Ana Sayfa Blog Sayfa 13

İsrail saldırganlığı, savaşı büyütme eğilimleri, Ortadoğu ve dünya

7 Ekim, Hamas’ın saldırısının, İsrail’in demir kubbe dediği savunma sisteminin delindiği günün yıldönümüdür. Bu, bir yandan, İsrail’in “biz yenilmeyiz” (efendisi ABD tarafından mahalleye yerleştirilmiş haydudun havasına benziyor) kibrinin de delindiği bir safhadır. Ama gerçekte, savaşın bununla başladığını söylemek, yani 7 Ekim ile başladığını söylemek, deyim uygun düşerse, tarihsizleştirme olur. Öncesi var.

Derler ki, her şeyin bir tarihi vardır ve tarihsiz (zamansız da diyebilirsiniz), mekânsız varlık ya da olay olmaz. 7 Ekim 2023 tarihinde savaşın başladığını değil de, öncekini de hesaba katarak, her gün Filistin halkına karşı katliam ve saldırıları sürdüren İsrail gerçeğini hesaba katarak, 7 Ekim’de savaşın bir yeni evresinin başladığını söylemek mümkündür.

Bunu unutmadan, son dönemdeki savaş hâlinin bir değerlendirmesini yapmak mümkündür. Yoksa hatalı olur.

Üç soru sorulabilir.

Birincisi, savaşın bugünkü durumuna ilişkin, bir durum değerlendirmesi yapılabilir. Buna göre, savaşın farklı cephelerinin kazanım ve kayıpları üzerinde düşünülebilir. Yani, 7 Ekim’den bu yana bir yıl geçmiş iken, kim nereye doğru gidiyor tartışmasına giriş yapılabilir.

İkincisi, savaşın, bugünkü durumda tüm Ortadoğu’yu içine alacak şekilde genişlemesi eğiliminin üzerinde durulmasına ilişkindir. Savaş, bugün, Lübnan’a ulaşmıştır ve Erdoğan’ın söylediğine göre (söyledikleri makbul olduğundan değil de söyletene bak sözünün ağırlığı nedeni ile), Türkiye’ye İsrail’in saldırması bile konuşulmaktadır. Erdoğan, aslında söyledikleri makbul olan bir kişi de değildir. Ama bu konu, manipülasyon amacı ile de olsa gündem hâline getiriliyorsa, bu savaşın yayılma eğilimleri konusunda var olan ciddi duruma işaret etmektedir.

Ve üçüncüsü, acaba, savaşın yayılması, sadece Ortadoğu ile sınırlı mı kalır? Dünyanın bugün birçok bölgesi barut fıçısına dönmüş iken, savaşın bulunduğu her alandan yayılma olasılığı da yükselmektedir.

Belki savaşın bu yeni döneminin üzerinden 1 yıl geçmiş iken, bu üç noktada tartışma, bir değerlendirme olanağı mümkündür.

Birinci noktadan başlayalım.

7 Ekim 2023’te, Hamas gerçekleştirdiği saldırı ile, aslında daha önceden sürmekte olan “savaşın” gidişatını değiştirmiştir.

Birincisi, BM tarafından karara bağlanmış olmasına rağmen, “iki devletli çözüm ve 67 sınırları” rafa kalkmıştı. Yani, artık kimse İsrail’in adım adım katettiği yolu tartışmıyordu. İsrail belli aralıklarla hamleler yapıyordu. Mesela Kudüs’ü başkent ilan etmişti. Her ay sayılabilir miktarda Filistinli katlediliyordu. İbrahim anlaşmaları ile “prestijini” (katillerin de bir prestiji vardır) perçinliyordu. Bu durum, 7 Ekim sonrasında değişmiştir. Filistin halkının direnişi yeniden dünya gündemi hâline gelmiştir. Adım adım ölmek, yerini başka bir sürece bırakmıştır. Her gün İsrail’e çalışmak için geçen Filistinli, artık gördüğü tüm aşağılamayı, orada bırakabilir hâldedir.

İkincisi, Hamas tarafından başlatılan direnişe, İsrail tarafından verilen soykırım yanıtı, Gazze’yi yerle bir etmiştir. Binalar yıkılmıştır ama direnişin ruhu canlanmıştır. Bugün, Filistin’de 14 örgüt (sayı konusunda yanılıyor olabiliriz ama 14 örgüt diye sayılabiliyor) direniş cephesinde aktif olarak var olmaktadır. Demek, binaların çoğunun yıkılması, bombalar, her zaman direnişi kıramıyormuş.

Üçüncüsü, gün be gün öldürülen Filistinlilere rağmen, Batı dünyası, İsrail’i aklamak için her yola başvuruyordu ve bu durum, İsrail’in yönetiminin canice katliamlarını örtüyordu. İsrail’in “haklılığı”, Batı dünyasında sadece devletlerce desteklenen bir fikir değildi, aynı zamanda halkta da, geniş kitlelerde de İsrail’in bu cani ve katil hâli, soykırımcı hâli görülmüyordu. Bu bitmiştir. Batı devletleri, NATO mekanizmasının da gereği İsrail’in destekçisidir ve arkasındadır. Adeta, Filistin halkına karşı, hatta tüm Ortadoğu’da, tüm NATO mekanizması savaştadır. Almanya, hiç utanmadan, soykırım politikalarını, “İsrail’in kendini savunma hakkı” olarak adlandırmaktadır. Diğer devletler de hakeza. İskoçya, İrlanda, biraz İspanya ses verir gibidir ve İsrail’i savunmamaktadırlar. Devletlerin çoğunluğu, İsrail yanlısıdır ve katliamlarının arkasındadır.

Ama bu politika artık geniş kitlelerde bir karşılığa sahip değildir. İsrail, hem kendi halkı tarafından hem de dünya halkaları tarafından, soykırımcı bir devlet olarak tanınmaktadır. Bir anlamda maske düşmüştür. İsrailli yetkililer, hiç tereddüt etmeden, çocukların öldürülmesini savunmuşlardır. Orada sivil yok, orada çocuk yok, orada insan yok diye fetvalar vermişlerdir. Ve bu tondaki konuşmalar, birçok Batı ülkesinde, sözüm ona yazar çizerler tarafından, toplumda tanınmış kişiler tarafından da dile getirilmiştir. Çocuklar büyüyünce terörist olacak diye fetvalar verip, öldürülmeleri haktır, diye bağırmaktadırlar ve hâlâ kendilerine insan demekten geri durmamaktadırlar.

Demek ki, İsrail destekçiliği, aslında Batı demokrasinin de pullarını dökmüştür, dökmektedir. Batı’nın “insan hakları” nutukları, sadece kendi ırkları, hatta daha da ilerisi, sadece Batı burjuva sınıfı için geçerlidir. Ve bu doğrudur da.

Dördüncüsü, yerle bir olan Gazze’ye rağmen, Hamas dâhil, Filistin direnişi sürmektedir.

Beşincisi, İsrail’in gök kafesi ya da demir kubbesi, hava savunma sistemi, birçok kere delinmiştir ve delinebileceği artık açıktır. Üstelik direniş cephesi, İsrail’in yaptığı gibi sivillere saldırmayı da tercih etmemektedir. Bu da önemli bir ayrım noktasıdır. Direniş cephesinin askerî hedeflere saldırmayı seçtiği açıktır. Bunu ne denli başarabildikleri ayrı bir konudur ama İsrail’in toplu katliamlarına bakılınca, aradaki farkı görmek mümkündür.

Ve altıncısı, Yemen, Lübnan, Irak da içinde, birçok ülkede, Filistin direnişine destek gelişmektedir. Bu destek, artık bir “direniş cephesi” hâlinde kendini ifade etmektedir. Bu direniş cephesinin gücü, ABD, İngiltere başta olmak üzere NATO destekli İsrail’in karşısında “zayıf” gibi durmaktadır. Askerî uzmanlar, Batı yanlısı uzmanlar, sürekli bunu söylemektedir. Mesaj şudur: Mademki zayıfsın, kazanma şansın yok gibi, öyle ise boyun eğmelisin. Efendiler, egemenliklerini her zaman böyle sürdürürler. Ama buna rağmen, savaşın sonucu otomatik olarak belli denilebilecek noktadan çok uzaktayız.

Savaşın İsrail cephesine bakıldığında başka noktalar da buna eklenmelidir.

Yedincisi diyebiliriz. İsrail, hava operasyonlarında oldukça şiddetli saldırılar ortaya koymaktadır. Bugün, İsrail, Gazze, Batı Şeria’da Filistin halkına karşı soykırımı sürdürürken, Lübnan üzerinde şiddetli saldırılar devreye koymaktadır. Yemen’e ise, ABD ve İngiltere saldırmaktadır.

İsrail’in bu saldırıları, tüm halkı yok etmeye yöneliktir.

Şöyle düşünelim. Eğer Rusya, Ukrayna’ya karşı aynı mantıkla savaşıyor olsa idi, bugün Ukrayna’da sivil kayıplar ve ortaya çıkacak yıkım konusunda bir tahminde bulunmak dahi korkunç olacaktır. Elbette tüm Batı, bu durumu kınayacaktı. Oysa İsrail’in yaptıklarını kınayan birkaç Batı ülkesi vardır, İrlanda ve İskoçya. İspanya’nın kınamalarına da şahit oluruz, o da son derece ikiyüzlüce bir tutum almaktadır. Ancak, Lübnan saldırıları başlayınca, sömürgeci Fransa, rahatsızlıklarını dile getirmeye başlamaktadır. O da, o kadar sessizce ki, kendileri dahi duymamaktadır. Tüm Batı, İsrail’e karşı protestolara sahne olmakta iken, Batı devletleri Filistin bayraklarını yasaklamakta, 10 yaşındaki çocukları kovalayıp gözaltına almaktadır.

Sekizincisi, İsrail, karşı cephenin liderlerine özel saldırılar devreye sokmaktadır. Suriye’de, İran’da, Lübnan’da birçok lider öldürülmüştür. Bu suikast politikası, elbette savaşta psikolojik üstünlüğü elde etmek için devreye sokulmuştur. Bu konuda bir yol aldıkları da kaydedilebilir. Ama, savaş içinde çağrı cihazları ve telsizleri patlatmaları, aslında devlet terörünün yeni zirvesi olarak kaydedilmelidir. Tekeller çağında bu “teknolojik” saldırılar, acaba yarın Apple tarafından da yapılacak mı? Tekel, hâkimiyet demektir. Pazar hâkimiyeti, hâkimiyet ilişkileri, beraberinde her düzeyde şiddeti de getirir. Modern mafya, tekelci kapitalizmin ürünüdür. Ve bu durum, İsrail saldırılarında görülmektedir.

İsrail, büyük çapta bir savaşı sürdürmek için ABD desteği başta olmak üzere, tüm Batı’nın desteğine ihtiyaç duymaktadır. Bu da dokuzuncu noktadır. Gök kafesi delinmiş bir İsrail, savaşı yaymaktadır.

Savaşı yayma isteği, artık bir gizli istek değildir. Açıktır ve savaşın hedefine İran konulmuştur. Bu artık açıktır. İran’ın savaşı sınırlı tutma isteği, İran’ın zayıflığı olarak sunulmaktadır. Bu yolla, mesela Türkiye’nin, İsrail yanında savaşa girmesi için yollar aranmaktadır.

Bu da bizi, ikinci bölüme getiriyor: Savaş, bölgesel bir savaşa doğru evrilmektedir. Bunun birçok belirtisi vardır. Erdoğan’ın, önce biz İsrail’e gireriz, dedikten sonra, ki son derece komiktir, “İsrail bize saldıracak” demesi, savaşın bölgesel bir gerçeklik hâline geldiğinin açık kanıtıdır.

ABD ve İsrail cephesi, içine NATO’yu mutlaka koyunuz, savaşı yaymak istemektedir. Bugün, bir uçta Yemen’e, bir yönde Irak’a, bir yönde Suriye’ye, bir yanda da Lübnan’a saldırılar, son derece açıktır.

Bu durum, aslında bir ihtimal değildir, gerçekliktir.

Lübnan’a saldırı, ekim ayında, ekimin başında yoğunlaşmıştır. İran’ın ikinci kere İsrail’i vurması ve İsrail’in beklenmeyen zayiatı, Lübnan saldırılarını durdurmaya yetmemiştir. İsrail’in, durma niyeti yok gibidir.

Şu soru ortadadır: İsrail, çöküşünü durdurmak için, daha şiddetli saldırmaya daha da fazla mı yönelecektir? Çünkü savaşın, Batı tarafından desteklenmesine rağmen, olası sonuçlarından biri, İsrail’in daha fazla kaybetmesidir. Bu olasılık ortadadır.

Öte yandan, İsrail, büyük bir güçle hava saldırıları devreye sokmaktadır. Bu hava saldırıları psikolojik olarak İsrail’in gücüne işaret etse de, gerçekte, kazanması için yeterli değildir.

Bu noktada şu soru da sorulabilir: İsrail’in gerçekten hedefi nedir? Savaşın her zaman bir amacı vardır. Bu amaç, sadece savaşmaktan ibaret değildir. İsrail, yerle bir ettiği, binlerce, on binlerce insanı katlettiği hâlde, Gazze’de Hamas’ı bitirememiştir, Filistin direnişini de kıramamıştır. Şimdi, Lübnan’da sürdürdüğü bombardımanlarla, Hizbullah’ı yok edebilecek midir? Elbette bu sorunun yanıtı olumsuzdur.

Savaşın tanrısı olan ABD ve NATO, aslında Hizbullah’ı etkisiz kılmayı başardıktan sonra, İsrail eli ile İran’a karşı savaşı devreye sokmak istemektedir. Biden, İsrail savaşı tırmandırdığında, “hem Ukrayna’da ve de hem de Ortadoğu’da savaş sürdürecek güçteyiz” mealinde açıklamalar yapmıştır.

Demek ki, savaşın başında yer alan ABD, savaşı büyütmek konusundaki isteğini açık olarak ifade etmiş demektir. Bu noktada Ortadoğu’da yayılan savaşın hedeflerinin, Lübnan, Suriye ve İran olacağını belirtmek, falcılık olmasa gerek. ABD, Suriye’de aldığı yenilgiyi, bu yolla aşma eğilimindedir. Buna Ukrayna yenilgisini de eklemek mümkündür. Böylece ABD savaşı büyütmek için İsrail’i daha fazla sahaya sürecektir. Bu da, bir yandan İsrail’in büyük ölçüde riskli bir duruma düştüğünün kanıtıdır, diğer yandan da savaşın yayılma eğiliminin artık pek de kolay önlenemeyeceğinin kanıtıdır. İsrail’in güçlü göründüğü hâller, aslında daha derinde bir güçsüzlüğü de ortaya koymaktadır. Yoksa, çağrı cihazlarını patlatma gibi uygulamalar, güç gösterisi olarak muhasebeleştirilemez. Ölenlerin çoğunluğu çocuktur ve atılan bomba miktarı Hiroşima’nın 10 katına yaklaşmaktadır. Buna rağmen, İsrail’in ne kazandığı henüz belli değildir. Kara savaşı ise, İsrail için bir çıkmaz gibidir.

ABD, İran’a karşı savaşı kotarma peşindedir. Bunun için savaşı bir yandan Kafkaslara kadar tırmandırmak istemektedir. Bunun için attığı adımlar, Ermenistan örneğinde ortadadır. ABD, bölgedeki her çelişkiyi kullanarak, halklara yıkım yaşatmaktan geri durmayacaktır.

Ancak bu savaşta kullanmakta olduğu İsrail, artık savaşı kendi içinde de yaşamaya başlamıştır. İsrail halkının, savaş ilerledikçe, önceleri Netanyahu iktidarına karşı harekete geçme eğilimleri, zaman zaman geri düşmektedir. Tüm toplum savaşa göre örgütlenmek, hizaya sokulmak istenmektedir. Elbette İsrail içindeki direniş durmuş değildir.

İran’a karşı savaşın bir cephesi de Türkiye’dir. NATO üyesi olması, zaten İsrail’e verdiği destekler, bu görüşü beslemektedir. Türkiye, Malatya’daki Kürecik üssü ile, aslında İsrail’e büyük destek sağlamaktadır. Dahası, oldukça açık bir biçimde İsrail’e petrol dâhil, zırhlı malzemeler, demir vb. dâhil, her türlü tedariki gerçekleştirmektedir.

Türkiye’nin ikiyüzlü politikası, aslında durumu gizlemekten çok uzaktır. Zira İsrail’e sağlanan tedarik, verilen destek, hem çok yönlüdür hem de devasa boyutlardadır. Bu boyuttaki bir destek gizlenemez. Erdoğan’ın yüksek perdeden açıklamaları, bu gerçeği gizlemek için devreye sokulsa da, bunu başarma noktasından çok uzaktır.

Türkiye, elbette bu savaşı bahane ederek, Kürt halkına karşı, Kürt direnişine karşı katliam politikalarına hız vermektedir. Bu doğrultuda Suriye ve Irak sahasında yerleşmeye hız vermektedir. Bu açık olarak, savaşın bir parçası olmak demektir. Türkiye bu kargaşa içinde Kürt direnişine karşı her türlü saldırı için hazırlıklar yapmaktadır. Efendi ise ondan, İran’ın kuşatılmasını istemektedir. Ama bu o kadar da kolay değildir.

Elbette savaşın önemli karar noktası, İran’a saldırıyı organize etmektir. ABD, İngiltere, NATO, bu savaşı geliştirmek için her türlü yolu denemektedir, deneyecektir de.

Buradan üçüncü noktaya gelmek mümkündür. Bu nokta savaşın dünya çapında bir savaş olma gerçeğidir. Savaş, çoktan bölgesel hâl almıştır. Savaşa, Mısır’ın, Türkiye’nin ve İran’ın doğrudan girmesi dışında bir basamak kalmamıştır. Onlar da dolaylı olarak savaşın içindedir.

ABD, Ukrayna üzerinden Rusya’ya karşı yürüttüğü savaşı, Çin’e karşı yeni hamlelerle genişletme hevesindedir. Bu noktada, Japonya, Güney Kore ve Filipinler’i bir yola soktuğu açıktır.

Savaşın bu noktasında Batı’nın, NATO’nun “Batı değerleri”, “Batı demokrasisi”, “İnsan hakları” gibi yalanları gücünü kaybetmeye başlamıştır. Bu bir realitedir. Her ne kadar hâlâ Batı cephesi bu söylemleri devrede tutsa da, bu durum vardır. Ve doğrusu Batı, saldırılarını sürdürürken, bu maskeleri çoktan atmıştır. Tüm Batı metropollerinde, kitleler bu yalanlara artık kanmamaktadır. Evet, henüz bu noktada etkili bir direniş ortaya koyabilmiş değildirler. Ama buna rağmen, maskelerin düştüğü de açıktır. Bu emperyalist dünyanın ideolojik argümanlarının çöküşü de demektir.

ABD-NATO cephesi, dünya çapında bir savaşı, hiçbir kural tanımadan sürdürme eğilimindedir. Bu nedenle, savaşa sadece Ortadoğu’da yayılması çerçevesi ile sınırlı bakmak hatalı olacaktır. Tüm emperyalist Batı merkezlerinde, yeniden ve yeniden savaş planları yapılmakta, savaş hazırlıkları hızlandırılmaktadır. Bu ekonomik alanda ortaya çıkan savaş endüstrisi tek başına ele alınırsa bile, savaş hazırlıklarının boyutları hakkında bir sonuç vermektedir.

ABD ve NATO, ister Ortadoğu’da, ister Ukrayna’da, isterse Çin Denizi civarında bu savaşı yeni hamlelerle büyütüyor olsun, isterse aynı anda birden fazla noktada bunu yapıyor olsun savaşı büyütmekten geri durmayacaktır.

Bu noktada, “yahu kimse aklını kaybetmiş değil, bir dünya savaşına, nükleer bir savaşa yer olmayacak” diye düşünmek, aslında çocukça saflık değil ise, sonu gelmez bir iyimserlik besleme isteği değil ise, aslında emperyalist sistemin içinde bulunduğu krizi anlamamak, daha da ilerisi emperyalizm denilen şeyi anlamamaktır.

ABD dünya çapında hegemonyasını kaybetme süreci ile karşı karşıyadır. Ve hiçbir egemen, egemenliği kolaylıkla devretmez. Bu hegemonya, Çin’in ekonomik gelişimi, Rusya’nın sahaya inmesi, Batı’nın teknolojik üstünlüğünü kaybetmesi ve nihayetinde doların uluslararası gücünü kaybetmesi eğilimi ile sarsılmaktadır. Evet, bunların tümü tamamlanmış süreçler değildir henüz. Ama bu eğilim açıktır.

Şimdi, başa dönebiliriz: İsrail, tek başına değildir ve tek başına imiş gibi, bu savaş konusunda ne istemektedir sorusu yeterli değildir. Bu, Ortadoğu’nun yeniden paylaşılması, dahası dünyanın yeniden paylaşılması savaşıdır. Yoksa sadece faşist bir güruhun çılgınca istekleri ile sınırlı bir hâl değildir.

Bu savaştan rahatsız olan herkes, her insanım diyen kişi, savaşı önlemek istiyorsa, gerçekçi olmak zorundadır. Bu savaş, İsrail’in bir biçimde tatmin olması, ABD’nin bir biçimde durumun ciddiyetini anlaması ile durmaz. Barış, ancak mücadele ile sağlanabilir. Tüm emperyalist sistem çökmeden gerçek bir barış sağlanamaz. Bunu gerçekleştirmenin yolu, savaşı durdurmanın yolu, halkların, dünya proletaryasının ayağa kalkmasıdır. Bir sosyalist devrim dalgası dışında bir yol yoktur. Evet, birçok kişi, bizim devrim ve sosyalizm çağrımızı, imkânsız bir şey olarak görecektir. Değil mi ki sosyalizm SSCB’de çözülmüş, sosyalizm deneyimlerinin birçok eksikliği ortaya çıkmıştır. Ama şöyle düşünelim, eğer insanoğlu, bir kere denemekle, bir kere denediğinde ortaya çıkan başarısızlık ile yetinmiş olsa idi, buhar makinasını da gerçekleştiremezdi ya da mesela hiçbir aşıyı bulmazdı ya da mesela aya çıkamazdı ya da mesela ampulü bulamazdı ya da mesela şaheser olarak kabul edilen sanat eserleri yaratılamazdı. Bu nedenle, sosyalizm deneyimlerinde ortaya çıkan eksiklikler; sosyalist devrim, savaşsız sömürüsüz bir dünya, insanın insan tarafından sömürülmediği bir dünya mücadelesini bir yana itmemize neden olamaz.

Bugün tüm yeryüzü, kapitalist-emperyalist sistemi yıkma olanaklarının gelişmiş biçimde ortaya çıktığı bir durumu yaşamaktadır. Eksiklik, sosyalizm ve devrim için savaşacak güçlerde, onların örgütlenmesindedir. Ve biliyoruz ki bu eksiklikler son derece hızlı biçimde tamamlanabilirler. Bazan tarih, son derece hızlı akar. Bir yıla on yıllar sığar.

Bugün soru şudur: Gazze’de, Lübnan’da ortaya çıkan soykırıma, yaşananlara sessiz kalmak, seyirci kalmak ne demektir? Bu, seyredenin insan olmaktan çıktığı bir süreçtir. Bu, seyirci kalınarak insan olarak kalmanın mümkün olmadığı bir süreçtir. Gelin, bir dakika bile kaybetmeden, devrim ve sosyalizm saflarına, sisteme karşı mücadeleye, elinizde ne varsa onlarla, hemen, bugün katılın. Bunun bir yolunu bulmak, insan olarak kalma iradesinin ifadesidir.

Bugün, işçi sınıfının mücadelesine destek vermek, insan olarak kalmanın tek yoludur. Ve devrim ve sosyalizm, sizin de mücadelenizle, daha da yakınlaşacaktır.

İşçi ve emekçilere karşı milli mutabakat ve “normalleşme”

2023 Mayıs “seçim”lerinin ardından, biz Kaldıraç Hareketi olarak, Saray Rejimi’nde iki noktada değişiklik olduğunu söyledik. Öncesinde de, “seçim” diye bir şey olmadığını, seçimlerin ve sonuçlarının gayrimeşru olduğunu ilan ettik. “Bir oy bana bir oy Kılıçdaroğlu’na” diyenler, elbette bizi dinlemekten çok uzaktılar ve peşine takıldıkları CHP’nin kanatları altında, lağım kokusunu gül kokusu sanıyorlardı, kendilerinden çoktan geçmişlerdi. Öyledir, tiyatrolardaki sahneler, bazı izleyicileri kendinden geçirir. Bazılarının kendinden geçmesi için ise, tiyatroya bile gerek yok, en pespaye münazara dahi onlara aynı etkiyi yapabiliyor.

Sahtekârlık denilmediği için adına seçim denilen şey sonunda ise, yenilenmiş CHP’nin, aslında hiçbir “olumluluk” içermediğini, Saray Rejimi’nin özü gereği, tüm siyasi partilerin saray partisi olduğunu, aslında siyasi parti olmaktan çıktığını söyledik. Mesela AK Parti acaba bir siyasal parti midir? Tarık Zafer Tunaya, ki kendisi burjuva demokrattır, bu partileri görse, mesela MHP’ye bir siyasi parti mi der? CHP de o yoldadır. Cumhurbaşkanı, aslında yok konumundaki meclise gelince, tamamen devre dışında bırakılmış meclise gelince, acaba ayağa mı kalkılır, yoksa kalkılmaz mı? Bu komik tartışmayı bile CHP, kendi kurullarında gündeme getirip, tartışma konusu yapamıyor. Özel’in “ayağa kalkma” savunmasına bakarsak, onu temel alırsak, aslında mecliste hiçbir zaman Cumhurbaşkanı protesto edilemez, çünkü “makama saygı” diye bir şey keşfettiler. Saray böyledir, saygı duyulacak şeyler azalınca, hırsızlığa saygı duyulur. Hileli seçimleri meşru ilan etmek için daha uygun yollar bulunamaz.

Bizim bu meşru olmayan seçimler sonrasında, Saray Rejimi’nin iki önemli değişikliğe uğradığını yazdık, savunduk. CHP konusundaki tespitlerimiz nasıl çıkıyorsa, bunlar da ortaya çıkmaya başlamıştır. CHP konusundaki tespitlerimize özel bir önem vermiyoruz, çünkü CHP’nin ne olduğunu, ancak “bir oy bana bir oy Kılıçdaroğlu’na” kampanyası ile kendinden geçenler bilmeyebilir. Özel’li CHP’nin de aynı yolun yolcusu olacağını anlamamak, Saray Rejimi denilen şeyi anlamamakla ilgilidir. Mesele “Özel”de değil, mesele CHP’dedir. Onu doğru kavramak esastır. Yoksa “Özel iyi adam idi ama değişti” dersiniz. Oysa o çark, çoğunlukla Baykallar üretmekte ustadır ve devletin partilerinden biridir.

Duralım ve bir soru soralım: Tek adam rejimi mi diyorsunuz? Peki tek adam CHP’nin başında olan mı, MHP’nin başında olan mı, yoksa onlardan daha düşük bir rol oynamaya mahkȗm olmuş Erdoğan mı? Kim bu tek adam? Sorunun devamı var: AKP-MHP faşizmi mi diyorsunuz, peki CHP “demokrasisi” daha mı az faşizan, yoksa ulusalcılık adına emperyalizmi aklama işini yapanlar mı daha demokrat?

Saray Rejimi, tekelci polis devletinin olağanüstü örgütlenmesidir ve bu olağanüstü örgütlenme anlaşılmadan, Artvin’de gösteriye kurşun sıkanı, Ankara’da gar katliamını devlet desteği ile yapanları vb. anlayamazsınız. Tüm siyasi partilerin aynı amaçla farklı roller üstlenmiş olduğunu anlayamazsınız.

İşte bu Saray Rejimi’nde, iki noktada değişim meydana geldi. Özünde değil elbette. Saray Rejimi, onu kuran efendilerinin isteği doğrultusunda, onların uzlaşmasına bağlı olarak, (a) savaş kabinesi oluşturdu ve (b) ekonomiyi, uluslararası konsorsiyuma devretti. Bunların hiçbiri, o yaygın deyim ile, “yerli ve milli” değildir. Bunlar efendilerin, NATO’nun, ABD’nin, AB’nin istekleridir. Türkiye’nin bir sömürge ülke olduğu gerçeğini görmediniz mi, olup biteni de anlamakta zorlanırsınız.

Bu iki tespitimiz, aslında görmek isteyenler için görülmesi zor olan şeyler değildir. Ve bugün, çok daha net, çok daha açık görülebilmektedirler.

Bu iki tespite uygun olarak biz, Kaldıraç Hareketi olarak, yeni bir ulusalcılık, içinde UluSol da olmak üzere, devreye sokulacak diyorduk, diyoruz. Kemalizmin yeni biçimleri de bu amaçla üretilmektedir.

Son dönemde, MHP’nin parlamentoda DEM Parti ziyareti ve bunun üzerine açıklamaları, tam da bu noktada ele alınmalıdır.

Ortadoğu’da savaş yayılmıştır, yayılıyor. TC devleti, yeni organizasyonla, Ortadoğu’da ABD adına tetikçilik yapmak üzere yeni hazırlıklara başlamıştır. Bunun ilk adımı, Irak Kürdistanı’na yerleşmedir ve Eylül 2023’ten bu yana bu konuda epeyce aktiftirler. Barzani ile TC’yi birbirine bağlayan bağlar, ABD-AB-İngiltere (ve elbette onların bir başka tetikçisi İsrail) ekseninde bağlardır.

İçeride ve dışarıda savaş politikası, artık, adına “kutuplaştırma” dedikleri teatral küfürler ve buna uygun saldırılarla gürültü yaratarak işi götürme dönemi bitmiştir. Bitmiştir derken, istedikleri an devreye sokulabilir her zaman. Bunun yerine, “milli mutabakat” ya da CHP başkanının kibar deyimi ile “normalleşme” devreye sokulmalıdır. Böylece, tüm toplum, içeride işçi sınıfı ve devrimci direnişlere karşı, dışarıda da emperyalizmin hizmetinde savaş oyunları alanında “birleştirilmek”, bir kez daha aldatılmak istenmektedir.

İşte Bahçeli, alışkın olduğumuz tehdit ve küfür tarzına, bir ekleme yapmayı bu nedenle uygun görmüştür. Rol budur ve istenince hemen oynanmaktadır. Öyle tereddüt edilecek bir tutumu da yoktur.

Bahçeli, DEM Parti’nin sıralarına gelmiş ve Eş Genel Başkan Tuncer Bakırhan, Grup Başkanvekili Sezai Temelli, milletvekili Pervin Buldan ve Sırrı Sakık’ın ellerini sıkmıştır. Tabii, Bahçeli’nin efendilerinden aldığı eski ve bilindik rolle çelişkili gibi görünmüştür. Bahçeli, bu şaşıranlara kızmış ve şöyle buyurmuştur: “Yeni döneme girerken, dünyada barışı isterken kendi ülkemizde barışı sağlamamız gerekir.” Ağzına yakışmasa da Bahçeli’nin barış ve kardeşlik vurguları, işte bu yeni döneme özgüdür.

Daha kapsamlı açıklama da yapmıştır Bahçeli, “MHP bir adım atmazsa diğerlerinden bir şey beklemek doğru olmaz,” demiştir. Demek, efendi, kendilerinin yeni rolünü böyle tarif etmiştir. “Onun için fikirlerini kabul etmediğim, 40 yıldan bu yana Türkiye’nin birçok konusunda PKK’nin terör örgütü uzantısı şeklinde ifadede bulunanların yanına gitmek suretiyle ellerini sıkmam bu çağrıya dayalı bir kaynaştırıcı, birleştirici, Türkiye partisi olmanın işareti olarak görülmelidir. Buradan başka anlam çıkartmak doğru değildir. Eş başkan olan bir zatın da annesinin vefatını orada taziye olarak sunmak da insanlık görevidir.”

Bahçeli “insanlık görevi” tarifi de verecektir herhâlde.

Ama ifadeleri, sanki bir gözaltı tutanağı gibidir: “…40 yıldan bu yana Türkiye’nin birçok konusunda PKK’nin terör örgütü uzantısı şeklinde ifadede bulunanların yanına gitmek suretiyle ellerini sıkmam,” cümlesi ilgiye değerdir.

Bahçeli devam etmiştir: “Uzattığım el milli birlik ve kardeşliğimizin mesajıdır. Uzattığım el ilk Meclis’in ve Sayın Cumhurbaşkanımızın isabetli sözlerinin meşale gibi aydınlığıdır (demek, küfür ve tehditleri de karanlığı olmalıdır, bizim notumuz). Uzattığım el gelin Türkiye partisi olun, gelin teröre cephe alın temenni ve teklifidir. Biz gelişigüzel, can sıkıntısından, anlık dürtülerle dümenden ve düzenden el uzatmayız. Biz durduk yere el vermeyiz, öylesine yerimizden kalkmayız.”

İşte size “milli birlik” meselesi.

“İç cepheyi” sağlamlaştırmak diyorlar. Yani, savaşa giderken, içeride, “kutuplaştırma” yerine, milli birlik dili devreye sokulmaktadır. Ve elbette buna Kürtlerin kanacaklarını hesap etmiyor olmalıdırlar.

Savaşın yayıldığı, İsrail’in Ortadoğu’da savaşı yaymak için her yolu denediği, ABD adına açık bir tetikçilik yaptığı bir dönemde, Erdoğan, İsrail bize saldıracak numarasıyla, Meclis’i gizli toplantıya davet etti. Böylece, İsrail tehdidi numarasıyla, savaş konusunda hazırlıklara hız verilmek istenmektedir.

Gerçekte, savaş, ABD’nin gösterdiği hedeflere dönük bir savaştır.

ABD, elbette İsrail de içinde, İran’a karşı savaş için, TC devletini devreye sokmak istemektedir. Bunun için, Irak Kürdistanı’nda güç biriktiriyor. Böylece, bir yandan PKK’ye karşı hareket ediyormuş gibi yapıyor, diğer yandan da İran’ın sınırlarına yaklaşıyor. Zaten İran savaşını, Kürtleri yok etme siyaseti nedeniyle ayrı bir hevesle “sevmektedirler.” TC devletine, Saray Rejimi’ne Kürtlere saldırma fırsatı verecek her şey, çok büyük hevesler üretmektedir.

İçeride ve dışarıda savaş politikasının yeni adı, “normalleşme” ve “milli birlik” ve şimdi de “iç cephenin sağlamlaştırılması”dır.

Dünyadaki tüm burjuva devletler, burjuvazinin çıkarlarını, “ulusal çıkar” olarak halka yutturmakla görevlidirler. Bizde, bu daha da gelişmiştir. “Ulusal çıkar” işe yaramıyorsa, artan ekonomik kriz altında kitleler inlerken, savaş tehdidi numarasıyla “milli birlik” ve “normalleşme” siyaseti devreye sokulmuştur. Bu işin içinde tüm burjuva partiler vardır. Başka bir yolla, savaşa hazırlık yapmaları da mümkün değildir. Bu konuda tehdit olarak İsrail’den söz etmeleri, aslında gerçek hedeflerini gizlemek içindir. İsrail o denli tehdit ise, buyurun ekonomik ve askerî, siyasi ilişkilerinizi kesin. Buyurun ABD üslerini kapatın. Buyurun Kürecik tesislerini ortadan kaldırın. Bu sahtekârlık, elbette CHP yönetimi için uygundur.

Ve ekonomiyi devralmış olan uluslararası konsorsiyum, alacaklarını tahsil etmekten geri durmamak için, bütçenin savaş harcamalarına gitmesi ile yetinmek istemiyor. Konsorsiyumun memuru Şimşek, hemen, kredi kartlarından 750 TL keserek, bunu savunma sanayii fonuna aktarma kararını devreye sokmak istiyor. Kredi kartı limiti, aslında, insanların parası değildir. İnsanların borçlanma olanağıdır ya da kullanmadıkları bir çeşit kredidir. Ve bankaların 100 bin TL limit vermesi, aslında büyük bir olay da değildir. Şimdi, kişi başına 750 TL almak için bir çeşit yol arıyorlar. Bu yol, aslında yasal da değildir. Bir çeşit dolandırıcılıktır. Devlet, herkesten, zorunlu olarak para tahsil etmektedir. Vergiler vb. yetmiyor. Haraçlar yetmiyor. Bunların yanı sıra, herkesten para almak için yol arıyorlar. Olmayan harcamadan, var olmayan gelirden vergi almanın yoludur bu. Milyonlarca kredi kartından zorla para almak demektir bu.

Bu durum, Bahçeli’nin politik açılımı ile de uyumludur.

Şimdi, “savunma sanayii” diye bir istismar devreye sokulmak istenmektedir ve bunun için de İsrail tehdidi kullanılmaktadır. Zira Suriye ya da İran tehdidi diyecek olsalar işe yaramayacaktır. Sarayda oyun bitmiyor. Siz bir kere kredi kartı aldınız mı, adı üstüne, kredi alabiliyorsunuz, potansiyel olarak borçlanma olanağınız var, demek ki, bunun bir bölümünü devlet için, savaş sanayii için, yani tekeller için vermelisiniz. İşte size “ileri demokrasi.”

Bu milli birlik, kime karşıdır? “İç cephe” kime karşı güçlendirilmektedir? “İç cephe” sözü, gizli iç savaşın da itirafıdır.

Dışarıda ABD için, NATO için, İngiltere ve İsrail için tehdit ne ise, ona karşı savaş hazırlığıdır bu. Bunun hiçbir “yerli ve milli” tarafı yoktur. Savaş, halkların birbirine kırdırılmasıdır. Savaş, emperyalizmin çıkarları için, yoksul insanların çocuklarının cepheye sürülmesidir. İşte bu amaçla “milli birlik” ve “normalleşme” devreye sokulmuştur. Şimdi, bu doğrultuda sola ve Kürt siyasetine müdahale edilmek istenmektedir.

Yanlış anlaşılmasın, Kürtlerin ve solun bu zokayı yutacağı anlamında konuşmuyoruz. Ama amaçları budur. Ve eğer sol ve Kürt hareketi bu zokayı yutmazsa, elbette devletten gelecek şiddetten payını alacaktır. Yani, Bahçeli’nin elinde bir zehirli iğne vardır ve tehdidi de devrededir.

İçeride, bu “milli birlik”, bir avuç para babasının, uluslararası ve yerli tekellerin çıkarları için, işçi sınıfının kafeslenmesini hedeflemektedir. İşçi sınıfını, bu kez, “milli birlik” yalanı ile esir tutmak istiyorlar. Durum şöyledir: Harami yolu kesmiştir, öyle alışılmış olduğu üzere ya paran ya canın demiyor, hem paran hem de canın, hem emeğin hem de aklın diyorlar. Öyle paranı verip, cüzdanını teslim edip canını kurtarma seçeneği yok. Hem paranı vereceksin, hem esir olacaksın, hem de canını onlar için savaşta, savaş tanrılarına, tekellere sunacaksın.

Tam da bu nedenle, işçi sınıfının ayağa kalkması gerekir.

Bugün, nasıl örgütleneceğini bir yana bırakırsak, işçi sınıfının genel grev silahını devreye sokması gereklidir.

Evet bunun örgütlenmesi başlı başına bir konudur. Ama, insan bir şeye niyetli değil ise, o işin olamayacağına ilişkin çok ama çok kanıt bulabilir. Ve asla nasıl sorusunun yanıtını bulamaz. Sizin, önce eyleme niyetiniz olmalıdır, genel greve niyetiniz olmalıdır ki, bunu nasıl başaracağınız konusunda bir fikriniz olsun. Ne yapacağını bilmeyenin, nasıl yapacağı konusunda bir fikri de olamaz.

İşçi sınıfı, kendi direnişine sahip çıkmalıdır.

Eski Bakan, yani şimdi bakmayan, Hüseyin Çelik, Armağan Çağlayan’a verdiği röportajda, şunu söylüyor: “Gezi olaylarıyla birlikte bizim şaftımız kaydı.” Doğru bir tespittir. Şaftı kayan, şaftının niçin kaydığını söylemektedir. Gezi, bu açıdan önemli bir direniştir. Evet kendiliğinden bir direniştir. Bu nedenle, Gezi’den bu yana bir direniş hattı, bir direniş cephesi oluşmaktadır. Artık, devrimci sosyalistlere düşen görev, yeni bir sosyal patlamayı beklemek değildir. O zaten, vakti ve saati geldiğinde gerçekleşir. Ama bu, sınıf savaşımıdır ve sınıf savaşımında her iki cephe de öğrenmek zorundadır. Egemen, kendi adına öğreniyor. “Gezi olaylarıyla şaftımız kaydı” tespiti budur. Mesele, işçi sınıfının, devrimci sosyalistlerin öğrenmesindedir. Biz devrimci sosyalistler, işçiler, bir bütün olarak işçi sınıfı, bu süreçten, direnmeyi ve örgütlenmeyi öğrenmek zorundayız. Beklemek, yeni bir sosyal patlamaya yatmak, devrimci bir tutum değildir. Doğru yol, işçi sınıfının, toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan emekçilerin, kendi yollarında, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya kurmak için örgütlenmeleridir. Bunun olanağı vardır. İşçi sınıfı, gerçekten ayağa kalktığında, Saray Rejimi’ni alaşağı edebilecek olanaklara sahiptir. İşçi sınıfının devrimci yolu dışında bir çıkış, bir kurtuluş yolu yoktur.

Örgütlü ve kitlesel direniş! Birleşik Emek Cephesi’ni örelim

Saray, arkasındaki efendilerin buyrukları üzerine, “iç cepheyi güçlendirmek”, “normalleşmek”, “milli beraberlik ve birlik” teranesini, yeniden söylemeye başladı.

İşçiler, emekçiler, gençler, kadınlar, direnenler, devrimciler, şunu unutmayın; ne zaman “milli birlik”, ne zaman “ulusal çıkar”, ne zaman “vatan millet” teranesi söylenmeye başlanırsa, emin olun, işçi ve emekçileri bir kere daha aldatmak, bir kere daha “kafeslemek” için hazırlık yapıyorlar demektir. Bunun bilincinde olmalıyız.

Erdoğan, hiç düşünmeden, efendilerinin kendisine üflediği masalı anlatmaya başladı: “iç cepheyi güçlendirmek”.

İyi de bu ne demektir?

İç cepheyi güçlendirmek demek, aslında dış cephede daha aktif bir savaş politikası yürütmek demektir. Savaşı büyütme hazırlıklarının itirafıdır. Meclisin -ki hiçbir önemi yoktur, devre dışıdır- savaş nedeniyle gizli oturum yapması, aslında “iç cepheyi güçlendirmek” için bir algı operasyonudur. Egemen, Saray, Saray’ın uzantıları olan burjuva partilere, durum ciddi demek istiyor ve savaş hazırlıkları için göreve çağrıldıklarını bildiriyor olmalıdır.

Saray Rejimi’nin ekonomi politikası, üç başlıkla açıklanabilir: yağma ekonomisi, rant ekonomisi ve savaş ekonomisi. Bu nedenle, “yağma, rant ve savaş ekonomisi” dediğimiz zaman, üçünü birlikte ele almak gerekir. Sadece “yağma ve rant ekonomisi” demek, yetersizdir, dahası, gerçeğin bütünü de değildir.

Savaş ekonomisini unutursanız, aslında, “iç cephe”, “normalleşme”, “milli birlik” vb. konularını da anlayamazsınız.

Bizce, Mayıs 2023’te olanlar şöyle sıralanabilir:

1- Seçimler hilelidir ve gayrimeşrudur. Kılıçdaroğlu bile seçimleri meşrulaştırmak konusunda çabalar harcayacak kadar, durum dışarıdan görünmektedir.

2- Bu gayrimeşru seçim sonuçları ile Erdoğan’ın tekrar görevde olmasına, bir çeşit kukla olarak, en çok Erdoğan şaşıracaktı. Şaşıracaktı, ama şaşırma da bir kukladan ileri bir hâl olduğu için şaşıramadı. Kendinin vazgeçilmez bir kişi olduğunu bir kere daha hissetti. Bir yandan, efendisi gözünde hiçtir ve sürekli aşağılanmaktadır, diğer yandan ise tekrar seçildiğinde “teveccüh” nedeni ile kime teşekkür edeceğini şaşırmıştır.

İnsan ne kadar şişerse, ne kadar kibre batarsa o kadar mı küçülür, yoksa ne kadar küçülürse o kadar mi kibirli hâle gelir? Erdoğan ve Saray’ın gözde kadroları için, her ikisi aynı anda doğrudur.

ABD, NATO tekrar Erdoğan’ı seçmiştir ve Erdoğan, aradan biraz zaman geçince, aslında bu “seçilme hâli”nin pek de hayırlı olmadığını hissetmeye başlayacaktır. Çünkü kendisinden istenen şey de kolay bir şey değildir. Ama çaresi yoktur, verileni yapmak zorundadır.

Ama kuşku yok ki, fırsatçıdır ve fırsat kollamaya başlamıştır.

3- Saray Rejimi’nin yeni görevi, Ortadoğu’daki savaşta daha aktif roller almaktır. En başta İran’a saldırı için uygun hazırlıklar yapmaktır. İşte zorluk da buradadır. Suriye’de işgalcidir ama kuyruğunu kaptırmıştır, bir de İran meselesi devreye sokulunca, tüm TC devlet kadroları için bir kere daha düşünme zorunluluğu ortaya çıkmaktadır.

ABD tetikçisi olan bir rejimin, bu konuda bir deneyimi de vardır. Savaş politikaları, “içeride ve dışarıda savaş” ilkesi ile hayata geçmektedir. Bu konuda zaten bir yol yürüdükleri açıktır. Suriye, Balkanlar, Kafkaslar, Libya gibi operasyonlarda, her zaman ABD emri ile atak görevler almışlardır. Hele Kürtlere karşı savaş fırsatı ortaya çıkarsa, bu konuda çok heveskâr olduklarını bilmeyen yoktur.

İran’a saldırmak, Suriye’de işgalci olmak ile uyumludur. Bu nedenle, sıkıştıkça Suriye devleti ile yeniden düzeyli bir ilişki kurmak gibi sözler söylemeleri anlaşılmaz değildir ama ciddi de değildir. Bir gün yola çıkıp, öğlen namazını Emevi Camiinde kılma hayallerinin ne denli ham olduğu ortaya çıkmıştı. Ve şimdi, Suriye’de savaşı tırmandırırken, el altından, Suriye’yi yok etme savaşının içinde oldukları açıktır. Bu nedenle Suriye ile barışma planları, tıpkı İsrail aleyhinde konuşmaları gibi, sahtekârcadır. Suriye’de işgali sürdüren bir gücün, bu işgal sürdüğü sürece, söylediklerinde samimiyet aranamaz.

Suriye ile barışmak isteyen, işgal ettiği alanlardan çekilir, hamisi olma görevini ABD adına yürüttüğü IŞİD güçlerine desteğini keser.

İran’a karşı savaş planları içinde olmak istemeyen, fırsatları değerlendirip ayak sürüme yerine, mesela Kürecik’i, İncirlik’i kapatır.

TC devleti, bir yandan İran’a karşı savaşın boyutları nedeni ile, bu savaşa mesela Suriye savaşına atladığı gibi, kolaylıkla atlamak istememektedir. Bundan korkmaktadır. Ama öte yandan, ABD’nin politikalarının gereklerini yerine getirmekten de geri durmamaktadır. Bu durum, zaman zaman, Saray Rejimi’nin, ABD ile pazarlıklarında da yansımasını bulmaktadır. Ama, İsrailli bir yetkilinin dediği gibi, Erdoğan bize karşı bazı sert sözler söyler ama sonunda bize çalışır. Aynı şey ABD için daha da geçerlidir.

İsrail’e ettiği sözlerin bir dirhem ciddiyeti olsa, hemen İsrail ile her türlü ticari ve askerî ilişkiyi keserlerdi. Kürecik üzerinden İsrail’e sağladıkları destek, hava sahasının İsrail tarafından kullanılmasına verilen izin, gönderilen sonu gelmez askerî ve sivil malzeme tedariki, İsrail için büyük değerdedir. Filistin ismini ağızlarına samimi olarak alıyor olsalardı, bunun gereğini yaparlardı.

Ama içeride, kitlelerin, halkın, İran’a karşı savaşa hazırlanması kolay değildir ve içeride açıktan İsrail’e destek vermeleri kolay değildir.

Bu nedenle, seçimlerin hemen ardından, gizli bir savaş kabinesi organize etmişlerdir.

Bu savaş kabinesi, gerçekte ülkenin yönetimini devralmıştır ve doğrudan NATO ve ABD emrindedir. Seçimler sonrası, Saray Rejimi’nin yeni organizasyonunda ortaya çıkan bir gelişme budur.

4- Ekonomiyi, tümden, uluslararası alacaklılar konsorsiyumu, yani bir avuç para babası, birkaç tekel devralmıştır. Mehmet Şimşek, onların memurudur. Şimşek, “yerli halk” sözlerini hata ile söylemedi, çünkü ona göre, ülkede yaşayanlar “yerli”lerdir. Bu da, Saray Rejimi’nin yeni döneminde önemli organizasyonlardan bir diğeridir. Mesela, bugün, uluslararası tekeller, 2025 yılında asgarî ücrete ne kadar artış yapılacağını bilirler ama Erdoğan da dâhil, başkaları, zamanı geldiğinde öğrenirler. Bu noktaya kadar ekonomi, uluslararası konsorsiyumun elindedir.

5- Daha geniş bir kitle desteği için, CHP’li belediyeleri, sadaka politikasının uzantısı hâline getirmişlerdir. Belediyelerin uygulamaları, yeni sadaka politikasının ifadesidir. Artık, Saray eli ile sadaka dağıtmak, daha geriye çekilmiştir.

Şimdi, buradan “iç cepheyi güçlendirmek” siyasal söylemine gelebiliriz. Bunları unutursak, bu gelişmeleri göz ardı edersek, olup biteni anlamakta eksik kalırız.

Tüm bu politikalar, aslında, içeride ve dışarıda savaş politikasının gereğidir.

Özgür Özel, Saray’a monte edilmiştir. Parodi yazarıdır ve saraya gerekli olan saray soytarılarının, saray dışına seslenen türünü ifade etmektedir.

Artık AK Parti’nin yanına MHP’nin tek başına açıktan varlığı bir şey ifade etmez. Zaten tümü, Saray Partisi olan tek bir partidir ve CHP, açıktan sürece monte edilmiştir, edilmektedir, daha da edilecektir.

Bu nedenle, yerel seçimlerde Saray’a tepki olarak gelişen CHP zaferi, bizzat CHP eli ile frenlenmiştir. CHP, normal olarak erken seçim talep etmesi gerekirken -bir burjuva muhalif parti olsa idi bunu yapması gerekirdi-, tersine iktidarı meşrulaştırmak için, Saray Rejimi’ni meşrulaştırmak için, sınırsız bir efor göstermeye başlamıştır.

1 Mayıs’taki tutumu, 2 Mayıs’ta Erdoğan ile başlattığı “normalleşme” süreci, ABD’de rüşveti “jest” olarak ilan etmesi, hiçbir önemi kalmamış olan meclisin açılışında “makama saygı” adı altında Erdoğan’ı ayakta karşılaması vb. hep bu amaç içindir. Bu hizmetin karşılığı, Bahçeli’den aferin almak olmuştur. Böylece Özel, “ayağını denk alma” prosedürünü öğrenmiştir.

Özel, eylemler yapacağız, dedi ama eylemleri bunlardır. Dahası, işçilerin artan eylemleri karşısında, tam tersi bir tutum almakta tereddüt etmemiştir. Kılıçdaroğlu’nu sağ bulan Özel, tam olarak Saray sığıntısı hâline gelmiş, ABD’de tımar edilmiş, Bahçeli eli ile ayaklarından ayarlanmış hâldedir.

Her biri komiktir.

Çürüme, kendini trajikomik tutumlarında da ortaya koymaktadır.

Çürümedir bu.

Narin dosyasına bakın.

Her gün öldürülen kadınların cinayetlerini tek tek ele alın.

Hepsinde, bu çürümenin hâlleri ortaya çıkmaktadır.

Bir ülkede, bir yılda 40 binin üzerinde çocuk kaçırılmaktadır. Bir bölümü, Epstein dosyasında ortaya çıktığı gibi, seks kölesi olarak yetiştirilmekte, bir bölümü organ mafyasının elinde can vermektedir.

Her cinayet, buna hayvanların katledilmesi de dâhil, birer siyasal cinayettir ve faili, bizzat Saray Rejimi’dir.

Yağma, tam hız devam etmektedir. Yerli ve uluslararası sermaye, sınır tanımaz bir biçimde, eşi görülmemiş bir açgözlülükle saldırmaktadır. Artvin’de protestocu kitleye, halka ateş açmışlardır ve paramiliter güçleri devreye sokmuşlardır.

Yağmanın bir örneği, en son, sağlık alanında tüm boyutları ile ortaya çıkmıştır. Sağlık sistemindeki çürüme ve çöküş, “yenidoğan” ve yaşlı hastaların ölümlerinde bir kere daha ortaya çıkmıştır. Bize gösterilen ise, emin olun, buzdağının görünen bölümüdür. Sınır tanımaz bir rant hırsı, yaşamın her alanını sarmıştır.

İnsan yaşamı son derece ucuzdur. Ölüm, sıradan bir hâl hâlindedir.

Hayat pahalıdır, geçinmek pahalıdır, ayın sonunu getirmek oldukça zordur, çalışma koşulları insanî değildir. Ve hayat bu denli zorlaşırken, ölüm son derece ucuz hâle gelmektedir. Hepsi hepsi bir kurşun değerindedir.

Ve tüm bunlar resmin sadece bir bölümüdür.

Savaş ekonomisi ele alınmadan, hesaba katılmadan, başa konulmadan, süreci anlamak da mümkün değildir.

Saray Rejimi, hem NATO ve ABD’nin tetikçisidir hem de halkın karşısına bir düşman cephesi olarak durmaktadır.

İşte bu koşullarda, “iç cephenin güçlendirilmesi”, “milli birlik” vb. teraneleri devreye sokulmuştur, sokulacaktır. Bu bir savaş dilidir. Efendileri, Saray’a, savaş büyüyecek, ileri atılacaksınız, ama önce “iç cepheyi güçlendirin” diyor. Onların yaptığı da budur. Bu içeride ve dışarıda savaş politikasının devamıdır. Savaş dilidir. Bu durumda, halkın bir bölümünü kendine bağlamak yetmez. Artık, bir bölüm kitleyi Saray Rejimi’nin trolleri, destekçileri olarak konsolide etmek işe yaramaz. Artık, Saray’ın yeni politikası, tüm toplumu, kendi kontrolü altına almak üzere, CHP gibi partileri de devreye sokmak yönündedir. Halkın bir kere daha aldatılması, bir kere daha kafeslenmesi için, “milli birlik”ten söz ediyorlar. Bir yandan da şiddetle saldırılarına devam ediyorlar.

İşte CHP’nin rolü buradadır.

Tam da bu nedenle, MHP lideri DEM Parti yöneticilerinin elini sıkmıştır ve ardından da kendi tarzında bu sürecin gereği olarak Öcalan’ı meclise davet etmiştir.

Komiktir. Çünkü buna hangi Kürt’ün inanacağı bellidir. Bu olsa olsa Barzanici çevrelerin rollerini artırmayı hedefleyen bir hamledir. Yoksa devlet, Saray Rejimi, bu yolla PKK kadrolarının bir tuzağa çekileceğini düşünmemektedir. Bunca baskı, bunca kimyasal bomba vb. ardından, Barzanici olmayan bir Kürt’ün bu yolla kandırılacağının düşünülmesi, komiktir, trajikomiktir.

(PKK’nin, TUSAŞ’a saldırıyı üstlenmesi, Saray tarafından, bu sürece tehdit olarak ele alınmıştır ve Kürtler, özellikle Suriye sahasında bombalanmıştır. SİHA’larla gerçekleşen saldırılara karşı, savaş sanayiine dönük bu eylemin, önceden planlandığı açıklanmıştır. Özellikle, ortaya çıkan gündemle bir bağlantısının olmadığı vurgulanmaktadır.)

Bahçeli’nin çıkışı ile gündeme getirilen süreç, aslında, Kürt hareketini sıkıştırmak, Barzanici kesimleri öne çıkartmak amacını gütmektedir. Bu tutum, “iç cepheyi güçlendirme” planlarına da uygundur.

TC devleti, daha kapsamlı bir savaş devreye sokmaktadır. Aslında bu savaş, ABD ve NATO tarafından pişirilmektedir ve yeni de değildir. ABD-İngiltere-İsrail, böylesi bir savaşı uzun süredir planlamaktadır. İran’ı hedef alan savaş, Filistin soykırımı ile hız almıştır. Bugün, Lübnan savaş alanı hâline getirilmektedir. İsrail aynı anda Suriye’ye dönük bir savaş için de hazırlanmaktadır. Elbette bu savaş, ABD’nin emri ile yapılmaktadır. Elbette İsrail, bu savaşa gönüllüdür. Tıpkı, İran’a karşı savaş konusunda bir tereddüdü olan TC devletinin, bu savaş sırasında Kürtlere karşı soykırım planları yapmakta hevesli olması gibi.

Saray Rejimi, bir yandan, kendisinden istenen İran’a karşı savaş konusunda birçok tereddüt taşımaktadır. Ama bu vesile ile, Irak Kürdistanı’na yerleşmek ve Kürtleri katletmek heveslerini dizginleyememektedir.

“İç cephe” söylemi, bu büyük tablo içinde anlamlıdır, savaşın dilidir.

İç cephe denildi mi, elbette bir de bunun dış cephesi vardır.

İçte TC devleti, iki cephede savaşmaktadır. İç cephe, bir yandan Kürt hareketine karşı savaş, diğer yandan da Gezi Direnişi ile birlikte başlayan ve süren direnişe karşı savaş demektir. Bu savaşın, Kürt cephesinde, iç savaş tüm çıplaklığı ile açıktır. Çünkü orada, savaşa kendi gerçekliği ile karşı duran bir örgütlü güç vardır. Oysa işçi sınıfının direnişinde, böylesi bir örgütlülük henüz yoktur. Bu örgütlülüğün eksikliği, savaşın örtülü bir iç savaş olarak sürmesinin nedenidir.

Yani, işçi sınıfı örgütsüzdür.

Bu nedenle, bu cephede gelişen direnişleri kırmak için, Saray Rejimi, çok yönlü bir kuşatma yürütmektedir. Bu konuda da epeyce başarılı addedilmelidir. CHP, sendikalar, liberal solcular, bu konuda devlete doğrudan ya da dolaylı yardımcı konumdadır.

Egemen sınıf, Batı’dan gelişecek örgütlü ve geniş bir direnişin, Kürt devriminin varlığını sürdürdüğü bugünkü koşullarda, işçi sınıfı lehine büyük sonuçlar doğuracağını düşünmektedir. Bu iki hareketin, nesnel olarak birbirini beslemesinden korkmaktadırlar. Bu nedenle, özellikle, işçi sınıfının, devrimci hareketin örgütlenmesini önlemek için, çok yönlü bir savaş yürütmektedir.

İç cephe diye açıktan iç savaşı tarif eden egemen sınıf, devrimci bir direnişin gelişimini önlemek istiyor. Bunun için, kitleleri, kendi yedeğine toplamak üzere, “ulusal çıkar”, “milli birlik” gibi teraneleri yeniden sahaya sürüyor.

Egemen sınıf, işçi sınıfının devrimci örgütlülüğünün eksikliğini bildiği için, erkenden iç savaş ilanını devreye sokmuştur. Dün, “ya tarafsın ya da bertaraf olursun” söyleminin, örtülü hâlidir bu “iç cephe güçlendirme” açıklaması.

Saray Rejimi, yıllardır, işçi sınıfına ve emekçilere karşı, direnen herkese karşı, açık bir devlet terörü uygulamaktadır. Her hak arama eyleminin karşısına tüm güçleri ile çıkmaktadır. Bunu yıllardır yapıyorlar. Tüm bu saldırılar, artık işe yaramıyor.

Kitleler, giderek daha artan biçimde, devlet çarkının, egemenin, Saray’ın yalanlarını açıkça görmekte, anlamakta, hissetmektedir. Ve devletin her türlü saldırısı, artık direnenler için bir sır değildir. Bu iki durum, Saray’ın şiddet politikasının etkisini kaybettiğinin, yalanlarının, din ve milliyetçiliğin eskisi kadar işe yaramadığının kanıtıdır. Bu durumda, CHP devreye sokulmuş, sendikalar, akıl almaz bir biçimde sessizliğe bürünmüştür.

Kitleler, bu düzende, bu sistemde yaşamaktan hoşnut değildir. Buna bağlı olarak, örgütsüzlüğün de bir sonucu olarak, kendiliğinden, örgütsüz ve plansız eylemler ortaya çıkmakta, gelişmektedir. Bu eylemlerin tümü değerlidir.

Ancak direnişlerin (a) yayılması, (b) örgütlü hâle gelmesi, büyük bir önem kazanmaktadır. İşçi sınıfı ve direnişçiler, giderek daha fazla, kendi eylemleri dışındaki eylemleri de izlemekte, onlara destek vermenin yollarını aramaktadır.

Devrimci hareket, bir sonraki sosyal patlamayı beklemekle yetinemez. Bu doğru bir tutum değildir. Ne denli güçsüz olunursa olunsun, devrimcilik, örgütlü mücadeleyi geliştirmek ile birlikte anılır. En kötü koşullarda bile, örgütlü mücadele esastır.

Şimdi, egemenin “iç cepheyi güçlendirme” saldırganlığına karşı, birleşik emek cephesini örmenin ne denli acil bir görev olduğunu anlamanın zamanıdır.

Egemen sınıf, tüm güçleri ile, işçi sınıfına karşı bir savaş yürütmektedir. Sanıldığı gibi, bu savaşı görmezden gelerek, bir mücadele yürütülemez. Tersine, bu savaş görülmeli ve bunun gereklerine uygun olarak, direniş hattı geliştirilmelidir. Bunun yolu, örgütlü mücadeledir.

İçinden geçtiğimiz koşullarda, en sıradan eylem, en sıradan bir durum, hızla siyasal bir eyleme, siyasal bir duruma dönüşmektedir. Böylesi koşullarda, siyasal mücadeleden geri durmak, deyim uygun düşerse, kafanı kuma gömmek demek olacaktır.

Salt ekonomik mücadele mümkün değildir. Hele bugün, bu çok daha “geri” bir istemdir. İşçilerin işten atılma, çalışma koşullarını düzeltme, çalışma zamanının uzatılmasına karşı durma, ücret artışları vb. konusundaki her eylemleri, karşısında sadece işvereni, sadece patronları bulmuyor, tersine, devlet tüm gücü ile, basını, yargısı, polisi ve askeri ile eylemlerin karşısında durmaktadır. Bu, çevre eylemleri için de böyledir, bu durum kadın cinayetlerine karşı eylemler için de böyledir, bu durum öğrenci eylemleri için de böyledir.

Ekonomik kriz giderek daha da artmakta, kendini daha ağır biçimde hissettirmektedir. Yaşamak, her açıdan zorlaşmaktadır. Ve ekonomik olarak, bugün yarından daha iyi olan son gün anlamına gelmektedir.

Bu şartlar altında, işçi sınıfının mücadelesi, egemen sınıfa karşı her yol ve araçla sürdürülmek zorundadır.

Siyasal mücadeleyi arka plana atarak, bir ekonomik mücadele dahi yürütülemez.

İktidara karşı, iktidarı devirmek için bir mücadele dışında bir demokratik hak mücadelesi de yoktur.

Bugün işçi sınıfı, kararlı, örgütlü, sınıf bilincini öne çıkartan bir direnişi geliştirmek zorundadır ve bu, örgütlü mücadele demektir. Bu örgütlenme, devrimci bir örgütlenmedir. Bundan kaçınmak, mücadeleyi terk etmek ve boyun eğmek demek olacaktır.

Bugün, işçi sınıfı, toplumdaki tüm direnişleri kendi direnişinin bir parçası olarak görmek ve bu direnişlerle eylemli dayanışma geliştirmek zorundadır.

İşçi sınıfının öncüleri, geniş çaplı bir genel direniş örgütlemek zorundadır. Bu konuda bir kararlılık geliştirmek gerekir. Sakince, topyekȗn bir direniş için örgütlenmek gerekir. Genel grev ve genel direniş, sürmekte olan her direnişin içkin gündemidir.

Tüm bunlar, Birleşik Emek Cephesi ile örgütlenebilir.

Evet, genel grev ve genel direniş demekle, genel grev örgütlenemez. Ancak, bunu gözetmeyen bir siyaset de doğru değildir. İşte örgütlenmenin acil bir gerçeklik olarak, bir ihtiyaç olarak gündeme gelmesinin temeli buradadır.

İşçi sınıfı, yani iç cephenin bizim tarafımızdaki bölümü, sabırla ve kararlılıkla bir genel direnişi örgütlemek zorundadır.

Bugün, büyük çoğunlukla sendikalar, devletin kollarında ve devletin denetimi altındadır. Ancak, az sayıda ve küçük de olsalar, mücadeleci sendikalar vardır ve bunlar büyük öneme sahiptir.

Buna rağmen, genel direniş, genel grev, bu az sayıdaki, küçük mücadeleci sendika tarafından, sadece onlar tarafından örgütlenemez. Tersine, direnişi geliştirecek olan şey, işçi sınıfının, bizzat fabrikalarda, bizzat işyerlerinde geliştirecekleri örgütlenmelerdir. Bu her şeyden önce, sadece ekonomik bir mücadele değildir. Bir işçi ekonomik çıkarları nedeni ile bu mücadeleye katılabilir. Ama bu mücadele, içinde yer aldığımız sosyoekonomik ve siyasal durum nedeni ile siyasal bir mücadeledir de.

Savaşa karşı en etkili mücadele, bu savaş politikalarının ekonomik ve insanî bedelini ödemekte olan işçi sınıfının ayağa kalkmasıdır. Savaşın ekonomik bedeli işçi sınıfının üzerindedir. Savaşta canını veren işçi ve emekçilerin, yoksulların çocuklarıdır. Bu nedenle, savaşı önleyecek gerçek güç de işçi sınıfıdır ve onun direnişidir.

Yaşamı üreten işçi sınıfıdır. Bunun en açık kanıtı, oluşacak bir genel grevdir. Böylesi bir genel grevi hayal edin, göreceksiniz ki, mantığınız sizi, yaşamı durdurma gücünün işçi sınıfında olduğu gerçeğini hissetmeye götürecektir.

Ve elbette, genel grev ve genel direniş, başarılı olmak üzere organize edilmelidir. Bu ise, bunu söylemekten oldukça farklı bir şeydir. Onun için, mesele örgütlenme meselesidir. Devrimci sosyalistler, her direnişin içinde olmak, orada işçi sınıfı ve kitlelerin ruh hâlini gerçekten hissetmek, onlarla birlikte yaşamak zorundadır.

Derler ki, küçük adımlar, hedefi olan bir özne için, büyük işlerin temelini oluşturur. Bu nedenle kararlı bir biçimde, işin tüm zorluklarını bilerek saf tutmak, bu yolda ilerlemenin ilk koşuludur.

Onların “iç cepheyi sağlamlaştırmak” dedikleri şey, işçi sınıfı ve halkın esaretinin sürmesidir. Onların istediği, sessiz, suskun, eylemsiz ve değersiz bir toplumdur. Yoksa, onların çağrısı, Özel’e ve diğer parti liderlerine değildir. Onlar zaten, her zaman doğrudan veya dolaylı Saray’ın uzantılarıdır. Onların çağrıları, kitleleri Saray politikalarına razı etmek içindir; bu konuda gücü ve eğilimi olanlaradır.

Bizim çağrımız da, tüm işçi sınıfına, işçi ve emekçilere, kadınlara, gençlere, direnen herkese, duyarlı kitle önderlerine, sendikacılara, aydınlara, sol güçlere, en başta da devrimci gruplaradır. Birleşik Emek Cephesi örülmelidir.

Elbette, devrim ve sosyalizm için mücadele etmek, aynı zamanda aklımızı da temizlemek, saf tutmak demektir.

Bize diyorlar ki, sisteme karşı devrim ve sosyalizm mücadelesi birçok kere yenildi ve yine yenilebilir. Doğrudur. Bizim yanıtımız şudur: Gelin saflarımıza katılın, gücünüzü gücümüze katın, yumruğunuzu ve aklınızı bizimle birlikte mücadele için kullanın ve daha etkili, sonuç alıcı bir mücadele örgütleyelim. Birkaç kere yenilmiş olmak, yola devam etmeninin önünde engel değildir, tersine bir kere daha düşünüp, daha etkili bir mücadele örmek için bir nedendir de.

Ve biliyoruz ki, yüzlerce, binlerce yıldır, devrim ve sosyalizm imkânsızdır, egemeni devirmek mümkün değildir, diyenler hep var olmuştur. Doğrusu bugün bu hâlde isek, aslında bu mücadele kaçkınlığının bunda payı çok büyüktür. Yani, susmanın, mücadeleden uzak durmanın, yenileceğiz diye kaçmanın sonu zaten biliniyor: bu biçimde yaşamak. Buna yaşamak denirse eğer.

Demek ki, sizin yolunuzun nereye varacağı zaten belli.

Bizim yolumuzun bir zafer ihtimali var. Elbette kolay değil. Kolay olsa idi, biz, size ihtiyaç duymadan bunu başarmış olurduk. Gelin, zaferin garantisi olacak şekilde kendinizi saflarımızda örgütleyin. Gelin Saray’ın “iç cepheyi güçlendirme” çağrılarına karşı, devrim ve sosyalizm cephesini güçlendirelim. Gelin, işçi sınıfının savaşsız, sınıfsız bir dünya hayali için birlikte çarpışalım.

Böyle yaşamayı kabul etmiyorsanız, çocuklarınızın ilaç şirketlerinin rant ve kâr programının kurbanı olmasını istemiyorsanız, emekli hâlinizle 5 günlük yaşam gereksinimlerinizi karşılamaya razı değilseniz, her gün kadın cinayetlerini dinlemekten memnun değilseniz, çocukların köleleştirilmesinden rahatsız iseniz, savaşta gençlerin ölmesini istemiyorsanız, bu yalan ve karanlıktan rahatsızsanız, eninde sonunda, isteseniz de istemezseniz de, sisteme karşı mücadele ile tanışmak zorunda kalacaksınız. Gelin, erkenden tanışalım, gücünüzü gücümüze katın.

Emperyalizme karşı savaş Nasrallah ve Hizbullah

Bizim ülkemiz solu, dünyaya “Batı değerleri”, “Batı gözlüğü” ile bakmayı çok sever. Bu, Cumhuriyet öncesinden gelen, devletin tercüme bürolarında “aydın” oluşumuna kadar giden bir süreçtir.

Sömürgeleşme, her zaman böyle işler: Emperyalist efendi, sadece askerî işgal ile gerçekleşen bir sömürgeleşmeyi, çok uzun süre götüremez. Götürürken de, çok ağır maliyetler öder. Emperyalist efendi, elbette ekonomik ve siyasal bağımlılığı sürdürmek için, elbette kültürel olarak da “toplumu fethetme” işine girişir. Bu nedenle, kendi yandaşlarına, mesela işgali “demokrasi götürme” olarak sunmayı emreder. Irak’ı ele alın. Saddam’a karşı hareket, aslında ne için imiş, “demokrasi taşımak” için imiş. “Demokrasi taşımak”, “medeniyet götürmek”, emperyalist sömürgecilerin çok sevdiği kavramlardır. Böylece, “ilkel” coğrafyaları modern dünyanın, medeniyetin bir parçası hâline getiriyorlar. Bu arada ise, elbette, mesela Irak’ta 1 milyon çocuk gibi, “istenmeyen” kayıplar olabiliyor. 1 milyon. Söylemesi kolay ama bunlar çocuk, yani insan. Koyun olsalar bile, oldukça çok anlamına gelir.

TC devleti, elbette Osmanlı’nın kalan toprakları üzerinde kuruldu. Ama Osmanlı’nın sömürgeleşme süreci, TC devletinin sömürge olması ile sonuçlandı. Osmanlı’dan ayrılıp “özgür”leşen ülkelerin her biri de birer sömürge olarak yollarına devam ettiler. Sanırım, bunları örneklemeye gerek yok.

Sömürgeleşmiş olan Cumhuriyet’in aydınları da, Osmanlı’nın tercüme bürolarında yetişen Batı hayranı “aydın”lar olmaya devam ettiler.

Bizde, bu Batı değerlerine, Batı dünyasına bağlılık, aslında hem “devlete bağlılık” anlamına gelmektedir, hem de sömürgeleşen bir ülkede gerçek anlamda emperyalizme hizmet etmeyi “aydın” sanmak anlamına gelmektedir.

Böyle olunca, her şey bize Batı’dan gelecektir. Almanya’ya gidince “muhteşemdir”, ama mesela Çin, elbette her şeyi ile pistir. Paris “müthiştir” ama Moskova her durumda kötüdür. İngiltere’de bir polis sizi durdurup kimlik sorsa, “bak şuna ne kadar ciddi bir güvenlik anlayışları var” sonucuna varılır ama Çin’de size bir polis kimlik sorsa, “bak işte diktatörlük budur” devreye girer.

Batı değerler sistemi, oldukça ilginçtir.

Mesela “demokrasi” denildi mi, hepsi Batı’dadır. Ve bizim ülkemizde yaşayıp, 70 yaşına ulaşmış bir solcu profesör, mesela “Batı değerlerine bağlı kalmalıyız, Batı demokrasisinden yana olmalıyız. Bunun bedeli NATO üyeliği ise kabulümdür,” diyebilmektedir. “Demokrasi” ile NATO, TC sınırları içinde yaşayan bir insanın aynı anda, yan yana kullandığı kelimeler nasıl olabilir? Olabilir, çünkü Batı gözü ile, emperyalist efendi gözü ile bakarsanız, öyle görürsünüz.

Yoksa, sıradan bir deneyimli TC vatandaşı, NATO olmadan, ülkedeki katliam ve cinayetleri ele almaz. Maraş katliamı, Sivas, Çorum, Malatya, 1 Mayıs vb. katliamları, hepsi ama hepsi, NATO ile bağlantılıdır. Tüm darbeler, hepsi NATO ile bağlantılıdır. “Demokrasi” savunucusu Batılı “aydın” kafa, darbeleri de “demokrasi dışı” olarak adlandırır. Ama yine de NATO tedrisatı var ve oradan geçince iş değişiyor.

Osmanlı “aydını”, tercüme bürosunda, devletin etekleri altında doğdu. Ama TC devletinin bu aydınları, NATO tedrisatı içinde doğdu. İşte bu fark da buradan gelir. Ne olursa olsun, bugünün devlet aydını, Osmanlı aydınlarının yanında çok karaktersiz kalır. Bu, sömürge ülke kişiliği ile bağlantılıdır.

Ortadoğu’da da durum böyledir. Evet farklılıkları vardır. Sömürgeleşme süreci, öyle tekdüze bir süreç değildir. Her birinde bazı farklılıklar olur. Ama nitelik değişmez.

Batılı bakış açısı, mesela kendini, Filistin mücadelesinde de, İsrail’in ırkçı rejimine de bakarken, kendini göstermektedir.

Konumuz Hizbullah lideri Nasrallah’ın katledilmesidir.

Batılı kafa, İsrail saldırılarının her birinde, seyreden TC vatandaşlarına, “bak şu İsrail’deki güce” diyerek yön verir. Eğer demir kubbe delinmiş ise, İsrail askerî zararlar görmüş ise, “bu önemli değil”dir ama eğer telsiz ve cihazlar patlatılmış ise (ki her telefon üreticisi isterse telefonları patlatabilir) “bak ne büyük bir eylem” der. Oysa, bu saldırı, devlet teröründe bir yeni aşamadır ve “güç”ten çok, “güç gösterisi”ne işaret eder. Güç gösterisi, genellikle zayıflık belirtisidir ve İsrail halkı, Netanyahu rejiminin nasıl bir rejim olduğunu bizzat göstermektedir. Bizim ülkemizde Erdoğan’ı tek adam diye eleştirenler, İsrail’de Netanyahu’nun başarılarını alkışlar hâldedirler.

ABD-İsrail-İngiltere ve NATO cephesi, dünyanın çeşitli yerlerinde suikastlar ile açık bir devlet terörünü uygulamaktadırlar.

Hizbullah liderlerinden Nasrallah, böylesi bir saldırı ile öldürülmüştür.

Bizim ülkemizin cehalet içindeki Batı kafalı aydınları, Hizbullah denildi mi, bizim ülkemizdeki Hizbullah’ı anlarlar. Sanıyorlar ki, bu isim benzerliği, Lübnan Hizbullahı’nı da aynı duruma getirir. Yanlıştır, cahilcedir.

Bizdeki Hizbullah, Kürt devrimine karşı kurulmuş, hizbulkontradır. Yani, İslamî bir görüntü altında kontra örgütlenmesidir; devlete bağlıdır, paramiliter bir yapıdır. MHP’nin işini Kürt coğrafyasında görmek üzere devreye sokulmuştur.

Oysa Lübnan Hizbullahı, böylesi bir yapılanma değildir.

İsrail, ABD uzantısıdır. İsrail için, ABD’li yetkililer, “bunu biz kurduk” demektedir. İsrail’in savaş kabinesinin başındaki Netanyahu, “biz burada ABD için savaşıyoruz” demiştir. Yani, her iki taraf da, durumu formüle etmiştir. İsrail, bölgedeki dengeleri ABD çıkarlarına uygun kurmakla görevlidir. İsrail’in işlevi budur. Elbette İsrail için bu politikanın gereği, 3 bin yıllık devlet vaatlerinin gerçekleştiğini söyleyenler olacaktır, vardır. Ama İsrail halkının savaş konusundaki protestoları, tüm halkın böyle düşünmediğini kanıtlar niteliktedir.

Bunları netleştirmediğiniz zaman, Hizbullah’ı, geleneksel İslamî örgütlerle birlikte ele alabilirsiniz. El Kaide, IŞİD ile Hizbullah asla aynı yere konamaz. Hizbullah, IŞİD’e karşı savaşmış güçlerdendir, dahası, birçok yerde, Hıristiyan mahallelerini koruma işine de girmiş bir harekettir.

Elbette, tüm bunlar, Hizbullah’ı, komünist, sosyalist, ya da Marksist bir örgüt yapmaz, zaten de değildir.

İşte işin püf noktası da buradadır. Emperyalizme karşı, egemene karşı savaşan bir örgüt, elbette halkların direnişinin bir parçası olabilir. Emperyalizme karşı tutarlı bir savaş, tutarlı bir mücadele elbette ki ancak anti-kapitalist bir mücadele ile yürütülebilir.

Bizim vurgumuz, (a) Hizbullah’ın IŞİD vb. gibi ABD tarafından kurulmuş, kontra örgütlerle karıştırılmaması gereği, (b) emperyalizme karşı mücadelenin önemli olduğu şeklindedir. İşte bu nedenle, birçok gösteride, Che’nin posterleri ile Nasrallah’ın posterleri birlikte taşınmıştır, taşınmaktadır.

Öte yandan, Nasrallah’ın öldürülmesi, ABD ve İsrail ortak işidir. Bu, bu alandaki suikastların ilki de değildir. ABD’nin savaşı yayma planlarının bir parçasıdır.

Gazze’de bir soykırım ortaya koyan İsrail’in neyi bahane ettiği üzerinden bir tartışma, korkakçadır. Hamas’ın solcu veya Marksist olmaması, bu saldırılara karşı durma konusunda bir tereddüt yaratmamalıdır. İsrail’in saldırıları, emperyalist yağma savaşının bir parçasıdır. ABD, tüm bölgeyi savaş alanı hâline getirmektedir. Yemen, Lübnan, Suriye, Irak, Filistin savaş sahası hâline gelmiştir.

Meseleye bu çerçevede bakmak gerekir.

Bu, tüm bölgeyi savaş hâline getirme programıdır.

Ve bu savaş, İran’a karşı savaş planlarının da bir parçasıdır. Dahası, bu savaş, Tayvan’a dönük planlar ve Ukrayna’daki savaşın da bir parçasıdır. Bu savaş, Balkanlar ve Kafkasları da içine alacak bir savaş hazırlığıdır.

Savaşın bu yönünü görmeden, İsrail’in “İslamcılara” saldırdığı ve bu nedenle bizi de ilgilendirmediği düşüncesi, gerçekte kafayı kuma sokmakla eştir. Batıcı “aydın” tutumu, sürekli olarak bunu devreye sokmaktadır. Oysa, emperyalizme karşı savaş, bir ayırt edici unsurdur. Yani emperyalizme karşı savaş, değerli ve önemlidir. Bu durum, temel noktalardan biridir. Bu nirengi noktası, bizim mesela IŞİD ile Hizbullah’ı ayırt etmemizde işe yaramaktadır.

Elbette, çıkış noktası, halkların, devrimci bir rotada, sadece emperyalizme karşı değil, emperyalizmin işbirlikçileri olan devletlere de karşı geliştireceği devrim ve sosyalizm mücadelesidir. Bu mücadelenin gelişeceği günler, elbette yakındır. Ve doğrusu çıkış buradadır. Ortadoğu halkları, mücadelenin bu yönünü geliştirebildiği oranda tutarlı ve sağlıklı bir yol geliştirebilecektir. Ve Marksizm, devrimci sosyalizm, bu konuda bir yol bulmak ve geliştirmek zorundadır. İslamî hareketlerin bu noktada iki farklı kanalda ilerlediğini söylemek mümkündür. ABD denetimindeki İslamî hareket, bir kanattır ve ABD ve emperyalizme karşı savaşan İslamî hareketler de ikinci kanaldır. Elbette, bunların arasında da birçok hareket vardır. Bu hareketler de savaşın gelişimi içinde cephelerini seçmek zorunda kalacaktır. Mesele, devrimci sosyalizmin halkların mücadelesinin liderliğini almasındadır.

Tün dünyada sürmekte olan savaş, ancak, sosyalist devrimlerin zaferi ile durdurulabilir. Başka bir yolla kalıcı bir barış olanağı yoktur, olamaz.

ABD-İsrail-İngiltere cephesi, savaşın içine İran’ı çekmek için elinden geleni yapmaktadır Ve bu savaşın, barut fıçısına dönmüş olan dünyada sadece Ortadoğu ile sınırlı kalması da olanaklı değildir. NATO, Ukrayna’da aldığı yenilgiyi, içine girdiği çıkmazı, savaşı büyüterek aşma peşindedir ve bu noktada İsrail, iyi bir araç olarak kullanılmaktadır.

Saray soytarılığı, “normalleşme” parodileri

Saray, elbette ihtişamlı bir yer gibidir. Ama ne yazık ki, bizim ülkemizde, saray aslında pespayeliğin alanıdır. Osmanlı’da da saray, son 10 yıllarda, muhteşem bir pespayeliğin sergilendiği yer idi.

Buna sömürgeleşme süreci diyebiliriz.

Sömürge bir ülkede, 21. yüzyılda, NATO tetikçisi hâline gelmiş bir ülkede, tekelci polis devletinin olağanüstü örgütlenmesi demek olan Saray Rejimi koşullarında, Saray, ihtişamlı bir yer değil de, “içi beni yakar dışı seni yakar” şeklindeki bir yerdir. Ve bu “beni yakan” bölümünde, yani içinde, neler olduğu, neler yaşandığı, çok çabuk dışarıya yansımaktadır. İçerisi, her türlü pespayeliğin kol gezdiği, her türlü yalanın her türlü hilekârlıkla birlikte dolaştığı bir yerdir. Sömürge ülkede Saray, elbette efendilerin doğrudan denetimindedir.

Atatürk Orman Çiftliği içinde Saray, efendiye doğrudan bağlı mıdır? Hani, yollar kısalsın, temaslar daha kolay olsun diye. Şaka tabii, bir telefonla da bu işi çözerler. ABD ve NATO adına tetikçilik yapan Saray Rejimi’nin efendi ile teması, çok ama çok kısa bir yoldur, pek de zaman almaz kanısındayız.

Özgül Özel, Saray Rejimi sürecine, yeni ve hızlı girdi. Komik bir karakter olduğundan mı, yoksa “parodi”leri böyle pespaye yazıldığı için mi çok komik durmakta ve konuşmaktadır bilmiyoruz. Kararı size ait.

Özel, gerçekten Özgür’lüğünden vazgeçtikçe, çok “özel” bir karakter hâline gelmektedir. Kılıçdaroğlu’nun ardından, bu kadar hızla, bu noktaya koşması ya da ayağından vurularak bu noktaya çekilmesi, gerçekten iç acıtıcı bir durumdur. Hangisi daha berbattır, Erdoğan’a hizmette sınır tanımayan Kılıçdaroğlu mu, yoksa Saray soytarılığına soyunmuş olan yenisi Özel mi? Karar size ait.

Saray Rejimi, öyle “tek adam rejimi” demek değildir. Eğer “tek adam” Erdoğan ise, dert edecek bir şey yok demektir. Bu, Saray Rejimi’ni hafife almaktır. Saray Rejimi, tekelci polis devletinin olağanüstü örgütlenmiş hâli demektir. Bu tekelci sermayenin, uluslararası tekellerin, burjuvazinin, özel olağanüstü örgütlenmesidir ve önünde Erdoğan büyük ölçüde kukladır. Son seçimlerde, kendisi dahi seçim zaferine şaşırmıştır. 2015 yılından bu yana ülkedeki her seçim kurmacadır, hilelidir.

Saray Rejimi, parlamentoyu işlevsiz hâle getirmiş, sadece bir çeşit vitrin hâline getirmiştir. Parlamento bir çeşit tiyatro alanıdır ve orada oynanan tiyatro dahi, orada yazılmamaktadır. Bakanlar, parlamentoya hesap vermemektedir. Meclis, ne yasama, ne yürütme ve ne de yargı alanında bir işleve sahip değildir. Bunların tümü, Saray’a bağlanmıştır.

Son seçimlerden sonra, Saray Rejimi’ne yeni bir takviye yapılmıştır: İlk olarak bir savaş kabinesi oluşturulmuştur. Bu savaş kabinesi doğrudan NATO’ya bağlıdır. İkincisi ekonomi, uluslararası alacaklıların oluşturduğu bir konsorsiyuma devredilmiştir ve Şimşek, doğrudan bu konsorsiyumun memurudur.

Siyasi partiler, işlevsizdir. AK Parti diye bir parti yoktur, anlamsızdır. Bir çeşit güç odakları, çeteler ortaklığıdır. En az beş AK Parti sayılabilir; ABD, Almanya, İngiltere, Fransa ve İsrail AK Partileri vardır. MHP hakeza öyledir ve paramiliter bir güçtür. Onun Kürt versiyonu HÜDA PAR’dır. CHP de bu yoldadır ve parti değildir.

Saray Rejimi’nde yargı, doğrudan kolluk kuvvetlerinin uzantısıdır. Uygulanan hukuk ise, iç savaş hukukudur.

Uzatmak mümkün.

Ama biz, bu gerçekliğin bazı yansımaları üzerinde durmaya niyetliyiz ve konumuz daha çok da Özel’dir. CHP başkanı olduktan sonra, birdenbire, çok ama çok “özel” hâle gelmiştir. Birkaç örnek, sanki işimize yarayacak.

Örnek bir. New York belediye başkanına verilen rüşvet. Özgür Özel, ABD’de Türkevi’ne gitmiştir. Normalde Özel’in, Türkevi’ne gitmeyi reddetmesi gerekirdi. Ama olur mu hiç, olmaz. O “kurumlara saygılı”dır ve bu nedenle, Türkevi’ne seve seve gitmiştir. Şans ya da kötü talih bu ya, çölde kutup ayısına yakalanmak gibi, New York belediye başkanı hakkında rüşvet dosyası ortaya çıktı ve dosyada, TC devletinin yetkilileri rüşvetçi iddiası ile yer almaktadır. Erdoğan, bunu duyar duymaz, hop soluğu Türkiye’de aldı. Ve Özel, bir “devlet” yetkilisi olarak orada kaldı. Orada kalınca gazetecilerin sorularına, “tuhaf” yanıtlar verdi. Ona göre, rüşvet artık karşılığı “jest” olan bir ödeme türüdür. Büyük müttefikimiz Amerika bize, biz de Atatürk Orman Çiftliği’nde onlara bir jest yapmışız. Bunu ele almıştık. Sadece hatırlatmak istedik. Demek, Özel, Saray savunucusudur. Saray’ı aklamak, ona düşmektedir. Kılıçdaroğlu gibi, “devleti kurtarmak” ilkesini devreye sokmuştur. Ama bu kez, “jest” kelimesi kullanılmıştır. Saray soytarılığı olabilir mi?

Örnek iki. Meclisin açılışı var. Tarih 1 Ekim. Meclis’te, Anayasa Mahkemesi kararlarına rağmen Can Atalay yok. Buna rağmen, CHP, meclisi açış konuşmasında, “tek adam” dediği Erdoğan’ı, ayağa kalkarak karşılıyor.

Ama açıklamalar saray soytarılığını aratacak bir pespayeliği içeriyor.

Neymiş efendim, “makama saygı” imiş. Yani Özel, Cumhurbaşkanlığı makamına saygısı gereği, ayağa kalkmışlar. İyi ama zaten adam tek adam ve dahası meclis zaten devre dışı ve işlevsiz. İyi ama Cumhurbaşkanlığı seçimi zaten hileli idi.

Özel, Saray’ı aklamak ve Erdoğan’ı meşrulaştırmak istiyor. Bu açık.

Açıklamanın ikinci bölümü daha da içler acısı. Diyor ki Özel, yarın bizim adayımız seçilirse, onu da ayağa kalkarak karşılamaları için, biz önceden ayağa kalkıyoruz. Bu yolla “normalleşiyoruz”, öyle mi?

Peki, acaba, bu konuda CHP’nin herhangi bir kurulunun kararı var mı? Sanıyorum ki yok. Demek CHP artık bir parti değildir.

Önünüzde üç alternatif olabilir; (a) ayağa kalkmak, (b) ayağa kalkmamak, (c) meclis oturumuna katılmamak. Eğer siz protesto yapmak istiyorsanız, bu hâller içinde en hafifi olan oturma eylemi yapmayacaksanız, hangi hâl ve durumda oturma eylemi yapacaksınız? Yani, ayağa kalkmamak hangi durumda olabilir?

Siz yarın ayağa kalkın diye, biz bugünden ayağa kalkıyoruz, demek, eğer çocuk aklı değil ise, ne derin bir korkudur! Acaba Özel’in ayaklarındaki korku, tüm vücudunu mu sarmıştır ki, akıl yürütemez hâle gelmiştir.

Özrü kabahatinden büyük, eğer bu durumda söylenmezse ne zaman söylenir. Ama bence, Özel’in özrüne gerek yok, çünkü kendisi özürlüdür ve Saray hizmetlisi olmaya, parodileri ile girmiştir.

Örnek üç. MHP Başkanı Bahçeli, Meclis’in açılışına gelmiştir ve orada, kendi grubunda tehditler savurmuştur. Tehditler, üç ana gruba ayrılabilir. Sinan Ateş’in annesi ve ailesine tehditler savurmuştur ve zaten ardından da aile saldırıya uğramıştır. Mahkeme, her ihtimale karşı bir kere daha dolaylı tehdit edilmiştir. İkincisi, 4 gazeteci açık olarak tehdit edilmiştir ve bu gazetecilere bir de Halk TV eklenmiştir. Tehdit açıktır. Bir de CHP lideri Özgür Özel diyerek başlayan cümlelerle tehdit edilmiştir. Hakaretleri saymaya gerek yok.

Bu tehditlere karşı, 4 gazeteci ve Halk TV ne yanıt verdi bilmiyoruz. Ama açıkça, kameraların önünde Bahçeli’nin eline sarıldıklarını görmedik. Perde arkasını bilemiyoruz.

Sinan Ateş’in ailesi ise, bir geri adım atmadan, açıkça korkmadıklarını, kendilerine gelecek saldırılardan MHP ve sayılan bazı isimlerin sorumlu olduğunu ilan etmiştir.

Özgür Özel ise, MHP liderinin eline sarılmıştır. Onunla tokalaşmış, meclis balo salonunda ise, Bahçeli’nin eline sarılmıştır. Bahçeli kendisine, siyaseten söylediklerimiz için alınmadın değil mi, gibi bir şey söylemiştir. Ve Özel, olur mu efendim, demiştir. TV kanallarında “uzman”lar, bu durumu analiz ederek, aslında Özel’in boş bulunduğunu ifade etmiştir. Özel, acaba, hakaret ve tehditlere niye bir şey dememiştir, diye sorulduğunda, çeşitli açıklamalar bulmuşlardır.

Bu üç örnek yeter mi?

Kanımızca yeterlidir.

Özel, Saray’a açıkça yamanmıştır. Öyle kameraların arkasında, kapalı kapılar ardında değil, açık olarak kameraların önünde, parodilerini sergilemiştir.

Biliyoruz, her sarayın soytarıları olur. Acaba kaç soytarı yeterlidir? Bizdeki saray için, kim niyetlenirse, o, hemen soytarı kadrosundan içeri alınmaktadır. CHP, açık olarak, Saray Rejimi’nin bir parçası olduğunu ortaya koymuştur.

Biz de zaten bunu söylüyoruz. İYİ Parti’si, MHP’si, CHP’si, AK Parti’si, hepsi iktidardır, hepsi Saray Rejimi’nin bir parçasıdır.

Öyle muhalefet diye bir burjuva parti yoktur.

Hepsi, Saray bağlantılıdır ve bu bağlantılar her gün daha fazla ortaya çıkmakta, açık hâle gelmektedir.

Dün, savaş kabinesi yok iken, din ve milliyetçilik üzerinden toplumun yüzde 30’unu bir yerde toplamak yeterli idi. Ama savaş yaklaşmaktadır. Savaş bulutları koyulaştıkça, tuhaf açıklamalar ortaya çıkmaktadır. Mesela Dışişleri Bakanı, savaş yakındır, demektedir. Savaş yakın ama Dışişleri Bakanı bir “uzman” değil, bir yetkilidir ve kime bu durumu, savaş geliyor hâlini hatırlatmaktadır, belli değil.

Erdoğan, eylülde, İsrail’e gireriz, demekteydi. İsrail’e girer ama İsrail ile askerî ve ekonomik ilişkilerini kesmez. Kürecik üssünden İsrail’e istihbarat sunmaya devam eder. Filistin halkı adına nutuk atar ama İsrail’e hava sahasını açar, İsrail’e her türden mal ihracatını sürdürür. Dün direkt, doğrudan yapılan mal desteği, bugün dolaylı yollardan sürdürülür.

1 Ekim geldiğinde ise Erdoğan, İsrail bize saldıracak, bize girecek, demektedir. Kendisi BOP’un eş başkanıdır ve buna rağmen İsrail bize saldıracak, girecek demektedir. Zaten çoktan girmiş olmasın? Kürecik, 1 Ekim akşamı acaba İsrail’e istihbarat sağlamaya devam etmemiş midir? Etmiştir.

Şimdi, savaş yakınlaştıkça, savaş bulutları çoğaldıkça, NATO’ya bağlı savaş kabinesi, devreye sokulmuştur ve öyle nüfusun yüzde otuzunu konsolide etmek yeterli değildir. Özel, burada devreye girmektedir. Özel, hem Saray Rejimi’ni, son seçimi vb. meşrulaştırmaktadır, hem de “devlet” için kitlelerin daha fazlasını Saray bayrağı altına almak için iş görmektedir.

Gelişen işçi ve emekçi eylemlerini, kadın ve gençlik eylemlerini, çevre eylemlerini vb. kontrol altına alıp, mücadele güçlerini yok etmek istemektedir. Ve yakında, CHP, açıkça bu eylemlerin karşısına dikilecektir.

MHP, Özel’in tutumunu alkışlamaktadır, Bahçeli’ye saygı göstermelidir, demektedir. Tehdidin bir başka çeşididir.

“Normalleşme”, artık bir saray parodisidir ve parodinin başrolünde Özel vardır. Rüşvete jest, hakarete ele sarılma, meclisin yok sayılmasına ayakta karşılama CHP eli ile devreye konulmuş yeni biçimlerdir. Kavramlar, eylemler, oldukça anlamlıdır.

Artık saray soytarılığı, meclise, kameraların karşısına taşınmıştır. Olumlu sayıyoruz, olumlu sayılmalıdır. Cepheler netleşiyor, herkes üzerindeki pulları döküyor, maskeleri indirmek zorunda kalıyor. Artık, ülkemizde tüm burjuva partiler, birer NATO partisidir, hepsi tek bir partidir, NATO partisidir. Her birinin bu sürece uygun rolleri vardır. Özel, Kılıçdaroğlu’ndan farklı olarak, bunları parodilerle hayata geçirmektedir. Bu role mi çok uygundur, yoksa rol yaparken role uygun bir kişilik mi geliştirmektedir kararı size ait.

Saray Rejimi, seçimle değişmez, devrilmez. Özel’in kendi durumunu net ifade etmektedir. Ona söylenen, Erdoğan’dan sonra sıra sende şeklinde olmalıdır. Bunun için, bizden birisi Cumhurbaşkanı olunca siz de ayakta karşılayın diye ayakta karşılıyoruz, demektedir. Demek, kendi seçilmesini, aynı yönetim altında hayal etmektedir. Seçecek yer ise bellidir, ABD ve NATO’dur. Ve CHP; açık olarak 2025 sonunu işaret etmektedir. Savaş planları yapan NATO ve ABD’den aldığı talimat budur. Bu süreç ise, Özel’in parodileri ile sürecek gibidir. Bu soytarılığın Saray dışına taşınması hâli, Saray’ı gizlemek ve daha saygın bir yere çekmek içindir.

İşçi ve emekçiler, işçi sınıfı, kendi gerçeği ile, kendi mücadelesine sahip çıkmak zorundadır. Ve bu elbette, siyasal mücadelenin daha da öne geçtiğinin açık kanıtıdır. Her eylem siyasallaşmaktadır. Bu nedenle, doğrudan Saray Rejimi’ni devirmeyi hedeflemeden, işçi sınıfının kendi kurtuluşunu hazırlaması mümkün değildir.

Kadına şiddet neo-faşist iklimden soyutlanamaz!*

[*]“Faşizm ölümün methiyesini yapıyor,
hayatın en inanılmaz kıvılcımını,
zekâyı, aklı sevmiyor.
Faşizm ümidi mahvediyor.
Bize, ‘Herkes olduğu yerde
ebediyen kalacak’ diyor.
Daha adil, daha güzel bir insan hayatına
karşı duyduğumuz hasretle alay ediyor.”[2]

Kadına yönelik “erkek şiddeti”nden söz ederken, bir şeyin üzeri örtülüyor: gündelik yaşamı dönüştüren, yığınların en “dip” duygularını/nefretlerini (kadın düşmanlığı, LGBTI düşmanlığı, hayvan düşmanlığı, ırkçılık, aydın düşmanlığı…) bir “değer” olarak paketleyen popülizme belenmiş faşizm.

Oysa siyaset bilimci Josh Vandiver’ın[3] işaret ettiği gibi erkekliğin pek çok çeşidi var. Ya da daha doğru bir deyişle, erkekliği yaşamanın çok farklı çeşitleri var; hem tarihte hem de verili bir coğrafya içinde… “Zalim felek attı bana silleyi/ Ben senin yoluna koydum kelleyi/ Tokat, Sivas, Burdur, Çanakkale’yi/ Dolaştım Güllüşah hep senin için…” diyen Aşık İhsani de erkek, Beyoğlu’nda barda gitar çalan at kuyruklu, kulağı küpeli delikanlı da, “Halkı askerlikten soğuttuğu” gerekçesiyle sürekli tutuklanan, sonunda ülkeden ayrılmak zorunda kalan vicdanî retçi Halil Savda da öyle, altı çocuğuna bakamadığı için Mersin’de intihar eden inşaat işçisi Abdullah Ertem de ya da dünyanın pek çok bölgesinde kadına yönelik şiddete karşı örgütlenen erkekler[4] de öyle…

Hâl böyle ise, kadına yönelik şiddeti, özel olarak da kadın cinayetlerini faillerin tümünün erkek olduğu gerekçesiyle erkekliğe bağlamanın doğru olduğunu düşünmüyorum. Hatta faturayı hem aile hem de toplumda erkeğin üstünlüğüne cevaz veren, onu kanonize eden bir ideoloji olarak ataerkine kesmenin dahi eksik bir doğru olduğunu düşünüyorum. Bir genç erkeğin eski kız arkadaşını evinde katledip, yeni kız arkadaşının ise kafasını kesip surlardan aşağıya atmasını tek başına izah edemez ataerki kavramı. Ya da “Karım ve kızım rüyamda striptiz yapıyordu, uyanınca onları bıçakladım,” diyen vahşeti…

Doğrudur, geleneksel formunda ataerki, erkeğe kadın üzerinde kimi durumlarda yaşam-ölüm kararı dâhil olmak üzere şiddet uygulama “hak”kını meşrulaştıran bir ideoloji. Ama aynı zamanda erkeği kadın ve çocukların geçimi ve korunmasından sorumlu kılıyor. Bir başka deyişle, ataerki, tek taraflı da olsa, bir denge, bir mübadele: geçim sağlama ve korumaya karşı boyun eğme… Kadınları yığınsal olarak domestik alanın dışında konumlanmış işyerlerine (tezgâhlar, fabrikalar, devlet daireleri vb.) çeken ve olabilecek en düşük ücretlerle erkeği evin tek ekmek-sağlayıcısı olmaktan çıkartan kapitalizmin sonsuza dek bozduğu denge…

Kadına yönelik şiddet, daha çok bu bozulan dengeyle ve bununla bağlantılı olarak, erkekliğin özgül bir yorumuyla bağlantılı gözüküyor. Nedir bu yorum? “Toksik erkeklik” diyorlar… belki de “aşırı erillik”, “maskülinizm”, “şişirilmiş eril ego” vb. terimler kullanılmalı. Bu ise doğrudan neo-faşizan politikalarla ilgili. İki bakımdan:

– 20. yüzyıl olsun, 21. yüzyıl olsun, faşizm(ler)in tün versiyonları, şişirilmiş bir erilliği yerleştirir merkezine. Hitler, Mussolini, Franco, halk düşmanı diktatörler olmanın yanı sıra, tescilli “kadın düşmanları”dırlar aynı zamanda. Onların savaştan tarumar olmuş ülkelerini yeniden kurmakla görevlendirdikleri “Yeni İnsan”, güçlü, gözüpek, sağlam vücutlu, savaşçı erkeklerdir. Ulusu güçten düşüren, “efemineleştiren”, yumuşatan her şeyi düşman bellerler: bedensel engellilik, entelektüalizm, lüks tüketim, burjuva hayat tarzı, feminizm, kent yaşamı, Yahudilik, eşcinsellik, komünistler… Onlar için kadınların tek yükümlülüğü, ulus için sağlam, sağlıklı, safkan çocuklar doğurmak ve yetiştirmektir. Çalışmak zorunda iseler, mümkün olduğu kadar düşük profilli ve geçici olmalıdır bu durum…

Neo-faşizm, zaman zaman “Reis”lerinin ağzından lapsus’lara düşse de[5] (en azından şimdilik) bu kadar “açık sözlü” değil. Kadınların mücadelelerinin sağladığı kazanımların tümünü bir anda ortadan kaldırmayı gözleri kesmiyor. Özellikle bunları göçmen karşıtı söylemde araçsallaştırdıkları ölçüde… (Avrupa neo-faşizminin kadın-düşmanı İslâm’a karşı “Batı Uygarlığı”nın değerlerini, bu meyanda kadın haklarını savunma iddiası, örneğin). Ama adımlar atıyorlar: kürtajın sınırlandırılması/yasaklanması, toplumsal cinsiyet araştırmalarının müfredatlardan çıkartılması, hatta terimin kendisinin kullanımının yasaklanması, LGBTQ+ birey ve hareketlerin kriminalize edilişi, aileyi yücelten söylem ve pratikler…

Evet, eskisiyle, yenisiyle faşizm, “maskülinizm”i merkeze taşır. Eril egonun şişirildiği söylemler yöneticilerin (bu arada faşizmde “yöneten-yönetilen” ilişkisinin seçilmiş, vergilerle finanse edilen, denetlenebilir bir seçmen-seçilen ilişkisinden çok “pederşahi bir baba ile evlatları” arasındaki, saygı ve korkuya dayalı ve/fakat intim (mahrem) ilişki modelinde kurulduğu belirtilmeli. Bu anlamda, yöneticiler aynı zamanda birer rol modeli”dir) dilinde tekrarlana gelir. Törenler, okullar, medya, hükümet denetimli “sivil” toplum örgütleri ve her türlü resmî propaganda aygıtı, erkekliğin yüceltirken, kadınlığı “modern hayatın ve feminizmin yozlaştırıcı etkilerinden kurtarılarak yeniden kocanın eşi ve muavini, çocukların anası olduğu ‘sıcak aile yuvası’na döndürülmesi gereken ‘fıtraten’ zayıf varlıklar” olarak kurgular (Alman Nazi ideolog Alfred Rosenberg, “kadınları, kadın özgürlüğü hareketinden kurtarmak”tan[6] söz ediyordu, örneğin… Yıllar sonra, başka bir coğrafyada RTE ise şöyle konuşuyor: “Ben kalkıyorum kadının Allah’ın erkeklere bir emaneti olduğunu söylüyorum. Bu feministler filan var ya. ‘Ne demek diyor kadın emanetmiş, bu hakarettir’ diyor. Ya senin bizim medeniyetimizle, bizim inancımızla, bizim dinimizle ilgin yok ki.”[7]).

Ve bu yolda yasal adımlar atılır. Nazi Almanyası ve faşist İtalya’da kürtajın yasaklanması, doğurganlığın teşviki, kadınların “erkek” mesleklerinden men’i ve kamuda istihdamının sınırlandırılması, öğrenim haklarının kısıtlanması, eşcinsellerin tutuklanarak temerküz kamplarına gönderilmesi…

Ya da günümüz neo-faşistlerinin “aile yuvasına dönüş” çağrıları, feminizmin kadının doğasını bozan, toplumsal istikrarı dinamitleyen, kadın-erkek ilişkilerindeki dengeleri altüst eden “aşırılıkları”na karşı başlattıkları “haçlı seferleri”. “Toplumsal cinsiyet” kavramının, “yıkıcı, bölücü mihraklar, iç ya da dış düşmanları, konspirasyon örgütleri (bunlar yerine ve meşrebine göre, Batı emperyalizminden Batı’yı ele geçirip İslâmlaştırmak isteyen fundamentalist örgütlere, Sorosçulardan Siyon Protokollerine, Gül ve Haççılardan FETÖ-PKK-DHKP-C “terör örgütü”ne… değişkenlik gösterir) tarafından dilimize/kültürümüze sızdırılmış bir “patlayıcı” olarak dillerden, müfredatlardan sürülmesi… Cinsiyetlerin ve cinsiyet rollerinin doğal/biyolojik ya da fıtratî olmayıp kişinin keyfine göre seçip büründüğü kimlikler olduğunu öne süren İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması… kürtajın olabildiğince sınırlandırılması… boşanmanın güçleştirilmesi… nafakanın tartışmaya girmesi…

– Neo-faşist politikalar/politikacılar, ideologlar, maskülinist idealleri yüceltip kadını “aile yuvası”na mahkûm kılan söylemleri yaygınlaştırırken, sıradan insanlar açısından bunun, “atış serbest” olarak algılanmasına şaşırmamak gerek.

Çünkü günümüz faşizm(ler)i, “ulusu disipline etmek, eğitmek, nizam-intizama sokmak” gibi heveslerden kalkınan 20. yüzyıl faşizmlerinden farklı olarak, popülizmde sınır tanımamaktadır. Bu nedenle de en “geri” katmanların en ham duygularına hitap etmekten, dahası bunları bir “değer” olarak sunmaktan çekinmezler. Örneğin anti-elitizm: “Millete tepeden bakan”, “Batıcı”, “kozmopolit” vb. “elitler” halka yabancıdır, milletin kültürel, manevi değerlerini hiçe sayarlar, tepeden inmecidirler, emperyalizmin işbirlikçileridir, vb.

“Anti-elitizm” “anti-entelektüalizm”e bitişiktir: “Milletine yabancı”, “emperyalizm işbirlikçisi” elitlerle özdeşleşen aydınlar da yıllardır bu “mazlum” millete tahakküm etmiş, onu hakir görmüş, örf ve adetlerini, gelenek-göreneklerini, dinini-imanını hiçe sayarak ona şekil-şemal vermeye kalkışmıştır. Aslında bir şey bildikleri yoktur, onlar emperyalizmin, siyonizmin vb. elinde birer kukladan ibarettirler, birer “mankurt”turlar. Yıllar yılı üniversitelerde, enstitülerde, araştırma kurumlarında, medyada serbestçe at koşturmuş, yemek yedikleri çanağa tükürmekten utanç duymamışlardır.

Anti-elitizm ve anti -entelektüalizm halk yığınları nezdinde yankısını bulmakta gecikmeyecektir: sonunda kendi dillerinden konuşan yöneticilere kavuşan güruhlar için ibre kısa sürede “ceketi satar kızı/ oğlanı okuturum”dan, “okuyup da ne olacak, bak, Reis profesörleri kulaklarından tuttuğu gibi kapı dışarı etti”ye dönecektir. Kendinden olan birilerinin odacılıktan kısa sürede daire başkanlığına yükselebildiğini görmek, cesareti ve özgüveni patlatır: güç artık çok okuyan, çok bilen olmakta değil, doğru ilişkileri yakalayabilmektedir. Partiden, imam-hatip’ten, cemaatten pozisyon sahibi birilerine yakın olmak, yükselmenin garantisidir bugün. Ve nasıl olsa, cehaletin bilgeliğini yücelten komplo teorileri, sosyal medya sayesinde yaygın olarak dolaşımdadır: Reis, Çamlıca’ya camiyi altındaki kobalt madenlerini güvence altına almak için yaptırmıştır; Lozan’ın “gizli” maddelerinin yürürlükten kalktığı yıl, artık kimse Türkiye’yi tutamayacaktır vb. vb.

Güruhların çok kolay benimseyip içselleştirdiği bir başka konu da, “kadın düşmanlığı”dır. Ne de olsa, “kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin,” diyen bir “bilgeliğin” mirasçısıdır bu ülkenin vasatı. Ama ataerkil geleneklerin pohpohladığı erillik, kronik ekonomik krizlerin sert dalgaları altında yerle yeksan olmuştur. Artık erkek “evin tek ekmek getiricisi” değildir.

Dahası, neoliberal ekonomi politikalar onu var olan güvencelerinden de soymuş, istihdam garantisini yok etmiş, patronlar karşısındaki pazarlık gücünü aşındırıp sıfırlamış, “ne iş olsa yaparım, ücreti mühim değil”ciliğe mahkûm kılmıştır. Kürtler, Suriyeliler, Afganlar boğaz tokluğuna çalışarak sefalet düzeyindeki ücretleri daha da geriye çekmektedir. Oğlanın okul giderlerini karşılamaktan, kıza palto alabilmekten geçtim, evin kirasını ödeyebilmekten acizdir. Çocuklar ise cep telefonunu yenilemenin peşindedir. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, evdeki “eksik etek” devamlı söylenmekte, hatta boşanmaktan dem vurmaktadır. Velhasıl, artık hayatının denetimi elinden kaçmıştır. Bir zamanlar tek hâkimi olduğu o küçük krallık, aile çatırdamaktadır.

Neo-faşist söylem ve tasarruflar, “yenilgiye uğramış” erkeklik duygusunun yardımına koşar. Olan bitenden zinhar bir avuç yağmacıyı hoyratça zenginleştirirken, toplumun büyük bölümünü yoksulluğa, yoksunluğa mahkûm kılan ekonomi-politikalar değildir. “Batının kültürel saldırısı” milli ve manevi “değerlerimiz”i zaafa uğratmış, feminizm kadınların ahlâkını bozmuş, doğal, fıtratî hiyerarşiler altüst olmuştur. Her şeyin haddine, hududuna geri çekilmesi gerekir.

Böylesi bir iklimde örneğin sıradan insanın zihninde “aile içi şiddete karşı” olarak kodlanan İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması, “kadına şiddetin serbest” olduğu biçiminde okunmuştur. Tıpkı “160 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un “hayvanları katletmek serbest” olarak yorumlandığı gibi.

Dahası, kadın örgütlerinin sıkça dile getirdiği gibi, “kadına yönelik suçlarda” kamuoyunda “cezasızlık” olarak algılanan bir durum söz konusudur. Boşanmak istediği için şiddet gören, ölüm tehditleri alan kadın karakola gittiğinde, koruma altına alınacak yerde “kocandır, döver de sever de” laubaliliğiyle evine geri gönderilmekte, güpegündüz, İstiklal Caddesi’nde bir kadını yere yatırıp tecavüze yeltenen erkekler “acıdım, cebine 500 lira sıkıştırdım” deyip tahliye edilmekte, takım elbise-kravatla yargıcın karşısında 45 derece eğilip karısının başka erkeklerle mesajlaştığından dem vuran erkek, ceza indirimlerinden yararlanmaktadır. Kadın cinayetleri, “yatarım birkaç sene, zaten o vakte af çıkar” rahatlığıyla takviye edilmekte.

Vasat, sorunların, anlaşmazlıkların konuşarak, diyalogla, empatiyle ya da ne bileyim, mahkeme yoluyla değil, ancak şiddetle, kaba kuvvetle çözüleceğine inan(dırıl)mış bir kere. 13 Ekim 2024’te Diyarbakır’da yapılması planlanan, ancak valilik kararıyla yasaklanan miting, DEM Parti yöneticilerinin yetkililerle yaptığı görüşmeler sonucu basın açıklamasına çevrildiğinde, internetten toplantıyı yayınlayan kanallara yağan yorumların dile getirdiği gibi: “Polis, ne duruyorsun, saldırsana!”, “PKK’li ……’lara ölüm!”, “Susturun şu vatan hainlerini!”… Faşizm sever bu halet-i ruhiyeyi …

Söylediklerimi toparlayayım: Evet, bu ülkede, üstelik yalnızca bu ülkede değil, yeryüzü ölçeğinde kadına yönelik şiddet ve şiddetin uç biçimi, kadın cinayetleri tırmanıyor.

Ve bu durum, küresel neoliberal talanın yerinden, geçim olanaklarından, geleceğinden ettiği, gücünü yitirmiş “alttakiler”in öfke, korku ve tepkilerini, maskülanizmi, kadın düşmanlığını, ırkçılığı, şovenizmi, bağnazlığı, anti-entelektüalizmi, şiddeti olağanlaştıran neo-faşizmin temellük etmesiyle yakından ilgilidir. o

14 Ekim 2024, İstanbul.

 

[*]           16 Ekim 2024 akşamı Komün TV’de yayınlanan söyleşi metni.

[2]           Nâzım Hikmet, Yeşil Elmalar, Adam Yay., 1990.

[3]           “Josh Vandiver on Masculinism, Fascism and the Alt-Right”, illiberalism.org, 1 Mayıs 2023, https://www.illiberalism.org/joshua-vandiver-on-masculinism-fascism-and-the-alt-right/

[4]           Üstelik yalnızca ABD ya da Batı Avrupa’da değil. Örneğin, “Şubat 2000’de Namibya’da toplanan ‘Kadınlara Yönelik Şiddete Karşı Erkekler Konferansı’nda Malavi, Kenya, Güney Afrika ve Zimbabwe’den erkek grupları cinsiyet temelli şiddete karşı bir araya gelerek stratejiler ve deneyimler konuşmuşlar.” (Serpil Sancar, “Cinsiyet Eşitliği için Erkek Hareketi: Şiddet Karşıtı Erkekler”, Bianet, 17 Haziran 2009, https://bianet.org/yazi/cinsiyet-esitligi-icin-erkek-hareketi-siddet-karsiti-erkekler-115266).

[5]           Beş çocuğum var; beşincisi bir zayıf anıma geldi ve kız oldu.” (Bolsonaro).

“Sana tecavüz etmezdim. Bunu hak etmiyorsun.” (Bolsonaro).

“Çocukları severim. Ama onlara bakmak için kılımı kıpırdatmam. Ben parayı sağlarım, çocuklara o bakar. Onları Central Park’a gezmeye götürmeye yokum.” (Trump).

“(Kadınlara) bok gibi davranmalısınız.” (Trump).

“(Esquire dergisi muhabirine:) Güzel bir kıçın olduğu sürece ne yazdıkları hiç önemli değil. Ama genç ve güzel olmalı.” (Trump).

“Ben za­ten ka­dın er­kek eşit­li­ği­ne inan­mı­yo­rum.” (RTE).

“Ka­dı­na şid­det abar­tı­lı­yor.” (RTE).

[6]           Shloak Shah, “Hypermasculinity and the Rise of Fascism”, 15 Aralık 2023, https://phillipian.net/2023/12/15/hypermasculinity-and-the-rise-of-fascism/

[7]           “Bu Feministler Filan Var Ya…” Bianet, 17 Şubat 2015, https://bianet.org/haber/erdogan-bu-feministler-filan-var-ya-162367

Mahşerin atlıları ve hâl-i pür melâl(imiz)

“Selam olsun dört bir yana merhaba
Akan kana düşen cana merhaba
Hesap sorulacak güne merhaba
Türküler söyleyen dile merhaba.”[1]

V.İ. Lenin’in, “Milyonlarca işçi ve köylünün çıkarları bir avuç zenginin çıkarlarını korumak uğruna feda ediliyor,”[2] betimlemesindeki hâli, “Ağaç görmüş yakmışlar,/ Bir kanat görmüş kırmışlar,/ Şimdi de düşmüşler insan izine./ Nerede insan, Nerede ışık,/ vurmuşlar,” diye tasvir eden Hasan Hüseyin Korkmazgil’in dizeleri bugünlerdeki hâl-i pür melâl(imiz)e dairdir.

Gabriel García Márquez’in Kırmızı Pazartesi’ndeki[3] hâldir ve herkes farkındadır: Yerküre büyük değişimlerinin eşiğindeyken; insan(lık) uçurumun kenarında yol alıyor; XX. yüzyıl kapanırken “Komünizm yıkıldı, dünyaya barış, demokrasi geliyor,” diyenler bugünlerde bir “büyük savaşın” kaçınılmaz olduğuna inanıyorlar.[4]

* * * * *

2008 krizinden beri kapitalist küreselleşme geriliyor; Çin ekonomik teknolojik süper güç düzeyine yükselirken BRICS ülkelerinin küresel ekonomi içinde ağırlığı giderek artıyor; uluslararası rekabeti, savaş tehdidini ve kaosu besleyerek…

Gıda Krizine Karşı Küresel Ağ’ın Küresel Gıda Krizi Raporu’nun 2024’ün ikinci güncellemesine göre, “felaket/kıtlık” düzeyiyle karşı karşıya kalan insan sayısı 2023’te 705 bin iken, bu rakamın 2024’te 1.9 milyona ulaştığını[5] ifade ettiği verili durumla bağıntılı[6] öteki boyutu da Arundati Roy’un, “Savaşmak için silaha mı ihtiyacımız var? Yoksa silah pazarları yaratmak için savaşlara mı ihtiyacımız var?”; Peter Ustinov’un, “Yoksulların savaşına terör, zenginlerin terörüne savaş denir,” sözleri net biçimde tarif ediyor.

* * * * *

Kolay mı? Yerküre devasa bir cephaneliğe dönüşt(ürüld)ü!

Kapitalist dünyada en yüksek askerî harcama 10 ülke tarafından yapılmaktadır: ABD, Çin, Suudi Arabistan, Rusya, Birleşik Krallık, Hindistan, Fransa, Japonya, Almanya ve Güney Kore… Sadece 4 milyon nüfuslu İsrail, dünyanın en büyük on silah üreticisinden biridir. İsrail ordusu için, “Eşsiz ordu: Bir Ulus İnşa Eden İsrail Savunma Güçleri” tanımı yapılması boşuna değildir.

2023’te dünyadaki askerî harcamalar, 2.4 trilyon dolarla rekor kırmıştı. Ukrayna savaşı sonrası Avrupa ülkelerinin silah ithalatı yüzde 94 arttı. İlk defa silah bütçesi, soğuk savaş dönemindeki seviyeye vardı. Harcamaların aslan payı yüzde 37 artışla ABD, yüzde 12 ile Çin, yüzde 4.5 ile Rusya’ya ait. 2023’te NATO’nun askerî harcamaları 1.3 triyon dolar olarak gerçekleşmişti. Bu, dünya çapındaki askerî harcamaların yüzde 55’ine tekabül ediyor.

NATO üye ülkelerin askerî harcamalara ayırması gereken parayı da belirliyor. Almanya, yıllık gayri safi yurt içi hasılasının (GSYİH) yüzde 2’sini savunmaya ayırmak zorunda kaldı. Bu, 90.6 milyar doların askerî harcamalara ayrılması demektir. Böylece Almanya, Hindistan ile beraber “en fazla silahlanma harcaması yapan” 4 ülke arasında yerini almıştır.

ABD’nin savaş örgütü olan NATO, Galler’de 2014 yılında yaptığı zirvede, üye ülkelere bütçelerinin yüzde 2’sini askerî harcamalara ayırma, bu oranın yüzde 20’sini ise silahlanmaya ayırma zorunluluğu getirmişti. Yüzde 2 şartının ilan edildiği 2014’te 4 ülke bu şartı yerine getirdi. 10 yıl içinde bu şartı 32 üye ülkenin 23’ü yerine getirmektedir. Bu sayı 2023 yılında 11, 2022’de ise sadece 7 idi. Özellikle Doğu Avrupa ülkeleri, bu şartın da üzerinde, bütçelerinin yüzde 3,4’ünü askerî harcamaya ayırmak zorunda kalıyor. Son olarak Varşova Güvenlik Forumu NATO ülkelerine, “GSYİH’lerinin en az yüzde 3’ünü savunmaya harcama çağrısı” yapmıştır.

Çin’in silahlanma alanındaki dev yükselişi de dikkatleri çekmektedir. SIPRI’ye göre, “Çin, nükleer başlık cephaneliğini 90 savaş başlığı artırdı ve ocak ayı itibarıyla 500’e çıkardı. Ayrıca Çin şu anda 238 civarında olan toplam kıtalararası balistik füze sayısında, önümüzdeki 10 yıl içinde, ABD’nin 800, Rusya’nın 1244 olan füze sayısını geçebilir.”

Dünya 1914 Avrupası’ndaki emsali görülmemiş silahlanma dönemine benzer bir atmosferden geçiyor.[7]

* * * * *

Bu(nlar) elbette boşuna değil!

Örneğin ABD’nin Tokyo Büyükelçisi Rahm Emanuel, The Wall Street Journal gazetesindeki makalesinde, ABD ve müttefiklerinin, Çin’e ekonomik anlamda karşı koymak amacıyla “NATO benzeri” bir ittifak kurmasını önerdi. Japonya Başbakanı İşiba Şigeru da 2024 Ekimi’nde seçilmesi ardından, “Asya’da NATO benzeri bir ittifak kurulması” önerisini dillendirmişti.[8]

Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov da, “Rusya ve Batı soğuk savaştan da kötü bir durumla karşı karşıya” derken; “Isınan Soğuk Savaş”tan ya da III. Dünya Savaşı ihtimalinden söz edilmesi boşuna değil; uluslararası ilişkiler tablosu da buna kanıt.

* * * * *

“Bu gidiş nereye” soru(nu)nun öne çıktığı güzergâhta, faşizm ile kaos arasındayız sanki.

“Nasıl” mı?

“Stagflasyon” (durgunluk+enflasyon) sürdürülemez kapitalizmin temel belirleyenlerinden birisi oluyor; bu da kapitalist “standart” yalanların iflas ettiğini gösteriyor. Stagflasyonun, durgunlukla mücadele ederken enflasyonu, enflasyonla mücadelenin de durgunluğu kalıcılaştırdığı gerçeği kapitalizmi derinden sarsıyor.

Kapitalist dünyanın öne çıkan tekelci politik dinamikleri, sermayenin faşizmle ilişkisini yeniden gündeme taşırken; toplumsal gelişmeyi negatif yönden etkileyip biçimlendiriyor.

* * * * *

Mesela: Almanya’da ifade özgürlüğünün, özellikle Doğu Alman mirası, Filistin ve Gazze savaşı gibi hassas konularda baskı altına alınması, giderek yüksel(til)iyorken; toplum hızla sağa kayıyor. Almanya için Alternatif (AfD) partisinin yükselişi, bunun kanıtı.

Alman devleti, Yahudi soykırımına gözlerini kapattığı gibi şimdi de İsrail’e koşulsuz destek veriyor; Filistin’deki soykırıma gözlerini kapatmakla yetinmiyor; konuşmak isteyenleri de susturuyor. Sosyalist Doğu Alman mirasını da tarihten siliyor.

Nâzım Hikmet’ın, “Faşizm ölümün methiyesini yapıyor, hayatın en inanılmaz kıvılcımını, zekâyı, aklı sevmiyor. Faşizm ümidi mahvediyor. Bize, ‘Herkes olduğu yerde ebediyen kalacak’ diyor. Daha adil, daha güzel bir insan hayatına karşı duyduğumuz hasretle alay ediyor.”[9] tarifindeki neo-faşist hareketlerin XXI. yüzyılda (yeniden) doğuşuna ebelik eden yıkım politikaları şizofren kapitalist dünyanın, bir semptomudur!

Süreç olarak faşizm bu konuma, Trump, Bolsonaro, Wilder gibi toplumu ırkçılık, yabancı/Müslüman göçmen düşmanlığı üzerinden kutuplaştırarak sosyal medya üzerinden yalan haber, dedikodu, paranoya ve komplo teorileri yayarak geldi. Klasik faşizmden farklı olarak XXI. yüzyıl faşistleri liberal demokrasiyle kurdukları ilişki ve görünüm bakımından mazilerindekinden farklı bir yol izlediği de göz ardı edilmemeli.

“İtalya’da neo-faşist gruplar, 1975 yılında öldürülen militan Sergio Ramelli’yi ‘faşist selâmıyla’ andı, Anmaya iktidar partisinden de katılanlar oldu.”[10] örneğindeki üzere sözünü ettiğim deprem Avrupa’yı sarsıyor.[11] Hollanda, Danimarka, Avusturya, Almanya, Fransa, İtalya, İspanya örneklerinde neo-faşist partilerin yükselişi Wilhelm Reich’in “Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı” eserini anımsatıyorken;[12] Enzo Traverso’ya kulak vermekte yarar var:

“XXI. yüzyılın başında ‘faşizm’ ne anlama gelir? Bu sözcük iki savaş arası dönemde karanlık bir şiddet, diktatörlük ve soykırım manzarasını çağrıştırmaktadır. Avrupa’dan ABD’ye ve Brezilya’ya kadar küresel ölçekte radikal sağın yükselişini tekrar gördüğümüzde ise bu tür imgeler kendiliğinden düşüncelerimize geri dönmektedir. Ancak faşizm kabuk değiştirmiştir. Tipik faşist özellikleri -otoriter ve karizmatik liderlik, demokrasi nefreti, hukuku küçümseme, insan haklarını aşağılama, açık ırkçılık (özellikle Siyahlara, Latinlere ve Müslümanlara karşı), kadın düşmanlığı, homofobi- gösterişli bir şekilde sergiler ancak eski faşist retorik terk edilmiştir: Post-faşist hareketler kendilerini küreselleşme, kitlesel göç ve İslâmî köktencilik tarafından tehdit edilen ulusal kimliklerin savunucuları olarak gösterir. Melez bir fenomen olan bu ‘post-faşizm’ ne eski faşizmin yeniden üretimi ne de tamamen yeni bir şeydir; bilinmeyen bir gelecek ile akıldan çıkmayan bir geçmiş arasında askıda kalmaktadır.

“Son zamanlarda faşizm, pek çok gözlemcinin kesin olarak bir kenara itildiğini düşündüğü tarih yazımı tartışmalarının sınırlarını aştı ve olağanüstü bir şekilde siyasi gündeme geri döndü. Bu eğilim küreseldir. Dünya, 1930’lardan bu yana, kaçınılmaz olarak faşizmin hatırasını uyandıran radikal sağ hareketlerin benzer bir büyümesini yaşamadı. Başlangıçta bu fenomen, Fransa’da Ulusal Cephe’nin ve eski Sovyet bloğu ülkelerindeki diğer aşırı sağ hareketlerin yükselişiyle kıta Avrupa’sında ortaya çıktı. Bugün aşırı sağ partiler neredeyse tüm Avrupa Birliği ülkelerinde güçlü bir şekilde temsil edilmekte, bazen de hükümet güçleri olarak yer almaktadır. Alternative für Deutschland ve Vox’un başarısı Almanya ve İspanya’nın artık istisna olmadığını göstermektedir. Son yıllarda bu dalga tsunamiye dönüştü ve ABD’de Donald Trump, Brezilya’da Jair Bolsonaro, Hindistan’da Nabendra Modi[13] ve Filipinler’de Rodrigo Duterte’nin seçilmesiyle diğer kıtalara da taştı. Milliyetçilik, ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve otoriterlik son derece bulaşıcı hâle geldi. Her yerde faşizmin hayaletleri yeniden ortaya çıkıyor ve eski tartışmaları yeniden açıyor: 1930’lara geri mi dönüyoruz?”[14]

* * * * *

Evet!

Kapitalist dünyadaki siyasi dinamikler, teknolojik gelişme-sermaye ve faşizm arasındaki yakın ilişkiyi yeniden gündeme getiriyorken; “Teknoloji alanında en ‘yaratıcı’, ‘yenilikçi’ sermayenin en büyük şirketleri dün olduğu gibi bugün de faşist hareketleri destekliyor.”[15]

“Teknoloji fetişistleri”nin iddialarının aksine, şurası çok net: “Yapay zekâ” teknolojileri, iki yüzü olan Yunan tanrısı Janus’u anımsatıyor.

Yapay zekânın insanlık adına büyük ilerlemeler vaat eden potansiyellerinin yanı sıra, son derecede tehlikeli, “uygarlık yıkıcı” senaryoları gündeme getiren özellikleri de var.

Bunlardan birisi de kapitalist gözleme-izleme-disiplin ve dezenformasyon; en kötüsü de bu yeni teknolojinin, Elon Musk, Peter Thiel, Sam Altman gibi bir avuç psikopatın elinde yoğunlaşmış olması. Yapay Zekâ’nın bir kıyım aracına dönüşmesi için “kötü niyetli hacker’lar”a ihtiyaç yok, yani… Bunu bizzat teknolojiye hükmedenler de gerçekleştirebilirler.

* * * * *

Ayrıca, emperyalist paylaşımla ilgili savaş var ki, o da şöyle: Ukrayna’daki vekâlet savaşı, Ortadoğu’da  evasa altüst oluş, ABD’yi de kapsayan bölgesel savaş imkânını besliyorken; küreselleşen gericilik dalgası ırkçılığı, faşizmi, milliyetçiliği gövdelendiriyor.

Bun(lar)a Avusturya seçimlerini faşist partinin kazanmasını; Almanya’da birinci parti olmaya doğru giden faşist AfD’yi; küresel ekonomik jeopolitik basınçları; ABD seçimlerindeki Donald Trump (ve J. D. Vance) ile “Yaklaşan Fırtına” gerçeği yanında 2024 seçimleri akabinde yaşanması mümkün kaos tehlikesini; ya da derinleşen iklim krizi, hızlanan teknolojik (yapay zekâ) “devrim” felaketini de eklemek gerek.

Elbette giderek odak noktasına dönüşen Ortadoğu’daki Hamas ve Hizbullah “dinî hakikât”leriyle bağıntılı İran’ı ve dinci/ırkçı perspektif ile hareket eden, Filistin sorununu, Filistin yerleşimlerini ve nüfusunu yok ederek çözmeyi arzulayan siyonist İsrail’in faşist varlığını da.

Kolay mı?

“İsrail’in Beyrut’a yönelik bombardımanın Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ı öldürerek, Ortadoğu’yu bölgesel bir savaşın eşiğine getirdi.”[16]

“ABD emperyalizmini arkasına alan İsrail, Gazze ve Lübnan’da kan dökmeye devam ediyor. Saldırılara tepki yağarken bölge savaşa sürükleniyor.”[17]

“ABD emperyalizminin desteğiyle İsrail’in saldırıları İran’ı çekecek daha büyük bir savaşı tetikleyebilir.”[18]

“İsrail Lübnan’da yaşananların gösterdiği üzere böyle bir savaşı kazanabilir, ancak hem kendisi hem de tüm bölge kaybeder.”[19]

Önceki bölgesel savaşlar seküler siyonizm tarafından, bir “iki devletli çözüm” bulma “iddiasıyla” yönetiliyordu! Ancak durum artık çok farklı…

Hamas 7 Ekim saldırısını planlarken Netanyahu yargıdan kaçabilmek için, çoktan Smotrich, Ben-Gvir gibi faşistlere, radikal dinci/ırkçı (Kahanist) hareketin seçmenine teslim olmuştu; iktidarda kalmaya devam edebilmek için, bölgedeki diğer “Adamlar” gibi yeni güvenlik krizlerine gereksinimi vardı. Faşist liderler, pratikte bir soykırım anlamına gelen Gazze’yi yeniden işgal etme, yerleşimlere açma niyetlerini açıkça dile getiriyorlardı. İsrail, ABD desteğinde kurduğu, çalıştırdığı, Gazze yıkım-soykırım projesinde birinci dereceden rol oynayacak bir hava gücüne sahipken, Hamas’ın buna karşı savunma olanakları yoktu. (Siyonizmin refleksi dinci/ırkçı “Büyük İsrail” fantezisinin ürünüdür).

Tüm bunlar (elbette fazlasıyla!) Ortadoğu (ve yerküre) realitesinin parçaları; hem de “ABD toplumu çöküşün eşiğindeki imparatorlukların tarihsel özelliklerini sergiliyor”ken…[20]

* * * * *

Sözcüğün tam anlamıyla dünya kalkıp, göçerken; Birleşmiş Milletler Uluslararası Göç Örgütü’nün ifadelerine göre, “göç ile savaş” politikaları ABD-Meksika sınırını dünyadaki en ölümcül sınır hattına dönüşürdü.[21]

Eduardo Galeano’nun, “Hepimiz Afrika kökenli göçmenleriz, bunu hatırlamayı reddediyoruz, ırkçılık hafıza kaybına neden oluyor”; Ai Weiwei’nin, “Mülteci krizi mültecilerle değil bizimle ilgili,” haklı saptamaları ile V. İ. Lenin’in, “Kapitalizm ulusların göçünün özel bir biçimine yol açmıştır. Hızla gelişen sınai ülkeler, geniş çaplı makineleşmeyi ortaya çıkararak ve geri kalmış ülkeleri dünya pazarından sürerek yurtta ücretleri ortalama oranın üzerine yükseltiyorlar ve böylece geri kalmış ülkelerden işçileri çekiyorlar. Dolayısıyla yüz binlerce işçi, binlerce verst yol kat ediyor. Gelişmiş kapitalizm onları zorla kendi yörüngesine çekiyor, yaşadıkları taşralardan koparıyor, dünya-tarihsel harekete katıyor ve güçlü, birleşik, uluslararası bir fabrika sahipleri sınıfıyla karşı karşıya getiriyor,”[22] uyarısını görünmez kıldı.

Göç hareketleri savaş ve yoksulluk[23] kadar, ekolojik meseleden, yerkürenin ateş topuna dönüştürülmesinden kaynaklanıyor…

“Sürdürülemez kapitalizm insan(lık)ı nereye mi götürüyor”? 8.5 milyar insanı ile tahrip edilen doğa, küresel ısınma… Kapitalist yıkımla nereye kadar? İnsan(lık) bencilliklerin, çıkarların, önlenemeyen savaşların, dizginlenemeyen sömürü ve kâr hırslarının kurbanı ediliyor…

Yerkürenin 11 bin 700 yıldır içinde olduğu holosen çağı bitti. Bitti de bilim dünyası “antroposen” olarak tanımladığı felaket çağını henüz ilan etmedi. Eli kulağında…

* * * * *

Nature Geoscience’ye göre, ozon kirliliği tropikal ormanların büyümesini ve dolayısıyla karbon emme kapasitelerini önemli ölçüde azaltıyor. Ozon kirliliği nedeniyle tropik ormanlar yılda 290 milyon ton karbonu tutamıyor. Bu kayıp, 2000’den beri tropik ormanların karbon alımında yüzde 17’lik bir azalmaya tekabül ediyorken;[24] küresel ısınmanın yol açtığı iklim krizi tüm canlıların ve uygarlığın geleceğini tehdit eden en önemli gerçek. Bu çılgınlığı durdurabilmek için atmosfere CO2 ve çeşitli zehirli gazlar salan fosil yakıtlara aşamalı olarak son vermek, yoğun tarım ile hayvancılıktan kaynaklanan CO2 ve metan gazı emisyonlarını hızla azaltmak gerekiyor. Çünkü küresel ısınma tüm dünya halklarını, gezegende yaşayan canlıların varlığını tehdit eden, dahası, tüm diğer sorunları da kapsayan bir soru(n).

“Nasıl” mı?

Antarktika buzullarının erimesi tehlikesi artık giderek yaklaşan bir gerçek. Peki büyük buzul parçaları erirse dünyadaki yaşam nasıl olur, biliyor muyuz?

Antarktika’da yaklaşık 25 milyon 400 bin kilometreküp buz bulunur. Bu miktar dünyadaki tüm tatlı suyun yüzde 60’ını ve tüm buzun yüzde 90’ını oluşturur. Eğer buradaki buzulların tamamı erirse küresel ölçekte deniz seviyesinin 70 metre yükselebileceği öngörülüyor. Tabii buzulların erimesi, sırf kıyı bölgelerindeki yaşamın tehlikeye girmesi değil, su ve karasal biyoçeşitlikten küresel ısınmaya kadar birçok yaşamsal koşulun zorlaşması hatta bazı türler için ortadan kalkması, yeni göçler anlamına geliyor.

Antarktika Yarımadası’nın batı kıyısındaki ortalama yıllık hava sıcaklığı son 50 yılda yaklaşık 3 derece arttı. Bu küresel artış ortalamasının beş katıdır. 1960’lardan günümüze ise buzulların yüzde 60’ında geri çekilme gözlemlendi. Bu durumda i) Dünya haritası değişecek. Florida, Danimarka, Hollanda, Bangladeş ve birçok küçük ada ülkesinin çoğu tamamen yok olacak. Birleşik Krallık ve Uruguay gibi deniz seviyesinden aşağı ülkeler toprak alanlarının önemli bir bölümünü kaybedecek. Avustralya büyük bir iç denize sahip olacak.

  1. ii) Dünya nüfusunun yüzde 40’ı iklim göçmeni olacak.

iii) Eriyen buz, tatlı su seviyesini artırarak okyanusları daha az tuzlu hâle getirecek. Okyanus akıntılarındaki değişikliklerden su altı biyoçeşitliliğine kadar olumsuz etkiler oluşacak.

  1. iv) Dünyada yaşayan insanlar kutuplara ve yaşanabilir iklimlere doğru göç etmek zorunda kalacak.[25]

* * * * *

Sonra bir de salgınlar…

Covid-19’un yeni varyantları dünyada yeniden yayılıyorken; Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), coronavirüs salgınının küresel risk olmayı sürdürdüğüne dikkat çekti. Virüsün öngörülemeyen özelliklere sahip yeni varyantlara dönüşme yeteneğini koruduğuna dikkat çekerken; Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Dernekleri Federasyonu da dünyanın bir sonraki salgına hazır olmadığı uyarısında bulundu.[26]

İnsan(lık)ı tehdit eden tek Coronavirüs SARS-CoV-2 virüsü değil. İnsana bulaştığı bilinen 7 farklı Coronavirüs tipi var ve bunlardan 4 tanesi aralıklarla insanlarda hastalıklara neden olmaya devam ediyor.

Pandemiler böyledir. Bizi hastalandıran ve pandemi yapan güçlü virüsler ise hiçbir yere gitmez ve kaybolmazlar. Pandemiden etkilenen insan topluluğunda önemi sonradan anlaşılan hasar ve değişimlere yol açarlar. En az 500 yıldır bizi hastalandıran “grip” (influenza) virüsünün 1918 yılındaki meşhur pandemisinden sonra gelişen “ensefalitis letarjika” (uyku hastalığı) salgını ve bu salgının da parkinsonizm ile ilişkisinin olması bir diğer örnektir. “Salgınlar ender gerçekleşir ve ender fenomenlerin tümü gibi salgınlar da bireysel çabayı aşan, tastamam bir toplumsal hazır bulunuşluk gerektirir. Bu hazırlık olmaksızın gerçekleşen bir karşılaşma felâkete dönüşebilir.”[27]

* * * * *

Bunlar böyle ve hatta daha da fazlasıyken; Antonio Gramsci’nin, toplum üzerinde hegemonya kurmak için mücadele eden aktörler (sınıf/zümre) arasında yaşanan “mevzi savaşı” kavramını yeniden anımsamalıyız; karşı cephenin ürettiği söylemleri etkisizleştirme, dönüştürme, yenilerini benimsetmek için Hugo Chávez’in, “Eğer adalet istiyorsan zenginlerin sözlerine değil fakirlerin gözlerine bakacaksın,” sözlerini anımsayıp/anımsatarak…

16 Ekim 2024, İzmir.

[1]           Yaşar Kemal.

[2]           V. İ. Lenin, Yaklaşan Felaket, çev: Mehmet Korkmaz, Ekim Yay., 1990.

[3]           Gabriel García Márquez, Kırmızı Pazartesi, çev: İnci Kut, Can Yay., 1985.

[4]           The Wall Street Journal, 16 Eylül 2004.

[5]           “Kıtlıkla Karşı Karşıya Olanların Sayısı 1.9 Milyona Çıktı”, 24 Eylül 2024… https://www.avrupademokrat3.com/kitlikla-karsi-karsiya-olanlarin-sayisi-19-milyona-cikti/

[6]           Deniz Adalı, “Savaş ve Emperyalizm Üzerine”, Kaldıraç dergisi, No: 278, Eylül 2024, s. 33-36.

[7]           Hüseyin Aygün, “Silahlanma”, 10 Ekim 2024… https://www.birgun.net/makale/silahlanma-566083

[8]           “ABD Büyükelçisi’nden Çin’e Karşı ‘NATO Benzeri’ İttifak Çağrısı”, 10 Ekim 2024… https://www.birgun.net/haber/abd-buyukelcisinden-cine-karsi-nato-benzeri-ittifak-cagrisi-566347

[9]           Nâzım Hikmet, Yeşil Elmalar, Adam Yay., 1990.

[10]          “İtalya’da Faşist Selamıyla Anma”, 30 Nisan 2024… https://www.avrupademokrat3.com/italyada-fasist-selamiyla-anma/

[11]          “Avrupa’da Faşizmin Yükselişi Üzerine”, Devrimci Duruş, No: 122, Temmuz-Ağustos 2024, s. 19.

[12]          Wilhelm Reich, Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı, çev: Bertan Onaran, Payel Yay., 1979.

[13]          “Başbakan Narendra Modi ve Hindistan Halk Partisi’nin (BJP) öncülleri Mussolini’den faşizm dersleri alan bir parti; Hindistan devletini bir “Hindu ulusu” olarak baştan tasarlıyor. 1930’lu yıllara gelindiğinde RSS güçlü bir ivme yakalamıştı ve Benito Mussolini ile tanışmak üzere İtalya’ya bir delegasyon yolladı. Delegasyonun amacı, faşist örgütlenme için kadrolaşma sanatını öğrenmekti. Hedgewar’ın varisi M. S. Golwalkar örgütün yapısını, Mussolini’nin partisinden örnek alarak şekillendirdi. Eğitim merkezleri kuruldu, üniformalar hazırlandı, tatbikatlar yapıldı. Golwalkar kaleme aldığı yazılarda, Hindistan için nihai çözümün Almanya modeli olduğunu yazıyordu (Modi, Golwalkar’ın kendisi için ilham kaynağı olduğunu söylüyor ve yazıyor).” (Hartosh Singh Bal, “Modi Faşizminin Ayak Sesleri”, Birgün, 22 Nisan 2024, s. 10).

[14]          Enzo Traverso, “Post-Faşizm: Tarih-ötesi Bir Kavram Olarak Faşizm”, Crisis and Critique, 26 Temmuz 2024… https://birdunyaceviriblog.wordpress.com/2024/07/26/post-fasizm-tarih-otesi-bir-kavram-olarak-fasizm-enzo-traverso/

[15]          Ergin Yıldızoğlu, “Teknoloji, Sermaye, Faşizm”, 8 Ağustos 2024… https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ergin-yildizoglu/teknoloji-sermaye-fasizm-2235603

[16]          Michael Lavalette, “Nasrallah’ı Devlet Terörü Öldürdü”, Birgün, 30 Eylül 2024, s. 10.

[17]          “ABD Emperyalizmi Destekli Terör”, Birgün, 30 Eylül 2024, s. 11.

[18]          Phil Stewart-Idrees Ali, “Tel Aviv, ABD’ye Suikastı Önceden Söylememiş”, Birgün, 30 Eylül 2024, s. 10.

[19]          Paul Wood, “İsrail Amerika’yı İran ile Savaşa mı Çekiyor?”, Birgün, 30 Eylül 2024, s. 10.

[20]          Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Çürüme’ ve ‘Alçalma’ (2)”, 26 Eylül 2024… https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ergin-yildizoglu/curume-ve-alcalma-2-2251438

[21]          Andrea Lobo, “AMLO’nun Emperyalizm ile Ortaklığı”, Birgün, 2 Ekim 2023, s. 10.

[22]          V. İ. Lenin, “Kapitalizm ve İşçi Göçü”, Pravda, 29 No: 22, Ekim 1913…https://laborans.org/Article/Details/21

[23]          Menekşe Kızıldere, “Ekolojik Yıkım ve Yoksulluk İlişkisi”, Yeni Yaşam, 27 Aralık 2022, s. 4.

[24]          “Ozon Kirliliği Tropikal Ormanların CO2 Emme Kapasitesini Azaltıyor”, 19 Eylül 2024… https://www.avrupademokrat3.com/ozon-kirliligi-tropikal-ormanlarin-co2-emme-kapasitesini-azaltiyor

[25]          Ayça Ceylan, “Buzullar Erirse Ne Olur?”, Cumhuriyet Pazar, 8 Ekim 2023, s. 2.

[26]          “DSÖ: Covid-19 Küresel Risk Olmayı Sürdürüyor”, Birgün, 30 Ocak 2023, s. 16.

[27]          Sunuş, Çetin Balanuye, Esin Şenol, Salgının Seyir Defteri-Bir Enfeksiyon Hekiminin Salgın Günlüğü, Humanist Yay., 2022.

 

TÜİK’in raporları ya da La Fontaine’den masallar

Adına Beştepe denilen mahalde mukim olan şahsın buradaki ikamet süresini arttırabilmek amacı ile yapay gündemlerin yaratılmakta olduğu günleri yaşamaktayız. Bahse konu yapay gündemler ana akım medya organları aracılığı ile halka pompalanırken halkın gerçek gündemi olan ekonomik sıkıntıların göz ardı edilmesi için de özel bir gayret sarf ediliyor. Bu gayretin başrol oyuncusu ise her zaman olduğu gibi TÜİK.

Gerçi bu kuruluşun ülkedeki enflasyon ile ilgili masalları yeterince deşifre oldu, artık TÜİK’in enflasyon raporlarına kimse inanmıyor ama “huylu huyundan vazgeçmez” sözünü doğrulamak istercesine bu kuruluş birbiri ardına bültenler yayınlayarak halkın gözünü boyama çabasından vazgeçmiyor.

Yukarıda adını verdiğim kuruluşun ekim ayında yayınladığı bülten dikkate alınacak olursa eğer ülke yönetimi tam bir başarı örneği sergilemekte. Bizler de bir refah ülkesinde yaşamaktayız. Hani öyle ki dünyada refah seviyesi en yüksek ülkeler arasında ilk beşteki yerimiz garanti de liderlik için küçük bir gayrete daha gereksinme var tadında bir hava yaratılmış raporda.

Rapora göre:

– İşsiz sayısı düzenli olarak azalmakta (imiş). İçinde bulunduğumuz yılın üçüncü çeyreği itibarı ile dar tanımlı işsizlik oranı %8,5 (imiş).

– İstihdama katılan birey sayısı düzenli olarak artmakta (imiş). Son artışlarla birlikte istihdamdaki kişi sayısı 32 milyonu istihdam oranı ise %49,7’yi bulmuş durumda (imiş).

– Yoksulluk oranı bir önceki yılın aynı dönemine göre %0,9 azalmış ve %13,5 olarak gerçekleşmiş (miş).

– Yoksul sayısı ise 12 milyondan 11 milyon 303 bine gerilemiş (miş).

– Gelir dağılımı dengeli bir görünüme ulaşmış (mış).

– Ülkede yaşam kalitesi yükselmekte (imiş)…

Rapor daha bir dizi veri ile ne kadar müreffeh (!) bir ülkede yaşamakta olduğumuzu açıklamaya çalışsın ben bu kadarını yeterli bulup La Fontaine’den masallar serisini uzatmamayı ve yazıyı okuyacak arkadaşlarımı gerçeklerle buluşturmayı tercih ediyorum.

İşe şu işsizliğin azalması konusu ile başlayalım isterseniz; uluslararası çalışma örgütünün belirlemiş olduğu standarda göre “istihdam edilmemiş olmakla birlikte son üç ay içerisinde iş aramış olan ve on beş gün içerisinde iş başı yapabilecek olan kişiler” işsiz sayılmaktalar. Bu hesaba göre, dönemsel (geçici ve mevsimlik işçiler) ya da kısmî (part time) statüde çalışanlar, iş bulmaktan umudunu kestikleri için iş aramaktan vazgeçenler, özel durumları nedeni ile 15 gün içerisinde işe başlama olanağı olmayanlar (birinci dereceden akrabası olan bir yakınının ağır hastalığı nedeni ile ona bakmak zorunda olanlar vb.) düzenli bir işte çalışma olanakları olmadığı için günübirlik işlerde harçlık çıkarmaya çalışanlar ve çalışma çağında olan emekliler (ILO standardına göre çalışma çağı 15-64 yaş arasıdır) işsiz sayılmazlar. Dolayısı ile informel sektörün tüm bileşenleri, güvencesizler (prekarya) ve adına GIG denilen sektörde faaliyet gösterenler işsiz tanımı içinde değerlendirilmezler. Oysa bu tanımların içinde yer alan bireylerin nerede ise tamamı düzenli bir iş bulamadığı için böyle bir çalışma yöntemi ile yaşamını sürdürmekte. Dolayısı ile bunların hepsi İŞSİZ.

Hâl böyle olunca ILO tarafından belirlenmiş olan ve TÜİK’in can simidi gibi sarıldığı işsizlik tanımı işsizliği yansıtmaktan uzak kalıyor. ILO da bunun farkında olduğu için tanımı “Dar Tanımlı İşsizlik” olarak yapmış. Gerçek anlamda işsizliği tanımlamak için de “Geniş Tanımlı İşsizlik” tanımı geliştirilmiş. Tam gün esasına dayalı sürekli ve düzenli bir işte çalışma olanağına sahip olmayan ve çalışabilecek çağda olan her bireyin dâhil edildiği bir tanım işsizliğin gerçek resmini net biçimde ortaya koymakta. TÜİK’in raporunda yer verilmemiş bu bilgiye DİSK verilerinden görebildiğimiz kadarı ile geniş tanımlı işsizlik oranı %27,2.

Bir başka anlatımla ülkede çalışma çağındaki her 4 insandan biri İŞSİZ bu ülkede. TÜİK gizlemeye çalışsa da nafile. Güneş balçıkla sıvanmıyor.

Bu konuda bir de OECD verisi var elimizde. Türkiye’de çalışabilir çağdaki nüfusun %52’si istihdama katılıyor. Oysa OECD ortalaması %68. Bu veri de işsizliğin hangi boyutlarda olduğunu göstermek bakımından önemli. Tabii bir de işin cinsiyet eşitsizliği boyutu söz konusu. İstihdam katılma oranı erkeklerde %72,1 iken kadınlarda sadece %36,8.

Bütün bu veriler TÜİK adlı kuruluşun ülkeye yönelik olarak yaratmak istediği algı ile gerçek durum arasındaki çelişkiyi net olarak ortaya koymakta.

İşsizlik boyutu böyle de yoksulluk boyutu farklı mı?

TÜİK yoksulluk sınırı altında yaşamakta olan bireylerin sayısının azaldığını iddia ediyor raporunda. Neye dayanarak? Hangi veri kaynaklarından yararlanarak? Uzun araştırmalar sonucunda bu konuda tatmin edici bir bilgiye ulaşamadım maalesef. Ancak elimde “Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkına Raporu” verileri var. Bir de Birleşik Metal İş Sendikası tarafından hazırlanmış veriler. Bu raporların verilerini paylaşayım:

Birleşik Metal İş Sendikası’nın raporuna göre Temmuz 2024 itibarı ile ülkedeki açlık sınırı 19.423 lira, yoksulluk sınırı ise 67.186 lira (Rapor, dört kişilik bir aile baz alınarak hazırlanmış).

TÜİK raporu doğru olsa idi eğer ülke nüfusunun %87’den fazlası 67.186 lira tutarında ya da daha fazla toplam aile gelirine sahip olması gerekiyor. Peki bu mümkün mü? Eldeki veriler ışığında pek de mümkün görülmüyor. Geniş anlamda işsizlik oranının %27,1 olduğu istihdamda olan bireylerin yaklaşık %50’sinin asgarî ücret veya altında bir ücretle çalıştığı bir ülkede (kısmî statüde çalışanlar çalıştıkları süre ile orantılı olarak ücret aldıkları için saat ücretleri asgarî ücret seviyesinde olsa bile aylık toplam gelirlerinde asgarî ücrete ulaşamıyorlar) dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı üzerinde bir gelire ulaşabilmesi olanak dışı.

Dört kişilik bir ailenin kadın ve erkeği asgarî ücret karşılığı çalışmakta iseler ellerine toplam 34.000 lira geçer bu ailenin toplam gelirinin yoksulluk sınırının üzerine çıkabilmesi için tüm aile bireylerinin çalışması gerek. Bu da pek olası bir durum değil. Nitekim Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Raporu’ndaki veriler de bu tezi doğrulamakta. Bu rapora göre ülke nüfusunun %37,6’sı yoksulluk sınırı altında bir gelir ile yaşamını sürdürmek zorunda.

Bunun sonucu olarak da

– Yetersiz beslenme yaygınlığı %2,5,

– Beş yaşından küçük çocuklarda bodurluk yaygınlığı %6,

– Yeterli gıda tüketemeyen insan sayısı 14,8 milyon.

Ortaya çıkan tablo insan sağlığının önemli ölçüde tehlikede olduğunun göstergesi. Nitekim:

– Her yeni doğumda annenin ölüm oranı her yüz bin canlı doğumda 17,3,

– Yeni doğan ölüm oranı her yüz bin canlı doğumda 4,7.

Bu rakamlar dünya ortalamasının üzerinde ülkeyi yönetenlerin ifadesine göre “bizi kıskanmakta olan Batı”nın ise hayli üzerinde. Bu durumda ülkede yoksulluğun azalmakta olduğu sonucuna nasıl ulaşabiliyor TÜİK, anlayabilmiş değilim.

İşin bir de yaşlılık boyutu var.

Yukarıda da belirtmiştim 15-64 yaş arasındaki bireyler çalışma çağında kabul edilirler. 64+ yaş grubundakiler ise çalışabilir nüfusun dışındadırlar ILO standartlarına göre. Ne var ki emekli maaşlarının yetersizliği 64+ yaş grubunda olan insanları da çalışmaya zorlamakta. ILO tanımına göre işsiz sayılmayan bu insanlar da iş aramakta ve bulabilenler de çalışmaktalar memlekette. Çalışmayı bir kenara bırakın koruma altına alınması gereken bu insanların istihdama katılma oranı %12. Tıp doktoru, büyükelçi, üniversite öğretim üyesi gibi meslek sahiplerinin bu yaşlarda da istihdama katılmaları son derece normal ancak bu saydığım meslek mensuplarının sayısı birkaç bin kişi ile sınırlı. Oysa 64+ yaş grubunda olup da çalışmaya devam edenlerin sayısı bir milyona yakın. Üstelik bir o kadar da iş aramakta olan var işsiz sayılmadıkları hâlde.

Bütün bunlar yaşlı nüfusta yoksulluğun vahim boyutlara ulaştığını göstermekte. Sonuç mu?

İSİG raporlarına göre sadece 2023 yılında 64+ yaş grubundaki 100 kişi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi.

Ülkenin hâli böyle iken yoksulluğun azalmış olduğunu raporlarda belirtmek nasıl bir ruh hâlinin ürünüdür acaba?

Elbette bu veriler insanların yaşam kalitesi hakkında da önemli ipuçları vermekte. OECD bünyesinde faaliyet gösteren “Daha İyi Yaşam Girişimi” (Better Life Initiative) çalışma grubu OECD üyesi ülkelerinde yaşamakta olanların yaşam koşullarını belirlemek üzere bir araştırma gerçekleştirmiş. Bu çalışma grubunun elde etmiş olduğu araştırma sonuçlarına göre Türkiye 41 ülke arasında 38. durumda. Tam on bir farklı kritere göre belirlenmiş olan yaşam koşulları indeksine göre Türkiye’de yaşamakta olanlar:

– Harcanabilir gelirlerinin %20’den fazlasını ev kirası için harcamak zorundalar (Bu oran büyük şehirlerde çok daha yüksek ancak küçük şehirler ile kasabaların katılımı oranı %20 seviyesine düşürmekte sadece büyük şehirler için ise bir araştırma yapılmamış bu çalışma grubu tarafından). Doğalgaz, elektrik, su gibi ısınma, aydınlanma giderleri ile badana vb. basit tadilat işleri için harcanan paralarla bu olan %25’in üzerine çıkmakta. Yaşam koşulları indeksi verilerine göre bu harcama kaleminde Türkiye ortalaması OECD ülkeleri ortalamasına yakın.

Ancak:

– Türkiye’de ortalama bir evde kişi başına ortalama 0,8 oda düşerken bu sayı OECD ülkelerinde 1,8.

– Ev içinde işlevsel bir tuvalete erişebilme oranı Türkiye’de %80 iken bu oran OECD ülkelerinde %96,8.

– Türkiye’de 15-64 yaş arasındaki çalışma çağındaki nüfusun istihdama katılma oranı %52 iken bu oran OECD ülkelerinde %68.

– Yukarıdaki veri 15-24 yaş grubunda olup öğrenim hayatına devam etmekte olan gençleri de kapsamakta olduğundan istihdama katılma oranı hakkında net bir bilgi vermekten uzak. Yukarıdaki veriyi tamamlamak amacı ile Türkiye’de bir anket kuruluşunun (Konda) yapmış olduğu çalışmadan söz etmek gerek. Bu araştırmaya göre ülkede 15-24 yaş aralığındaki genç nüfusun %24,2’si ne işte ne de okulda. Bu oran OECD ortalamasının hayli üzerinde. OECD ortalaması %12,7 bir kıyaslama yapılabilmesi açısından bir de AB ortalamasını vereyim: ne işte ne okulda olan gençlerin oranı %9,6 AB ülkeleri ortalamasında.

Yukarıdaki verilerden net olarak anlaşılabildiği gibi eğitim görmediği hâlde istihdama katılamayan genç AB ortalamasının da OECD ortalamasının da hayli üzerinde Türkiye’de, ancak bu bile ülkenin içinde bulunduğu durumu açıklamada yetersiz kalıyor. Çünkü işin bir de cinsiyet eşitsizliği boyutu var. Konda’nın araştırması bu durumu yansıtacak veriler de içermekte. Buna göre ülkedeki 15-24 yaş grubunda bulunan her 10 genç kadından 7’si ne işte ne de okulda. Bu veriyi kıyaslayabilecek uluslararası bir anket bulamadım maalesef. Bu nedenle ülkede bahse konu alanda mevcut eşitsizliği tanımlayabilecek bir enstrüman bulmakta güçlük çekiyorum

Bütün bu olumsuzlukları yaşamak ve kötü koşullarda yaşam sürdürebilmek için gereken çalışma süresi ise hayli uzun bu ülkede. OECD araştırmasına göre üye ülkeler içinde en uzun çalışma süresi Türkiye’de. Üstelik bu uzun çalışma süresi bir de fazla çalışmalarla daha da uzatılıyor. Yine OECD araştırmasına göre Türkiye’de tam gün esasına göre çalışanların %33’ü yasal çalışma süresinin üzerinde çalışma yapmakta. Uzun çalışma sürelerinin insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerini tartışmak bu yazının sınırlarını hayli aşar bu yüzden konunun ayrıntılarına girmeksizin Türkiye’de tam gün esasına göre çalışanların zamanlarının sadece %46’sını (11,04 saat) kendilerine ayırabildiklerini ve yemek yeme, uyku, kişisel gelişim, dinlenme, kişisel bakım ve hobiler ile ilgilenme gibi gereksinmelerini bu kısıtlı zaman içerisinde gerçekleştirmek zorunda olduklarını belirteyim. Türkiye’de günde 11,04 saat olan bu süre OECD ülkeler ortalamasında 15 saat, İtalya’da ise 16,5 saat.

İşte TÜİK tarafından yaşam kalitesinin yükseldiği iddia edilen Türkiye’nin gerçek durumu.

Konuya bir de OECD ülkeleri kapsamından daha geniş bir perspektiften bakacak olursak Türkiye’nin durumunun daha da içler acısı olduğunun farkına varıyoruz. The Economist Intelligence Unit adlı çalışma grubu tarafından hazırlanmış olan “yaşam kalitesi” indeksi tüm dünyada yaşam kalitesini ölçerek sıralama yapmakta. 2024 yılında yayınlanan indeks verilerine göre Türkiye sıralamaya giren 167 ülke arasında 93. sırada. Bu sıralamada ülkeyi komşuları ile karşılaştırma olanağına sahibiz. Bahse konu karşılaştırmayı yaptığımızda Türkiye’nin komşularından sadece Suriye’den daha yüksek bir yaşam kalitesine sahip olduğunu görmekteyiz. Yıllardan beri iç savaş koşullarında yaşayan Suriye dışında tüm komşu ülkelerin kendi halklarına Türkiye’den daha yüksek bir yaşam kalitesi sunmuş olduğunu görmek, TÜİK adlı kuruluşun yayınladığı raporlarla gerçeği nasıl çarpıttığını belirlemek açısından hayli ilgi çekici. Bu sıralamada dikkat çeken bir husus da kişi başına GSH açısından Yunanistan dışındaki tüm komşularından daha iyi durumda olan Türkiye’nin yaşam kalitesi açısından geride kalması.

Para ile saadet olmuyor demek ki.

İşin şakasını bir kenara bırakacak olursak ülke içinde yaratılan gelirin doğru kullanılmamış olduğunun, gelir dağılımındaki dengesizliğin ifadesidir bu durum.

Buradan hareketle TÜİK raporundan alıntıladığım son konuya “gelir dağılımı dengesi” konusuna geçebiliriz artık. TÜİK raporuna göre dengeli görünüm alan gelir dağılımında ne durumda Türkiye?

Bir ülkedeki gelir dağılımının dengeli olup olmadığını belirlemek için kullanılan pek çok yöntem var. Bunlardan biri de GİNİ katsayısı yöntemi. Bu yöntem ile ilgili olarak daha önceki yazılarımda hayli geniş açıklamalar yaptığım için burada bir tekrara girmeyecek ve sadece 0-1 arasında değişen bu katsayının 0’a yaklaştıkça gelir dağılımının daha adil olduğunu gösterdiğini belirtmekle yetineceğim.

World Inequality Lab tarafından hazırlanan rapora göre Türkiye’nin 2023 yılına ilişkin GINI katsayısı 0,433 bu rakam son 10 yılın en yüksek seviyesini belirlemekte. Şu hâlde gelir dağılımı dengesi sağlanmıyor tamamen tersine bozuluyor. Konuyu daha belirgin hâle getirmek için şu veriyi de ekleyeyim:

Ülkede en çok kazanan %10’luk diliminin ortalama geliri en az kazanan %50’lik dilimin gelirinin 23 kat fazlası.

Bu dengesizlik Türkiye’yi Brezilya, Meksika ve Hindistan gibi ülkelerle birlikte dünyada gelir dağılımının en dengesiz olduğu ülkeler arasında sokmakta.

TÜİK adlı kuruluşun raporundaki gerçekle ilişkisi olmayan verileri deşifre etmeye çalıştım dilimin döndüğünce kalemim yettiğince. Başarabildim ise ne mutlu.

“Gülen” ve “güldürenler”!

“Şeyleri adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemidir.”

Türkiye’nin egemenleri II. Emperyalist Savaş sonrasında “küçük Amerika” olma tercihi yaptılar. Dönemin tartışmasız hegemonik gücü hâline gelen emperyalist ABD’ye yaranmak için Kore’ye asker gönderdiler… Emperyalist çıkarlar için Anadolu’nun yoksul gençlerinin 7790 km. uzakta telef olmasında bir beis görmediler, Amerikan yardımı aldılar… 1952’de de başkomutanı Amerikalı bir general olan askerî saldırı paktı NATO’ya katıldılar… O tarihten sonra T.C. katıksız bir ABD (Batı) uydusuydu… Sabahtan akşama İstiklâl Marşı söyleseniz, vatan-millet nutukları atsanız neye yarardı…

Hızlarını alamadılar bir de Türkiye’nin ABD’nin “stratejik müttefiki” olduğunu söylediler… Oysa, hegemonik-emperyalist bir devletin “stratejik müttefiki olmaz”, sadece stratejik çıkarları olur ve gereğini yapar…

O tarihten sonra Türkiye’nin sadece dış politikası değil, iç politikası da (sanayileşme, eğitim, ulaşım vb.) emperyalist çıkarlarla “uyumlandırılacaktı”… Artık ekonominin rotasını ABD’li uzmanlar belirliyordu…

Türkiye, emperyalist Batı’nın Ortadoğu’ya “taşmış” uzantısı, bir Apartheid rejimi olan siyonist İsrail devletini tanıyan ilk Müslüman ülkeydi… Ve hiçbir zaman Filistin halkının haklı davasını gerektiği gibi savunmadı… Savunmadı ama savunanları katletmeyi yeğledi…

Fakat Türkiye, ABD ve bir bütün olarak emperyalist çıkarlar bakımından başka amaçlar için de önemliydi… Müslüman Ortadoğu halklarının kendi ayakları üstünde durmasını engellemek için dinci gericilik araçlaştırıldı. Laik, demokratik, sosyalist dinamikleri ve hareketleri etkisizleştirmek için politik manipülasyonlar ve petro-dolarlar etkin bir araç olarak kullanıldı…

ABD ve bir bütün olarak Batı (kolektif emperyalizm) ilerici, demokrat, sosyalist hareketin önünü kesmek için dinci gericiliği ve milliyetçi-ırkı unsurları palazlandırdı ve sahaya sürdü… 1971, 12 Mart ve 1980, 12 Eylül Amerikancı faşist darbeleri solu ezdi, dinci gericiliğin önünü sonuna kadar açtı…

Şimdilerde veryansın ettikleri dinci Fethullah Gülen Hareketi gökten zembille inmedi… Devlet aygıtına sızmadı, “sızdırıldı.” Baştan sona bilinçli, planlı, programlı bir tercih söz konusuydu… Söz konusu olan dört başı mamur bir ABD-T.C. projesiydi…

“Gülen Hareketi” 2002 sonrasında koalisyon ortağıydı, iktidarın parçasıydı… Gücü ve etkinliği daha da artmıştı… 2012’den itibaren de artık tek başına iktidar olmaya yeltendi ama 2016 darbe hamlesi yarım kaldı… Eksiğini ortağı AKP tamamladı demekte de bir sakınca yok! Aslında bidayetten itibaren AKP ile hedef ortaklığı söz konusuydu… Aksi hâlde iktidar ortağı yapılmazdı…

Geride kalan dönemde Gülen hareketi “devlet aygıtına sızmış da fark edilmemiş” intibaını yaratmak için beyhude bir çaba harcandı… Koskoca bir örgüt devlet aygıtını ele geçirecek ama “fark edilmeyecek.” Bu saçmalığa kim inanır?

O hâlde bu kadar laftan sonra sadede gelebiliriz… Bir ABD-T.C. ortak yapımı olan Fethullah Gülen Haraketi’nin ve öteki “tarikat” ve “cemaatlerin” önü, bizzat devlet tarafından açıldı, palazlandırıldı… Amaç, toplumsal uyanışın, sol-sosyalist hareketin, demokratikleşmenin önünü kesmekti. Bilinçli bir tercih söz konusuydu… Neden? Zira, bu ülkenin mülk sahibi sınıfları, bir bütün olarak egemenleri sadece “uyduruk resmî ideolojiye” dayanarak yönetemeyeceklerini biliyorlardı… Dinci gericiliği yardıma çağırmak zorundaydılar ve çağırdılar…

1945 sonrasının tüm hükümetleri, Cumhurbaşkanları, Başbakanları, Bakanları, sorumluları… farklı derecelerde olmak kaydıyla Fethullah Gülen Hareketi başta olmak üzere, dinci gericiliğin önünü adım adım açıp palazlandırdılar… Şimdilerde devlet aygıtının tüm kurumları dinci kuşatma altında… Ve süreç kaldığı yerden yoluna devam ediyor… Fethullahçıların kısmî tasfiyesiyle tırmanış durdurulmuş değil… Ondan boşalan yer diğer tarikat ve cemaatler tarafından dolduruluyor…

Artık şimdilerde TC’ye adı konmamış “İslam Cumhuriyeti” demeye ramak kaldı… Diyanet İşleri Başkanlığı gibi koskoca bir kurum devletin göbeğindeyken hâlâ laiklikten söz edilebilir mi? Geride kalan dönemde hep Türkiye bir Suudi Arabistan, İran, Afganistan vb. olur mu, deniyordu… Her toplumun, her devletin kendine özgü bir tarihi, kültürü, geçmişi, siyaset üslubu vardır… Hiçbiri diğerine benzemez… İran’daki dinci rejim, Suudi Arabistan’dan, Afganistan’daki her ikisinden farklıdır… Türkiye’dekinin de herhangi birine benzemesi gerekmiyor!

Kaydedilmesi gereken bir şey de tarikat ve cemaat denilen örgütler, küresel kapitalizm çağında dinden çok dünya işleriyle iştigal ediyorlar… Sadece “cennet ticareti” yapmıyorlar… Devasa kapitalist işletmeler, “holdingler” söz konusu… Aslında kapitalizm her şeyle birlikte dini de hizaya getirmiş bulunuyor…

Bir ülke anayasasında “laiklik” var diye laik olmaz… Laiklik, kategorik olarak dinin devlet aygıtının dışına çıkarılmasını, dinin siyaset alanına, devletin de dine karışmamasını, burnunu sokmamasını var sayar… Laik bir ülkede din adamı devletten maaş almaz… Toplanan milyarlarca vergi bir mezhep için kullanılmaz… 2025 bütçesinde Diyanet’in payı 127 milyar 269 milyon 146 bin TL… Üç bakanlığın toplamından fazla…

Demokratik hukuk devleti dendiğinde de öyle olmayabildiği gibi… Esasen hukuku olmayan bir devlet olamaz ama hukukun ne ve nasıl olduğu da önemsiz değildir…

Velhasıl neden söz ettiğini bilmek önemlidir denecektir…

Conquistadorelere ve ardıllarına direnen Abla Yala*

“Sınanan yüreğimizdir
Bizim adımıza da
Dayan
Sürdür türkülerini”[2]

Metin Demirtaş’ın, “Vietnam hepimizin Vietnam’ı/ Kongo hepimizin Kongo’su/ Bir kere özsu yürümüştür dallara/ Patlayacaktır ağır sancılarla karanlıklar/ Varmak için o güzel yarınlara/ Bizim de dağlarımız vardır Che Guevera,” dizeleriyle müsemma başkaldıran Latin Amerika gerçeği, coğrafyamızın ’68’iyle 1971 başkaldırısını derinden etkilemiştir.

Hepimize “Bir insanın yaşayıp yaşamadığını atan nabzından değil, onurlu duruşundan anlarsınız”; “Her zaman gerçekleri savun! Takdir edilmese bile vicdanına hesap vermek zorunda kalmazsın”; “Hayatta öyle seçimler yap ki kazandığın şeyler, kaybettiklerine değsin”; “Özgürlük için, yaşamak için ve fırtınaya inat, dalgaya inat, ölüme inat,” diye haykıran “Che Guevara; deyim yerindeyse, doğumundan önce de vardı ve ölümünden sonra da var olmaya devam ediyor. Çünkü ‘Che Guevara’, insan ruhunda onurlu ve adil olan ne varsa onun adından başkası değildir,” biçiminde tanımlanırdı José Saramago’nun kaleminden.

Sadece Ernestro Che Guevera mı? Elbette değil; “Libertador” Simón Bolívar’da, “Korkuyu ortadan kaldıralım ve Amerikan özgürlüğünün temel taşını koyalım. Tereddüt etmek yok olmaktır,” derken eklerdi Fidel Castro da: “Kapitalizmi tiksindirici buluyorum. Kirli, kaba, yabancılaştırıcı… çünkü savaş, ikiyüzlülük ve rekabet üretiyor”;[3] “Dilenciye bir ekmek vermek yardımseverlik değildir. Asıl yardımseverlik, siz de dilenci kadar açken onunla ekmeğinizi paylaşabilmektir”; “Bir katilin, hırsızın başkan olduğu yerde dürüstler ya hapiste ya da mezardadır”; “Umut sonsuzdur! Ne zaman kendimi yalnız hissetsem, dünyanın bütün güçleri bağrımda toplanır!”; “İnsanlığı kurtarmak için bir şeyler yapılmak zorunda; daha iyi bir dünya mümkün.”

Kuşağımızı derinden etkileyen Latin Amerika’da devrimci/sol mücadelenin çeşitli dalgaları oldu; özellikle de 1989’da Venezuela’daki Caracazo Ayaklanması ardından…

Gelgitleriyle, “Latin Amerika’nın kesik damarları kanamaya devam etse de neoliberal kapitalist yıkımın onarılmaz hasarlara yol açtığı ‘acılı kıta’ yine, yeniden yüzünü sola dönmeye başladı…”[4]

“Güney Amerika’da sol yeniden ayağa kalktı…”[5]

“Bir kıtanın zaferi…”[6]

“ABD yıllardır bölge halklarının mücadelesini boğmak için elinden gelen her türlü baskıyı uyguluyor: Darbe, ambargo ve ekonomik sabotaja rağmen bölgede istediği sonucu alamıyor. Çünkü Latin Amerika ülkeleri yenilgiyi, teslimiyeti, geri dönüşü kabul etmiyor…”[7]

“Yeni bir sol rüzgâr esiyor…”[8]

“Güney Amerika’da yükselen ‘ikinci pembe-kızıl dalga’ kıyıları vururken ‘kesik damarlardan umut fışkırıyor!”[9] türünden umut manşetlere yansıdı. Ve elbette öne çıkarılan vurgularda gerçek(ler) gibi, gerçek olmayanlar da vardı.

O hâlde bunları anlamak ve anlatmak için yüzümüzü tarihe dönmek gerek(iyor).

ÖN ÇERÇEVE

Meksika’nın kuzeyinde Aztekler, Güney Meksika ve Guatemala’da Mayalar, Andlar Bölgesi ve Peru’da İnkaların (öteki binlerce topluluk ile) “Abya Yala”sında (Latin Amerika) Aztek ve İnkalar imparatorluklar, Mayalar ise site devletleri kurmuşlardı.

Demir ve atın olmadığı kıtada MÖ 7. yy.da Orta Amerika’da mısır evcilleştirilmiş; matematik, gök bilim (astronomi) geliştirilmiş, kent mimarisinde (örneğin Cusco tepeden bakıldığında kutsal hayvan Puma biçimindedir) görkemli eserler yaratılmıştı.

Kıtaya daha önce Viking denizcileri ayak basmıştı, ama -Avrupa’dayken köle ticaretiyle uğraşan- Kristof Kolomb (Christopher Columbus) Abya Yala’nın kaderini değiştirdi.

O merkantilizmin öncülerinden bir korsandı; günlüğünde en çok geçen sözcük ibareyse “altın” ve yine günlüğüne düştüğü ilk not: “Yerliler çok iyiler, on askerle onları köleleştirebiliriz,” satırlarıydı.

İlkin adalarda konuşlanan İspanyollar, sonrasında ana karaya seferler düzenlemeye koyuldular.

1500 başlarında Hernán Cortés Meksika’ya ulaştı. Azteklerce iyi karşılandıkları hâlde, onurlarına verilen şenlikte saldırıya geçip, kenti yakıp yıkarak çevresindeki kanalları moloz ve cesetlerle doldururlar. Ardından da yerliler işbirlikçilerin yardımıyla ve (bağışıklıkları olmayan) çiçek hastalığıyla yenilirler.

Sonrasında Peru’ya ulaşan Francisco Pizarro, Cusco’da hile ile kralı ele geçirip; istenilen fidyenin verilmesine ve kralın da Hıristiyanlığa geçmesine rağmen katleder.

  PIZARRO’NUN, CUSCO HİLESİ![10]

16 Kasım 1532 sabahı İnka ülkesindeki çocuklar yüzleri hayvanlar gibi kıllı ve kafalarında ters çevrilmiş tencere taşıyan garip insanlara kahkaha ile gülüyorlardı. Bu yabancıları ilk gördüklerinde önce korkup kaçanlar, hatta fenalaşıp bayılanlar olmuştu. Ama sonra aptal ve korkak mahlûklar olduklarına karar verildi. Hangi akıllı insan kafasında ters çevrilmiş bir tencere taşırdı ki?

Yabancılar görkemli Cajamacra kentinin yanında kamp kurarlar. İçlerinden biri, iki ağaç dalını çapraz biçimde bağlar ve yere saplar. Sonra ellerini kavuşturup mırıldanmaya başlar. Diğer yabancılar da kafalarındaki tencereleri ve ellerindeki demir boruları kenara bırakıp diz çöker ve eşlik ederler.

Onları uzaktan merakla izleyen Cajamacralılar bu hareketlere anlam veremezler. Zaten anlam veremedikleri o kadar çok şey vardır ki: Örneğin bu yabancılar neden yanlarında dört bacaklı büyük hayvanlar taşıyordur? O çok ağır gibi görünen demir borular ve parlak uzun bıçaklar nedir?

İnkaların en sevdikleri şey müzik ve dans. Dev binalar, geometri şaheseri havuzlar, altın heykellerle kaplı kentlerinde müziğin notaları, dansçı kız ve oğlanların yansımaları eksik olmaz. Yabancıları bu danslara davet etmek isteyen birkaç gözüpek genç kadın ve erkek çıkar. Ama onları ikna edemezler. Hatta neredeyse çıplak gezen ve sevgilileriyle istedikleri her yerde sevişen bu gençler, muhtemelen aynı yaşlarda oldukları anlaşılan yabancılar tarafından kovalanırlar. Sevişmeyi ayıplamak, dans etmeyi bilmemek, müzikten hoşlanmamak da nedir? İnkaların nerdeyse hepsi bu kişilerin deli olduğunda hemfikirdir.

Kafalarında tencere taşıyan insanlar Cavamacra kentine yaklaşırken İnka çocuklar bu nedenle kahkahalar atıyor olabilirler. Çünkü bilirsiniz, dünyanın her yerinde çocuklar delilerle alay eder ve eğer bir deliyseniz yapmanız gereken bir an önce çocuklarınızı da delirtmektir.

Yüz altmış dokuz erkekten oluşan küçük grup, kırk bin asker ve yüz bin kişinin yaşadığı dev kente yaklaşır. Kentin girişinde onları bekleyen İnka İmparatoru Athaulpa ve maiyetindeki altı bin asker vardır. Athaulpa yirmi askerin taşıdığı tahtında oturmaktadır. Yabancılar yanlarındaki dört bacaklı hayvanların iplerini sımsıkı tutarak Athaulpa’nın yanına yaklaşırlar.

Dansçılar ve müzisyenler neşeli gösterilerinin başlaması için komut bekliyordur. Yabancıların lideri olduğu anlaşılan bir adam, yanında duran ve boynunda “t” şeklinde bir kolye olan kişiye işaret verir. Bu, bir gün önce, ağaç dallarından tıpkı boynundaki kolye gibi bir totem yapan uzun siyah giysili kişidir.

Gizemli yabancı Athaulpa’ya yaklaşır. İmparator yabancıya altın bir bardak içinde, dağdan gelen buzlarla soğutulmuş chica ikram eder. Ancak yabancı bardağı iter ve chica’yı içmez. Bunun yerine elinde tuttuğu dikdörtgen nesneyi uzatır. Nesnenin üzerinde yabancının kolyesindeki işaretin aynısı vardır.

“Bu Tanrı’nın kitabı. Ona uy ve bize itaat et köpek. Aksi hâlde sizi öldüreceğiz,” der yabancı. Doğal olarak önce kimse anlamaz. Ancak bu sözü birkaç kez tekrarlayınca vücut dili ve sesindeki tonla ne demek istediğini herkes anlar. İmparator Athaulpa topu topu yüz altmış dokuz kişilik yabancı grubunun bu cüreti nereden bulduğunu düşünüp bir an afallar. Tarih sayısız örnekle göstermiştir ki her yenilginin sebebi bu afallama anlarıdır zaten.

Yabancılar aniden yanlarındaki hayvanların üzerlerine binerler ve ellerindeki demir borulardan gök gürültüsü gibi sesler çıkartırlar. Demir borular patlarken en ön saflardaki dansçı kızlar kanlar içinde yerlere yığılırlar. İnka askerleri, dört ayaklı hayvanların üzerine binmiş üstlerine gelen bu insanlar karşısında önce şaşkınlık, sonra panik duyarlar.

İnka ordusu birkaç saniye içinde dağılır. Dört ayaklı hayvanların üzerindeki yabancılar, İmparatorun tahtını tutmaya çalışan askerlerin üzerine hücum ederler. Ellerindeki keskin ve uzun bıçaklarla tahtı taşıyan askerleri birer birer keserler. Yere düşen İnka askerlerin yerine, bir başkası yetişir ama uzun bıçaklara karşı hiçbir şansları yoktur. Sonunda taht devrilir. İmparator yere yuvarlanır. Meydanda bir sessizlik olur.

İspanyol akıncıları, yere düşen imparatoru hemen öldürmezler. Onu halkının karşısında küçük düşürmek için prangalara vurur ve sergilerler. Çoğunluğu müzisyen, dansçı ve sanatçılardan oluşan İnka halkı dehşet içinde dağlara kaçışır. On binlercesi birkaç hafta içinde çiçek hastalığından ölecektir.

At, tüfek, kılıç ve çiçek mikrobu. Hiçbiri İspanyollara ait olmayan dört faktör, dünyanın en büyük uygarlıklarından birini kısa sürede yok eder.

Hasılı müthiş bir yerli soykırımı devreye sokulur: Fetih öncesinde kıta nüfusu 60-80 milyondu. Fethin 100. yılında 5 milyon yerli kaldı. Gasbettikleri topraklarda, madenlerde çalıştırmak için Afrika’dan köle getirdiler.

Lakin fetih o kadar kolay olmaz; yerliler direnirler; mesela 1520-1792 arasında sadece Meksika’da 304 kayıtlı yerli ayaklanması vardı; Tupac Amaru gibi…

Örneğin Maya yerlilerine reva görülen vahşeti Dominiken rahip Bartolomé de las Casas kayıt altına alıp, İspanyol kralına yollarsa da yazdıkları yasaklanır.

 MAYALAR[11]

Meksika, Belize, Honduras, El Salvador ve Guatemala başta olmak üzere dünyada 20-30 milyona yakın Maya yaşıyor. Birleşmiş Milletler (BM) Yerli Halkları Forumu üyesi olan Guatemalalı yerli lideri Álvaro Pop, Mayaların durumunu şöyle anlatıyor: “Mayalar tarih boyunca daima ucuz işgücü olarak görüldü. Bu bakış açısı, bugün de değişmiş değil. Mayalar, bir üretim aracı olarak görüldüğünden asla kamusal politikaların öznesi olmadılar.”

Mayaların asıl ihtişamlı dönemi 250-900 kesitindeydi. Uygarlık 1200 itibariyle çöküş sürecine girerken İspanyol ve Amerikan sömürgeciliğinin etkisiyle “ezilen Mayaların hikâyesi” başlıyor. Topraklarına el konularak yoksullaştırılan Maya halkı için kölelik dönemi de, hikâyelerinin en dramatik unsurlarından biri olarak tarihlerindeki yerini alıyor. Pop’un da dikkat çektiği gibi Mayaların günümüzde de bu ayrımcılıktan kurtulduğunu söylemek zor. Özellikle de 14 milyonluk nüfusunun yüzde 42’sini yüzde 80 yoksulluk oranıyla yaşayan yerli halkların oluşturduğu Guatemala’da. 1960’ta başlayıp 36 yıl süren iç savaşta Mayalar, CIA destekli darbeyle başa geçen General Efrain Rios Montt’un 1982-1983 arasındaki 17 aylık iktidarında soykırıma maruz kaldı. Ocakta soykırım ve insanlığa karşı suçtan yargılanmaya başlayan diktatör Rios Montt’un solcu gerilla hareketini bastırma hedefi kapsamında, Maya köylerinin yok edildiği katliamlara imza atıldı. 1999 tarihli BM raporuna göre, ordunun yürüttüğü “scorched earth” politikasının (düşmanın faydalanabileceği her şeyi yok etme) bilançosu, yerlilere yönelik 600 katliam oldu. On binlerce yerli, topraklarını terk edip Meksika’ya sığınmak zorunda kaldı. Pop, bu dönemi “Halkın fakirliğini arttıran dış etkenler, yerlilerin de genel nüfus içinde damgalanmasının önünü açtı” diye anlatıyor.

Yerli hakları için verdiği mücadeleyle 1992’de Nobel Barış Ödülü’nü alan aktivist Rigoberta Menchu da “scorched earth”ün hedefinin yerlileri daha da yoksullaştırmak olduğunu vurguluyor: “İç savaş, yerlileri hem bedenen hem ruhen yok etmek için bahane olarak kullanıldı. Mayaların maneviyatının kökünün kazınmak istendiğinin en önemli kanıtı güvenlik güçlerinin rahipleri hedef almasıydı.”

Ülkede Mayalar hâlâ toplumun en fakirleri olarak eğitim ve sağlık gibi temel hizmetlere sınırlı ulaşabiliyor. Dilleri resmen tanınmazken, Mayaların torunları da, topraklarından ediliyor. Bu sefer sebep hidroelektrik santralları ve maden arama projeleri…

Ardından Latin Amerika İspanya tarafından önce 2 sonra 4 vis/alt-krallık tarafından örgütlenir. Portekizlilere terk edilen Brezilya hariç her yer İspanyollarındır. Ve Latin Amerika İspanyollar, Kreoller (kıta doğumlu beyazlar), Mestizolar (karışık), köle yerliler, siyahilerden müteşekkildir.

Çok sonraları Kreoller XVIII. sonu ila XIX. yüzyıl başında Simón Bolívar, General Sucre, Peder Hidalgo (Meksika), José Martí (Küba Devrimi Önderi Şair) vb.leriyle bağımsızlık için ayaklanırlar.

XVIII. yüzyıl sonu ile XIX. yüzyıl başında siyasi yelpaze “Liberal” ve “Muhafazakâr” olarak bölünürken; bağımsızlık hareketlerinin başını liberaller çeker.

Daha sonra bağımsızlık hareketi yerli ayaklanmalarını tetikleyince, Liberallerle Muhafazakârlar uzlaşır. Krallıklar kurulur… (Meksika’da Napolyon’un girişimi).

Büyük toplumsal altüst oluşla XX. yüzyılın başında, bu kez Mestizolar önderliğinde cumhuriyetler kurulur. Emiliano Zapata, Pancho Villa vb.leriyle Latin Amerika’nın bugünkü siyasi coğrafyasını oluşacaktır.

1920’li yıllarda liberal ekonomi-politika izlenir. Esas itibariyle kıtayı bir hammadde deposu olarak gören ABD’ye Nikaragua’da Augusto César Sandino, El Salvador’da siyahiler ile birlikte ayaklanıp, kurşuna dizilen komünist Farabundo Martí meydan okur.

1929 dünya ekonomik bunalımı Latin Amerika ekonomilerini çökertir.

1940’lardan itibaren devletçi, ithal ikameci model öne çıkar(tılır); Meksika örneğinde olduğu gibi…

1950’lerden itibaren ulusal sanayi politikalarıyla; kırsal sektörün çökmesi ve göç devreye girer…

Ekonomik istikrarsızlık ve çalkantılar ile askerî diktatörlükler. ABD destekli muz cumhuriyetlerinde komünist partiler güçlenir… Küba Devrimi kıtayı sarsar…

Arjantin (1976-1983), Bolivya (1969-1982), Brezilya (1964-1985), Şili (1973-1990), Ekvador (1972-1979), El Salvador (1931-1980), Guatemala (1970-1986), Honduras (1972-1982), Nikaragua (1932-1979), Panama (1968-1989), Paraguay (1954-1993), Peru (1968-1980), Surinam (1980-1988), Uruguay’da (1981-1985) ABD kuklası diktalar sahneye çıkar.

“GÜNEY AMERİKA’DA DARBELER TARİHİNE BİR BAKIŞ”[12]

BREZİLYA

Brezilya’da 1964’te askerler, seçimle işbaşına gelen João Goulart hükümetini devirerek yönetime el koydular. Askerî diktatörlük 21 yıl süresince devam etti ve 1985 yılında sona erdi. “Komünizme karşı” yeni kalkınmacı bir modeli getiren askerî rejim, “ulusal güvenlik” adı altında diğer Latin Amerika diktatörlüklerinin yolunu izledi. ABD, bu ülkedeki askerî darbeyi, diğer Latin Amerika ülkelerinde yaptığı gibi bütün gücüyle destekledi.

İşkence ve muhaliflere yönelik infazlar, yoğun olarak görüldü bu sürede, birçok insan tutuklandı.

Psikolojik ve fiziksel işkence yaşı, cinsiyeti, moral değerine bakmaksızın, “yıkıcı faaliyetlerinden” şüphelenilen tüm kurbanlara uygulandı. Bu, o kadar büyük bir ağrı idi ki, aynı zamanda şiddet ruhunda çatışmaya neden oluyor ve kurban bunun etkisiyle ne isteniyorsa söylüyor, kendi değerlerine karşı sistemden yana olduğunu belirtiyordu.[13]

Ayrıca kurbanlara karşı cinsel şiddet de, yaygın bir yöntem olarak uygulandı.

Comissão Nacional da Verdade (CNV) (Gerçekleri Araştırma Komisyonu), kadınlara karşı bu dönemde büyük bir şiddet uygulandığını, ayrıca bu sürede 434 insanın öldürüldüğü ya da kaybedildiğini rapor ediyor.[14]

Bu baskılara, homoseksüeller, yerliler ve bazı dinsel inanışlara sahip insanlar da maruz kaldılar. Yine de bütün bu baskı ve işkencelere karşın, sonuçları itibariyle Brezilya’da diktatörlük görece, diğer Amerikan ülkelerinden daha az ihlâle yol açmıştır. Diğer ülkelerin çoğunda ise diktatörlük kurbanları binlerle, on binlerle ifade edilmektedir.

Brezilya’da işkencenin polis merkezlerinde yaygın bir yöntem olarak hâlâ kullanıldığı ve yargısız infazların olduğunu uluslararası insan hakları kuruluşları rapor ediyor.

ARJANTİN

Arjantin’de 1930, 1943, 1955,1962, 1966 ve 1976 yıllarında altı kez askerî darbe gerçekleşti. Son olarak 1976 yılında gerçekleşen askerî darbe sonuçları itibariyle, Latin Amerika’nın insan hakları ihlâllerinin en yoğun olduğu darbelerinden birisi olarak tarihe geçti. 1983 yılına kadar devam eden dikta rejimine General Jorge Rafael Videla önderlik etmişti.

Yaklaşık 30 bin kişi gözaltında kaybedildi. Bunların birçoğu ayaklarına taş bağlanarak ve iğne yapılarak helikopterlerden okyanusa atıldılar.

Darbeciler, kendilerine o denli güveniyorlardı ki, yaptıkları insanlık vahşetini gizleme gereği bile duymuyorlardı.

Videla, 14 Eylül 1977’de bir ABD televizyonuna şöyle konuşuyordu:

“Kayıp kişiler, Arjantin’in bir gerçekliği olarak kabul edilmelidir. Sorun bu gerçekliği kabul ya da inkâr etmek değil, ama bu insanların kayboluş nedenlerini bilmektir.”

Diktatörlük sonunda, Raúl Alfonsin hükümetince oluşturulan CONADEP’e (Comissão Nacional sobre o Desaparecimento de Pessoas; Kayıplar İçin Ulusal Komisyonu) göre kayıpların sayısı 9 bin kişidir. Fakat bu sayı, Arjantinli Mayıs Anneleri’ne göre ise en az 30 bindir. 40 bin olduğunu iddia edenler de vardır.

Daha sonra resmî olarak kayıpların sayısı 13 bin olarak güncellendi.[15] Bu kurbanların çoğu 35 yaşından küçük genç insanlardı.

On binlerce insan vahşi yöntemlerle işkenceden geçirilmiştir. Bu işkence yöntemleri arasında, tutukluyu soğuk bir hücrede çırılçıplak bekletmek, cinsel tecavüz ya da taciz, psikolojik işkence, boğma… gibi yöntemler de vardı.

Yıllar sonra bütün ölüm ve işkencelerden sorumlu, aralarında rütbeli askerlerin de bulunduğu bazı kişiler yargılanarak cezalandırıldı.

Ama yine de Mayıs Anneleri, tam ve geniş ölçüde darbe ile hesaplaşmanın olmadığını ve sembolik düzeyde kaldığını savunuyorlar.

ŞİLİ

11 Eylül 1973 tarihinde seçimle işbaşına gelen sosyalist başkan Salvador Allende’yi deviren, General Pinochet yönetime el koydu. Augusto Pinochet, darbenin ardından başkan ilan edildi. ABD’nin tam destek verdiği askerî darbe, büyük boyutlu insan hakları ihlâllerine neden oldu. Pinochet 1990 yılına kadar görevde kaldı. Binlerce kişi öldürüldü, vahşi işkencelerden geçirildi.

Örneğin bir rapora göre,[16] diktatörlük süresinde 3 bin kişi öldürüldü, 37 bin kişi hapse konuldu ve işkence gördü.

Gözaltında kayıp olgusunun görüldüğü 350 vaka tespit edildi. Gerçek sayıların ise, bundan çok daha fazla olduğu söyleniyor. Rüşvet ise özellikle bu sürede oldukça yaygındı.

Daha sonraları Gerçekleri Araştırma Komisyonu’nun raporlarını da dikkate alan Başkan Sebastián Piñera, 2011 yılında askerî darbenin 40 bin kurbanı olduğunu kabul etti. Sonuçları itibariyle Latin Amerika’nın en sert askerî darbelerinden birisiydi bu.

URUGUAY

Uruguay’da sivil-askerî diktatörlük 1973-1985 üzerinde arasında hüküm sürdü. Radyo ve televizyonda 27 Haziran 1973’te Bordaberry tarafından yapılan konuşma, ülkedeki diktatörlüğün başlangıcının bir işareti oldu. Bu gün, Cumhurbaşkanı Juan María Bordaberry silahlı kuvvetlerin desteğiyle ilkelerini tazeledi.

1976’da Juan María Bordaberry hükümeti askerî yeni önlemleri açıkladı, buna göre:

Siyasi partilerin kaldırılması;

Ulusal egemenlik Silahlı Kuvvetler Başkanı ve Başkanları Komutanlar tarafından entegre, halk oylaması yoluyla veya dolaylı Millet Konseyi tarafından icra edilir; Millet Konseyi tarafından beş yıllık bir süre için seçilen Cumhurbaşkanı ile temsili demokrasinin ortadan kaldırılması kabul edildi.

Uruguay’daki diktatörlük, diğer Latin Amerika ülkelerinden olduğu gibi ABD tarafından desteklendi.

Uruguay’da Marksist gerilla örgütü Tupamaroların üyeleri hapsedildi, öldürüldü ve işkenceye uğradı. Yaklaşık 300 Tupamaro öldürülürken 3 bini de hapsedildi. Bazı tutuklulara on iki yıla kadar hücre cezası verildi.

2009’da Uruguay’da devlet başkanlığı seçimini, 9 kez vurulan, 2 kez cezaevinden kaçan, 12 yılını hapiste geçiren José Mujica kazandı.

 BOLİVYA

Bağımsızlık sonrası Bolivya’daki siyasal yaşam sık sık kesintiye uğramıştır. Ülkenin ulusal bağımsızlığını kazandığı 1825’ten günümüze değin, onlarca darbe, ondan fazla değişik anayasa ve seksen civarında cumhurbaşkanı görüldü.

1964’te ABD desteğiyle bir askerî darbe gerçekleştirildi.

Temmuz 1966’da, René Barrientos bir sivil olarak cumhurbaşkanı seçildi. Barrientos, Nisan 1969 yılında bir helikopter kazasında öldü; iktidara kısa ömürlü hükümetler geldi ama, Ağustos 1971’de Juan José Torres genel hükümeti, Albay Hugo Banzer tarafından devrildi.

Özellikle La Paz ve Santa Cruz’da Banzer rejimine direnen 98 kişi öldürüldü, 560 kişi yaralandı.[17]

Banzer rejimi tarafından işçi hareketi kaldırıldı, tüm sivil haklar askıya alındı ve madencilik merkezlerine asker gönderildi. 1978 yılında, Banzer istifa etti ve askerî cunta iktidarı ele geçirdi. 1982 yılında “demokrasiye” tekrar geçildi.

1964-1982 arasındaki askerî hükümetler döneminde, bu ülkede işkence de dâhil olmak üzere insanlığa karşı suçlar işlendi. Darbe süreci kurbanları ve yakınları, o sürece ilişkin taleplerine ve hâlâ bir yanıt bekliyorlar.

PARAGUAY

Paraguay, 1864-1870 tarihleri arasında Brezilya, Arjantin ve Uruguay ile savaştı. Paraguaylı diktatör Francisco Solano Lopes’in amacı, yeni topraklar fethetmek ve Atlantik Okyanusu’na bir çıkış elde etmekti.

Bu savaşta, sivil ve asker olmak üzere toplam yaklaşık 300 bin kişi yaşamını yitirdi, Paraguay nüfusunun yüzde 20’sini yitirdi (Özellikle de erkek nüfus).[18]

Ayrıca bu savaşta, Paraguay endüstrisi de çöktü.

1904 ve 1954 kesitinde Paraguay’da 31 cumhurbaşkanı görev yaptı, bunların çoğu zorla görevden alındı.

Paraguay 1930’da bu kez Chaco War olarak isimlendirilen savaşta, Bolivya ile bir süre savaştı.

1954-1989 kesitindeki diktatör Alfredo Stroessner Matiauda döneminde insan hakları ihlâlleri de yoğunlaştı.

Bu süre içerisinde verilere göre, 3 ya da 4 bin kişi öldürüldü, 400 ya da 500 kişi ise gözaltında kaybedildi.[19]

Uzun süren diktatörlük sürecinden sonra sivil cumhurbaşkanı Juan Carlos Wasmosy 1993 yılında göreve geldi.

PERU

Nüfusunun çoğu yerli olan bu ülkede de diğer Latin Amerika ülkeleri gibi tarihsel olarak birçok askerî darbe yaşanmıştır. 1968’de Juan Velasco Alvarado yönetimi altındaki bir askerî cunta, kansız bir darbe ile hükümeti devralarak, sosyal bir sistem yerleştirmeye çalışır. Daha sonra General Velasco 1975’te General Francisco Morales Bermúdez tarafından devrilir.

1990-2000 kesitinde Alberto Fujimori yetkilerini bir diktatör kadar artırdı ve insan hakları ihlâllerinde bulundu; işkence, yargısız infaz vb… Fujimori yönetimi altındaki ülkede yolsuzluk ve rüşvet de büyük boyutlara ulaşmıştır.

Fujimori, o sürede güçlü olan Aydınlık Yol gerillalarının eylemlerini gerekçe göstererek baskıcı, sert bir yönetim politikası izledi.

Fujimori, örgütlerin önde gelen üyelerine suikast, örgüte destek verildiğinden şüphelenilen köylerin boşaltılması, örgüt üyesi olduğundan şüphelenilenlerin yargısız infaz edilmesi gibi uygulamaları gerçekleştirir. İnfaz timleri, toplama kampları, hâkimlerin yüzlerinin gizlendiği temyiz olanağı olmayan askerî mahkemeler, bu dönemde görülen uygulamalardandır.

Daha sonra diktatör, ülkeden kaçar, ama geri getirilerek yargılanır.

Peru Yüksek Mahkemesi, Fujimori’yi görevi suiistimal etmek suçundan 6 yıl hapis ve 92 bin dolar para cezasına çarptırır. Süren diğer mahkemede ise 7 Nisan 2009’da alınan karar sonrasında, 1990’lı yıllarda örgütlediği ölüm timlerinin yol açtığı 25 yargısız infaz sebebiyle 25 yıl hapis cezası alır.

2009 yılı temmuz ayında rüşvet vermekten 7.5 yıla, eylül ayındaki mahkemede ise hukuk dışı yollarla haberleşmenin dinlenmesi ve gazeteci, politikacı ve sanayicilere rüşvet vermekten 6 yıla mahkûm edilir.

Fujimori bu son iki suçlamayı kabul ederek, suçluluğunu itiraf etmiştir.

EKVADOR

Yüzyıllarca koloni yönetimleri altında yaşamış olan bir ülkedir.

1972’de askerî darbe ile José María Velasco Ibarra yönetimi devrildi.

1972-1979 kesitinde, ülke askerî cunta tarafından yönetildi. Bu sürede, ekonomi giderek kötüleşirken, insan hakları ihlâlleri de arttı. Basına yönelik sansür, düşünce özgürlüğüne yönelik kısıtlamalar, devlet görevlileri arasında yaygın rüşvet ilişkileri gibi birçok uygulama bu sürede görüldü.

1972-1976 kesitinde, ülke General Guillermo Rodriguez Lara yönetimindeydi. Bu sürede ulusal-kalkınmacı bir devlet modeli izlendi.

KOLOMBİYA

1948 ve 1953 arasındaki iç savaşta, 300.000 kişi öldü. 1953-1957 kesitinde askerî cunta iş başında idi.

1953’te Kolombiya’da askerî darbe, Silahlı Kuvvetler Genel Komutanı General Gustavo Rojas Pinilla, tarafından Cumhurbaşkanı Laureano Gómez’e karşı yapılmıştır. General Gustavo Rojas Pinilla geçici başkan olarak atandı; 1954’de Anayasa Konvansiyonu onu bir kararname ile dört yıllık bir dönem için başkan seçti.

Askerler tarafından yürütülen sayısız cinayet kampanyası, her zaman seçimlerin ana temalarından biri oldu. BM, bile ülkenin güvenlik politikasında “ciddi sorunlar” tespit ediyor.[20]

FARC (Forças Armadas Revolucionárias Colômbia=Kolombiya Silahlı Devrimci Güçleri) ile hükümet güçleri arasında silahlı çatışmalar yıllarca devam etti.

Savaş ortamı, sivilleri de etkiliyor ve birçok insan hakları ihlâli gerçekleşiyor. FARC ile devlet güçleri arasındaki savaşta on binlerce insan hayatını yitirdi.

VENEZUELA

Venezuela’nın tarihi devrimlerle ve darbelerle doludur. 1835, 1858, 1899 devrimleri ve 1908, 1945, 1958, 1958 askerî darbeleri gibi…

Askerlerin maaşlarında yapılan kesintiler ve askerî teçhizatı modernleştirme isteği, 1948’de bu ülkede, askerî cuntanın egemenliğini getirdi.

1952 yılında yapılan seçimleri muhalefetin kazanacağının anlaşılması üzerine, askerî cunta seçimleri iptal etti ve darbeci General Pérez Devlet Başkanı ilan edilerek 1958’e kadar işbaşında kaldı. O da, bütün diktatörler gibi, eleştiriye karşı hoşgörülü değildi ve muhalefeti acımasızca takip ve baskı altına aldı. General Pérez, bütün muhaliflerini “komünist” olarak niteledi, işkencelerden geçirdi ve acımasızca ezdi.

Nisan 2002’de zamanın Devlet Başkanı Hugo Chávez’e karşı, sonucu başarısız bir darbe girişimi yapıldı. Chávez, birkaç gün askerlerce hapsedildikten sonra, halkın desteği ile yeniden başkanlığı devraldı.

Hugo Chávez’in 2013’te ölümünden sonra ise, yine aynı partiden Nicholas Maduro, devlet başkanı seçildi.

Cemal Süreya’nın, “Şelaleye/ Düşmüştür/ Zeytinin dali/ Celaliyim/ Celalisin/ Celali” dizelerindeki üzere her türlü zulme rağmen Marksist-Leninist, Maoist gerilla hareketleri devrededir: Che Guevara, Carlos Marighella (Brezilya kent gerillası), Peru Aydınlık Yol, Kolombiya FARC, Guatemala URNG, El Salvador FMLN, Nikaragua’da Sandinistler vd.leri…

Lakin ABD emperyalizmi de gerilla isyanlarına karşı Pentagon’un kontrgerilla eğitim merkezi School of Americas/ Amerikalar Okulu’nun paralı askerleri ve büyük toprak ağalarının paramiliterleriyle -kayıplar, faili meçhuller, köy yakmalar, işkenceler, helikopterden atmalar vs. ile- isyanların karşısındadırlar.

Özetin özeti: İster Vikingler, ister Kızıl Eric, ister Cenevizliler, ister Kolomb, ister İspanyollar, ister Amerigo Vespucci, ABD vd.leri olsunlar, fetih gerçeğidir onlar açısından Latin Amerika tarihini belirleyen. Yani işgalcilerin, yerlileri soykırıma uğratarak topraklarını zapt etmesidir esas olan…

BİRAZ TARİH

1492’de Kristof Kolomb’un Nina, Pinta ve Santa Maria gemileri Amerika kıyılarına yanaştığında onları Arawak yerlileri karşıladı…

Kolomb yerlilerle ilgili ilk izlenimlerini İspanya Kraliçesine şöyle yazmıştı: “Bu insanlar o kadar yumuşak başlı, barışsever ki, yeryüzünde bunlardan daha iyi bir ulus bulunmadığına Majestelerinizin önünde ant içebilirim. Komşularını kendileri kadar seviyorlar, konuşmaları son derece tatlı ve kibar, konuşurken hep gülümsüyorlar; gerçi çırılçıplak dolaşıyorlar ama davranışları terbiyeli ve övgüye değer.”

Seyir defterine şunları da eklemişti: “Onlara kılıçlarımızı gösterdik. Demir silahları ilk kez gördükleri belli. Kesmenin ne demek olduğunu bilmediklerinden, bazıları kılıçların keskin tarafını tutunca ellerini kestiler. Bu insanlar ne herhangi bir mezhebe bağlılar ne de puta tapıyorlar. Kötülüğü tanımıyorlar, birbirlerini öldürmeyi bilmiyorlar. Hiç silahları yok… Yerliler son derece sade, dürüst ve eli açık insanlar. Herhangi birinden sahip olduğu herhangi bir şey istenince hemen veriyorlar. Kötülüğün ne olduğunu hiç bilmiyorlar, çalmıyorlar, öldürmüyorlar. Komşularını kendileri kadar çok seviyorlar. Dünyada onlar kadar tatlı dilli insanlar yoktur. Her zaman gülüyorlar.”

Bir de not düşüyordu: “Bu insanların çalıştırılması, ekin ekmesi, gerekli her işe koşulması ve bizim (Avrupalıların) gelenek ve göreneklerimizi benimsemesi gerektiği kanısındayım.”

Ardından katliam başladı. Sakallı yabancılar altın ve değerli taş aramak için köyleri yağmaladı, yakıp yıktı. Yüzlerce kadını, erkeği, çocuğu kaçırdılar. Kadınlara tecavüz ettiler. Direnen erkeklerin kulaklarını kestiler, kafa derilerini yüzdüler. Gemilerine atıp köle olarak satılmak üzere Avrupa’ya götürdüler. Kolomb’un 12 Ekim 1492’de San Salvador sahiline ayak basmasının üzerinden on yıl bile geçmeden bütün kabileler, yüz binlerce insan yok edildi.

Ardından akın akın geldiler. Tüm Amerika kıtasını cehenneme çevirdiler. Katliamlara papazlar da katıldı. Katolik olmayı kabul etmeyen yerli şamanlar ayaklarından asılarak canlı canlı yakıldı.

Kolomb Amerika’ya ulaştığında dünya nüfusunun 5’te biri yerliler idi. Nüfusları 70 milyonu geçiyordu. 1492’den bugüne sadece 2 milyon kaldılar..

Dünya tarihinin en büyük soykırımını yapan Avrupalı istilacıların katliamı tanıkların satırlarına şöyle yansıdı.

Bartolomé de las Casas:[21] “İspanyol istilacılar her geçen gün daha kibirli oluyordu. Aceleleri varsa yerlilerin sırtına biniyorlardı. İspanyolların canavarlığı sınır tanımıyordu. Bir gün ikisi de birer papağan taşıyan iki yerli çocuğa rastlayan iki papaz, papağanları aldılar ve sırf zevk olsun diye çocukların kafasını kestiler”…

“Ben Küba’da iken üç ayda yedi bin çocuk öldü. Acıdan çılgına dönen bazı anneler bebeklerini nehirde boğuyorlardı… Böylece erkekler madenlerde, kadınlar ağır çalışma içinde ve çocuklar da süt bulamadıkları için ölüyordu… Bu kadar büyük, güçlü ve verimli topraklar kısa sürede boşaldı. İnsanlığa o kadar yabancı olan tüm bunları kendi gözlerimle gördüm ve şimdi bile yazarken ürperiyorum”…

“Memeden kesilmemiş bebekleri annelerinin göğsünden alarak onları en uzağa fırlatma konusunda birbirleriyle yarıştılar”…

“Tanrı’nın hususî takdiriyle savaştan kaçan yerlilerin tamamına yakınını çiçekten öldürdük. Tanrı topraklarımızı temizledi”…

Massachusetts Körfezi Kolonisi’nin ilk valisi John Wintrop: “Yerlileri yakıyorduk. Onları böyle ateşte kızarırken ve bu ateşi söndüren kan gölünde görmek korkunç bir manzaraydı, çürüyen cesetler ve bunlardan yayılan koku berbattı fakat zafer tatlı bir fedakârlık gibiydi… Bizlere olağanüstü yardımlarda bulunarak bu kadar gururlu ve kibirli bir düşmanı elimize düşüren, bu kadar çabuk bir zafer bahşeden Tanrı’ya şükranlarımızı sunarız”…

Plymouth Kolonisi’nin Valisi William Bradford: “Yerlilerin hamal olarak kullanılmasını kınamıyorum. Ancak bir adamın bir domuza ihtiyacı varken 20 tane öldürüyordu. Yerliye ihtiyaç duyduğunda bir düzine alıyordu. Metreslerini omuzlarda taşınan hamaklar içinde yoksul yerlilere taşıtan birçok İspanyol vardı. Bu uygulamalar esnasında yerlilerin maruz kaldığı kötü muameleler, zararlar, soygunlar, haksızlıklar ve büyük kötülüklerin sayılması istense bunun sonu gelmez. Çünkü onlar için Yerlileri öldürmek, yararsız hayvanları öldürmekle birdi”…

Cieaze de Leo: “Yerlilerin eğer altını yoksa çocuklarını satarlardı. Eğer çocukları da kalmamışsa kendi hayatlarını verirlerdi. Bu haraçları veremediklerinden ötürü Yerliler işkence acıları altında ya da gaddarca zindanlarda öldürülürdü. Zira İspanyollar onlara hayvanî bir vahşilikle muamele ediyor ve onları hayvandan daha aşağı görüyorlardı. Yerlilerin cesetleri köpeklerin önüne yem olarak atılıyor, vücutlarından yaralara iyi gelebilecek bir yağ üretiliyordu. Yerli kadınlar sıra hâlinde direk ve ağaçlara, çocukları da onların ayaklarına asılıyordu”…

Papaz Motolinia: “Sırf eğlence olsun diye, kadın erkek demeden yerli halkın ellerini, burunlarını ve kulaklarını kesip kopardıklarını ve bunun bölgenin değişik yerlerinde defalarca tekrarlandığını kendi gözlerimle gördüm.”

David de Vries: “Askerler pek çok yerliyi uykularında öldürdüler. Annelerinin göğüslerinden çekilip alınan bebekler anne-babalarının gözleri önünde kılıçla parçalanıyor ve bebeklerin parçaları ateşe atılıyordu. Kundaktaki bebekler beşikleri içinde parçalanıyor, kafaları eziliyor, en taş-yürekli adamın bile vicdanını sızlatacak bir vahşilikle öldürülüyorlardı. Bazı bebekler nehre atıldı, onları kurtarmak için anne ve babaları da suya atladı. Ama askerler ne çocukların ne de anne-babaların sudan çıkmalarına izin vermediler, hepsi boğuldu”…[22]

ÖZGÜRLÜK TEOLOJİSİ

Latin Amerika yerlileri açısından kritik bir önemi olan özgürlük teolojisinin atası, tabir-i caiz ise Bartolomé de las Casas’tır.

Biraz gerilere gidecek olursak, “Din üst tabakalara çıktıkça da doktrinerleşir, saflaşır; egemene ait olur; tabana indikçe senkretikleşir,[23] halkçılaşır, çeşitlenir,” gerçeğini kanıtlayan Thomas Müntzer’den Kolombiya’da Camilo Torres’e, El Salvador’da başpiskopos Óscar Romero’ya uzanan güzergâhta Latin Amerika’nın çeşitli ve çoğulcu yapısı senkretizme mümbit bir zemin sunar. Bu nedenle de Avrupa’da değil, Latin Amerika’da boy vermiştir (Elbette Avrupa’da 1940’larda Fransa’da işçi rahipleri olduğunu; XX. yüzyıl başlarındaki Papa XIII. Leon’un, “Kilise yoksullar ve emekçilerin sorunlarıyla ilgilenmeli,” dediğini unutuyor değilim).

Kurtuluş teolojisi yanlısı çıplak ayaklı rahipler, köy köy dolanırlar; askerî diktatörlüklere karşı çıkıp Hıristiyanlığı yayarlar… İçlerinde Marksizmi benimseyenler var… Hem Vatikan’ın hem de askerî diktatörlüklerin boy hedefi olurlar…

Bunda şaşırtıcı bir şey yok: Karl Marx’a göre, din sınıflı sömürücü hayatın bir yansımasıdır. Bu yansıma doğru veya yanlış ama gerçektir. İşte bu gerçek, aynı zamanda var olan koşullara bir itirazdır.

Aydınlanma düşüncesi ise, dinin, gericilikten ve hurafelerden ibaret olduğunu ifade eder. Karl Marx’ın amacı ise dini, dinamik ve sosyal, yani koşullara göre değişebilen bir olgu olarak ele almaktır. Böylece din, farklı toplumsal dinamikleri ifade eden, yansıtan bir olgudur. Diyalektik düşünce açısından da tutarlı bir tespittir bu.

Michael Löwy, “Marksizm ve Din” kitabında,[24] Marksizm açısından dinin sol okumalarının altını çizerken; Karl Marx dinin aynı zamanda bir protesto şekli olabileceğini belirtir. Örneğin Latin Amerika’da direnişçi bir papaza işkence yapan polisler, “Ateist komünistlerle ne işin var?” demişler. Papaz “İnsanlar ateistler ve müminler diye ikiye ayrılmaz, insanlar ezenler ve ezilenler diye ikiye ayrılır,” demiş. İşkenceciler “Ama onlar dinin afyon olduğunu söylüyor,” diye karşılık vermiş. Papaz net bir şekilde itiraz etmiş: “Bu dünyanın zenginliğini kendilerine alıp yoksullara ise öbür dünyanın nimetlerini bırakan zenginler dini afyon olarak kullanan gerçek kişilerdir.”[25]

Devrimci Hıristiyan, papaz, Nikaragua devrimi eski kültür bakanı, şair Ernesto Cardenal’ın, “Vatikan’ın Hıristiyanlığa bakışı karşısında devrimci Hıristiyanlığı savunuyoruz. Tepkisel tavırdır bu. Özgürlük Teolojisi yoksullar içindir. Yoksullar için bir dindir ve yoksul insanları devrimci bir tavra yöneltmiştir,”[26] ifadesindeki üzere…

Ancak Latin Amerika kiliselerinin büyük bölümünün sağcı iktidarların başlıca müttefiki olması elbette şaşırtıcı değil!

KÜBA

Katolik dünyasının ruhanî lideri Papa XVI. Benediktus’un ziyaret ettiği Küba, Latin Amerika’nın sosyalist ülkesi olması itibariyle diğer ülkelerden farklı. Zira temellerini materyalizmden alan komünist ideoloji Küba’da iktidarda. Ancak Papa, ülkenin ateist liderleri tarafından son derece sıcak bir şekilde ağırlandı, kiliseye fazla uğramayan Kübalılar onu görmek için sokaklara döküldü. Yine de ülkenin sosyalizmden vazgeçmesi yönündeki çağrıları kabul görmedi. 1959’daki Küba Devrimi’nin ardından Batista diktatörlüğüne destek verdikleri gerekçesiyle 100’ü aşkın din adamı sürgüne gönderilmiş, kilisenin birçok mülküne el konmuş ve en az 350 Katolik okulu millileştirilmişti. Devrimin lideri Fidel Castro, ünlü “Fidel ve Din” kitabında ateist olmayanların Küba Komünist Partisi üyesi olmayacağını, çünkü tüm üyelerin Marksizm-Leninizme bağlı olmasını beklediklerini belirtmişti. Küba, 1992’de dinî özgürlükleri anayasal güvenceye aldı. Küba yönetiminin kiliseyle köprüleri yeniden kurmaya başladığı tarih ise, Papa İkinci John Paul’un ülkeyi ziyaret ettiği 1998 oldu. Nüfusun sadece yüzde 10’unun kendisini inançlı bir Katolik olarak tanımladığı ülkede dinin toplumsal hayattaki etkisi son derece sınırlı. Afrikalı kölelerin kıtaya getirdiği Santeria inancı ve yerli inanışları da Katolik dini üzerinde etkiye sahip.

VENEZUELA

Latin Amerika’da solun yeniden yükselişe geçmesinde hatırı sayılır etkiye sahip Devlet Başkanı Hugo Chávez, aynı zamanda inançlı bir Katolik. Hem Marksist hem Hıristiyan olduğunu söyleyen Chávez, yoksul ve dindar taraftarları için adeta “gökten yere inen İsa”. Chávez, yaptığı bir konuşmada “İsa’nın kapitalist olduğunu kim söyleyebilir? İsa hepimizden daha radikaldi,” demişti. Ancak Katolik Kilisesi ve Chávez arasındaki ilişki pek de sorunsuz değil. Dönemin piskoposu Kardinal Velasco, 2002’de Chávez’e yönelik başarısız darbe girişimini destekledi. Chávez ise, 2007’de Brezilya’yı ziyaret eden Papa XVI. Benediktus’un Roma Katolik Kilisesi’nin Latin Amerika’daki halkları arındırdığına ilişkin sözlerinden dolayı yerlilerden özür dilemesi gerektiğini söyledi. Chávez, “Bu topraklardaki yerli soykırımı yapıldığını Papa dâhil hiç kimse inkâr edemez. Nasıl olur da tüfeklerle gelenlerin hiç baskı yapmadan kıtayı Hıristiyanlaştırdıkları söylenebilir,” dedi.

BOLİVYA

Ülkenin ilk yerli lideri Evo Morales, Hıristiyanlıkla yerel dinlerin karışımından oluşan bir inanca sahip. Katolik Kilisesi’ne karşı kendi inançlarını korumaya çalışan yerlilerin sözcüsü olarak kiliseyle ilişkileri gergin. Ancak halkın yüzde 80’ine yakınının Katolik olduğu ülkede kiliseyle ters düşmek pek iyi bir fikir olmadığından, Morales bu konuda dikkatli adımlar atıyor. Yine de Morales 2009’da din adamlarının muhalefetine isyan ederek, “Kilise hükümetimizin uygulamaya çalıştığı reformların en büyük düşmanı,” demişti.

EKVADOR

Latin Amerika solunun genç lideri Rafael Correa, kendisini “hümanist Katolik” olarak tanımlıyor. ABD karşıtı açıklamaları ve sosyalizme göz kırpan politikalarıyla dikkat çeken Correa, Marksist solun değil, Hıristiyan solunun bir temsilcisi olduğunu her fırsatta dile getiriyor. Ancak sağcı partilere destek veren kilise ile iktidar arasında tansiyon yüksek. Correa 2008’de papazların anayasal değişikliğe karşı başlattığı kampanyaya ateş püskürerek, gençlere ülkeyi karanlığa götürmek isteyenleri dinlememe çağrısı yapmıştı.

NİKARAGUA

Ülkede Somoza diktatörlüğünün 1979’da yıkılmasında Katolik rahip Ernesto Cardenal’in çok büyük rolü olmuştu. Solcu gerilla hareketi Sandinistlerin üyesi olan Cardenal, aynı zamanda devrimci bir şair ve 1979-87 arasında Sandinist hükümetin kültür bakanıydı. Sandinistler 2006’da yeniden iktidara geldiğinde, eski devrimci söylemlerin büyük bölümünden vazgeçmişlerdi. Koltuğunu geri almak için Kilise’ye sıcak mesajlar veren, hatta kürtajın yasaklanmasını destekleyen Sandinist lider Daniel Ortega, solcular tarafından sert bir şekilde eleştirildi. 2006’da yeniden Devlet Başkanı seçilen Ortega, artık kendisini “Kilisenin oğlu” olarak tanımlayan ılımlı bir siyasetçi.

PARAGUAY

2008’de devlet başkanı seçilen Fernando Lugo, Katolik bir papaz. Ülkedeki kilisenin piskoposu iken siyasete atılan Lugo’nun halk arasındaki adı “yoksulların piskoposu”. Göreve gelmeden önce grevlere en ön sırada katılan ve köylülerin mücadelesine destek olan Lugo, Küba ve Venezuela’yla yakın ilişkilere sahip.

BREZİLYA

Latin Amerika’nın en dindar halkı Brezilyalılar. Eski Devlet Başkanı Lula, 2007’de ülkeyi ziyaret eden Papa’nın Katolikliğin ülkenin resmî dini olması yönündeki çağrısını reddederek, Brezilya’nın laik bir ülke olduğunu söylemişti. Solcu Lula hükümeti de, farklı gruplara ayrıcalık sağlayabileceği gerekçesiyle dinî eğitime karşı çıkmıştı. Başkan Dilma Rousseff ise, kürtaj karşıtı yasayı yumuşatacağını açıklayarak koyu Katolik nüfusun ve Kilise’nin tepkisini çekti.

Özetle: “Kurtuluş Teolojisi okulundan din adamları yoksulluğun bireysel bir kader değil, toplumsal bir eşitsizliğin sonucu olduğu fikrine vararak Marksizme yakınlaştı. Bunlardan biri Brezilyalı Frei Betto. Küba Devrimi’nin lideri Fidel Castro’nun yakın dostu olan Betto, ‘Fidel ve Din’ kitabında Kübalı komünistlerin din konusunda özgürlükçü ve rahat bir ilişki geliştirdikleri belirtir.”[27]

Özetin özeti: Latin Amerika’ya özgün bir örnek olarak “Kurtuluş Teolojisi” kavramıyla şekillenen “yoksulların kilisesi”, kıtanın dört bir yanında devrimci mücadelenin sembollerinden oldu. 1960’lar Latin Amerika’sında Kolombiya’dan Nikaragua’ya birçok ülkede “devrimci kiliseler”, sağcı iktidarlara ve diktatörlüklere karşı direnişe katıldı.[28]

BİRKAÇ NOKTA DAHA

Belirttiğim gibi, 1492’de kıta Kristof Kolomb tarafından keşfedildiğinde Latin Amerika topraklarında yerliler yaşıyordu. Orta ve güneyde ise Maya, Aztek ve İnka medeniyetleri vardı.

İspanyol ve Portekizli sömürgecilerin “çelik ve mikrobu”yla geldikleri coğrafya köleleştirilip, uygarlıklar ortadan kaldırdı, milyonlarca insanı da katletti. Kıtanın altın, gümüş ve diğer değerli madenlerini Avrupa’ya taşıdılar. Afrika’dan milyonlarca insanı köle olarak çalışmaları için getirdiler.

Zamanla kıtada, Latin Amerika’da doğup, büyüyen, İspanya ve Portekiz’le bağı kesilen yeni nesiller Fransız Devrimi’nden de etkilenerek bağımsızlık savaşları vermeye başladılar. Bu yeni nesiller arasında en önemli isimler kuşkusuz, bağımsızlık fikrini getiren Francisco de Miranda ve bölgeye bağımsızlığı getiren Simón Bolívar, Arjantinli José de San Martín idi.

1800’lerden itibaren Simón Bolívar liderliğinde, Venezuela, Kolombiya, Peru ve Ekvador ülkelerinde küçük çaplı başkaldırmalar yaşanmaya başlandı. İlk bağımsızlığa kavuşan ülke 1809’da Ekvador oldu. Daha sonra 1810’da Venezuela, Arjantin ve Kolombiya, en son bağımsızlığa kavuşan ülke ise 1902 yılında ABD’nin de yardımıyla Küba oldu. Portekiz Krallığı sömürgesi olan Brezilya ise 1822’de bağımsızlığına kavuştu.

XXI. yüzyılda Latin Amerika’da sömürgecilik yeni modern hâliyle devam ediyor. ABD sömürgeciliği 1823’te Monroe Doktrini’yle bölgeye ilgisini ortaya koydu. “Amerika kıtası, Amerikalılarındır” mottosu ile kıtanın kendilerine “ait” olduğunu ilan etti.

1903’te ABD ilk hedefine ulaşarak ekonomik, kültürel, askerî ve coğrafî konudan çok stratejik bir konumda olan Panama’yı Kolombiya’dan 25 milyon dolar gibi komik miktara satın aldı. ABD’nin II. Dünya Savaşı’ndan sonra, bölgeye bakışı tamamıyla “Patio Solar/ Arka Bahçe” oldu.

ABD, Soğuk Savaş döneminde, Latin Amerika ve Karayip ülkelerinde onlarca askerî darbeye bazen açık, bazen ise örtülü destek verdi.

Darbeyi yapan asker ve komutanların çoğu Güvenlik İşbirliği Batı Yarıküre Enstitüsü’nde eğitim görmüştü. 38 yıl boyunca 23 Latin ülkesinden 60.000’e yakın üst düzey polis ve asker burada eğitim almıştı. Bu okuldan mezun olup daha sonra kendi ülkelerine döndüklerinde 10’u Cumhurbaşkanlığına, 38’i Savunma Bakanlığına, 71 Genelkurmay Başkanlığına kadar geldi ve hâlen Latin Amerika üst rütbeli askerler, bu enstitüde eğitim almaya devam etmekte…

Latin Amerika tarihi sömürgecilik ve ona karşı direniş/başkaldırılar tarihine mündemiçtir.

Kolay mı? Latin Amerika’nın sömürgecilik tarihi yaklaşık 500 yıllık uzun bir sürece yayılmaktadır.

  1. yüzyılda Amerika kıtasının fethedilmesinden itibaren XIX. yüzyıla kadar İspanya ve Portekiz egemenliğinde bulunan Latin Amerika, bu süreçte ekonomik bakımdan İngiliz ticaretinin etkisi altında kalmış, XIX. yüzyılın başından itibaren de ABD’nin yayılmacı politikalarının hedefi hâline gelmiştir. Bu bakımdan, sömürgeciliğin Latin Amerika’da hiç sonlanmadığı, biçim değiştirerek farklı devletlerin hegemonyasında günümüze kadar sürdürülmeye çalışıldığı söylenebilir. Bölge üzerinde farklı şekillerde uygulanan sömürgeci politikalar göz önünde bulundurulduğunda Latin Amerika siyasetinde en dikkat çeken nokta, fetihten günümüze dek 500 yılı aşkın bir sürece yayılan tüm sömürgeleştirme çabalarına karşı, Latin Amerika halklarının, direnişi bırakmadan bağımsızlık mücadelelerini sürdürmüş olmalarıdır. Fakat özellikle günümüz siyaseti bakımından daha da önemli olan, 1980 sonrasında ABD’nin küreselleşme adı altında uyguladığı iktisadî sömürgeleştirme politikalarına karşı çok güçlü direnişler gösterebilmiş olmaları ve iddia edilenin aksine kapitalist sistemden ya da liberalizmden başka seçenekler olabileceğini göstermiş olmalarıdır.

Latin Amerika’nın sömürgecilik tarihinde dikkat çeken örneklere kısaca değinmek yerinde olur.

Latin Amerika’nın sömürgeleştirme dönemi, kıtanın XV. yüzyılda İspanya ve Portekiz tarafından ele geçirilmesiyle başlamıştır. Kristof Kolomb, Hernán Cortés ve Francisco Pizarro önderliğindeki conquistadorların kıtayı fethetmesinin ardından Portekiz ve İspanya arasında imzalanan Tordesillas Antlaşması’na göre, Güney Amerika topraklarında günümüzde Brezilya’nın bulunduğu bölge Portekiz’e bırakılırken, Brezilya dışında kalan “tüm bilinmeyen keşfedilecek bölgeler” Kastilya Hanedanı’nın hâkimiyeti altına girmiştir.

Latin Amerika’nın XV. yüzyılda başlayan bu sömürgecilik döneminde günümüzün sömürgeleştirme politikalarına çok benzer bir sistem uygulamaya konmuştur. Toprakları ele geçirilen, evleri zapt edilen yerlilere Avrupa’dan getirilen misyonerlerin vereceği din eğitimi ve bakım karşılığında, bu insanların emeklerinden bedava yararlanmayı sağlayan ve “Encomienda” adı verilen bu sistemle aslında yapılmak istenen, Hıristiyanlığın öğretilmesi ve bölgeye medeniyet götürülmesi kastedilerek “kutsal bir amaç için karşılıklı yardımlaşma” adı altında sömürgeciliğin meşru hâle getirilmesidir. Bu sömürgeleştirme döneminde milyonlarca yerli çeşitli işkencelerle katledilerek öldürülmüş ve kıtanın fetihten önce 150 milyon civarında olan nüfusu 3.5 milyona düşmüştür. Ayrıca kıtadaki üç büyük uygarlığın, Maya, Aztek ve İnka uygarlıklarının yerleşim yerleri, tapınakları, tüm kültürel hazinesi yerle bir edilmiştir. Fakat bu yıkım sürecinde Avrupa’nın sömürgeleştirme çabalarına karşı çok sayıda yerli ayaklanması da yaşanmıştır. Bu direnişlerden en önemlileri, XVI. yüzyılda İnka önderi Tupac Amaru’nun başlattığı ayaklanma ile XVIII. yüzyılda çok geniş bir bölgede on binlerce Quechua yerlisinin başına geçerek mücadele eden José Gabriel Condorcanqui’nin başlattığı ayaklanmalardır. Bunlara benzer daha birçok örnek, kıtadaki direnişin yüzyıllar boyunca sürdürüldüğünün ve bölge halklarının güçlü bir direniş geleneğine sahip olduğunun bir göstergesidir.

Fetihten itibaren gerçekleştirilen bu direnişlere rağmen Latin Amerika XIX. yüzyıla kadar İspanya ve Portekiz sömürgeciliğinden kurtulamamıştır. Ancak, 1782’de Kuzey Amerika bağımsızlık mücadelesinin başarıya ulaşması ve hemen ardından yaşanan Fransız Devrimi, Latin Amerika’daki bağımsızlık mücadelelerini de teşvik edecektir. 1808’de Napoleon Bonaparte’ın ordularının İspanya’ya girmesi ve İspanya’nın bölgedeki denetiminin zayıflamasıyla Latin Amerika’daki halk direnişleri tüm bölgeye yayılmış ve Simón Bolívar önderliğinde başlayan bağımsızlık mücadelelerinin sonucunda birçok Latin Amerika ülkesi bağımsızlığını ilan etmiştir. Bu süreçte ABD ve İngiltere de gelecekteki ticari çıkarlarını düşünerek bu ayaklanmalara destek vermişlerdir. Bu mücadele sürecinde Bolívar, tüm Latin Amerika ülkelerini bir araya getirecek bir birlik kurmaya yönelik hedefini 1821’de Büyük Kolombiya Cumhuriyeti’ni kurarak gerçekleştirmiştir. Fakat bir süre sonra bağımsızlık mücadelelerinin başındaki liderler arasında çıkan anlaşmazlıklar sonucunda Büyük Kolombiya Cumhuriyeti 1830’da tamamen dağılmıştır. Bu dönemde Latin Amerika ülkelerinin çoğu İspanya egemenliğinden kurtulmuş gibi görünse de kendi aralarında bir birlik sağlayamamış olmalarından dolayı İngiltere ve özellikle ABD’nin iktisadî sömürgeleştirme politikalarının açık hedefi hâline gelmişlerdir.

Latin Amerika’nın XIX. yüzyılın ilk yarısından itibaren ABD’nin sömürgeleştirme politikalarının açık hedefi hâline gelmesinin ilk belirtileri, 1823’te ABD Başkanı James Monroe tarafından ortaya konan ve daha sonra da Monroe Doktrini olarak anılacak olan kararla su yüzüne çıkmıştır. Bu kararda, “Birleşik Devletler’in, Orta ya da Güney Amerika’ya karşı gerçekleştirilecek bir Avrupa müdahalesini, kendisi için bir tehdit olarak göreceği” belirtilmektedir. Açıkça, Amerika ile Avrupa’yı birbirlerinin işlerine karışmamaya çağıran ve böylece Latin Amerika ülkelerinin XIX. yüzyıl ve XX. yüzyıldaki siyasi konumunu belirleyen bu karar sayesinde Amerika Birleşik Devletleri, bölge üzerinde çok uzun süre politik ve ekonomik üstünlük sağlamayı başarmıştır.

ABD Monroe doktriniyle birlikte, Orta ve Güney Amerika kaynaklarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilmesini sağlayacak bir dizi politikayı uygulamaya koymuştur. Kendi çıkarları doğrultusunda bölgede bir eşitsizlik ortamı yaratabilmek ve bu durumu sürdürebilmek için ABD’nin Latin Amerika üzerinde uyguladığı politikalar başlangıçta “ülkelere bağımsızlık kazandırma” adı altında gerçekleştirilmiştir. Tıpkı 1893 yılında, halkının çıkarlarını gözeten ve toprak reformuyla ilgili yeni bir anayasa hazırlatan Hawaii kraliçesi Liliuokalani’nin “ülkeye bağımsızlık kazandırma” adı altında askerî müdahaleler yoluyla tahttan indirilmesinde yapıldığı gibi… Bu müdahale, Latin Amerika’daki ABD müdahalelerine bir prototip oluşturmuş gibidir…

Benzer şekilde, XIX. yüzyılın sonunda İspanyol egemenliğinden kurtulmak için mücadele eden Küba’ya bağımsızlık kazandırmanın karşılığında, ABD’nin, hem adanın ekonomisini elinde tutma imkânına ulaşmış olması hem de bu bağımsızlığın “hediyesi” olarak Guantanamo’da askerî bir üs bulundurma hakkını elde etmiş olması…

Bir başka örnek de, Kolombiya yönetimindeki Panama’ya bağımsızlık kazandırmanın karşılığında, ticari bakımından Latin Amerika’ya geçiş kapısı olan Panama Kanalı’nın kullanım hakkının ABD’ye bırakılmasıdır.

Bu örneklerde görüldüğü gibi, Latin Amerika ülkeleri XIX. yüzyılda sömürge olmaktan kurtulup bağımsızlıklarına kavuşmuş gibi görünseler de aslında bu kez ABD’nin sömürgesi olmaya devam etmişlerdir. ABD bu yayılmacı politikalarını uygularken kimi zaman doğrudan askerî müdahalelerde bulunmuş, kimi zaman da gizli planlarla hükümetleri devirerek yönetimi kontrol altında tutmuştur. Fakat bu süreç içerisinde en önemli dönüm noktası 1959’da gerçekleştirilen Küba Devrimi’nin diğer Latin Amerika ülkeleri üzerindeki etkisi olmuştur. Devrim sonrasında Küba’nın sağladığı istikrardan ve Sovyetler Birliği ile ilişkilerinden fazlasıyla rahatsız olan ABD, iktisadî ve politik bağımsızlık hareketlerinin diğer ülkelere de yayılmaması bakımından Latin Amerika’da çok daha sert politikaları uygulamaya koymuştur. Bu dönemde etkisi altındaki tüm Latin Amerika ülkelerine Küba ile her türlü ilişkiyi kesme konusunda kararlar aldıran ABD, bu kararlara uymayarak, Küba’ya askerî ya da ekonomik destek sağlamayı sürdüren ülkelere her türlü yardımın kesileceğini bildirmiştir. 1960 yılında Küba’yı OAS’tan ihraç etme çabaları, 1961 yılında düzenlenen Domuzlar Körfezi Çıkarması ve 1962 yılında patlak veren Ekim Füzeleri olayı, ABD’nin Küba Devrimi’nden duyduğu endişenin birer göstergesidir. Devrimin ardından Küba’daki istikrarlı yapıyı yıkabilmek ve ülke üzerindeki denetimi sağlayabilmek için birçok girişimde bulunmasına rağmen bölgenin kontrolünü tekrar ele geçiremeyen ABD, Latin Amerika ülkelerindeki denetimi askerî diktatörlükler kurarak sağlamaya çalışmış ve birbiri ardına devrilip yeniden kurulan cunta yönetimleri sürecinde Latin Amerika genelinde yüz binlerce insan öldürülmüştür.

ABD’nin Latin Amerika ülkelerini askerî diktatörlüklerle denetim altında tutma sürecinde yaşananlara ilişkin en dikkat çekici örnek, Şili’de uygulanan politikalardır. 1970’te Halk Birliği’nin desteğiyle, Latin Amerika’da seçimle yönetime gelen ilk Marksist Devlet Başkanı Salvador Allende, yabancı sermaye egemenliğine son vermek amacıyla bir dizi reformu uygulamaya koymuştur. ABD çıkarlarını tehdit eden bu durum karşısında ABD’nin izleyeceği plan ise daha 1969’da Halk Birliği’nin kuruluşu sırasında Pentagon tarafından belirlenmiş bulunmaktaydı. Contingency Plan olarak adlandırılan ve Başkan Nixon döneminde hazırlanan bu plana göre, Halk Birliği ve Salvador Allende seçimleri kazandığı takdirde Birleşik Devletler’in çıkarlarına en yakın Şilili askerler iktidara el koyacaklardı. Oysa aynı dönemde ABD Dışişleri Bakanı Kissenger, Latin Amerika’yı kastederek, “Dünyanın güneyi bizi ilgilendirmiyor” şeklinde açıklamalarda bulunmaktaydı. Allende yönetiminin yapılan reformların yanı sıra Küba ve SSCB ile ilişkileri güçlendirmesi sonucunda, daha önce hazırlanan plan doğrultusunda 11 Eylül 1973’te Şili darbesi gerçekleştirilmiştir. 1973’te gerçekleştirilen bu darbeden dört ay sonra ortaya konan resmî verilerde, darbeyle birlikte, yaklaşık 20 bin insanın öldürüldüğü, 30 bin siyasi tutuklunun işkenceye maruz kaldığı, 25 bin öğrencinin üniversiteden atıldığı ve 200 binden fazla işçinin işten çıkarıldığı belirtilmekle birlikte, gerçek sayıların bu verilerin çok daha üstünde olduğu tahmin edilmektedir.

Bu dönemde ABD kontrolünün dışına çıkarak bağımsız bir sosyoekonomik kalkınma başlatan birçok Latin Amerika ülkesinde sömürgeci politikalara karşı devrimci ordular oluşturulmaya başlanmış ve ABD müdahalelerine karşı büyük mücadeleler verilmiştir. Nikaragua’da gerilla kollarının yüzde 25’ini kadınların oluşturduğu Ulusal Sandinist Kurtuluş Cephesi, Kolombiya’da Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri, Meksika’da Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu bunlardan bazılarıdır. 1980’lere kadar Latin Amerika Şili’de olduğu gibi, çok sayıda darbe girişimine ve cunta yönetimine sahne olmuştur. Fakat dünyanın tek kutuplaştığı Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD artık cuntalara gerek kalmadığı düşüncesiyle, ülkeleri üstü kapalı müdahalelerle kontrol etmeye, devlet adamlarına ya da ABD çıkarlarını tehdit eden kişilere yönelik suikastlarla denetim sağlamaya çalışmıştır.

1980’de El Salvador’da, ülkesindeki cunta yönetiminden kaynaklanan insan hakları ihlâllerinin durdurulması gerektiğini savunan Başpiskopos Óscar Romero’nun, Jimmy Carter’a bu konuya ilişkin bir mektup yazmasının ardından, bir ayin sırasında suikasta kurban gitmesi, bu örtük müdahalelere bir örnektir. 1981’de Ekvador Devlet Başkanı Jaime Roldos’un, ülkesinin tüm enerji kaynaklarını korumaya yönelik bir Hidrokarbonlar Yasası hazırlatmasının sonucunda, Roldos hakkında bir karalama kampanyası başlatılması ve birkaç hafta sonra Roldos’un CIA tarafından planlandığı anlaşılan bir uçak kazasıyla öldürülmesi bu konuya ilişkin bir başka örnektir. Ayrıca bu suikastın ardındaki bir başka önemli sebep de, Roldos’un SIL’i (Summer Institute of Linguistic/ Yaz Dil Enstitüsü) ülkeden sınır dışı etme girişimidir. Aslında bu enstitü, petrol bulunan yerlere giderek, yerlileri, yiyecek ve barınma karşılığında, misyoner kamplara gitmeleri ve arazilerini petrol şirketlerine devretmeleri için ikna etmeye çalışan ve bunu yerlilerin dillerini inceleme bahanesiyle yapan, büyük Amerikan şirketi Rockefeller tarafından finanse edilen bir örgüttür.

ABD tarafından planlanan bu suikastlara verilebilecek bir başka örnek de, Ekvador başkanının öldürülmesinden hemen iki ay sonra, Panama Devlet Başkanı Omar Torrijos’un öldürülmesidir. Torrijos suikastının ardındaki nedenlerden bazıları, Torrijos’un da SIL’i ülkeden sınır dışı etmeye çalışması; ABD’nin Panama Kanalı için tekrar anlaşma teklifini reddetmesi; ve özellikle de, Panama’da 1946’da kurulmuş olan School of Americas isimli sözde eğitim (gerçekte işkenceci yetiştiren) merkezini kapatmaya çalışmasıdır. Latin Amerikalı askerlere eğitim vermek için kurulduğu söylenen bu eğitim merkezinde 60 yıl boyunca 60.000’den fazla asker, halk hareketlerini bastırma, keskin nişancılık, askerî istihbarat, psikolojik savaş ve sorgu teknikleri konusunda eğitim almıştır. Ve yüz binlerce Latin Amerikalı muhalif, burada eğitim alanlar tarafından işkenceye uğramış ya da öldürülmüştür.

Tüm bu örneklerde görüldüğü gibi ABD, XX. yüzyılın başından itibaren giderek daha da sertleşen politikalarla dünya kaynaklarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilmek için, ilgisi dâhilindeki ülkelerde gerçekleştirilen başarılı kalkınma programlarını engellemeye ve halkçı hareketleri parçalamaya çalışmaktadır. ABD’nin bu yönde izlediği politikaların ardındaki bakış açısı ABD Politika Planlama Dairesi’nin 1948’de yayınladığı bir tebliğde açıkça ifade edilmektedir: “ABD dünya nüfusunun yüzde 6’sını oluşturmakta fakat dünya kaynaklarının yüzde 50’sini kullanmaktadır. Ve bu eşitsizlik dünya çapında protestolara neden olsa bile biz bu eşitsizliği sürdürecek politikalar üretmeye devam etmeliyiz.”

Fakat ABD’nin kendi çıkarları doğrultusunda bu eşitsizliği sürdürme ve küreselleşme adı altında, Latin Amerika kaynaklarını kendi ekonomisine göre şekillendirme ve kontrol altında tutma isteğine karşın, 1990’lardan itibaren Latin Amerika ülkelerinde yeni bir direniş dalgasının ortaya çıktığı görülmektedir. Özellikle Venezuela’da 1998 yılında Hugo Chávez’in yönetime gelmesinin ardından neoliberal politikalara karşı gerçekleştirilen direniş örnekleri diğer Latin Amerika ülkelerindeki anti-emperyalist hareketleri de teşvik etmiştir. Chávez, yönetime gelmesinin hemen ardından, Ekvador Devlet Başkanı Jaime Roldos’un önerdiği gibi bir Hidrokarbonlar Yasası’nı yürürlüğe koymuş ve özel sermaye hisselerinin büyük oranda azaltılmasıyla, devlete bağlı petrol şirketi Petroleos de Venezuela ülkenin en önemli ekonomik kaynağı hâline gelmiştir.

Ayrıca Chávez, ABD politikalarına ve tek kutuplu dünya düzenine karşı, Latin Amerika ülkeleriyle olduğu gibi dünyanın diğer bölgelerindeki ülkelerle de sıkı ilişkiler kurma çabasındadır. Özellikle petrol konusunda, Irak, İran, Suudi Arabistan gibi ülkelerin imza attığı antlaşmalarda yer almaktadır. Kendi bölgesinde ise başta NAFTA ve ALCA gibi büyük ölçekli antlaşmalar olmak üzere, ABD kontrolündeki Serbest Ticaret Antlaşmalarının hepsine karşı çıkarak, Latin Amerika birliğini sağlayacak, ABD’den bağımsız antlaşmalara imza atmakta ve bu tür örgütlenmeler bakımından diğer Latin Amerika ülkeleri için de itici güç oluşturmaktadır. Özellikle Küba’yla ilişkilerini çok sıkı tutmaktadır. 2002’de BM İnsan Hakları Komisyonu’nun Küba’da insan hakları ihlâli olduğuna ilişkin kararma olumlu oy vermeyen tek Latin Amerika ülkesi Chávez önderliğindeki Venezuela olmuştur. Bunun yanı sıra, Venezuela Küba’ya düzenli olarak uygun fiyatla petrol ihraç etmekte, buna karşılık Küba da Venezuela’ya tıp uzmanları göndermekte, Küba hastanelerinde binlerce Venezuelalı hastanın tedavisini üstlenmekte ve üniversitelerinde Venezuelalı öğrencilere tıp eğitimi vermektedir.

Küba ve Venezuela’nın etkisiyle, diğer Latin Amerika ülkelerinde de ABD politikalarına karşı benzer direnişler görülmektedir. 2005’te Evo Morales’in yönetime gelmesiyle birlikte Bolivya, Venezuela’dan sonra Latin Amerika’da en çok dikkat çeken ülke konumuna gelmiştir. 2006’da Morales, Bolivya’daki petrol ve doğalgaz rezervlerini kamulaştırma kararını açıklamış ve bundan altı ay sonra da ülkedeki 56 petrol ve doğal gaz rezervine el koymuştur. Bu kararla birlikte, daha önce üretimin yüzde 50’sini elinde bulunduran devlet, artık üretimin yüzde 82’sini elinde bulundurmaktadır. Bolivya dışında Ekvador’da benzer bir süreç yaşanmaktadır. Ekvador’da 2006 yılında yönetime gelen Rafael Correa, ülkedeki petrol rezervlerinin yüzde 85’ini elinde tutan Oxy Petrol Şirketi’yle daha önce yapılmış olan antlaşmaları feshetmiş ve Oxy’le yapılan sözleşmeler kapsamındaki tüm tesis ve makinelerin, bedel ödenmeksizin devlet şirketi olan Petroecuador’a devredileceğini açıklamıştır.

Bunların yanı sıra, birçok ülkede hükümetlerin ABD ile antlaşma yapma girişimlerini, bu ülke halkları gösterilerle protesto etmektedir. Brezilya, Arjantin ve Şili’de halk tarafından gerçekleştirilen gösteriler, bu ülkelerin yönetimlerinin bağımsız bir politika izlemeleri için itici bir güç oluşturmaktadır. Özellikle Brezilya’da adını tüm dünyaya duyuracak güçte gerçekleştirilen ve bugün birçok Latin Amerika ülkesine yayılmış olan Topraksızlar-MST hareketiyle insanlar kapitalizmin adaletsiz düzenine, gelir dağılımları arasındaki uçuruma, açlığa, eğitimsizliğe karşı çıkmakta ve bu düzeni terk ettiklerini yüksek sesle duyurdukları uzun yürüyüşlerin sonunda, sahibi olmadıkları topraklarda kendi adil yaşam koşullarını oluşturmaktadırlar. Benzer şekilde, birçok Latin Amerika ülkesinde ortaya çıkan Patronsuzlar hareketiyle işçiler fabrikaları, çalıştıkları kuruluşları işgal etmektedir.

Ayrıca başta Küba, Venezuela ve Bolivya olmak üzere, adı geçen tüm bu Latin Amerika ülkeleri sadece kendi ülkeleri için değil, tüm Latin Amerika için bağımsız bir sosyoekonomik kalkınma talep ederek, bu amaçla görüşmelerde bulunmaktadır. Dünya Ekonomik Forumu’na tepki olarak 2001’de Brezilya’nın Porto Allegre kentinde toplanan Dünya Sosyal Forumu bu oluşumlara bir örnektir. 2003’te üçüncü kez düzenlenen bu forumda, ülkelerin toplanma amacı, küresel sermayenin dünya çapında yürüttüğü neoliberal saldırıya karşı durmak şeklinde belirlenmiştir.

Latin Amerika siyasetinde yaşanan en önemli gelişmelerden bir diğeri de UNASUR’un kurulması olmuştur. Latin Amerika ülkeleri arasındaki birliğin ve desteğin sürekli olarak sağlanmasının amaçlandığı bu örgüt, üye ülkelerin özellikle ABD politikaları karşısında daha güçlü durabilmelerini sağlayacak önemli bir adımdır.

Elbette küresel sömürgeciliğine karşı Latin Amerika’daki gelişmeler salt iyimser bir tavırla yorumlanamamaktadır.[29]

SORU(N)LAR

Verili koordinatlarda Latin Amerika soru(n)lar yumağıdır ve çözüm İskender’in kılıcına muhtaçtır. Çünkü şimdilik geniş emekçi kitleler adına siyasette dengeleri değiştirecek, güç ve mülkiyet ilişkilerini sarsacak bir programatik/pratik bir yönelim ufukta görünmüyor.

“1959’daki Küba Devrimi’nden beri solun çıkış yaptığı dördüncü dalgadayız. Bu dalga dikkate değer olsa da abartılmamalı.”[30]

Yani “Her ne kadar Latin Amerika’da ‘sol’ yükselişte olsa da bu zaferin yaklaşmakta olduğunu göstermiyor… Latin Amerika’daki ilerici solun emperyalizmi reddi, bağımsızlık yolunu ve işçi sınıfının neoliberalizme karşı sesini güçlendirmeyi gerektiriyor… İleriye dönük baktığımızda, Latin Amerika sosyalizme sakin dalgalarla gitmeyecek, engebeli, sarp bir süreç bekliyor.”[31]

Sürece ilişkin “Temel soru(n) da şu: Sınıf hâkimiyetine dayanan kapitalist devleti temsili demokrasiye dayanan bir mücadeleyle dönüştürmek mümkün mü? Kapitalist bir devlet seçimle hükümete gelen sosyalist bir projenin iktidarını meşru kabul edip, sosyalist politikaları hayata geçirir mi? Emperyalizm, devlet bürokrasisi, sağcı paramiliter ve sokak seferberlikleri karşısında sosyalist bir proje devlete hâkim olabilir mi?”[32]

Yanıtım(ız) “Hayır”dır; çünkü, hükümete gelen sosyalistler miras aldıkları devleti dönüştürmek zorundadır. Ancak devletin egemen bloğun çıkarlarına göre biçimlendiği tabloda bu “demokratik denen yol”dan(?) mümkün değildir; aksini yani “demokratik denen yol”u(?) savunanlar Karl Marx’ı anlayıp, mücadele azmini güçlendirmeyi değil; onu “terbiye etmeyi, ehlileştirmeyi” amaçlayanlardır.

Tamam: Bolivya, Meksika, Arjantin, Peru, Honduras, Şili, Kolombiya, Brezilya sola dümen kırdı. Geleneksel kaleler Küba ve Venezuela ile Nikaragua’yı da ekleyince Güney/Orta Amerika genelinde sol-sosyal-demokrat yönetimler tarafından yönetilen nüfusun sayısı yarım milyarı bulmuş oluyor.[33]

Ama bu kadar, yani olabildiğince “sosyal-demokrat”!

Buna “yetmez ama evet” denilemez. Çünkü…

Hatırlayın: Birinci sol/pembe dalga Şili’de Pinochet dönemi ile başlayan ve XX. yüzyılın son yirmi yılına damgasını vuran sermaye tahakkümüne, yani neoliberalizme tepkilerden kaynaklandı. Uluslararası konjonktürden yararlandı. İkinci “Pembe Dalga”, Latin Amerika’yı yirmi yıl önce etkileyen “sol fırtına” ile karşılaştırılırsa ılımlı ve uzlaşmacıdır.[34]

Latin Amerika’daki ikinci sol dalganın bölgesel olarak sınırlarına eriştiği söylenebilir mi? Evet…

İlk sol dalgadaki ideolojik çerçeve, toplumsal örgütlülük ve mobilizasyon, ikinci dalgadaki sol hükümetleri tanımlayan özellikler olmaktan çok uzak. Bugün, bölgedeki sol ya da ilerici hükümetler neredeyse tamamen, sağ ve aşırı sağ hükümetlerin ekonomik ve politik başarısızlıklarının yarattığı ortamlarda sınırlı seçim zaferleri sonucunda iktidarı ele geçirdiler.

İdeolojik olarak ise ortaya önemli bir alternatif koymaktan uzak, mevcut sorunların çözümünde ılımlı bir piyasacılığı savunmanın sınırları içerisine hapsoldular.[35]

Özetle: Chávez’in Bolívarcı devrimi tam olarak da bu dönüşümün tek başına başkanlık veyahut parlamento sonuçlarıyla değil, anayasa değişikliklerini de içeren hem ekonomi hem rejim yönetimini tabana yayan, toplumsallaştıran ve demokratikleştiren kamucu bir biçimde gerçekleşmesini hedefliyordu. Bu dönüşümler Venezuela’da dahi tam olarak gerçekleştirilemezken, o dönemin pembe dalga iktidarları, özellikle de Arjantin ve Brezilya için ise hikâye yalnızca demokratik, toplumsal refahı hedefleyen politikalar ile sınırlı kaldı.[36]

Yol aç(a)madı; ilerleyemedi; “sol”, sağın enkazını temizlemekle meşgul oldu, edildi.

Sol-sosyal demokratların işbaşına geldiği Latin Amerika’daki ikinci “pembe dalga” 2000-2010 arasındaki “birinci pembe dalga”nın yarattığı kazanım ve tecrübeyle yükselmeye devam ediyor. Liderler, sağcı başkanların büyük tahribatlar yaşattığı alanlarda yapısal politikalara imza atıyor.

Malum “Pembe Dalga” terimi Latin/Güney Amerika’da 2000’li yılların başından itibaren peşi sıra sol-sosyal demokrat liderlerin işbaşına gelmesini tanımlamak için ortaya atıldı. 1999’da Hugo Chávez’in Venezuela’nın başına geçmesinin ardından 2000’de Şili’de Ricardo Lagos, 2002’de Brezilya’da Lula, 2005’te Bolivya’da Evo Morales, 2006’da Ekvador’da Rafael Correa, 2008’de Paraguay’da Fernando Lugo seçim zaferleri kazandı.

“İkinci pembe-kızıl dalga” ise 2018’de Meksika’da Luiz Obrador’un başkanlık koltuğuna oturmasıyla başladı. 2019’da Arjantin’de Alberto Fernandez, 2020’de Bolivya’da Luis Arce, 2021’de Honduras’ta Xiomara Castro, 2021’de Şili’de Gabriel Boric ve Kolombiya’da Gustavo Pedro izledi. Lula’nın 1 Ocak 2023’te Brezilya Devlet Başkanlığı koltuğuna oturmasıyla sol yönetimler bölgenin dört bir tarafına yayıldı.[37]

MEKSİKA

2018’de başa sosyal demokrat lider Andreas Manuel Lopez Obrador geldi. Seçim vaadi olan “görev onayı” için iki yıl sonra referandum yapıldı ve sandıktan yüzde 90 destek çıktı.

KÜBA

Emperyalistlerin çökertme girişimlerine karşı inatla sosyalizmi ayakta tutmak için direnen Küba’da Devlet Başkanı Miguel Diaz-Canel, Kolombiya ve Venezuela gibi ülkelerdeki krizlerde arabuluculuk yapıyor.

HONDURAS

2009’da ABD destekli darbeyle iktidardan uzaklaştırılan popülist Devlet Başkanı Manuel Zelaya’nın eşi solun adayı Xiomara Castro, 2021’in son aylarındaki seçimin galibi oldu.

NİKARAGUA

ABD’nin Avrupa Birliği ile ortaklaşa koyduğu tüm yaptırım tehditlerine rağmen Nikaragua halkı, eski gerilla lideri olan Daniel Ortega’yı 2021’de devlet başkanı seçti.

KOLOMBİYA

Solun ortak adayı Gustavo Petro 8 Ağustos’ta göreve başladı. Petro, 1985 ile 2018 arasında en az 450 bin kişinin ölümüne neden olan iç çatışmaların sonlanması için beş silahlı grupla ateşkes imzaladı. Ayrıca Venezuela ile on yıllar sonra diplomatik temas sağladı.

VENEZUELA

2018’de seçimleri üst üste ikinci defa kazanan Devlet Başkanı Nicolás Maduro yönetimindeki ülke, bölgedeki solcu iktidarlarla işbirliğini artırma eğiliminde. ABD’nin ağır ambargosuna rağmen Küba, Nikaragua gibi ülkelere yakın dayanışma içinde.

PERU

Peru’da 2021’de kurulan sandıktan solcu Pedro Castillo çıktı. Ancak Castillo, 7 Aralık’ta ülke oligarşisinin darbesiyle görevden alındı ve cezaevine konuldu. Castillo’nun yerine yardımcısı Dina Boluarte başa getirildi.

BREZİLYA

Eski metal işçisi ve sendika lideri Lula da Silva, birçok yolsuzluk iddiasıyla gündeme gelen, emek karşıtı açıklamalarıyla bilinen, faşist Jair Bolsonaro’yu mağlup ederek, devlet başkanı oldu. Ülkede üçüncü Lula dönemi başlarken solcu liderin ilk icraatı yoksul halka yardım oldu.

BOLİVYA

ABD destekli grupların ve ordunun müdahalesi sonrası 2020’de istifaya zorlanan Devlet Başkanı Evo Morales’in varisi Luis Arce, 2020’deki seçimlerde yüzde 55 oyla seçildi.

ARJANTİN

Yıllardır ekonomik kriz ve yüksek enflasyonla boğuşan Arjantin’deki 2019 seçimlerinde sosyal demokrat Alberto Fernandez, sağcı Devlet Başkanı Mauricia Macri’nin yerine ülkenin başına geçti.

ŞİLİ

35 yaşındaki eski öğrenci lideri Gabriel Boric, sağcı aday José Antonio Kast’ı geride bırakarak, 2021’de seçimi kazandı. Boric’in en büyük vaadi darbeci Pinochet yasalarının feshedilmesiydi.

ABD BELASI

Buraya dek ifade ettiğim tüm melanetlerin ardında ABD emperyalizmi vardır.

Bunu, Latin Amerika gerçeğinin sömürgeci yağma ve mülksüzleşme üzerine inşa edildiğinin altını özenle çizen Eduardo Galeano, “Topraklarındaki zenginlikler nedeniyle beş yüzyıldır kesintisiz bir şekilde yağmaya ve saldırıya maruz kalan Latin Amerika’nın hikâyesini” şöyle anlatır:

“Bizim bugün Latin Amerika diye adlandırılan toprağımız, kendini hep kaybetmeye adamış durumda. Rönesans Avrupalılarının dişlerini boğazımıza geçirmek üzere okyanusa atıldıkları uzak çağlardan beri böyle bu. Yüzyıllar geçti aradan. Ve bütün bu süre boyunca Latin Amerika, işlev ve görevlerinde her gün biraz daha gelişip yetkinleşti…

“Bugün bütün dünyanın gözünde Amerika demek, ABD demektir. Bizler, ne idüğü pek belli olmayan ikinci sınıf bir Amerika’da oturmaktayız. Kesik damarların kıtasıdır Latin Amerika. Keşfedildiği günden beri burada her şey, önce Avrupa, daha sonra da Kuzey Amerika sermayesine dönüşmüş ve o uzaktaki iktidar merkezlerinde öylece birikmiştir, öylece birikmektedir. Her şey, bütün her şey: Toprak ve tüm ürünleri, zengin madenlerle dolu toprak altı, insanlar, insanların üretim ve tüketim güçleri, tüm doğal ve insani kaynaklar. Ülkelerin üretim tarzları ve sınıfsal yapıları, daima ve her seferinde kapitalizmin evrensel çarklarına zincirlenişleri göz önüne alınarak, dışarıdan belirlenmiştir.”[38]

Coğrafyasındaki zenginliklerden ötürü yüzyıllardır yağmaya ve saldırıya maruz bırakılan Latin Amerika’nın hikâyesi; bütün insanlığın güç ve iktidar ilişkilerinin, emperyalist politikaların, savaşların altındaki nedenlerin, baskı karşısında mayalanan öfkenin, isyanın ve acının özetidir.

Altın, elmas, kalay, gümüş gibi doğal kaynakların; kakao, şekerkamışı, muz, pamuk gibi tarım ürünlerinin fışkırdığı bereketli toprakların halkları yoksullaştırmış, başka kıtaların ihtiyaçlarını karşılamak üzere kimi zaman işgal, çoğu zaman da kukla yönetimler aracılığıyla talan edilmiştir. Üstelik saldırganlar niyetlerini hiçbir zaman gizleme ihtiyacı duymamıştır. Meksika’nın fethi sırasında Hernán Cortés’in yardımcısı Bernal Díaz del Castillo bunu şöyle ifade eder: “Tanrı’ya ve hükümdarımıza hizmet için geldik biz buraya. Fakat aynı zamanda, buradaki zenginlikler için de geldik.”

İster İspanya, ister ABD; bu hep böyle oldu…

Örneğin 2 Aralık 1823’te, ABD Başkanı James Monroe, ülkesinin kongresine, sonraları Monroe Doktrini olarak ünlenecek görüşü(nü) açıkladı:

“ABD, Amerika kıtası üzerindeki herhangi bir ülkenin Avrupa ülkeleri tarafından sömürgecilik konusu yapılmasına… Kontrol altına alınmasına izin veremez; bu tür girişimleri gayri dostane hareket sayar; ABD’nin de Avrupa devletlerinin sorunları ile hiçbir ilgisi yoktur ve onların sorunlarına karışmayacaktır.”

Dört dörtlük bir sömürgeci egemenlik belgesi olan Monroe Doktrini, 1904’te Başkan Theodore Roosevelt’ce, “Orta ve Güney Amerika’da bir devlet ABD’nin güvenini kazanmazsa ABD müdahale edecektir,” biçiminde pekiştirildi.

Evet, özetle “Amerika kıtası ABD’nin malıdır” deniyordu!

Söz konusu güzergâhta XX. yüzyılın başından itibaren Orta Amerika’nın tropikal ürünlerine el koyan ABD’li şirket United Fruit Company (UFC), ülkelerin ekonomik, politik ve sosyal gelişmelerini de kontrol altında tuttu. Öyle ki, bu yıllar yeni-sömürgecilik dönemi olarak anılır oldu.

Ve Meksika için sıklıkla söylense de, Orta Amerika ülkeleri için de geçerli oldu, “ABD’ye yakın ama tanrıdan uzak,” betimlemesi… Kaldı ki “Muz Cumhuriyeti” tabiri bu hâlden kaynaklandı!

1930’lara gelindiğinde Chicita olarak bilinen UFC 14.000 km2 toprağın sahibiydi. Ağır çalışma koşullarına karşı işçiler, topraksız köylüler direndiler UFC’ye karşı.

Kosta Rika’da güçlü bir sendikal hareket gelişirken, Nikaragua’da 1928’de Augusto César Sandino’nun liderliğinde Sandinist hareket güçlendi.

1954’te Guatemala hükümeti UFC’ye ait kullanılmayan topraklara el koyarak köylülere vermeye karar verince şirket CIA yardımıyla ordu darbesi yapılmasını sağladı; kukla cunta iktidarı ile kontrolünü sağlamlaştırdı. Muz Cumhuriyeti tabirinin böyle bir tarihsel bağlamı vardı.

El Salvador, Nikaragua, Guatemala ve Honduras “Soğuk Savaş” kesitinde ABD için büyük bir tehdit oldular. 1954 ile başlayan CIA destekli darbeler ABD’nin “arka bahçe”sini kontrol etme yolu oldu. 1963-1969 arasındaki ABD Başkanı Lyndon B. Johnson açıkça, “Orta Amerika’da bir başka Küba istemeyiz,” dedi. 1970’ler boyunda sonunda Sovyetler Birliği’nin ve Küba’nın etkisinin bölgede güçlenmesinden korkan CIA, görünürde sağ hükümetlere ve masa altından kontrgerilla çete örgütlerine mali, teknik ve politik destekler verdi.

Nikaragua’da Sandinist hükümete karşı sağa, El Salvador’da sol koalisyon FMLN’ye karşı orduya, Guatemala’da darbeci Jacobo Arnenz cuntasına, Honduras’ta Oswaldo Lopez Arellano ve Juan Alberto Melgar cuntalarına verdikleri destekle bu ülkelerde demokratik kurumların tesis edilememesinin sorumluları Beyaz Saray ve CIA olarak gösterilebilir.

Arjantin’de 1950’li yılların başlarında, gömleksizler olarak nitelendirilen yoksul kitlelerin desteğiyle iktidara gelen Juan Domingo Peron’un ABD karşıtı, halkçı bir düzen kurma girişimi 1955 yılında askerî darbe ile sonlandırılmıştır. Uzun yıllar yurtdışında yaşayan Peron, 1973 yılında yeniden cumhurbaşkanı seçildikten sonra, oluşturmaya çalıştığı düzen, ölümünden sonra uzun ömürlü olamamış, 1976 yılında General Videla’nın üç kuvvet komutanının da onayını alarak yaptığı darbe sonunda ülke yeniden sert, acımasız bir yönetim altına girmiştir. İşkenceler, yargısız infazlar, kaybolmalar yaygınlaşmış, IMF ile yapılan anlaşmalar, IMF reçeteleri Arjantin’in ekonomik sorunlarına çözüm getirmemiş, ülke doğal zenginliklerine karşın günümüzde de dünyanın kırılgan ekonomileri içinde ilk sıralarda yer alarak kargaşadan, ekonomik krizden kurtulamamıştır.

Nikaragua’da karşı devrimci kontralar, ABD’nin iktidarı Sandinistlerin elinden alma operasyonunun bir parçasıydı. Sonra kontralar seçimleri kaybetse de Sandinistlere karşı konumlarını ısrarla sürdürdüler. Venezuela’da ise, Maduro’yu devirmek için hâlâ uğraşmayı sürdürüyor ABD.

Tıpkı Şili gibi! Seçilmiş devlet başkanı Salvador Allende, halkın aktif desteğini de almıştı. ABD bu tehlikeli gidişi durdurmak için Friedman damgalı neoliberal politikaları yaygınlaştırma amacıyla bir darbe tezgâhladı. Pinochet darbesi ile on binlerce Şilili stadyumlarda işkenceden geçirildi; Victor Jara’nın gitar çalamasın diye önce parmakları kırıldı, sonra da katledildi; teslim olmayı reddeden Allende, Moneda Sarayı’nda katledildi.

Askerî darbelerin, diktatörlüklerin sık yaşandığı diğer bir ülke de bilinen petrol yataklarının büyük bir bölümüne sahip olan Venezuela’dır. XXI. yüzyılın başlarında Hugo Chávez’in başlattığı Nicolás Maduro’nun sürdürdüğü halkçı politikalar, ABD karşıtlığı, ülkenin sağcı kesimlerinde tepkilere, ABD’nin de Maduro’yu tasfiye girişimine yol açmıştır. ABD eğitimli muhalif lider Juan Guaidó önderliğinde ülkede gösteriler artmış; Rusya ve Çin’in Maduro’yu desteklemeleri, ordunun da kesin bir tutum almaması Maduro’nun tasfiyesini engellemiş, ancak ülkede kargaşa ortamı da sona ermemişti.

Bolivya’da halk yararına politika izleyen yerli Evo Morales’e karşı seçimlerde hile yapıldığı gerekçesiyle protestolar başlamış; genelkurmay başkanının ültimatomu üzerine Morales direnmeyerek Meksika’ya sığınmış; yerine ABD yanlısı kadın senatör Jeanine Anez geçici başkan ilan edilmiş; ülke de Morales yanlısı yerli halkın tepkisiyle kargaşa ortamına sürüklenmişti.

Ve Brezilya… Aşırı sağcı eski Devlet Başkanı Jair Bolsonaro destekçileri göreve başlayan devlet başkanı Lula da Silva’ya karşı bir darbe kalkışmasında bulundu. Seçim sonuçlarının ve Lula’nın göreve başlamasını hazmedemeyen Bolsonaro destekçisi binlerce kişi önceki gece Kongre, Yüksek Mahkeme ve Başkanlık Sarayı’nı bastı.

Yüksek Mahkeme yaşananların ardından Brasillia Federal Bölgesi Valisini “90 gün süreyle” görevden alırken Bolsonaro’nun müttefiki olarak bilinen Federal Bölge Güvenlik Bakanı Anderson Torres’i de azletti.

Söz konusu hâl ABD’nin “normali” idi! Yani 2009’dan beri solcu liderlere karşı benzer müdahale ve darbeler gerçekleştiriliyordu: 2009’da Honduras’ta Manuel Zelaya’ya karşı gerçekleştirilen darbenin ardından 2011’de Paraguay’da, 2016’da yine Brezilya’da, 2019’da Bolivya’da ve 7 Aralık 2022’de Peru’da solcu lider Petro Castillo’ya karşı benzer darbe süreçleri gerçekleştirilmesi gibi…

Ancak Washington’un, “arka bahçesi” gördüğü ve dizayna çalıştığı Latin Amerika’da halkların ekonomik krize, adaletsizliğe, yolsuzluğa, ABD’nin siyasete müdahale girişimlerine tepkisi büyürken; uluslararası ilişkilerde Çin faktörü de öne çıkar oldu.

Yani Latin Amerika’da darbeyle gönderilmek istenen liderler iktidarda kalabildiği gibi, ABD’den ziyade Çin’le yakınlaşmaya çalışan liderler de ortaya çıkar oldu.

Denilebilir ki ABD artık, Latin Amerika’da geleneksel emperyalist ajandasını sürdürmekte zorlanıyor. ABD ve Tayvan hükümeti, Çin’le ilişkileri geliştirme hedefi olan Honduras’ın yeni Devlet Başkanı Xiomara Castro’nun yemin törenine katılarak mesaj verdi. Buna karşılık Çin ve Rusya da Latin Amerika’da nüfuz alanını genişletiyor.[39]

Çin-Latin Amerika ve “Karayip Devletler Topluluğu” (CELAC) Dışişleri Bakanları Forumu Pekin’de yapıldı. Toplantıya Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanı Şi Jinping’in yanı sıra, Kosta Rika Cumhurbaşkanı Luis Guillermo Solis, Ekvador Cumhurbaşkanı Rafael Correa Delgado, Venezuela Cumhurbaşkanı Nicolás Maduro ve Bahamalar Başbakanı Perry Christie katıldı. Topluluğa bağlı 30 ülkeden 40’ı aşkın bakan ve heyetlerin katıldığı foruma, Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi ve Kostarikalı mevkidaşı Manuel Gonzalez Sanz birlikte başkanlık ettiler. Toplantının sonuç bildirgesinde birçok noktada ortak politikalar geliştirmek konusunda görüş birliğine varıldı.[40]

Toparlarsak: “Latin Amerika, Çin’de kanat çırpan bir kelebeğin Batı yarıküre’de bir kasırgaya neden olabileceğini her zamankinden çok fark ediyor.”[41]

“DURUM”

Ernestro Che Guevara’nın, “Acımasız liderler yerlerini ancak daha da acımasızlaşacak yeni liderlere bırakırlar,”[42] diye betimlediği Latin Amerika coğrafyası, emperyalizmin esiridir.

Kolay mı? Latin Amerika kıtası, sömürge yönetiminden ve köle ticaretinden çok çekmiş bir bölge. Atlantik ve Pasifik okyanusları boyunca uzanan Arjantin ve Şili’de doğal kaynaklar zengin ve bol.

Karayipler dâhil, ABD’nin güneyinde yaklaşık 600 milyon aşkın insan yaşıyor ama tüm kıta ülkelerinin toplam milli geliri, İngiltere ile Fransa’nın toplamı kadar.

Kıtanın en zengin üç ülkesi Brezilya, Arjantin ve Şili, en güçlü donanmaya sahip olma uğruna milli gelirlerinin büyük bölümünü silahlanmaya harcarlarken; kıtadaki sınır anlaşmazlıkları da her ülkenin gelirinin büyük bölümünü savunmaya ayırmasına neden oluyor. Ayrıca, başta ABD olmak üzere, Çin, Japonya ve Avrupa ülkeleri de yönetimleri biçimlendirme eğiliminde.

Meksika, ABD’nin güneyindeki ülkeler arasında en hızlı gelişeni. Meksika’nın ABD ile geneli çöl olan 3.500 kilometreye yakın sınırı var. Meksika hükümeti, kendi ülkesini tam anlamıyla kontrol edemediği için, ABD’nin gölgesine sığınmak durumunda.

Başkenti Mexico City’de yaklaşık 20 milyon kişinin yaşadığı Meksika’da, narkotik, mal ve insan kaçakçılığı, ABD sınırından gerçekleştiriliyor.

Kaldı ki 1970’lerde Kolombiya’nın balta girmemiş ormanları narkotik imalatının merkeziydi. Buradan hem kara hem deniz hem de hava yoluyla kaçakçılık yapılırdı. Meksika hükümeti ise, narkotik kartelleri yüzünden ülkede otoriteyi kaybetmiş durumda.

ABD’nin kontrol altında tuttuğu Panama Kanalı’na karşı Çin, Nikaragua’da bitecek ikinci bir kanal açmayı hedefliyor.

Ayrıca 1890’dan günümüze ABD’nin Latin Amerika’ya 50’nin üzerinde askerî harekât düzenlemesi de bu coğrafyalarda ABD aleyhtarlığı yaratırken; Çin’in bölgeye el atmasını kolaylaştırıyor.

BM Latin Amerika ve Karayip Ekonomi Komisyonu’nun (ECLAC) raporuna göre Latin Amerika’da yaşayan 167 milyon kişinin hâlen yoksul olduğu belirtildi.

Yoksulluk sınırındaki 167 milyon kişiden 66 milyonunun da aşırı yoksul olduğuna dikkat çekildi. Ayrıca Latin Amerika nüfusunun en zengin yüzde 10’luk kesiminin bölgedeki toplam gelirin yüzde 32’sini elde ettiği ve yoksulların yüzde 40’lık kesiminin toplam gelirden aldığı payınsa yüzde 15’te kaldığı ifade edildi.[43]

BM Latin Amerika ve Karayipler Ekonomik Komisyonu’na göre, Latin Amerika’da aşırı yoksul sayısı 2021’de 5 milyon kişi arttı. Nüfusun yüzde 13.8’inin ayda 57 dolardan daha az gelirle geçinmeye çalıştığı belirtildi.

Raporda yaklaşık 660 milyon kişinin yaşadığı bölgede 201 milyon Latin Amerikalının, bölge için yoksulluk sınırı kabul edilen ayda 143 dolardan daha az bir gelire sahip olduğu belirtiliyor. Rapora göre Latin Amerika’da neredeyse her üç kişiden biri yoksulluk ve yedi kişiden biri aşırı yoksulluk koşullarında yaşıyor.[44]

Gelir dağılımındaki eşitsizliğin had safhaya ulaştığı Latin Amerika’da, nüfusun en zengin yüzde 10’luk kesimi toplam gelirden yüzde 48 pay alırken, en yoksul yüzde 10’luk kesimin payı yüzde 1.6’da kalıyor. Yoksulluk sınırının altında yaşayanların oranı kıta ülkelerinin yarısında nüfusun yüzde 50’sini geçiyor. Bunun yanında, bu ülkelerin çoğu, petrol gibi, doğalgaz gibi, çeşitli madenler gibi büyük yeraltı zenginliklerine sahipler. Bir yanda muazzam bir zenginlik, diğer yanda korkunç bir yoksulluk.[45]

Özetle açlık, işsizlik arttı, “orta sınıf” daraldı, zengin ve fakir arasındaki makas açıldı.

Ayrıca Latin Amerika, demokrasi ve insan hakları, çevre ve doğal kaynakların korunması, yerli toplulukların, kadın haklarının savunulması gibi konularda mücadele eden kişiler için dünyanın en tehlikeli bölgesi olmaya devam ediyor. Sadece 2018’de, dünya genelinde doğayı, geleneksel yaşam alanlarını ve topraklarını korumak için mücadele eden 164 kişi cinayetlere kurban gitmişken, bu cinayetlerin 83’ü Latin Amerika’da gerçekleşti.[46]

Yukarıda da vurguladığım gibi, bu tabloda 2000’lerin başında Hugo Chávez’in Venezuela’sıyla başlayıp Brezilya, Bolivya, Ekvador, Paraguay ile devam eden dalga ile Güney Amerika yeniden yüzünü sola döndü. Latin Amerika’da 2000’lerden itibaren reformcu, askerî darbe geleneğini reddeden ve bununla her düzeyde mücadele eden hükümetler işbaşına gelmeye başladı. Söz konusu hükümetler, 1970’li ve 1980’li yıllarda tüm kıtanın kaynaklarını yağmalayan, sanayilerini kısır bir borç döngüsüne teslim eden darbeci siyasetin ekonomideki devamcısı olan neoliberal ekonomi politikalarını da gözden geçirmeye başladılar.

Bu isyan dalgası, 2000’li yılların ilk on yılında Latin Amerika’nın neredeyse tüm ülkelerinde “Pembe Dalga” olarak bilinen sol-sosyal demokrat-popülist iktidarların önünü açacaktı: Venezuela’da Hugo Chávez’in (1999) Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi (PSUV), Şili’de Ricardo Lagos’un (2000) Concertación’u, Arjantin’de Nestor Kirschner’in (2003) Peronist Partisi, Brezilya’da Lula da Silva’nın (2003) İşçi Partisi, Uruguay’da Tabaré Vazquez’in (2005) Geniş Cephe’si, Bolivya’da Evo Morales’in (2006) Sosyalizme Doğru Hareket’i (MAS), Honduras’ta Manuel Zelaya (2006), Nikaragua’da Daniel Ortega’nın (2007) Sandinista Ulusal Kurtuluş Cephesi (FSLN), Ekvador’da Rafael Correa’nın (2007) (sonradan iyice merkez sağa kayan) PAIS hareketi, Paraguay’da Fernando Lugo’nun (2008) Değişim İçin Yurttaş İttifakı (APC), El Salvador’da Sanchez Cerén’in (2014) Farabundo Marti Ulusal Kurtuluş Cephesi (FMLN), Peru’da Ollanta Humala’nın (2011) Peru Milliyetçi Partisi…

Meksika’dan Şili’ye, Küba’dan Venezuela’ya, Honduras’tan Arjantin ve Nikaragua’ya uzanan geniş coğrafyada işbaşına gelen sol, homojen değil kuşkusuz. Sosyalistinden sosyal demokratına uzanan geniş sol yelpazede hepsi farklı bir noktada konumlanıyorlardı.

Bu özellikleriyle de Latin Amerika için yeni bir dönemi ve tam da XXI. yüzyılın başlangıcında, XX. yüzyılın karanlığından çıkışı anlatıyordu. Bu çıkış ve bu çıkışı temsil eden başkanlar, siyasi liderler, cumhurbaşkanları, önce ABD ve İngiltere kaynaklı medyada, sonra da yerel medyada adeta lince varan bir dezenformasyon dalgasıyla karşılandı.

Yapmak istedikleri birçok reformu yapamadılar ama yine de bu süreçte, bütün bu ülkelerde, yağmacı özelleştirme uygulamalarından dönüldü ve özellikle petrol, doğalgaz gibi temel ihraç kaynaklarının daha etkin değerlendirilmesi için adımlar atıldı, sosyal politikalar -kısmen de olsa- devreye sokuldu.

Ancak ABD’nin emperyalist müdahalesine “Dur” denmedikçe, yapılanlar sınırlı kalacaktı. Çünkü XX. yüzyıl boyunca ABD’nin Latin Amerika ülkelerinde rol aldığı darbe ve darbe girişimlerinin bini geçtiği tahmin edilirken; XXI. yüzyılda ABD için bir ülke yönetimini darbe ile devirip yerine kendi istediğini getirme yöntemi görünüm değiştirdi. Daha çok seçimleri kullanarak istenilen yönetim işbaşına geliyor. Tersi olursa o yönetimin başına her şey geliyordu!

Tıpkı “nafile barış” teraneleri gibi…

“BARIŞ” (MI?)!

Latin Amerika’daki “nafile barış” teranelerine dair Sibel Özbudun, “Latin Amerika’da Barış Süreçleri”[47] ve “Latin Amerika’dan “Barış Süreçleri”: El Salvador Örneği”nde[48] detaylı olarak değinmişti: Tümüyle katılıyorum…

“Barış” deyince, “(…) Albert Einstein’ın, “Nedenler değişmeden sonuçların değişmesini bekleyen budaladır”; Komutan Yardımcısı Marcos’un, “Görünüşe aldanmamak gerek,” uyarılarını “es” geçmemek gerek!

FARC-EP Komutanı Pablo Catamumbo’nun, “Bir savaşın doğası siyasi ise, tıpkı Kolombiya durumunda olduğu gibi, çözüm de hukukî değil siyasi olmalı,”[49] uyarısındaki üzere, silahlı çatışmayı bitiren esas dinamik, devlet politikalarındaki radikal değişimlerdir ve öyle de olmalıdır!

Silahlı çatışmanın son bulması için, o çatışmanın nedeni olan iktidar, “En dipteki bireysel şiddeti yaratan, en tepedeki örgütlü şiddettir,” gerçeğini teyit etmelidir Emma Goldman’ın işaret ettiği gibi…

O hâlde “en tepedeki örgütlü şiddet”i sürdürenlerin ezilenlerin taleplerini bütünüyle karşılaması “olmazsa olmaz” bir gerektir, tabii bu da genellikle mümkün olmamaktadır!

“SOL DALGA”

“Sol Dalga” mı?

Hem “Evet”, hem de “Hayır”…

“Hayır” ile başlayalım: “Latin Amerika, XXI. yüzyılın ilk on yılında dünya solunun başarı öyküsüydü. Bu iki anlamda doğru. İlki ve en fark edilir olanı sol ve ortanın solu partilerin bu sürede hatırı sayılır sayıda seçimi kazanmış olmasıdır.”[50]

“Latin Amerika’nın siyasi yöneliminde ciddi bir değişiklik oldu. Çok sayıda ülkede sol partiler iktidara geldi ve bu partiler, yoksul kesimlere destek vermek için kaynakların yeniden dağıtılmasına ağırlık verdiler,”[51] diyen Immanuel Wallerstein’a katılmak mümkün değil; “seçim kazanmak”, “iktidara gelmek” “sol”un nişanesi olamaz; asgarî anti-tekelci olmayı gerektirirken; özel-mülkiyet ilişkilerini de emekçiler lehine regülarize etmeyi “olmazsa olmaz” kılar.

“Dünya solunda yaşadığı ‘krizi’ en hızlı şekilde atlatıp kendini iktidar seçeneği olarak yeniden yapılandırmayı başaran ‘sol’ kuşkusuz ki Latin Amerika’da,”[52] tespiti ise kesinlikle kabullenilemez. Çünkü “pembe dalgalar”ın farklı tonlarını Yunanistan’da SYRIZA, İspanya’da PODEMOS ile gördük; bunun Şili’deki Gabriel Boric ile gördük; bunların neresi başarı?!

Korkut Boratav’ın, “Yeni yüzyılla birlikte, Latin Amerika’da güçlenen sol rüzgâr, bir yandan ülkelerin özgün renklerini taşıdı; bir yandan da geleneksel sınıf mücadelelerinin birikimlerini yansıttı. Öyle ki, 2012’ye geldiğimizde, (Küba’nın yanı sıra) Venezuela, Bolivya, Ekvador, Arjantin, Brezilya, Uruguay, Nikaragua, Peru ve El Salvador’u (en yakın iktidar alternatiflerine göre) emekten yana ve emperyalizme karşı tavır alan liderler, partiler yönetmektedir. İlk üçü, ‘XXI. yüzyıl sosyalizmi’ hedefini benimsemiş görünüyor. Bazen ‘pembe dalga’ diye adlandırılan ve sosyal demokrat, reformist çizgiler izleyen diğerlerinde de bağımsızlıkçı eğilimler egemendir,”[53] ifadelerindeki “Venezuela, Bolivya, Ekvador’un ‘XXI. yüzyıl sosyalizmi’ hedefini benimsemiş görünüyor olması” mesnetsiz bir “iddia”/“abartma”yken; bir dönemin “Gerilla Başkanlar”ının[54] gerilla ülküleriyle hiçbir alakası kalmadığı da bir “sır” değildir.[55]

Özetle “Latin Amerika yeniden sola mı dümen kırıyor?”[56] sorusunun yanıtı “sol”dan ne anlaşıldığının net biçimde ortaya konulmasıyla mümkündür.

Çünkü “Latin Amerika bize öğretiyor, her şey değişebilir. Sadece Kürtlerin değil Türkiye’nin partisi olmak istiyorsa BDP’nin de Latin Amerika’ya bir uzanması gerekiyor,”[57] türünden şaibeli “solculukların son durağı”, “Küba Devrimi’nin öncülerinden, Fidel Castro’nun yoldaşı Arjantinli devrimci doktor Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde, çantasından; ‘Atatürk’ün Büyük NUTUK’u’ çıkmıştır,”[58] zırvalarına da mahkûm edebilir…

“Sol” deyince, sormak gerek: “Hangi sol”?!

“Solun Yükseliş Dalgası” olarak sunulan Latin Amerika örneklerinde kapitalizmi hedef alan söylemler kullanmış ve sosyalizmden dem vurulmuş olsa da, bunların gerçekte ne anti-kapitalizmle ne de sosyalizmle ilgisi vardı…

Hatırlatmadan geçmeyelim: Latin Amerika’daki sol dalga, her ülkede kendine özgü sosyal, sınıfsal çatışmalar tarafından şekillendiği için farklı ideolojik ve kültürel programlara sahipken; “yeni” sol, ne kadar soldur?!

Edip Cansever’in, “Sıkıntı var/ Boğuntu var/ Tedirginlik var/ Çirkinlik, yalan her şey var/ Ama hep umut var her şeyin içinde,” dizeleri eşliğinde diyeceklerimizi “son”larsak…

Gabriel García Márquez’in, “Dünyanın sosyalist olmasını istiyorum ve inanıyorum ki er ya da geç öyle olacak,” elbette.

Ancak şimdi sorun(umuz); her yerde “Dayanışma artık umut meselesi değil haysiyet meselesi,”[59] diyebilen sosyalist iktidar mücadelesini toplumsallaştırıp; pembenin tonlarıyla iştigal etmemektir! o

18 Ekim 2024, İstanbul.

[*]           26 Kasım 2024 tarihinde “10. yılında Marksizm ve Hukuk Okulu”nda yapılan konuşma.

[2]           Sennur Sezer.

[3]           “I find capitalism repugnant. It is filthy, it is gross, it is alienating… because it causes war.” (Fidel Castro).

[4]           İbrahim Varlı, “Rüzgâr Soldan Esiyor, Bak İşte Yaklaşıyor Fırtına”, Birgün, 30 Kasım 2021, s. 13.

[5]           “Güney Umutlu”, Birgün, 9 Kasım 2021, s. 5.

[6]           “Bir Kıtanın Zaferi”, Birgün, 30 Kasım 2021, s. 13.

[7]           İrfan Çangatin, “Neo-liberalizm Doğduğu Topraklarda Gömülüyor”, Birgün, 25 Aralık 2021, s. 11.

[8]           Mustafa Balbay, “Latin Amerika’nın Sol İktidarları!”, Cumhuriyet, 5 Ocak 2023, s. 4.

[9]           İbrahim Varlı, “Kesik Damarlardan Yükselen Umut”, Birgün, 3 Mayıs 2023, s. 10.

[10]          Ateş İlyas Başsoy, “Athaulpa’nın Tahtı”, Birgün, 24 Eylül 2012, s. 2.

[11]          Candan Pekdaş, “… ‘Öteki’ Mayalar…”, Radikal, 23 Aralık 2012, s. 36.

[12]          Erol Anar, “Güney Amerika’da Darbeler Tarihine Bir Bakış”… http://dunyalilar.org/guney-amerikada-darbeler-tarihine-bir-bakis-erol-anar.html/

[13]          Adriana Cristina Borges-Prof. Dr. Luiz Antônio Cabello Norder: “Tortura e Violência Por Motivos Políticos No Regime Militar No Brasil”.

[14]          Comissão da Verdade revela como foi a perseguição contra índios, gays e religiosos na ditadura, http://www.brasildefato.com.br/

[15]          Calvo, Pablo: “Una duda histórica: no se sabe cuántos son los desaparecidos”, http://edant.clarin.com/.

[16]          “Chile lembra 39 anos de golpe militar”, http://www.ebc.com.br/

[17]          Ambos, Kai; Malarino, Ezequiel; Elsner, Gisela (Ed.). Justicia de transición: informes de América Latina, Alemania, Itália y España. Berlin: Uruguay: Konrad-Adenauer-Stiftung, 2009. p. 135.

[18]          “A Guerra do Paraguai História”, http://www.historiadobrasil.net/

[19]          “http://web.archive.org/web/20100307172328/http:/cuchillodepalo.net/downloads/historical.pd”>Historical Context. cuchillodepalo.net

[20]          “Curto período de ditadura militar explica apreço de colombianos por Forças Armadas”, http://noticias.uol.com.br/

[21]          “Latin Amerika’da sömürgeciliğe karşı direnen ilk gerilla önderi Kasik Hatuey, adaya çıkışlarından itibaren İspanyolların eline geçmemeye çalıştı. Çünkü onları tanıyordu ve neler yapabileceklerini biliyordu. Ama sonunda yakalandı ve diri diri yakıldı. Yakılma nedeni, zalim Hıristiyanların eline geçerek işkence ile öldürülmekten kurtulmak için kaçması ve kendini savunmuş olmasıydı. Kazığa bağlandıktan sonra, yanına yaklaşan Aziz Francisco tarikatından bir keşiş, Tanrı’dan ve Hıristiyan inancından bahsettikten sonra, celladın kendisine tanıdığı bu kısa zaman süresi içinde eğer Hıristiyanlığı kabul ederse günahlarından kurtulacağını ve öldükten sonra cennete gidebileceğini söyledi. Hatuey, keşişin söylediklerini dinledikten sonra bir an düşündü ve bütün İspanyolların cennete gidip gitmediğini sordu. Keşiş, ‘Evet, cennetin kapıları iyi İspanyollara açıktır’ dedi. Kasik Hatuey keşişe şu cevabı verdi: ‘O zaman ben cehenneme gideyim, çünkü cennette İspanyollarla karşılaşmak istemiyorum’…” (Bartoloméo de las Casas, Yerlilerin Gözyaşları, Yerlilerin Yok Edilişinin Kısa Tarihi, çev: Oktay Etiman, İmge Kitabevi, 2009).

[22]          “ABD Kızılderili Topraklarına Nasıl Kondu”… https://tammakale.com/2020/01/abd-kizilderili-topraklarina-nasil-kondu/

[23]          Senkretizm (Türkçeye Fransızca syncrétisme’den, Yunanca sunkrētizein [üçüncü bir partiye karşı birlik(te)] sözcüğünden gelmiştir), sıklıkla çeşitli düşünce okullarının uygulamalarını ve yollarını karıştırarak ayrı veya çelişkili inançları birleştirmek veya birleştirmeyi denemektir. Özellikle teolojide ve din mitolojisinde başta birbirinden farklı olan geleneklerin birleştirilmesi ve kıyaslanmasına yönelik olan, böylece farklı inançlarda temelde yatan bir birliği öne sürerek farklı inançlara karşı daha kapsayıcı bir duruşu savunan hareket ve denemeler için de bu terim kullanılabilir.

[24]          Michael Löwy, Marksizm ve Din, çev: İrfan Cüre, Belge Yay., 1996.

[25]          Aktaran: Serap Çakır, “Marksizmde Din Okumaları”, Cumhuriyet Kitap, No: 1200, 14 Şubat 2013, s. 10.

[26]          Metin Yeğin, “Özgürlük Teolojisi”, Gündem, 9 Mayıs 2014, s. 13.

[27]          Merve Arkan, “Yiğit Günay: Onlar Hem Dindar Hem Devrimci”, Radikal, 1 Nisan 2012, s. 28-29.

[28]          “İslâmi bir kurtuluş teolojisi mümkün müdür?” Bu İslâm’ın ilk döneminde (Karmatilik, Babek, Zenc isyanları vb.) halk ayaklanmalarında ve sonrasında da Şiilik için kısmen mümkündü. Şia içinde alt sınıfların isyanını besleyen pek çok unsur var. Çünkü, din aşağılara doğru indikçe senkretikleşir, melezleşir.

Oysa Sünnî İslâm, neredeyse başından beri bünyesinde yer aldığı devletlerle iç içe bir görünüm sergiler. Yani “egemen sınıf ideolojisi” konumunda ve parçasıdır. Bu özellikle “ulul emre itaat” ilkesinde açığa çıkar. Sünnî İslâm’ı benimseyenler arasında bir “İslâmi Kurtuluş Teolojisi” düşleyenler var ise, iktidardan vazgeçmiş bir Sünnîlik ne kadar kendisi olarak kalabilir, buna “yanıt” vermelidir.

[29]          Ezgi E. Çelik, “Sömürgeciliğe Karşı Bir Başkaldırı Örneği Olarak Latin Amerika”, Felsefelogos, Yıl: 14, No: 39, 2010/2, s. 75-83.

[30]          Vijay Prashad, “Latin Amerika’da Küba Devrimi’nden Bu Yana Dördüncü Sol Dalga: Sosyal Demokrat”, Birgün Pazar, Yıl: 19, No: 803, 31 Temmuz 2022, s. 9.

[31]          Manolo de Los Santos-Gisela Cernadas, “Latin Amerika Solunun Dünü ve Yarını”, Birgün Pazar, Yıl: 9, No: 803, 31 Temmuz 2022, s. 7.

[32]          M. Sinan Birdal, “Sol Popülizm ve İktidar -1”, Evrensel, 12 Şubat 2020, s. 9.

[33]          İbrahim Varlı, “Latin Amerika’da Esen Sol Rüzgâr Ne Anlatıyor?”, Birgün, 11 Ocak 2023, s. 8.

[34]          Prof. Dr. Korkut Boratav, “Latin Oligarşisi ve Pembe-Kızıl Dalgalar”, Birgün, 11 Ocak 2023, s. 8.

[35]          Ertan Erol, “İkinci Dalganın Sınırları”, Evrensel, 24 Nisan 2023, s. 9.

[36]          Yusuf Tuna Koç, “Tek Kutuplu Dünyada Sol İktidarlar”, Birgün Pazar, Yıl: 19, No: 803, 31 Temmuz 2022, s. 6.

[37]          “Sağın Enkazını Sol Temizliyor”, Birgün, 4 Ocak 2023, s. 11.

[38]          Eduardo Galeano, Latin Amerika’nın Kesik Damarları-Karşı Tarih, çev: Attila Tokatlı-Rıza Hamken, Alan Yay., 1988.

[39]          “… ‘Arka Bahçeler’de Karşılıklı Oyunlar”, Birgün, 28 Ocak 2022, s. 11.

[40]          “Çin’den ABD’nin ‘Arka Bahçesi’ne Büyük Hamle”, Aydınlık, 11 Ocak 2015, s. 13.

[41]          Lucrecia Fernández, “Latin Amerika’da Sağın İlerleyişi”, 16 Mayıs 2016… http://sendika10.org/2016/05/latin-amerikada-sagin-ilerleyisi-lucrecia-fernandez/

[42]          “Cruel leaders are replaced only to have new leaders turn cruel” (Che Guevara, httpswww.brainyquote.comquotesche_guevara_197269).

[43]          “Latin Amerika Hâlâ Yoksul Var”, Gündem, 29 Kasım 2012, s. 13.

[44]          “Latin Amerika’da Aşırı Yoksul Oranı Yüzde 13.8’e Yükseldi”, 30 Ocak 2022… ttps://www.avrupademokrat.com/latin-amerikada-asiri-yoksul-orani-yuzde-138e-yukseldi

[45]          İlkay Meriç, “Latin Amerika Bolşevik Önderliğini Arıyor”, 3 Temmuz 2005… https://marksist.net/DUN/Latin_Amerika_Bolsevik_Onderligini_Ariyor.htm

[46]          Ertan Erol, “Mücadelenin Bedeli”, Evrensel, 3 Şubat 2020, s. 9.

[47]          Sibel Özbudun, “Latin Amerika’da Barış Süreçleri”, Mevsimlik Dergi, No: 1, Bahar 2015.

[48]          Sibel Özbudun, “Latin Amerika’dan ‘Barış Süreçleri’: El Salvador Örneği”, Newroz, Yıl: 7, No: 244, 25 Aralık 2013.

[49]          Aktaran: Metin Yeğin, “Latin Amerika 2013”, Gündem, 31 Aralık 2013, s. 12.

[50]          Immanuel Wallerstein, “Latin Amerika Solundaki Çelişkiler”, Birgün, 5 Eylül 2010, s. 2.

[51]          Immanuel Wallerstein, “Latin Amerika Solu Sağa Kayıyor”, 4 Temmuz 2015… http://www.sendika.org/2015/07/latin-amerika-solu-saga-kayiyor-immanuel-wallerstein/

[52]          İbrahim Varlı, “Brezilya’dan Uruguay’a Sol Birliktelik Kazandırır”, Birgün, 28 Ekim 2014, s. 11.

[53]          Korkut Boratav, “Latin Amerika’da Askerî, Sivil Darbeler”, Birgün, 31 Temmuz 2012, s. 5.

[54]          İbrahim Varlı, “Gerilla Başkanlar”, Birgün, 5 Ekim 2010, s. 10.

[55]          “Latin Amerika solcu liderler kuşağının ortak özellikleri arasında yoksulluk, açlık, ırkçılık, cinsiyet ayrımcılığı, doğal kaynakların tahribi gibi konulara çözüm getirmek, katılımcı demokrasiyi sağlamak, gerektiğinde referandumlarla halka başvurmak ve bir şekilde antiemperyalist söylem bulunuyor.” (İbrahim Varlı, “Daha Fazla Correa Daha Fazla Chávez!”, Birgün, 19 Şubat 2013, s. 11).

[56]          “Latin Amerika Yeniden Sola mı Dümen Kırıyor?”, Birgün, 30 Ekim 2019, s. 4.

[57]          Işıl Özgentürk, “Latin Amerika’yı Kıskanıyorum”, Cumhuriyet, 7 Kasım 2010, s. 9.

[58]          Oktay Ekinci, “Maraş’ın ‘Kahraman’lığı ve Che’nin Çantasındaki Nutuk”, Cumhuriyet, 28 Kasım 2010, s. 16.

[59]          Tuncay Birkan, Sol: Evin Reddi, Metis Yay., 2021, s. 107.

Perspektif

Direniş hattı, Birleşik Emek Cephesi

Saray Rejimi, onlarca yıldır, her hak arama eylemine, toplumun her nefes alma girişimine, kadınların, gençlerin, işçilerin her türlü eylemine azgınca saldırmaktadır. Tüm güçlerini seferber...