ve örgütlü hâle getirmektir.

İşçi sınıfı, tüm burjuva partilerin kuyruğuna takılmaya son vermelidir. Bunun yolu, işçi sınıfının devrimcileşmesi ve örgütlenmesidir. İşçi sınıfının, kadınların, öğrencilerin direnmek dışında bir yolu yoktur. Bu direniş, devrimci bir rotasını bulacaktır. o

Asgarî ücret ve işçi sendikacılığı

Aslında hangisi sorundur sorusunu sormalıyız: Asgarî ücret düzeyinin düşüklüğü müdür esas sorun, yoksa sendikaların işçi sendikası olmaması mıdır?

Bir yılın daha sonuna geliniyor. Aralık ayı, “asgarî ücret” tartışma ayı hâline gelmiştir. İşçi sendikaları, tüm yıl boyunca ancak belli açıklamalar yapmakla yetiniyor ve aralık ayının gelmesine yakın, “basın açıklamaları”, hadi biraz daha toplumsal muhalefet devrede ise, o zaman da “miting”imsi mitingler düzenliyorlar.

Yani süreç şöyledir: Devlet, 11 ay boyunca, işçileri “enflasyona ezdirmeyeceğiz” şarkısını söylüyor. Devletin bu şarkısına işverenler tempo tutup, kendilerini dansa veriyorlar. Sendikalar ise, arada bir, işçilerde yükselen tansiyona bağlı olarak “do” sesi verir gibi açıklamalar yapıyorlar. Sonra, aralık ayı geliyor ve herkes bol keseden atıp tutuyor, mesela “enflasyona ezdirmeyiz evelallah” ya da mesela “%30’un altını kabul etmeyiz” açıklamaları yapıyor.

Bu arada biliyoruz ki, TC devletinin yetkilileri Batı şirketlerine, yani yabancı sermayeye, %25 zam yapılacağını söylüyorlar. Bir başka yerden de %25 az, %30 olmalı diyenler var.

Sonuçta elimizde 3 veya 4 rakam var.

%25 mi artış olacak?

%30 mu olacak?

30 bin mi olacak?

“Enflasyona ezdirmeyiz mi” olacak?

Yoksa “biz hiçbir kesimi mağdur etmedik” mi olacak?

Gelin bu konuyu biraz daha geniş bir pencereden ele alalım.

1

Asgarî ücret nedir? Sermaye, ancak işçi emek- gücünü satmak zorunda kalıp satınca sermaye hâline geliyor. Ki bu insanlık tarihinin de kısa bir özetidir. Yani sermaye, ancak canlı insan emeğini emerek, semirerek, sömürerek büyür. Büyümeyen, çoğalmak için yatırılmayan para, sermaye değildir.

Üretim sürecine 3 çeşit “güç” girer. Bunlardan biri makinalardır. Makina, üretim araçları, aslında daha önceki üretimlerde işçi tarafından üretilmiş, maddeleşmiş emektir. Buna cansız emek de diyebiliriz. İkincisi hammaddedir. İster doğadan doğrudan kullanılsın, isterse üzerine emek harcanmış olsun hammadde, kendisi ne ise üretim sonucu ortaya çıkan ürüne o kadar aktarım yapar, o kadar değer ekler. Makinalar da öyledir. Makinayı, her kapitalist, “amortisman” olarak hesaba katar. Ve üretime giren üçüncü güç, canlı insan emeğidir. Emekçinin emek-gücüdür. İşçi, emek-gücünü satar ve karşılığında, kendini geçindirecek mal ve hizmetler için gereken minimum parayı alır. Onun ihtiyacı olan şey, hayatta kalması için gereken maddî şeylerin tüketiminin sağlanmasıdır.

Emek-gücü bir meta hâline geldiğinde, işçi emek-gücünü tıpkı bir ceket gibi satar. Ceketi alan karşılığında bir ödeme yapar ama ceketin kullanım değerini almıştır o. O ceketi, mümkün olan en iyi şekilde kullanmak ister.

Kapitalist emek-gücünü, belli bir saat boyunca satın alır. O süre boyunca işçinin emeğinin tüm ürünlerini alır. Bu süre içinde işçinin canını çıkartacak şekilde onu çalıştırır. Onun kullanım değeri olan üretim yapması işini son noktaya kadar kullanır. Yani kapitalist, sermaye, işçiyi boş durmak için işe almaz.

İşçinin emek-gücünün karşılığını öder kapitalist. Kapitalist için mesele, emekçinin ertesi gün, daha ertesi gün, yani ölene kadar işe gelecek kadar mal ve hizmet tüketmesidir. O açıdan ne gerekiyorsa onu verir ama bu arada ondan ne kadar çok alıyorsa onu alır. Onu daha uzun süre çalıştırır, onu daha üretken tarzda çalıştırır, nefes almasını bile kontrol eder. Her işçiden öğlen molasında 5 dakika çalan 100 kişilik bir fabrika, her gün bir işçilik daha çalışma zamanı elde eder. Tek tek işçiler için 5 dakika nedir ki? Hele bizim Anadolu irfanında, al o beş dakika da senin olsun, demek yaygındır. Ama bu 5 dakika, 100 kişilik bir fabrikada bir ilave işçi demektir. Bunu aylık, bunu yıllık olarak da hesaplamak mümkündür.

Asgarî ücret işçinin ertesi gün işe gelebilmesini sağlayacak mal ve hizmetlerin toplam tutarı demektir.

Asgarî ücret iki etkene dayanır; birincisi fizikî gereksinimler, ikincisi toplumsal gereksinimler. Fizikî gereksinimler, yiyecek, içecek, barınak vb. demektir. Toplumsal asgarî ise, içinde yaşanılan topluma bağlıdır. Diyelim ki tiyatroya gitmek bir ihtiyaç değil ise, komşu ziyareti bir ihtiyaç değil ise vb. bu toplumsal asgarî düşer.

2

Bugün bizim ülkemizde, özellikle 2018 krizi sonrasında, yaşam şartları son derece güçleşmiştir. Bu, sadece yiyecek, sadece giyecek, sadece barınma, sadece sağlık, sadece eğitim, sadece ulaşım demek değildir. Bu aynı zamanda sosyal yaşamın da çekilmez hâle getirilmesi ile birleşmektedir. İş cinayetleri, çalışma koşullarının kötüleşmesi, daha uzun süre çalışma, kadın cinayetleri, çocuk istismarı, artan kumar-uyuşturucu vb. gibi kolay yoldan para bulma umudu, sağlık cinayetleri vb. yaşamı dayanılmaz hâle getirmektedir.

Yaşamak pahalıdır ama ölmek son derece ucuzdur. Hayat pahalı, can ucuzdur.

Bu koşullarda, asgarî ücret, hiçbir biçimde yaşamak için yetmemektedir. İşçiler, ayın sonunu getirmek için, her türlü yolu denemektedirler. Bu, aynı zamanda, uyuşturucu satışı, kumar, piyango vb. gibi oyunlar da demektir.

Kapitalist sistemi sarsan kriz, sermayenin devleti olan devlet tarafından, işçi ve emekçilerin sırtına yüklenmek istenmektedir. Haraçlar, vergiler, zamlar, enflasyon bunun başlıca araçlarındandır.

Enflasyon, işçi sınıfının gelirini çalıp, sermaye sınıfına aktarmanın başlıca araçlarından biridir.

3

Ülkemizde, 12 Eylül ile başlayan süreçte, işçi sendikaları, devlet tarafından işgal edilmiş, kontrole alınmıştır. Bu kontrolü sürekli kılmak için, gerekli yasal düzenlemelerin yanında, sendikaların başına, özel bir ekip yerleştirilmiştir. Bu ekip, çok eskiden beri var olan sendika bürokrasisi olmaktan çıkmıştır, onun çok ilerisindedir. Bugün sendikalar, işçi sendikası olmaktan çıkmıştır. İşçilerin sendikaya üyeliği sürmektedir ama sendikalar artık işçi sınıfının ekonomik çıkarlarını bile korumak için hareket etmemektedir. Sendikaların başına çöreklenmiş bu yapı, sendika mafyasıdır.

Sendika mafyası, devlete bağlı, sermayeye, işverenlere doğrudan bağlı, büyük paralarla oynayan, sendikaları birer holding hâline getiren, sendikaları tıpkı tarikatlar gibi, kâr eden işletme gibi işleten bir özel güruhtur. Bunların silahlı adamları vardır. Sendika binalarının bazıları, holding binaları gibidir. Buralara işçilerin girmesi istenmez.

Bu sendika mafyası ile birlikte, işçilerin;

– Tüm sosyal hakları tek tek tırpanlanmıştır. Kreşleri, sosyal alanları, yakacak vb. destekleri tek tek yok edilmiştir.

– Özelleştirme programları, bu konuda çok büyük iş görmüştür.

– Sendikalar, önce grevsiz, grev yapmayan sendikalara dönüştürülmüştür. Ortaya çıkan kısa süreli iş bırakmaların neredeyse tümü ya da tümüne yakını, işçilerin öfkelerinin taşması sonucu ortaya çıkan kendiliğinden iş bırakma eylemleridir. Grev, önce sendika tarafından önlenmektedir. Taşeron sistemi ile grev kırıcılığı yasal, meşru hâle getirilmiştir. Buna rağmen olur da bir yerde grev gündeme gelirse, o zaman da Saray Rejimi, devlet devreye girmektedir ve grevi yasaklamaktadır.

Grevsiz bir işçi hareketi, grevsiz bir sendikacılık ortaya çıkmıştır.

Üç büyük konfederasyon ve onların çoğunluk üye sendikaları, mücadeleyi grevsiz mücadele olarak algılamaktadır. “Mücadele” denilince, basın açıklaması yapmak, bir yerde nutuk atmak, gazetelere demeç vermek vb. gibi şeyler anlamakta, bunları yapmakta, bu yolla işçilerin öfkesini boşaltmaya çalışmaktadır.

Böyle olunca, sendikaların sermayeye karşı ekonomik mücadelesi dahi ortadan kalkmaktadır.

Bu durumda, toplu sözleşmeler her zaman kayıplarla sonuçlanmaktadır. 12 Eylül baz alınırsa, ancak çok az sayıda toplu sözleşmede reel bir kazanç ortaya çıkmıştır, bir bütün olarak işçiler, adım adım ekonomik ve sosyal haklarını kaybetmişlerdir, kaybetmektedirler.

Tüm iş, yılda bir kere belirlenecek olan asgarî ücret tartışmasına dönüştürülmüştür.

Asgarî ücret, enflasyonun çok yüksek seyrettiği koşullarda, giderek ortalama ücret hâline gelmektedir. Asgarî ücreti diyelim ki %100 artırdıklarında, işverenler, diğer çalışanların ücretlerini mesela %60-70 artırmaktadır. Böylece, işçilerin ortalama ücret düzeyi düşmekte, giderek asgarî ücrete yaklaşmaktadır.

Asgarî ücretin düşen düzeyi, yaşanamaz bir ücret hâline gelmiş olması, özellikle genç işçileri kumar gibi şans oyunlarına yönlendirmekte, geçimini sağlamak üzere en yoksul olanları mafyatik işlerin içine katılmaya itmektedir. Her gün işverenlerin, “işçi bulamıyoruz” demesinin arkasındaki süreç budur. Çünkü bir kere bile olsa bir şans oyunundan, kolay yoldan 17 bin TL kazanabilen bir insan, 30 gün çalışmayı saçma bulmaktadır. Bu durumda o genç emekçi, çalışma disiplinini de kaybetmektedir. Böylece, mücadele ile hak arama eğilimi, zaten sendikaların işçi sendikası olmaktan çıkmasından kaynaklanan bu eğilim, daha da gelişmektedir.

4

Bu koşullarda asgarî ücret, tüm toplumun ortak sorunu hâline gelmiştir, gelmektedir. İşçiler, tüm çalışanlar, asgarî ücretteki artışı merakla “bekler” hâle gelmektedirler.

Asgarî ücret, şöyle belirlenmektedir: İşçi temsilcileri (ki asla işçi temsilcisi değildirler, sendika mafyasının üyeleridirler), işveren temsilcileri (ki örgütlüdürler) ve sanki tarafsız bir varlıkmış gibi devlet devreye girmektedir. Bu üçlü, birkaç kere toplanmakta ve sonuçta asgarî ücret ilan edilmektedir.

Devlet, asgarî ücreti ilan etmektedir.

İşveren sendikaları, TÜSİAD ve MÜSİAD ve diğerleri, konu ile ilgili Küçük Emrah tutumları ile, işçi sınıfına acır gibi açıklamalar yapmaktadır. Ve sonuçta, bizi de işçileri de düşünen bir sonuç ortaya çıksın, demektedirler. Hem onları hem de işçileri düşünen bir ortak çözüm denildi mi, sendikalar da rahatlamaktadır. Böylece sonuç, aslında çoktan belirlenmiş sonuç, işçilere kabul ettirilmektedir.

İşçi sınıfı, bu denli belirleyici bir hâl almış olan asgarî ücret için, mesela bir genel grev ilan etmemektedir. İşçilerin talepleri hiçbir biçimde ortaya çıkmamaktadır. Üç konfederasyon, bir anda, mesela 3 günlük genel grev ilan etse, belki bu yolla işçi sınıfının taleplerini ortaya koyabilirler. Ama böyle bir şey ortaya çıkmıyor. Sendikalar, “bizi ezdirmeyin,” diyor. Devlet, “ezdirmeyiz, zaten şimdiye kadar da ezdirmedik,” diyor. İşte işleyiş budur.

5

Bu koşullarda, çeşitli unvanlara sahip kişiler, profesörler, ekonomistler, gazeteci kılıklı kişiler, uzmanlar, devreye giriyor.

Özetle tartışma şudur: Geçmiş enflasyona göre mi asgarî ücret belirlenecek, yoksa gelecek enflasyona göre mi asgarî ücret artışı belirlenecek? Acaba asgarî ücret artarsa enflasyon da artar mı? Acaba enflasyon konusunda hükümetin belirlediği hedef enflasyona göre mi artış yapılmalıdır?

Asgarî ücret artarsa acaba enflasyon da artar mı?

Görüldüğü gibi, soru tersine çevrilmiştir. Ortada enflasyon var ve enflasyon, asgarî ücret artışını bir ayda yok etmektedir. Şimdi, enflasyondan doğan kayıplar nasıl karşılanacak demek yerine, tersine, aslında ücretler artarsa enflasyon artar demektedirler.

Asgarî ücretin artışının, enflasyonu artıracağı bir yalandır.

Zaten yıllardır, sürekli olarak enflasyonun altında bir ücret artışı ortaya çıkmaktadır. Enflasyon %150 iken, asgarî ücret artışı %50 olmaktadır. Bu durumda, zaten işçi ciddi bir kayıp içindedir. O hâlde enflasyon mu ortadan kalkmıştır?

İşverenler, son yıllarda, mesela 2018’den bu yana, rekor kârlar açıklamaktadır. Bu rekor kârlarından fedakârlık etmeleri istenmiyor. Onlar “zor durumdayız” diyorlar. Bir yandan borç içinde yüzen, yaşamını sürdürmekte zorlanan, sokaklardan artıklar toplayarak evine ekmek taşıyan işçiler var, diğer yandan, kârlarını katlayan şirketler var. Ve kârlarını katlayan şirketler, “herkesi düşünen bir ücret artışı”ndan söz ediyorlar. Uzmanlar da bize, asgarî ücret artışı enflasyonu azdırır, diyorlar.

İşçilerin yaşamlarında, yoksulların yaşamlarında en büyük gider kalemleri olarak yiyecek, giyim, ulaşım, kira, sağlık ve eğitim vardır. Buyursunlar, elektrik, su, doğalgaz, ulaşım, eğitim ve sağlık masraflarını bizzat devlet karşılasın. Bu durumda, asgarî ücret ile yaşamak kolaylaşabilir.

Enflasyonu bilerek ve isteyerek düşük gösteriyorlar. Ama bize diyorlar ki, devletin hedeflediği enflasyona göre artış yapalım, biraz da altına inelim. İyi ama zaten enflasyon rakamları yalandır.

Diyelim ki asgarî ücreti %50 artırsınlar, bu durumda asgarî ücret 25 bin TL olur. Bir tomar paradır ve göze çok görünür. Ama bir vergi artışı ile, birkaç haraç artışı ile, bir-iki zam ile asgarî ücret tekrar eski düzeyine iner. Oysa iktidar, enflasyonu %26 olarak hedeflemektedir. Demek %26 artış yaparlarsa, Saray, bakın işçileri enflasyona ezdirmedik, diyecektir. Oysa gerçekte enflasyon çok daha yüksektir.

Yüksek düzeyde işsizlik vardır. Bu işsizlik koşullarında çalışanlar, ellerindeki işi kaybetme tehdidini her açıdan yaşamaktadır. İşsizlik için bir ödeme yoktur. Vardır ama yok gibidir. Emeklilerin maaşları asgarî ücretin çok altındadır ve giderek tüm emeklilerin maaşlarının ortalaması da düşmektedir.

Şimdi mesele nettir.

İşçi sınıfı, eğer, masada oturan sendika temsilcilerinin aracılığı ile haklarının savunulacağını düşünüyorsa, yanmış demektir.

Sendikaların grev silahını tamamen terk ettiği bugün, asgarî ücret için sendikalar, genel grev kararları almıyorsa, o sendikalar, işçi sınıfının haklarını savunmakta samimi değildir.

Öyle ise açıklanacak asgarî ücret, aslında bir başka yanılsama amaçlıdır.

Öyle ise açıklanacak asgarî ücret, işçi sınıfının yeniden kafeslenmesi demektir.

Öyle ise açıklanacak asgarî ücret, hiçbir şeydir.

İşçi sınıfı örgütsüz ise, kendi haklarını savunacak bir örgütlülüğe sahip değil ise, asgarî ücret konusunda umutlu olmanın temeli de yoktur.

Bu nedenle büyük bir komediye dönüşmüş olan asgarî ücret tartışmaları, tamamen oyalama amaçlıdır.

Mesele yılda bir kere asgarî ücret artışını bekleme noktasına gelmiş olmaktır.

İşçi sınıfı, bizzat kendi mücadelesi ile, grevleri ile, her türlü eylemi ile kendi haklarını savunmak zorundadır. Dahası, işçi sınıfı bunun için, kendi siyasal örgütleri, devrimci örgütleri ile sahneye çıkmak zorundadır. İşçi sınıfı devrimci mücadeleden uzak durdukça, aslında ekonomik haklarını da savunamaz duruma gelmektedir.

Durum tam da budur.

Önümüzde, zorlu bir sınıf mücadelesi dönemi vardır. İşçi sınıfı, bu mücadeleye hazırlanmak zorundadır.

Bunun yolu, Birleşik Emek Cephesinde örgütlenmektir.

Gelişmekte olan devrimin ayak seslerini, toprağın altından gelmekte olan isyan seslerini doğru anlamak gerekir. Bu nedenle gözümüzü örgütlenmeye dikmemiz gerekir. Siyasal örgütlenmeden vazgeçen işçiler, kaybetmeye mahkȗm olurlar. Siyasal örgütlenmesini geliştirmeden ülkemiz işçi sınıfı, ekonomik haklarını da alamaz, koruyamaz, geliştiremez.

Saray sineması! “Yeşilçam”dan sonra çekilir mi?

Sahi, siz “Yeşilçam”ı eleştirenlerden misiniz? Hani, öyle bir tek filmi eleştirmekten söz etmiyoruz. Daha kapsamlı bir biçimde, Yeşilçam sinemasını gördüğünde uzak duranlardan mısınız? Hani, Cüneyt Arkın’ın (kendine de nasıl bir soyad seçmiş, “Arkın”. Acaba “ark”tan mı geliyor, yoksa “kın”dan mı? Hani, “ar”ını, “kın” içine koymuş gibi mi? Neyse…) bir vuruşta “kahpe Bizans”ın “kahpe dilber”ini kurtarmak için kılıcıyla 10 adamı aynı anda yere sermesine bakıp, tüm “Yeşilçam”ı görmezden gelmeyi yeğleyenlerden misiniz? Peki, “Örümcek Adam”da ya da “007”de, Cüneyt’in sahnelerinden bin kat daha absürt sahneleri nasıl seyretmeye doyamadınız? Yoksa siz, “Beyaz Türk” olmak için, Türkiye’nin “küçük Amerika” olma projesinin yan ürünü olanlardan mısınız?

Sanırım, “Yeşilçam”ı tümden yerle bir eden ve seyretmeyi bir çeşit “düşük kaliteli” seçim bulan, tuhaf kelimeleri art arda sıralayınca kendini bilgili gibi göstermeyi başaran pek çok karakter, Amerikan filmlerine bayılır. Aynı biçimde mesela Hint sinemasını da hiç sevmezler. Eğer Batı’dan gelmiyorsa “banal”dir. Acaba, bugünlerde “banal” yerine ne kullanıyorlar? Zengin şımarık kadınlar acaba, aşağılamak için “banal” yerine ne diyorlar?

Kuşku yok ki, “Yeşilçam”da çok eleştirilecek şey var. Ama yine de “Yeşilçam” kültürü diye bir kültür var ve sinemamızın emekçileri, birçok zorluğa katlanarak, güzel şeyler yapmayı da denemişlerdir.

Bu nedenle, bugünlerde “Saray sineması”nda gösterime giren sahneleri düşünüp de, bunlar “Yeşilçam”ın en kötü filmlerinden de kötü demeden önce, biraz olsun, “Yeşilçam”a haksızlık olmaması için bir not düşmek gerekli oldu.

Konumuz elbette sinema değil, ama Saray sineması, “Yeşilçam”a kurban olsun!

Basın, Erdoğan, Bahçeli, İletişim Başkanı Altun, sırlar adamı Kalın, ordan buraya burdan oraya “füze atma” ustası Fidan, “yeni jön” Özel ve maalesef son kadın oyuncu olarak sahneden çekilen Akşener’in yerini doldurmaya çalışan AK Parti’nin yeni yıldızı Zengin ve başkaları, hep birlikte her gün yeni bir film vizyona çıkartıyorlar.

Her biri, diğerinden pespayedir, her biri bir diğerine göre daha “çukur”dur. Eğer en pespayesini seçecek bir jüri olsa, jüri üyelerinin seçim yapması çok zor olacağından, tümünü, en pespaye olacak olanı seçmek için bir tombala torbasına koyar ve oradan ilk çekileni seçmek zorunda kalırlardı. Sadece komik değildirler, hem trajiktirler hem de komik. İçlerinde “kurgu” vardır ama bilimden uzak kurgudur. Dram, hep aralara serpilmiştir ve hepsinde “memleketimizin hâli”, “vatan-millet” edebiyatı şeklindedir.

Sonra da, TV kanallarında, buna Sözcü, buna Halk TV ve buna Merdan TV de dâhil, bu film sahneleri üzerine “düşünür”lerin “derin” analizleri devreye girmektedir.

Bakalım bakalım; Bahçeli, DEM Parti yöneticilerinin elini sıkmak için, bizzat yerinden kalkmış (demek ki, yerinden kalkmanın “bizzat” olmayan bir hâli de var olmalı) ve eylemini gerçekleştirmiş, ellerini sıkmıştır, “düşünür” ordusu bu konuda ne yorum yapacak?

Ardından, hızını alamamış, bunun üzerine, eylemini savunan, içinde tehdit mesajları da olan birkaç konuşma yapmıştır.

Bitmemiştir.

Ardından, Öcalan’ı, kendine has bir üslupla, hafif kıvranarak, Meclis’e, DEM Parti grubuna konuşmaya davet etmiştir. Peki bunun Türkçe meali nedir? Çünkü Bahçeli’nin Türkçe konuştuğu çok tartışılır. Her ne kadar “Türkçe olimpiyatlarını” Gülen adına, güler yüzle karşılamış olsa da, konuştuğunun anlaşılması için bir de “meal” tefsiri gerekir.

Sonra da bunun ardında durduğunu beyan etmiştir.

Şimdi, “düşünür” pozisyonuna bürünmüş gazeteciler, TV kanallarında tartışmaya başlamışlardır; acaba, Bahçeli, bu konuşmaları Erdoğan ile bağlantılı, Erdoğan’ın bilgisi dâhilinde mi yapmıştır? Yoksa bir gün kendine esmiş ve AK Parti ile yolları ayırmak için mi bunu yapmıştır?

Tartışma büyük ve derindir. Acaba, AK Parti ile haberli olarak bu konuşmaları yapmamışsa, neden bu konuşmayı yapmıştır? Bu durumda, MHP ile AK Parti arasında bir çatışma mı varmış? Eğer varsa ne boyuttadır?

Tartışmanın “düşünür”ler cephesinden ne kadar derinlikli olduğu açık değil mi? Yani, Erdoğan, acaba bu açıklamaları herkes gibi TV kanallarından mı ilk kez duymuştur? Soru böyle sorulunca, birden “düşünür”ler ordusunun pek de düşünmediği ortaya çıkıyor.

Bu noktada Bahçeli, bir video klip yayınlamıştır. Mehmet Ali Erbil’in klipleri halt etmiş. Klip, çeşitli şarkıları içermektedir ve Bahçeli, klipte başrol oyuncusu olarak yer almaktadır. Bu durumda Bahçeli, Erdoğan’a mı mesaj gönderiyor, yoksa yeni jön Özel’den rahatsızlığını mı dile getiriyor, yoksa canı sıkılmış da bir sosyal medya fenomeni olmaya mı karar vermiş? İşte “düşünürler” için yeni sorular.

İyi ama, yeni jön, Bahçeli’nin açıklamasını beğenmekle kalmamış, klibi like’lamış mı bilmiyoruz ama “el yükseltiyorum” diyerek devreye girmiştir. Elbette yeni jön, yeni olmanın hevesi ve stresi ile, konuyu tamamen yanlış da anlamış olabilir. Belli ki konuyu tamamen tersten anlamamış olmalıdır, zira Erdoğan, hem Bahçeli’ye hem de Özel’e teşekkürlerini, açık yollarla dile getirmiştir.

Şimdi, tartışma devam ediyor: Acaba Bahçeli, Erdoğan ile bağlantılı mı bu açıklamaları yapmaktadır, Erdoğan acaba, bilmeden mi teşekkür etmektedir? Tabii, bunlar size saçma gelebilir ama Saray sinemasının biraz pespaye bir hâli olduğunu gizlemek de mümkün değil. Bu pespayelik elbette biraz olsun saçma durumlara yol açıyor olabilir. Doğrusu bu ya, Cüneyt’in filmleri daha ciddi gibidir.

Bizim gazeteci kılığına girmiş “ekip”, sanırım, hiçbir zaman gülemiyor. Onlar ancak, dolar görünce gülümsüyor, dolarları cebine indirdikçe sırıtıyor, ödevlerini aldıkça sırıtma hâli, yüzlerine bir hâl olarak yapışıveriyor, hep öyle dolaşıyorlar. Evlerine gittiklerinde, ancak o zaman, önce aynaları kontrol ediyor, dinleme cihazlarına bakıyor ve sonra kendileri olmayı deniyorlar. Deniyorlar ama asla başaramıyorlar, kendilerinden geriye bir şey kalmadığından, sahte yüzleri ile ancak somurtabiliyorlar.

İzmir’de bir kadının barakasında beş çocuğu yanarak can verdi. Ve Özlem Zengin, “her şey para değil” gibi, tuhaf şeyler söyledi. Replik, anlaşılan doğaçlama çıkmış. Yani, senaryoda bu sözler olmayabilir. İyi ama, zaten senaryonun bu bölümlerinde doğaçlama çok yaygındır.

Özlem Zengin, görünüşe göre kadındır ve annelik konusunda da hisleri olmalıdır. Ama görüntüye aldanmayın. Saray sineması bu. Özlem, aslında zengindir, şımarıktır ve sonuçta paraya doymuştur. Çok para gördüğünden, “her şey para mı” cümlesi ile “manevi” yolla havasını basmaktadır. Bu denli zengin olunca, özlem yanı da azalıyor olmalıdır. Mesela onun paraya ihtiyacı yoktur. Bu İzmirli kadın, neden bir bakıcı tutmamış? Değil mi ya, biraz da paraya kıyması lazım. Hem sonra kendisine epeyce para aktarılmış. Mesela aktarıldığı söylenen 100 bin lira, bir ev, iki han, bir araba almak için kullanılmış ve kadın, bir bakıcı tutmamıştır. Karakter meselesi, bakıcıya para vermekten korkmamıştır belki ama, bakıcı, evdeki tüm peyniri yemekte, pirinci ve deterjanı çalmaktadır. Bu durumda kadın, bakıcı tutmamıştır ve Özlem Zengin’e de sormamıştır. Zengin olsa da Özlem, durumu hemen anlamıştır ve her şey para mıdır, diye sormakla büyük sözünü söylemiştir.

Özlem Zengin, zengin bir dil becerisine de sahiptir. Ve dilini çıkartıp bee yapmadan önce, beş çocuğunu kaybeden annenin İzmir’de yaşadığını, İzmir’in CHP’li belediye başkanının ise bu yangını önlemediğini söylemiştir. Son derece yerindedir. Demek, sinirlenince dil, serbest tarzda dolaşmaya başlıyor, beyin dilin kontrolünü kaybediyor. Bu durumda da, AK Partili belediyelerde ortaya çıkan her olay, bizzat, o belediyelerin ihmalinin sonucu olmaktadır. Tecavüze uğrayan kurslardaki çocukların hangi belediyeye bağlı olduğu önemli görünüyor.

Bunları söyleyen Zengin, her yıl ülkeden binlerce, on binlerce çocuğun kaybolduğunu unutmuştur. Zaten bunu da dile getiren yoktur. Gökçek ve Gaziantep Belediye Başkanı’nın adları, Epstein dosyasında geçmektedir. Acaba, sonuna gelmekte olduğumuz 2024 yılında ülkemizde kaç kadın cinayete kurban edilmiştir, kaç işçi fabrikalarda ölmüştür, kaç çocuk köle tacirlerinin elinde kaybolmuştur, kaç çocuk organ mafyasının kurbanıdır?

Ya kumar işleri? Saray’ın kumar işleri ile bağı nedir ve para aklamanın bu etkin yolunun organizatörleri kimlerdir?

Dahası, “yenidoğan çetesi”nin hangi belediyelerde etkin olduğu da incelenmelidir. Ama bunların hangi ülkede olduğunun bir önemi yoktur.

İşte size Saray sineması. İçinde her şey var: ızdırap, mafya, çeteler, kan, sanat müziği, arabesk, yanan evler, yok edilen ormanlar, tecavüz, öldürülen çocuklar…

Gördünüz mü, bir dram nasıl Saray sinemasında derinlemesine işleniyor! Ama yine de Özlem Hanım, zengin de olsa, Bahçeli gibi, fakir filmlerin kahramanı kadar etkili bir sonuç yaratamıyor. Bahçeli, hemen tüm filmlerin kara gömlekli-siyah gözlüklü oyuncularını, birer kötü adam olarak yanına alıyor ve öyle fotoğraf veriyor. Bu “kötü adamlar”, sahneye çıkıp, tek tek, Bahçeli ile birlikteyiz diyorlar.

Diyorlar ki, Bahçeli bir şey demiş ise zaten demiş demektir. Bahçeli dedikten sonra yapılması gereken şey, “böyle diyerek ne demek istemektedir” sorusuna uygun davranmaktır. Ve Bahçeli’nin ne demek istediğini, ancak, kendisi bilir.

Bir deneyimli TC vatandaşı çıkıp, “yahu ben anlamadım, siz ne diyecekseniz açıkça desenize,” derse, işte o abesle iştigal etmektedir. Koskoca Bahçeli, bir çeşit devlet, açık konuşur mu? Konuşmaz. Nasıl konuşur peki? Elbette çeşitli derin mesajlar vererek konuşur. Bu mesajların kime olduğunu da bir kendisi bilir.

Ardından, Saray’dan yeni bir sahne devreye girdi. Görüntüde Bahçeli, Erdoğan’ı ziyaret etmekte, Erdoğan’ın yanında hiç gülümsememekte, hattâ biraz üzgün, biraz da sinirli gibi durmaktadır. Aslında nasıl bir hâli olduğu konusunda, konunun uzmanı “gazeteciler”, çeşitli detaylar vermektedir. Saymaz, elbette daha fazlasını bilmektedir.

Demek ki, yakın dönemde, gazeteciler içinden, “Bahçeli uzmanı” gazeteciler oluşacaktır. İsmail Saymaz, bu konudaki adaylardan biridir. Selvi’nin Erdoğan uzmanlığını kıskanan Saymaz, Bahçeli konusunda bir uzmanlık eğitimi edinmektedir. Örneğin Bahçeli, Öcalan ve meclis çıkışı ile acaba oy mu kaybetmiştir, yoksa daha derin bir hamleye mi hazırlanmaktadır, sorularının yanıtını bize Saymaz verecektir. Pek yakında!

Bahçeli, Erdoğan’ın ölene kadar Cumhurbaşkanı olacağını açıklamıştır. Erdoğan, bu durum karşısında gülmek isterken ağlamaya başlamış mıdır? Bu konu da Saymaz ile Selvi arasında derin bir konu olarak gündemleşecektir.

Bu arada Bahçeli, kendisine soru soran bir gazeteciye, sen bu işi bırak, demiştir. Köylü, mesleği bırakır mı bilmiyoruz ama bunun bir tehdit olduğu konusunda bir hisse sahip olduğu açıktır. Sen kalk, bir gazeteci olarak, en azından gazeteciliğin en sıradan gereği olarak Bahçeli’ye soru sor. Olur mu hiç! Sen kimsin ki Bahçeli’ye soru soracaksın? Bu noktada ülkenin birliği, bütünlüğü devreye girmelidir. Milli birlik ve beraberlik hislerine sahip olmayan bir gazeteci, ancak böyle birisi bu soruyu sorabilir. O kadar klip var, o kadar Saray sineması var, sen kalk, bunlarla ilgili, beklenmedik bir soru sor.

Özgür Özel’e sorabilirsin. “Efendim, siz, acaba rüşvet ile jest arasındaki bağı nasıl açıklarsınız?” Yanıt: Ben içeride muhalefet partisiyim ama dışarıda devlet partisiyim. Soru: Peki ama, içerideki kostümünüz ile dışarıdaki kostümünüz arasında kareli ceket farkı mı var? Yanıt: O kadar da karıştırmayın, bu özele girer.

Gelin de eski AK Partili yöneticilerden Çelik’e hak vermeyin, “Gezi bizim şaftımızı kaydırdı.” Saray’ın şaftı kayınca biraz böyle oluyor.

Uçum, elbette topa girecektir. Saray’ın hukuk işlerinden sorumlu danışmanıdır. Bahçeli’nin açıklamalarını, devletin derin aklı olarak görmek gerekir. Devletin derin aklı acaba nereden geliyor? NATO merkezinden mi, yoksa Ankara’daki özel görevli ABD uzmanlarından mı? Uçum’un heyecanı ile acaba Trump’ın seçilmesi arasında bağ var mıdır?

İşte şimdi biraz ciddiyet gerekli.

Trump seçildi.

Trump seçilince, işler biraz değişti.

Şimdi yeni roller dağıtılmaktadır.

TC devletine düşen roller de açıktır; içeride ve dışarıda savaş olarak özetlenebilir.

Bunak ve faşist Biden gidiyor. Yerine bunak olmayan bir başkası geliyor. Bu durumda, ABD’nin İsrail’den sonraki eyaleti olan TC devletinde de işler karışıyor. Ortadoğu’da yeni süreçler, eskisinin devamı olarak, daha ileri yeni süreçler devreye giriyor. Ve TC devleti, buna göre yeniden organize ediliyor. Bu, yeni roller ve bu rollere uygun yeni görev dağılımı da demektir. Herkes sahneye hücum ediyor.

Her birinde bir gözü karalık, herkes, büyük rol peşindedir.

Gözü buraya dikmek gerekli değil.

Bu sahneler yanıltıcıdır.

Derler ki, söyleyene değil, söylete bakmalı.

Gözümüzü, savaş senaryolarına, içeride işçi sınıfı ve emekçilere karşı ilan edilen iç savaş planlarına dikmek gerekir. Bu savaş planları, Saray Rejimi’ni yeni adımlara itmektedir. Savaşın sıcaklığı artmaktadır. Bu nedenle Erdoğan, bir gün Suriye’ye operasyondan söz etmekte, ertesi gün, hemen Esad ile görüşmekten, biraz utangaçça da olsa söz etmektedir. Tıpkı bir gün İsrail’e gireriz, ertesi gün İsrail bize saldıracak demesi gibi. Meselenin iktidar ve egemen ayağı budur.

Bir de meselenin işçi sınıfı, yani iç cephenin diğer tarafı bölümü var. İşte esas olarak bakılması gereken, gelecek için gözün dikilmesi gereken nokta burasıdır, iç cephenin bizim tarafıdır, bizim cephemizdir.

Gözümüzü, işçi sınıfının, kadınların, gençlerin direnişine dikmek gerekiyor. Çünkü gerçek olan burasıdır.

Hem gerçek olan burasıdır, hem de tek çıkış yolu burasıdır.

Saray Rejimi, işçi sınıfını, emekçileri, kadınları, gençleri, kısacası direnen herkesi uyutmak, bastırmak, kontrol altına almak için, her yolu denemektedir. Sadece baskı, sadece şiddet yeterli değildir. Bu renkli filmleriyle, bu uzman kadroları ile, bu gazeteci kılıklı silahşorları ile, din adamları ile, bilim adamları ile, kısacası tüm şürekâsı ile, işçi sınıfını oyalamak istiyorlar. Çürümüşlerdir, çürümektedirler. Ve çürümüşlüklerini tüm topluma bulaştırmak istiyorlar. Korkuyorlar, en çok geleceklerinden korkuyorlar ve bu korkularını tüm topluma bulaştırmak istiyorlar.

Bir daha geri gelmemek üzere yıkılıp gidecekler.

O günleri kuracak, işçi sınıfından, isyancı kadınlardan ve isyancı gençlerden korkuyorlar.

Tüm bu Saray sineması, bu kokuşmuş hâl, bunun sonucudur.

“Savaş çığırtkanlarına karşı ses yükseltmeye çağırıyoruz” | İran KP Enternasyonal Büro ile röportaj

Yıllar alacak gelişmeler günler hatta saatler içinde gerçekleşiyor artık. Tarihin tekeri bir uçuruma doğru büyük bir ivmeyle hızlanıyor.

Karanlık güçler büyük savaşlara hazırlanıyor. Bölgesel çatışmalar sertleşiyor. Çatışmanın sınırı hızla genişliyor ve küresel boyutlara doğru sıçrıyor.

Artık haber bültenlerinde ölümler binlerle ifade ediliyor. Nükleer silahlanma ve nükleer rekabet önü alınamaz bir şekilde ilerliyor. Fantastik veya distopik edebiyat ürünü kötü güçlere rahmet okutan konuşmalar, açıklamalarla dolu habere eriştiğimiz her ekran.

Doğu Avrupa, Asya-Pasifik, Ortadoğu, Afrika savaş yaralarını tadıyor iken bütün yerküre potansiyel savaşın alanına dönüşüyor.

NATO, ABD ve AB hükümetleri, sahadaki çeteler hepsi her gün karanlık ajandalarına tik atan adımlar atarken halklar ve işçi sınıfının yanıtı kulak vermeyen için çok cılız duyuluyor.

Cehenneme dönüştürülenden başka dünyamız yok. Bu gidişata sınıfın ve halkların cevabını oluşturmak, duymak ve duyurmak için çaba gerekli. Bu çabanın ortaklarından biri İran Komünist Partisi.

KP Enternasyonal Büro ile bölgemizi, dünyayı ve devrimci mücadeleyi konuştuk.

Büro temsilcisi, Amerikan seçimleriyle aynı döneme denk gelen Almanya hükümet krizinin altını çizerken son NATO toplantılarına değindi. Bu süreç içinde saldırgan yeniden yapılanma ve Avrupa’nın liderlik krizini de vurguladı.

* * *

Dünya çapında derinleşen gerilim ve savaşları nasıl görüyorsunuz? Doğu Avrupa, Doğu Asya, Ortadoğu, Afrika ve dünyanın geri kalanındaki gelişmeler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Gerçek şu ki, 2008 küresel krizinin üzerinden on beş yıldan fazla bir süre geçmesine rağmen, kapitalist dünya kendisini krizin sonuçlarından kurtarabilmiş değil. Bu krizin ana yükünü toplumun en alt katmanlarına yüklemek bir çözüm olmadı; bunun yerine daha fazla insanın en dibe itilmesine, kamu hizmetlerinin azalmasına ve birçok kamu hizmeti sektörünün özelleştirilmesine yol açtı. Bunun tek sonucu, tüm toplumlarda sınıfsal uçurumun büyümesi oldu. Bu krizin yükü Küresel Güney’e ulaştığında, kitlesel yoksulluk ve zorunlu göçü de beraberinde getirdi.

Son yirmi yılda Batı’nın Ortadoğu ve Afganistan’ı işgali ve Kaddafi’nin Libya’da devrilmesi, bu bölgelerdeki tüm yapıları dağıtmakla kalmadı, aynı zamanda İslamcı hareketlerin yükselişi için de bir fırsat yarattı. Afganistan, Irak, Suriye, Lübnan, Libya, Somali ve Sudan bu son derece gerici güçler için savaş alanı olmaya devam ediyor.

Rusya’nın saldırısından çok önce temelleri atılan bir vekâlet savaşı olan Ukrayna’daki savaş, şu anda en yoğun vekâlet çatışması olarak durmakta ve nükleer bir savaşa dönüşme potansiyeli dahi taşıyan ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Savaşın başlamasından bu yana, mayıs ayı sonu itibariyle, sadece ABD bu vekâlet savaşına yetmiş dört milyar dolar, Avrupa ülkeleri ise toplam yüz iki milyar dolar harcamıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki “Marshall Planı”ndan bu yana ilk kez bir Avrupa ülkesi ABD dış yardımının en büyük alıcısı hâline geldi. NATO son toplantısında Ukrayna’ya önümüzdeki yıl için kırk milyar dolar yardım yapılmasını onayladı.

Asya-Pasifik bölgesinde durum giderek gerginleşiyor. Tüm emareler bu bölgede Ukrayna’dakinden çok daha büyük bir vekâlet savaşının sahnelenebileceğini gösteriyor. Çin’e karşı ticaret savaşının başlangıç zili 2018’de Trump tarafından çalınmış olsa da, en nihayetinde bu temmuz ayında NATO’nun 75. yıldönümü için yayınlanan sonuç bildirisinde Çin’e karşı çok daha sert bir dil kullanıldı. NATO üyesi devletlerin bu bildirisi Çin’i Ukrayna savaşının başlamasında önemli bir rol oynamakla ve şimdi de askerî endüstrileri destekleyebilecek ekipman tedariki yoluyla bu çatışmanın bir parçası olmakla suçluyor. Çin hükümetine Rusya ile bu işbirliğini derhal sona erdirmesi çağrısında bulundular. Ancak NATO üyesi 32 ülkenin zirvesinden çıkan mesajın tamamı bu değildi. ABD Başkanı Joe Biden ve Almanya Şansölyesi Olaf Scholz, 2026 yılında nükleer başlık taşıyabilen yeni uzun menzilli füzelerin Almanya’da konuşlandırılacağını açıkladılar. Bu ikili kararın NATO’nun 75. yıldönümünde 32 NATO üyesinin tamamının katılımı olmadan alınmış olması, Almanya’nın Rusya ile çatışmada merkezî bir cephe hattı hâline gelmesinin beklendiğini gösteriyor. Almanya’nın geçtiğimiz yüzyılda milyonlarca insanın hayatına mâl olan iki dünya savaşının başlatıcısı olduğunu unutmayalım. Almanya’nın deniz kuvvetlerinin Asya-Pasifik bölgesindeki hareketleri göz önünde bulundurulduğunda, Almanya’nın ABD ile birlikte, bu dünyada gelecekte yaşanabilecek çatışmaları öngörerek ittifakını Avrupa’nın ötesine taşımaya hazırlandığı ihtimal dışı değildir.

Trump’ın 6 Kasım Çarşamba sabahı zaferini ilan etmesi ve aynı gece Almanya’daki koalisyon hükümetinin çökmesi küçük ölçekli gelişmeler değildi. Artık tam anlamıyla bir faşist ve ırkçı, dünyanın en güçlü hükümetinin başına geçmiştir. Trump kendisini Amerika’da onlarca yıldır süregelen yerleşik politikalara karşı yükselen sözde bir “hareket”in lideri olarak görüyor ve arkasında toplanan Cumhuriyetçiler geleneksel Cumhuriyetçilerden bile farklı. Bu sözde “yeni hareket” 1920’li yıllardaki faşist hareketle az benzerlik taşımıyor.

Trump’ın Çin’e ve Avrupalı müttefiklerine karşı yürüttüğü ticaret savaşlarından da söz edilebilir. Bu koşullar altında, dünyanın üçüncü büyük ekonomik gücü ve Avrupa’nın önde gelen ekonomisinin hükümeti parçalanıyor. Sadece iki gün sonra, Avrupa Birliği zirvesinde liderlerin gelecek yıl 15 Ocak’tan itibaren karşılaşacakları zorlukları ele almak için ortak bir politika belirleyememesi tesadüf değil. Avrupa’nın lideri olarak Almanya bir kriz içine düşmüştür.

Filistin direnişinin geleceğini nasıl görüyorsunuz? İsrail’in Hamas, Hizbullah, Ensarullah’a yönelik suikastları ve Lübnan, Yemen, Suriye, İran vb. ülkelere yönelik saldırılarından sonra İsrail’in halklara karşı savaşı ve bölgedeki denge değişiklikleri hakkında öngörünüz nedir?

Kuşkusuz, işgalci İsrail hükümetinin Gazze ve Batı Şeria’ya yönelik acımasız saldırıları ve Lübnan’a doğru genişlemesi, Ortadoğu’da dünyanın gözleri önünde yaşanan en büyük felaketi temsil etmektedir. Tarih, dünün kurbanlarının bugünün katilleri hâline geldiği örneklere tanıklık etmiştir. Fakat asıl trajedi, bu işgalcilerin kendilerini sadece tarihin kurbanları olarak görmeleridir. Daha büyük trajedi ise, bu korkunç tarihî suçlarda hiçbir rolü olmayan bir ulusun, Yahudilere yüzyıllardır uygulanan baskının ve bu baskının doruk noktası olan Avrupa’daki ölüm kamplarında yürütülen insanlık dışı etnik temizlik politikasının bedelini ödemek zorunda kalmasıdır. Şimdi, bu korkunç tarihî suçlarda hiçbir rolü olmayan bir ulus, Avrupa’nın Yahudilere yönelik baskı ve toplu katliam politikalarının sonuçlarına göğüs germek durumundadır.

Bugün Filistin’de yaşananlar, 1947 ve 1948 yılları arasında başlayan “Nakba”nın devamıdır ve şimdi vahşetin doruk noktası sergilenmektedir. Ancak daha büyük trajedi, İran İslam Cumhuriyeti, Hamas ve Hizbullah gibi son derece gerici, kadın düşmanı ve tarih karşıtı hareketlerin, başlangıçta solcu, laik bir hareket olarak kurulan ve birçok solcu ve radikal gücün buluşma noktası hâline gelen bir hareketin destekçileri olarak sahneye çıkmış olmalarıdır.

Geçen yılın ekim ayından bu yana Gazze ve Batı Şeria’da yaklaşık elli bin kişinin öldürüldüğü ve uluslararası kuruluşlara göre bunların üçte ikisinden fazlasının kadın ve çocuk olduğu doğrudur. Gazze’deki birçok Hamas komutanı gerçekten de öldürüldü. Ancak tüm bu suçların, tüm bu soykırımların özgürlük için mücadele eden bir halkın direncini kırabileceğini kim iddia edebilir?

Bizi ve dünyadaki tüm radikal, solcu ve insanî güçleri ilgilendiren şey, kendimizi hiçbir koşulda bu insanların mücadelesinden uzak tutmamamız gerektiğidir. Komşu coğrafyamızda tüm bu talepler kanla ezilirken İran’da “Kadın, Yaşam, Özgürlük” için mücadele edemeyiz.

Şüphesiz, tüm bu küresel kaosun ortasında, gözlerimizin önünde yaşanan soykırımın yanı sıra, bu barbarlığı sona erdirebilecek tek yanıt devrim hazırlığıdır. Bu bir rüya değildir. Birinci Dünya Savaşı’nın en kanlı döneminden Ekim Devrimi’nin çıktığını ve dünyanın önünde yeni bir ufuk açtığını bir an bile unutmayalım.

İsrail ve İran arasında yükselen bir gerilim, saldırı dalgası ile Batı medyasında İran karşıtı yoğun yayınlar gözlemliyoruz. İran’a yönelik olası bir emperyalist saldırının yaklaştığını görüyor musunuz? Eğer öyleyse KP’nin tepkisi ne olacak? Ve yurtdışındaki işçi sınıfı örgütleri ve devrimciler bu duruma nasıl tepki vermeli?

İran İslam rejimi ile ırkçı İsrail devleti -bu iki gerici ve aşırıcı güç- arasındaki bölgesel rekabetin doğrudan çatışma aşamasına girdiği açıktır. Hem İslam Cumhuriyeti’nin hem de faşist, ırkçı İsrail devletinin derin siyasi, sosyal ve ekonomik krizlerle karşı karşıya olduğu bir durumda askerî gerilimin tırmanmasının, savaş ortamının yaratılmasının ve özellikle de fiilî savaşın patlamasının sadece İran ve İsrail’in ezilen kitleleri için değil tüm bölge için tehlikeli ve yıkıcı olacağı da açıktır. İsrail hükümeti aylardır Gazze’de bir yıldır süren ve ilan ettiği hedeflerin hiçbirine ulaşamayan yorucu savaşın sonuçlarından kaçmaya çalışıyor. Çatışmayı Lübnan’daki Hizbullah’a yayarak ve böylece İslam Cumhuriyeti’ni çatışma ortamına çekerek İsrail, ABD ve Batılı güçlerin yardım ve desteğiyle kendisini İslam Cumhuriyeti ile süregelen vekâlet savaşlarından kurtarmaya çalışıyor. İslam Cumhuriyeti, iktidarını sürdürmek için işçilerden, kadınlardan, öğrencilerden, öğretmenlerden, hemşirelerden, emeklilerden ve toplumdaki diğer yoksul kitlelerden gelen günlük protesto seslerini susturmak için savaş çığırtkanlığı propagandasına dayanıyor.

Hizbullah, Hamas, İslam Cumhuriyeti ve vekil güçlerini zayıflatmayı İslam Cumhuriyeti’nin hedeflerine ulaşmasını engelleme politikalarıyla uyumlu gören ABD hükümeti, çeşitli nedenlerle İslam Cumhuriyeti’yle kapsamlı bir savaşa girmek istememektedir. Azalan ekonomik gücünün farkında olan ve Afganistan ve Irak’taki askerî harekâtlarında gerilemeler yaşayan ABD hükümeti, Ukrayna savaşında Rusya’ya karşı zafer kazanmaya ve Çin ile rekabet etmeye öncelik vermektedir. Ayrıca İslam Cumhuriyeti sonrası İran’daki gelişmelerin gidişatından da endişe duymaktadır. Dolayısıyla mevcut koşullar altında İslam Cumhuriyeti ile doğrudan ve kapsamlı bir savaşa girmek istememektedir.

İsrail ile kapsamı öngörülemeyen geniş çaplı bir savaşa girecek ekonomik ve askerî güçten yoksun olan ve içeride rejimi devirmeye hevesli büyüyen işçi ve halk hareketleriyle karşı karşıya olan İslam Cumhuriyeti, İsrail ile topyekûn bir savaşa girmeyi kendi beka stratejisiyle uyumlu görmemektedir.

İşçilerin, İran ve İsrail’in ezilen halklarının ve bölgedeki diğer halkların -her biri kendi açısından bu savaş kışkırtıcısı politikaların başlıca kurbanları arasındadır- bu gerici ve kapitalist savaştan hiçbir çıkarı olmadığına şüphe yoktur. ABD’nin Afganistan ve Irak işgalleri, Taliban ve Saddam Hüseyin rejimlerinin devrilmesi ve Libya’da Kaddafi’nin NATO bombardıman uçakları tarafından devrilmesi nasıl sadece yıkım, yerinden edilme, yoksulluk ve siyasal İslamcı aşırı hareketlerin yükselişiyle sonuçlandıysa, İsrail’in İslam Cumhuriyeti ile savaşı ve İsrail savaş uçaklarının saldırıları da daha iyi sonuçlar vermeyecektir. Tüm sol ve komünist güçleri, küresel işçi sınıfını ve İran’daki, Ortadoğu’daki ve dünyadaki tüm özgürlükçü, insancıl ve barış yanlısı birlikleri, İran’da İslam Cumhuriyeti’nin devrilmesi için devrimci sürecin savunulması, bölge halklarının bir arada yaşaması, bağımsız bir Filistin devletinin tanınması, özgürlük, eşitlik ve sosyalizm için savaşa ve savaş çığırtkanlarına karşı seslerini yükseltmeye çağırıyoruz.

Son zamanlarda rejime karşı -bazıları etkileyici olan- bireysel protestolar gördük. Rejime karşı direnişi nasıl değerlendiriyorsunuz? İşçi sınıfının, kadınların, öğrencilerin ve devrimci hareketin durumu ve örgütlenmesi nasıl? Ve Komünist Parti’nin durumu nasıl?

Son 45 yılda İran’ın en yaygın ve uzun soluklu devrimci hareketlerinden biri hâline gelen “Kadın, Yaşam, Özgürlük” hareketinin başlamasının üzerinden iki yıldan fazla bir süre geçti. Bu ayaklanma toplumu devrimci bir döneme sokmuş, İslamî rejimin ideolojik temellerini sarsmış, İran’ın siyasi ve toplumsal dönüşümlerinde kadınların rolünü daha belirgin bir şekilde öne çıkarmış, güç dengesini işçi hareketi ve tüm ilerici toplumsal hareketler lehine değiştirmiş ve İslamî rejimi devirmek için verilen devrimci mücadeleyi yeni bir aşamaya taşımıştır. Bu hareket, işçi grevleri, hemşirelerin ülke çapındaki protestoları, öğretmenlerin ve öğrencilerin protestoları, emekliler ve siyasi mahkȗmların tutkulu direnişlerinin yanı sıra kadınların ve diğer ezilen kitlelerin İslam Cumhuriyeti’ne karşı devam eden direnişi ve mücadelesi şeklinde devam etmektedir.

İslam Cumhuriyeti’ni devirmeye yönelik devrimci hareket tüm iniş çıkışlarına rağmen devam etmekte ve İslam Cumhuriyeti’nin konumunu giderek daha kırılgan hale getirmektedir. İslam Cumhuriyeti’nin bu kırılgan konumu, çıkmazı ve çaresizliği, her şeyden önce, işçi hareketinin ve diğer toplumsal hareketlerin ilerlemesinin ve kadınların, gençlerin ve İran’ın özgürlük seven halkının İslami rejimin devrilmesi için verdiği mücadelenin sonucudur.

Bu hareketin amacına ulaşabilmesi için işçi sınıfının birleşmesi ve örgütlenerek sahaya inmesi gerekmektedir. İslam Cumhuriyeti rejimini ve egemen sınıf sistemini yıkmak için kadın hareketi, öğrenci hareketi ve Kürdistan’daki devrimci hareket gibi tüm ilerici toplumsal hareketleri birleştirmelidir. İşçi hareketi sadece acil ekonomik taleplerin bayrağını yükseltmekle kalmamalı, aynı zamanda siyasi tutsakların özgürlüğü, idam cezasının kaldırılması, zorunlu başörtüsüne son verilmesi ve İslamî rejimin savaş çığırtkanlığına karşı çıkılması için mücadeleyi de savunmalıdır. İslam Cumhuriyeti’ni yıkma mücadelesinde öncülük etmelidir. Örgütlenme ve oluşumun yanı sıra ülke çapında bir liderlik de oluşturulmalıdır. İran’da son yıllarda yaşanan kitlesel ayaklanmalar, protestolar ve işçi grevleri kendi liderlerini yetiştirmiştir. Bu yerel liderler birleşmeli, bağlantı kurmalı ve sosyalist bir strateji ile birleşik bir siyasi liderlik oluşturmalıdır.

İran Komünist Partisi bu süreçleri desteklemeye çalışmakta ve bu dönemin siyasi ve sınıf mücadelesi ihtiyaçlarına yanıt olarak hem ulusal düzeyde hem de Kürdistan’da Sol ve Komünist Güçler Koordinasyon Konseyi bünyesindeki örgüt ve partilerle daha yakın işbirliğine başlamıştır.

Ürdün Demokratik Halk Birliği Partisi Genel Sekreter Yardımcısı Dr. İsam el-Havace (Issam al-Khawaja) ile röportaj

Kasım ayında Kaldıraç bürosunda ağırladığımız Dr. El-Havace ile Filistin mücadelesini konuştuk.

* * *

Filistin direniş örgütlerinin ortaklaşa yürüttüğü Aksa Tufanı hamlesi, bir yılını geride bıraktı. Geride kalan bir yılda siyonist varlık soykırımı derinleştirmeye çalışırken direniş de tüm kayıp ve acılarına rağmen mücadeleyi sürdürdü. Bu bir yılı değerlendirmek gerekirse Aksa Tufanı’nın başladığı günden bugüne neredeyiz?

El Aksa Tufanı niteliksel ve özlü değişikliklere yol açtı. İlk olarak, Filistin halkı için direnişin patrik sonuçları olduğunu gösterdi, imkânları az olsa ve ağır silahlı düşmanla karşılaştırılamaz olsa bile, zafer elde edebileceğini gösterdi ve hattâ düşmanın güvenlik ve askerî çatışma stratejisini değiştirmeye zorlayabileceğini kanıtladı. Böylece düşmanın daha alıştığı yıldırım savaşı ve hızlı ve askerî amaçlar gerçekleştirme savaş kavramlarını aşmaya ve onu kendi lehine hızlı bir şekilde çevirdi; direniş bu değişimi gerçekleştirebileceğini gösterdi.

Biz bu bir yıl içinde ABD başta tüm emperyalist egemenlerin devletler düzeyinde işgal devletini desteklediğini gördük. Tüm bu devletler içinde yaşayan halk ise hem kendi egemenlerinin politikalarına karşı durmaya çalışıyor hem de Filistin halkının yanında olduğunu gösteren eylemler yapıyor. Yapılan eylemleri, Filistin direnişinin kazanması için yeterli buluyor musunuz? Neler eklenebilir?

İlk olarak, süreklilik kazanan bu eylemler ve Filistin halkını destekleyen kitlesel hareket, Filistin halkının davasına duygusal destek ve arka çıkmanın, işlenen suçları ve soykırımı kınamanın ötesine geçerek, siyonist projeyle çatışmanın gerçekliğine ve Filistin anlatısının hakikatine dair bir farkındalığa ve bu projeyle ilgili yalan ve yanlış bilgileri ifşa etmeye dayanan küresel bir halk hareketine dönüşmüştür. Harekete geçen kitlelerin bilinci, bu siyonist projenin bölge ve dünya üzerindeki emperyalist hegemonya projesinin bir parçası olduğunu kanıtladı. Gazze, dünyayı yanlış ve sahte anlatılardan kurtarmayı, sömürgecilik ve işgale karşı çıkma konusunda halklar arasındaki dayanışmayı yeniden tesis etmeyi başardı.

Çekirdeğini Gazze/Filistin’in oluşturduğu Direniş Ekseni diye tarif edilen coğrafyada yer alan tüm unsurlar 7 Ekim’den sonra siyonist varlığın hedefi oldu. Haniyye ve Nasrallah’ın katledilmesinden çağrı cihazlarının patlatılmasına, büyükelçiliklerin vurulmasından suikatlara bir dizi saldırı Suriye, İran, Lübnan, Yemen gibi büyük bir alanda gerçekleştiyse de dünya kamuoyunda bugün yaşanan bir bölgesel savaş olarak tarif edilmiyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Gerçek şu ki 7 Ekim’den sonra yeni bir gerçeklikle karşı karşıyayız, bu gerçeklik gerçek bir direniş ekseninin varlığıyla kendini ortaya koyuyor, daha önce bundan bahsediyorduk ve birçok taraf bu eksenin varlığından, etkinliğinden ve güçleri ve bileşenleri arasındaki koordinasyondan şüphe ediyordu. Ancak şimdi bu eksenin var olduğu ve bileşenlerinin aktif olduğu ve bileşenlerinin birbirlerini desteklediği ve esas olarak Filistin direniş seçeneğini desteklediği gerçeğiyle karşı karşıyayız ve bu eksenin bu (siyonist) proje karşısında meydanların birliği kavramından çıkarak yol ve kader birliğine ilerlediğini kanıtladı.

Düşmanın başlangıçta açık bir savaş istemediği, direnişi ortadan kaldırmaya yönelik hızlı bir savaş olarak planladığı, Gazze’deki Filistin direnişini günler ya da haftalar içinde ortadan kaldırabileceğini düşündüğü, ancak umutlarının boşa çıktığı ve çatışmaların başlamasından 13 ay sonra direnişin hâlâ devam ettiği görülmektedir. Lübnan, Yemen ve Irak’taki direniş de devam ettiğini kanıtladı ve dolayısıyla önümüzdeki aylarda sahadaki direnişin lehine olacak açık bir savaşa geçtik.

İşgal devletinin hakkındaki tüm ithamlarına rağmen Yahya Sinwar’ın cephede savaşırken hayatını kaybetmesini müteakip tüm bölgede direnişe destek eylemleri gerçekleşti. Direnişin önderlerine yönelik suikastların bölgeye ve direnişe etkisi nedir?

Direnişi manevi açıdan etkiledi çünkü üst düzey liderlerin bu şekilde kaybı etkili ve acı vericidir, ancak direniş cephesini ve direnişin gücünü olumsuz etkilemedi, aksine bu, direnişi tırmandırmak için enerji verdi.

FHKC’nin de selâmladığı Ürdün sınırından geçilerek yapılan feda eylemlemleri bize ne gibi mesajlar veriyor?

Ürdün halkının Filistin ve Gazze’deki direnişe destek vermesi, Arap halkının siyonist saldırganlığa karşı doğal tepkisidir ve Filistin davasına ve direnişe inanan her Arap vatandaşı ve her Ürdün vatandaşı, fırsat verilmesi hâlinde, işgale karşı direnişe geçmekte ve bu yolda şehadet şerbetini içmekte tereddüt etmeyecektir.

Filistin dışındaki bölge ülkelerinde (Lübnan, Ürdün, İran vb.) devrimci/komünist güçlerin Filistin direnişine ilişkin tutumlarında 7 Ekim’den bu yana bir değişiklik var mı, şu anki pozisyonları nedir?

Elbette 7 Ekim’den sonra Filistin direnişinin omurgasını oluşturan bir fraksiyonlar blokunun belirginleştiğini söyleyebiliriz ve bu, müzakerelere katılan, görüşülen ve görüşülecek olan anlaşmaların şartlarının belirlenmesinde yer alan ve Filistin direnişinin temsil eden bloku oluşturuyor, temeli ve ana direği olarak direniş ekseninde kilit bir sütun olarak güçlenecek olan direniş grubudur.

Filistin solunun gücünde 7 Ekim’den bu yana nasıl değişiklikler oldu?

Filistin solu varlığını güçlendirmiş, direniş konusuna vurgu yapmış ve bağlı kalmıştır: Direnişe çeşitli şekillerde katılım ve dâhil olma konusunda attığı pratik adımlar vardır. Aynı zamanda solun çok önemli bir rolü daha mevcut, bu da yerinden edilen ve evlerini terk etmek zorunda kalan insanlar için barınak, acil yardım ve sürekli yardımlarla direnişi destekleyen kitlelerin ayakta kalmasını sağlayacak yöntemlerin önemli bir kısmını üstleniyor.

Filistin direnişine destek/dayanışma için konferanslardan dayanışma gecelerine bir dizi eylem/etkinlik yapılıyor. Tüm bölgeyi düşünerek biz devrimci güçler açısından Filistin direnişiyle dayanışmayı artırmak için neler yapılabilir?

Öncelikle, Filistin halkını, mücadelesini ve direnişini desteklemek için gösterdiğiniz tüm çabaları takdirle karşılıyor ve sizlere teşekkür ediyoruz. Desteği sürdürmek, arttırmak, biçimlerini çeşitlendirmek ve siyonist varlığa yönelik boykotu ülkelerin ekonomik ve ticari boykotunu da kapsayacak şekilde genişletmek için baskı yapılmalıdır.

Bu, sadece oldukça önemli olan siyasi, medyatik ve manevi destekle yetinmek değil, işgalle ekonomik ve ticari boykot oluşturma seviyesine yükseltmeye çalışmak anlamına gelmektedir.

Aynı zamanda Ürdün-Küba Dostluk Derneği Başkan Yardımcısı pozisyonundasınız, Küba’nın Filistin direnişiyle ilişkisi ve desteği ne şekilde vuku buluyor?

Küba tarihsel olarak en başından beri Filistin halkını desteklemiştir ve bu tutumu değişmemiştir. Geçtiğimiz yıl ise bu destek diplomatik boyutta, siyasi boyutta ve medya boyutunda daha da artmıştır.

Diğer bir boyut ise Küba’da tıbbî ve profesyonel filistinli kadroların yetişmesi için Filisinlilere verilen bursların devam etmesidir, Küba ambargo ve ekonomik zorluklara rağmen Filistin halkına yapılan yardımlar durmamıştır ve bunu vazgeçilemeyecek bir durum olarak görmektedirler.

Bölgedeki kukla devletlerin ABD ve siyonist varlığın soykırımına destek sunduğu aşikâr. TC devleti ise sözde Filistin davasının yanındayız demekle beraber işgal devletine tüm desteği sunuyor. En son silah gemisi Catherine’in geçişine izin vermesi gibi aynı zamanda ticari-askerî-diplomatik-akademik işgal devleti ile tüm ilişkilerini de sürdürüyor. Bu konuda BDS hareketinin başını çektiği eylemler sayesinde çeşitli kazanımlarımız da var. Filistin direnişinin biz Anadolulu devrimci sosyalistlerden isteği ve beklentisi nedir?

Türkiye’nin Filistin davasını ve Filistin halkını destekleyen resmî tutumunun, siyonist varlığa ekonomik ve ticari desteğin tüm damarlarını kesme aşamasına gelmedikçe etkili ve nüfuzlu olamayacağını vurguluyoruz. Bu nedenle, beyan edilen resmî tutum ile pratik uygulama arasında uyum olması için, özellikle ekonomik ve ticari olarak siyonist varlığa yönelik kapsamlı bir boykota geçilmelidir.

Eklemek istediğiniz başka bir şey var mıdır?

Eklemek istediğim bir şey varsa o da Filistin halkına ve davasına verdiğiniz sonsuz destek ve bu yoldaki ısrarınız için teşekkür etmektir. Dayanışma ve desteğin en üst düzeyde olması için yeni hedefler belirliyorsunuz ve size ayrıca bundan dolayı çok teşekkür ediyorum.

“Yeni” toplumsal hareketler mi? Latin Amerika örneği*

“Nedenler değişmeden
sonuçların değişmesini
bekleyen budaladır.”[2]

Kabul etmeli, “eski” kavramlarımızı terk edip de “yeni” (ya da “post”) önekli kavramları dilimize (ve düşünce evrenimize) dahil ettik edeli, belki entelektüel alemimiz daha bir albenili oldu, retorik kapasitemiz zenginleşti ama eyleme yetimizi biraz daha yitirdik, biraz daha muğlaklaştık…

Nicedir terk ettiğimiz (daha doğrusu terk etmemiz istenen) kavramlardan biri de “sınıf”. Onun yerine “yeni toplumsal hareketler” kavramı çerçevesinde düşünmemiz öneriliyor – “zamane” rehberleri tarafından. Peki, nedir bu “yeni toplumsal hareketler”?

“Yeni” toplumsal hareketler nedir?

Eğer örneğin Thompson’un (2002) başvurduğu “geniş” tanımı kullanacak olursak, “toplumsal hareketler toplumda değişim sağlamak ya da değişime karşı durmak için, en azından kısmen siyasal eylemin kurumsallaşmamış biçimlerine dayanan örgütlü çabalar olarak tanımlanabilir.”

Bu hâliyle “toplumsal hareket(ler)” olarak tanımlanan görüngüler, hiç kuşkusuz, “yeni” değil. İnsanlar, özellikle de madunlar Antikiteden bu yana “toplumda değişim sağlamak” için ya da “değişime direnmek adına” örgütleniyorlar… Başarıyorlar, eziliyorlar ya da niyetlendiklerinden çok farklı sonuçların yolunu açıyorlar… Spartaküs başta olmak üzere antik çağın köle ayaklanmaları, Roma İmparatorluğu’nun baskısına karşı ezilenlerin ilk Hıristiyan cemaatler hâlinde örgütlenmesi, Ortaçağ köylü isyanları, rafızi hareketler, Paris Komünü ya da ne bileyim, ABD’de 19. yüzyılda kadınların içki karşıtı örgütlenmeleri…

Yani kurulu düzeni kısmen ya da tümüyle değiştirmek (ya da değişimi engellemek) üzere formel siyaset mecralarının dışında örgütlenen insanların etkinlikleri yeni değil. Onları “yeni” kılan, “post-”önekli yaklaşımların onlara yüklediği anlam…

“İsim babası” Alain Touraine’e dönelim…

“(…) 68 Mayıs Fransası’ndaki olaylar Avrupa’da toplumsal hareketler, özellikle de ‘yeni’ toplumsal hareketler üzerine yenilikçi bir düşünce dalgasını tetikledi. Fransız akademisyen-aktivist Alain Touraine kuşkusuz bu dönüşümü kuramsallaştırmada merkez bir figürdü. Touraine 1970’lerde ‘sanayi-sonrası’ toplumun ortaya çıktığını öne süren bir dizi kurama benzer biçimde, o güne dek başat olan sanayi toplumundan, ‘programlanmış toplum’ adını verdiği görüngüye geçiş süreci yaşandığını öne sürüyor. Touraine, ‘bir toplum projesini ötekinin karşısına koyan’, bir başka deyişle teknokratik yönetim rejimine karşı yeni bir öz yönetimi savunan ‘toplumsal hareketlerin ilk kez toplumun ana aktörleri hâline geldiğini’ öne sürüyor…” (Munck, 2020: 19).

Touraine (ve bir dizi post-yapısalcı, post-modern, post-marksist vb.) kuramcı, sanayi-sonrası toplumun makro-tarihsel koşullarının köklü bir biçimde değiştiği savından hareketle, 1968 kalkışmasının artık işçi sınıfının toplumsal dönüşümün ana aktörü olmaktan çıktığını, toplumun geleceğini biçimlendirmeye aday yeni toplumsal aktörlerin ortaya çıkmakta olduğunu duyuruyordu: gençler, kadınlar, etnik gruplar, barış, çevre vb. hareketleri, LGBT+’lar, yerliler vb… (Barker, Cox, Krinsky ve Nilsen 2013: 4-5). İşçi sınıfı bir dönem geniş ölçekli toplumsal değişimlerin itici gücü olabilmişti, ama bu, artık gerilerde kalmıştı ve Marksistler bu gerçeği kavrayamadıkları ölçüde gerçek radikaller olarak nitelenemezlerdi… (ay. s. 27).

“Post-” önekli kuram(lar)a göre “yeni” toplumsal hareketler itimlerini ekonomi politikten, maddi taleplerden ya da sınıfsal konumlarından çok, kültürel ya da kimliksel taleplerinden almakta[3] ve “geleneksel” (Marksist esinli, sınıf temelli) hareketlerin aksine, daha gevşek ve gelgeç örgütlenmelere yönelmekteydi (Garreton ve Selame, 2023: 55).

Ve yine bu kuramcılara göre “yeni” toplumsal hareketler “geleneksel” olanlardan devlet ve kurumsal(laşmış) siyasal yapılar karşısında tutkuyla savundukları “özerklik” ile ayırt edilmekteydiler. Öyle ki, Ellner (2022: 2), devlet müdahaleciliği karşıtlığında yeni toplumsal hareket kavramı savunucularının neoliberalizm savunucularıyla örtüştüğünü söylemektedir.

Evet, “post-” kuramcılar 20. yüzyıl sonlarından itibaren neoliberal kapitalizmin hemen tüm toplumsal kesimler üzerindeki yıkıcı etkilerine karşı kitlesel itirazları “yeni toplumsal hareketler” yaftasıyla kategorize etmiş ve onları “heterojen, çoğul, kimlik eksenli, anti-hiyerarşik, özerklikçi, özyönetimci, gevşek-yapılanmış, kültür vurgulu, kesişimsel vb. vasıflarla tanımladıkları bir “model” çerçevesine yerleştirmişlerdir; postmodern bir model![4]

Bu, öylesine “aşırı-teorileştirilmiş” bir pozisyondur ki, örneğin Latin Amerika’daki toplumsal hareketlerden bazılarının “Pembe dalga” hükümetlerle ilişkilenmeleri, yani “özerklik” ilkesine “ihanet” etmeleri, kimi yazarların sert eleştirilerine hedef olacaktır.[5]

Oysa “sosyal hareketler”in katılımcıları, dizginlerinden boşanmış neoliberal saldırı karşısında geçim temellerini, toplumsal varlıklarını, kültürel kimliklerini yitirme riskiyle yüz yüze madunlardan başkası değildir: suyun, ardından da gazın özelleştirilmesine (dolayısıyla zaten yoksullaşmış kesimler için erişilmez hâle gelmesine) karşı ayaklanan Bolivya yoksulları… Yaşam alanlarının madencilik, kereste, monokültür vb. çokuluslularının talanına açılması sonucu geçim olanaklarını yitirerek kentlerin saçaklarına sığınan, buralarda kesif yoksulluk ve ayırımcılıkla karşı karşıya kalan yerli topluluklar… Uyuşturucu kartellerinin küresel olanaklara kavuşması başta olmak üzere yoksulluk ve yoksunluğun tırmandırdığı eril şiddete kurban giden Meksikalı kadınlar… Sosyal bütçelerin kısılması, kent hizmetlerinin pahalılaşması sonucu yaşam koşulları daha da zorlaşan Şilili işçiler, memurlar, öğrenciler… “Sosyal hareket” kuramcılarını meşgul eden kategorileştirmeler üzerine fazlaca kafa yormadan, kıran kırana bir “hayatta kalma” mücadelesine giriştiler.

Bu mücadelelerin zamansal olarak örtüşmesi, kıtayı 2000’li yılların başlarında bir “toplumsal hareketler” ve “toplumsal protestolar/ kitlesel ayaklanmalar” coğrafyasına çevirdi… Venezuela’da Başkan Carlos Pérez’in petrol fiyatlarındaki sübvansiyonların kaldırılması, ulaşım ücretlerinin arttırılması vb. içeren kemer sıkma paketine karşı patlak veren Caracazo ayaklanması (1989), NAFTA anlaşmasının yürürlüğe girmesi arefesinde Meksika-Chiapas’da Maya yerlilerinin dağlardaki mezralarından kent merkezlerine inerek meydanları işgal etmesi (1994), Ekvador’da su ve toprak hakları konusunda çıkan ayaklanmalar (1992-94), CONAIE öncülüğünde, hükümetin devrilmesine yol açan ayaklanma (1997), Bolivya’da su kaynaklarının özelleştirilmesine karşı patlak veren isyan (2000), yollara barikatlar kuran işsizlerden oluşan Piqueteros hareketinin damgasını vurduğu ve Arjantin’in birkaç gün içinde dört devlet başkanı değiştirmesine yol açan isyan dalgası (2000) vd. vd…

Bu isyan dalgası, bilindiği üzere 2000’li yılların ilk on yılında Latin Amerika’nın neredeyse tüm ülkelerinde “Pembe Dalga” olarak bilinen sol-sosyal demokrat-popülist iktidarların önünü açacaktı: Venezuela’da Hugo Chávez’in (1999) Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi (PSUV), Şili’de Ricardo Lagos’un (2000) Concertación’u, Arjantin’de Nestor Kirschner’in (2003) Peronist Partisi, Brezilya’da Lula da Silva’nın (2003) İşçi Partisi, Uruguay’da Tabaré Vazquez’in (2005) Geniş Cephe’si, Bolivya’da Evo Morales’in (2006) Sosyalizme Doğru Hareket’i (MAS), Honduras’da Manuel Zelaya (2006), Nikaragua’da Daniel Ortega’nın (2007) Sandinista Ulusal Kurtuluş Cephesi (FSLN), Ekvador’da Rafael Correa’nın (2007) (sonradan iyice merkez sağa kayan) PAIS hareketi, Paraguay’da Fernando Lugo’nun (2008) Değişim İçin Yurttaş İttifakı (APC), El Salvador’da Sanchez Cerén’in (2014) Farabundo Marti Ulusal Kurtuluş Cephesi (FMLN), Peru’da Ollanta Humala’nın (2011) Peru Milliyetçi Partisi…

Latin Amerika’nın “toplumsal hareketler”i, farklı baskı ve sömürü alanlarını sorunsallaştırsalar da, büyük çoğunluğu, bu sorunları daha derinleştiren, kronikleştiren ve görünür hâle getiren neoliberal ekonomi politikaların değişmesinden, ezilenlerin, marjinalleştirilenlerin söz sahibi olduğu bir toplumsal düzenin tesisinden yanaydı. Bu özlemleri onları “Pembe dalga”nın siyasi aktörleriyle yan yana durmaya itti. Kabul etmeli, her biri tek tek irdelenmeyi hak eden, gelgitli, gerilimli bir ilişkiydi bu. Ancak ben burada bunu yapmaya kalkışmayacağım. Bunun yerine, konumuzla daha ilişkili bir yönü, Brezilya (Topraksızlar Hareketi – MST), Arjantin (Piqueteros) ve Meksika (EZLN) özelinde toplumsal hareketlerin sosyal hizmetlerle örtüşen işlevleri, yani yoksulluğun giderilmesi, “en alttakiler”in insanca bir yaşama kavuşturulması, yönetime katılma kanallarının açılması gibi görevleri ne ölçüde gerçekleştirebildiklerini tartışmaya çalışacağım.

Brezilya’nın “Topraksızlar”ı

Brezilya’dan başlayalım…

Bugün Brezilya olarak anılan topraklar, Portekiz tarafından sömürgeleştirildikleri 16. yüzyıldan itibaren büyük toprak mülkiyeti, geniş ölçekli köle emeği ve ihracata yönelik monokültür ile karakterize olmaktaydı. Köleliğin ilgası bu durumu değiştirmeyecekti; 1850’de Brezilya İmparatorluğu, azat ediliş kölelerin toprak edinmesini yasaklayan bir yasa çıkardı. Böylelikle özel mülke dönüştürülen topraklar, yoğun emek sömürüsü, büyük mülkler ve monokültüre dayalı latifundia’lar hâlinde örgütlenecekti. Bu model (geniş mülkler, yoğun sömürü, monokültür) günümüze dek Brezilya tarımının temel karakteristiği olmayı sürdüregelmiştir. Öyle ki, 21. yüzyıl başlarında Brezilya nüfusunun yaklaşık yüzde 1’i tüm toprakların yüzde 45’ine sahip iken, 5 milyona yakın aile, topraktan yoksundur.[6] 20. yüzyıl sonlarında askerî rejimler desteğinde Brezilya’ya da giriş yapan neoliberal politikalar, kırsal üretimin neredeyse tamamını çokuluslu tarım şirketlerinin (agrobusiness) kullanımına açmıştı: 2016’da 20 yabancı şirket Brezilya’nın tarım topraklarının 2.7 milyon hektarını kontrol etmekteydi ve bunlar münhasıran (tüm tarımsal üretimin yüzde 96’sı) beş ürüne tahsis edilmişti: soya, mısır, pamuk, şeker kamışı ve sığır (Tricontinental 2024).

Brezilya’nın Topraksızlar Hareketi (Trabalhadores Rurais Sem Terra-MST) 1984’te ülkedeki toprak dağılımının bu devasa eşitsizliğine bir tepki olarak doğdu – daha doğrusu, “yeniden doğdu” demeli; çünkü hareketin kökleri 1940’lı yıllara dek uzanan, Brezilya Komünist Partisi’nin desteğindeki köylü ligalarına (Ligas Camponesas) dayanır. Ligaların temel amacı üyelerine yasal ve tıbbî destek sağlamak ve büyük toprak sahiplerine karşı öz savunmayı örgütlemekti. 1964 askerî darbesiyle ligalar yasaklanacak, liderleri kovuşturmalara uğrayacaktı (Munck, 2020: 47).

1980’li yılların başlarında yükselen toplumsal protestoların askerî rejimi zaafa uğratması köylü örgütlenmelerinin de önünü açtı. Bu yıllarda İşçi Partisi (PT) ve Birleşik İşçi Merkezi (CUT) gibi güçlü emek temelli örgütlerle birlikte, toprak reformu talebiyle MST de örgütlenerek güç kazanacaktı. MST’nin kuruluşunda ülkenin sosyalist mücadele geleneğinin yanı sıra, Özgürlük Teolojisi’nin ve Paulo Freire’nin radikal pedagojisinin etkisi vurguludur.

MST askerî rejim döneminde ağır baskılara maruz kalan ve mekanizasyon, yoğun pestisid kullanımı, büyük tarım arazilerine uygulanan sübvansiyonlar gibi politikalar aracılığıyla dayatılan tarım modernizasyonunun mağduru Brezilyalı köylülerin 1979’dan itibaren giriştikleri toprak işgallerini temel taktik olarak benimsedi. Örgütü Brezilya politik sahnesinin güçlü aktörlerinden biri hâline geldiğini gösteren ise, 1996’da Eldorado do Carajás’ta valiyle görüşme isteyen köylülerin üzerine ateş açılmasıyla gerçekleşen katliamın yıldönümünde 1300 aktivistin 1000 kilometrelik yolu kat ederek 100 bin kişinin desteğiyle başkente girişi oldu.

Kuruluşundaki 40 kadar yıl sonra MST 450 bin topraksız aileye işgal yoluyla toprak üzerinde yasal haklar sağlamıştır. “(Tarım reformu yerleşimlerine dönüştürülen bu) yerleşimlerin sakinleri 1900 köylü derneği ve yerel tarımsal üretimden bölgesel düzlemde pazarlamaya, hizmet sağlamaya dek değişik alanlarda faaliyet gösteren 185 kooperatif kurmuştur. Yerleşimlerde üretilenlerin bir kısmı MST’nin sahip olduğu 120 sınai birimde işlenir. Toprak üzerinde yasal mülkiyet hakkı kazanan yerleşimlerin (assentamentos) yanı sıra 65 bin kadar aile işgal ettikleri topraklarda kurdukları kamplarda toprak hakları için mücadele etmektedir.” (Tricontinental, 2024).

MST’nin toprak işgali stratejisi şöyle: Devlete ait ya da özel mülkiyete konu ve/fakat işlenmeyen araziler üzerinde (son yıllarda MST çokuluslu şirketlere ait toprakları da işgale başladı) toplantılar aracılığıyla örgütlediği topraksız aileleri geçici kamplar hâlinde yerleştirmekte. 10-20 kişilik taban grupları hâlinde örgütlenen aileler, kampa ilişkin tüm sorunları, çocuklar dâhil herkesin katıldığı tartışmalarla çözümlerler. Su, yakacak tedariki, yiyecek temini, barınakların oluşturulması, güvenlik gibi görevler kolektif olarak örgütlenir ve her taban grubu üyesinin bir tanesine katıldığı takımlarca yürütülür. Böylelikle işgalci köylülerin her biri hem kolektif karar mekanizmalarına hem de pratik yaşamın örgütlenmesine katılmaktadır. İstişare toplantıları, önceden belirlenmiş bir gündemle toplanır, bir kadın ve bir erkek moderatör tarafından yürütülür ve görüşmeler tutanağa geçirilir. Karar alma süreci oylamayla değil, herkesin uzlaşmaya varmasını sağlayacak istişarelerle yürütülür.

İşgalciler toprak üzerindeki yasal haklarını kazandıklarında, kamp “tarım reformu yerleşimi”ne dönüşerek kalıcı bir nitelik kazanacaktır. MST, yasallaşmadan kaynaklanan kırsal kredilere erişim, eğitim, sağlık, kültür, iletişim gibi karmaşıklaşmış örgütsel sorunlarla kolektif ruhu ve katılımcılık ilkesini zedelemeksizin baş etmenin yollarını aramaktadır: Tarım reformu yerleşimindeki tüm aileler, bir kadın ve bir erkek tarafından yönetilen mahalle taban gruplarında örgütlenir, kararlar demokratik katılım esasına göre alınır. Merkezîleşme ve gücün kişiselleşmesini önlemek için, MST hiçbir zaman tek bir “başkan” ya da “yönetici”ye sahip olmamıştır. Tüm karar alma pozisyonları yenilenebilir iki yıllık sürelerle, kolektif temelde belirlenir. Bölgesel ya da ulusal gibi daha karmaşık örgütlenmeler gerektiren düzlemlerde uzman görevleri koordine edecek takımlar oluşturulmuştur: yerel ekonomi ve kooperatifleri koordine etmek üzere üretim, pedagojik öneriler geliştiren ve müfredatı biçimlendiren eğitim, işgalleri ve protestoları koordine eden kitlesel eylem takımları gibi… İlke herkesin, güç temerküzünü önleyecek tarzda, büyük ya da küçük, sorumluluk almasıdır: çocuklar dâhil…[7]

Ancak MST’nin tek vurgusu topraksız köylüleri topraklandırmak değildir. Kuruluşunda fikirlerinden önemli esinler taşıdığı Brezilyalı radikal eğitimci Paulo Freire’nin etkisiyle, MST üyelerinin eğitimine büyük önem vermektedir. Kamp ve yerleşimlerdeki ailelerin yerel yöneticileri kamu okulları kurma konusunda baskı uygulamaya teşvik etmektedir ve tarım reformu yerleşimlerinde 2000’den fazla okulun yapılmasını sağlamıştır. Yanı sıra, 50 binin üzerinde köylünün, ya doğrudan hareket mensupları ya da yerel yönetimlerle işbirliği içinde okuma-yazma öğrenmesi sağlanmıştır. Ancak bununla da yetinilmez: MST, uluslararası düzlemde çok sayıda aktivistin Marksizm, feminizm, biyo ve kültürel çeşitlilik, ekoloji, tarım, ekonomi politik, siyasal kuramlar vb. çeşitli konularda öğrenim gördüğü, Floresta Fernandes Ulusal Okulu adı altında bir okul oluşturmuştur. Yanı sıra, kooperatif yöneticilerini yetiştirmek ya da ÇUŞ’ların tahripkâr monokültürüne karşı ekolojik tarımı[8] yaymak amacıyla çok sayıda okulu yönetmektedir.

Görüldüğü üzere, MST, bir yandan topraksız köylülerin işgaller yoluyla toprak edinmesini hedefleyen, böylelikle de Brezilya’nın kireçleşmiş toprak düzeninde köklü bir reformu talep eden ve bunu de facto örgütleyen bir hareket olmanın yanı sıra, bir yandan “en alttakiler”in hayatta kalmasını ve içine itildikleri toplumsal dışlanma koşullarından sıyrılmasını sağlayan bir dayanışma örgütlenmesi, bir yandan da toplumun kolektivist temelde dönüşümünü hedefleyen devrimci bir örgütlenmedir.

Peki MST ile Brezilya’nın “sosyal demokrat” olarak niteleyebileceğimiz Lula da Silva önderliğindeki İşçi Partisi arasındaki ilişkiler nasıl?

Lula da Silva 2002’de Brezilya’nın otuz beşinci başkanı seçilmesinden üç yıl kadar önce, Partido de los Trabalhadores’in (İşçi Partisi-PT) büyük mülklere el koyarak “gerçek bir tarım reformu” gerçekleştireceğini ilan etmişti. Bu açıklama sayıları 1,5 milyona ulaşmış olan MST üyeleri arasında sevinç ve heyecana yol açarken, Brezilya’nın “business” elitleri kara kara düşünmeye başlamıştı. Ta ki… Lula, seçilirse muhafazakâr iş adamı, Liberal Partili Alencar Gomes da Silva’yı başkan yardımcılığına getireceğini açıklayana dek. Üstelik Lula bununla da yetinmedi, Brezilya halkına yayınladığı açık mektupta serbest piyasa kapitalizmine bağlı kalacağını ilan etti… (Pahnke 2022: 47).

Ve Lula “agro-business”a verdiği sözü tuttu. Brezilya’da toprak mülkiyetindeki devasa eşitsizliğe, hem Lula hem de onu izleyen Dilma Roussef’li İşçi Parti iktidarlarında dokunulmadı; gerçek bir tarım reformu gerçekleştirilmedi. Öyle ki, Lula’nın ilk döneminde topraksız köylüye dağıtılan toprak miktarı, neoliberal Fernando Henriique Cardoso’nun başkanlığı süresince dağıtılan topraktan daha düşüktü. Benzer durum, Dilma Roussef’in başkanlığı için de söz konusudur (Pakhne s. 48). Dahası, ne Lula ne de Dilma Roussef, Brezilya ekonomisine 2010 yılında 76 milyar dolarlık bir girdi sağlayan “agrobusiness”den vazgeçmeye niyeti yoktur…

Ancak şunlar yapıldı: Aralarında çok sayıda hareket mensubunun da bulunduğu küçük kırsal üreticileri destekleyen kamusal politikalar devreye sokuldu. Örneğin Ulusal Okul Beslenme Programı ve Besin Edinimi Programı, okullarda öğrencilere verilen yiyeceklerin belirli bir yüzdesinin aile çiftliklerinden sağlanmasını öngören uygulama, küçük çiftçilerin gelirini 2002-2014 arasında dörde katladı. Benzer biçimde, 2003’te uygulamaya sokulan ve küçük ölçekli, özellikle yerli üreticileri, tarımsal reformdan yararlananları, balıkçıları, Afro-kökenlileri vb. hedef alan Besin Edinimi Yasası, ürünleri piyasada düşük fiyat bulan küçük üreticilerin ürettiklerini devletin satın alıp yoksul cemaatlere dağıtmasını öngörüyordu (Pahnke 2022: 54). Yanı sıra, Kolonizasyon ve Tarım Reformu Enstitüsü (INCRA) eliyle küçük çiftçilere dağıtılan geri ödemesiz krediler ve kalkınma yardımları, daha önceki kredi borçlarını ödeyemedikleri için zor duruma düşen pek çok hareket mensubuna rahat bir soluk aldıracaktı.

Ne ki, bu soluğun yanı sıra, Lula ve Roussef’in uyguladıkları (Bolsa Familia = Aile Fonu gibi) yoksulluğu azaltmaya yönelik ve 35 milyon Brezilyalının aşırı yoksulluk sınırının üstüne çıkarılmasını sağlayan sosyal programlar MST’nin hareket yetisini sınırlandıracaktır. MST aktivistlerinin bir bölümünün hükümetin sağladığı kaynakların dağıtımını örgütleyen sosyal hizmet görevlilerine dönüşmesi, kolektif eyleme ayırdıkları zaman ve enerjinin sınırlanmasına yol açtı. MST öncülüğünde işgal edilen toprak miktarının İşçi Partisi iktidarları boyunca, 2004’ten 2016’ya, yüzde 66 oranında azalmasının (Pakhne 2022: 48) bir nedeni bu olsa gerek…[9]

Arjantin ve Piqueteros Hareketi

Arjantin’de 1976-83 arasındaki askeri diktatörlük, örgütlü işçi sınıfına büyük darbe indirmişti. İzleyen “demokratikleşme” döneminde işbaşına gelen neoliberal hükümetler, cunta(lar)ın başladığı işi tamamlayacak, Arjantin ekonomisini “dışa” (uluslararası sermayenin serbest dolaşımına, ÇUŞ’ların talanına) açarken, işçi sınıfı ve küçük üreticileri kesif bir yoksulluğa terk edecekti. Özellikle Peronist Partido Justicialista’lı (Adaletçi Parti) Başkan Carlos Menem döneminde (1989-1999) uygulanan mali liberalleşme, kamusal hizmet ve malların özelleştirilmesi, 1988-90 ekonomik krizine deva olmak bir yana, hiper enflasyon ve emekçi sınıflar için geniş ölçekli bir marjinalleşmeyi getirdi beraberinde. İstihdamın “esnekleştirilmesi”, yani işçilerin gelgeç, örgütsüz, düşük ücretli, güvencesiz, informel, merdivenaltı işlere mahkûm kılınması, işsizliğin zirve yapması, geleneksel sendikaların etkisizleşmesi, geniş toplumsal kesimlerin marjinalleşmesi, yeni, informel mücadele biçimlerini devreye sokacaktı: dükkânların yağmalanması, sokak ve otoyolların barikatlarla kapatılması, askeri rejim döneminde insanlık suçu işleyip de yargı önüne çıkartılamayan faillerin teşhiri (escrache), ayaklanmalar… Bir başka deyişle, işçiler “yoksullar”a dönüşürken, mücadele odağı da işyerinden mahallelere kaymıştı (Gamallo, 2022: 151).

Dahası, kriz koşullarında büyük bir hızla marjinalleşen toplumsal kesimlerin mücadele biçimleri, içine düşürüldükleri koşullara karşı protestonun yanı sıra, (alışkın oldukları popülist Peronist politikaların tersine) artık kendilerine “yabancı” olan bir devletin soğuk kayıtsızlığı, giderek düşmanca tutumu ve geçim temellerine, hayat alanlarına göz diken büyük sermayenin saldırganlığı karşısında, dayanışmayı da gündemlerinin ön sırasına yerleştireceklerdi: Örneğin ekonomik krizin zirve yaptığı 2001’de Buenos Aires’in Matanzas mahallesindeki bir grup işsiz işçi, oluşturdukları işsizlere temel hizmetleri sağlamak ve geçim faaliyetlerini değiştokuş temelinde yürütebilmek amacıyla bir komün oluşturmuşlardı. Komüne kısa bir süre sonra bir fırın, bir dikiş atölyesi ve bir gazete eklenecekti. Toplumsal hareketler, oluşturdukları kolektif mutfaklar ve öğretim merkezleri aracılığıyla hayatta kalma uğraşlarını sürdürüyorlardı (Kestler 2023: 351).

1990’lı kriz yıllarında, piqueteros Arjantin toplumsal hareketlerinin en canlısı, en görünür olanı idi. Hareket, özelleştirmelerin sonuçlarına tepki olarak 1996 yılında Patagonya’daki Neuquén kentinde ortaya çıktı ve kısa sürede başkent Buenos Aires’i sardı. Adını en yaygın eylem biçimleri olan yolları barikatlarla kapatma (piquete) eyleminden alan hareket, işsiz kalmış işçi gruplarından oluşuyordu. Kadınlar hareket içinde yığınsal olarak vardılar (Gohn, 2015: 364). Temel talepleri, işsizlik sigortası, teşvikler, barınma, istihdam gibi, içine düşürüldükleri dışlanma koşullarından sıyrılmalarını sağlayacak düzenlemeler olsa da, irili ufaklı yüzlerce örgütten oluşan hareket, sol Peronizmden anarşizme, Troçkizmden Maoizme Marksizmin çeşitli varyantlarını barındırmaktaydı…[10]

Bu heterojen yapılarına karşın Piqueteros, diğer protesto hareketleriyle omuz omuza, doğrudan eylem yöntemleriyle, ülkeyi içinde debelendiği iktisadî-mali krizden çıkarmayı beceremeyen neoliberal hükümetleri geriletmeyi başardı. 1999’da göreve gelen ve 1999-2002 yılları arasında Arjantin ekonomisini görülmemiş bir durgunluğa sürükleyen Fernando de la Rúa, 2001 sonlarında “Que se vayan todos!” (Hepsi defolup gitsin) sloganı eşliğinde Arjantin sokaklarını saran dev protesto gösterileri, işgaller, barikatlar, yağma hareketleri karşısında fazla dayanamayacaktı.

Rúa’nın istifası (ve bir hafta içinde birbiri peşisıra göreve getirilip de tutunamayan beş devlet başkanı) ülkede dizginsiz neoliberal politikaların dikiş tutturamayacağını göstermişti; sular Peronist Eduardo Duhalde’nin başkanlığa getirilmesiyle kısmen duruldu. “Duhalde protestoları tanıyıp neoliberalizmin yol açtığı zararı kabullenmek zorunda kalmıştı, böylelikle taleplerinin meşruluğunu da kabullenmiş oldu. Başka önlemlerin yanı sıra yaklaşık 2 milyon hanedeki işsiz hane reislerine ayda 150 peso (50 dolar) dağıtılmasını öngören programı yürürlüğe koydu.” (Gamallo 2022: 152). Bu milyonlarca yoksulu sürdürülebilirlik düzeyine çıkarmanın yanı sıra, “sosyal patlamalar”a karşı bir önlemdi. Duhalde Piqueteros temsilcilerini yardımların dağıtılmasını gözetmekle görevli geniş tabanlı konseye katılmaya davet etti.

Duhalde’nin bir gösteri sırasında polisin iki piquetero’yu öldürmesinin tetiklediği protestolar arasında erken seçim çağrısı yapması, Nisan 2003’te Néstor Kirchner’in başkanlığının yolunu açacaktı. Kirchner %23’lük çok kırılgan bir desteğe sahipti, toplumsal desteğini güçlendirmek için başta Piqueteros olmak üzere toplumsal hareketlere yöneldi… Bu bir yandan “yeni-kalkınmacılık” olarak tanımlanabilecek ekonomi politikası uyarınca yoksulluğu hafifletmek, marjinalleşmiş yığınların en azından bir kısmını sistemin içerisine çekerek üretkenleştirmek, böylelikle çöken ekonomiyi ayağa kaldırmak hedeflerinin, bir yandan da toplumsal tepkileri hafifletmek, toplumsal hareketlerin dinamizmini kendi politikalarına desteğe dönüştürmek çabalarının gereğiydi. Piqueteros hareketini oluşturan gruplar, yoksullara, işsizlere, evsizlere, bekâr annelere, yaşlılara… toplumun en kırılgan kesimlerine yönelen fonların yalnızca faydalanıcısı olmakla kalmadılar, aynı zamanda bu fonların dağılımını örgütleyen aracılar/görevliler, bir çeşit sosyal hizmet kadroları olarak istihdam edildiler. Giderek devlet teşvikleriyle kurulan kooperatiflerin yönetimi, sosyal planlamaya katılım, yoksullara yönelik eğitim, sağlık, altyapı inşası gibi hizmetlerde istihdam edilir oldular.

Kuşku yok ki Kirchner’lerin [Néstor Kirchner (2003-2007) ve ardından devlet başkanı seçilen eşi Cristina Fernandez Kirschner (2008-2015)] bu kooptasyon politikası, tüm hareket tarafından benimsenmiş değildir. Dahası, bu durum hareket içinde bölünmeleri ve kutuplaşmaları yoğunlaştırmıştır. Ancak iktidarla içli-dışlı olmayı reddeden radikal sol gruplar Kirschner’in manevralarıyla marjinal bir duruma düşecektir.

Öte yandan, Kirchner’in “sol popülizmi” Arjantin ekonomisinde bir genleşme yaratmış, yoksullukla mücadele programları, toplumun geniş kesimlerini içine itildikleri “dip”ten kurtarmıştır. İstihdamdaki genişleme, (sendikalar gibi) işçi sınıfı formel örgütlenmelerini (devletin desteğiyle) güçlendirirken, doğrudan eyleme dayalı protesto biçimleri gözden düşecektir.

Hiç kuşku yok ki Kirchner’lerin “yeni-kalkınmacılığı” Arjantin’i hiçbir zaman kriz (ya da neoliberalizm) öncesi durumuna döndüremedi. Formel, örgütlü işçi sınıfı hâl-i hazırda emekçilerin azınlığını oluşturmaktadır. Arjantin’de çalışanların önemli bir bölümü informel sektörde geçimini sağlamaya çalışır. İşsizlik oranı ise yeniden tırmanışa geçmiştir: yüzde 7.7.

Ve Meksika’nın Zapatistaları…

Gelelim Meksika’nın ABD ve Kanada ile imzaladığı serbest ticaret anlaşmasının (NAFTA) yürürlüğe gireceği 1 Ocak 1994’ün arefesinde, ellerinde (bazıları tahtadan yapılma) tüfekler, yüzlerinde maskelerle Chiapas eyaletinin Lacandone ormanlarından çıkagelip kentleri işgal eden Maya yerlilerinin EZLN’sine…

Öncelikle şunu vurgulamalıyım, Latin Amerika’nın pek çok ülkesinin “Pembe Dalga”nın etkisine girdiği, birbiri peşisıra sol, sosyal demokrat, halkçı iktidarların göreve geldiği 90’lı yılların sonu, 2000’li yılların başlarında, Meksika bu akımın dışında kalmıştı. “Pembe Dalga”yı ancak ikinci yükselişinde, sol yönelimli Andrés Manuel López Obrador (AMLO)’un devlet başkanı seçildiği 2018 yılında yakalayacaktır – tabii AMLO’nun göründüğü ya da kendini göstermek istediği kadar “sol” olup olmadığı tartışması bir yana…

Bu nedenledir ki, örneğin Brezilya ya da Arjantin’de gördüğümüz gibi EZLN’yi “yoksullukla mücadele” kapsamında istihdam edecek “halkçı/sol” bir iktidar söz konusu değildir. Ancak bu durum, EZLN’yi destekçi yerli-köylüleri içine sürüklendikleri yoksulluk ve marjinallik sarmalından çıkarmak için bir şey yapmadığı anlamına gelmiyor.

Bu işlev, başlangıçta silahlı Zapatista yapısına eklemlenen EZLN yandaşı köylerin bağlandığı yerel yönetimler olan Aguascalientes eliyle gerçekleştirilmekteydi. Gerçekten de Aguascalientes yalnızca isyancı cemaatlerin demokratik özyönetim aygıtlarından ibaret değildir, aynı zamanda bu kırsal cemaatlere, Meksika hükümetinin tarihi boyunca sağlayabildiğinden çok daha nitelikli sağlık, eğitim, kültür, altyapı gibi temel hizmetleri sunan mekânlardı. Tipik bir Aguascalientes’te yerlilerin yanı sıra başka ülkelerden gelmiş gönüllülerin görev yaptığı okul, klinik, toplantı yeri, yemekhane, kooperatif binaları, ekolojik enerji üretim tesisleri vb. hizmetleri bulmak mümkündü – ve bu hizmetler yalnızca isyancı cemaatlere değil, Zapatista-olmayan köylere, hatta üniformalı ve silahlı olmamaları kaydıyla, isyancı köyleri kuşatan Meksika ordusu mensuplarına da sunuluyordu.

Askerî bir yapı olarak EZLN’nin savunma amaçlı birlikler hâlinde ormanlara geri çekilip yönetimi tümüyle sivil cemaat üyelerine terk etmesiyle Aguascalientes’ler Caracol’lara dönüştüğünde bu işlevler değişmeyecek, yalnızca eğitim, sağlık, altyapı vb. hizmetlerin yabancı gönüllülerdense yerel insanlar eliyle yürütülmesine özen gösterilecekti.

Caracoles, isyancı cemaatlerin farklı etnik grupları barındırıp temsil eden beş idarî bölge hâlinde örgütlenmiştir. Her bir bölgede, bağlı cemaatlerin temsil edildiği bir “cunta” görev yapmaktadır. Her bir cunta, beş-altı “İsyancı Özerk Zapatista Belediyesi”ni temsil eder. Her özerk belediye, iki üç yıl süreyle görev yapan özerk bir konsey tarafından yönetilmektedir. Bu konseylerin görevi, adaleti sağlamak, sağlık, eğitim, konut, besin, ticaret, enformasyon ve kültür hizmetlerini yürütmektir. Cemaatlerdeki gündelik yaşam, üretimin planlanması, cemaat toprakları üzerindeki kooperatiflerin (ayakkabı, el dokumaları…) işleyişinde karşılaşılan sorunlar, (varsa) okul ve sağlık ocağının işleyişi … tümü bu konseylerin sorumluluk alanıdır. Yanı sıra, Zapatista-olmayan komşu cemaatlerle de ilişkileri düzenlerler.

Bir bölgeye bağlı özerk konseylerin dönüşümlü olarak görevlendirdiği birer ya da ikişer delegeden oluşan “cuntalar”, ise bir çeşit “belediyeler birliği” görevini yürütmektedirler. Her bir caracol’da dört-beş farklı “cunta” ekibinin bulunması, yönetim görevinin haftalık ve dönüşümlü olarak gerçekleştirilmesini ve zaman içerisinde tüm yetişkin cemaat üyelerinin bu “iyi yönetim cuntalarında” görev almasını sağlamaktadır. İyi Yönetim Cuntaları’nın gözetimi altında Zapatista cemaatler ortaklaşa topraklarını işler, ürünler Zapatista kooperatiflerce satın alınıp pazarlanır. Cemaati ilgilendiren kararlar, topluca alınmaktadır. Ya da en azından EZLN, 2023 yılı sonlarına doğru özerk yerel yönetimleri tasfiye edeceğini açıklayana dek, durum böyleydi (Clemente 2023).

Peki tüm bunlar, Chiapas yerlilerini ya da Zapatista cemaatleri, içine sürüklendikleri yoksulluk, yoksunluk ve marjinallik sarmalından kurtarabilmiş midir?

Öyle gözükmüyor… “Ayaklanmanın somut kazanımlarına karşın, Chiapas’lıların yaşam kalitesi ülkenin en kötülerinden biri olmayı sürdürmektedir,” deniliyor Socialist Alternative’de yayınlanan bir makalede. “Meksika Sosyal Kalkınma Politikasını Değerlendirme Ulusal Konseyi’nin 2022 verileri, Chiapas nüfusunun yüzde 67’sinin yoksulluk içinde yaşadığını ortaya koydu. Chiapas’ta nüfusun yüzde 28’i hükümetin ‘aşırı yoksulluk’ tanımına uyuyordu – yani tüm gelirlerini yiyeceğe harcasalar dahi, yetersiz beslenmekteydiler.” (Swoboda 2024). Daha da kötüsü, Meksika’nın iki uyuşturucu kartelinin Guatemala’yla bağlantı sağlayan yolların kontrolü için birbirleriyle amansız bir çatışmaya girmişti ve bu, bölgeyi acımasız bir şiddete mahkûm kılmıştı.

Ancak “çözülme” bölgedeki mafya çatışmalarından önce başlamıştı. Zapatista cemaatlerin “en alttakiler”i sürdürülebilir bir yaşamın asgarî koşullarına kavuşturma yolundaki işlevleri, o güne dek hiçbir sağlıkçı ya da öğretmenin ayak basmadığı bir bölgede kliniklerin, okulların açılması, “adil ticaret” ilkeleri çerçevesinde Avrupa ve ABD’deki alternatif çevrelerle ticaret yapan kooperatiflerin ortaya çıkışı,[11] neoliberal hükümetleri de bölgeye sosyal destekleri arttırmak için harekete geçmeye yöneltecekti. İktidar partileri, bir yandan isyancı cemaatleri askerî kuşatma altına alıp Zapatista köylerine düzenlenen paramiliter saldırıları desteklediği, bir yandan da cemaatleri sosyal yardımlarla satın almaya çalıştığı bir “havuç-sopa” politikası izliyordu. Böylelikle 2000’lerin ilk on yılında, yüzlerce aile Sosyal Kalkınma Bakanlığının köylerine bir okul ve bir sağlık ocağı açılması ve aile başına iki ayda bir 43 dolar ödenmesi vaadi karşılığında Zapatistalardan ayrılacaktı. Dahası, EZLN’nin sosyal demokrat (ve Meksikalı muhaliflerin Pembe Dalga’nın bir parçası olacağı umudunu bağladığı) AMLO’ya yönelttiği sert muhalefet, isyancı cemaatlerin daha da tecrit duruma düşmesine yol açacaktı. Kartellerden önce dahi cemaatler birbirleriyle çatışmaya başlamıştı…

Sonuç

Latin Amerika kıtası, denilebilir ki 1980’lerden itibaren neoliberal politikaların deneme tahtası olmuştur. 70’lerden itibaren büyük çoğunluğu askeri rejimlere sahne olan kıta ülkelerinde emek eksenli muhalefet şiddetle bastırılmış, izleyen “demokratikleşme” süreçlerinde işbaşına ge(tiri)len neoliberal hükümetler, askerî rejimlerin gerçekleştirdiği “mıntıka temizliği” üzerinde uluslararası sermayenin rahatlıkla at oynatabileceği politikaları devreye sokmuştu: finansallaşma, özelleştirmeler, istihdamda esnekleşme, gümrük duvarlarının indirilmesi, tahkim sözleşmeleri, serbest ticaret anlaşmaları… Bu uygulamalar tahmin edilebileceği üzere ülke ve kıta dâhilindeki gelir eşitsizliğini devasa miktarlarda artırmış, alt sınıflarda ırkçılık ve ayırımcılıktan beslenen, emsali görülmemiş bir marjinalleşme/dışlanma hâli yaratmıştı. Yerliler ve Afrika-kökenliler yoksullar arasında en kırılgan konumdaydılar. Maruz kaldıkları ayırımcılık, iş, ekmek, sosyal güvence taleplerine kimlik ve tanınmaya ilişkin taleplerin de eklemlenmesine yol açıyordu.

“Yeni” denilen toplumsal hareketler, ilkin bu en yoksullar arasında mayalandı. Topraklarından edilmiş/topraksız köylüler, işsizler, her türlü sosyal güvenceden yoksunlar, evsizler, yoksulluk sınırının altında yaşayanlar, açlar, varoşlarda, derme çatma barınaklarda yaşamlarını sürdürmeye çalışanlar…

Karınlarını doyurmak, yarın kaygısı çekmemek, güvenceli bir işte çalışmak, ezilip horlanmamak, çocuklarını okutabilmek, sağlık hizmetlerinden yararlanabilmek, kısacası insan yerine konuldukları bir yaşam istiyorlardı. Topraklarına el koyan, onları kitlesel olarak işten çıkartan, kamusal hizmetleri özelleştirerek yoksulların erişimine kapatan çokuluslu şirketlerin ellerinden aldığı şeyleri yani…

Belki çoğu okuryazar değildi. Örgütlenerek seslerini duyurmaya, doğrudan eylemlerle “başka bir dünyanın mümkün” olduğunu haykırmaya koyuldular. Toprakları işgal ettiler, yollara barikatlar kurdular, silahlanıp kentleri ele geçirdiler… İçine düşürüldükleri yoksunluk koşullarıyla baş edebilmek için birbirlerine dayandılar. Kolektif mutfaklar, sağlık ocakları, okullar, kooperatifler örgütlediler.

Doğrudur, Batı Avrupa’nın, Kuzey Amerika’nın düş kırıklığına uğramış yorgun entelektüelleri için de bir umut ışığı oldular… Ama izlenecek, desteklenecek, dayanışılacak bir umuttansa şekil-şemal verilecek, tanımlanacak, kalıplara dökülecek bir malzeme olarak algılandılar çoğu kez. “Özerk” olmaları, “kültür/ kimlik odaklı” olmaları, “anti-hiyerarşik, adem-i merkeziyetçi” olmaları, “çoğulcu” olmaları vb. dikte edildi… “Yeni” liberalizm yaşam alanlarını talan ederken postmodern “yeni” sol, dünyayı değiştirme iradelerine el koydu özetle…

Olabildiğinde, biraz soluk alabilmek, Avrupalı-ABD’li entelektüellerin itirazlarını kulak ardı ederek için kıtada yükselen “Pembe Dalgalar”a destek verdiler. Değişim arzularını neoliberal politikaların kıtayı sürüklediği iflas koşullarında umut hâline gelen popülist-sosyal demokrat partilerin gerçekleştirebileceğini düşündüler. Ancak ülkelerindeki mülkiyet ilişkilerini değiştirmeye cesaret ya da kifayet edemeyen “sol(umsu) hükümetlerin “yoksullukla baş etme” politikalarının aygıtlarına dönüşmekten kendilerini kurtaramadılar.

“Pembe dalga” hükümetlerin hiçbiri, yürürlükteki kapitalist üretim ilişkilerini değiştirmeyi göze almadı, bir kısmı buna niyetlenmedi bile. En fazla, üretimi arttırarak istihdamı genişletmeyi, çokulusluların etkinliklerini sınırlandırmayı, sosyal yardım politikalarıyla yoksulluğun ve marjinalleşmenin etkilerini hafifletmeyi hedeflediler. Ve uluslararası dengeler değişip de rüzgâr yeniden sağdan esmeye başladığında, desteklemeye çalıştıkları yoksulların, yoksunların bir kez daha dibe doğru çekildiğini görmek durumunda kaldılar…

Bu koşullarda, “yeni sosyal hareket” teorisyenlerinin giriştiği uçsuz bucaksız “hareketler ne kadar özerk olmalı” tartışmalarının boşa düştüğü kabullenilmeli. Latin Amerika (ve dünyadaki) yakın deneyimler, sosyal hareketlerinde vücut bulan toplumsal dönüşüm isteklerinin, iktisadi-siyasal-toplumsal dönüşümü (üretim ve mülkiyet ilişkilerini değiştirerek, daha açık bir deyişle mülksüzleştirenleri mülksüzleştirerek) gerçekleştirecek bir siyasi irade ve aygıtla buluş(a)madığında başarısız kaldığını gösteriyor…

22 Eylül 2024, Muğla.

 

Yararlanılan kaynaklar

Alvarez-Rivadulla, M. J. (2015). “Squatters and Politics in Montevideo at the Turn of the Century”, Handbook of Social Movements across Latin America, P. Almeida ve A. C. Ulate (der.), Springer.

Barker, C., L. Cox, J. Krinsky, G. Nilsen (2013). “Marxism and Social Movements: An Introduction”, Marxism and Social Movements. C. Barker, L. Cox, J. Krinsky, G. Nilsen (der.) Brill.

Clemente, Edgar H. (2023). “Mexico’s Zapatista indigenous rebel movement says it is dissolving its ‘autonomous municipalities’”, PBS News, 6 Kasım 2023, https://www.pbs.org/newshour/world/mexicos-zapatista-indigenous-rebel-movement-says-it-is-dissolving-its-autonomous-municipalities

Ellner, Steve (2022). “Introduction: Progressive Governments and Social Movements in Latin America: An Alternative Line of Thinking”, Latin American Social Movements and Progressive Governments. Creative Tensions between Resistance and Convergence. S. Ellner, R. Munck ve K. Sankey (der.), Rowman & Littlefield

Gamallo, Leandro (2022). “Dynamics of Contention. Social Movements and Democracy in Argentina (1989-2019)”, Latin American Social Movements and Progressive Governments. Creative Tensions between Resistance and Convergence. S. Ellner, R. Munck ve K. Sankey (der.), Rowman & Littlefield

Garretón, M. A. ve N. Selamé (2023). “New Social Movements in Latin America and the Changing Socio-Political Matrix”, The Oxford Handbook of Latin American Social Movements, F. Rossi (der.), Oxford University Press.

Gohn, Maria da Glória (2015). “Brazilian Social Movements in the Last Decade”, Handbook of Social Movements across Latin America, P. Almeida ve A. C. Ulate (der.), Springer.

Kestler, Thomas (2023). “Exploring the Relationship Between Social Movement Organizations and the State in Latin America”, Politics and Governance, c. 11, sayı 2, ss. 346-356.

Konuk Yazar (2003). “Dramatic Changes in Zapatista Structure Bolster Rebels’ Regional Autonomy.” https://digitalrepository.unm.edu/sourcemex/4673

Munck, Ronaldo (2020). Social Movements in Latin America, Mapping the Mosaic, McGill-Queen’s University Press.

Pahnke, Anthony (2022). “Social Movement Consolidation and Strategic Shifts The Brazilian Landless Movement during the Lula and Dilma Administrations”, Latin American Social Movements and Progressive Governments. Creative Tensions between Resistance and Convergence. S. Ellner, R. Munck ve K. Sankey (der.), Rowman & Littlefield.

Rossi, Federico M. (2015). “Beyond Clientelism: The Piquetero Movement and the State in Argentina”, Handbook of Social Movements across Latin America, P. Almeida ve A. C. Ulate (der.), Springer.

Swoboda, Hannah (2024). “The Legacy of Zapatistas”, Socialist Alternative, 1 Ocak 2024, https://www.socialistalternative.org/2024/01/01/the-legacy-of-the-zapatistas/

Thompson, Neil (2002). “Social Movements, Social Justice and Social Work”, The British Journal of Social Work , c. 32, no. 6 ss. 711-722, Oxford University Press

Tricontinental (2024). “The Political Organisation of Brazil’s Landless Workers’ Movement (MST)”, Dossier no. 75, 16 Nisan 2024, https://thetricontinental.org/dossier-75-landless-workers-movement-brazil/#top

[1]    Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği İstanbul Şubesi ve Friedrich Ebert Vakfı tarafından 8-9 Kasım 2024 tarihlerinde “Çoklu Krizler Çağında Sosyal Hizmet(ler)i Açmak: Mücadeleler ve Dayanışma” başlığıyla İstanbul’da düzenlenen 12. “Sosyal Hizmet(ler)i Yeniden Düşünmek” sempozyumuna sunulan tebliğin bir bölümü.

[2]    Albert Einstein.

[3]    Nitekim Touraine, maddî/sınıfsal talepler yerine bu kültürel vurguyu, yeni toplumsal hareketlere ilişkin şu tanımında ifadelendirmekte: “Toplumsal bir hareket, yöneldiği tarihselliği, kültürel yatırım modellerini, bilgi ve ahlâkı sahiplenme tarzındaki tahakküm veya bağımlılık konumuyla tanımlanan bir sınıfın hem kültürel yönelimli hem de toplumsal açıdan çatışmalı eylemidir.” (akt. Alvarez Rivadulla 2015: 206).

[4]    “Bazı bakımlardan toplumsal hareketler pek çok kişinin birlik ve tutunumdansa parçalanmayla karakterize oldukları ölçüde ‘postmodern viraj’ olarak adlandırdıkları durumu yansıtmaktadır. Birbirine ancak gevşek bir biçimde ilişkilenen farklı gruplar farklı çıkarları temsil eder. Clarke’ın postmodernizmi ‘farklılığın siyasallaşması’ olarak nitelediğini gözeterek, toplumsal hareketlerin postmodernite olarak bilinen hâlle ilişkilendirilebilir.” (Thompson 2002: 712).

[5]    Öyle ki Ellner, Munck ve Sankey (2022) bu eleştirilere yanıt vermek için 300 küsur sayfalık bir kitap yayınlamışlardır.

[6]    https://www.land-links.org/country-profile/brazil/#:~:text=An%20estimated %201%25%20of%20the, uncultivated %20land%20in%20the%20country

[7]    Temmuz 2018’de Sem Terrinhas’ın (Küçük Topraksızlar) ilk ulusal toplantısı Brasilia’da düzenlenmişti (Tricontinental, 2024).

[8]    Ekolojik tarım, MST’nin gündemine 2000’li yılların başlarında girdi. Bu gelişme, o güne değin işlenmeyen toprakların işgali şeklinde yürütülen mücadeleye, GDO’lu tarım yapan Çokuluslu şirketlerin işlettiği toprakların işgalinin de dâhil edilmesine yol açacaktır.

[9]    MST Roussef’in bir yargı darbesiyle görevden uzaklaştırılmasının ve Lula’nın sudan gerekçelerle hapsedilmesinin ardından Brezilya’da dizginleri yeniden ele geçiren neoliberal sağ iktidarlara, özellikle de neofaşist Bolsonaro’ya karşı İşçi Partisi ve Lula da Silva’yı (2022 seçimlerinde) hararetle destekledi. Ancak Lula’nın yeni başkanlık döneminde hareket daha rezervli davranmakta. MST sadece Nisan 2024’te 11 eyalette 28 büyük araziyi işgal etti. Lula hükümeti, bu basınç karşısında, mülklere el koymaktansa, devlete ait toprakların dağıtılması, banka ve şirketlerden toprak satın alınması, toprak sahiplerinin vergi, kredi vb. borçlarını toprakla ödemeleri vb. alternatifleri gündeme getiren yeni toprak programını açıklayacaktı. (https://www.brasildefato.com.br/2024/04/19/brazilian-social-movements-say-lula-s-program-for-agrarian-reform-is-a-good-step-but-does-not-solve-urgent-problems). Bir başka deyişle, Lula ve Partisi, radikal bir toprak reformundan uzak durmayı sürdürüyor.

[10]  Piqueteros hareketinin kapsadığı geniş siyasal yelpaze için bk. Rossi (2015).

[11]  Öyle ki, Chiapas’ın PRI’li (Kurumsal Devrim Partisi) valisi Pablo Salazar, “Cangıl ve yaylalarda yaşayan yerlilerin yaşamlarını iyileştirmeye çalışan hiçbir yönetim tarzı, gayrımeşru olamaz,” diyecekti. (Konuk Yazar, 2003).

Sudan ile dayanışma*

Halkımız Aralık Devrimi’nde yaşananları deneyimleyerek bunu devrimci tarihinin kalıcı bir parçası hâline getirmiştir.

Tarih ve mücadele dolambaçlı bir yol izleyebilir, ancak temel deneyimleri ve kitleler tarafından verilen mücadeleleri incelemek devrimci çalışmalarla ilgilenenler için çok önemlidir ve toplumsal değişim çabalarının geleceği ve gelişimi için bir sorumluluktur. Halkımız devrimin ayrıntılarını bizzat tecrübe etmiş, zaferlerini ve gerilemelerini yaşamış, günlük mücadelelerden zengin deneyimler edinmiştir. Aralık Devrimi en önemli deneyimlerimizden biridir; bu nedenle devrimin derslerinin ele alınması ve belgelenmesi büyük önem taşımaktadır.

Bu deneyimler incelendiğinde, Aralık Devrimi’nin halkımızın mücadelesi içindeki yeri açıklığa kavuşacaktır. Ülkedeki durağan yaşamı sarsmış, demokratik devrim için yollar açmış, mevziler oluşturmuş ve toplumsal değişim davasını ileriye taşımıştır. Eylemler, hatalar ve başarılarla kitle hareketini pratik mücadele deneyimleriyle zenginleştirdi. Kitlesel katılımın genişlemesine yardımcı oldu, bugün karşı-devrimin kapsamlı etkisinin önünde engel olarak duran etkinliklerini, güvenlerini, kararlılıklarını ve cesaretlerini arttırdı.

Karşı-devrimci güçlerin şiddet yoluyla zafer kazanması ve kısa ve orta vadeli hedefler için halk mücadelesini engelleme girişimleri, ülkeyi yeni ve karmaşık koşullar ile karşı karşıya bırakmıştır. Güç dengesinin karşı devrimci güçlerden yana olması, halkımızın zor koşullar ve devrim karşıtı bir otorite altında mücadele etmesini gerekli kılmaktadır. Fiilî otoritelerin yaklaşımı, kitleleri aşırı şiddetle terörize ederek hareketini sekteye uğratmaktır. Ancak, ülkenin kötüye gidişini ve karşı karşıya olduğu tehditleri durdurmak için verilen mücadele, barışçıl geçiş yolu boyunca devam etmenin önemini vurgulamaktadır. Bu, savaşın durdurulması/ateşkes ve tabandan gelen bir hareketin başlaması çerçevesinde gerçekleşir. Bu hareket kitlelere hizmet eder, onların günlük ihtiyaçlarını karşılar, harekete geçirir, örgütler ve devrimin düşmanlarıyla yüzleşmek ve kitlelerin haklarını geri almak için onları yetenek ve kabiliyetlerine uygun olarak ileriye taşır.

Devrimci ve hareketli güçlerin sağlam durması, şiddet ve baskıyı durdurmak için ısrarla mücadele etmesi, kitleleri konsolide etmesi ve mücadele kabiliyetlerini geliştirmesi çok önemlidir. Fiilî otoriteleri yenmek için sürekli ve çok yönlü bir hareket önermelidirler. Kitlelerin yetenekleri ve potansiyelleriyle bağlantılı alternatifler inşa etmek; kitlelerin birliğinin garantisi ve düşmanlarıyla yüzleşip onları yenilgiye uğratacak şekilde her geçen gün daha da güçlenmelerinin temelidir. Kitlelerin hem olumlu hem de olumsuz zengin deneyimlerine dayanan hazır oluşları, iç ve dış düşmanlara karşı verecekleri kararlı mücadelelerde kitlelerin zaferini tayin edecektir.

Partimizin şiddet ve terör dalgasına karşı çabaları da dâhil olmak üzere, mücadelelerinin kapsamı ve liderliklerinin yetenekleri, karşı devrimin yenilmesinin ve barışçıl geçişin yeniden başlamasına yönelik yeni koşulların yaratılmasının önünü açacaktır.

Karşı-devrimci güçlerin geçici zaferinden kaynaklanan teslimiyet ruhu, bazıları dış güçlere sığınan ya da çatışmanın bir tarafıyla ittifak kuran bazı muhalif güçlerin pasif tutumunda yansımasını bulmaktadır. Bu, gerilemenin, kitlelere inançsızlığın, sabırsızlığın ve uzun vadede fayda sağlamayan daha kolay çözümler aramanın bir tezahürüdür; liderleri yurtdışında bulunan Ulusal Demokratik İttifak deneyiminin trajik bir tekrarıdır. Kitleler ve onların öncüleri tarafından acil durum komiteleri ya da gönüllüler olarak yürütülen basit günlük mücadele, bu geri çekilme dalgasının üstesinden gelmek için doğru yoldur. Aynı pozisyondan, kitlesel mücadeleye yer ve umut görmeyen, silahlı mücadeleyi ve şu ya da bu tarafın yanında yer almayı savunan eğilimler de çıkacaktır. Bu çizgi, inişli çıkışlı, gelgitli, sabırlı ve ısrarlı devrimci mücadele konusunda henüz eğitim almamış unsurlara hitap etmektedir. Tüm bu eğilimlerin karşısına derin bir kavrayışla çıkmak, kitleleri harekete geçiren ve örgütleyen, zaferin koşullarını hazırlayan tek şey olan kitle mücadelesinin devamı için yollar açmak ve kolaylaştırmak çok önemlidir. Kitleler, sıradan ya da yükselen günlük mücadeleleri sayesinde ikna olur ve düşmanlarıyla yüzleşir, mücadele ve hedeflerine ulaşmak için enerji seviyelerini yükseltirler. Kitlelerin kararlı demokratik dönüşümü hayata geçirme biçimleri de deneyimlerine ve yeteneklerine bağlıdır. Bu kitle hareketini koruma meselesinde, tabanın sağlamlığını arttırmak için kitleler arasında liderliğe sahip olmanın önemi ortaya çıkıyor.

Kitle hareketi, mücadelesinin bütünlüğünü nasıl koruyacağını ve kitle faaliyetinin alternatifi olmadığını öğrenmiştir. Düşmanların planlarına karşı mücadele büyüdükçe, kitlelerin farkındalığı artmakta, tarihsel görevlerini anlamakta ve kitleler kendilerine güvenip liderlerinin arkasında birleşene kadar bu mücadeleleri sürdürmektedir.

Bu durum, başta Amerikan emperyalizmi ve bölgedeki müttefikleri olmak üzere büyük güçlerin ulusal kurtuluş hareketi güçlerine yönelik saldırılarını sürdürdüğü ve Arap bölgesinde ilerleme kaydettiği elverişsiz küresel ve bölgesel koşullarda gerçekleşmektedir. Saldırganlıkları, işgal altındaki Filistin ve Lübnan’da görüldüğü gibi askerî saldırı düzeyine ulaşmıştır. Bu güçler Sudanlı kitlelerin mücadelelerinden ve çeşitli ayaklanmalardan ders çıkarmış, hareketli kitlelerin tehlikesinin farkına varmışlardır. Bu nedenle, planlarını ve baskılarını teşhir etmek ve kitlelerin bunlara karşı dikkatli olması, bu gerici koşullarda kitle hareketinin gelişmesi için acil bir görevdir. Bu durum, Sudan sorunu henüz uluslararası ve bölgesel toplum için bir öncelik hâline gelmemişken gerçekleşmektedir. Kitle hareketi içinde yenilikçi ve etkili yöntemler benimsemek önemlidir çünkü bu hareket sadece propaganda ve heyecan yoluyla büyümez. Bunun yerine, direniş komiteleri, radikal değişim güçleri, sendikal cephe ve tüm sivil güçlerin katkılarıyla yürütülen günübirlik mücadelelerle büyür. Bu geniş hareket sadece kitleler için yeni bir merkez ve liderlik sağlamakla kalmaz, aynı zamanda mevcut durum içindeki konumları ve duruşlarıyla kitlelerin ulusal demokratik mücadelenin faydalarını görmesi için yollar açmaya çalışır.

Kitle hareketi, mevcut nesnel koşullar ve Sudan’daki sınıf ve sosyal kesim ilişkileri nedeniyle yukarı doğru düz değil dolambaçlı bir yol izlediğinden, zaferi için mevcut sistemin ve çeşitli aygıtlarının yapısı içinde mevziler ve araçlar inşa etmelidir. Bu da onun çatışmada ve mücadelenin yoğunluğunu arttırmada tam rolünü oynamasını sağlar. Bu hareket, bu güçlerin diğer kesimlerini de kitlelerin demokrasi, barış ve sosyal adalet mücadelesine yaklaşmaları, katılmaları ve katkıda bulunmaları için etkiler.

Bu karmaşık koşullar altında, savaşı reddeden ve sahadaki ateşinden muzdarip olan devrimci ve aktif güçlerin, vizyon farklılıklarını kapatmayı amaçlayan ciddi bir diyaloğa doğru pratik adımlar atması ve kitleler için bir toparlama noktası olarak savaşı durdurma görevine öncelik veren ve günlük faaliyetlerinin bir parçası hâline gelen bir program üzerinde anlaşması önemlidir. Bu, kitlelerin ve öncülerinin bulunduğu bölgelerdeki farklı durumlara göre değişir. Vatandaşların ihtiyaçlarını karşılamak için basit reform çalışmalarından duvar yazılarına, medya kuruluşlarına, dilekçelere, günlük talepler için imza toplamaya, siyasi taleplere, toplantılara ve kitlesel konuşmalara, yeteneklere göre adım adım ilerleyerek gösterilere ve liderlerin kitleler tarafından kabul edilen bir programı duyurmasına kadar uzanır. Bu program, yurtdışındaki devrimci güçlerin içerideki mücadeleyle dayanışmada ve savaş suçluları ile ajanlarını kuşatmada önemli bir rol oynadığı yurtdışındaki Sudanlı kitle hareketleriyle uyumlu bir direnişe başlayacaktır. O zaman içerideki kitlelerin sesi daha gür çıkacaktır. Yurtdışındaki her şehirde savaşı durdurmak için bir dayanışma komitesi kurulmalıdır. Bu çekirdek mevcut boşluğu doldurmak için harekete geçecek ve sonuç olarak içerideki ses gerekli dış yankıyı bulacaktır. Bu sayede katillerin ve savaş suçlularının eli kolu bağlanabilir ve savaşın sona erdirilmesi, barışın yeniden tesis edilmesi ve demokratik yola geri dönülmesine yönelik küresel ve bölgesel çabaların mihenk taşını oluşturan sınanmış kitle aracı -geniş kitle cephesi- inşa edilebilir.

Aşağıda duruma kısa bir genel bakış sunulmakta ve bir dayanışma eylem planının çerçevesi ortaya konmaktadır:

Mevcut duruma genel bakış:

Çatışma 15 Nisan 2023 tarihinde patlak verdi.

Kayıplar: Ekim 2024 itibariyle bildirilen ölü sayısı 20.000 ile 150.000 arasında değişmektedir (Kaynak: Guardian UK, 11 Ekim 2024).

Cinsel saldırı: Vakalar yaygındır.

Yıkım: Sermaye varlıklarında ve ekonomik altyapıda büyük hasar.

Yerinden edilme: 10,8 milyon kişi ülke içinde ve dışında yerinden edildi (Kaynak: IOM, Ekim 2024).

İnsanî ihtiyaçlar: 24,8 milyon kişi yardıma muhtaç (Kaynak: OCHA, 2 Ekim 2024).

Eylem planı: Amaç, Sudan’da uzun vadeli barış ve istikrar için bir temel oluştururken, devrimin ve gündeminin kitleler tarafından geri kazanılmasıyla uyumlu olarak acil insanî ihtiyaçları karşılamaktır:

  1. Ateşkes ve insanî yardım koridorları:

Amaç: Acilen ateşkes ilan edilmesini savunmak.

Eylem: Yardımların ve sivillerin güvenli geçişini sağlamak için kalıcı insanî yardım koridorları oluşturun.

  1. Engel çıkaranlara karşı yaptırımlar:

Amaç: İnsanî yardım çabalarını engelleyen kişi ve işletmelere yaptırım uygulamak.

Eylem: Bu yaptırımların etkili bir şekilde uygulanması için uluslararası kuruluşlarla koordinasyon sağlanması.

  1. İnsanî yardımı artırın:

Amaç: İnsanî yardım dağıtımının artırılması.

Eylem: İhtiyaç sahibi 24,8 milyon insanın zamanında yardım almasını sağlayarak yardım tedarikini ve dağıtımını kolaylaştırmak için uluslararası kuruluşlarla işbirliği yapın.

  1. Yerinden edilmiş kişilere ve mültecilere destek:

Hedef: Ülke içinde yerinden edilmiş kişilere (IDP’ler) ve mültecilere kapsamlı destek sağlanması.

Eylem: Özellikle komşu ülkelerde güvenliklerinin, refahlarının ve temel hizmetlere erişimlerinin sağlanması.

  1. Kilit aktörler üzerinde baskı oluşturulması:

Amaç: Çatışan tarafları destekleyen ülkelere siyasi baskı ve kamuoyu baskısı uygulamak.

Eylem: BAE, Mısır, İran, Rusya, Türkiye, Sırbistan ve Çin’i çatışan tarafları finanse etmeyi ve silahlandırmayı durdurmaları ve barış çabalarını kolaylaştırmaları için zorlayın.

  1. Savaş suçlarının kovuşturulması:

Amaç: Savaş suçları için hesap sorulabilirliğin sağlanması.

Eylem: Savaş suçlarını kovuşturmak ve suç ortaklarını sorumlu tutmak, adaleti desteklemek ve gelecekteki ihlalleri caydırmak için bir kampanya başlatın.

  1. Demokratik yönetim savunuculuğu:

Amaç: Demokratik ve birleşik bir Sudan’ın kurulmasını desteklemek.

Eylem: Kapsayıcı yönetim için savunuculuk yapmak ve ülkede demokratik bir çerçeve oluşturma çabalarını desteklemek.

*: Sudan Komünist Partisi Sözcüsü ve Sendikal Haklar için Enternasyonal merkez ICTUR’un başkan yardımcısı Fathi El-Fadl’ın Londra’da yaptığı konuşma.

 

“Yenidoğan çetesi”: Buzdağının görünen yüzü | Canan Kılıç

Sistem artık haznesi dolmuş bir kanalizasyon şebekesi. Her gün bu şebekenin bir yeri patlıyor ve ortalığa pislik saçılıyor. Daha birinin kokusu dinmeden peşi sıra başka bir pisliğin kokusu kaplıyor ortalığı. Katledilen çocuklar, tecavüz edilen bebekler, kafası kesilen kadınlar, yenidoğan servislerinde öldürülen bebekler…

Bir kamusal alan, bir kamu hizmeti piyasaya açıldığında, sermayeye gel buraya yatırım yap dendiğinde, yani kamu hizmeti kâr etmenin aracına döndüğünde bu alanı her tür yağma ve talana açmış olursunuz. Hatırlayın Erzincan’ın İliç ilçesindeki maden cinayetini, burada sadece 9 işçi katledilmedi, bir ilçenin dağı, ormanı, taşı, toprağı, kurdu, kuşu, suyu, havası da katledildi. Geride kalan insanlar da yavaş bir ölüme mahkȗm edildi. Hatırlayın o görüntüleri; tıpkı bir felaket filminin bir distopik sahnenin görüntüleri değil mi? Bir kamusal alanı, dağı, ormanı, yaylayı sermayeye açarsan geriye elinde kalacak olan bu. Şimdi Kaz Dağları’nı, Marmara’nın, Ege’nin, Trakya’nın tek oksijen deposunu İliç gibi yapmak istiyorlar. Kaz Dağları’nın %79’u maden sahası ilan edilmiş durumda. Bu örneği sadece yağma ve talanı daha rahat göz önüne getirebilelim diye veriyorum.

Sağlık da, eğitim de, barınma da, ulaşım da, altyapı da hepsi böyle. Sermayenin girmediği ve yağmalamadığı bir tek alan yok. Sağlık alanında sermayenin yağmasının önünü açmak demek olan Sağlıkta Dönüşüm Programının nasıl adım adım hayata geçirildiği Kaldıraç’ın Ağustos 2024 tarihli sayısında ele alınmıştı. Foseptik çukuru taştığında, artık bazı şeyler gizlenemez olduğunda ya da ortaya çıkan ilişkiler ağı sadece görünenle sınırlı kalabilsin diye soruşturmalar gündeme geliyor.

İşte yenidoğan servislerindeki bebek katliamı da böyle bir şey. Şimdi adım adım gidelim.

1- Soruşturma süreci titizlikle ele alınmış. Nasıl bir titizlikle? Soruşturmanın ucunun büyük sermaye sahiplerine, birer holding olan tarikatlara, Sağlık Bakanlarına sıçramaması için titizlikle yürütülmüş. Bir grup cani doktor, hemşire ve diğer sağlık personelinin işi olarak görülmesi istenmiş ve soruşturma da mümkünse bu minvalde yürütülüyor. Küçük bir örnek: Soruşturma sürecinde 19 hastanenin adı geçiyor ama nedense yalnızca 9’u kapatılıyor. Hemen hiçbir hastane sahibi soruşturmaya dâhil edilmiyor.

2- Örneğin bir inşaat şirketi bir kamu ihalesi almış olsun. Aldığı teşvikler, muafiyetler bir yana, genellikle ihalenin verildiği rakam iki-üç defa revize ediliyor. Yani inşaat bitmiyor, bir kez daha ihale ediliyor ya da ihale edilen rakam artırılıyor. Bundan başka inşaat şirketi, kullandım dediği kadar demiri, kumu, aksamı kullanmıyor. Birinci sınıf malzeme üzerinden ihale alıyor üçüncü sınıf malzeme kullanıyor. Birinci sınıf işçilik diyor üçüncü sınıf işçilikle yetiniyor. Bitirdim diyor ama aslında bir ton eksikle yapıyı teslim ediyor. Yani ihale bedelinin yanı sıra malzemeden, işçilikten, hafriyattan artık aklınıza ne gelirse oradan da kâr ediyor. Biz buna artık alıştık. Ee, inşaat sektörü bunu yapıyor da niye sağlık sektörü yapmasın? Muayene olmamış hastayı muayene olmuş gibi göstermek, yatmamış hastayı yatmış göstermek, yapılmamış ameliyatı yapılmış göstermek, takılmamış protezi takılmış göstermek, bu da ilave bir kâr etme yöntemi. Ne demişler, devletin malı deniz yemeyen keriz. Üstelik bu bugünün işi de değil. Ne zaman ki Sağlık Bakanlığı özel hastanelerden hizmet almaya başladı o zamandan başlamış, geçmişte de sıkça gündeme gelen ama bugün ölümlerle birleştiğinde sanki ilk defa yapılıyormuş gibi görünen bir şey.

3- İşte yenidoğan soruşturmasında da bu bir grup cani sağlıkçının, bebekleri hastanede bir gün daha fazla tutmak ve bunun üzerinden Sağlık Bakanlığından ödeme almak, kullanılmayan ilacı kullanıldı gösterip bunu da el altından piyasaya satmak gibi bir nedenle bu işe soyundukları söyleniyor. İyi de öldürmek niye? Hiç ihtiyacı olmayan bebeği de yenidoğan yoğun bakıma alırsın 5-10 gün tutarsın sonra annesine teslim edersin, üstelik çocuğunu kurtarmış melek doktor, iyi hastane unvanını da alırsın. Ölümlerin sadece 12 bebekle sınırlı olduğu şüpheli, geçmişte de çeşitli hastanelerde yoğun bebek ölümlerinin yaşandığını biliyoruz. Öldürmek niye? Acaba yalnızca bizim mi aklımıza geliyor bu soru? Yine soruşturmadan öğreniyoruz ki bu yoğun bakım ünitelerindeki kameralar çalışmıyor.

Mesela bebeklerin organları mı çalınıyor? Mesela bebekler üzerinde ilaç denemeleri mi yapılıyor? Mesela bebeklerin kanından zenginler için gençlik iksiri olarak kullanılan bir madde mi elde ediliyor? Bunlardan herhangi biri yapılıyorsa elbette bebeğin yaşama şansı olmaz.

4- Bu ülkede yılda 40 bin çocuğun kaçırıldığı söylenmekte. TÜİK’in kaybolan çocuklara ilişkin veri yayınladığı son yıl 2018. 2018’den bu yana bu konuda veri yayınlanmıyor. Epstein dosyasında Türkiye’den kaçırılan 42 bin çocuktan söz ediliyor ama henüz bu konuyu ele alıp araştıran bir gazeteci yok.

5- Kırmızı bültenle aranan uyuşturucu baronları, kırmızı bültenle aranan kara para aklayıcıları, kumar/bahis patronları, bilumum suç örgütü liderleri bu ülkede vatandaşlık alıp birinci sınıf vatandaşlar olarak işlerine devam ederken, kırmızı bültenle aranan organ kaçakçımız olmasın mı? Artı Gerçek’ten Hale Gönültaş yazdı. Kırmızı bültenle aranan İsrail asıllı Boris Wolfman 4 Aralık 2015 tarihinde Türkiye’ye geliyor. Hakkında “uluslararası organ kaçakçılığı ve bilinçli ölüme sebebiyet vermek” suçlarından kırmızı bültenle arama kararı olan bu kişi gözaltına alınıyor. İsrail bu kişi için iade talebinde bulunuyor. Ancak Türkiye “takdir hakkını” kullanarak ben yargılayacağım diyor ve yargılama sonucunda 12 Temmuz 2016’da “yeterli delile ulaşılamadığı gerekçesiyle” serbest bırakılıyor. Buna da “baron aklama” diyelim. Yani Türkiye Cumhuriyeti sadece kara parayı aklamıyor, onların sahiplerini de aklıyor.

Yine Hale Gönültaş’ın haberinden öğreniyoruz ki Maraş depremi sırasında İsrail’in tıbbî destek sağlamak üzere deprem bölgesinde kurduğu sahra hastanesinin ismi Rabin Medical ve bu hastane Boris Wolfman ve organ çetesi ortaklarının faaliyet gösterdiği hastane. Böylesine bir can pazarının yaşandığı bir yer, organ kaçakçıları için bulunmaz bir fırsat olsa gerek. Ölenlerin sayısının resmî rakamların belki de on katı olduğu bir yerde kim bu sahra hastanesinde olup biteni sorgulayacak? Böyle düşünmüş olmalılar. Ama onurlu ve cesur gazeteciler de var.

Tüm bu verileri alt alta sıraladığımızda, bu durum yalnızca “yenidoğan çetesi” diye önümüze atılan bir grup insan müsveddesi hekim ve sağlık çalışanıyla sınırlı değil. Bu sadece buzdağının görünen yüzü. Ya gerisindeki büyük sermaye, tekeller, holdingleşmiş tarikatlar, uluslararası organ mafyasıyla ilişki kurulmasın isteniyor. Ya da tam da bunlara alan açmak için saha temizliği yapılıyor.

ABD başkanlık seçimlerinin ardından

ABD’de başkanlık seçimi gerçekleşti ve beklendiği gibi Donald Trump başkan seçildi. Seçimin diğer güçlü adayı Kamala Harris de seçilmiş olsa idi yine beklenen gerçekleşmiş olacaktı. Beklenen gerçekleşmiş olacaktı çünkü 1853 yılından bu yana bir başka anlatımla yüz yetmiş bir yıldan beri bahse konu ülkede başkanlık seçimi iki büyük partinin mücadelesine sahne olmakta ve bunlardan biri ipi göğüslemektedir. 1853 yılından bu yana Cumhuriyetçi Parti ile Demokrat Parti dışında hiçbir siyasi oluşum seçim kazanamamıştır ABD’de. Dolayısı ile beklenmeyen gerçekleşmedi yani Filistin konusunda net bir tavır ortaya koyan, emekten yana vaatleri ve ekolojik bir programı olan “Yeşil Parti” adayı Dr. Jill Stein’in seçilebilmesi idi beklenmeyen ve bu da gerçekleşmedi. Stein’in seçilememesi sürpriz değil ancak aldığı oy bir sürpriz kanımca. Genç işsizlerin oranının %14’e ulaştığı, halkının %13’lük kesiminin yeterli beslenme olanaklarından yoksun olduğu, VOA verilerine göre yedi yüz bin kişinin evsiz olduğu ve evsizlerin sayısının sürekli artma eğiliminde olduğu bir ülkede Yeşil Parti adayının oy oranının %0,5 seviyesinde kalması sürpriz kanımca. Sadece evsiz ABD vatandaşları oy vermiş olsa idiler daha yüksek bir oy oranına ulaşabilirlerdi.

Bizde kendilerini “solcu” olarak tanımlayan bazı çevreler, Kamala Harris’in kazanmasını istediklerini açıkça ilan etmişlerdi seçim öncesinde. Gerekçeleri ise Harris’in Marksist bir iktisatçının kızı olması ve etnik kökeni nedeni ile Beyaz Amerikalılar tarafından ötekileştirilmeye çalışılması. Kanımca son derece anlamsız bu gerekçeler. Her şeyden önce insanın soy geçmişi ve etnik kökeni kişiliği hakkında doğru bir referans veremeyebilir her zaman. Tarih bunun örnekleri ile dolu. Söz gelimi TC tarihinin en azılı ırkçılarından biri olan Nihal Atsız’ın oğlu Yağmur Atsız, babasının vasiyetinde savaşmasını istediği etnik gruplara kin beslemeyen, demokrat görüşleri ile tanınan bir entelektüeldi. İnsanları ebeveynlerinin kimliklerinden yola çıkarak değerlendirmek büyük bir hata kanımca. Bu hata kendilerini solcu olarak tanımlayan kişiler tarafından yapılınca daha da büyük oluyor bana göre. Kaldı ki Harris’in babası Emeritus Prof. Donald J. Harris, Marksist değil post-Keynesyen görüşlere sahip bir ekonomist. Kamala Harris’in Beyaz Amerikalılar tarafından ötekileştirilmek istendiği iddiasını ise bu hanımefendinin seçim kampanyası esnasında sermaye çevrelerinden 2,2 milyar USD bağış toplamış olması çürütmeye yetiyor (Trump 1,8 milyar toplamıştı).

Küresel emperyalist sistemin yönlendiricisi durumundaki ülkenin sermaye grupları arasındaki farklı görüşlerin ortaya çıkardığı iki aday arasında bir tercih yapmanın kendilerini “solcu” olarak tanımlayan insanlara ne kadar yakışacağının takdiri ise bu yazıyı okuyanlara ait elbette.

Kuşkusuz yukarıda yazılanlar ABD başkan seçimi ile ilgilenilmemesi gerektiği anlamını taşımıyor. Taşımamalı da.

G7 ülkelerinin toplam üretiminin %40’ını, tüm dünyada gerçekleşen üretimin ise %16’sını hayata geçiren, dünyanın dört bucağında kurmuş olduğu askerî üsler ve on binlerce askerî personeli ile sistemin koruculuğunu üstlenen ülkede seçilen yönetimin gerek kendi ülkesine gerekse dünya halklarına neler getirebileceği analiz edilmeye değecek özellikler taşır her daim. Yazı da bu konuya odaklanmayı amaçlamakta.

Öncelikle şuradan başlayalım:

SSCB’nin dağılması ve sosyalist sistemin geçici geri çekilmesi sonucu dünya ekonomisinin tek egemeni olan ABD’nin tartışılmaz üstünlüğü Çin ekonomisinin beklenmeyen yükselişi karşısında gerilemiş ve küresel emperyalist sistemin kurgulamış olduğu tek kutuplu dünya tartışılmaya başlamıştı son yıllarda.

Yeni yönetimin ilk çabası ABD’ye yitirmiş olduğu gücünü tekrar kazandırma yönünde çalışmaya yönelik olacak. Bu amaçla Çin’in önünü kesmek için önlemler düşünülecek. Seçim öncesi gerçekleştirdikleri propaganda çalışmalarında her iki aday da bunun sinyallerini vermişlerdi. Hattâ daha da ileri giderek Çin’den yapılacak ithalata kısıtlama getireceklerini belirtmişlerdi. İşte bu noktada sorun başlıyor. SSCB’nin dağıldığı tarihten itibaren serbest piyasa ekonomisini savunan ve neoliberal ekonomik sistemin bayraktarlığını yapan ABD ithalat kısıtlaması getirip yıllardan beri savundukları ile çelişen bir politika izlemek zorunda kalıyor. Bunu yapıp yapamayacaklarını ya da yapabilirlerse başarılı olup olamayacaklarını zaman gösterecek ancak seçim öncesi yapılan propaganda çalışmalarında kullanılan söylem neoliberal sistemin tartışılmaya başlamasına neden oldu; zamanla daha da yaygınlaşıp tüm dünyaya yayılmasını beklediğim bu tartışma, neoliberal ekonomik düzenin sonunu getirebilir ve Keynes’ten esinlenerek geliştirilecek değişik ekonomi modellerinin gerek tartışılmasına gerekse uygulanılmasına tanık olabiliriz. Bu durum kuralsız bir ekonominin savunucusu olan Trump’ın kendisi ile çelişmesi anlamını taşımakta.

Öte yandan ABD’yi rahatsız eden ekonomik gelişme sadece Çin ile sınırlı değil. Yakın geçmişte gerçekleştirdiği atılımlarla yerküre ekonomisindeki ağırlığını giderek arttıran BRICS oluşumu tüm bileşenleri ile ABD’yi ekonomik açıdan gittikçe daha fazla endişelendirmekte.

Bütün bu değerlendirmelerin ışığında gerek Çin ekonomisini gerekse Çin’in de içinde bulunduğu BRICS oluşumunun ekonomisini baltalamak için önemli çabalar sarf edileceği kesin gibi görülüyor. Bu çabalar Çin-Tayvan ekseninde gerçekleşecek küçük çaplı savaşlara yol açabilir. Ancak böyle bir savaş çıkmasa bile hâlen sürdürülmekte olan ekonomik savaşın daha da kızışacağı mutlak bir gerçeklik olarak şimdiden göze çarpmakta.

Öte yandan ABD sarsılmaya başlayan ekonomik egemenliğini yeniden tesis etmek ve pekiştirmek için askerî operasyonlara başvurmaktan da bölgesel çaplı savaşlar çıkarmaktan ve gerekli gördüğü takdirde bu savaşlara müdahil olmaktan da çekinmeyecektir. Özellikle seçim kampanyası süresinde Trump’ı açıkça destekleyen silah tekellerinin de teşviki ile bu girişimler önümüzdeki yıllarda dünyamızın bir ateş çemberi içinde kalacağını göstermekte. Bu konuya odaklanalım biraz, önce mevcutlara ardından da olası savaşlara yönelik bazı öngörülerde bulunalım.

ABD’nin Ortadoğu egemenliğindeki kilit ülkedir İsrail. Özellikle Suudi Arabistan’ın BRICS yapılanmasına katılma kararı alması sonrasında İsrail’in önemi daha da arttı ABD açısından. Bu nedenle İsrail’in güçlenmesi ve (mümkün olduğu takdirde) topraklarını genişletmesi ABD politikası açısından vazgeçilemez bir öneme sahiptir. Trump seçim propagandası sürecinde İsrail-Filistin savaşını bitirme sözü vermişti. Onun bitirmeden anladığı Filistin’in kayıtsız şartsız teslim olması kuşkusuz. Ancak Filistin direniş güçlerinin kendileri açısından onur kırıcı bir anlaşmaya imza atacaklarını düşünemeyiz. Dolayısı ile savaş şiddetlenecek. ABD İsrail’in kesin kazanımının gerçekleşebilmesi için gereken her türlü desteği verecek. Bu devasa gücün tam desteğini alan İsrail ise saldırganlığını ve kural tanımazlığını günden güne arttırarak devam ettirecek. Sadece Filistin’e değil Lübnan, Suriye ve hattâ İran’a yönelik saldırıların ardı arkası kesilmeyecek. ABD İsrail’in bu saldırıları ile gerek Suriye’deki gerekse İran’daki rejimlerin de yıpranmasını hedeflemekte. Dünya halkları kararlı bir tutumla bu saldırılara karşı çıkmadığı takdirde Ortadoğu bir kan gölüne dönecek önümüzdeki süreçte. Trump’ın kabinesinde yer vermeyi düşündüğü isimler bu öngörüyü gerçekleştirecek politik düşünce yapısına sahipler.

Türkiye’nin kuzeyinde devam etmekte olan NATO-Rusya savaşı da Trump tarafından sonlandırılma sözü verilen krizler arasında. Trump burada Putin’i ikna edebilecek çözümlere ulaşılabilir. Bilindiği gibi ABD’nin yeni devlet başkanı iş yaşamında emlak komisyoncusu olarak faaliyet göstermişti. Bu süreçte Rus oligarklar ile ortak çok iş yapmış ve onlarla hayli samimi ilişkiler geliştirmişti. Bu ilişkiler Putin’in ikna olacağı bir çözüm üretilmesine yardımcı olabilir. Kaldı ki NATO’nun tüm desteğine rağmen Ukrayna herhangi bir başarı sağlayamadı Rusya karşısında. Tersine Rusya konumunu güçlendirdi ve bu arada Ukrayna bir harabeye döndü. Trump NATO-Ukrayna savaşının finansman yükünü ağırlıklı olarak ABD’nin karşılamasından duyduğu rahatsızlığı her fırsatta dile getirmekte ve AB ülkelerinin finansmana daha fazla destek olmasını talep etmekte. AB ise bu konuda isteksiz. Üstelik savaşın yarattığı düzensiz göçmen sorunu nedeni ile Polonya, Macaristan ve Romanya gibi ülkeler rahatsızlıklarını dile getirmekteler. Bu ülkelerdeki yaklaşık sekiz milyon Ukraynalı göçmenin küçümsenmeyecek bir bölümünün Batı Avrupa ülkelerinde yerleşme arzusunda oldukları bilinmekte. Bu durum da Fransa, Almanya gibi ülkelerin endişelenmelerine neden oluyor. Bütün bu faktörler bir araya gelince küresel emperyalist sistemin Rusya ile ilgili hedeflerini ertelemesi ve savaşı şimdilik kaydı ile durdurması uzak bir olasılık olarak görülmüyor. Bu olasılık gerçekleşirse, bir harabe hâline gelmiş olan Ukrayna’nın imarı için çalışmalar başlatılır ve böylelikle krize girmiş bulunan inşaat sektörünün aradığı can suyu bulunmuş olur. Dolayısı ile 2025 yılı zarfında NATO-Ukrayna savaşının geçici bir süre için de olsa sonlandırıldığını görebiliriz. Ancak bu elbette kalıcı bir barışın tesis edileceği anlamına gelmiyor. Sistem Rusya’yı parçalayarak, bu devasa büyüklükteki ülkeden irili ufaklı ve elbette güçsüz pek çok ülke çıkarma hedefinden vazgeçmeyecektir.

Bu arada hemen belirtelim eski başkan Biden’ın görevi devretmesine kısa bir süre kala Ukrayna’ya uzun menzilli ATACMS füzelerini Rusya’ya karşı kullanma onayı vermesi ve Ukrayna’nın da onayı alır almaz saldırı gerçekleştirmesi üzerine yapılan “savaş tırmanacak” yorumları gerçekçi olmaktan uzak. Kanaatime göre Biden’ın onayı ABD derin devlet yapılanması tarafından alınmış bir kararın uygulamasından fazla bir şey ifade etmiyor ve amacı da 2025 yılı zarfında başlayacak olan müzakerelerde Batı’nın elini güçlendirmek. Bir de yan etkisi oldu bu gelişmenin; Türkiye gibi ekonomisi kırılgan bir yapıya sahip olan ülkelerde gerek USD gerekse € yükselişe geçti savaşın şiddetleneceği endişesi ile. Bu da borsada boy gösteren spekülatörlerin işine yarayan bir gelişme oldu. Ancak bu gelişmenin kalıcı bir etkisi olacağını düşünmüyorum. Kısa süre içinde taşlar yerine oturur. Bir de petrol fiyatlarında küçük bir yükselme oldu. Uzun zamandan beri düşük seyreden petrol fiyatlarındaki bu yükselme Ukrayna’nın saldırısından daha çok mevsim etkisi ile gerçekleşmiş olabilir. Bu gelişmelere bakarak savaşın tırmanacağı yorumunu yapmanın bir anlamı yok. Rusya’nın bu gelişmeye karşılık vermiş olduğu yanıt bir başka anlatımla nükleer silah doktrinini güncellemesi ise esasen mevcut olan bir mevzuatın Rusya’nın müttefiki olan Belarus’u da kapsayacak biçimde genişletilmesinden ibaret. Rusya’nın Ukrayna’dan gerçekleşen saldırıya yanıt olarak nükleer silah kullanma yoluna başvuracağını düşünmüyorum. Rusya önümüzdeki günlerde Kiev’i şiddetli bir şekilde bombalayacak, bu bombardımandan şehir merkezi ve burada bulunan Batılı ülke temsilcilik binaları hayli zarar görecekler ve her iki taraf da ellerini yeterince güçlendirdiklerini düşündüklerinde müzakereye başlayacaklar. Bu süreçte cephede herhangi bir değişiklik olmayacak, taraflar mevzilerinde sabit kalacaklar kanaatime göre.

Ortadoğu’da Trump’ın yarım kalmış bir hesabı var İran ile. Önceki başkanlık döneminde bu ülkeye hayli yüklenmiş ancak hedeflediği sonucu alamamıştı. Bu kez kaldığı yerden devam ederek Tahran’ı daha fazla sıkıştıracağına kesin gözle bakılmakta. NATO-Ukrayna savaşına geçici bir çözüm üreterek ara vermek istemesi de bu yüzden. Gücünü ve enerjisini İran üzerinde yoğunlaştırmak istemekte. Böyle bir politika izlemesinin kendine göre çok haklı bir nedeni var. İran küresel finans sistemine katılmayı reddeden ender ülkelerden biri. Bu direnci kırmak için tüm olanaklarını seferber etmekten çekinmeyecek. Küresel finans sistemine katılmayı reddeden bir başka Ortadoğu ülkesi de Suriye. Her ne kadar seçim propagandası esnasında bu ülkedeki askerlerini geri çekeceğini ifade etmişse de bu sözünü tutsa bile Irak-Suriye ekseninden elini çekeceğini sanmıyorum. Buradaki oluşumlara her zaman müdahale edecek bir sistem kurulmadan ABD askeri bölgeden çekilmeyecektir. Esad rejiminin devrilmesi ya da hiç değilse alabildiğine güçsüzleştirilmesi ABD dış politikasının ana gündem maddelerinden biri olarak kalacaktır.

Irak, Suriye ve İran söz konusu olduğunda buralara müdahale edebilmek için en uygun yer İsrail olduğundan İsrail’e verilen destek artarak devam edecek kuşkusuz. Bu ülkenin ABD’nin karakolu olma işlevini kusursuz yapabilmesi için verilecek olan her türlü destek Ortadoğu halklarının başına bela olacaktır.

Ortadoğu ve Pasifik’ten söz ettik buraya kadar. Kuşkusuz bununla da yetinilmeyecek, Amerika kıtasında da yapılacak işleri var. Öncelikle Küba. Sürdürmeye çalıştıkları düzen için en büyük tehlike olarak gördükleri Küba’ya yaptırımlar artacak. Ülkenin ekonomik darboğaza girip oradan çıkamaması için elden gelen yapılırken Venezuela da ilgi alanından çıkmayacak ve bu ülkede de Maduro’nun iktidardan düşmesi için çaba sarf edilecektir. Amerika kıtası özellikle de Latin Amerika her zaman küresel sistemin muhaliflerinin güçlü olduğu bir coğrafyadır. Bu nedenle bahse konu coğrafya kontrol altında tutulacak ve gerekli görüldüğü takdirde hükümet darbeleri gerçekleştirilerek küresel sistem dostlarının yönetim erkinde kalmaları sağlanacaktır. Bununla birlikte Amerika kıtasında bir savaş çıkması olasılığının son derece düşük olduğunu söyleyebiliriz.

Trump’ın başkan olmasının dünyanın diğer ülkeleri üzerindeki etkisi de siyasi liderler açısından gerçekleşecek. Diplomatik kurallara önem vermeyen, popülist söylemler ile oy toplayan sağcı tutucu liderler önemli bir müttefik kazandılar bu seçim sonucu ile Macaristan’da Orban, Arjantin’de Millei, Hindistan’da Modi gibi liderler önemli bir müttefik kazandılar bu seçim sonrasında. Bunlara Türkiye’den Erdoğan’ı da katmak gerek. Yakın gelecekte popülist söylemlerle iktidara geldikten sonra demokratik hak ve özgürlükleri giderek daha fazla kısıtlamaya çalışacak olan liderlerin çoğalacağını görebiliriz.

Özetle; ABD seçimleri dünya halkları açısından bir kötünün gidip bir başka kötünün gelmesine tanık oldu her zaman olduğu gibi, emek ve demokrasi güçleri açısından yeni bir mücadele sayfası açıldı. Çetin mücadele günleri dünya emek ve demokrasi güçlerini bekliyor.

Karadeniz’in direnişi: Doğaya ve yaşam alanlarına süper sömürüye karşı bir başkaldırı | Süleyman Hacıbektaşoğlu

Karadeniz’in doğayla iç içe geçmiş yaşamı

Karadeniz… Bin yıllık bir tarihe, zengin bir kültüre ve insan-doğa arasındaki kadim bir bağa sahip bir coğrafya. Doğa burada sadece bir çevre unsuru değil; her köy, her yamaç, her vadi, Karadeniz insanının hayatında derin izler bırakmış bir yaşam kaynağıdır. Yeşilin ve mavinin iç içe geçtiği bu topraklarda insanlar, doğanın bir parçası olarak var olur. Ormanları, dereleri, çay bahçeleri, fındık tarlalarıyla Karadeniz, yerel halk için ekonomik olduğu kadar kültürel bir zenginlik, hattâ bir kimliktir.

Ancak, 1980’lerin sonlarında Türkiye’nin genelinde olduğu gibi Karadeniz’de de neoliberal politikalar yaygınlaşmaya başladı. Sermaye hareketleri hızla sanayi, madencilik ve enerji projeleri için Karadeniz’in kıyılarına ve ormanlarına yöneldi. Bu politikalar, Karadeniz’in doğal yapısını hedef alarak onun “kalkınma” adı altında büyük projelere açılmasına sebep oldu. Artık doğa, yerel halkın kolektif hafızasında bir “ev” olmaktan çıkıp kapitalizmin metalaştırma hedeflerinin bir parçası hâline geliyordu. Karadeniz halkı, binlerce yıldır birlikte yaşadığı doğaya “ekonomik gelişme” adı altında yapılan bu saldırıları derin bir kaygıyla izlemeye başladı.

2002’de iktidara gelen AKP, Karadeniz’i “kalkınma merkezi” olarak ilan etti. Siyasi iktidarın “gelişme” söylemleri altında duyurduğu HES projeleri, maden arama ruhsatları ve geniş turizm yatırımları, bölgeyi adeta bir “sömürü merkezi”ne dönüştürdü. Özellikle HES projeleriyle başlayan ve maden ruhsatlarıyla genişleyen bu süreç, yerel halkın geçim kaynaklarına ciddi bir tehdit oluşturdu. Su kaynaklarının kontrol altına alınması, ormanlık alanların endüstriyel amaçlarla kullanılmaya başlanması, tarım ve balıkçılıkla geçinen köylüler için yıkıcı bir değişim anlamına geliyordu.

Bu “kalkınma” projelerinden en çok dikkat çekenlerden biri altın madenciliği faaliyetleriydi. Altın madenciliği, küresel kapitalizmin daha önce Latin Amerika, Afrika ve Asya’da uyguladığı “sömürge madenciliği” modeline benzer bir şekilde, bölgedeki doğayı sömürmek için geliştirilen bir yapıydı. İliç, Fatsa ve Bergama gibi bölgelerde yoğun olarak görülen altın madenciliği faaliyetleri, bu sömürgeci yapının tipik örnekleri olarak öne çıkmaktadır. Örneğin İliç’teki maden sahasında ve Fatsa’da siyanürle altın ayrıştırma yöntemi kullanılmakta, bu yöntem toprağın kimyasını bozarak yeraltı sularına kadar kirletmektedir. Bu madencilik uygulamaları, yerel halkın tarım ve su kaynaklarını kullanma hakkını elinden almakla kalmıyor, aynı zamanda doğal yaşamı da tehdit ediyor.

Altın madenciliği faaliyetleri, çevresel yıkımın yanı sıra, yerel halk için ciddi sağlık risklerini de beraberinde getiriyor. Maden sahalarına yakın bölgelerde yaşayan köylüler, yeraltı su kaynaklarının siyanürle kirlenmesi ve toprağın tarıma elverişsiz hâle gelmesi nedeniyle büyük zorluklarla karşı karşıya. Çevre kirliliği yalnızca doğayı değil, yerel halkın sağlığını da etkiliyor. Fatsa ve Bergama’da yürütülen madencilik faaliyetlerinin bölgedeki ekolojik dengeyi bozduğu, toprağı ve suyu kirlettiği araştırmalarla ortaya konmuştur.

Karadeniz halkı için doğanın kapitalizmin elinde metalaşması, sadece ekonomik bir tehdit değil; aynı zamanda kültürel bir yıkım anlamına da gelmektedir. Bu bağlamda Kaz Dağları’nda Alamos Gold tarafından yürütülen altın madeni projesi, Karadeniz’in doğal yapısını tehdit eden projelerle aynı kapitalist “gelişme” söylemi altında ilerlemektedir. Kaz Dağları’ndaki orman kıyımı, Karadeniz’de yapılan doğa katliamlarının bir benzeri olarak bölgedeki direnişin önemini bir kez daha gözler önüne sermektedir.

Bütün bu gelişmeler, Karadeniz halkının geçim kaynaklarını ve doğayla kurduğu kadim bağı koruma mücadelesini daha da anlamlı hâle getiriyor. Karadeniz, doğası ve insanıyla kapitalizmin “sömürge madenciliği”ne ve “suyun ticarileşmesi”ne karşı direniyor. Yüzyıllardır doğayla uyum içinde yaşayan halk, bu projelere karşı doğasını, kültürünü ve kimliğini savunma kararlılığını her fırsatta dile getiriyor. Bu bölgedeki direniş, yalnızca yerel değil, küresel bir mücadelenin parçası olarak da anlam buluyor.

Tarım, toprak ve topraksızlaşma süreci

Karadeniz’in verimli toprakları, çay bahçeleri, fındık tarlaları ve yerel halkın tarıma dayalı geçim kaynakları, uzun yıllardır bölge ekonomisinin ve kültürel dokusunun bel kemiğini oluşturmuştur. Bu topraklarda yetiştirilen çay, bölge insanının geçimini sağlarken, aynı zamanda Karadeniz’in kimliğinin ve yaşam biçiminin bir parçası olmuştur.

Ancak son yıllarda artan enerji projeleri, HES (hidroelektrik santral) ve madencilik faaliyetleri, bu geçim kaynaklarının geleceğini tehdit etmekte ve köylülerin topraklarını kaybetmesine neden olmaktadır. Özellikle 2000’li yıllardan itibaren artan “kalkınma” projeleri, Karadeniz’in verimli arazilerini sermayenin kâr hedeflerine uygun şekilde yeniden yapılandırarak yerel halkı topraksızlaştırmaya zorlamaktadır.

İliç, Fatsa ve Bergama gibi bölgelerde uygulanan altın madenciliği projeleri, bu sürecin en çarpıcı örneklerini oluşturmaktadır. Bu bölgelerde altın ayrıştırma işlemi, siyanür gibi ağır kimyasallarla gerçekleştiriliyor. Siyanürle yapılan bu işlem, toprağın kimyasını bozarak verimliliğini düşürmekte, yeraltı sularına karışarak geniş çevre kirliliği yaratmaktadır. Örneğin, Fatsa’daki altın madeni işletmesi, siyanürle ayrıştırma sürecini kullanarak bölgedeki su kaynaklarını kirletmiş ve çevredeki tarım alanlarının verimliliğini azaltmıştır. Aynı şekilde İliç’teki madencilik faaliyetleri, bölge ekosistemini geri dönüşü olmayan bir şekilde tahrip etmiş, bölgedeki tarımsal üretimi tehlikeye atmıştır.

Topraksızlaştırma, sadece ekonomik değil, aynı zamanda kültürel bir dönüşüm yaratmaktadır. Tarım alanları madencilik ve enerji projelerine tahsis edilirken, yerel halkın kadim geçim kaynakları ellerinden alınmakta ve kültürel miras da bu yıkımdan nasibini almaktadır. Topraklarını kaybeden çiftçiler, büyük şehirlerde iş bulma umuduyla göç etmek zorunda kalırken, tarımsal üretim alanları madencilik şirketlerinin elinde doğanın metalaştırılması sürecine dâhil olmaktadır.

Kaz Dağları’nda Alamos Gold tarafından yürütülen altın madeni projesi de bu sürecin bir diğer çarpıcı örneğidir. Şirket, geniş ormanlık alanları altın madenciliği için kullanıma açmış, bölgenin doğal yapısını bozarak halkın direnişini tetiklemiştir. Kaz Dağları’ndaki orman kıyımı, Karadeniz’de de benzer şekilde doğa talanına karşı yerel halkın direnişini güçlendiren bir sembol hâline gelmiştir.

Bu süreçte, HES projelerinin bölgedeki su kaynaklarına yönelik tehditleri de büyük endişe yaratmaktadır. Hidroelektrik santraller için derelerin ve akarsuların yatakları değiştirilmekte, suyun doğal akışı bozulmakta ve bu durum, bölgedeki tarım alanlarını kuraklık riskiyle karşı karşıya bırakmaktadır.

Çay ve fındık bahçeleri için suyun hayatî önemi düşünüldüğünde, bu projeler yerel ekonomiyi ciddi biçimde zayıflatmaktadır. Bölgedeki birçok çiftçi, su kaynaklarının azalması ve arazilerin verimsizleşmesi nedeniyle üretim yapamaz hâle gelmiş ve tarımsal faaliyetler büyük şirketlerin tehditleri altında kalmıştır. Su, yerel halkın kolektif geçim kaynağı olmaktan çıkarak, projelerin enerji ihtiyacını karşılamak için metalaştırılmaktadır.

Topraksızlaşmanın getirdiği yoksulluk ve işsizlik, yerel halkı tarımdan uzaklaştırarak büyük şehirlere göçe zorlamaktadır. Bu durum, Karadeniz’in yüzyıllardır süregelen tarım kültürünü yitirmesine yol açarken, yerel halkın kültürel bağları da koparılmaktadır. “Kalkınma” adı altında yürütülen projeler, yerel halkın doğal yaşam alanlarını kaybetmesine, dolayısıyla kimliklerinden uzaklaşmalarına neden olmaktadır.

Topraksızlaşma süreci, Latin Amerika ve Afrika’da görülen “sömürge madenciliği” uygulamalarına benzer bir biçimde ilerlemektedir. Bu coğrafyalarda da sermaye, tarımsal alanları ele geçirerek yerel halkın geçim kaynaklarını tahrip etmekte, onları göçe ve yoksulluğa zorlamaktadır. Karadeniz’in İliç, Fatsa ve Bergama gibi bölgelerinde yaşanan topraksızlaştırma süreci de, kapitalizmin “kalkınma” söylemi altında yerel halkı toprağından koparan bir “süper sömürü” düzenini ortaya koymaktadır. Süper sömürü kavramı, yalnızca emek-gücünü değil; doğayı, suyu, toprağı ve yaşam alanlarını da kapitalizmin çıkarlarına uygun şekilde kullanmayı ifade eder. Karadeniz’in toprakları ve doğal kaynakları, sermayenin daha fazla kâr amacıyla kontrol altına alınmakta, yerel halkın yaşam alanları şirketlerin sermaye birikimine hizmet eden birer araç hâline getirilmektedir.

Bu bağlamda, Karadeniz’deki toprak ve su kaynaklarının “kalkınma” adı altında yok edilmesi, yerel halkın doğayla olan kadim bağını zayıflatmakta ve bölgedeki ekonomik yapıyı sermayenin lehine değiştirmektedir. Topraksızlaştırma sürecine direnen Karadeniz halkı, bu projelere karşı doğasını, kültürünü ve kimliğini korumak için mücadele etmekte, “kalkınma” maskesi altında yapılan doğa talanına karşı direnişini sürdürmektedir.

Direnişin yükselişi ve Derelerin Kardeşliği Platformu

2000’li yılların başlarında Karadeniz’in dört bir yanına yayılan enerji ve maden projeleri, bölgenin ekolojik yapısını tehdit etmeye başladı. HES (hidroelektrik santral) projeleri ve maden ruhsatları, doğal su kaynaklarına müdahale ederek yerel halkın geçim kaynaklarını riske attı ve doğanın hızla metalaştırılmasına yol açtı. AKP iktidarı altında artan bu projeler, “kalkınma” adı altında sunulsa da, yerel halkın topraklarını, derelerini, ormanlarını ellerinden alıyordu. Bu durum, bölge halkında büyük bir öfke ve direniş duygusunu tetikledi ve sonunda Karadeniz’in en güçlü ekoloji hareketlerinden biri olan Derelerin Kardeşliği Platformu doğdu.

Derelerin Kardeşliği Platformu, ilk olarak 2007 yılında, HES projelerine karşı küçük köy topluluklarının bir araya gelmesiyle ortaya çıktı. Derelerin Kardeşliği, başlangıçta yalnızca bir avuç köyün bir araya gelerek kendi su kaynaklarını savunma çabası olarak doğmuştu. Ancak HES projelerinin hızla çoğalması ve maden projelerinin de bölgeye yayılmasıyla, platform bir halk hareketine dönüşmeye başladı. 2000’li yılların sonunda köyler, mahalleler ve ilçeler, kendi derelerini ve doğalarını koruma mücadelesi için platform çatısı altında birleşerek seslerini yükseltmeye başladılar. Karadeniz halkı, kendi kimliklerini, doğayla olan bağlarını ve geçim kaynaklarını korumak için sesini daha güçlü bir şekilde duyurmaya karar verdi.

Platformun başarısı, yalnızca yerel halkı örgütlemesinden değil, aynı zamanda ekoloji mücadelesini toplumsal kimlik savunusuyla birleştirmesinden kaynaklanmaktadır. Karadeniz halkı için doğa, yalnızca bir çevre unsuru değil; kültürel kimliğin, dayanışmanın ve toplumsal belleğin bir parçasıdır. Derelerin Kardeşliği Platformu da bu bilinçten güç alarak, HES ve madencilik projelerine karşı, Karadeniz’in özgün doğa yapısını korumak amacıyla bir ekolojik direniş hareketi olarak güç kazandı. Bu hareket, çevrenin metalaştırılmasına ve sermayenin doğayı kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmesine karşı bir “kimlik mücadelesi” olarak nitelendirilebilir.

Derelerin Kardeşliği Platformu, yalnızca bir çevre hareketi değil; aynı zamanda bölge halkının dayanışma içinde bir araya geldiği, toplumsal bir dayanışma örneğidir. Platform, yıllar içerisinde büyüyerek Türkiye çapında bir dayanışma ve direniş örneği haline geldi. Platformun, Kaz Dağları’ndan Munzur’a, Fatsa’dan İkizdere’ye kadar uzanan direniş hattı, Türkiye’de ekolojik talana karşı verilen mücadelenin simgesi haline geldi. Kaz Dağları’nda, Alamos Gold şirketinin yürüttüğü altın madeni projelerine karşı yapılan direniş, Derelerin Kardeşliği’nin etkisiyle Türkiye genelinde destek buldu. Bu süreçte platform, yerel halkların sermayeye karşı toprağını, suyunu ve kimliğini koruma çabasının küresel bir modeline dönüştü.

Bu direniş hareketi, kapitalizmin ekolojik tahribatına karşı koyan dünya çapındaki diğer hareketlerle de ortak bir çerçeveye sahip. Derelerin Kardeşliği Platformu’nun mücadelesi, yalnızca Karadeniz’in değil, aynı zamanda Latin Amerika ve Afrika’da yerli halkların kapitalist madencilik ve enerji projelerine karşı verdiği mücadeleleri yansıtmaktadır. Örneğin, Amazon ormanlarını korumak için yerel halkların verdiği mücadele ile Karadeniz köylülerinin kendi derelerini koruma çabası arasında önemli bir paralellik bulunmaktadır. Küresel kapitalizmin, dünyanın dört bir yanında uyguladığı doğayı metalaştırma ve yerel halkları topraklarından koparma politikalarına karşı, Derelerin Kardeşliği gibi yerel hareketler, doğa dostu bir kalkınma modelini savunarak küresel bir direniş hattı oluşturmuştur.

Platformun tarihsel gelişimi, yereldeki birçok topluluğun katılımıyla sağlanan kitlesel bir dayanışma örneği olarak değerlendirilebilir. Derelerin Kardeşliği’nin önemi, yalnızca bir HES karşıtı hareket olmasından değil; yerel halkın suya, toprağa ve doğaya sahip çıkma iradesini göstermesinden kaynaklanır. Bugün Karadeniz’in dört bir yanında süren HES karşıtı eylemler, Derelerin Kardeşliği’nin yarattığı direniş kültürünün bir sonucudur. Köy köy, mahalle mahalle süren bu mücadele, halkın ekoloji ve kimlik mücadelesinin derinleşerek sürmesine önayak olmaktadır.

Derelerin Kardeşliği Platformu, sadece çevresel hakları değil, aynı zamanda bölge halkının sosyoekonomik haklarını da savunmaktadır. Bu yönüyle platform, ekoloji mücadelesini toplumsal bir mücadeleyle birleştirmekte ve Karadeniz’in yerel ekonomisini koruma amacı taşımaktadır. Platform, büyük şirketlerin çıkarları uğruna yerel halkın geçim kaynaklarının feda edilmesine karşı, Karadeniz’in doğal kaynaklarının halka ait olduğunun altını çizmektedir. Bu mücadelenin özü, kapitalist sistemin “süper sömürü” olarak adlandırılan, yalnızca iş gücünü değil; doğayı, suyu ve toprağı da metalaştıran anlayışına karşı direnmekten geçmektedir.

Sonuç olarak, Derelerin Kardeşliği Platformu, Karadeniz’in doğasını, kültürünü ve kimliğini korumak için halkın örgütlü mücadelesinin simgesi hâline gelmiştir. Platform, sermayenin Karadeniz’e yönelik ekolojik saldırısına karşı, bölgenin dört bir yanında direniş ruhunu canlandırarak halkı birleştirmiş ve bu birliği güçlü bir dayanışma örneğine dönüştürmüştür. Bugün Kaz Dağları’ndan Karadeniz’e kadar süren ekolojik direnişler, Derelerin Kardeşliği’nin açtığı yoldan yürümekte ve doğaya sahip çıkma mücadelesinin Türkiye genelinde kök salmasını sağlamaktadır.

Trabzon mitingi ve süper sömürüye karşı direniş

2024 yılında Trabzon’da gerçekleştirilen büyük ekoloji mitingi, Karadeniz’de yıllardır süregelen doğa talanına karşı verilen mücadelenin önemli bir dönüm noktası oldu. Bu miting, Derelerin Kardeşliği Platformu ve Trabzon Emek ve Demokrasi Platformu’nun öncülüğünde, bölgenin dört bir yanından gelen halkın katılımıyla düzenlendi. On binlerce insanın katıldığı bu gösteri, kapitalizmin doğayı ve insan yaşamını metalaştıran projelerine karşı halkın duyduğu tepkinin büyük bir ifadesi olarak kaydedildi. Karadeniz’in doğasını korumak için verilen mücadelede bir dönüm noktası olan bu miting, sadece Türkiye’de değil; Latin Amerika, Afrika ve Asya’da benzer ekolojik sömürüye karşı direnen halklarla dayanışma içinde yapıldı.

Trabzon mitingi, kapitalist “kalkınma” projelerinin bir sonucu olan “süper sömürü” anlayışına karşı verilen direnişin önemli bir simgesi oldu. Süper sömürü kavramı, kapitalist düzenin yalnızca emek gücünü değil, doğayı, suyu, toprağı ve çevresel kaynakları da en üst düzeyde kâr amacıyla kullanmasını ifade eder. Yalnızca işçilerin değil, bütün bir ekosistemin kapitalist düzen içinde sömürüldüğünü gösterir. Karadeniz’de hayata geçirilen HES projeleri, maden ruhsatları ve orman kıyımları, AKP hükümetinin dayattığı kalkınma modelleriyle birleşerek doğayı ve insanı sermayenin ihtiyaçlarına göre dönüştürmektedir. Yerel halk, doğasına ve geçim kaynaklarına yönelik bu acımasız saldırıya karşı artık daha örgütlü bir şekilde direnmeye başlamıştır.

Bu mitingin anlam ve önemi, Trabzon basını ve genel medya tarafından da genişçe ele alındı. Trabzon’daki yerel gazeteler, uzun zamandır HES ve maden projelerinin yerel ekosisteme, tarıma ve su kaynaklarına verdiği zararları sıkça gündeme getirmekteydi. Özellikle Trabzon Emek ve Demokrasi Platformu’nun desteğiyle yapılan bu büyük katılımlı miting, Trabzon basını tarafından halkın kimliğini, kültürünü ve doğal yaşam alanlarını koruma mücadelesinin önemli bir örneği olarak sunuldu. Gazeteler, Trabzon mitingini “Karadeniz’in doğasına sahip çıkma çağrısı” olarak nitelerken, ulusal basın da bu direnişi daha geniş bir çerçevede ele aldı. Miting, çevre hareketlerinin halkın desteğiyle güçlendiğini ve doğaya yönelik saldırıların yalnızca çevre örgütleriyle sınırlı kalmayan, halkın ortak bir mücadelesi hâline geldiğini gözler önüne serdi.

Mitingin önemi sadece katılımcı sayısında değil; ekoloji mücadelesini ulusal bir boyuta taşımasında da yatmaktadır. Trabzon mitingi, sadece Karadeniz bölgesi için değil, Türkiye’nin dört bir yanındaki doğa savunucuları için de ilham verici bir hareket olarak görülmektedir. Bu mitingin ardından, Kaz Dağları’ndan Munzur Dağları’na kadar birçok yerde ekoloji mücadelesi yeni bir ivme kazandı. Trabzon’da halkın geniş katılımıyla gerçekleşen bu direniş, Türkiye’de ekoloji mücadelesi veren diğer toplulukları da güçlendirdi ve ekoloji hareketinin toplumsal bir dayanak kazandığını gözler önüne serdi.

Bu miting, aynı zamanda yerel ve ulusal basında kapitalizmin doğaya karşı açtığı savaşın geniş kitleler tarafından görünür hâle gelmesini sağladı. Trabzon’daki gazeteler, mitingi doğa savunucularının zaferi olarak duyururken, ulusal basında da kapitalist projelerin doğaya ve insan yaşamına verdiği zararlar vurgulandı. Özellikle büyük medya kuruluşları, bu mitingin kapitalizmin “süper sömürü” anlayışına karşı verilmiş güçlü bir mesaj olduğunu yazdı. Gazeteler, mitinge katılanların taşıdığı pankartlarda yer alan “Doğa bizim, talanı kabul etmiyoruz”, “Suyumuzu vermeyeceğiz” gibi sloganlarla halkın direnişini öne çıkardı. Bu miting, Türkiye genelinde ekolojik mücadelenin sadece doğayı koruma değil, aynı zamanda halkın kimliğini, kültürünü ve yaşam alanını savunma mücadelesi olduğunu kanıtlamıştır.

Mitingin uluslararası boyutu ise, Latin Amerika ve Afrika’da doğayı koruma mücadelesi veren halklarla olan dayanışma ile pekiştirildi. Latin Amerika’da yerli halkların Amazon ormanlarını korumak için verdiği mücadele, Trabzon’da yankı buldu. Afrikalı ve Güney Amerikalı halkların doğal kaynaklarını korumak için verdikleri direniş, Karadeniz’deki mücadelenin bir parçası olarak simgelendi. “Süper sömürüye hayır!” sloganlarıyla yankılanan Trabzon mitingi, yalnızca Karadeniz halkının değil; dünyadaki tüm sömürülen ve yerinden edilen halkların ortak mücadelesinin bir ifadesiydi.

Trabzon mitingi, Karadeniz halkının doğasını koruma kararlılığının bir simgesi olarak kayıtlara geçti. Bu direniş, kapitalizmin ekosistem üzerindeki tahribatına karşı bir isyan olarak yükseldi. Miting sırasında söylenen bir slogan, bu mücadelenin özünü belki de en iyi şekilde özetlemektedir: “Doğa bizim kimliğimizdir, ona dokunan kimliğimize dokunur.” Bu direniş, Karadeniz’in kimliğini, kültürünü ve geleceğini koruma mücadelesinin bir ifadesidir. Süper sömürüye karşı verilen bu mücadele, Türkiye’de ekoloji hareketinin yalnızca çevreyi değil, aynı zamanda insan onurunu, yerel halkların kimliğini ve kolektif hafızayı koruma çabası olduğunu gösterir.

Karadeniz’de direnişin anlamı ve geleceğe bıraktığı miras

Karadeniz’in dereleri, ormanları ve bereketli toprakları, binlerce yıldır bölge insanının hem geçim kaynağı hem de kimliğinin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Ancak son yıllarda artan HES projeleri, maden faaliyetleri ve büyük sermaye yatırımları, bu coğrafyanın ve halkının karşısına yıkıcı bir tehdit olarak çıkmıştır. AKP iktidarı altında dayatılan kalkınma projeleri, Karadeniz’i doğasından, suyundan ve kültürel dokusundan kopararak bir “sömürü merkezi”ne dönüştürmek istemektedir. Bu süreç, yerel halkı topraksızlaştırmakla kalmamakta; Karadeniz’in kadim ekosistemini de kapitalist sömürü çarkına sokarak geri dönüşü olmayan bir ekolojik yıkıma sürüklemektedir.

Bu yıkımın karşısında duran Karadeniz halkı, Derelerin Kardeşliği Platformu’nun öncülüğünde bir direniş kültürü inşa etmiş; topraklarına, sularına ve kimliklerine sahip çıkma kararlılığını sergilemiştir. 2024 Trabzon mitingi, bu kararlılığın en büyük örneklerinden biri olarak hafızalara kazınmıştır. Sadece bölge halkı için değil, tüm Türkiye ve dünya için bir ilham kaynağı olan bu miting, doğayı metalaştırmaya çalışan kapitalist düzene karşı yerelden gelen bir başkaldırıdır. Bu direniş, yalnızca bir çevre hareketi değil; kültürel kimliğin, yerel ekonominin ve toplumsal dayanışmanın korunması için verilen bir insanlık mücadelesidir.

Trabzon mitingi, kapitalizmin “süper sömürü” anlayışına karşı Türkiye’de ve dünyada yeni bir bilinç uyandırmıştır. Bu bilinç, Karadeniz’in ve diğer ekosistemlerin sadece bize ait olmadığını, gelecek nesillere devredilmesi gereken bir emanet olduğunu hatırlatır. Karadeniz halkı, Kaz Dağları’ndan Fatsa’ya, İliç’ten Munzur’a kadar uzanan direniş hattında, doğaya yönelik saldırılara karşı birleştirdiği güçle mücadele etmektedir. Bu direniş, yalnızca Karadeniz’de değil; Latin Amerika’dan Afrika’ya kadar dünyanın dört bir yanında doğalarını korumak için direnen halklarla omuz omuza sürdürülen bir direniştir.

Sonuç olarak, Karadeniz’in doğasına sahip çıkma mücadelesi, yerel halkın kimliğini koruma iradesini, toprağa duyduğu sevgiyi ve gelecek kuşaklara daha yaşanabilir bir dünya bırakma arzusunu ifade etmektedir. Bu direniş, kapitalizmin talanına karşı bir insanlık mücadelesidir ve Karadeniz halkının sesi, doğanın tahribine karşı çıkan herkesin vicdanında yankılanmaya devam edecektir.

Perspektif

Direniş hattı, Birleşik Emek Cephesi

Saray Rejimi, onlarca yıldır, her hak arama eylemine, toplumun her nefes alma girişimine, kadınların, gençlerin, işçilerin her türlü eylemine azgınca saldırmaktadır. Tüm güçlerini seferber...