Ana Sayfa Blog Sayfa 13

Gerçek somuttur ya da Birleşik Emek Cephesi*

“Demokrasi İçin Birlik” (DİB), üç temel soru üzerinden bir tartışma yürütüyor. Birbiri ile de yakından bağlantılı bu üç soru şöyle ifade edilmiştir:

“1- Yerel seçimlerden sonraki süreç, demokrasi güçlerinin birliğine olan ihtiyaç açısından ne tür olanaklar içermektedir?

2- Farklı mücadele alanlarının birbirini güçlendiren bir ittifak zemininde bir araya gelmesi, bunun var olan ittifakları da güçlendiren bir dizilişi nasıl sağlanır?

3- Seçim ittifaklarını aşan ve toplumsal muhalefetin tabanını genişleten ittifakların temel mücadele araçları, hedefleri, taktikleri ve örgütlenme biçimleri neler olmalıdır?”

Soruların, daha geniş bir tartışma hedefi ile, farklı görüşlere olanak sunacak tarzda ifade edildiği anlaşılıyor. Soruların ortak noktası, Saray Rejimi’ne karşı mücadele olarak ifade edilirse, sanırım yanlış yapılmış olmaz. Bu ise, anlaşılacağı üzere, oldukça kapsamlı bir tartışma da demektir. Bu nedenle, sadece sorulara yanıt vermekle yetinmeden, görüşlerimizi kaleme almaya karar verdik. Umarım, sınırları zorlamış olmayız.

Saray Rejimi nedir?

Tartışılması gereken ilk konu Saray Rejimi’nin niteliğidir. Bu niteliği doğru ortaya koymadan, ona karşı mücadele, ona karşı birlikte mücadele de doğru biçimde ortaya konamaz, eksik ele alınmış olur.

Gerçek somuttur. Bu nedenle, somut olarak sınıfların konumlanışını, bunun bir parçası olarak da devletin örgütlenişini ortaya koymak gerekir. Yoksa, tartışmak ve bir mücadele cephesi örgütlemek yerine, havanda su dövmek noktasına gelebiliriz.

Saray Rejimi, sadece AK Parti iktidarı, sadece Erdoğan yönetimi, sadece MHP ve AKP iktidarı demek değildir. Elbette, bu tanımlamalar yapılabilir. Ama bu, sadece öne çıkana, görünene bakmak demek olur ve korkarım ki yanıltıcıdır.

Bugün, dünyanın en gelişmiş “demokrasi”leri olarak örnek gösterilen ülkelere bakalım. Mesela ABD demokrasisi, acaba, nasıl bir demokrasidir? Elbette hepsi burjuva demokrasisidir. Ama tekeller dünyasında “burjuva demokrasisi”, eskisi gibi (1917 öncesindeki gibi de demeliyiz. Zira tekellerin egemenliği ve dünyanın ilk başarılı proleter devrimi sonunda kurulan SSCB, burjuva devlet üzerinde de etkide bulunmuştur) var olmaz. CIA, büyük ölçüde Nazi artıklarını içine aldığında, doğrusu “demokrasi” söylemini anti-komünist mücadele için bir saldırı söylemi hâline getirmişti. Ve bugün, ABD demokrasisi diye bize bir örnek gösterenlere, bizim de, bu demokrasinin nasıl Irak’a, nasıl Libya’ya taşındığını hatırlatma hakkımız olur. Avrupa’nın ortasında Yugoslavya’nın paylaşılması oldukça yenidir ve hafızalardadır. Ama dahası var. ABD tekelleri için bir demokrasi elbette vardır ama sokaklara çıkan işçi ve emekçiler için ya da beyaz olmayan Amerikalılar için bu demokrasinin ne demek olduğunu her fırsatta gördüğümüzü söylemek gerekir. Tüm dünyada savaş ve saldırganlığı körükleyen bir egemenlik, “demokrasinin” en iyisi midir? ABD’nin “demokrasi ve medeniyet” taşıma politikalarının ne demek olduğunu biliriz. Sadece bizim ülkemizdeki karşı-devrim ve darbeleri düşününce bile, Amerikan demokrasisine hayranlığın, ülkemizde bu denli gelişmiş olmasını “akıl yitimi” olarak görmek mümkün olur. IŞİD dâhil, birçok katliamcı çetenin bizzat örgütleyicisi ABD’dir. Dünyada, yeryüzünde, ABD egemenliğinden büyük zararlar görmeyen tek bir ülke yoktur dersek abartmış mı oluruz? Dünyada ABD’nin “çok sevdiği” her kitle, ülke, halk, bunun bedellerini katliamlarla ödemiştir.

Acaba, Avrupa’nın demokrasilerini ele alırsak, tablo çok mu farklıdır? Almanya’da, ilkokullara kadar inen savaş hazırlıkları eğitimi, bir ölçü değil midir? Tüm Avrupa’da Filistin bayraklarının yasaklanmasını unutmayalım. Ukrayna savaşı sonrasında Dostoyevski’nin yasaklanması trajikomiktir ve “Avrupa demokrasisi” konusunda bize bilgi vermektedir. SSCB çözüldükten sonra, tüm bu Batı demokrasileri, iç savaş hukukunu devreye sokmaya başladılar. Fransa’da yasaları rafa kaldıran Macron, sanırım, “demokrasi”nin niteliği hakkında bize bilgi vermektedir. Tüm Batı demokrasilerinde, tüm NATO üyesi ülkelerde Neonazi artıkları, yıllarca beslendikleri devletin karanlık odalarından sokaklara salınmaktadır.

Batı medeniyeti ve Batı değerleri, gerçekte, emperyalist yağmacılığın cilalanarak halklara, dünya işçi sınıfına yutturulmuş ideolojik zehirleridir.

Bunları, bizdeki durumun, Saray Rejimi’nin ve uygulamalarının, “türünün tek örneği” olmadığını söylemek için yazıyoruz. Eğer Macron iktidarına “tek adam rejimi” demeyeceksek, bizde de mevcut devlet örgütlenmesini daha derinlemesine ele almamız gerekir.

İkinci Dünya Savaşı’nda yenilen faşizm, tekellerin diktatörlüğü, aynı anlama gelmek üzere, tekeller için demokrasi idi. Ve bu devlet örgütlenmesi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, burjuva devletin yeniden örgütlenmiş hâli tarafından içselleştirilmiştir. Faşizmin tüm dişlileri, modern burjuva devlet tarafından içerilmiştir. Tekeller çağının olağan devleti, bugün tüm dünyada var olan tekelci polis devletidir. Bu devletin tekellerin devleti olduğu bilinirse, bu devletin bir iç savaş örgütü (bu nedenle “polis” kavramı kullanılıyor) olduğu bilinirse, buna burjuva devlet, aynı anlama gelmek üzere burjuva demokrasisi denmesinde bilimsel anlamda bir sakınca olmaz. Zira her demokrasi, aslında bir sınıfın diktatörlüğüdür.

Ülkemizde, Saray Rejimi, tekelci polis devletinin olağanüstü örgütlenmesidir. Tüm ipsiz sapsız serseri takımının rejimin trolleri, rejimin paramiliter güçleri olarak örgütlenmesi açık ve ortadadır. SADAT, bu açıdan anılması gereken bir örgütlenmedir. Ve elbette bizim ülkemizde devletin örgütlenmesi denildi mi, NATO mutlaka hesaba katılmak zorundadır. Sömürge bir ülkeyiz ve bu sömürgede devlet örgütlenmesi, hele ki bu olağanüstü koşullarda, “yasalar” etrafında gerçekleşmez. Elbette “yasalar” yaparlar ama bunlara uyma zorunluluğu, egemenler için yoktur.

Birçok duyarlı insan, Saray Rejimi’nin uygulamalarını eleştirirken, “hukuksuzluk” vurgusu yapmaktadır. Eksiktir, gerçekte ortada bir hukuk vardır, bu hukuk iç savaş hukukudur.

Şöyle denmektedir, “Türkiye Cumhuriyeti (TC) laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir.” Tekerleme budur. Sanılıyor ki, bunu bir amentü gibi her gün tekrar edersek, sanki, gerçeklik hâline gelir. Mistik bir tutumdur ve elbette Anadolu ve Mezopotamya kültüründe, bu mistik düşüncenin kökleri de vardır. Ama dedik ya, gerçek somuttur.

Oysa TC devleti, hiçbir zaman laik olmamıştır, demokratik değildir, sosyal yerine sadaka denmelidir ve iç savaş hukuku anlamında bir hukuk devleti olduğunun iddia edilmesi mümkün olabilir.

Hele ki Saray Rejimi, bir ABD NATO projesidir.

Saray Rejimi’ni şekillendiren, bu olağanüstü devlet örgütlenmesini ortaya çıkartan başlıca üç etken vardır: İlki, tarihsel sırası içinde, Kürt Devrimi’nin yükselişidir. Bu süreç, TC devletini çözmeye başlamıştı. İkincisi, SSCB sonrası dönemde başlayan, Batılı emperyalist güçler arasındaki dünyanın yeniden paylaşımı savaşımıdır. Biz bu savaşı, hem bölgemizde süren savaşlar şeklinde hem de ülkemizde “egemen içindeki” savaşlarda görebiliyoruz. Çetelerin savaşları, ülkenin bir narkotik ülkeye çevrilmesi, bunun bir parçasıdır. TC devletinin her kurumunda, tarikatların içinde, hatta burjuva partilerin her birinin içinde bu emperyalist güçlerin uzantıları vardır. Tek bir AK Parti, tek bir CHP ya da tek bir Menzil tarikatı, tek bir Gülen Hareketi vb. yoktur; her birinin içinde bu güçler örgütlüdür. Bu güçler, başlıca, ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve İsrail şeklinde sayılabilir. Ve dahası, birçokları için, kimin kimin adamı olduğu, günlük sohbet konusudur. Elbette bunlar, eskiden anti-komünist örgütlenme içinde birlikte hareket ederken, SSCB sonrasında, daha çok kendi çıkarlarını örgütlemek istemektedir. Ve üçüncüsü, Gezi Direnişi ile başlayan, ülkemizin her alanında etkisini gösteren direniş hareketidir. Bu üç etken, TC devletini çözmektedir. Bu durum, egemeni (uluslararası sermaye ve onların uzantıları olan ülkedeki tekeller, sermaye) olağanüstü devlet örgütlenmesi ile yanıt oluşturmaya itti. İşte Saray Rejimi budur.

Saray Rejimi, parlamentonun işlevsizleşmesi demektir. Bu tespit, mücadele araçlarını (üçüncü sorudaki) da etkilemektedir. Artık, bir sorunu çözmek için, kitlelerin parlamentoya yürümesi, Anıtkabir’e yürümesi vb. anlamsızdır, muhatap Saray’dır. Aynı şekilde, örnek olsun, Saray’ın soytarılarını muhatap almak, onların “sözleri” üzerinden ciddi politikalar ortaya koymaya yönelmek boş bir çabadır. Her sarayın soytarıları vardır. Bunları ancak deşifre etmek gereklidir.

Saray Rejimi, tüm burjuva partileri kapsar ve bu partiler, artık birer siyasal parti olmaktan, kelimenin burjuva anlamında da çıkmışlardır, çıkmaktadırlar. AK Parti için bir siyasal parti demek mümkün müdür? Ya da MHP bir siyasal parti midir? CHP de bu yoldadır. Ve tüm bu siyasi partiler, Saray Rejimi’nin içindedir, her birinin farklı rolleri vardır.

Saray Rejimi, seçim sistemini de göstermelik hâle getirmiştir. Seçimler, 2017 referandumu dâhil, 2015’ten bu yana, hilelidir. Bu tespiti yaptınız mı, artık sizin “seçilmiş iktidar” gibi vurgular yapmanız baştan aşağıya yanlıştır, ikiyüzlü tutumdur. Bu tutum, Saray Rejimi’ni meşrulaştırma politikalarına evet demek olur.

Derler ki, insan kendini kandırmak istediğinde, hiçbir şeyi görmez olur. Ta ki, büyük bir darbe ile sarsılana kadar. Bizzat Saray, “atı alan Üsküdar’ı geçti” dediğinde, bu sürece uyanamamış olanların, sert tokatlarla uyanması dışında yol kalmaz. Saray Rejimi’nden geriye, “demokratik parlamenter sistem”e ya da “güçlendirilmiş parlamenter sistem”e dönmek mümkün değildir. Eğer işçi sınıfı, iktidarı yıkmak için harekete geçer de, olur da bunu başaramaz ve geri adım atmak zorunda kalırsa, belki o zaman, devrimin bir yan ürünü olarak reformlar olabilir.

Yoksa, Saray, Erdoğan’ın açılış törenleri ile her yeni Magna Carta ilan ettiğinde, “demokrasi gelir mi” diye isterik umutlara kapılmak, Saray’a karşı bir tutum değildir. TV kanallarına çıkıp, her seferinde bir nakarat olarak “TC demokratik, sosyal, laik bir hukuk devletidir” diye konuşmak, gerçekte sistemi desteklemektir.

Helâlleşme, yumuşama, normalleşme tiyatrolarının da amacı, devleti kurtarmak, kitleleri oyalamaktır.

Tüm bunlar, Saray’ın propagandacıları, daha doğrusu masalcılarıdır ve amaçları işçi sınıfının, kadınların, gençlerin mücadele yeteneğini, mücadele için biriktirdikleri enerjiyi yok etmek, emmektir.

Saray, mesela her yasayı çiğnediği durumda, “aaa, bu demokratik değil” demekle, Saray Rejimi’ne karşı mücadele edilemez. Mücadele etmenin yolları biliniyor.

Saray Rejimi, tekelci polis devletinin olağanüstü örgütlenmesidir. Bu olağanüstü devlet örgütlenmesi, yarın, elbette Erdoğan’sız da sürdürülmeye çalışılacaktır.

Yerel seçimler ve sonrası

Saray Rejimi, tüm olağanüstü yöntemlerine, iç savaş uygulamalarına rağmen, ayakta durmakta zorlanmaktadır. Geniş halk kesimleri için Saray Rejimi, kabul edilemezdir. Halkın tepkilerinin sınırlılığına bakıp, Saray Rejimi’nin meşru olduğunu söylemek, yalancının karanlığına teslim olmak demektir. 2015’te seçimleri kaybetmelerinin üzerinden, neredeyse 9,5 yıl geçmiştir. Ve eğer ille de halkın oylarına bakılacaksa, oraya bakmak niye zor olsun? “Halk, Saray Rejimi’ni destekliyor” iddiası, anket firmaları ile beslenen “uzman”ların imal edilmiş görüşüdür. Doğru değildir. Eğer, kitlelerin tepkileri yetersiz sayılıyorsa, bu başka bir konudur.

Mayıs 2023’te yapılan seçimler, bir anlaşma ile organize edilmiştir. Bu anlaşma, NATO içindeki temel güçlerin, AB ve ABD’nin anlaşmasıdır. Bu anlaşmanın iki temel ayağı vardır. Bunlardan biri, ekonomik alandadır. İkincisi ise savaş politikaları alanındadır.

Bu nedenle, Mayıs 2023 seçimlerinden bu yana, ekonomi ve dış politika alanında Saray Rejimi politikalarını görmek ya da bu iki alanda ciddi politikalar görmek mümkündür. Ciddi derken, elbette egemenler adına ciddi.

Ekonomik alan, bu anlaşma ile, uluslararası konsorsiyuma devredilmiştir. Alacaklı uluslararası tekeller, ülke ekonomisine el koymuş ve Saray büyük ölçüde devre dışına bırakılmıştır. Saray’a kalan, yağmacılıktır ve bu da uluslararası tekellerin kontrolü altındadır. Ekonomi, Şimşek tarafından temsil edilir hâle gelmiştir ve Şimşek, bu uluslararası konsorsiyumun adamıdır, memurudur. Alacaklılar, alacaklarını almak için, tüm ekonomiyi kontrolü altına almıştır. Bu nedenle, CHP dâhil tüm partiler, bu ekonomik programı yöneten kadroları “liyakatli” ilan etmişlerdir.

Anlaşılacağı üzere, Saray Rejimi’ni eleştirirken, nasıl ki “hukuksuzluk” demek yetersiz ise, aynı şekilde “liyakatsiz kadrolar” diye eleştiriler getirmek de yetersiz, hattâ sistemi aklayan bir tutumdur. Hırsız, her zaman kendisine uygun kadrolar bulur, narkotikçiler kendileri için saf ve temiz, dürüst ve namuslu adamlar bulmazlar, yağmacılar doğa sevgisi ve toplum ihtiyaçları gibi konuları dert eden kadrolar ile çalışmazlar. Kaldı ki, hırsızlık nasıl tarif edilir? Mesela baklava çalan çocuk mu hırsızdır, yoksa ülkenin bütçesini çalan, talan eden mi? Yani, kavramların öyle sınıflardan, mücadeleden bağımsız, genel geçer anlamları var mıdır? Hele ki bugün.

Bu, Saray Rejimi’ni kavramamaktır. Saray Rejimi bir iç savaş yürütmektedir ve bu iç savaşta kavramlar anlam değiştirmektedir. Mesela terörist kimdir, devlet adına kurşun sıkan mı? Yoksa hakkını arayan emekçiler mi, kadınlar mı, Kürtler mi, gençler mi?

Ortada bir yer varmış gibi, ortaya geçmek ve teröristi tanımlarken “tarafsız” olmak, aslında her defasında ortaya çıktığı gibi, işçi ve emekçilerin mücadelesine mesafe koyma sonucunu doğurmaktadır. Oysa Saray, devlet, TC devleti, tüm kurumları ile bu konuda son derece nettir. Mesela Gezi Direnişi’ne katılanlar terörist ilan edilmektedir. Devletin her kademesinden “tarafsız olan bertaraf olur” naraları yükselmektedir.

Savaş politikaları ise, Saray Rejimi’ndeki ikinci değişikliği beraberinde getirmiştir. Bir “gizli” savaş kabinesi oluşturulmuştur. Ekonomi nasıl ki arka planda başkaları tarafından yönetiliyorsa, savaş politikaları da öyledir. Bu savaş kabinesi, NATO’ya bağlıdır.

TC devleti, son noktada savaş politikalarına başvurmuyor. Tersine, içeride ve dışarıda savaş politikaları Saray Rejimi’nin varlığı ile özdeşleşmiştir. Başka türlü var olamaz. Demek ki “barış” savunucusu, “çevre” savunucusu olmak demek, Saray Rejimi’ne karşı mücadele etmek demektir. Bunu bilinçle yapmak tercih edilmelidir.

TC devleti, ABD ve NATO’nun tetikçisidir. Ve bu konuda tüm partiler de aynı yerdedir. Yani, hepsinin ortak ama bu amaca uygun farklı görevleri vardır. Bu savaş kabinesi anlaşılmadan, Kürt direnişine karşı yürütülen savaş ile İsrail’in desteklenmesi, birlikte anlaşılamaz.

Demek ki 2023 seçimleri, Saray Rejimi’nin güçlendirilmesi için yeni adımlar atılması demektir.

Bu konuda yapılan anlaşma, yerel seçimleri de kapsamaktadır.

Yerel seçimlerde başarılı sonuç elde eden CHP’li belediyeler, içeride halkın artan öfkesini yönetmek için, krizin artan etkilerinin sokağa yansımasını önlemek için Saray Rejimi’nin “sadaka” politikalarını yürütmeyi üstlenmektedir. İstenen budur.

Buradan, tüm CHP’li belediyelerin bunu rıza ile kabul ettiği sonucu çıkmasın. Planlanan budur.

Elbette, buradan hareketle, yerel seçimlerde iktidarın kayıplarını küçümseme eğilimine girmiyoruz. Bu kayıp gizlenemez noktadadır ve bu nedenle, CHP dışına taşan bir sonucun oluşumunu önlemek, devletin politikalarından da biridir.

Deniliyor ki, belediyelerin AK Parti ve MHP’den uzaklaşması, iktidarı dengelemektedir. Bu yorum, genelde devleti ve özelde de Saray Rejimi’ni anlamamak demektir. İktidar böyle dengelenemez. Buradan “denge ve denetleme” mekanizmaları çıkmaz. Bu, burjuva anlamda da doğru değildir. Yargı sistemi, tümü ile kolluk kuvvetlerinin uzantısı hâline gelmiştir. Parlamento yok gibidir ve bu durumda “denge ve denetleme”den nasıl söz edilebilir? Kürt illerinde başlayan kayyum politikaları, aslında işin niteliğini göstermektedir. Eğer, meseleyi ele alırken, savaş politikalarını unutursak, hatalı sonuçlara ulaşırız.

Belediyeler, Kürtlerin olanlar hariç, CHP’li belediyeler, “demokrasi güçlerinin birliğine olan ihtiyaç açısından” özel bir olanak yaratmış değildir. Ancak yerel seçim sonuçları, insanlarda olumlu bir etki yaratmıştır. Bu olumlu etki abartılmamalıdır. Çünkü mücadele açısından bu belediyelerin ortaya koyacağı pratik, sonuçları önceden belli bir pratik değildir. Ancak, örgütlü mücadele ile zorlanabilecek olanaklar söz konusu olabilir.

Seçimin en önemli yönü, geniş kitlelerin daha örgütlü tutum almaya yönelmeleridir. Bu, istenen noktadan çok uzaktır ama yine de bir kazanımdır. Şimdi, bu örgütlü tutum var olursa, sürdürülebilirse, bir olanak ortaya çıkabilir. Bunun için, belediyelerin mahalle meclisleri ile ya da başka örgütlenmelerle sıkıştırılması gereklidir. Örnek olsun, belediyeler eli ile “sadaka politikası” yerine, dayanışma örgütlenmelidir.

Halkta var olan “değişim isteği” enerji kazanmıştır. Bu nedenle, CHP özellikle “erken seçim” çağrısı yapmayarak, bu sürecin önüne engel koymaya çalışmaktadır. İstenen şudur: gelecek seçimlere kadar sabır. Bu ise, “evde kal”, “provokasyona gelme”, “sokağa çıkma” politikalarının yeni versiyonudur. Zira “evde kal” politikaları eskimiştir. Kılıçdaroğlu politikaları artık eskimiştir. Solun, bu politikaların ardına takılmış olması, büyük bir hatadır. Saray’dan gelen baskı ve şiddet, yani devlet terörü, yine Saray bileşeni olan diğer burjuva partiler tarafından, “sakın şu sınırı aşmayın” telkinleri ile pekiştirilmek istenmektedir.

“Bir oy bana, bir oy Kılıçdaroğlu’na” politikasının nereye vardığını biliyoruz. Şimdi, karşımıza iktidara karşı CHP’li belediyelere bağlan politikası çıkarılmaktadır.

Bu açıdan, tüm zamanlarda egemenin kullandığı “vatan millet” politikaları, şimdi, “ulusal çıkar”, “ülkenin çıkarları” gibi kavramlarla yer değiştirmektedir. Saray Rejimi’ne olan tepki, mevcut sistemde yaşamama isteği, kitlelerin CHP’ye yönlendirilmesi ile etkisiz kılınmak istenmektedir.

Ulusal sol, elbette, kökü ta Birinci Dünya Savaşı dönemine uzanan, savaşta egemeni destekleme politikasıdır. Hatırlanacaktır, Hitler, “nasyonal sosyalist” adını kullanmaktaydı. Burjuvazi bir avuçtur (ülkemizde 60.787 dolar milyoneri vardır) ve kendi sınıfsal çıkarlarını topluma “ulusal çıkar” olarak kabul ettirmek ister. Burjuva devletin, her dönem ana politikası budur. İşçi sınıfının mücadelesi ise, özü gereği, enternasyonalisttir.

Farklı mücadele alanları ve ittifaklar

ve mücadele

Burada sanırım, ikinci soruya geçilebilir.

Farklı mücadele alanları denildiğinde, aklımıza, çevre için direnişler, kadın direnişleri, öğrenci direnişleri, işçi direnişleri, çeşitli haklar için direnişler, barış direnişleri vb. gelmektedir.

Saray Rejimi’nin “rant, yağma ve savaş ekonomisi”, doğanın, toplumun, sermaye tarafından yağmalanması da demektir. Savaş politikaları da içinde olmalıdır. Bu durum, eşi benzeri görülmemiş bir yağmalama ortaya çıkarmıştır. İnsanların yaşam alanları yağmalanmaktadır. Şehir denilen şeyin anlamı değiştirilmiş ve rant ile özdeşleştirilmiştir. İnsan, boyun eğen bir varlığa, köleye çevrilmek istenmektedir. Bu, küresel sermayenin saldırılarında da vardır. Yani, tüm kapitalist dünya, bu politikalara sarılmıştır. Sermaye egemenliğine de uygundur.

Ve elbette ki tüm bu politikalar, birçok alanda da direnişleri ortaya çıkartmıştır.

Ancak, bu direnişler neye, kime karşıdır? Genelde bunlar sermayeye, sermayenin egemenliğine, tekelci hâkimiyete, hâkimiyet ilişkilerine karşı direnişlerdir. Ve bu direnişler, özü gereği, işçi sınıfının savaşsız ve sömürüsüz bir dünya kurma savaşımının içindedir.

Ancak, dünya çapında SSCB’nin çözülmesi ile başlayan süreç, işçi sınıfının mücadelesini geri çekmiştir. İşçi sınıfı, devrimci mücadeleden geri durmuştur. İşçi sınıfının tüm örgütleri dağıtılmıştır. Böyle olunca, tüm bu mücadelelerin, genel olarak işçi sınıfının devrimci mücadelesi ile bağı da gölgede kalmıştır.

Bu durum, sol harekette, işçi sınıfının devrimciliği konusunda şüpheler oluşturmuştur. Bu, bilinç kaymasıdır.

Örnek olsun, İsrail’de, Eylül 2024’ün başında, savaşa karşı bir genel grev ilan edilmiştir. İsrail egemenleri, hemen bu grevi yasaklamıştır. Çünkü bu grev, gerçekte, başarılı olursa, büyük sonuçlara gebe olabilirdi, hâlâ da olabilir. Görülüyor ki genel grev, “salt ekonomik” mücadele sürdürmeyi hedefleyenlerin aksine, siyasal mücadele olarak da ortaya çıkabilmektedir. Ve bu açıdan, son derece anlamlıdır.

Diyelim ki ülkemizde, Saray’ın İsrail’e verdiği askerî, ticari desteği eleştirenler, mesela limanlarda, mesela İsrail’e mal yetiştirmek için fazla mesai yapan fabrikalarda bir genel grevin nelere yol açabileceğini düşünmelidirler. Bu durum, elbette Filistin’i destekleyen gösterilerdeki aktivistlerin çabalarını küçümsemek anlamına gelmez. Ama iktidara seslenip, “İsrail’e yardımları kes” demekten çok daha ileri ve etkili sonuçlar yaratacağını düşünmek zor olmasa gerek.

Yaşamı üreten işçilerdir. İşçilerin gerçek gücü de bu üretimden gelmektedir. İşçi sınıfı, bu üretimden gelen gücünü kullanmaktan geri durduğu sürece, bir hiçtir.

Buradan, farklı mücadele alanlarında oluşacak, oluşan ittifakların önemsiz olduğu sonucu çıkmaz. Tersine, bu ittifakların, aslında nereye yönelmesi gerektiği konusunda bize yol gösterir.

Biz, devrimci sosyalistler, elbette sisteme karşı her direniş önemseriz. Bizi eğitecek, bizi birleştirecek olan, bu mücadeledir. Ama bu konuda ittifak politikalarını doğru tespit etmemiz gerekir.

Biz, bu nedenle, Birleşik Ermek Cephesi’ni (BEC) öneriyoruz.

Gerçekte, seçim politikalarını aşan, seçim ittifaklarını aşan bir mücadele ittifakı, bir mücadele cephesi oluşturmak, ancak doğru ve bilimsel bir yol tutmakla mümkündür. BEC, hem doğru olandır, hem de bilimsel olandır.

Saray Rejimi seçimle gelmemiştir, seçimle gitmez.

Saray Rejimi, direnişle gidecektir.

Bu nedenle, en başından, uzun soluklu bir ittifak ve mücadele perspektifine sahip olmak gerekir.

Bu satırlar yazılırken, Hopa’da, çevre katliamına karşı, rant ve yağmaya karşı direnenlere silahlı saldırılar gerçekleştirildi. İşte Saray Rejimi budur. İşte iç savaş hukuku budur. Ve görüldüğü gibi en sıradan bir hakkın talep edilmesi için eyleme geçenler, istesinler istemesinler, siyasal mücadeleye “merhaba” demek zorunda kalmaktadırlar. Bunu bilinçle yapmak tercih edilmelidir. Yoksa neyi tartışacağız?

Siz, yanlış anlaşılmasın, daha şiddetli bir tepkinin gelmeyeceği bir mücadele alanında eyleme geçmiş olmayı seçmek isteyebilirsiniz. Ama hayvan katliamına karşı da eyleme geçseniz, çevre için de eyleme geçseniz, iş ve aş için harekete geçmiş olsanız bile, karşınıza tüm güçleri ile Saray Rejimi çıkmaktadır. Egemen, devlet, siz daha “yumuşak” ve daha “uzlaşmacı” bir tutum alıyorsunuz diye size “baba” şefkati göstermeyecektir. Kaldı ki, TC devletinin “baba şefkati”ni her dönem biliriz. Ne tuhaf, anne şefkati yerine baba şefkatini koyuyorlar. İşçiler işten atıldıkları için direnişe geçtiklerinde, karşılarında mahkemeleri, kolluk kuvvetleri, basını ile tüm devlet makinasını bulmaktadırlar. İşçilerin eylemi de kendi yaşamlarını korumak içindir, haklarını savunmak içindir. Çevreciler, en doğal hakları olarak kendi yaşam alanlarını savunmaktadırlar. Kürt halkı, kendi yaşam hakkını savunmaktadır. Bu haklı istemler, karşılarında devlet terörünü bulmaktadır. Devlet terörü, bazan doğrudan bizzat devlet güçlerinden, bazan da paramiliter sivil örgütlenmelerden gelmektedir. Bu, durumu değiştirmez. Hopa’da kurşun sıkan el, gerçekte, bizzat devletin kendisidir. Bu konuda kendini kandıran bir “aydın” tutumu, son derece ucuz bir tutumdur.

Demek ki mesele, tüm direniş hattının, BEC içinde bir araya gelmesini, daha örgütlü bir mücadelenin geliştirilmesini sağlamaktadır. Demek ki, çevre, hayvan hakları, insan hakları, kimlikler vb. üzerinden süren mücadeleler, işçi sınıfının sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya kurma mücadelesi ile bağlıdırlar.

Kapitalizm, bugün, gezegeni ve insanlığı yok etmektedir. Hangi alanda olursa olsun direnişler, toplumsal kurtuluşu, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya hayalini bir kenara iterek, kapitalizm içinde bir iyileşmeyi hedefleyemez. Elbette hedefler de, buradan bir sonuç elde edilemez.

Anlaşılacağı gibi, burada üçüncü soruya da geçmiş oluyoruz.

Şimdi, CHP eli ile, bazı “uzmanlar” eli ile, bize, tüm topluma, “gelecek seçimlere kadar sabır” hedefi empoze edilmek isteniyor. Bu, aslında mücadele etmekten vazgeçin demenin “uygar”, aynı anlama gelmek üzere hileli yoludur.

Bugün, ülkemizdeki toplumsal muhalefetin hedefi, Saray Rejimi’nin alaşağı edilmesidir. Bunun önünde başka bir hedef de yoktur. Bunun seçimle olmayacağı biliniyor. Önümüzde ekonomik krizin daha da ağır hissedileceği bir süreç var. Biz, devrimciler, bu süreçte, işçi sınıfına, direnenlere, gerçeğin bir yönünü söylemekle yetinemeyiz.

Biliniyor, gerçeğin sadece bir yönünü söylemekle yetinmek de yalan söylemektir. Saray Rejimi, bugünkü iktidar kötüdür demek yeterli değildir. İstiyorlarsa, güçleri yetiyorsa, solcu olarak görünüp de Saray Rejimi’ni övsünler. Bunu yapamazlar. Bu koşullar altında, Saray Rejimi’ni yıkmanın acil bir görev olduğunu ortaya koymak gerekir.

Bu elbette BEC’in örgütlenmesini gerektirir.

Sisteme karşı mücadele, işçi sınıfının devrimci bir sınıf olarak ortaya çıkmasını, ayağa kalkmasını gerektirir. Bu nedenle, ittifak politikalarının bu gerçeği yansıtması gereklidir. Bu açıdan, Birleşik Emek Cephesi demekten çekinmemek gerekir. Bu elbette, aydınların, sistemle derdi olan herkesin içinde yer alacağı bir mücadele cephesidir. Birleşik emek cephesi, sadece işçilerin derdi olamaz. Eğer siyasal ve ekonomik mücadele arasında mesafenin azaldığı tespitine katılıyorsak, bunun siyasal bir cephe olduğu açıktır.

Siyasal mücadele, ekonomik çıkarların yoğunlaşmış hâlidir. Bu nedenle, siyasal ve ekonomik (hattâ ekonomik ve demokratik) mücadele arasına bir duvar örme girişimi, burjuva devletin “siyasetten uzak durun, orası bize ait” söyleminin devamıdır. Siyaset, politika, burjuva parlamentoda, burjuva devlet içinde dönen dolaplar, hileler demek değildir. Bu, egemenin siyaset yapma tarzıdır.

Uzun soluklu bir mücadele gereklidir.

Elbette bunun öncesinde, bununla birlikte, bundan ayrı, birçok ittifak olabilir, olacaktır da. Ama bu durum, BEC’i gereksiz kılmaz.

Bugün, isterseniz sadece sendikal alanda, isterseniz sadece sağlık alanında, isterseniz sadece hukuksal alanda, isterseniz sadece çevre alanında mücadele edin, attığınız her adım, mücadeleniz, hızla siyasallaşacaktır. Örnek olsun, kadınların direnişlerindeki “kadın cinayetleri politiktir” son derece doğrudur.

Bu nedenle, siyasal mücadeleyi arka plana atmak, doğru bir taktik değildir. Elbette her alanda, demokratik ve ekonomik mücadele sürecektir. Ama Saray Rejimi koşulları, kapitalizmin bugünkü durumunda, bu mücadeleleri, egemen, sadece kendi alanlarında izole etmekte başarılıdır.

Direniş alanı ne olursa olsun, daha örgütlü bir direnişe evrilmeyi, direnişi yaymayı, aynı anda hedeflemek gerekir.

Bu açıdan dayanışma eylemleri de büyük öneme sahip olacaktır. Direnişlerdeki yalnızlığı aşmanın yolu da buradan geçmektedir. Bu açıdan, örgütlülük daha da belirleyicidir.

Elbette her alanda, her düzeyde örgütlenme gereklidir ve ortaya çıkan örgütlenmelere, ilke olarak olumlu bakmak, onları geliştirmek gerekir. Ancak aynı zamanda, BEC ile, tüm bu örgütlenmelere merkezî bir destek sağlamak mümkündür.

Evet, artık, süreci samimi olarak takip eden herkes için, “seçim ittifakları” ile sınırlı bir ittifak politikasının yetersiz olduğu açıktır. Bunu sanırım, herkes değilse de buradaki herkes kabul edecek durumdadır. Günü gelir, elbette bir olayda, mesela bir seçimde, mesela kayyum politikalarına, mesela çevre yağmasına vb. karşı ortak tutumlar da alınır, alınıyor. Ama, seçim ittifaklarını aşan bir ittifak politikası, neye dayanacağını, temel dayanak noktalarını ortaya koyması gerekir. Bu açıdan BEC, işçi sınıfının direnişini temel alır. Egemen sınıfın egemenliğini yıkacak güç, işçi sınıfıdır.

Elbette, bu arada her siyasal özne, kendi örgütlenme rotasını sürdürür. Bu hiçbir şey için bir engel değildir.

Bu mücadelenin araçları, taktikleri, mücadelenin gelişimi içinde ele alınabilir. Ama ilke olarak hiçbir araç reddedilemez. Bu uzun soluklu bir mücadeledir ve doğrusu, mücadelenin her ânında, somut durumun somut analizi yol göstericidir. Gerçek somut olduğuna göre. Bu mücadele çok yönlü bir mücadeledir. Mücadelenin, ekonomik, demokratik, siyasal, ideolojik yönleri vardır ve tüm bu alanlarda mücadele bir bütün olarak ele alınmak zorundadır.

İzninizle, önümüzde, son derece zorlu, bir o kadar da yaratıcı bir mücadele süreci durmaktadır. Sanıyorum, herkesin, sisteme karşı mücadele etmek isteyen herkesin, bu alanda yapacağı çok şey vardır.

Mücadelenin zorlu olması, daha gerçekçi hedefler koyma adına, mücadelenin hedefini saptırmak için bir bahane olamaz. Yaşamanın bile bu denli zorlu bir iş hâline geldiği bu topraklarda, kolay kurtuluş, kolay bir zafer mümkün değildir. Gerçekçi olma zamanıdır.

* Demokrasi İçin Birlik’in (DİB) “demokrasi güçlerinin birlik ve ittifak ihtiyacını, kapsam, nitelik, hedef, yapı gibi temel başlıkları kapsayacak biçimde tartışmayı öneriyor” diyerek yaptığı tartışma çağrısı üzerine yazılan ve birlik sayfasında yayınlanan metindir.
https://blog.demokrasiicinbirlik.com/2024/09/gercek-somuttur/ 

Uzlaşma mı, mücadele mi? Mücadeleci sendika mı, devlet destekli kontrol mekanizması mı?

Son aylarda, diyelim ki Temmuz 2024’ten başlayarak bugüne kadar, ülkenin her yanından eylemler yükselmektedir.

Bu eylemlerin çoğunluğu işçi eylemleridir. İrili ufaklı, farklı direniş yolları denenerek gerçekleştirilen bu işçi eylemleri, birçok büyük şehirde ortaya çıkmaktadır.

İşçi eylemlerinin yanı sıra, Hopa’da olduğu gibi çevre eylemleri-direnişleri de ortaya çıkmıştır. Bu eylemlere de, önceki yıllardaki gibi, “salt çevre” eylemleri demek mümkün değildir.

Aynı biçimde, birçok yerel köylü-çiftçi eylemi de ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu eylemlerde çiftçiler, biraz Fransa’dakine benzer, traktörlerle yolları kesmeye başladılar. Bu elbette yeni eylem biçimleri de demektir.

Gerçekte bu eylemlerin kaynak noktasına bakarak, bunları çevre eylemleri, kadın eylemleri, çiftçi eylemleri, işçi eylemleri vb. şeklinde ayırmak, sınıflamak mümkündür. Ama bu eylemler, nihayetinde, işçi sınıfının kapitalist sisteme karşı direnişinin farklı görünüm biçimleridir de. Çünkü, işçi sınıfının düşmanı olarak devlet, Saray Rejimi, en küçük bir hak arama eylemine saldırmaktadır. Ve bu durum, hem her farklı eylemi, kaynağı farklı eylemi birbirine bağlamakta, hem de bu eylemleri, amaçları bu olsun ya da olmasın, siyasallaştırmaktadır.

Yani sizin amacınız sadece hak aramak, sadece Narin cinayetine karşı çıkmak, sadece çocukların kaçırılması ve cinsel saldırıya uğramasına hayır demek ya da sizin amacınız hayvan katliamına karşı durmak ya da amacınız sadece Hopa’nın, Artvin’in doğasının yağmalanmasına karşı durmak, tren cinayetinde ölen oğlunuza sahip çıkmak olabilir. Ama bu durumu değiştirmez. Siz, bu en doğal hakkınızı savunmak isterken, karşınızda, tüm güçleri ile devlet çarkını bulursunuz. Ve o devlet çarkı sizi, “kızıl terörist” olarak görür. Basını, yargısı, kolluk kuvvetleri, polisi, jandarması sizin karşınıza dikilir.

Siz bu durumda acaba “bakın biz kötü kişiler değiliz, biz devlete bağlıyız” demenin binbir yolunu bulup, devlet destekli sendikacıların, liberal solcuların, ulusalcılık ile solculuğu birbirine karıştıranların sözlerini dinleyip, burjuva partilerin kuyruğuna takılıp, işverenden sadaka mı bekleyeceksiniz, yoksa, bu mücadele bizim ortak mücadelemiz deyip, direniş çizgisini mi sürdüreceksiniz?

İlk tercihi yapan çok insan var ve binlerce yıldır, TC tarihini temel alırsak 100 yıldır, bunu zaten yapıyorlar. Sonuçları ortadadır.

Direniş ve mücadele çizgisi dışında hiçbir çıkış yoktur.

Birkaç örneği hatırlayalım.

Polonez işçilerini hatırlayalım. İşçiler, birçok yerde direniş gerçekleştirdiler. Bostancı E5’te, içinde Amerikan şirketlerinin de faaliyet gösterdiği Kosifler plazanın önünde gecelediler ve oto sanayiine de yakın olmalarından olacak, oradan Ankara’ya gitmeye ikna edildiler. Haklarınız verilecek, dediler. Ne oldu? Kosifler’in önü, Amerikan şirketlerini rahatsız etmiş olmalı. Oradan ayrıldıklarında, Ankara’da, Trakya’da saldırıya uğradılar. Tekmelendiler, ters kelepçe ile kolları bağlandı. Üzerlerine emniyet amiri yürüdü.

İşçiler direnişten çok şey öğrendiler.

En başta, devletin asla kendilerinin devleti olmadığını anlamış olmalıdırlar.

As Plastik işçilerini ele alalım. Petrol-İş fabrikaya girmesin diye, işçiler işten atıldılar. Üçü işyeri temsilcisidir ve kendilerine, sendikayı bırakın, size %100 zam yapalım, dediler. Ağır çalışma koşullarından sendika ile kurtulmaya başladıklarını söyleyen işçiler, sendikadan ayrılırlarsa, kendilerine zam yapılacağının söylediğini anlattılar. İşte size bir çeşit rüşvet. Demek, “benim memurum işini bilir” cümlesinin devamı var, bilir, çünkü işini kapitalistlerden öğrenmiştir.

Oysa işçilerin talepleri açıktır; işten atılan işçilerin geri alınması, ücretlerin artırılması, kıyafet ve yakacak yardımı. İşçi temsilcilerinden biri, patronun kendisine, “seni hiçbir zaman sevemedim” dediğini söylüyor. Oysa işçiler, sadece o işçi değil, tüm işçiler, patronu hiç ama hiç sevemediler. Ama bunu o kadar rahat söylemiyorlar.

Bir başka örnek, Enerji Çalışanları Sendikası’ndan (EÇS). Sendika, işkolu barajını aştığı ve yetkiyi kazandığı hâlde, Bakanlık, yani devlet, sendikanın yetki almasını onaylamıyor. Hattâ Bakanlık, temmuz ayından beri, 50 gün içinde, 4 kere mahkemece talep edilmiş olmasına rağmen ilgili verileri mahkemeye vermedi. İşte size devlet.

Antep’te, Akcanlar Tekstil, ağır çalışma koşullarını protesto eden 90 işçiyi işten çıkardı. İşçilerin direnişini kırmak için seçilen yol bu.

Daha fazlasını siz ekleyebilirsiniz.

Burada biz, sadece birkaç örnek veriyoruz.

Neden mi?

Çünkü, burjuva basın, karanlık üreten bir mekanizmadır. Bu basının içinde Saray basını olduğu kadar, muhalif diye geçinen CHP çevresindeki devletçi basın da dâhildir. Tümü devletçi, tümü burjuva basındır. İşleri karanlık üretmektir. Bu nedenle, biz, siz, işçi ve emekçiler, toplumun %90’ı, eylemlerin gerçekliği ile karşılaşamıyoruz. Sanıyoruz ki, ortada hiçbir eylem yok. Sanıyoruz ki, toplum sessiz. Sanıyoruz ki, hareket eden, direnen kimse yok. Üstelik bizim “aydın”larımız, kendileri bir eylemde yok iseler, ülkede eylem yok demekte çok acelecidirler. Evlerinin penceresinden bakıp, havayı güneşli, gökyüzünün mavi olduğunu gördüklerinde, sanıyorlar ki, tüm ülkede hava güneşli. Bencil, korkak, kibirlidirler. Bu nedenle de kördürler.

O nedenle, birkaç işçi eylemini anmak yerinde olur kanısındayız.

Şimdi bu eylemlere bakınca, her bir ay içinde yüzlerce eylem görüyoruz.

Bu eylemler, kendiliğinden eylemlerdir.

Bu eylemleri örgütleyen bir siyasal parti ya da bir güçlü sendika yoktur. Çoğunluğu kendiliğinden eylemlerdir.

Aynı biçimde çevre eylemleri de böyledir, çiftçilerin-köylülerin eylemleri de böyledir.

Ama buna rağmen, eylemler, devletin tüm güçleri ile karşısına dikildiği eylemlerdir. Devlet, işçi ve emekçilerin eylemleri söz konusu oldu mu, kadınların ve öğrencilerin eylemleri söz konusu oldu mu, tüm güçleri ile birlikte saldırmaktadır. Sınıf düşmanlığı budur.

Eylemlerin ikinci özelliği, eylemlerin geçirdiği evrimde ortaya çıkmaktadır. Eylemler, basın açıklamaları vb. gibi eylemlerden direnişlere, grevlere, çiftçilerin eyleminde görüldüğü üzere caddeleri kapatmaya kadar varabilmektedir. Bu, yeni mücadele yollarının, yeni eylem biçimlerinin devreye girmekte olduğunu göstermektedir. İşçi ve emekçilerin adım adım, sabırla dile getirdikleri talepleri karşısında sürekli kandırıldıklarını görmeleri, onları, daha örgütlü, daha militanca eylemler düzenlemeye yönlendirmektedir.

Ama hâlâ, eylemler, büyük ölçüde kendiliğinden eylemlerdir.

Eylemlerin üçüncü özelliği, her bir eylemin, bir başka eylemle bağının olmamasıdır. Yani, her işyerinde, her çevre alanında, her eylem alanında eylemciler, kendileri dışında var olan eylemlerle bağlara sahip değildirler. Bu durum, eylemlerin yalnız kalmasına neden olmaktadır. Bu da her eylemi boğma olanağını, devlet ve kapitalistler için kolaylaştırmaktadır.

Bu eylemler içinde ise, sendikalar, büyük ölçüde, işçilerin eylemlerini desteklemek için devreye girmemektedirler. Mesela bir eylemi desteklemek üzere işçi sendikalarının başka yerlerdeki işçileri de eyleme davet ettiklerine şahit olmuyoruz. Tersine, birçok eylemde sendikalara rağmen eylemler ortaya çıkmaktadır. Eylem ortaya çıktıktan sonra, bazı durumlarda sendika eylemi destekler gibi yapmakta, bazı durumlarda da açıkça karşısında durmakta, açıkça işveren ve devletle birlikte çalışmaktadır.

Uzlaşmacı çizgi ile, direniş çizgisi arasında fark burada, bu en küçük eylem alanında ortaya çıkmaktadır.

Devlet destekli sendika mafyası tarafından kontrol edilen sendikalar ile, mücadeleci sendikalar arasındaki fark da burada ortaya çıkmaktadır.

Bu iki ana çizgi, işçi sınıfının mücadelesi açısından son derece önemlidir ve işçiler, ancak ve ancak, mücadele ve direniş çizgisi içinde yer alırlarsa, ilerleme kaydedebilir, sonuçlar elde edebilir olacaktır.

Sendikalar bize, “aman yapmayın” diyorlar.

Sendikalar bize, “şimdi zamanı değil” diyorlar.

Sendikalar bize, “bu, devlete karşı durmak olur” diyorlar.

Sendikalar bize, “durun, biz konuşalım” diyorlar.

Ama tümü oyalamacadır.

İşçiler, mesela Bodrum’daki otelin önüne, mesela Kosifler plazanın önüne vb. gittiklerinde, birilerini rahatsız etmeye başlamaktadırlar.

İşçiler, ancak sokağa çıktıkça, açıktan birleşerek eyleme geçtikçe, medyanın karanlığını yarma ve seslerini duyurma şansını elde etmektedirler.

Şimdi, soru şudur:

Üç koskoca sendika konfederasyonu, utanmadan, eylemsiz bir açıklama yapmıştır.

Bu açıklamada, üç koskoca sendika konfederasyonu, durumun vahim, yaşanamaz, çalışma koşullarının katlanılmaz olduğunu söylemiştir.

Bu üç koskocaman sendika, utanmadan eylem çağrısı da yapmamıştır.

Şimdi, ülkenin her yerinde, bir ayda yüzlerce direniş ve eylem ortaya çıkmaktadır. Ve sendikalar, tüm bu saldırıya, işçilerin yaşam ve çalışma koşullarına karşı vahşice saldırıya karşı çıkmıyorlar.

Çıkıyorlarsa, şimdi değil ise ne zaman grev silahını devreye sokacaklardır?

Grev işçi sınıfının mücadele silahıdır.

Grev, işçi sınıfının üretimden gelen gücünün devreye sokulması demektir.

Saray Rejimi, emeklilik, kıdem tazminatı vb. alanlara da saldırmaktadır.

Şimdi değil ise, ne zaman sendika federasyonları, genel grev kararı alacaklar?

İşçi sendikaları, hep birlikte, bir genel grev örgütlemek zorundadırlar.

Adım adım işsizlik tırmanmakta, işçiler işten atılmakta, açlık ve yoksulluk derinleşmektedir. İşyerlerinde kaza adı altında iş cinayetleri yayılmaktadır. Kıdem tazminatına, emeklilik sistemine, işçiler aleyhinde saldırılar devreye sokulmaktadır. Tüm bunlar yapılırken, işçi direnişlerine bile sahip çıkmayan sendikalar, kendilerine işçi sendikası diyebilir mi?

Sendika konfederasyonları, “politikadan uzak durmak” adı altında, burjuva politikacılarla işbirliği yapmaktadır. “Politikadan uzak durmak” adı altında, işçileri devletin kucağına oturtmakta, kapitalistlerin kuyruğuna takılmalarını sağlamaya çalışmaktadırlar. Sendika konfederasyonları, ister dinci, ister milliyetçi, ister ulusalcı, ister gerici olsun, açıktan politika yapmaktadırlar. Öyle ise onların “politikadan uzak durmak” dedikleri şey, işçilerin devrimci politikadan uzak durmalarıdır.

Şimdi, üç konfederasyon, genel grev çağrısı yapmayacaksa ne zaman bu çağrıyı yapacaktır?

Demek ki, işçiler, genel grevi kendileri örgütlemek zorundadırlar.

İşçiler, bu doğrultuda kendi örgütlenmelerini yaratmak zorundadırlar.

Bu doğrultuda, sendikalaşma çalışmasını bile, bir ölçüde gizlilik içinde yapmak zorundadırlar. Zira açıktan sendika çalışması yapmak, işsiz kalmak, hatta ölüm tehdidi ile tehdit edilmek demektir. İşçiler bunun için, Birleşik İşçi Kurultayı gibi örgütlenmeler yaratmak zorundadırlar. Elbette bunlar gizli örgütler değildir. Ama bu ara örgütlenmeler olmadan, işçi sınıfının direnişi geliştirmesi, direnişler arasında bağlar kurulmasını sağlaması mümkün değildir.

İşçiler bununla da yetinemezler. İşçi sınıfı, tüm emekçiler, birleşik emek cephesinde bir araya gelmek zorundadır.

İşçi sınıfının, emekçilerin gündemi, tüm ülkeyi saracak bir genel direniş, bir genel grev örgütlemektir. Elbette konfederasyonlar, bu genel greve karşı durmaktadır. Ama, işçi sınıfı, adım adım, bir kararlılıkla bu genel grevi örgütlemek zorundadır. Gerekli olan budur ve gidiş de buna doğrudur.

Bu, elbette bir günde örgütlenemez. Kimse de zaten bunu beklemez. Ama Birleşik Emek Cephesi, bu genel grev ve genel direniş örgütlenmesinin ana organı olmalıdır. Her fabrikada, her işyerinde, her direniş alanında işçi ve emekçiler kendi komitelerini oluşturmak zorundadırlar.

Mesele tek tek fabrikalarda, can boğaza çıkınca eylemler ortaya koyarak çözülemez. Bu elbette olacaktır, zaten olmaktadır da. Ancak işçi sınıfı, emekçiler, kadınlar, öğrenciler örgütlü hareket etmeyi öğrenmek ve geliştirmek zorundadır.

Gelişmekte olan, sayıları hızla artmakta olan direnişlerin, bir bütün olarak ve merkezî biçimde gelişmesi, koordineli olarak gerçekleştirilmesi için, birleşik emek cephesi zorunludur.

Direniş hattının, tüm alanlarda, tüm ülke genelinde örgütlenmesi gereklidir.

Narin cinayeti politiktir ya da karartma operasyonunda bir zirve

Öyle görünüyor ki, Saray medyası ile, CHP medyası hep birlikte, her saat, her an, her fırsatta, Narin dosyası üzerine çalışıyor. Sanırım, bizim ülkemizdeki medya tarihinde, hiç bu denli bir çalışma ortaya koymamışlardır. Hepsi, olaya öyle sarıldılar ki, bu medyayı tanıyan herkes, aklına şu soruyu getirmiş olmalıdır: Acaba ne saklıyorlar?

Birçok dava dosyası, yargılanan kişilerin avukatlarına bile kapalı iken, kişiler ne ile suçlandıklarını dahi öğrenemezken, Narin cinayetinde, dosyadaki her gelişme, anında, herkesin bilgisine sunuluyor.

Bu “büyük hizmet” aslında şüphe uyandırıcıdır. Eğer siz, şüphe etmiyorsanız, muhtemelen bu devleti tanımıyorsunuzdur.

Bu denli bilgi verilmesi, bu denli bilginin ortada dolaşması, sanki olayı açıklamak değil de, olayı çözülmez hâle getirmek için yapılıyor. Ve bundan hiç kuşkunuz olmasın. TC devletinin muhalif ve Saraylı basını, hep birlikte, bir şeyi gizlemek için, olayı aydınlatmış gibi yapıyorlar. O kadar ki, TV kanalları karşısında seyreden bir kişi, bir yandan üzüntü ile, diğer yandan da verilen bilgilerle her gün olayın vahametine şaşırıyor. Bir anneyi, bir babayı vb. suçlu buluyor. Ertesi gün başka birisi suçlu gibi görünüyor.

Müthiş bir operasyondur bu.

Operasyon, birçok şeyi hedefliyor. Ama, biz annelerin umduğu gibi, asla olayın çözülmesini hedeflemiyor.

Operasyon başarılıdır, çünkü olayın ardındaki gerçeği saklamayı, karanlıkta bırakmayı başarıyor.

Herkes dedektif olmuş, olayı, devletin verdiği bilgiler ve yönlendirmeler ışığında, bir “reality show” tarzında dedikodularla çözmeye çalışıyor. Her tarafta, pespaye dedektifler ortaya çıkıyor. En çok da medyada.

Biz, Saray basını diyoruz. İçinde, Hürriyet’i, Milliyet’i, Akşam’ı, Sabah’ı, Yeni Şafak’ı vb. var. Bunların TV kanalları da. Saymadıklarımız eminim vardır. Tümüne Saray basını diyoruz. Saray’ın propaganda araçlarıdırlar ve görevleri karanlık üretmektir. Karanlık, gerçeğin gün yüzüne çıkmasını önlemek içindir.

Ancak, bu kadarla sınırlı değil. Uluslararası sermayeye bağlı ya da “ulusal” basının tümü, neredeyse tümü, bu olayda, karanlık üretmek için her yola başvurmaktadırlar.

İzninizle, CHP basınının, Saray’ın, ikinci derece basını olduğunu söylemek gerektiğini düşünüyorum. Elbette, Sözcü, Cumhuriyet, Yanardağ TV ve Halk TV bunların arasındadır, biri biraz fazla, diğeri biraz eksik olmak üzere. Sözüm ona muhaliftirler.

Evet, Erdoğan’ın ya da mesela tarikatların açıklamaları konusunda “muhalefet” yapar gibidirler. Gerçeğin tümünü değil de, bir bölümünü örtmek isterler. Onlar için bu kadarı yeterli. Hem ne demişler, ne kadar para o kadar köfte.

Elbette, basında, hâlâ haber yapan, hâlâ gazetecilik yapan insanlar var. Yok değil. Onlar, elbette, kendilerine bir gedik bulup oradan bu kuşatmayı yarmayı deniyorlar. Başkası da mümkün değil. Zaten, görevi gereği CHP basını, bunlara biraz olsun yer vermek zorundadır. Yoksa, onları da kimse okumaz. İnsanlar, hâlâ Cumhuriyet ya da Sözcü okurken, bir haber kırıntısı peşindedirler. Ya da TV kanallarını seyrederken, hiç değilse bir bilgiye ulaşma derdindedirler. Onları TV başında tutacak bazı kanallar gerekli, değil mi?

Narin dosyasında, hepsi, hep birlikte, karanlık üretim merkezi olarak çalışmışlardır. Buna da “halkı bilgilendirme” diyorlar. Arada birkaç kişi, yahu bu nedir, tüm ifadeler aynı anda herkesin önünde, burada ne var, diye soruyor. Onların soruları da gümbürtüye gidiyor. Öyle bir gürültüdür ki bu, hiçbir gerçek ses, gürültünün üzerine çıkamıyor.

Olayın gerçekleştiği köy, Diyarbakır Havalimanı’nın burnunun dibindedir. Ve bu havalimanı, aynı zamanda askerî bir havalimanıdır. Örnek olsun, Kürtlere karşı savaşta kimyasallar atan uçaklar, bu havalimanından kalkıyor.

Böyle olunca, havalimanına bu denli yakın bir köyün, devletin, özel kuvvetlerin, Saray’ın kirli savaş aygıtının denetiminde olmaması düşünülemez. Onun için, olayın ilk anlarından başlayarak, duyarlı insanların, hele ki DEM Parti’nin olayı deşifre etme çabalarının bastırılmaya çalışılması bir rastlantı değildir.

Bize, sol jargon kullanarak, aslında köyde herkesin “feodal ilişkiler” nedeni ile, bu cinayet karşısında sessiz kaldığı söyleniyor. Öyle mi? Bu feodal bağlar, mesela koruculuk sistemi, mesela Kürt devrimine karşı devlet adına mafyalık yapan aşiretler söz konusu olduğunda neden aklınıza gelmez de şimdi gelir?

Devam etmeden, olayla ilgili bilgilerin, bir de bizim tarafımızdan alt alta dizilişini görün:

– Narin kaçırılmıştır.

– Kaçırılan Narin’in babasından, elindeki çok geniş araziyi satması istenmiştir. Araziyi yıllardır satın almak isteyen kişi, Ensarioğlu’dur. Rabia Naz olayında, Giresun’da, nasıl ki işin ucu AK Parti yetkililerine ulaşmış idi ise, burada da olay Ensarioğlu’na ulaşmıştır.

– Ensarioğlu, sizin söylediğiniz o feodal yapının tüm unsurlarını kapsar ve devletin Kürt halkına karşı sürdürdüğü imha ve inkâr politikasının, paramiliter güçlerinden biridir. Temsilî niteliği vardır. Ensarioğlu, Hüda Par ile Erdoğan’ı bir araya getiren kişilerdendir. Hizbullah, Hüda Par denildi mi, elbette Ensarioğlu da akla gelmelidir.

– Narin’i acaba kim, kimlerin emri ile kaçırdı?

– Acaba, bu araziyi Ensarioğlu neden istemektedir ve baba bu araziyi, abisi Muhtar’a rağmen, neden satmamaktadır? Acaba, aileden bu arazinin satılmasını isteyenlerin sayısı çok mu fazladır?

Buraya kadarını alt alta koyduğunuz zaman, Narin’in fidye için kaçırıldığı, sonunda işlerin ters gittiği ve çocuğun öldürüldüğü anlaşılmaktadır. Bu durumda, çocuğu kimin kaçırdığı önemli bir noktadır.

İşte tam da bu nedenle, kameralara bakılmıyor, yine tam da bu nedenle telefon kayıtları yok ediliyor ve yine tam da bu nedenle, tüm köy suskunluğa bürünüyor. Zira, konuşanın sonu da Narin gibi olacaktır.

İşin içinde rant, işin içinde mafya ve tarikat, işin içinde devletin kolluk kuvvetleri, işin içinde paramiliter güçler vardır.

Çocuk, sağ olarak bulunmuş ve hastahaneye kaldırılmıştır. Hastahanede görevi, Özel Kuvvetler üstlenmiştir. Ama sonradan çocuğun cansız vücudu, dereye taşınmıştır.

İşte tüm bunları gizlemek için, ortalığa bir sürü bilgi salınmış, herkesin ifadeleri ortalığa saçılmış ve bu yolla, bir “kamuoyu imalatı” gerçekleştirilmiştir.

Rabi Naz’ın babasına deli muamelesi yapan sistem ile, Narin’in kaçırılması gerçeğini ortadan kaldıran sistem, aynı sistemdir.

Demek ki, Narin cinayeti, politik bir cinayettir.

Artık bu ülkede, her cinayet siyasal bir cinayet hâline gelmektedir.

Tüm çocuk istismarı, tüm çocuk cinayetleri, tüm tarikat ve çocuk ilişkileri, tüm kadın cinayetleri, tüm iş cinayetleri, politik cinayetlerdir.

Bir yılda, 300 bine yakın çocuk, cinsel saldırıya uğramaktadır. Gerçek rakam belki bunun 5 katıdır. Çünkü, çocuk istismarları, utanç ve aile bağları nedeni ile sürekli gizlenmektedir. Bu gizli hâli aşan 300 bin çocuk saldırısından söz ediyoruz. Demek ki, her gün, en az 50 çocuktan söz ediyoruz.

Epstein dosyası, Türkiye’den 48 bin çocuktan söz etmektedir. Fatma Şahin ve Melih Gökçek isimleri bu dosyalarda geçmektedir.

Demek oluyor ki, işin ucu derindedir. Bu sıradan, bir tek olay ile sınırlı bir durumun sonucu değildir.

Bir gerçeği gizlemenin yollarından biri, onun etrafında yüksek toz bulutları ortaya çıkartmaktır. Saray basını da dâhil, tüm burjuva basın, işte bu işi yapmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, gerçekten de son derece başarılı bir operasyon yürütüyorlar. Operasyonun amacı, gerçeği ortaya çıkartmak değil, gerçeği örtmektir. Ortaya çıkan silahlar, bir anda ortadan toz oldular. Şimdi, bu silahların aslında hiç olmadığını iddia etseler, söyleyecek ne var ki? Öyle büyük bir yalan makinası devrededir ki, gerçek, adeta yalanmış gibi görünmektedir.

Acaba, Narin çocuk, ne için kaçırılmıştır? Kaçıranlar, acaba hangi telefon konuşmalarında, neler talep etmişlerdir? Narin, kötün ileri gelenlerinden birinin çocuğudur ve tüm afacanlığı ile, kaçırılma işine direnmiştir gibi görünmektedir. Ölümü istenmeden gerçekleşmiş olabilir. Yani, artık öldürmek dışında yol kalmamıştır. Rant için, devletin bizzat kolluk kuvvetleri ve paramiliter güçleri, tarikatları ve basını ile rol oynadığı bir kaçırılma olayının sonunda gelen ölüm, tam da siyasal bir cinayettir.

Bu olayı örtmek için yapılan operasyon ise, karartma operasyonlarında basının ortaya koyduğu yüksek performansın yeni bir zirvesidir adeta.

Ülkemizdeki çocuk cinayetleri, cinsel saldırı, organ kaçakçılığı ve Epstein dosyasındaki gibi “köle yetiştirme” programları çerçevesinde işlenmektedir. Narin cinayeti, daha çok, rant için işlenmiş gibidir. Böyle olduğu için, şimdi soru, bu cinayeti kimin üzerine atmaları gerektiği sorusudur. Hepsi, hep birlikte bunun için uğraşmaktadır.

Rant, yağma ve savaş ekonomisi, tekeller için, para babaları için, sermaye için bir cinnet hâline getirilmiştir. Şimdi egemenler, kendi cinnetlerini, halkın cinneti hâline getirmek istemektedir. Bunun için bu kanlı karartma politikası devreye sokulmaktadır.

Olayın gerçek yönünü saptıracak her adım, aslında olayı örtmeyi hedefleyenlere yardımcı olmaktadır.

Dereler ki, bir cinayetin bir amacı olur. Yani, niye yapıldığı, kime fayda sağladığı önemli bir konudur. Narin’in aile içinde bir cinsel ilişkiyi gizlemek için öldürüldüğü tezi, bu açıdan baştan sona saçmalıktır. Bu durumda Narin, kaçırıldığı dönem boyunca, hastahaneye getirilene kadar, “ikna edilmeye” mi çalışılmış?

Biz biliyoruz ki, devletle bağlı bazı güçlerin işleri, suçları vb. devlet tarafından bilinir. Burada da bilindiği varsayılmalıdır. Öyle ise, açık sorudur, bu olay hangi önemli kişilere uzanmaktadır, hangi önemli kişiler korunmak istenmektedir?

Çocuk cinayetlerine bakıldığı zaman, her zaman, korunmakta olan, “önemli” kişiler olduğu anlaşılmaktadır. Tarikatların kurslarında kimlerin korunmaya çalışıldığı biliniyor. Ama o zaman feodal ilişkiler kimsenin aklına gelmiyor. Dinin kutsallığına halel gelmesin diye, birçok istismar saman altına itilmektedir.

Bu sistem, her yönü ile çürümüştür. Sadece doğayı, sadece ağaçları, sadece hayvanları yok etmekle kalmıyor. İnsanı da yağmalıyorlar. Bu çürümüş sistemi topyekûn devirmeden, insan olarak kalmak mümkün değildir. Bu nedenle, işçi sınıfının savaşsız-sömürüsüz bir dünya mücadelesi, tüm insanım ve öyle kalmak istiyorum diyenlerin de mücadelesidir. Bu sisteme karşı savaşmadan, insan olarak kalmak mümkün değildir.

Rüşvet, jest; Saray Rejimi ve CHP

Gerçekten, Özel midir? Yani, “special” anlamında, özel midir? Özgür olmadığını biliyoruz. Onu sormuyoruz. Özgür değildir, ama “özel” olma hevesindedir. Soyadına uygun olarak “özel” değil, Saray Rejimi için “özel” olmalıdır.

TC devleti, CHP eli ile toplumsal muhalefeti kontrol altına almaya çalışıyor. Bunu artık herkes anlıyor olmalıdır. Özgür Özel’in 1 Mayıs Saraçhane pratiği ya da 2 Mayıs Erdoğan önünde hazır olda olma pratiği, “sokaklara çıkacağız” pratiği, işçi eylemleri gelişirken ortaya koyduğu suskunluk pratiği, belediyeler üzerinden Saray’ın sadaka sistemine bağlılığı, onun “özel” olarak hazırlandığını gösteriyor.

Ayaktan vuruldu iddiaları karşısında acemi bir komedyen gibi “ayak röntgenim budur” demesi, aslında sadece onun durumunu yansıtmıyor, Saray Rejimi’nin pespaye hâlinin, çözülüşünün de yansıması oluyor.

Anne-babası tarafından tembihlenmiş çocuklar gibi, sürekli dolduruluyor. Dolduran ise, ne yaptığını ya bilmiyor ya da ne yüklersek fark etmez, hâlimiz budur demeye getiriyor.

ABD’de, New York Belediye Başkanı Eric Adams hakkında yürütülen rüşvet ve yolsuzluk soruşturması, büyük bir rastlantı ile, Erdoğan’ın ABD ziyaretine denk geliyor.

Erdoğan, ABD’de BM Genel Kuruluna katılmak için gittiğinde, yine ne tesadüftür ki, Özgür Özel, özel olarak “davet” ediliyor olmalı ve New York’a gidiyor.

Ne düşünürsünüz? Elbette, efendi, yani ABD, Özel ve Erdoğan’a birlikte ayar vermek istiyor. Konunun ne olduğunu bilmesek de, savaş ile ilgili olduğunu tahmin etmek zor değil. Ama bu ziyaret çakışması, aslında daha ince ayarlar için yapılmış olmalıdır. Özel, öyle koşarak ve aşkla New York yolunu tutmuştur. Tahmin etmek zor değil. Zaten ayağı da iyileşmiştir, koşarak gitmesi için uygun hâldedir.

Ama işler birden karışıyor.

New York Belediye Başkanı, kendisi Yahudi lobisine de yakın olarak tanınmaktadır, Eric Adams hakkında soruşturma savcılığa yansıyor.

Sözü geçen soruşturmada, Bilal Erdoğan ve Esra Albayrak (yani eski soyadı ile Erdoğan) isimleri de geçiyor. Konu, bu ana kadar yansıyan bilgilere göre, New York’taki Türkevi’dir. Hatırlayınız, Kızılay, Bilal’in vakfına büyük paralar hibe ederek, bu paraları New York’a taşıyarak, bir Türkevi yapıldı. Türkevi’nin açılacağı gün, elbette önceden belli. Ama binanın itfaiye onayı gerekiyor. Ve E. Adams, rüşvet alarak, bu onayı veriyor ve bina açılıyor. Türken Vakfı, birçok işadamı, bu dosyanın içinde. Ya da buna ilişkin deliller, telefon konuşmaları vb. var.

İşte, Erdoğan BM toplantısı için New York’ta iken, şans bu ya, Özel de oradadır. Yani, bizim “uzman” soytarılarımızın deyimi ile “iktidar ve muhalefet” New York’ta buluşuyor. Ve tam bu noktada, savcılık dosyayı devreye sokuyor.

Erdoğan, pişmişliği var, hemen uçağa atlıyor ve Türkiye’ye dönüyor.

Bu durumda gazetecilere yanıt verme işi, Özel’e kalıyor.

Özetle şöyledir:

– Efendim, New York Belediye Başkanı’na rüşvet olayını nasıl karşılıyorsunuz?

Yanıt: Biz Amerika ile müttefikiz (Bu arada, bravo, bunu biliyormuş, diyerek alkış sesleri gereklidir ama yok. Demek basın yeterince “eğitilmiş” değil). Onlar bize bir jest yaptılar (Yani Amerikalılar, rüşvet karşılığında Türkevi’ne itfaiye belgesini vererek “jest” yapmış olmuşlar). Biz de onlara Atatürk Orman Çiftliği’nde bir jest yaptık.

– Efendim, siz muhalefetsiniz yani.

Yanıt: Evet, biz Türkiye’de muhalefetiz ama burada Türkiye partisiyiz.

Benim ilgimi çeken konuşma burasıdır.

Bu konuşmaların hem fazlası var, hem de lütfen, birebir aynı sözleri alıntılamamı da beklemeyin. Çünkü, komedyenlerde doğaçlama ileri düzeyde gelişmiştir ve Özel, bir komedyen olma yolunda merdivenleri tırmanırken, bu aynı sözleri, çok farklı biçimde de söyleyebilecek yeteneğe de ulaşacaktır. Bu nedenle, sözlerini tek tek alma işini lütfen, siz bulun.

Demek neymiş?

1- Rüşvet aslında jest ile bağlantılı bir kavram demektir. Yani, siz birisine rüşvet verdiniz mi, onun karşılığında aldığınız şey “jest”tir. Mesela öğretim üyesi olacaksınız, YÖK bu konuda yetkili ise, siz YÖK’ten bir “jest” istemelisiniz ve elbette bunun bir bedeli, yani parasal karşılığı, ederi vardır. Siz ödemenizi yaparsınız, onun karşılığında ise jest alırsınız.

Özel’e göre, bu gayet normal bir alışveriştir. Zaten Özel de “normalleşme” konusunda çok ciddidir. Demek “rüşvet”, normalleşirken “jest” ile yakından bağlanıyor.

Hem sonra, Özel, görüldüğü gibi, iki ülkenin müttefik olduğunu da bildiğini ilan ediyor. Yani, eğer müttefik iseniz, bu durumda rüşvet verilmesinin ne sakıncası olabilir! Hem zaten “normalleşiyoruz” ya.

Neymiş, onlar, yani Amerikalılar, bize yani Türkiye’ye, Türkevi’ne itfaiye raporunu vermek için, rüşvet karşılığında bir jest yaptılar.

Biz ise onlara Atatürk Orman Çiftliği içinden yer vermişiz. Bu da bizim “jest”imiz. Peki, bizim bu “jest”imiz karşılığında, kim ne kadar para aldı? Öyle ya, New York Belediye Başkanı’na bizimkiler, jest karşılığı olarak bir hayli rüşvet vermişler. O kadar ki, bir kere daha seçilirsem, diyor Eric Adams, New York’u bir Türk yönetecek diye düşünebilirsiniz. Peki, Atatürk Orman Çiftliği konusunda ABD kime ne rüşvet vermiştir?

Müttefikiz ve onlar bize biz onlara yardımcı oluyoruz ve jest yapıyoruz. Bunda ne var? İyi ama bu jestlerin bedelleri nasıl belirleniyor? İyi, tamam ortada bir jest var ama New York Belediye Başkanı hakkındaki dosyada, bu jestler suç ve rüşvet ve yolsuzluk olarak adlandırılıyor.

Bilal ve Esra adlarını görünce, uyanık Erdoğan hızla ülkeye dönüyor. Ama Özel, cesurdur ve soruları cevaplıyor.

Öyle ki, artık ülkemizde komedyenlere ihtiyaç yok.

Gazeteciler, muhalefet partisi olarak fikrini sormakta ısrar edince, yanıt müthiş: Biz Türkiye’de muhalefet partisiyiz, ama burada, yani yurtdışında, Türkiye partisiyiz.

Siz hiç duydunuz mu, Türkiye partisi var mı?

Türkiye partisi eğer varsa, Ankara’da muhalif ve New York’ta Türkiye partisi mi oluyor?

Şimdi, hiçbir komedyen, bu sözleri böylesine büyük bir aymazlıkla söylemez.

Ama, doğrusu, bu gidişle komedyenlere de iş kalmayacak. Özel, bu hevesle, onların işini de üstlenecek.

Türkiye partisiyiz, aslında devlet partisiyiz demektir. Türkiye partisiyiz, aslında siz bizim muhalif olmamıza aldırmayın, biz gerçekte Saray Rejimi’nin bir parçasıyız, hem de esaslı parçalarından biriyiz demektir.

Zaten biz de bunu söylüyoruz, Saray Rejimi, sadece AK Parti ve MHP’den oluşmuyor. İçinde CHP ve diğer tüm burjuva partiler var.

CHP politikası budur. Halkı uyutmak, kitlelerin direnişini kırmak için polisini, ordusunu, basınını, mahkemesini devreye sokmak, Saray Rejimi’nin yetersiz kaldığı durumlarda kitlelerdeki öfkeyi boşa çıkarmak. CHP budur. CHP, bir sosyal demokrat parti değildir. CHP, tıpkı AK Parti gibi, devletin ve büyük tekellerin partisidir.

Ve her biri, adım adım parti olmaktan da çıkmaktadır. Her biri, biraz mafyatik bir tarikat gibidir.

Şimdi, acaba, Özel, Amerikalıların Atatürk Orman Çiftliği için kime rüşvet verdiklerini bulup ortaya çıkaracak mıdır?

Rüşvet, CHP için ne denli “normal” hâle gelirse, iktidarı o denli çabuk mu alacaklarını düşünüyorlar?

Rüşvet “normal”dir, biz bunu zaten fiilen yaşıyoruz. Özel belki bilmez, ama ister Erdoğan’a, ister Amerikalılara sorabilir, onlar rüşvetin Türkiye toplumunda ne denli yaygın olduğunu ve “normal” olduğunu anlatacaktır. Ve bu elbette ki “normal”dir. Mesela trafik polislerine rüşvet verilir. Ya da savcılara ya da diğerlerine.

Ama trafik polisinin rüşveti aldıktan sonra, sürücülere, vatandaşlara “jest” yaptıklarını hiç bilmiyorduk. Meğerse, bizden rüşvet isteyen herkes, aslında bize “jest” yapmak istemektedirler. İşte bunu yeni öğrendik. Jest konusunda da bir sınır olmadığını anlamak mümkün.

Bir de tabii, büyük bir kavramsal açılım içinde olduğunu öğrendik.

“Kavramsal açılım” derken, uydur uydur diz ipe şeklinde anlamalısınız.

Neymiş, içeride muhalefet partisi olabilirsiniz ama New York Belediye Başkanı’na rüşvet verilmiş ise, hemen Türkiye partisi olmalısınız.

Demek, Özel, Erdoğan’a çok çabuk ayak uydurmaktadır.

Rüşvet denildi mi, yakında, “bu bayrak inmez”, “bu ezan sesleri susturulamaz” diyecektir.

Elbette adım adım. Hepsi de bir anda olmuyor.

Özel, Saray ve New York “terbiyesinden” geçmekte kararlıdır. Ama bu terbiye, aslında NATO tedrisatıdır.

Demek yakında, savaş konusunda da ilgiye değer komikliklerini izleyeceğiz.

Soru şudur: Sayın Özel, sizin bu söylediklerinizi, bu yaptıklarınızı zaten AK Parti de, MHP de yapmaktadır. O hâlde size içeride de Saray Partisi dememizin bir sakıncası var mı? Siz de kişisel olarak, ne ödersiniz bilemeyiz ama Saray’dan bir jest almalısınız.

Yanardöner Erdoğan, illüzyonist karanlık basın ve “çakal” gazetecilik

Kuklaların bir özelliğidir, onu oynatan elin hünerini yansıtırlar. Sahnede son derece canlıdırlar ama sahne arkasında bildiğiniz kukla hâlleri ile, ipleri gevşetilmiş bir pelte şeklinde uzanırlar. Hiçbir cazibeleri kalmaz. Sahnedeki el kol hareketlerinden, seslerinden bir şey kalmaz geriye. Zira kuklacının gösterisi bitmiştir ve şimdi içkisini içecektir.

Ve elbette ki kuklacı, hiçbir kuklasına derin bir saygı beslemez. Nihayetinde o bir ağaç ve bez parçasıdır. Kuklacı, her zaman ellerinin marifeti ve zekâsı ile övünür, yoksa kuklaları ile övünmez. Onların ne olduğunu, en iyi kuklacı bilir.

Evet zaman zaman kuklacı, kuklalarının bu denli ilgi görmesinden de zevk duyar. Ama yine de bu zevk aslında kendi yaptığı iş ile ilgilidir.

Erdoğan, ne zaman sahnede coşar ve coşkulu nutuklar atarsa, arka sahnede, bir yorgunluk ile, nutuklarının tam tersini söyler. Bunu o kadar sık yapıyor ki, yorgunluğunu bile yaşayamıyor. Burada kuklacının işi biraz çetrefilleşiyor. Çünkü, canlı kukla, yeniden enerjik görünmek için, bazı şeylere ihtiyaç duyuyor. Öyle makyaj falandan söz etmiyoruz. Burada biraz daha “cana” dokunan bir şey lazım. Mesela biraz pay, dolar cinsinden ve biraz da korku, eldivensiz cinsinden hissetmesi gerekiyor. Kuklacı da bunu yapabiliyor.

Erdoğan, 20 yılı aşkın siyasal yaşamı boyunca, söylediği her şeyin, mutlaka bir de tersini söylemiştir. Bunu kendisi de biliyor olmalıdır. Mesela Ahmet Hakan’a sorarsanız, bu aslında liderlik göstergesidir. Ama normal bir insana sorarsanız, kahvehanede böyle her söylediğinin tersini söyleyen birisi için, “bu adamın sözüne güvenilmez” diye bir cümle duyabilirsiniz.

Erdoğan’a dönelim.

Ve etrafındaki danışmanlar, uzmanlar, onunla konuşurken söyledikleri her övücü sözün ardından, kapı arkasında kim bilir ne küfürler savurmaktadır. Çünkü bugün onu övücü cümle kurmak demek, dün söylediğinin de tersini övmek demek olur. Allahtan, Erdoğan için kendi söyledikleri ile ilgili bir “arşiv” bilgisi yok, hard-disk bunları kaydetmiyor.

Ama kabul etmek gerekir ki, Türkiye gibi bir sömürge ülkede, bu işi sürdürmek için, sadece danışmanlar, marifetli ve belkemiksiz uzmanlar bu işi sürdürmenin garantisi olamazlar. Bunun yanında, basın da gereklidir. Basın, en karanlık cinsinden.

Basın, görünüşte Saray’ın denetimi altındadır. Bu yanlış bir görüntü de değil. Ama gerçeğin tümü değil. Nasıl ki Saray’da başka iktidar odakları vardır, Saray Rejimi’nin her alanında, iktidar odakları vardır, basında da. Bunlar, aslında Erdoğan üzerinden konuşurlar. Ama bunu başarmaları için, bazı rakiplerini de bertaraf etmeleri gereklidir. Hepsi Erdoğan’ı kullanmaktadır ama hepsinin de Erdoğan’a ihtiyacı vardır. Çünkü kuklacı, Erdoğan üzerinden iş yapmaktadır.

Burjuva basın da öyledir. İçinde başka odaklar da gizlenmektedir. Bu odaklar, işler yürürken, elbette Saray Rejimi’nin gereklerini yerine getirirler. Bu açıdan hepsinin ortak görevi karanlık üretmektir. Ortaçağ karanlığı solda sıfır kalır. Bunların karanlığı, çok kalabalıktır. Karanlıktan ileri, kalabalık karanlık, bir çeşit sentetik karanlıktır.

İllüzyon bunun önemli yönüdür. İllüzyon, gerçeğin el çabukluğu ile karartılmasını sağlarken, aslında bunlar da büyük başarılara imza atmış olurlar. Bir gerçeği, bir anda, izleyenler için tepetaklak ederler. Seyreden, var olanı değil, basının görmesini istediği şeyi görür. Ve bu illüzyon, aynı zamanda, sahnede yer alanın, çok da başarılı olduğuna inandırılmasını da sağlamak zorundadır. Bir süre sonra izleyen, karanlığa alışır ve artık görmez olur. Hatta kendini görüyor sanır ve şu cümleyi, en okumuşlarından duyarsınız, “artık haberlere bakmıyorum.” Haberler yalan söylüyor ve bizim okur yazar dostumuz, haberlere bakmıyor, peki neye bakıyor? Mesela yemek programlarına mı, reality showlara mı bakıyor? Böylece görmeme hâline bir kılıf da bulunmuş oluyor, “artık bakmıyorum.” Al bir Xanax ve “b.k içindeyim ama kafama takmıyorum” de. Bu, kafaya takmama hâlini de bir çeşit protesto olarak sunanlar az değil.

Konumuza dönelim.

Örnek olsun, Erdoğan eğer İsrail’e karşı bir nutuk atacaksa, elbette bunun dozu önemli olur. Ama arka planda, işler olduğu gibi sürer. Görünüşe göre Erdoğan İsrail’e karşı konuşur ama gerçekte tersini yapar. Bu sadece Erdoğan’ın marifeti ile gizlenmez. Tersine, basın bu konuda önemli bir rol oynar.

İşte bu noktada “çakal” gazetecilik diye tanımlanabilecek bir şey devreye girer. “Çakal gazeteci”, efendisine para ile, dolar ile bağlıdır. Paranın sahibi, “çakal gazeteci”nin, dolar sesine duyarlılığını bilir ve bu sesi çıkarttığında, çakal gazeteci kulaklarını diker, burnunu konu ile doldurur ve onun yeni görevi devreye girer. “Çakal gazeteci”, elbette sonuçta dolara ulaşmak ister. Ama bunun için marifetini göstermesi gerekir. Hem illüzyona uygun iş yapacak, hem de Erdoğan’ın verdiği açıkları hızla örtecek. Bu arada, Erdoğan’dan da esas parasını değil ama bahşişini almayı başaracak. Ücret niyetine ödeme efendiden, kuklacıdan gelecek ama bahşiş elbette Erdoğan’dan gelecek.

Bu “çakal gazeteci” türüne iki güzel örnek var. Biri Ahmet Hakan’dır. Ama bugünkü konumuz o değil, Abdülkadir Selvi, yani ikincisidir. İlki, daha çok Emine Hanım’a bağlıdır. İkincisi, 12 Eylül döneminde Ergenekon için yaptığı işlerden dolayı, daha çok Erdoğan’a bağlıdır. Zira o, sahnedekilere yakın olmayı daha iyi başarmaktadır.

“Çakal gazeteci” denildi mi, öyle hafife alınır bir işten söz etmiyoruz. Onun işinin ne denli zor olduğunu, onun yerinde gözü olan diğer “çakal gazeteci”lere sormalısınız. Onu kıskançlıkla izlemektedirler ve onun başarıları nedeni ile, dobra dobra Erdoğan’dan eleştiriler almaktadırlar, “aldığınız paranın hakkını verin.”

Şans işte, bugünlerde, Narin olayının ne denli bir basın karartması operasyonuna döndüğünü izlerken, Abdülkadir Selvi’nin işinin ne denli zor olduğunu da görme olanağımız ortaya çıktı. Belki bu hengâmede sizin gözünüzden kaçmıştır diye, dikkatinizi çekmek istedim.

5 Eylül’de Saray’ın gözde gazetesi Hürriyet’te, Selvi, çakal bir gazeteci olarak bir yazı kaleme aldı*. Kimi ikna etmeye çalışıyor, siz karar verin.

Selvi, yazısına ara başlıklar koyuyor. Neden mi? Daha cazip oluyor belki. Ama emin olun, çakal gazetecilik zor bir iştir ve eğer ara başlıklar koymazsa, yazdıkları bir köşe tutmaz. Bu nedenle mecburdur da. İzleyelim:

BARIŞ ZAMANI BARIŞ

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın en önemli özelliği ise mücadele edileceği zaman mücadele etmeyi biliyor, barışacağı zaman barışmakta tereddüt etmiyor. Doğru yerde, doğru zamanda doğru tavrı ortaya koyuyor. Bu da onun lider özelliklerinden biri.

Buraya kadarını okuyunca, hemen anlaşılıyor ki, Erdoğan, daha önceden söylediği, yaptığı bir şeyin, şimdi tersini yapmış ya da yapacak. Bu da Erdoğan’ın liderlik özelliği olarak övülecek. Demek Selvi, dolar hışırtısının sesini duymuştur. “Çakal gazeteci” iyi duyar mı bilmiyoruz ama doların hışırdatılma sesini iyi duyar diyebiliriz. Duymuştur ve şimdi, Erdoğan’ı ve belki yakın çevresini, onun liderliğine ikna etmek istemektedir. Yani ortada bir “dönme” tutumu yoktur. Bunu anlatmak istemektedir. Dün söylediğinin tersini söylemek, liderlik özelliği demek oluyor. Erdoğan, bunu kesin alkışlar.

Erdoğan, ilişkilerimizin sorunlu olduğu ülkelerle normalleşme konsepti geliştirdi. Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır’la ilişkilerde olumlu sonuçlar aldık. Sırada Suriye var.

Buna kimse yanlış diyebilir mi?

İşte devamı böyle geliyor. Demek, Erdoğan, normalleşme konsepti geliştirmiş. Demek, Selvi, CHP liderinin bu konsepte uygun adım marş ettiğini de ima etmektedir. Çakal işte.

Şöyle demiyor: Dün Suudi Arabistan ile, BAE ile, Mısır ile kanlı bıçaklı idik, şimdi ne oldu? Hayır böyle demiyor. Bu alanda da iyi sonuçlar aldık, diyor. Yani efendisi, bağlı olduğu güç odağı, Erdoğan’ı övmesini istiyor. Ve o da kaleme sarılıyor. Şöyle demiyor: Bu ülkelerle ilişkilerimizi kim, nasıl ve ne zaman bozdu? Hayır, bu soru bile değil.

“Buna kimse yanlış diyebilir mi?” diye soruyor. Devlet içindeki güçlere ve Saray basınına sesleniyor. Saray basınına özenen CHP basını da içinde. Buna yanlış diyebilir misiniz, diye soruyor.

“Sırada Suriye var,” diyor. Yani, Suriye ile ilişkilerin normalleşmesini istiyorsanız, bunda ne var, adım adım, Erdoğan “normalleşiyor” demeye getiriyor.

Emin olun Selvi, daha önceden de Suudi Arabistan, BAE ve Mısır ile ilişkiler bozulurken, Erdoğan’ı alkışlamıştır ve bu konuda etkili ara başlıklarla bir yazı yazmıştır.

Bu kadar mı?

Elbette değil. Çakal gazeteci olmak öyle kolay mı?

Yeni bir başlık var:

ERDOĞAN’IN İLGİSİ

Erdoğan’ın Sisi’ye yönelik ilgisini doğrusu ben de merak ettim.

Demek, bu çakal gazeteci, kendisi de merak edebilen bir kişilikmiş. Merak etmiş. Acaba Erdoğan’ın Sisi’ye bu ilgisi niye? Merak bu. Oysa bunu biliyor olmalıdır ve emin olun, bunu bildiğini de başka bir yazıda dile getirmiştir. Peki, İsrail’e ilgisini merak etmiş mi? Hayır, onu henüz merak etmemiş. Onu da bir gün merak edecek tabii.

Şöyle devam ediyor:

7 Ekim’den sonra İsrail, Gazze’yi işgal ettiğinde Netanyahu’nun en büyük planı Filistinlileri Sina Çölü’ne sürmekti. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu plana karşı mücadele etmesi için Sisi’ye büyük destek verdi. Eğer Sisi ile barışmasa bu desteği sağlayabilir miydi? Gazze’nin Filistin yurdu olarak kalması adına bu doğru bir adım değil mi?

İşte size ilgisinin nedeni. Erdoğan’ın Sisi’ye ilgisi bundanmış. Mesela, Gazze’nin Filistin yurdu olarak kalması için, İsrail ile askerî ve ticari ilişkileri kesmesi bir yol olmaz mıydı? Ama çakal gazeteci, bunu geçiyor. Ona inanacak olursak, Erdoğan, Sisi’yi desteklemiş ve Gazze Filistin yurdu olarak kalmış. Binlerce ölü, yıkılmış binalar vb. ile Gazze hâlâ orada duruyor. Netanyahu, Filistinlileri Sina Çölü’ne sürmek yerine onları soykırıma uğrattı. Destek verdi ve sonuç bu ise, destek vermemiş olsa idi sonuç ne olacaktı ki?

Doğru adım, işte budur. Çakal gazeteci, bir anda soykırımı unuttu.

Ama elbette bu işin ödülü de var.

Buyurun:

TİCARİ İLİŞKİLERİMİZ

Ayrıca bizim Mısır’la çok güçlü ticari ilişkilerimiz var. Türk firmaları, Mısır’ın tekstil ihracatının üçte ikisini sağlıyor. Ticaret hacminin 10 milyar dolardan 15 milyar dolara çıkması hedefleniyor.

Gördünüz mü çakal gazetecilik neymiş?

Türkiye’den tekstil üreticileri fabrikalarını, 6 yılda söküp, Mısır’a taşıdılar. Çünkü Mısır’da ücret 80 dolar. Ve bu süreç, Sisi ile “ilgili” olmadığı, kavgalı olduğu dönemde başladı.

Demek başarı da bulunmuştur.

Demek, Mısır’daki iş adamları da Selvi’ye bir miktar dolar göndermiştir. Şimdi bu Mısır’daki firmalar, elbette Mısır ile ilişkilerin “normalleşmesini” isteyeceklerdir. Acaba bu Mısır’daki işadamları Özgür Özel’e de haber vermişler midir?

Mısır’la ilişkiler sadece bu kadar da değil. Çakal gazetecinin bir de vizyonu vardır elbette. Her ne kadar bu vizyon, Mısırlı işadamlarından besleniyorsa da, o da okumuş gazetecidir, değil mi?

AYNI MASADA

Daha da önemlisi. Bu işin şakası yok. Bölgemiz yeniden dizayn ediliyor. Çağlayangil’in dediği gibi “Ortadoğu’da yemek masasında değilseniz, menüdesinizdir.” Üçüncü Dünya Savaşı’nın ayak sesleri duyulurken, bölgemiz paylaşırken, Türkiye ile Mısır’ın yan yana ve aynı masada oturması lazım.

İşte bu da vizyonlu çakal gazeteci. Pastadan pay almak lazım, diyor. Bu durumda, Ortadoğu paylaşılırken, Türkiye’nin Mısır’la aynı masada yan yana olması gerekir. İşte buna vizyon derler. Bu son sözleri ile Erdoğan’dan aferin almayı ummuştur. Bahşişi kapmış olmalıdır.

Kabul edelim, işi zor bu çakal gazetecilerin.

Erdoğan her gün başka bir şey söylüyor. Onlar da bu başka başka şeyleri, her seferinde, büyük bir efor ile övüyorlar. Ne yüzleri kızarıyor, ne de kalemleri titriyor.

Çakal gazetecilik bulaşıcıdır. Doların hışırdama sesine duyarlı bu gazetecilik, ülkemizde çok ilgi çekici örnekler sunmaktadır. Bu, çürümenin bir biçimidir.

* Abdülkadir Selvi, “Erdoğan, Sisi ile neden yakınlaştı”, Hürriyet, 05.09.2024.

Nehirden denize özgür -bizim- Filistin

“Son kötü günleri yaşıyoruz belki
İlk güzel günleri de yaşarız belki”[1]

Sigmund Freud’un, “Daha önce hiçbir hadise insanlığın değerli ortak varlıklarını bu denli tahrip etmemiş, en parlak zekâları şaşkına çevirmemiş, ulvi olanı bu denli ayaklar altına sermemişti,”[2] saptaması, ABD/ Batı beslemesi Siyonist İsrail’in Filistin’i imha harekâtıyla ulaşılan koordinatları iyi betimleyen bir ifadedir.

Harun Haşim Raşid’in, “Bir gün mahallemize döneceğiz/ ve umudun sıcaklığında boğulacağız/ Geri döneceğiz, ne kadar zaman geçse de/ aramıza mesafe girse de/ Geri döneceğiz” dizelerindeki umuda; Mahmud Derviş’in, “Ben Arap Ahmed/ Gelsin kuşatmacılar!/ Benim kal’am gövdem/ Gelsin kuşatmacılar!/ Ateş hattıyım ben/ Kuşatacağım onları/ Çünkü göğsüm/ Sığınaktır halkıma/ Gelsin kuşatma!” mısralarındaki dirence yönelik Nakba’yı sürdüren bir soykırım yaşanıyor!

Lena Obermaier’in, “Gazze’de yaşananlara dair önümüze çıkan yüzlerce video, ses notları, Birleşmiş Milletler (BM) açıklamaları ve istatistikler, İsrailli soykırım araştırmacısı Raz Segal’in yazdığı gerçeğe işaret ediyor: gözlerimizin önünde tam bir soykırım örneği ortaya çıkıyor,”[3] ifadesindeki üzere her şey: ‘BM ve Entegre Gıda Güvenliği Aşama Sınıflandırması’ (IPC) Gazze’deki 1.1 milyon insanın gıda kaynaklarının tamamen tükendiği ve bölgenin kıtlıkla karşı karşıya olduğunu açıkladı, örneğin…

Raporda, “Çatışmalardan önce 5 yaşın altındaki çocukların yüzde 0.8’i yetersiz besleniyordu. 2024 Şubat’ı itibarıyla kuzeyde bu rakamın yüzde 12.4 ile 16.5 arasında olduğunu gösteriyor” ifadeleri kullanıldı.

IPC, Gazze’nin akut gıda güvensizliği seviyesinde 5’inci aşamada olduğunu belirterek, “En olası senaryoya göre, hem Kuzey Gazze hem de Gazze’de kanıtlarla IPC Aşama 5’te (Kıtlık) sınıflandırılmaktadır. Bu aşama, nüfusun yüzde 70’ini kapsamaktadır” dedi.

IPC, “Gazze Şeridi’ndeki nüfusun tamamı (2.23 milyon) yüksek düzeyde akut gıda güvensizliğiyle karşı karşıyadır. 2024’ün Mart ortası ile Temmuz ortası arasında, en olası senaryoya göre ve Refah’a kara saldırısı da dâhil olmak üzere çatışmaların tırmanacağı varsayımı altında, Gazze Şeridi nüfusunun yarısı (1.11 milyon kişi) felâket koşullarıyla karşı karşıya… Bu, önceki analizle karşılaştırıldığında 530 bin kişilik (yüzde 92) bir artışa işaret ediyor” değerlendirmesini yaptı.

BM Genel Sekreteri Antonio Guterres kıtlık değerlendirmelerine ilişkin, “Gazze’nin kuzey kesiminde kıtlık kapıda. Gazze’de 1,1 milyon insan, herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde, şimdiye kadar kaydedilen en yüksek insan sayısı olan felâket düzeyindeki açlıkla karşı karşıya. Bu tamamen insan yapımı bir felâkettir” dedi.

UNRWA Genel Komiseri Philippe Lazzarini ise kıtlık raporu sonrasında İsrail kuvvetlerinin Gazze’ye yardımların girişini engellediğini belirterek, “Gazze’de kıtlık olduğuna dair yeni verilerin ortaya çıktığı gün İsrail yetkilileri Gazze’ye girişimi engelliyor. Kuzey Gazze Şeridi’nde kıtlığın kapıda olması ve şu andan itibaren mayıs ayına kadar gelmesi bekleniyor. Nüfusun yarısı yiyecek kaynaklarını ve başa çıkma kapasitelerini tamamen tüketmiş durumda,” ifadelerini kullandı.[4]

Hâl buyken; Filistin halkının uzun yıllardır İsrail şiddetiyle birlikte yaşadığının altını çizen Filistinli Yusuf Barakat, “Orası dünyanın en büyük hapishanesi. Gazze’de koşullar hep zordu. Doğalgaz, mazot ve internet gibi temel şeylere bile erişmekte güçlük çekiyoruz. Gazze’ye dünyanın en büyük köklü markaları yıllardır ürün göndermiyor. Amerika’nın Küba’ya uyguladığı ablukayı İsrail de Filistin’e uyguluyor,”[5] diye haykırıyor!

Lakin tarihin de defalarca kanıtladığı üzere emperyalist ABD ile Batı’nın kulakları yine sağır!

BİRAZ TARİH

Sözünü ettiğimiz soru(n)un tarihsel kökleri uzun bir geçmişe dayanır. MÖ 2000’de Arapların egemenliğindeki (Amalika kavmi), ve bir dönem Hititlerin, Mısırlıların eline geçen Filistin topraklarına Musa Peygamber öncülüğündeki İsrailoğulları yerleşmişti.

Roma egemenliği, Bizans işgali, Emeviler, Abbasiler, Memlûklardan sonra, 1516’da Osmanlı devletine bağlanan Filistin, 400 yıl boyunca Osmanlı egemenliğinde kaldı.

İsrailoğulları’nın “bağışlanmış ülke” olarak gördükleri Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması için 1897’de İsviçre’nin Basel kentinde I. Siyonist Kongre toplandı. 1908’deki II. Meşrutiyet’le birlikte Yahudiler, bölgeye yerleşmeye başladı.

XIX. yüzyılın sonlarında Siyonistler, Avrupa’da siyasi örgütlenmelerini kurduktan sonra, Ortadoğu’da Osmanlı elinden aldığı topraklarda sömürge ve mandalarını kuran İngiltere’ye yalnızca bağımsız bir ülke kurmak için değil, o dönemde bölgede emperyalizmin ileri karakolu olma teklifi ile gitmişti: “Avrupa için biz, Filistin’de Asya’ya karşı koruma duvarının bir parçası, barbarlığa karşı uygarlığın ileri karakolu olabiliriz,” ifadesindeki üzere Theodor Herzl’in (1897)

Dolayısıyla İsrail meselesi, XX. yüzyılın başlaması ile birlikte Ortadoğu’da bağımsızlık mücadelesi veren Arapları durdurabilmek için önce İngiliz, ardından Amerikan emperyalizminin desteklediği çözümdü.

“Sonuç olarak, emperyalist güçlerle Yahudi sermaye sınıfının amaçlarının birleştiği yer ve zamanda Siyonizm, bir ideoloji ve hareket olarak ortaya çıktı.”[6]

Bu doğrultuda Filistin’de uluslararası bir yönetimin kurulmasının da önerildiği Sykes-Picot Antlaşması’ndan (1916) sonra, Mekke Şerifi Hüseyin Osmanlılara karşı isyan başlattı, Osmanlı Filistin’den çekildi (1918).

İngiliz Mandası ve San Remo Konferansı’ndan (1920) sonra ABD Kongre ve Temsilciler Meclisi karar verdi (21 Eylül 1922): “ABD Filistin’de Yahudilere milli yurt kurulmasına taraftardır.”

ABD’nin Siyonist Konferansı’nda (New York, Mayıs 1942) Filistin’in Yahudi devleti olmasına desteğini açıklamasının ardından Yahudi Milli Konseyi, İsrail Devleti’nin kurulduğunu duyurduğunda takvimler 14 Mayıs 1948’i gösteriyordu.

Yeri gelmişken anımsatmadan geçmeyelim: Yahudilerin Filistin’e yerleştirilmesi, İngilizlerin zoruyla olmuş ve Filistinlilerin direnişiyle karşılaşmıştı. Türkiye kamuoyunda gündeme gelene kadar belki dünyada konuşulmayan bir Siyonist propagandası olan “toprak satma” meselesi, Filistin’de daha yüzyılın ilk onyıllarında başlayıp bugüne kadar devam eden işgali meşrulaştırmak için öne sürülen bir çarpıtmaydı. 1940’lı yıllara kadar süren toprak satmalar, Filistin’in yüzde 5’ini dahi oluşturmayan bir kısmın, Filistin’de yaşamayan Araplar tarafından, çoğu zaman İngilizlerin teşvik için bu topraklardaki vergileri artırmasıyla gerçekleşmişti. Gerçekte ise İngiliz emperyalizmi, aşama aşama Yahudi yerleşimcileri Filistin’e taşımış, her aşamada da Filistinlilerin isyanıyla karşılaşmıştı. Filistinli direnişçilerin gücü İngilizleri zorlamaya başladığında, İngiltere ülkeye yıllık olarak alınacak Yahudi sayısına sınırlama getirmek zorunda kaldı. Siyonistler buna karşı kendi terör örgütlerini kurarak, Filistin’de sivil halkı yurtlarından sürmeye zorlayan katliamlar düzenlemeye koyuldu. O dönem kurulan örgütlerden Haganah, bugünkü İsrail ordusunun da çekirdeğini oluşturmuştu. İngiliz emperyalizmi, Siyonist terör ve II. Dünya Savaşı sonrası Amerikan lobisinin baskısıyla İsrail’in kurulması sonucunda, Filistin halkı yerleşik, işgalci korsan bir devletin kesintisiz terör ve yerinden etmesiyle karşı karşıya kaldı.

Kimse inkâr edemez! Bugünkü savaşın kökeni İngiliz emperyalizmine uzanır. İngiliz hükümeti 1917 yılında meşhur Balfour Deklarasyonu’nu yayımlamıştı. 67 kelimelik bu kısa belge modern Filistin tarihinde bir dönüm noktasıydı. Büyük Britanya’yı Filistin’de Yahudiler için bir “milli yurt” kurmaya angaje ediyordu (Deklarasyonun ilk şekli bir “Yahudi devleti” vaat ediyordu, ancak daha sonra değiştirildi). Balfour Deklarasyonu, Filistinlileri korumayı amaçlayan bir dil içeriyordu, ancak sonraki yüzyılda bunun nasıl sonuçlandığını gördük.

1. Dünya Savaşı’ndan 1948’e kadar Filistin’i İngilizler yönetti ve bu sürenin büyük bir kısmı Milletler Cemiyeti tarafından tayin edilen bir manda yönetimi altında geçti. Filistin’deki Yahudi yerleşimcilerin sayısı bu onyıllar boyunca -özellikle 1930’larda- İngiliz hükümetinin göçü teşvik etmesiyle arttı. 1922’de bölgedeki nüfusun sadece yüzde 11’i Yahudi’ydi. Bu rakam 1931’de yaklaşık yüzde 17’ye yükselecek, 1939’da ise neredeyse yüzde 30’u bulacaktı.

Bu noktada İngiliz hükümeti bölgede istikrarı sağlamak için Yahudi nüfusunun daha fazla artmasını sınırlamaya çalıştı. Ancak artık çok geçti; sahadaki dengeler değişmişti. Neredeyse yüzde 90’ı Filistinlilerden oluşan bölge, iki grup arasında çekişmeli bir toprak hâline gelmişti. Dahası, İngilizler Filistinlilerin topraklarına Yahudilere vermek üzere el koymuş ve yeni başlayan Filistin milliyetçiliğine karşı şiddetli bir baskı uygulamaya başlamıştı. 1930’larda bir İngiliz hükümeti komisyonu Filistin’in bölünmesini tavsiye ederek başarısız “iki devletli çözümün” temelini atacaktı. Başka bir deyişle, bu çatışma 20’nci yüzyılın ilk yarısında sömürgeci bir projeyi desteklemek için uygulanan belirli emperyal politikaların ürünüdür. “Yahudi Sorunu” -yani Avrupa’nın uzun süredir kendi antisemitizmiyle yeterince başa çıkamaması- Britanya İmparatorluğu tarafından Filistinlilerin Siyonizm sorunu hâline getirildi.

İngiliz yönetiminin en önemli özelliklerinden biri, farklı grupları birbirlerine karşı kışkırtmaktı. Filistin’e Yahudi göçüne verilen destek, yerli Filistinlilerin öfkesini ve harekete geçmesini tetikleyerek 1936-1939 Büyük Filistin İsyanı’na yol açtı. Genel grev ve köylü ayaklanmasını içeren isyan, Siyonist paramiliter güçlerle işbirliği yapan İngiliz hükümeti tarafından şiddetle bastırıldı. Ancak isyanın ardından İngilizler bölgeye Yahudi göçünü sınırlamaya başladı ve emperyal çıkarlarını korumak için destekledikleri gruba karşı cephe aldı. Bu durum Filistin’de Siyonistlerin şiddetli saldırılarına yol açtı.

Ve 1948’de Filistin resmen bölündü ve Nakba’nın başlangıcına nezaret eden eski İngiliz yöneticilerin onayıyla bir Siyonist devlet ve bir Filistin devleti kurulması amaçlandı.

Bu yerlerin her biri, son bir ya da iki yüzyıla kadar izleri sürülebilen “kadim” nefrete dayanan şiddetli çatışmalara sahne oldu. Bu ortak nokta, Britanya İmparatorluğu politikalarının bu bölgelerdeki şiddetin temel nedeni olduğunu kesin bir şekilde ortaya koymaktadır; bu çatışmaların imparatorluğa dayandırıldığı o kadar çok örnek var ki, bunun bir tesadüf olduğunu düşünmek mümkün değil.[7]

Tarihi gerçekler böyleyken; İsrail, doğrudan Arap coğrafyasında emperyalizmin yerleşik bir aygıtı olarak kurulmuş, ilk yerleştirmelerden itibaren de şiddet, baskı ve zor ile sürdürülmüştü.

Süreç içinde Filistin’de örgütlü direniş tek çatı altında toplandı: Altı Gün Savaşı’yla İsrail’in işgallerinden (5-10 Haziran 1967) sonra, Müslüman, Yahudi ve Hıristiyanların eşit haklara sahip olduğu demokratik, laik bir Filistin devleti kurulmasını öneren el Fetih hareketi, 1964’te kurulan Filistin Kurtuluş Örgütü’ne (FKÖ) egemen oldu. (Haziran 1968)…

Unutulmasın: 1960’larda Amerikan emperyalizmine karşı dünyanın dört bir yanında açılan cephelerden biri de Filistin’deydi.[8]

Filistin halkının direnişini bölmek, parçalamak, laik, devrimci rotadan kaydırıp “Yeşil Kuşak”ın bir parçası hâline getirmek için uygulanan politikalarla Arap ülkeleri susturuldu. Ezen/ ezilen savaşının yerine Siyonist İsrail-Filistin savaşı ikame edildi.

Özetle Filistinliler, bu emperyal zora karşı her dönem farklı mücadele yöntemleri ile karşı koymaya çalışmış, mesele zaman zaman bir Arap birliği mücadelesine, zaman zaman da enternasyonal bir devrimci harekete dönüşmüştü.

FKÖ önderliğindeki Filistin mücadelesi, XXI. yüzyıl öncesinde, SSCB’nin yıkılması ve dünyada sosyalist hareketlerin zayıflamasından doğrudan etkilenmişti. Aynı dönem, Amerikan emperyalizmi de bölgede yeşil kuşak projesini hayata geçirerek Taliban, El-Kaide gibi örgütlerin kurulmasına öncülük etmiş, emperyalizmle çelişkili Arap devletlerinde Müslüman kardeşler seksiyonlarını desteklemişti. Filistin’de de Hamas bu dönemde yükselişe geçmiş, İsrail de FKÖ yerine Hamas’ın liderliği alacak güce kavuşmasını kendi devlet politikası hâline getirmişti.

Bugünlerde önde Hamas olsa dahi Filistin direnişi, tüm heterojenliği ile Filistin direnişidir. Filistin direnişinin desteklenmesi, Hamas’ın onaylanması anlamına gelmez. Çünkü mesele Filistin sorunu değil, İsrail sorunudur, emperyalizmin yüz yılda kanla inşa ettiği Siyonist terörüdür. Bu devletin harcı Filistinlilerin kanı ile karılmıştır. Ve de İsrail sorunu bir emperyalizm sorunudur.[9]

 KIRILMA AŞAMALARI

Dünü anlamadan, bugünü ve yarını pek anlayamazsınız. Bunun için önce, Filistin’de yaşanan dört kırılma noktasını değerlendirmek gerekir…

i) Birinci kırılma noktası: 2 Kasım 1917’de Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı Balfour’un “Krallık hükümeti, Filistin’de Yahudi halkı için bir milli yurt kurulmasını desteklemektedir,” açıklamasıyla İsrail Devleti’nin kurulması için ilk adım atıldı. 8 Aralık 1917’de İngiliz ordusu Kudüs’e girdi. 5 Mayıs 1920’de de Milletler Cemiyeti Filistin’i İngiltere’nin mandasına bıraktı. Filistin’de 1919’da başlayan çatışmalar devam edince, İngiltere sorunu BM’ye taşıdı. BM Genel Kurulu, 29 Kasım 1947’de aldığı kararla; Filistin’in; Filistin ve Yahudi toprakları olarak ikiye ayrılmasını ve Kudüs’ün uluslararası bölge olmasını kabul etti. O anda Filistin’de 1 milyon 269 bin Filistinli ve 678 bin Yahudi yaşıyordu. Arap tarafı bu kararı Uluslararası Adalet Divanı’na taşıdı. Ancak bu itiraz reddedildi.

14 Mayıs 1948’de İngiltere Filistin’deki manda rejimine son verildiğini açıkladı. Yahudiler, hemen İsrail Devleti’nin kurulduğunu ilan etti. Bu ilana karşı çıkan Arap Ligi Filistin’e müdahale etme kararı aldı. 40 milyona yakın nüfusu olan Arap ülkelerinin müdahale gücü 20 bin civarındaydı. Buna karşı Yahudilerin silahlı gücü 60 bine yakındı. Çatışmalar Ocak 1949’da sona erdi. Arapların elinde Filistin’in yüzde 21’i kalmıştı. Asıl önemli olan nokta ise Filistin’den göç eden Arapların sayısının 700 bin kadar oluşu, neredeyse Filistinli ile Yahudi nüfusunu eşitlemişti.

Arap ülkelerinin oluşturduğu müdahale gücü; emir-komuta, irtibat ve koordinasyon ve ortak bir hedef çerçevesinde birleşilemediği için başarısız olmuştu. Bu onların Filistin’deki ilk yenilgileri oldu.

İİ) İkinci kırılma noktası: 1967 yılı mayıs ayı başlarında Mısır, İsrail’in Suriye’ye karşı bir askeri harekât hazırlığı içinde olduğu haberini aldı. Mısır ordusunun büyük kısmı o anda Yemen’deydi. Mısır Devleti Başkanı Nasır, kendisini çok güçlü hissediyordu. Duruma müdahale etme kararı aldı. Sina’daki BM Güçleri’nin geri çekilmesini istedi. İsteği hemen kabul edildi. Nasır Şarm-el Şeyh’teki mevzileri işgal etti. İsrail gemilerine abluka uygulayacağı açıklandı. Bu İsrail için bir tehditti.

5 Haziran sabahı İsrail Hava Kuvvetleri Mısır Hava Kuvvetleri’ne saldırdı. Uçakların neredeyse tamamı havalanmadan imha edildi. Sina’da da taarruza başlayan İsrail ordusu Süveyş Kanalı’nın doğu kıyısına ulaştı. Kudüs bölgesinde yenik duruma düşen Ürdün ordusu, Doğu Kudüs ve Batı Şeria’dan çekildi. İsrail aynı zamanda 11 Haziran’da Golan Tepeleri’ni de ele geçirdi.

BMGK; 22 Kasım 1967’de meşhur 242 sayılı kararını aldı: “Savaşla toprak elde edilmesi kabul edilemez. İsrail işgal ettiği bölgelerden çekilmeli. Adil ve kalıcı bir barış aranmalı. Mülteci sorunu çözülmeli.”

Mısır, İsrail ve Ürdün kararı kabul ederken Suriye ve Filistin örgütleri reddetti.

Yenilgi, Nasır ve Mısır için büyük bir travmaya ve siyasi değişimlere neden oldu. Ayrıca, bölgede siyasal İslâm’ın pozisyonu güçleniyordu. Bu savaş Arapların, İsrail karşısındaki ikinci yenilgisi oldu.

6 Ekim 1973’te Mısır Devlet Başkanı E. Sedat’ın Süveyş Kanalı’nı doğuya geçerek başlattığı savaş da yine İsrail’in kazanması ile sonuçlandı. Bu da Arapların İsrail karşısındaki üçüncü yenilgisi oldu.

iii) Üçüncü kırılma noktası: Filistin ile İsrail arasında Oslo’da başlayan görüşmeler 1993’de, barış için gerekli olan prensiplerin üzerinde anlaşılmasıyla sonuçlandı. Kabul edilen prensipler şöyleydi: FKÖ’nün temsilciliği İsrail tarafından kabul edilirken Arafat da İsrail’in varlığını ve güvenliğini kabul edecekti. Devamında İsrail Batı Şeria ve Gazze’den çekilecek ve yönetim FKÖ’ye devredilecekti. Kudüs’ün durumu ile mültecilerin geri dönüşü ve Filistin’in alacağı siyasal şekil ise görüşmeler yoluyla çözülecekti.

ABD Başkanı Clinton, Arafat ve İsrail Başbakanı İzak Rabin’i antlaşmayı imzalamak üzere Washington’a davet etti. Antlaşma imzalandı.

İsrail parlamentosu bu antlaşmayı “Büyük İsrail’e” karşı atılan bir adım olarak gördü. Kasım ortalarında karşıt gösteriler başladı. 4 Kasım’da da Rabin bir suikast sonucunda yaşamını yitirdi. Clinton’ın barış çabaları boşa gitmişti.

1999’da Clinton ikinci bir denemeye girişti. Ehud Barak ile Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad ile Arafat’ı bir araya getirmeye çalıştı. Ancak, Arafat’ın çözümlere pek yakın durmaması ve görüşmelerin Irak ve İran sorunlarının gölgesinde kalmasıyla bu da gerçekleşmedi.

iv) Dördüncü kırılma noktası: Netanyahu’nun yeniden iktidara gelmesiyle Batı Şeria’daki yerleşim yerleri projesine büyük hız vererek, buradaki Filistinlileri evlerinden kovarak, bu bölgede bir etnik temizliği hedef alması; Kudüs’ün BMGK’nin 242 sayılı kararı çiğnenerek İsrail’in başkenti ilan edilmesi; mültecilerin geri dönmesini söz konusu bile etmemesi; Ortadoğu’daki Arap ülkelerinin İsrail’in bu davranışları karşısında etkisiz ve sessiz kalması; İsrail’de durumu gergin bir noktaya taşıdı. Toplum patlamaya hazırdı.

Patlama; 7 Ekim 2023 günü Hamas’ın saldırısıyla gerçeğe dönüştü. İsrail hükümeti, bir devlet politikası olarak, adeta intikama odaklandı. Devlet terörü estirdi. Gazze’deki Filistinlilere karşı soykırım suçu işledi ve bu suçları da işlemeye devam ediyor.[10]

NAKBA’NIN SÜREKLİLİĞİ

Yukarıda ifade etmiş olsak da, bir kere daha altını çizelim: Filistin’de yeni bir Nakba yaşanıyor!

Aslı sorulursa Siyonistleri yarattığı Nakba, sömürgeci İsrail ırkçılığının süreklilik kazandırdığı ırkçı bir zihniyetin kesintisiz sürekliliğidir.

Malum: 1948’den bu yana her 15 Mayıs’ta Filistinliler, başlarına gelen felâketi anarlar. Arapça’da “Felâket” anlamına gelen Nakba, yaklaşık 750 bin kişinin evlerinden çıkartılmasını, Filistin adının haritadan silinmesini ifade etmektedir.

1948 Nakba’sı birey, aile ve toplum düzeyinde Filistin halkının temel tarihsel travması olabilir. Ancak bu tekil bir olaydan daha fazlasıdır. Filistinlilerin mülksüzleştirilmesine ve bir ülkeden diğerine savrulmasına yol açan bir dizi trajedidir: 1967’deki Haziran Savaşı’ndan sonra Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nden, 1982 yazında İsrail’in Lübnan’ı işgalinden sonra ve “Kamplar Savaşı” (1985-1987) sırasında Lübnan’dan, 1990-1091’de Irak’ın Kuveyt’i işgalinden sonra Kuveyt’ten, 1994’te Libya’dan, 2003’te Irak’tan ve 2011’de oradaki kanlı olayların başlamasından sonra Suriye’den sürüldüler.

Siyonist Hareket, 1948’den beri Nakba’yı inkâr etmiş, anma törenlerini ve tartışmaları yasaklamıştır. Bunun yerine her yıl İbrani takvimine göre 5 İyar’da (15 Mayıs 1948’e denk geliyor) “bağımsızlık günü”nü kutluyor. 2011 yılında İsrail Parlamentosu Knesset, kamu kuruluşlarının Nakba’yı anmasını yasaklayan ve tören düzenleyen kurumlara ekonomik cezalar getiren bir yasa kabul etti.

Nakba, on binlerce Filistin vatandaşının evlerinden edildiği Negev’de ve Yahudi yerleşim projelerinin ilerlemesinin Filistinli sakinlerinden boşaltmayı amaçladığı Akka, Hayfa ve Yafa gibi tarihi Filistin şehirlerinde devam etmektedir.[11]

Yaşananlar zincirin halkalarından birisidir…

Örneğin ‘BM Çocuklara Yardım Fonu’ (UNICEF) İsrail’in saldırıları sonucu Gazze’nin binlerce çocuğa mezar olduğunu açıklarken; ‘Dünya Sağlık Örgütü’ ise Gazze’de ölenlerin yüzde 40’ından fazlasının çocuk olduğunu belirtti.[12]

Kaldı ki İsrail ordusunun Gazze’yi istimlak etmeye başladığından beri bir soykırım pratiği içinde katlettiği Filistinlilerin sayısı, binlercesi çocuk olmak üzere hızla artıyorken; İsrail ordusunun soykırım uygulaması ve istimlak, Gazze’yi mahşer yerine çeviriyor.

Örneğin 7 Ekim’den 2023’ten 25 Ağustos 2024’e İsrail Gazze’de: i) 41.750 Filistinliyi katletti; ii) 92.500 Filistinliyi yaraladı; iii) 8.750 Öğrenciyi katletti; iv) 14.150 Öğrenciyi yaraladı; v) 10.000’den fazla insan kayıp. vi) 125 UNRWA okulunu bombaladı; vii) 326 devlet okulu ve üniversiteyi tamamen imha etti; viii) 600’den fazla sağlık çalışanını katletti; ix) 1500 sağlık çalışanını yaraladı; x) 312 sağlık çalışanını tutukladı; xi) 33 Hastaneyi imha etti; xii)153 sağlık merkezini bombaladı; xiii)145 Ambulansı bombaladı; xiv)187 Gazeteciyi katletti; xv)1.800.000 Filistinliyi göç ettirdi; xvi) 90.450 binayı imha etti; xvii) 230.100 evi yıktı; xviii) 175 basın merkezini imha etti; xix) 1254 sanayi tesisini vurdu; xx) 177 camiyi bombaladı; xxi) 1 kiliseyi bombaladı; xxii) Gıda ve içilebilir suya erişim imkânı yok; xxiii) 21.000’den fazla çocuk kayıp…

Yine İsrail 7 Ekim 2023’den 25 Ağustos 2024’e Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te: xxiv) 9500 Filistinliyi gözaltına aldı; xxv) 7500’den fazla Filistinliyi tutukladı; xxvi) 850’den fazla Filistinliyi katletti; xxvii) İsrail’in Gazze’de tutukladığı esirler dahil cezaevindeki Filistinlilerin tümüne tecavüz ediliyor; xxviii) Toplamda 15.000’den fazla Filistinli İsrail cezaevlerinde tutuklu bulunuyor.

Tablo böyleyken dünya 75 yıldır İsrail’in devlet terörünü, etnik temizliğini, işgalini, saldırganlığını, hukuk dışılığını kınıyorsa da, bu Siyonist İsrail’in umurunda mı? Değil elbette! Nasılsa üzerinde bir yaptırım yok! Nasılsa ABD’nin kanatları altında! Nasılsa ABD desteğiyle BM Güvenlik Konseyi’nin kararlarını bile uygulamıyor!

SİYONİZMİN GUERNİCA’SI

Bilindiği gibi Pablo Picasso’nun ünlü tablosu ‘Guernica’ (1937), savaşın dehşetini ve özellikle sivil halkın çatışma zamanlarında yaşadığı acıyı anlatan çok güçlü bir politik ifadedir. İspanya İç Savaşı’nda Guernica’nın Nazi Almanyası ile Faşist İtalya tarafından bombalanması Picasso’nun yapıtıyla tarihin belleğine kazınmıştır: Yıkılmış binalar ve alevler içindeki çaresiz figürlerle savaşın yıkıcı etkilerini dile getirir, çocuğunu kucağında taşıyan annenin umutsuz bakışları, yere düşen ölü bebek masumiyetin kaybını duyumsatır bize.

Hayvan ve insan çığlıklarını duyarsınız tabloya baktıkça. Işık ve gölge oyunlarının yarattığı bu dramatik etkiyle Picasso, bir anlamda bir barış çağrısı da yapar bize. Ne yazık ki bugün, İsrail inatla dünyaya meydan okurcasına yeni bir Guernica yaratma peşinde, üstelik bu kez sağlık çalışanlarını ve hastaneleri de hedefe koyarak. Bu insanlık suçuna ortak olmayı reddeden ülke sayısı ne yazık ki parmakla sayılacak kadar az bugün.

Ve Guernica bütün dehşeti ve karanlığıyla yeniden boyanıyor Gazze’de… Bu elbette “tesadüf” değil!

Kolay mı? “İşgalci İsrail devletinin söylemi kuruluşundan itibaren Avrupa merkezciliğe eklemlenmiş ya da onun üzerine yerleşmiştir… İsrail, evrensel uygarlığı temsil eden Batı’nın Ortadoğu’daki ileri karakoludur… İsrail’in yürürlüğe koyduğu faşist tasarı en azından 3 düzeyde işliyor: 1) Gazze başta olmak üzere bütün Filistin topraklarında uygulanan etnik temizlik, 2) Batı Şeria ve Filistin’in diğer bölgelerinde İsrailli sömürgeci yerleşimcilerin yıllara yayılan, ama bugünlerde şiddetini arttıran faşist pogrom ve katliamları, 3) İsrail’de nüfusun hatırı sayılır bir kısmını oluşturan Filistinlilerin baskı, korku, tehdit, hapis ve saldırılarla denetim altında tutulup cezalandırılması…”[13]

Sözünü ettiğimiz Meron Rapoport’un, “Filistinli öğrenciler, akademisyenler, doktorlar ve devlet politikalarına karşı çıkan Yahudi İsrailliler ülkede kendilerini giderek daha fazla baskı altında hissediyorlar. İsrail faşizmin pençesinde mi? Maalesef olumlu bir yanıt bulamıyorum,”[14] diye ifade ettiği ırkçı bir saldırganlıktır!

“… ‘Hamas’ı yok ederiz, Gazze’yi boşaltır yerleşimlere açarız,’ fantezisini gerçekleştirme çabaları, bir soykırımın ardından kurulmuş olan İsrail’in bu kez bir soykırım yaratarak kendi varlığının meşruiyeti üzerine karanlık bir soru işareti koymasına yol açıyor”ken;[15] işte birkaç örnek!

i) İsrail’in güneyinde bulunan Necef Çölü’nde yer alan ve “İsrail’in Guantanamosu” olarak adlandırılan Sde Teiman gözaltı merkezi, Filistinli esirlere yapılan ağır işkence ve cinsel saldırı haberleriyle sık sık gündem olurken; 10 İsrailli askerin, bir Filistinli erkek mahkûma tecavüz ettiği ve Filistinli esirin kritik durumda hastaneye kaldırıldığı belirtildi.

Açıklamada askerlerin 8’inin ağırlaştırılmış fiili livata, bedene zarar verme, istismar ve askere yakışmayan davranışdan yargılandığı belirtiliyor.

Aralarında milletvekillerinin de bulunduğu silahlı faşist grup, tecavüzle suçlanan askerlerin götürüldüğü Beit Lig askeri üssünü basarak tecavüzcü askerlerin serbest bırakılmasını istedi. Grup, askeri üs içindeki mahkemeyi de bastı ancak gruba müdahale edilmedi.

İsrailli-Arap milletvekili Ahmad Tibi’nin, “Bir kişinin rektumuna sopa yerleştirmek meşru mudur?” sorusuna Likud Partisi milletvekili Hanoch Milwidsky, “Evet” diye yanıt verdi![16]

ii) İsrail Meclisi (Knesset) oturumunda idam cezasının bulunmadığı İsrail’de, aşırı sağcı koalisyon partileri, Hamas ile bağlantılı kişilerin “terör” suçundan yargılanarak idam cezasına çarptırılmasını istiyor![17]

iii) İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant, Gazze’deki duruma ilişkin değerlendirmede Hamas’ın “pişman olacağını” ve Gazze’nin “asla eskisi gibi olmayacağını” söyledi; “Tüm kısıtlamaları kaldırdığını” belirtti![18]

iv) İsrail’in aşırı sağcı ulusal güvenlik bakanı Ben-Gvir, İsrail’in güney sınırında yaşayan sivillerin “silahlandırılacağını” söyledi. Bakanlığın 10 bin adet tüfek satın aldığını ve bunların Arapların yoğun olduğu şehirlere ve sınır yerleşimlerine gönderileceğini belirtti![19]

v) İsrail Gazze’yi yaşanmaz hâle getirdi. Bir yandan ABD uçak gemisi grubunu arkasına alıp Hizbullah ve İran’ı uyararak aynı anda Suriye ve Lübnan’ı da bombalıyor. Buralarda yüzlerce çocuk, sivil öldü![20]

vi) İsrailli yetkililer, rehinelerin İsrail’e teslim edilmesini sağlayacak ateşkes teklifini reddederken savaşı sürdürmeyi tercih etti![21]

vii) İsrail ordu sözcüsü Tuğamiral Daniel Hagari planlanan kara harekâtı sonrası Gazze’nin statüsünün İsrailli politikacılar ve diğer ülkelerin tartışacağı “küresel bir konu” olacağını söyledi![22]

viii) Netanyahu 22 Eylül 2023’de Birleşmiş Milletler’deki konuşmasında ABD’nin İsrail ile pek çok Arap ülkesini buluşturmasıyla ortaya çıkan ‘İbrahim Anlaşması’na dikkat çekip, üzerinde “Yeni Ortadoğu” yazan haritayı gösterdi: Ürdün, Sina Yarımadası vb. dahil, işgal edileceklerle birlikte büyük İsrail’i… Haritada Filistin’in zerresi okunmuyor. Silmiş. İbrahim Anlaşması’nın esas amacını net olarak ortaya koyuyordu bu harita![23]

ABD İLE BATI

Gassan Fayiz Kenefânî’nin, “Bildiğimiz tek şey, yarının bugünden daha iyi olmayacağı ve nehir kıyısında, asla gelmeyecek bir gemiyi özlemle beklediğimiz,” ifadesi Filistin gerçeğiyle emperyalist ABD ile Batı arasındaki ilişkiyi anlatır sanki…

Gazeteci Muhammed Taqiya, Tel Aviv’e silah desteğini sürdüren ABD’nin “üç maymunu” oynadığına dikkat çekerken;[24] “Ey Nazi kamplarında ölenlerin ruhları,” diyen haykıran Filistinli şair Salim Jabran’ın “Hangi halkı parçalamıştır tarih/ Parçaladığı kadar benim halkımı?” dizeleri de Filistin’e yönelik emperyalist politikaları sergiler…

Kolay mı?

Başrolde ABD’nin, Batı’lı siyasetin başaktörlerinin olduğu kirli oyun buyken; çoluk çocuk, kadın, yoksul vurularak öldürülenlerin, işlenen insanlık suçlarının hesaplaşması olamadı ve olmuyor da…

“Dünya, kuşatma altındaki Gazze Şeridi’nde 2.3 milyon Filistinliye karşı yürütülen katliamı izlerken Batı Şeria, Kudüs ve İsrail vatandaşı Filistinlilere yönelik şiddet ve toplu cezalandırma eylemleri de artıyor. Bu, saldırıların tüm Filistin halkına karşı olduğunu ortaya koyuyor”![25]

Gerçekten de eski ABD Başkanı Barack Obama’nın, “İsrail-Filistin çatışmasında hiç kimsenin eli temiz değil. Hepimiz bir dereceye kadar suç ortağıyız,”[26] ifadesi ve Prof. Gilbert Achcar’ın “Biden, Trump’ın İsrail politikasını daha da ileriye taşıdı,”[27] vurgusu Gazze’deki katliamların İsrail ve ABD ortaklığında gerçekleştiğinin altını çizerken; Joe Biden da ABD’nin İsrail’e koşulsuz desteğini açıklayıp;[28] ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarının gereğini ortaya koydu.

Malûm; ABD ve AB, Gazze’ye gıda ve ilaç yardımı ulaştırmak için bir deniz koridoru oluştururlarken; “Güney Kıbrıs Gazze Deniz Koridoru”nu açmış oldular. Yani ABD’nin Gazze’de liman kurması, gerçekte Washington’un bir üs elde ederek daha resmi olarak kabulünden önce Filistin Devleti’nin boğazına sarılması demek ve ABD’nin stratejisi İsrail’i gaz merkezi yaparak güvenliğini garanti etmektir.

Bununla bağıntılı olarak Avrupa Birliği de (AB), binlerce insanın öldürülmesinden sonra, insani krizi ancak gündemine alabildi. “Ateşkes” konusunda anlaşamayan liderler “İnsani koridor ve barış konferansı” çağrısı yaptı.[29]

Ancak ateşkes çağrılarına kulaklarını tıkayan İsrail, katliamların üstünü örtmek için Irak işgalinin sorumlusu eski İngiltere Başbakanı Blair’in Gazze’ye “insani koordinatör” olarak atanacağını dillendirirken;[30] “Avrupalıların ‘ahlâk terazisinde’ İsraillilerin acıları, Filistinlilerin acılarına ağır basıyor. İnsanlar, hükümetlerin yapmadığını yaparak İsrail’in orantısız saldırısı ve Gazze’deki toplu infaz politikalarını kınıyor, Filistinlilerin ablukaya alınmasına karşı çıkıyor… Avrupa’nın ikiyüzlülüğü çoktan ayyuka çıktı.”[31]

Örneğin “ZDF televizyonuna çıkan Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius, Netanyahu’nun soykırım politikalarını ‘koşulsuz’ desteklediğini bir kez daha vurguladı. Oysa İsrail’in Filistin’e uyguladığı politikalar, Varşova Gettosu’nda 1943’de ayaklanan Yahudilere Nazilerin verdiği yanıtı anımsatıyordu. İsrail ordusunun hedef gözetmeksizin Gazze’yi bombalaması şimdiden 8 bin kişinin ölümüne sebep oldu ve Gazze şeridinin bazı bölümlerini yerle bir etti. Okullar, hastaneler, camiler ve kiliseler yıkıldı.

Pistorius aynı zamanda şu ifadeleri kullandı: “Mesele İsrail’in meşru müdafaa hakkı ve var oluşu. Almanya İsrail’in bu haklarına, çekince göstermeksizin evet diyor. Görevimiz, İsrail ile yan yana durmak ve sahip olduğumuz etkiyi mümkün mertebe kullanarak çatışmaların daha da şiddetlenmesine engel olmak.” Bu cümlenin son kısmı aleni bir yalan. Berlin Gazze’deki soykırım politikalarını desteklemekle kalmıyor, emperyalist ülkelerin İran’a yönelik savaş politikalarında da başı çekiyor. ABD bölgeye iki uçak gemisi, savaş uçağı ve asker gönderdi bile. Bundeswehr birliklerinin de bölgeye ilave savaş gemileri ile bin kadar asker gönderdiği söyleniyor.”[32]

Şimdi sormak gerek: İsrail ile Filistin arasındaki savaş devam ediyorken; Hamas’ın saldırısına ölçüsüz yanıt veren İsrail insanlık suçu işleyip, devlet terörü uygulamıyor mu? Peki, tam da böyle bir süreçte Batılı ülkeler ne yapıyorlar? Bu ülkelerin neredeyse tamamı İsrail’e destek veriyor. Hani şu demokrasiden, insan haklarından, liberal değerlerden sık sık bahseden Batılı ülkeler…

Batı’nın ikiyüzlü olduğunu söylemek mümkündür. Bir yüzünde sömürgecilik, emperyalizm, işgalcilik ve yağmacılık vardır. Batılı ülkelerin “çifte standartlı” davranışları görülmelidir.

Oysa Batı, kendileriyle işbirliği yapan ülkelerdeki insan hakları ihlâllerini, demokrasi dışı uygulamaları görmezden gelirken; Filistin meselesi, öncesi ve sonrasından koparılarak Hamas’a, oradan da bir Yahudi-Müslüman savaşına indirgeniyor. Hamas’ın İslâmcı-cihatçı kimliği üzerinden İslâmofobiye tahvil ediliyor. Bu da, “demokrasinin, Batı medeniyetinin” korunması gibi başka bir “cihat”, yani Siyonizm ruhuyla yürütülüyor.

Tam da bu tabloda soykırım destekçilerinin üç türü var: Birincisi, Filistinlileri ırkçı bir şekilde ötekileştirerek, öldürülen 14 bin çocuk için üzüntü duyamayan kişilerdir. İsrail 14 bin yavru köpeği ya da kediyi öldürmüş olsaydı, bu barbarlık karşısında tamamen kahrolurlardı.

İkinci grup, Hannah Arendt’in ‘Kötülüğün Sıradanlığı’ kitabında “Terfi etmek için gösterdiği olağanüstü gayreti dışında hiçbir güdüsü yoktur” diye tarif ettiği kişilerdir.

Üçüncüsü ise kayıtsızlardır. Arendt’in dediği gibi, “Kötülük kayıtsızlıktan beslenir ve onsuz var olamaz.”[33]

Evet nihayetinde ABD’nin ve onun kuyruğundaki Batı’nın siyaseti özetle şu: “İsrail’e bomba, Gazze’ye gıda yardımı yapmak!”

“BOŞ LAFLAR” VE HAKİKÂT

Anti-sömürgeci Filistin direniş hareketi, 100 yılı aşkındır işgale ve sömürüye karşı halkın sözcüsü olurken; söz konusu gerçeğin yerine “boş laflar”ın ikame edilmek istendiği de bir “sır” değil…

Mesela, “ABD Başkanı Bill Clinton, Filistin sorununa kalıcı bir çözüm bulabilmek için gayret etmiştir. Bugünün siyasetçilerinden aynı gayreti göstermeleri beklenmektedir,”[34] saptamasına gülelim mi, ağlayalım mı?

7 Ekim’den önce “Filistin devleti” konusu unutturulmuşken; Aksa Tufanı ile küllerinden doğduğu açık değil mi? Aksa Tufanı’nın “Netanyahu’ya cansuyu olduğu” savunuluyor mu? Tam tersine savaşın ortasında bile İsraillilerin yarısı tarafından istenmeyen ve meydanlarda, konutunun önünde sürekli protesto edilen bir siyasetçi konumuna geriledi, görülmüyor mu?!

Bir diğer ifadeyle, “İsrail ile baş edilemeyeceğini bile bile Hamas’ın böylesi bir savaşa soyunması akla mantığa sığacak bir şey değil. Bir nevi intihar! Binlerce insanın katledilmesi, yerinden yurdundan koparılmasına kapı aralayan bir durum”dan[35] mı söz ettiniz! İyi de “İsrail ile baş edilemeyeceği” çok uzağından ahkâm kesenler mi, yoksa mücadele edenler mi karar verecek?!

Ya da “İsrail, Tevrat’a dayalı jeostratejisinden, Büyük İsrail Projesi’nden, Hamas ise İsrail devletini yok etme amacından vazgeçmedikçe bu sancı sona ermeyecektir,”[36] saptaması…

“Nehirden Denize Özgür Filistin” hedefiyle Siyonist korsan İsrail’in yıkılması talebi birbirinden kopartılamazken; Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mariya Zaharova’nın, Hamas’ın operasyon hazırlığından İsrail ve ABD’nin haberdar olmamasının mümkün görünmediği vurgusuyla, “Asıl soru İsrail ve ABD buna neden izin verdi?”[37] veya Emre Kongar’ın, “Hamas’ın bu saldırısı, içeride sorunlarla boğuşan ve güç kaybeden aşırı sağcı Netanyahu’yu ve onun 6’lı koalisyon iktidarını kurtaracak bir operasyon niteliğindedir!”[38] ifadeleri, boş lafların en nadide örneklerindendir…

7 Ekim 2023 sabahı Siyonist işgale karşı Aksa Tufanı adıyla beş bin roketle, dronlarla, paraşütlü motorlarla seksen noktadan kentlere sızmayla saldırı dalgasında sadece Hamas yoktu!

Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin (FHKC) silahlı kolu Abu Ali Mustafa Tugayları’nın, desteğini açıkladığı[39] Aksa Fırtınası’nda Hamas’ın silahlı kanadı İzzeddin el-Kassam Tugayları, İslâmi Cihad Örgütü’nün Kudüs Tugayları, Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi’nin askeri kanadı Ulusal Direniş Tugayları ile öteki örgütler de eşlik etti.[40]

‘Dünya İşçi Sendikaları Federasyonu’ (WTFU) Başkanlık Konseyi Üyesi, aynı zamanda ‘Kudüs Ulusal Sendikalar Federasyonu’ Başkanı Suzan Tayseer Abdelsalam, “Filistin direnişi Hamas ve İslâmi Cihad’dan ibaret değil… Hamas ve Cihad’ın yanı sıra iki seküler sol örgüt olan Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ve Demokratik Cephe ile İslâmi olmayan diğer gruplar da bulunuyor,”[41] gerçeğinin altını ısrarla çizerken; Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas da, “Filistin halkının yerleşimcilerin ve işgal birliklerinin terörüne” karşı kendini savunma hakkı olduğunu söyledi.[42]

FHKC Uluslararası İlişkiler Sorumlusu Mahir el Tahir’in, “Örgütler imkânı olduğu ölçüde katıldı. Çünkü bu herkesin savaşı,”[43] notunu düştüğü Gazze’de de, bir kez daha vurgulayalım, sadece Hamas yok: Birçok Filistinli örgüt İsrail’e karşı savaşıyor.

Hamas ve İslâmi Cihad gibi radikal İslâmcı örgütler ön plana çıksa da Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC), El Fetih ve Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi (FDHKC) gibi solcu örgütlerin silahlı kanatları da Gazze Şeridi’nde aktif.

Filistin’in efsanevi lideri Yaser Arafat’ın kurduğu El Fetih, George Habaş’ın kurduğu FHKC ile Nayef Havatme’nin kurduğu FDHKC, 1964’te kurulan FKÖ bünyesinde yer alıyorlarken;[44] “Filistinlilerin destansı direnişi Netanyahu’nun çöküşünü getirecek”!

SPEKÜLATİF ZIRVALAR!

Spekülatif zırvaların havada uçuştuğu güzergâhta BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in “Hamas saldırısı bir anda gerçekleşmedi, Filistin halkı 56 yıldır boğucu bir işgale maruz tutuluyor,”[45] saptaması çok değerlidir.

Çünkü 7 Ekim 2023 sabahı, dünya ve Ortadoğu tarihine iz bırakan gerçekle uyandı: Filistin direnişi, İsrail’in delinmez denen demir kubbesini bir kere daha aşmış, açıkhava hapishanesi olarak nitelenen Gazze’nin kapılarını açarken ortaya koyduğu hakikât, ne İsrail-Hamas savaşı ne de İsrail-Filistin savaşı olmayıp, Siyonist işgal gücüne karşı Filistin’in isyanıydı.

Filistinliler 7 Ekim öncesinde de silahlı mücadele ile kurtuluşu sağlayacakları rüyası görmüyorlardı. İsrailli tarihçi Ilan Pappé, Filistinlilerin bu yolla mevcudiyetlerini ve dirençlerini güçlendirmeye çalıştıklarını söylüyor.[46] Bu doğru ama bu kadarla sınırlı değil. Filistin’de yürütülen silahlı direniş, aynı zamanda dünya kamuoyuna seslerini duyurmanın bir yoluydu.

Bu böyleyken; kim nasıl sunmaya kalkışırsa kalkışsın: Soru(n)ların temel kaynağı emperyalist paylaşımlar ve İsrail’in yayılmacılığıdır. Bu tabloda “Filistinlilerin direnme hakları sonuna kadar meşrudur. Aksa Tufanı Operasyonu sonuçları ne olursa olsun tarihsel bir kırılmaya yol açacak”tır;[47] açmıştır da!

İsrail ve Filistin arasında yaşananlara tarihsel bağlamda bakmak gerekir. “Etnik temizlik” konusunda yaklaşık 100 senedir Filistinliler çok önemli kayıplara uğradılar. İsrail Devleti’nin kurulmasında, İsrail ile savaşlarda Filistinliler en mağdur edilen kesim oldular. 1967’den beri 56 senedir Batı Şeria ve Gazze’de işgal altında yaşayan yaklaşık 5 milyonluk bir nüfus var. Daha da ötesinde 1948’den beri süren savaşlarda mülteci statüsü almış 5 milyondan fazla Filistinli söz konusu. İşgal, abluka ve apartheid rejiminden söz etmeden bugünün hadiselerini açıklamak hatalı olur.

“Solcular Hamas’ı değil, 60 seneye yakın süren işgal karşısında Filistin halkının haklı mücadelesini destekliyorlar. İşgale karşı BM kararları ile tescillendiği üzere Filistinlilerin meşru müdafaa hakkı var. Solcular da işgale karşı direnişi destekliyorlar.”[48]

Aşağılıkça olan İsrail Devleti’nin Gazze’de sürdürdüğü harekâttır; bu Cenevre Sözleşmeleri’ne göre bir “savaş suçudur”

Lübnan Komünist Partisi Merkez Komite Üyesi Ali İsmail’in, “İsrail Filistinlilerin kanı üzerine kurulu”[49] betimlemesine mündemiç duruma ilişkin olarak da sosyal demokratlar ile liberaller için bile şunlar ifade edilebilir: Eğer mideniz ezilenin şiddetini kaldırmıyorsa, o zaman ezmeyi bırakın.

Kimse İsraillilerin katledilmesini kutlamıyor. Evlerinde oturan aileler, müzik festivalindeki gençler yaşamayı hak ediyordu. Rehin alınan ve işkence edilen İsrailli evinde ve güvende olmayı hak ediyordu.

Ve ne zaman Yahudiler ayrım yapılmadan katledilse, dünyadaki diğer tüm Yahudilerin aklına Pogrom geliyor. Yahudi halkının yaşadığı korkuyu anlamayan kimse ahlâki tahayyülden yoksundur.

Fakat kutlamamak suçlamak değildir. Mau Mau direnişi çiftçi aileleri uyudukları yataklarda katlettiğinde, sosyalistler kutlamadı. Onun yerine, İngiliz sömürgeciliğinin ve faşist yerleşimcilerin Kenya halkını topraktan ve özgürlükten mahrum eden şiddetinin yansımasını gördüler.

Ya da Ulusal Kurtuluş Cephesi Cezayir’de kafeleri ve konserleri bombaladığında da kimse bunu kutlamadı. Fakat o patlamalar, 150 yıllık Fransız emperyalist şiddetinin yankısıydı.

Mao Zedong “devrim yapmak ziyafet vermek, makale yazmak ya da resim çizmek değildir. Böyle saf, kibar, ölçülü ve zarif değildir.”

“Medenileşmiş” dünya kendi illüzyonlarını izlemeyi tercih ediyor, en çok da kafasını ezilenin gördüğü şiddetten çeviriyor. Filistin’den yani.

Dünya emperyalizminin yönetenleri, nesillerdir insanlıktan mahrum bırakılmış, şiddetle, yerinden etme ve varoluşlarının reddi ile tarihten silinmeye çalışılmış bir halkın insaniyetsizliğini kınıyor.

“Medenileşmiş” olanlar, masumların katlini kınıyor, sanki yerinden edilenlerin şiddetinin yalnızca korundukları üslerinde güven içinde yaşayan gerçek suçlulara ulaşabilmesi mümkünmüş gibi; sanki kendi elleri temizmiş gibi.

Medenileşmiş olanlar, yalnızca kendi tercih ettikleri yöntemleri meşrulaştırıyorlar; katı bir hukuk çerçevesinde etnik temizlik, en yüksek teknolojiler eliyle, soyut biçimde “hedeflenmiş” katliamlar, çocukların yasal şekilde alıkoyulması, ambargolar yoluyla aç bırakma.

Dolayısıyla İsrail’de bir polis karakoluna saldırı terörizmken, Gazze’de bir hastaneye saldırmak ise meşru müdafaa. Ve bir Britanya dışişleri bakanı, bir savaş suçunu, toptan bir cezalandırma yöntemi olan aç bırakmayı onaylıyor.

Yine de Hamas’ın eskatolojik İslâmcılığı, ‘Jewish News’in yayın yönetmeninin şok edici tarifiyle, Selefî “doğuştan gelen, nesillerdir süregiden tarihsel bir kana susamışlık” değil.

Ödünç anti-semitizmleri, Filistinlilere çok görülen moderniteye karşı ithal, cahilce ve bağışlanamaz bir reaksiyon.

Aynı şekilde asimetrik savaş da öyle, izlenecek bir şey değil. Kanlı, derin ve çoğu zaman tarif edilemez biçimde zalim. Fakat bu, istense dahi ulaşılamayacak simetrik bir savaşın alternatifi değil.

Bu, sessizliğin alternatifi… Hamas’ın saldırılarını kınayanlar, 2018 yılında Gazze’deki sivil yürüyüşleri de kınamışlardı. 223 Filistinli, ellerinde tek bir silah olmadan öldürüldü.

İsrail’in Batı Şeria ve Gazze’deki işgalini sonlandırması için kamuoyu oluşturan BDS’ye suçlu muamelesi yapıyorlar. Filistin devletinin Uluslararası Adalet Divanı’nda tazminat talep etmesine izin vermiyorlar.

Onun yerine, Filistinlilerin tarihsel bir ötekileştirmeye razı olmasını istiyorlar.

Tüm “medenileşmişlerin” Filistinlilerden beklediği tek şey sükût. Bir mahkûm en fazla, gardiyanı ile daha iyi bir tayın pazarlığı yapabilir.[50]

Bir kez daha vurgulayalım: Filistin direnişinin desteklenmesi, Hamas’ın onaylanması değildir. Çünkü mesele Filistin sorunu değil, İsrail sorunudur, emperyalizmin yüz yılda kanla inşa ettiği Siyonizm terörüdür.

Evet Aksa Tufanı harekâtı ardından açığa çıkan süreç, doğal olarak siyasi partileri ve bireyleri belirli pozisyonları almaya zorladı. Kimileri “direniş”, kimileri “terör” dedi. Aynı tarafın içinde ton farklılıkları da oluştu.

Tekrarlayalım: Derin bir ideolojik-politik birikime gerek yok; vicdanlı ve aklı başında olan herkes bilir ki bu hikâyenin haksız tarafı İsrail devleti ve onu destekleyen Batılı güçler, haklı ve mazlum tarafı ise Filistin halkıdır. Hiçbir siyasi olay, bir günde olup biten, bağlamsız ve geçmişi olmayan gelişmeler olarak değerlendirilmemeli. Hiç şüphesiz ki Hamas’ın başlattığı ve diğer Filistinli direniş örgütlerinin katıldığı 7 Ekim hamlesi de dünün getirdiklerinin bir ürünü. Bir yargılama yapıp hüküm vermeden önce, Filistin toplumunun tarih boyunca uğradığı haksızlıkları ve maruz bırakıldığı zulmün boyutunu hatırlamak gerekir.

Yani Siyonist Yahudilerin, tutunamadıkları Avrupa’dan göç edebilecekleri “vaad edilmiş topraklar”ı yaratma uğraşına arka çıkan Britanya emperyalizmi eliyle Filistin’lilerin yurtlarından sürülmelerini, katledilmelerini… Bir kez daha hatırlatmalı; Türkiye kamuoyundaki yaygın kanının aksine İsrail devletine temel oluşturacak toprakları Yahudi Milli Fonu’na satanlar tamamıyla bugünkü Filistinlilerin dedeleri değildi. Elbette yerel halktan da yüksek fiyatlara topraklarını satanlar oldu ama Siyonistler genelde toprakları Filistin dışında yaşayan zengin Arap ailelerden aldı. Filistin halkı bugün olduğu gibi o gün de yoksuldu ve toprakların Araplardan Yahudi yerleşimcilere geçmesi onları daha vahim durumlarla yüzleştirdi. Filistinli mülksüz Araplar işsizleştirilirken Yahudi yerleşimcilerin toprak sahipliğinin arttığı İngiliz mandası döneminde küçük mülk sahipleri de ekonomik baskıdan nasibini aldı. İngilizlerin Osmanlı’nın ayni vergi sisteminden farklı olarak nakit vergi alması, küçük mülk sahiplerini tefeci bataklığına sürükledi. Pek çoğu ağır borç yükünün altında Siyonistlere topraklarını satmak zorunda kaldı. Yani mesele “paragöz Filistinliler” ezberinin ötesinde.

1948’de İngiliz mandasının sona ermesinden saatler sonra İsrail devleti bağımsızlığını ilan etti. Mısır, Suriye, Lübnan ve Irak orduları İsrail’i durdurmaya çalıştı ama Siyonist paramiliter örgüt Haganah’ın toplam gücü onlardan sayıca fazlaydı. Birinci Arap-İsrail Savaşı’nda galip gelen ve sınırlarını genişleten taraf İsrail’di. Filistin halkı tarih boyunca kendi topraklarında eşit birer halk olarak yaşamak için değil, o toprakları işgal ederek kendilerini tarihten silmek isteyen bu güç tarafından sayısız kez katledildi. Yanlarında duracaklarını söyleyen Arap devletlerinden destek görmediler, yalnız ve savunmasız bırakıldılar. Mekanize birliklere, tanklara, füzelere ve savaş jetlerine karşı taş atarak direndiler, topraklarında yaşayabilmek için bedenleriyle işgale karşı koymaya çalıştılar.

İşte bugünkü öfke ve radikalleşme, 100 yıldır süren bu siyasi, askeri ve ekonomik baskıların sonucu. Bu tarihsel gerçek, 7 Ekim günü sivillerin öldürülmesini haklı göstermez elbette; kimse de bunu söylemeye cüret etmemeli. Ancak ayakları yere basmayacak denli romantik ve “dedeleri toprak satmasaydı” gibi kulaktan dolma bilgilerle olayları yorumlayanlara bir cevap olabilir.

Coğrafyamızda Filistin farkındalığı devrimciler sayesinde oluştu. 1960’larda yükselen ve 70’li yıllarda iyice toplumsallaşan devrimci hareket, Filistin davasının Türkiye’deki taşıyıcısıydı. Filistin’de işgale karşı direnen yapılar da Filistin Halk Kurtuluş Cephesi gibi Marksist, sosyalist örgütlerdi. Türk sağı ise ideolojik bir bağ kuramadığı için o tarihlerde Filistin davasına ilgisizdi. 80’li-90’lı yıllarla birlikte, emperyalist ülkelerin sola karşı büyüttüğü İslâmcı yapıların Ortadoğu coğrafyasındaki yükselişi, Filistin’i sağın radarına soktu. Bugün çok tartışılan Hamas da esasında kendisini “terör örgütü” kabul eden Batı emperyalizminin bir ürünüdür.

1987’de kurulan Hamas’ın Filistin siyasetindeki etkisi, 1993’te FKÖ lideri Yaser Arafat’ın Oslo’da İsrail devlet yetkilileriyle kurduğu diplomatik kanaldan sonra arttı. Birinci ve ikinci Oslo anlaşmalarında İsrail, FKÖ’yü Filistin halkının meşru temsilcisi olarak tanıdı. FKÖ de kuruluş belgesinde geçen, “İsrail’i ortadan kaldırma” hedefinden vazgeçeceğini taahhüt etti. Oslo anlaşmalarında, ilerleyen süreçlerde Filistinlilerin idari sorumluluklarının artacağı belirtildi. İsrail kuvvetleri de aşamalı olarak Gazze Şeridi, Batı Şeria ve Eriha’dan çekilecekti. Ancak bu anlaşma Filistin’de eleştirilere konu oldu. Anlaşmanın başarısızlığı, diplomatik kanallar ve müzakere seçeneğinin rafa kaldırılması eğilimini güçlendirdi. Sürecin kazananı ise radikal İslâmcılar, yani Hamas’tı. İsrail’de de aşırı sağcılar…

Hamas yönetimi birinci Oslo anlaşmasından bu yana muhalefet pozisyonundaydı. Onlara göre Filistin tamamıyla bir İslâm toprağıydı ve İsrail’i tanımak İslâm’a ihanetti. Muhalif tutumlarını, İsrailli sivillere dönük bombalı saldırılarla gösteriyorlardı. 1994 ve 1995 yıllarında patlattıkları bombalarla onlarca İsrailliyi öldürdüler. Hedefleri, barış görüşmelerini sabote etmekti. FKÖ ile de çatışma noktasına geldiler.

Hamas’ın bombaları İsrail tarafında da güvenlikçi bir refleksi tetikliyor, barış görüşmelerine karşı olan kesimlerin sesinin gür çıkmasına neden oluyordu. İsrail sağı, Oslo görüşmelerinin barış getirmediğini söyleyerek toplumu askeri pratiklere ikna etmeye çalışıyordu. Hamas’ın düşüncesine paralel şekilde İsrail sağı da bu toprakları tanrının kendilerine vadettiğini savunuyordu. Bir grup haham, siyasi otoritenin Batı Şeria’dan çekilme kararını tanımamaları için askerlere fetva bile verdi. Gerici ve milliyetçi yapılar, Başbakan İzak Rabin’i (ilginçtir, Filistin’le barış görüşmesi yapan politikacı, eski savunma bakanıydı) kınayan bildiriler yayınladı.

Sağ radikallerin isteği gerçekleşti ve nefret temelli şiddet, bir başka nefret temelli şiddetin ana kucağı oldu. Şubat 1994’te Batı Şeria’da Baruh Goldstein adlı İsrailli, namaz kılan Filistinlilerin üzerine otomatik silahlıyla mermi yağdırdı ve 29 kişiyi katletti. Sonraki yılın kasım ayında ise daha sansasyonel bir olay yaşandı. Tepkilerin hedefindeki Başbakan Rabin, büyük barış toplantısının yapıldığı Tel Aviv’de dini araştırmalar enstitüsünde okuyan İsrailli Yigal Amir tarafından öldürüldü. Yapılan soruşturmada, Yigal Amir’in radikal bir din eğitimiyle yetiştiği ve “Yahudi toprağını düşmana veren her Yahudinin öldürülmesi” inancıyla yaşadığı öğrenildi.

Hamas’ın saldırıları da devam ediyordu. Kudüs ve Tel Aviv’de bombalı eylemler düzenlendi. Barış, diyalog ve müzakere gibi kavramlar artık tamamen unutulmuştu. İsrail halkı Mayıs 1996’da sandığa gittiğinde, ülkenin başına az bir farkla da olsa Binyamin Netanyahu’yu getirdi. Şimdi olduğu gibi o dönemde de kötü bir yönetici olan Netanyahu, dinci ve milliyetçi akımların isteklerine paralel olarak işgal altındaki topraklara yönelik sert bir politika izledi. İsrail devletinin bu reddiyeci tutumu öngörüldüğü şekilde Hamas’ın yeni saldırılarını tetikledi. Eylül 1997’de intihar bombacıları eylem yaptı. Peş peşe gelen saldırılar, İsrail toplumundaki güvenlikçi histeriyi besledi, Netanyahu bunu kullanarak aşırı sağ politikalara hız verdi. Laik muhalefete karşı katı Ortodoks eğitimi teşvik etti, İsrail’in gericilerine devlet desteğini artırdı.

O günden bugüne aradan geçen yıllarda olaylar hep aynı örüntü etrafında gerçekleşti. Direnişin meşruluğu ve İsrail devlet aygıtının zalimliği kesin ancak caddelerde, alışveriş merkezlerinde, pazar yerlerinde, ibadethanelerde patlatılan ve sıradan insanları hedef alan bombalar, İsrail’de sağ siyasete zarar vermek şöyle dursun etki alanını genişletti. Yahudi toplumundaki zayıflık ve güvende olmama hissini köpürten bu eylemler, sağ partilerin seçmeni askeri yöntemlere ikna etmesini kolaylaştırdı, savaş karşıtlarının ve barış yanlılarının üstündeki baskıyı artırdı. Bu hakikâti reddetmek, Hamas’ın Yahudi nefretini merkez alan siyasi çizgisine hapsolmak ve solun tarih boyunca biriktirdiği değerleri dışlamak demek.

Elbette XXI. yüzyılda daha fazla gözyaşının dökülmemesi için siyasi çözümden başka akılcı bir yol görünmüyor. Fakat geçmişteki haksızlıklar ve Filistinlilerin yaşadıkları unutulmamalı. Tarih boyunca adil olmayan barışlar, daha kanlı savaşların hazırlayıcısı olmuştur.[51]

HAMAS PARANTEZİ

1987’de kurulan Hamas, Filistin’de, Gazze’de konumlanmış radikal İslâmcı bir parti. Filistin parlamentosunda da etkin.

Filistin hareketi 2007’de bölününce, El Fetih’le çatışması iyice gün yüzüne çıkan hareketin neden, nasıl, niçin oluştuğunu kavramak gerekir; bunun için göz ardı edilmemesi gereken ilk şey de, Hamas gibi radikal İslâmcı örgütlerin durup dururken ortaya çıkmadığı.

Görülmeli: Siyonist İsrail’in Filistin’i yok sayma, ilhak etme ve durmadan genişleme politikası Hamas’ları yaratıyor. Bugünkü savaşın temelinde de bu gerçek yatıyor.

Hamas’ın kuruluşu ve yükselişi bir boşluktan kaynaklandı. El-Fetih’in önce Oslo’da İsrail ile uzlaşması ama Filistinlilerin hayatında bir değişiklik yaşanmaması, hatta koşulların daha kötüye gitmesi, İsrailli yerleşimlerin genişlemesi, Mahmut Abbas yönetimindeki Filistin Otoritesinin yurtdışından gelen yardımı kontrol eden (bir kısmını kendi içinde paylaşan) ve İsrail ile işbirliği yapan bir kuruma dönüşmesi Hamas’ı tek direnen örgüt olarak öne çıkardı.

Ama Hamas’ın 2006 seçimlerinin ardından El-Fetih’i Gazze’den çıkarması, içte dinci ve baskıcı bir yönetim kurması, dışta İran’a ve kısmen Katar ve Türkiye’ye dayanması, İsrail’e yönelik ise yok etme söylemini devam ettirmesi ve füze göndermeyi sürdürmesi Filistin direnişinin uluslararası meşruiyetine büyük zarar verdi.

Hamas, Filistin hareketini bölerek; uluslararası alanda Filistin hareketine yönelik sempati ve desteği azaltarak Filistin direnişine aslında zarar verdi. Hareketin sol boyutu kalmazken, seküler kanadı zayıfladı, Hamas nedeniyle İran’ın bölgedeki vekili olarak algılanmasına neden oldu. Müslüman Kardeşler bağlantısı nedeniyle Mısır, İran bağlantısı nedeniyle de Suudi Arabistan, BAE gibi ülkeleri karşısına aldı. Yaser Arafat’ın dünya kamuoyu nezdinde sahip olduğu prestij, uluslararası sol çevrelerin yardıma koştuğu, Filistin saflarında savaştığı dönem çoktan kapandı.

Bunların yanında Hamas, İsrail devletinin katkılarıyla kurulurken, ulusalcı, seküler, sol eğilimli Filistin Kurtuluş Hareketi’ni ideolojik, Gazze’de yönetimi silah zoruyla ele geçirerek de idari olarak böldü.

İsrail devleti, “Çimleri biçmek” dediği bir taktikle, belli aralıklarla yaptığı kanlı ve yıkıcı harekâtlarla halkının öfkesini canlı tutarken; Hamas da Gazze’de gittikçe bozulan ekonomik, toplumsal koşullar altında, toplumsal desteği zayıfladıkça yönetimini bu öfkeyi devşirerek ayakta tutmaya devam etti.

Böylelikle Hamas ile İsrail arasında uğursuz bir simbiyoz ilişkisi şekillendi: Siyonist yönetim Hamas’ın Katar’dan düzenli olarak mali destek almasına izin verirken, Hamas iktidarda kalıyor, buna karşılık İsrail devleti de halkına ve dünyaya “Çözüm olanaklı değil” diyor, yerleşimleri genişleterek Filistin topraklarını gasp etmeyi sürdürüyordu.

Hamas 2006’da kazandığı genel seçimlerden sonra Gazze halkının iradesine bir daha başvurmadı; Hamas cihatçı terörist grupların Gazze’de yaşamasına, gelişmesine izin verdi. Gazze halkının öfkesi, zamanla yalnızca İsrail’i değil Hamas’ı da hedef almaya başladı. 2019’da protesto gösterileri Gazze’yi sardı, Hamas bu eylemleri ancak çok yaygın şiddet kullanarak bastırabildi. Bugün artık “Seçimle geldi, öyleyse meşru bir yönetimdir” iddiası anlamsızdır.[52]

Tüm bunların olumlanıp, kabullenilmesi mümkün değildir mümkün olmamasına, amma; Hamas’ın da dahil olduğu Aksa Tufanı harekâtının İsrail’in/ Mossad’ın başarılı bir eylemi olarak sunmak da mümkün değildir.

Bu “iddia” tamamen Hollywood’da inşa olunan “yenilmez Mossad”(!) abartısına dayanmaktadır. Zira tezin gerekçesi havadadır. Çünkü İsrail’in bugüne kadar Filistin topraklarına saldırmak için bir gerekçeye ihtiyacı olmamıştır!

Gerçek şudur: Siyonist İsrail gafil avlandı. Örneğin eski İsrail Ulusal Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Eran Etzion sosyal medya hesabından Aksa Tufan’ını “İsrail’e stratejik ve tarihi düzeyde acı bir darbe” olarak yorumladı ve “Uzun yıllar askeri okullarda okutulacak başarı” diye değerlendirdi![53]

‘Haaretz’ gazetesinde Amos Harel, şöyle yazdı: “Söylemek üzücü: İsrail’in savunma doktrininin yenilmez olduğu düşüncesi çöktü”![54]

Kabine toplantısında çıkan tartışmada ‘İsrail Bilim ve Teknoloji Bakanı Ofir Akunis, “İsrail istihbaratına ne olduğunu” sorguladı![55]

Örneğin ABD’nin eski İsrail Büyükelçisi Martin Indyk, Foreign Affairs’te “İsrail kibri yüzünden Hamas’a gafil avlandı,” dedi![56]

“Aksa Tufanı harekâtındaki kimi görüntüler, İsrail’in arkasına dizilmenin gerekçesi olamaz. Ancak bu görüntülerin çok daha ağırını, hem de onlarca kez, İsrail’in Filistin saldırılarında gördük. Çünkü: Dincilikse en dincisi İsrail’dir, ırkçılıksa en ırkçısı İsrail’dir, terörse teröre en çok başvuranı İsrail’dir, savaşta en ahlâk dışılıksa onda da şampiyon İsrail’dir.”[57]

Ve nihayet “Gözlenen o ki Hamas’ın başlattığı saldırı; İsrail’in katliama ve Gazze’yi işgale yönelik askeri karşı saldırısı; ABD’nin Ortadoğu politikasını sürdürmesini çıkmaza sürükledi.”[58]

“KAOTİK DURUM”

Elbette yeni felaketler, çatışmalar ve kaosun daha da yaygınlaşıp, derinleşmesi mümkün olsa da “Savaşın kesin kaybedeni İsrail”dir;[59] bundan kimsenin şüphesi olmamalı…

Yeni (olmayan) hâlin ivme kazandırdığı kaos ortamındaki gelişmelere “rasyonel açıklama”lar ve bağlamlar bulmak daha da zorlaşırken; politik analizler yerine ucuz komplo teorilerine müracaat etmemek çok büyük önem kazanıyor. Daha da büyük bir felâket gelmekte ve bu bir abartı değil.

Hatırlansın: ‘Council on Foreign Relations’ (CFR) Başkanı Richard Nathan Haass, Anthony Blinken’a, “Bölge bir patlama noktasından çok uzak değil,” demiş ve eklemişti: “Yerleşimler belirgin biçimde artıyor, şiddet olayları belirgin biçimde tırmanıyor, Filistin yönetiminde merkezi bir irade eksikliği daha da belirginleşti, İsrail’de tarihinin en aşırı sağcı yönetimi var.”

Yine ‘European Council on Foreign Relations’ta Ortadoğu uzmanı Hugh Lovatt, “İki yıldır uyarıyorum: İsrail’in yerleşimciler politikası sertleşiyor, yerleşimci hareketi daha da radikalleşiyor, Filistin yönetimi zayıflamaya devam ediyor, silahlı grupların sayısı, etkisi artmaya devam ediyor. Bugünkü olaylar bu sürecin ifadesidir,” diyordu.[60]

“İsrail’de bugüne kadar, böyle bir rezerv asker toplandığını görmemiştik. Gazze bir operasyon değil, topyekûn savaş ilanı”yken;[61] okun yaydan çıktığı güzergâhta Ortadoğu’daki mevcut savaşın dinler arası olmadığı yani Yahudilerle Müslümanlar arasındaki bir kimlik savaşı olarak nitelenmemesi gerekiyor.

Yahudilik ve/veya Müslümanlık, savaşta yapılan haksızlık, hukuksuzluk ve vahşetleri örtbas etmek için başvurulan, sığınılan, mukaddes din kimlikleridir.

Ayrıca Hamas Filistinlilerin tümün temsil etmemektedir; tıpkı Netanyahu’nun da tüm İsrail halkını temsil etmediği gibi…

Lakin savaşın, emperyalistler arasındaki mevcut paylaşım kavgasının, yani dünyadaki güç dengeleri rekabetine dayalı bir büyük çatışmanın sinyali görülebilir. Örneğin kabaca İsrail’in arkasında ABD ve Batı’nın, Hamas’ın ardında da İran ve Rusya’nın varlığından söz etmek mümkündür.

Her iki taraf da diğerini kendi varlıklarına karşı bir tehdit olarak algılayıp, sunmaktayken; “Dincilik Felâketi” kaosu körüklemektedir.

VARŞOVA GETTOSU’DUR GAZZE

Tüm dünya uzunca bir süredir canlı yayında bir şehrin nasıl tahrip edildiğini izliyor. Bütün araçlar kullanılarak şehir, içindekilerin üzerine yıkılıyor. Gazzeliler’in ölümü için emperyalist bir yıkım mutabakatı hayata geçiriliyor.

Gazze yerle bir. İsrail kasapları, yüreklerinde tek bir insanı kıpırdama olmadan, vahşetlerinin çağrısına doludizgin gidiyorlar. Adeta Almanların kendilerine uyguladığı soykırımın intikamını, bugünün modern soykırım yöntemleriyle Filistinlilerden alıyorlar. “Soykırım öyle yapılmaz, böyle yapılır” dercesine…

İsrail katliamlarını pohpohlandığı için sürdürüyor… Almanlar arkasında (silah da veriyorlar mı?), İngiltere, İsrail’de atom bombası üretim tesislerini kuran Fransa, yani tanıdık emperyalistlerin yedi düveli, katliamın destekçisi. Şüphesiz soykırımın en büyük paydaşı ABD ve her türlü silahla, büyük bir koruma ile İsrail’in arkasında. Gazze’de taş üstünde taş bırakılmıyor, Siyonist savaş makinesi tam da bunu yapıyor.

O Gazze ki; 365 km2’lik bir alanda 2.3 milyon insanın “hapsedildiği”, km2 başına 5.479 kişinin düştüğü dünyanın en yoğun nüfuslu bölgelerinden biri. Tüm giriş ve çıkış kapıları kapalı. Suyu, elektriği ve telekomünikasyonu dâhil temel kamu hizmetleri için İsrail’e bağımlı. Yiyecekleri, içecekleri, bebeklerinin mamaları ve ilaçları İsrail kontrolündeki kapılardan o izin verdiği kadar giriyor.

Tepelerine bombaların yağmadığı “normal” zamanlarda bile nüfusunun yüzde 81,5’i yoksulluk içinde, yüzde 63’ü gıda güvensizliği yaşayan, yüzde 46’sı işsiz, etrafları sofistike elektronik gözetim sistemleriyle donatılmış çit ve duvarlarla çevrili insanlardan söz ediyoruz. Kadın, erkek, yaşlı, genç, çocuk, bebek…

“Filistinliler açlıktan ölüyor… Örneğin 25 Mart 2024 günü Filistin’de neredeyse tamamı çocuklardan oluşan 28 Filistinli açlıktan öldü. Yarın bu sayı artacak. ABD’nin hem gökten inen bombaları hem gökten inen yardımları finanse etmesi ise son derece ironik.

UNICEF’in hesaplamalarına göre akut beslenme yetersizliği yaşayan çocuklar tedavi edildiğinde, yüzde 80 ila 90 oranında başarıya ulaşılabiliyor. İsrailli askerlerin un paketlerine erişmeye çalışan Filistinlileri öldürdüğü Gazze’de ise bu başarı oranı maalesef çok daha düşük seyrediyor.

Sağlık Bakanlığı Gazze’de 24 çocuğun açlık ve susuzluktan yaşamını yitirdiğini doğruladı.”[62]

Bundan başka Gazze hükümetinin Medya Ofisi’nin açıklamasında, bölgeye havadan bırakılan yardımların bazılarının denize düştüğü, yardımlara ulaşmak isteyen 12 Filistinlinin boğularak öldüğü ve 6 Filistinlinin de izdiham sonucu yaşamını yitirdiği belirtildi.[63]

Evet, insani kriz giderek büyüdüğü Gazze’de hastanelerde yaralılara bakılamıyor, halk suya erişemiyor, yüzlerce ölüyü enkazdan çıkarmaya çalışanlar bombaların hedefi oluyor.

Filistinli gazeteci Maria Rashed, İsrail’in yoğun bombardıman altında tuttuğu Gazze’de kadınların büyük dram yaşadığına dikkat çekerken; Gazze’deki eczanelerdeki temel hijyen ürünlerinin eksikliğinin endişe verici boyuta vardığı vurgusuyla, “Kadınlar ve kız çocukları pede ulaşamıyor. Savaşın başlangıcında endometriozis (şiddetli ağrılara neden olan çikolata kisti) hastalığına sahip kadınlar, hijyen ürünleri yokluğu nedeniyle regl olmamak için ilaç kullanmak zorunda kaldı. Savaşın üzerinden üç aya yakın süre geçmesine rağmen durum vahametini koruyor. Aynı zamanda içmek ve duş almak için su kıtlığı da yaşıyorlar.”

Savaş sürerken hastanelerin neredeyse tamamen işlevsiz olduğu bir ortamda, gebelik ve doğum süreçlerini yönetmek zorunda olan hamile kadınlar için durum ayrıca zor. Temiz olmayan tuvaletleri yüzlerce kişiyle birlikte kullanmak da başlıca sorunlardan biri. Gazze’de sığınma evlerinin de olmadığını belirten Rashed, kadınlar ve kız çocukların güvenli alanlarda yaşamını sürdüremediğini vurgulayarak “Evlerini terk etmeye ve okullar, çadırlar veya diğer insanların evlerinde yaşamaya zorlanıyorlar” diye ekledi.

Rashed, İsrail askerlerinin Filistinlilere yaklaşımından da söz etti. İsrail askerlerinin kadın, sivil, ayırt etmeden Gazze’deki herkesi birer tehdit olarak algıladığını söyleyen ve İsrailli yurttaşların, Filistinli sanılarak vurulduğu olayı hatırlatan Rashed ekliyor: “Üç İsrailli rehinenin, silahsızken ve beyaz bayrak taşımasına rağmen İsrail güçleri tarafından öldürülmesi bunun bir kanıtı. Bir İsrailli keskin nişancı, Gazze’deki kilisede bir anne ve kızını öldürdü.”[64]

Ayrıca ‘BM Yakın Doğu’daki Filistinli Mültecilere Yardım Ajansı’ (UNRWA), Gazze Şeridi’nde “acil su” ihtiyacına dikkati çekip, “Bu ölüm kalım meselesine dönüştü. İnsanlar kirli su tüketmek zorunda kalıyor. Bu da hastalık riskini artırıyor,” dedi.

Gazze cehennemi yaşıyor. İsrail’in ateşinin ne kadar süreceği, uluslararası toplumun ne zamana kadar göz yumacağı yanıtsızken; Siyonizm, yaklaşık 2.3 milyon nüfuslu Gazze’nin işgalini, özellikle kuzeyde, kalıcı hâle mi getiriyor, Akdeniz sahiline uzanan alanda hâkimiyetini artırma peşinde mi?

BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in, “Ortadoğu’da uçurumun eşiğindeyiz,” vurgusuyla betimlediği Gazze dünyada metrekareye en çok insanın ve en çok bombanın düştüğü yer. Bu hâl akla II. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın Nazi toplama kamplarını getiriyorken; Gazze artık Auschwitz kampıdır ya da Nazilere karşı onurunu koruyan Varşova Gettosu’dur!

DAYANIŞMA, YALAN(LAR) VE ÖTESİ

Uluslararası Adalet Divanı’nda, (UAD) İsrail’i soykırım yapmakla suçlayan duruşma, dünya çapında bir kutuplaşmayı gözler önüne serdi bir kez daha: Bir tarafta “Küresel Güney” diğer tarafta ABD, İngiltere ve Almanya’dan oluşan emperyalist blok.

İsrail, Yahudi soykırımının ertesinde, ABD hegemonyası yükselirken kurulmuştu. Şimdi İsrail’in bir soykırımla suçlanıyor olması adeta bir dönemi kapatan parantez gibiydi. Emperyalist merkezler yine bir soykırımı engelle(ye)miyorlar, dahası, işgalci bir gücün “kendini koruma hakkı” gibi utanç verici bir saçmalığı destekleyerek soykırımı kolaylaştırıyorlar, hatta Almanya özelinde savunmaya çalışıyorlar.

Soykırım davası, emperyalist sistem içinde yeni bir dönem başlatmış olabilir.[65]

Kaldı ki, Güney Afrika’nın İsrail’e karşı açtığı “soykırım” davasında UAD ara kararında, İsrail’in, “askerlerinin soykırım yapmasını önlemek için tüm önlemleri alması” ve “insani durumu iyileştirmek için adımlar atması gerektiğine” hükmetmesi ve Başyargıç Joan Donoghue, Gazze’deki kayıplardan “endişe duyduklarını” dile getirerek “insanlık dramının farkında olduklarını” vurgulaması önemliydi.[66] Çünkü emperyalizmin (ve dolaylı olarak da Siyonizmin) işbirlikçisi Arap cephesini deşifre ediyordu.

Kolay mı?

7 Ekim şafağı başlayan Aksa Tufanı’ndan saatler sonra Demir Kılıçlar Hava Operasyonu’nu başlatan Netanyahu 28 Ekim’den itibaren politikasını soykırıma dönüştürürken; Arap Birliği ülkeleri Gazze’de kolektif cezalandırma mimarı Netanyahu yönetimine karşı ne boykot kararı alabildi, ne petrol-doğalgaz ambargosu uygulama kararı verebildi, ne de ABD üslerini boşaltma kararı çıkarabildi.

Ancak bir ay sonra Suudi Kralı’nın “nazik daveti” ile “olağanüstü” toplandılar. Bütün Arap ve İslâm devlet liderleri buluştular. Sonuçta sıfıra sıfır elde var sıfırı açıkladılar. Netanyahu’dan dalga geçer gibi “İktidarınızı ve çıkarınızı korumak için sessiz kalın” yanıtını aldılar!

Saflaşma, bölünme Siyonizmin Gazze’deki kıyımıyla netleşirken; İspanya, Norveç ve İrlanda Filistin devletini resmen tanıdı. Her üç ülke de tanıma kararını tarihi bir an olarak niteledi. Böylece Filistin’i tanıyan ülke sayısı 146’ya yükseldi.

Tepkiler yaygınlaşırken Kolombiya başta Güney Amerika ülkeleri İsrail’e karşı kınamanın ötesine geçerek somut adımlar attılar, insanlığa karşı suçları nedeniyle İsrailli diplomatları ülkelerinden kovdular. Hatta silah ambargosu adımı attılar. Örneğin Kolombiya Cumhurbaşkanı Gustavo Petro, “Gazze’de ateşkes talebine karşı oy kullanan veya çekimser kalan üretici ülkelerden silah satın almayacağını” bile ilan etti.

Hollanda’nın Lahey’deki UAD duruşmasında Çin adına söz alan Dışişleri Bakanlığı Hukuk Danışmanı Ma Şinmin Filistin’in yabancı işgaline karşı silahlı mücadele dâhil olmak üzere güç kullanma hakkının olduğunu vurgusuyla, “İsrail’in Filistin topraklarını uzun süreli işgalinde uyguladığı baskı politikası ve pratikleri, Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkını tümüyle gerçekleştirmesini engelledi” ifadelerini kullandı.[67]

Tüm bunlar “Küresel Güney”in, ağır da olsa ilerleyişini anlatıyorken; Hollanda’da bir mahkeme, İsrail’in Gazze Şeridi’ne yönelik bombardımanında kullandığı F-35 savaş uçaklarının parçalarının tedarikinin hükümet tarafından durdurulmasına karar vermesi;[68] veya Hollanda’nın Lahey kentindeki UAD, Guyana temsilcisi Avukat Edward Craven’’in, işgalin “doğası gereği” geçici olması gerektiğini belirtip, “Bu işgal ‘ilhak’ boyutuna ulaştı,” diyerek, İsrail’in Doğu Kudüs başta olmak üzere işgal ettiği topraklarda yasadışı yerleşimler oluşturarak bölgenin demografik yapısını değiştirmeyi amaçladığına işaret etmesi;[69] veya BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin New York ofisi direktörü Craig Mokhiber’in istifa gerekçesinde hizmet ettiği BM’nin, İsrail bombardımanı altındaki Gazze’de yaşanan soykırımı önleme görevinde başarısızlığına dikkat çekip; ABD, İngiltere ve Avrupa’nın büyük bir kısmını saldırıların suç ortaklığıyla suçlayarak, “Bu ders niteliğinde bir soykırım vakasıdır,”[70] demesi sembolik de olsa önem taşıyor. ABD’deki Gazze isyanını, Columbia Üniversitesi’nde yönetim ile öğrenciler arasındaki gerginliği, diğer üniversitelerdeki protestoları da alevlendirdi.

Columbia’nın dışında, New York Üniversitesi (NYU), New School, Stanford, Yale ve Massachusetts Institute of Technology (MIT) başta olmak üzere ülkedeki birçok eğitim kurumunda da benzer protestolar başladı.

Northwestern Üniversitesi, Pensilvanya Üniversitesi, Florida Üniversitesi, Nevada Üniversitesi ve Arizona Eyalet Üniversitesi öğrencileri de Filistin’de yaşanan insanlık dramına tepki göstermek adına gösteriler düzenlediler.

Bazı üniversitelerde çadır kurarak nöbet tutan öğrenciler, bazı üniversitelerde ise Filistin bayrakları ve pankartlarla “Gazze’de ateşkeş” çağrısı yaptı.

Geniş bir kesimden destek alan Columbia Üniversitesi, Emerson Koleji, Güney Kaliforniya Üniversitesi, Teksas Üniversitesi, Indiana Üniversitesi, Minnesota Üniversitesi, Ohio Eyalet Üniversitesi ve Kaliforniya Eyaleti Politeknik Üniversitesi’ne yayıldı.

Özetle Amerikan gençliğinin Filistin isyanı ile uzunca bir süredir biriken yaygın öfke patladı.

Ayrıca ‘Türkiye Yazarlar Sendikası’, “Filistin’in özgürlüğü, insanlığın özgürlüğüdür”;[71] Sajida Mikati de, “Lübnan halkının Filistin davasının arkasında durduğu”na dikkat çekti.[72]

Alman Komünist Partisi (DKP) de ekledi: “Bu saldırılar İsrail’in on yıllardır sürdürdüğü saldırgan baskının bir sonucudur (…) Çatışmanın yaygınlaşmasında, ölümlerde sorumluluk aşırı sağcı İsrail hükümetinin ve onun soykırımcı, sömürgeci, işgalci politikasıdır. Bunu destekleyen emperyalist ülkeler de, Almanya da buna dâhil, sorumludur bu durumdan. (…) DKP, Filistin halkının ve on yıllardır süren mücadelesinin yanındadır. İsrail’deki barış güçlerini de ve özellikle yaşanan durumun açıkça tarif eden, yaşanan durumdaki tüm sorumluluğun İsrail hükümetinin ‘kriminal işgalci politikası’nda olduğunu dile getirme cesareti gösteren İsrail Komünist Partisi’ni destekliyoruz.”[73]

VE “T”C…

İsrail’i ilk tanıyan ülkelerden olan Türkiye’nin ikiyüzlü siyaseti yeni değil. AKP ve Ankara’yı asıl ilgilendiren Filistinlilere ne olduğu değil, İslâmi duyarlılığı olanları hamasetle uyutmak…

Bir sürü örnek var; mesela Mavi Marmara…

Hatırlanır: Gazze yine abluka altındaydı. “Rotamız Filistin, Yükümüz İnsani Yardım” sloganı ile bir ziyaret örgütlendi. 28 Mayıs 2010’da Antalya’dan yola çıkan Mavi Marmara, Akdeniz’de 5 gemiyle daha buluştu.

Gazze’ye yardım organizasyonunun başını ‘İnsani Yardım Vakfı’ (İHH) çekiyordu. Kulislerden yansıyana göre, Hükümet, Kızılay bayrağı altında yardım götürmeyi teklif etti. Ancak kabul edilmedi. Olacakları öngördüklerinden mi bilinmez, AKP’li vekillerin gemiye binmekten vazgeçtiklerini okuduk.

31 Mayıs gecesi, uluslararası sularda, İsrail Ordusu Mavi Marmara’ya müdahale etti. Açılan ateşte 10 Türkiye vatandaşı hayatını kaybetti.

Kamuoyu o gün ayağa kalkmıştı. Erdoğan yurtdışındaydı. Ankara’da kırmızı alarm verildi…

Türkiye o gün İsrail ile diplomatik ilişkilerini dondurdu. Artık birbirini yok sayan iki ülke vardı.

Peki uluslararası sularda yapılan bu saldırı, Türk mahkemelerinde yargılanabilir miydi? Bu tartışmalıydı. Ama Hükümet’in de oluruyla, bugün HSK üyeliğine yükseltilmiş İstanbul Cumhuriyet Savcısı Mehmet Akif Ekinci iddianame hazırladı. Dönemin İsrail Genelkurmay Başkanı, Deniz Kuvvetleri Komutanı, İstihbarat Başkanı ve Hava Kuvvetleri Komutanı hakkında 9 kez ağırlaştırılmış müebbet istendi. İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nde dava açıldı.

Hiçbir sanığın gelmediği duruşmalar sürerken tarihi bir olay yaşandı. 22 Mart 2013’de, ABD Başkanı Barack Obama aracı oldu. Erdoğan ile İsrail Başbakanı Netanyahu telefonla görüştü. Netanyahu özür diledi ve hayatını kaybeden kişilerin ailelerine ödeme yapmayı teklif etti. Erdoğan kabul etti. İki lider, hukuki adımların da geri çekilmesi konusunda da anlaştı…

Bir zamanlar Erdoğan, “Ey Kılıçdaroğlu” diye başladığı meydanlarda Mavi Marmara’yı hatırlatıp oy istiyordu. FETÖ liderini bile Mavi Marmara üzerinden hedef almıştı: “Ne diyordu, ‘Otoriteden izin almalılardı’. Otorite kim, güneydeki sevdikleri mi, yoksa biz mi? Eğer otorite Türkiye’de bizsek biz zaten izni verdik. Ama onlara göre İsrail.”

Gelgelelim, devir değişip İsrail’le anlaşınca, Erdoğan’ın İHH’cılara karşı dili de değişti: “Siz kalkıp da Türkiye’den böyle bir insani yardımı götürmek için günün başbakanına mı sordunuz?”

Rüzgâr dönünce, İHH’cılara Hükümet medyasında “manyak tipler” de denildi, FETÖ’yle de suçlandılar. İHH Başkanı “İsrail’le örtünen çıplak kalır” sözlerinden Erdoğan alınınca özür dilemek zorunda kaldı.

Mavi Marmara, bundan sonra hep “ödendi, ödenmedi” tartışmalarıyla anılacaktı. 23 Haziran 2017’de Maliye Bakanı Naci Ağbal, “Mavi Marmara saldırısında hayatını kaybedenlerin ailelerine tazminatları ödendi” diyerek defterin kapatıldığını açıkladı. Davanın bedeli yoktu, Gazze’de abluka sürüyordu ama bütün hikâye nedense parayla anlatılır olmuştu.

Nitekim gemi de unutuldu. Mülkiyeti İHH’ya ait olan gemi, bir ara Kurtlar Vadisi filminde görüldü. Saldırıdan 7.5 yıl sonra bir armatöre satıldığı ortaya çıktı. Geminin adı, şaka yapar gibi “Erdoğan Bey” olmuştu…[74]

Bir örnek daha; Gazze krizinde hamasetin dozajını artıran Erdoğan, ABD ve Batı’yı hedef alırken Tel Aviv ile ilişkileri koparmadı…

“Nasıl” mı?

i) İsrail’in demir-çelik pazarındaki en büyük pay Türkiye’nin. Çelik İhracatçıları Birliği’ne (ÇİB) göre 2022’de Türkiye’nin toplam çelik ihracatı 21 milyar dolar tutarında gerçekleşti ve TİM raporunda Türkiye’nin 2021’de İsrail’e 1,4 milyar dolarlık çelik ihraç ettiği kayıt altına alındı. İsrail’in kullandığı çeliğin yüzde 65’ini Türkiye’deki üretici firmalardan ithal ettiği belirtildi.

ii) AKP iktidarı döneminde İsrail ile Türkiye arasındaki ticaret hacmi yüzde 532 artış gösterdi.

iii) TÜİK’in 2022 verilerine göre Türkiye İsrail’in en çok ithalat yaptığı dördüncü ülke iken İsrail Türkiye’nin ihracatında 10. sırada

iv) İsrail ile son dönemde de enerji kaynaklarının Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşımak üzere işbirliği konusu gündeme gelmişti![75]

Ve bir şey daha: Fırdöndü dış politikasıyla maruf Saray iktidarının her yere mavi boncuk dağıtmayı ihmal etmeyip, günü kurtarmaya yönelen düşsel önerileri ve çıkışlarıyla yürüttüğü siyasası Filistin topraklarının “ecdadımıza ait” olduğunu ileri sürüp, garantörlüğe, arabuluculuğa soyundu soyunmasına ama! Hamas’ın sözcüsü Sami Abu Zuhri, Filistin’de birliğin sağlanması için yürütülen görüşmelere hâlihazırda Kahire’nin ev sahipliği yaptığını belirterek, “Türkiye sürece dâhil olmak isterse bunu Mısır üzerinden yapmalı,”[76] dedi.

Kimse inkâr edemez: Saray’ın iflas içindeki politikası Filistinlilerin hakkını savunmak, yardımlarına koşmak yerine kararsız, eli böğründe; İsrail’i sürekli laf ile döverek durumu idare etmeye çalışırken; meseleleri Filistin değil, Hamasçılık sadece!

“İKİ DEVLETLİ ÇÖZÜM” MÜ?!

“İki Devletli Çözüm” mü? Bu karşılıksız, platonik bir “beklenti”dir!

“Unutturulan ‘iki devletli çözüm’ yeniden gündem, ‘iki devletli çözüm’ Aksa Tufanı’yla küllerinden doğdu, ‘iki devletli çözüm’ artık kaçınılmaz, Küresel Güney Filistin’i kabul ettirecek… Küresel Güney’in siyasi baskısı, ABD’yi ‘iki devletli çözüm’ü kabule mecbur bıraktı,”[77] söylenceleri gibi…

Haberi olmayanlara hatırlatalım: “… ‘Filistin Politika ve Araştırmalar merkezi’ (PCPSR), iki devletli çözüm formülünün kamuoyu desteğinin seneler içindeki değişimini takip ediyor. 2016’da Filistinlilerin yüzde 51’i, İsrailli Yahudilerin yüzde 53’ünün destek verdiği ölçülürken, bu rakamlar 2022’de sırasıyla yüzde 33 ve yüzde 34 seviyesine düştü.

Mina Zemach, 2009’da iki devletli çözüm anketini Mayıs 2024’te tekrar etti: İsraillilerin yüzde 42’ü, iki devletli çözümü “kabul edilemez” bulduklarını belirttiler. Dolayısıyla 2009’dan bu yana durumun kötüleştiğini görüyoruz.”[78]

Bu durumda “Haykıracağımız şey; Demokratik bir İsrail, özgür ve demokratik bir Filistin”[79] olmanın ötesinde FHKC gençlik üyesi Hammoud Ihab’ın, “Bağımsız, demokratik bir Filistin kurulana kadar, bu halkın mücadele ve direnişi sürecek” vurgusuyla eklediklerine kulak vermektir:

“Filistin halkı, katliamlara, cinayetlere, tehditlere ve topraklarımızın zorla ele geçirilmesine dayanan Siyonist işgalle bir arada var olamaz. İsrail güçlerinin Filistin’i işgalinden bu yana 76 yıl geçti, bu ülkenin sahipleri sığınmacıya dönüştürüldü, toprakları ve evleri ellerinden alındı. Biz 27 bin kilometrekarelik Filistin toprağının Filistin halkına ait olduğunu söylüyoruz, Filistin’in kurtuluşuna ve başkenti Kudüs olan bağımsız, demokratik bir Filistin kurulana kadar, 1948’den bu yana sürgün edilenler kendi köylerine, kentlerine dönebilene kadar bu halkın mücadele ve direnişi sürdüreceğini söylüyoruz.”[80]

19 Eylül 2024 08:55:37, Muğla.

N O T L A R

[1] Cemal Süreya.

[2] Sigmund Freud, Savaş ve Ölüm Üzerine Çağdaş Düşünceler, çev: Saffet Emrem, Can Yay., 2023.

[3] Lena Obermaier, “Almanya, İsrail’in Savaş Suçlarına Ortak”, Birgün Pazar, 22 Ekim 2023, s.13.

[4] “BM’den Gazze Uyarısı”, Cumhuriyet, 19 Mart 2024, s.7.

[5] Cengiz Karagöz, “Barakat: Gazze En Büyük Hapishane”, Cumhuriyet, 30 Ekim 2023, s.7.

[6] Arzu Karacanlar, Selim Atılgan, Demokrat Arkadaş, Sayı: 6, 1988.

[7] Saurav Sarkar, “Savaşın Kökeni İngiliz Emperyalizmine Uzanıyor”, Birgün, 23 Ekim 2023, s.8.

[8] Öner Yağcı, “Bugünün Filistin’i”, Cumhuriyet, 10 Şubat 2024, s.11.

[9] Yusuf Tuna Koç, “Nehirden Denize Özgür Filistin”, Birgün Pazar, 15 Ekim 2023, s.10.

[10] İlker Başbuğ, “Filistin Sorunu Nasıl Çözülür?”, Cumhuriyet, 20 Mayıs 2024, s.2.

[11] Maher Charif, “Nakba’nın Manaları”, Birgün, 15 Mayıs 2024, s.10.

[12] Elçin Poyrazlar, “Soykırım, Savaş Suçu, Barbarlık…”, Cumhuriyet, 3 Kasım 2023, s.7.

[13] Yusuf Tuna Koç, “Akademisyen Fırat Mollaer: Seçilmiş Millet Dışlanmış Halklar”, Birgün Pazar, 5 Kasım 2023, s.13.

[14] Meron Rapoport, “İnkâr ve Linç”, Birgün, 15 Kasım 2023, s.10.

[15] Ergin Yıldızoğlu, “Fanteziler ‘Tufan’da Boğuldu”, Cumhuriyet, 23 Ekim 2023, s.11.

[16] “Filistinli Mahkûma Tecavüz Olayı İsrail Meclisinde Savunuldu”, 2 Ağustos 2024… https://odakdergisi2.com/sde-teiman-gozalti-merkezinde-meydana-gelen-filistinli-mahkuma-tecavuz-olayi-israil-meclisinde-savunuldu/

[17] “Her Filistinliyi Öldürecekler”, Birgün, 21 Kasım 2023, s.11.

[18] “Katliamı Büyütecek”, Birgün, 12 Ekim 2023, s.4.

[19] “Gazze Boğuluyor”, Birgün, 11 Ekim 2023, s.9.

[20] İlhan Uzgel, “Şok ve Yıkım Arasında Filistin’in Trajedisi”, Birgün Pazar, 15 Ekim 2023, s.10.

[21] Branko Marcetic, “Basında Gazze Suskunluğu”, Birgün, 13 Mayıs 2024, s.10.

[22] “Gazze’nin Statüsü ‘Küresel Bir Konu’…”, Birgün, 18 Ekim 2023, s.8.

[23] Orhan Bursalı, “Filistin’i Silen Netanyahu’dan Yeni Ortadoğu Haritası”, Cumhuriyet, 17 Ekim 2023, s.6.

[24] Derya Doğan, “Filistinliler Terk Etmiyor”, Cumhuriyet, 12 Aralık 2023, s.7.

[25] Aseel Al Bajeh, “Tüm Filistinliler Saldırı Altında”, Birgün, 23 Ekim 2023, s.8.

[26] Mehmet Ali Güller, “Obama’nın Çıkışının Anlamı”, Cumhuriyet, 6 Kasım 2023, s.7.

[27] “Gilbert Achcar: ABD Soykırımın Doğrudan Ortağı”, Birgün, 28 Mayıs 2024, s.11.

[28] Mansur Yaman, “Mustafa Türkeş: ABD’nin Çıkarları Bölgeyi Yaktı”, Birgün, 23 Ekim 2023, s.9.

[29] “AB’de Gazze Çatlağı”, Birgün, 28 Ekim 2023, s.5; Mürüvet Küçük, “Filistin Aynasında Olsa”, Yeni Yaşam, 24 Ekim 2023, s.9.

[30] “Gazze Katliamına Blair Kamuflajı”, Birgün, 15 Kasım 2023, s.11.

[31] Marco Carnelos, “Avrupa’nın Yeni Pozisyonu”, Birgün, 6 Kasım 2023, s.8.

[32] Johannes Stern, “Savaş Çığırtkanları Bir Kez Daha İşbaşında”, Birgün, 6 Kasım 2023, s.8.

[33] Ghassan Abu-Sittah, “Yarınlar Filistin’indir!”, Birgün, 15 Nisan 2024, s.10.

[34] İlker Başbuğ, “Filistin Sorunu Nasıl Çözülür?”, Cumhuriyet, 20 Mayıs 2024, s.2.

[35] Feridun Andaç, “Uzlaşma mı, Tarafsızlık mı?”, Cumhuriyet, 7 Kasım 2023, s.8.

[36] Nejat Eslen, “Gazze Sorunu Üzerine”, Cumhuriyet, 26 Ekim 2023, s.7.

[37] Nalan Yazgan, “Küresel Sonucu Olur”, Cumhuriyet, 15 Ekim 2023, s.2.

[38] Emre Kongar, “Hamas-Netanyahu Savaşı Kime Yarar?”, Cumhuriyet, 13 Ekim 2023, s.2.

[39] “FHKC’den Destek”, Yeni Yaşam, 9 Ekim 2023, s.9.

[40] Mehmet Ali Çelebi, “Aksa Fırtınası, Demir Kılıçlar ve Kadüse Asası”, Yeni Yaşam, 13 Ekim 2023, s.10.

[41] Elif Görgü, “Filistinli Sendikacı Abdelsalam: Daha Fazla Dayanışma!”, Evrensel, 6 Kasım 2023, s.9.

[42] “İki Taraftan Can Kayıpları Artıyor”, Yeni Yaşam, 9 Ekim 2023, s.9.

[43] Mehmet Ali Çelebi, “FHKC: Bu Herkesin Savaşı”, Yeni Yaşam, 22 Kasım 2023, s.9.

[44] İbrahim Varlı, “Gazze’de Sadece Hamas Yok”, Birgün, 8 Ekim 2023, s.5.

[45] “İsrail’in BM Büyükelçisi’nden Guterres Çıkışı”, Cumhuriyet, 26 Ekim 2023, s.7.

[46] Cangül Örnek, “Apartheid Rejimi Soykırıma Giderken Filistin ve Dünyamız”, Birgün Pazar, 15 Ekim 2023, s.11.

[47] İbrahim Varlı, “Aksa Tufanı’nın Yol Açacağı Kırılmalar”, Birgün, 10 Ekim 2023, s.9.

[48] Erhan Keleşoğlu, “İşgale Karşı Haklı Direniş”, Birgün, 10 Ekim 2023, s.9.

[49] Y. Emre Ceren “İsrail Filistinlilerin Kanı Üzerine Kurulu”, Birgün Pazar, 15 Ekim 2023, s.11.

[50] Morning Star Online Editörleri, “Ezilenlerin Şiddeti”, Birgün Pazar, 15 Ekim 2023, s.11.

[51] Berkant Gültekin, “Başbakanı Öldüren Kurşun ve Hamas’ın Bombaları”, Birgün, 11 Ekim 2023, s.6.

[52] Ergin Yıldızoğlu, “Nedir Bu ‘Hamas Gibi Yapmak’ Arzusu”, Cumhuriyet, 30 Kasım 2023, s.11.

[53] yenisafak.com, 7 Ekim 2023.

[54] haber.sol.org.tr, 7 Ekim 2023.

[55] cumhuriyet.com.tr, 8 Ekim 2023

[56] harici.com.tr, 8 Ekim 2023.

[57] Mehmet Ali Güller, “Aksa Tufanı”, Cumhuriyet, 9 Ekim 2023, s.7.

[58] Orhan Bursalı, “ABD Ortadoğu’da İflas”, Cumhuriyet, 16 Ekim 2023, s.6.

[59] Yusuf Ertaş, “Gazze’de Ateşkes Sonrası Yeni Hesaplar”, Evrensel, 27 Kasım 2023, s.10.

[60] Ergin Yıldızoğlu, “İran Boyutu Öne Çıkmaya Başladı”, Cumhuriyet, 19 Ekim 2023, s.9.

[61] Salih Bıçakcı, “Fatura İran’a Çıkabilir”, Birgün, 10 Ekim 2023, s.9.

[62] Miranda Cleland, “Filistinliler Açlıktan Ölüyor”, Birgün, 25 Mart 2024, s.10.

[63] “18 Filistinli Hayatını Kaybetti!”, Cumhuriyet, 27 Mart 2024, s.7.

[64] Derya Doğan, “Savaş Kadınları Vurdu”, Cumhuriyet, 29 Aralık 2023, s.7.

[65] Ergin Yıldızoğlu, “Soykırım ve Kutuplaşma”, Cumhuriyet, 15 Ocak 2024, s.11.

[66] “Soykırıma Kanıt Var, Ateşkes Yok”, Birgün, 27 Ocak 2024, s.11.

[67] Filistin Halkının İşgale Karşı Mücadele Hakkı Vardır”, 24 Şubat 2024… https://odakdergisi2.com/cin-filistin-halkinin-yabanci-isgale-karsi-silahli-mucadele-hakki-vardir/

[68] “Hollanda Mahkemesinden İsrail Kararı”, Cumhuriyet, 13 Şubat 2024, s.7.

[69] “Filistin’in İşgale Direnişi Meşru”, Birgün, 23 Şubat 2024, s.11.

[70] Gözde Bedeloğlu, “Gazze’de Adalet Ne Yana Düşer”, Birgün, 21 Ocak 2024, s.2.

[71] “Filistin’in Özgürlüğü, İnsanlığın Özgürlüğüdür”, Birgün, 21 Ekim 2023, s.13.

[72] Sajida Mikati, “Lübnan Halkı Filistin Davasının Arkasında”, Birgün, 28 Ekim 2023, s.5.

[73] Gürsel Köksal, “Almanya, İsrail’in Kendisini Savunma Hakkının Yanında!”, Birgün, 14 Ekim 2023, s.8.

[74] Barış Terkoğlu, “Gazze Davası Nasıl Satıldı”, Cumhuriyet, 16 Ekim 2023, s.3.

[75] “Hamaseti Bırak”, Birgün, 16 Kasım 2023, s.7.

[76] Burcu Karakaş-Yavuz Özden, “Arabulucu Türkiye Değil, Mısır”, Milliyet, 12 Nisan 2013, s.23.

[77] Mehmet Ali Güller, “Adım Adım Filistin Devleti”, Cumhuriyet, 20 Ocak 2024, s.7.

[78] Colin John Irwin, “İki Devletli Çözüm mü?”, Birgün, 27 Mayıs 2024, s.10.

[79] Doğan Durgun, “Kanayan Filistin, Siyasal İslâm, Sol ve Kürtler…”, Yeni Yaşam, 17 Ekim 2023, s.10.

[80] Yusuf Tuna Koç, “Ihab Ahmad Hammoud: Soykırım ve İşgal Bizi Ülkemizden Vazgeçiremedi”, Birgün Pazar, 10 Haziran 2024, s.12.

Yeni OVP’nin şifreleri

Kayyum Bakan Mehmet Şimşek liderliğinde hazırlanmış olan OVP 2023-2025 öngörülen hedeflere ulaşamadığı için revizyondan geçirilerek OVP 2025- 2027 başlığı ile kamuoyuna açıklandı. Öngörülen hedeflere ulaşılamayacağı Kaldıraç dergisi okurları için sürpriz değildi. Program açıklanır açıklanmaz konu ile ilgili olarak yazılmış olan yazıda nedenleri ile birlikte açıklanmıştı.*

Yukarıdaki son cümle övünme amacı ile konulmadı. Sadece bir hatırlatma amacını taşımakta. Kaldıraç dergisi okurları yaşanan olayların kendilerini haklı çıkarmasına o kadar alışkın ki bu sadece sıradan bir örnek onlar için.

Bu giriş sonrasında yapılan revizyonu takiben kamuoyu ile paylaşılan yeni OVP’nin şifrelerini çözmeye çalışalım:

Derhal belirtmek gerekiyor ki bu kez de hedefe ulaşabilmeleri olası değil. Hedefe ulaşabilmeleri olası değil ama ulaşabilme niyetlerinin olup olmadığı da tartışma konusu kanımca. Ulaşabilme konusunda çaba gösterecekleri tek hedef işçi ve emekçi kesimin üzerine bindirecekleri yeni yükler. Gerisi sadece göz boyama; 106 sayfalık raporun büyük bölümü içi de altı da boş vaatler içermekte.

Dilerseniz önce bu boş vaatler ile başlayalım söze. Örneğin “Beşerî Sermayenin Güçlendirilmesi” başlıklı bölümün ilk paragrafını inceleyelim.

“Türkiye’nin sahip olduğu genç ve dinamik nüfusun becerilerinin geliştirilmesine yönelik başta mesleki ve teknik eğitim olmak üzere eğitim kalitesi iyileştirilecektir. İşgücü piyasasının ihtiyaçlarına yönelik beceri uyumsuzlukları en aza indirilerek istihdamın arttırılması ve işgücü verimliliğinin güçlendirilmesi saplanacaktır.”

Şimdi bu paragrafta sözü edilen “istihdamın arttırılması” ve “işgücü verimliliğinin güçlendirilmesi” ifadelerini daha sonra irdelemek üzere bir kenara bırakalım. Kalan bölümden anlaşılan şu oluyor; eğitimin kalitesinin yükseltilmesi için çaba harcanacak, özellikle meslekî ve teknik eğitime ağırlık verilecek.

Açıkçası ülkenin eğitim alanındaki sorunu doğru teşhis etmiş ve çözüm yolunu da göstermiş bir cümle gibi görülüyor. Öyle ya, kalabalık bir caddede yürürken kolunuzun çarptığı insanların önemli bir bölümünün yüksek öğrenim diplomasına sahip işsizlerden oluştuğunu, sayıları iki yüzden fazla olan üniversitelerin işlevinin bu yüksek öğrenim görmüş işsizlerin sayısını arttırmakla sınırlı kaldığı bir ülkede radikal denilebilecek bir adımın göstergesi bu cümle. Şu andaki durumu özetlemeye kalkacak olursak eğer ortalık işsiz mühendisten geçilmiyor ama duvarcı, kalıpçı, elektrikçi, mekanik tesisatçı yok piyasada. Hele kule vinç operatörü, UT teknisyeni, NDT teknisyeni, boru kaynakçısı gibi daha sofistike işlerin erbabı HİÇ YOK.

Şimdi de bir zamanlar Mili Savunma Bakanlığı koltuğunda oturmuş hâlen de milletvekili olan Hulusi Akar’ın katıldığı bir toplantıda ağzından çıkan cümleye bakalım:

“Eğitimin amacı bilgi değildir. Allah korkusu ve kuldan utanmaktır.”

OVP’de belirlenmiş hedef ile Bay Akar’ın cümlesi arasındaki çelişki derhal göze batıyor. Hangi söylemin gerçeği yansıttığı ise uygulamadan açıkça belli oluyor. Bu durumun yansıttığı gerçek ise OVP’de yazılanların sadece göz boyamak için kullanılmış cümleler olduğu kanısını derhal uyandırmakta.

Bu durumu görünce de “AR-GE odaklı insan kaynağının arttırılması amacı ile ortaokul, lise, üniversite öğrencileri ve üniversite mezunlarının bilim ve teknoloji yarışmalarına hazırlık süreçlerinde ihtiyaç duydukları tüm makina, teçhizat ve sarf malzemelerini bir arada bulunduran proje atölyeleri 81 ilde yaygınlaştırılacaktır” cümlesinin altının da içinin de boş olduğunu fark edebilmek kâhin olmayı gerektirmiyor elbette.

Raporun her sayfası hattâ her cümlesi bir eleştiri konusu gerçekte. Tümünü yazmanın anlamı yok. Ancak bir seçki yaparak raporda yazılanlarla geçekte olanlar arasındaki çelişkiyi gözler önüne sermek istiyorum. Bir örnek daha. Bu kez “Tarımda verimliliğin ve üretimin arttırılması” başlığı altındaki bölümden:

“Lojistik maliyetlerinin azaltılarak tüketicilerin tarım ürünlerine uygun fiyatla ulaşabilmelerini temin etmek üzere önemli tüketim merkezi olan kentlerin çeperlerinde tarımsal faaliyet desteklenecektir.”

Bu satırları okuyunca ülkenin en büyük kenti olan İstanbul geliyor insanın aklına derhal. Kendi iktidarları döneminde uyguladıkları politikalarla nüfusunu iki katına çıkardıkları ve tüm yeşil alanları yok ederek betona boğdukları kentte tarımsal üretimi destekleyecek çeper mi kaldı, diye soruyor insan. Sanırım evlerin balkonlarında gerçekleştirilen maydanoz vb. tarım ürünlerine yönelik faaliyetleri destekleyecekler.

İşin bundan sonrası daha ilginç bir boyut kazanıyor. Programın “İstihdam” başlıklı bölümünde şu cümleye yer verilmiş:

“Dengeli ve istihdamı destekleyen bir büyümeyi tesis ederken istihdamı ve beceri uyumunu artıracak işgücü piyasası reformları hayata geçirilecektir.”

Çok anlamlı bir cümle.

Bir anlamlı cümle daha:

“İşsizlik oranının gerileyerek 2012 yılından bu yana en düşük seviyesine ineceği öngörülmektedir.”

Şimdi bu iki cümleyi birlikte yorumlayalım:

İstihdamın artması her şeyden önce yeni yatırımların gerçekleşmesine bağlı. Ancak ülkede yatırım için uygun iklim yok. İzlenmekte olan hatalı dezenflasyon politikaları ile talebin düşürülmesi programın temel hedefi. Gerçi temel mal ve hizmetlerde talebin düşmesi olasılığı yok ama artma eğiliminin frenlenmesi mümkün. Peki talep artmadığı sürece yatırımcı neden riske girsin? Bu sorunun yanıtı yok programda. Bir soru daha geliyor hemen akla ücretlerin baskı altında tutulduğu, talep kısıtlamalarının hedeflendiği bir ortamda neden yeni yatırım riski göze alınsın?

Hemen akla ihracat hedeflerinin büyümesi gelir bu durumda. İyi ama Türk Lirası’nı değerli tutabilmek için devlet müdahalesinin giderek arttığı, liranın yabancı paralar karşısındaki değerinin gerçek değerinin hayli üzerinde tutulduğu bir ortamda (üstelik faiz oranı bu kadar yüksek iken) rekabetçi fiyatlarla üretim gerçekleştirilip ihracatı artırabilmenin imkânı var mı?

Kanımca yok.

Peki bu durumda nasıl gerçekleşir istihdam artışı?

Yanıtı belli. Sermayeye istihdam kolaylığı sağlayarak. Programda “işgücü piyasası reformları” diye tanımlanan da bu zaten. Program metnini incelediğimizde konu ile ilgili niyetlerini açıkça görüyoruz:

“Uzaktan, kısmî, geçici süreli çalışma ve platform çalışması gibi yeni nesil çalışma modelleri doğrultusunda ……… düzenlemeler yapılacaktır” cümlesi her şeyi açıklayabilecek mahiyette.

Beyaz yakalı istihdamını arttırmak için uzaktan çalışma modelini yaygınlaştırıp sermayenin bu vasıftaki işgücünü istihdam edebilmek için katlanmak zorunda olduğu yemek, servis, internet vb. maliyetlerden kurtulmasını sağlayacakları gibi uzaktan (yani kendi evinden) çalışan beyaz yakalıların mesai sürelerindeki kısıtlamayı da kaldırmış olacaklar. Böylece fazla çalışma ücreti maliyetinin de önüne geçilmiş olacak. Kısmî çalışma (part-time) ve geçici çalışma modellerini yaygınlaştırıp mavi yakalı işçilerin iş güvencesini ayaklar altına alıp bu kapsamda istihdam edilenlerin kıdem, (kimi zaman) ihbar tazminatı, yıllık ücretli izin hakkı gibi haklarına tecavüz edecekler. Bu çalışma biçimi aynı zamanda mavi yakalı diye nitelendirebileceğimiz insanların GİG ekonomisi kapsamında istihdam olanaklarını artıracak (motokurye, esnaf kurye vb.). Plaftorm çalışması modelinin yaygınlaşması ise bu kez beyaz yakalıların GİG ekonomisine dâhil olmasına yol açacak.

İstihdam artar bu durumda çünkü işsizlik tanımına göre “son bir ay içerisinde bir gün dahi gelir getirici bir iş yapmış olanlar” işsiz sayılmıyor. Peki ya güvence? Ya sosyal güvenlik? Bu kavramlar yok tanımın içerisinde.

Programın vadettiği gerçek, güvencesiz ve sosyal güvenliksiz bir çalışma ortamı. Bunu da itiraf etmekten çekinmemişler program metninde.

Elbette düzenli (ve hâlâ kısmî de olsa) güvenceli bir işte çalışanlara yönelik hak gasbı da unutulmamış. “İş Kanunu’nda yapılacak düzenlemeler” ifadesi yukarıda betimlenen kesimleri olduğu kadar hâlâ düzenli bir işi olanları da kapsamakta. Öncelikle SGK primi işveren payına yönelik devlet desteği göze çarpıyor.

Aslında bu SGK işveren hissesi işçi ücretinin bir tamamlayıcısıdır. Program sermayeye (belirli koşulların sağlanması hâlinde) çalıştırdığı personel için ödemesi gereken parayı vermeyi taahhüt ediyor. Kaynak? Vergi gelirleri. Böylelikle işçi sınıfı zaten kendisi tarafından finanse edilen sosyal güvenliğini ikinci kez finanse etmiş oluyor. Karşılığında aldığı ise düşürülecek olan emekli maaşları.

Elbette bütün bu hak gasplarını taçlandıracak bir uygulama gerekli. O da mevcut OVP’de. “Kıdem tazminatı” işçi sınıfının yıllar süren mücadelesi sonucu elde etmiş olduğu bu hakka yine göz dikilmiş program metninde. “İş Kanunu” değişiklikleri bu konuyu da kapsamakta. Başlangıç olarak kıdem tazminatını “Tamamlayıcı Emeklilik” adı ile prezante ettikleri bir kavrama fon kaynağı olarak düşünmüşler. Buna göre işverenlerin işçi ücretinin belli bir oranında bu fona para yatıracak. Fonda biriken paralar devletin iç borçlanma tahvilleri ile değerlendirilecek ve işçi emekli olduğunda fonda kendi adına birikmiş olan paranın dörtte birini toplu olarak alıp kalanı eşit aylıklar hâlinde emekli maaşına eklenecek.

Öngörülen bu. TC’nin işçilerden toplanan paralarla kurduğu fonlardaki skandalları (konut edindirme, tasarrufu teşvik, MEYAK, İYAK vb.) hatırlayarak kurulması düşünülen bu fonun akıbetini tasavvur edebiliriz. Ancak bu fon başarılı olsa bile işçinin çalışması karşılığında elde etmiş olduğu hakkın kendi rızası hilafına devlet tahvilleri ile değerlendirilmesinin emeklilik hakkı elde edinceye kadar bu fonda biriken paradan yararlanamamasının nasıl açıklanabileceğini bilemiyorum. Kaldı ki günümüz koşullarında emekli olabilmenin nerede ise imkânsız hâle geldiğini, emekli olabilenlerin ise beklenen yaşam süresinin hayli düşük olduğu dikkate alınırsa fonda biriken (!) paranın büyük kısmının işçi tarafından kullanılamayacağını söylemek mümkün. Üstelik öngörülen sistemde işçi emeklilik hakkını elde etmeden işten çıkarıldığında kıdem tazminatını da alamıyor.

Bütün bunlar göstermekte ki kıdem tazminatı hakkı büyük bir saldırı altında.

Programın “istihdam” başlığı altında yazılmış olanları özetleyecek olursak eğer

• Güvencesiz ve düzensiz çalışma
• Kısa süreli işler
• Hak gasbı
• Kıdem tazminatını kaldırma
vaatlerini içermekte olduğunu ifade edebiliriz işçi sınıfı için.

Buradan enflasyonla mücadele bölümüne geçelim. Yukarıda da belirtilmişti. İzlenen politikalar ile enflasyonla mücadele edilemez. Nitekim bir önceki OVP’de hedefledikleri enflasyon oranının tutturamadıkları için 2024 yılı enflasyon hedefinde bir revizyon yaptılar. Önce %34 olarak açıklamışlardı 2024 yılı enflasyon hedefini, daha sonra %36, 38 ve son olarak da %41-42,5 aralığı olarak açıkladılar.

2024 yılı ilk altı aylık enflasyonu %24,73 idi, hedefe ulaşılabilmesi için kalan altı aylık dönemde enflasyonun aylık ortalama %2,5 seviyelerinde seyretmesi gerekecek. Sebze ve meyvenin görece bol olduğu, ısınma ve aydınlanma giderlerinin son derece düşük olduğu temmuz ve ağustos aylarında tuttu bu oran. Peki okulların açılması ile birlikte yeni masraf kapılarının açıldığı, servis ücretlerinden kırtasiyeye okul giderlerinin her kaleminde artışın gözlemlendiği eylül ayında, yaz sebze ve meyvelerinin piyasadan çekildiği kış sebzelerinin ise henüz turfanda vasfını korudukları için pahalı olduğu bu nedenle sera ürünlerinin pazara sürüldüğü ekimde ne olacak? Ya ısınma ve aydınlanma giderlerinin cep yakmaya başlayacağı kasım ayında nasıl bir seyir izleyecek enflasyon? Bu arada akaryakıt, elektrik ve doğalgaz zamlanır mı?

Sorular birbiri ardına gelir doğru yanıtları bu aşamada bulamamış olsak bile bulgularımız bize enflasyon hedefinin tutmayacağını gösterir. Gösterir de TÜİK siyasal iktidarın kapıkulu. İktidardan alacakları talimat doğrultusunda hareket edip “mış” gibi yapılacağını ve hedefin yaklaşık olarak tutmuş bibi gösterileceğini şimdiden görebiliriz. Belki küçük bir sapma olabilir ancak önemli bir sapma gerçekleşmez yıl sonunda TÜİK tarafından ilan edilecek enflasyon ile OVP’de ilan edilmiş yeni hedef arasında.

İşin bu yanı çok önemli. Önemli çünkü gerek emekli maaşları gerekse memur maaşları bu oran dâhilinde zamlanacak. Dolayısı ile 2025 yılı ilk yarısı için gerçekleşecek emekli ve memur maaş zamlarının %15 seviyelerinde kalacağını şimdiden söylemek mümkün. Gerçek enflasyon mu? Orasını tahmin edebilmek kolay değil tabii.

İşin bir de asgarî ücret boyutu var. Bu konu ile ilgili de bazı ipuçları bulunmakta OVP’de. Sözgelimi “enflasyonu ücret/fiyat sarmalından kurtarmak amacı ile asgarî ücret artışlarının dezenflasyon süreci ile uyumlu hâle getirilmesi sağlanacak” denilmiş kamuoyuna açılanan metinde. Enflasyonun nedeninin ücret artışları olduğu düşünülürse son derece doğal bu cümlenin yazılmış olması. Ardından da ücretler üzerine baskı kurulması gelir doğal olarak. Bu baskının şiddeti ne olacak? Satır aralarından bunu da çözebiliyoruz. 2024 yılında gerçekleşen enflasyon (TÜİK tarafından açıklanan enflasyondan söz ediyorum) oranında bir zam beklemek anlamsız olacak 2025 yılı için. Gerçekleştirilmek istenen zam 2025 yılı hedef enflasyonu oranında. Bu da yüzde 17. Bu durumda 2025 yılında gerçekleşecek asgarî ücretin 20.000 lira seviyelerinde belirleneceğini söyleyebiliriz. Türkiye’de çalışanların yarıya yakınının asgarî ücret +/- %10 seviyesinde ücret aldığına ve diğer ücretlerin de bu kriter göz önüne alınarak belirlendiğine göre 2025 yılında özel sektör çalışanlarının da ücret zamları %15-20 seviyesinde tutulacağını ifade etmek abartılı bir yaklaşım değil kanımca.

Bu kadarını yapabilirler mi? OVP’de yazdıklarına göre yapmak niyetindeler. Farklı bir sonuç ancak yıllardan beri her şeye tek başına karar veren muktedirin siyasi bir karar vermesine bağlı. Malum pek sever müjde (!) vermeyi.

Toparlayacak olursak eğer, ücret gelirlerinin bugüne kadar olduğundan çok daha fazla baskı altına alındığı, insanların geçinebilmek için kredi kartlarına daha çok ihtiyaç duydukları, yüksek faiz oranları ve yüksek tutulan asgarî ödeme miktarları nedeni ile insanların ödeme güçlükleri yaşayacakları bir yıl bekliyor işçi/emekçi ve emeklileri. Görünen o ki bu yıl icra dairelerinin yükü hayli artacak. Bütün bu olumsuzlukların bonusu da yılların mücadelesi sonucu elde edilmiş haklara yönelik saldırılar olacak.

Bu öngörünün gerçekleşmemesi için tek bir seçenek var. Tüm emek güçlerinin birleşik ve örgütlü mücadelesi. Söz konusu birlikte mücadele gerçekleşebilirse geri adım atmak zorunda kalır siyasi iktidar çevreleri. Bahse konu mücadele ise (sözde) muhalefet yapan siyasi partilere terk edilemeyecek kadar önemli. Emek güçlerinin tüm bileşenlerinin aktif bir biçimde katılacağı direnişlerle mecliste değil sokakta vücut bulacak bir muhalefet engelleyebilir bu durumu ancak. Zaman yitirmeksizin bu mücadelenin başlatılması ve yaygınlaştırılması emek güçlerinin birincil görevi içinde bulunduğumuz koşullarda.

Yeri gelmişken faiz oranları ile ilgili beklentilerden de söz etmek gerek. Kimi çevrelerde faiz oranlarının yakın tarihte düşürüleceği yönünde bir beklenti oluştu. Son derece hatalı bir beklenti bu. Öncelikle şunun belirtilmesi gerekir ki FED’in politika faizi oranını düşürmesi ve buna bağlı olarak pek çok Avrupa ülkesi merkez bankasının faiz düşürme hazırlıklarına girmesi Türkiye’ye sıcak para girmesi için son derece uygun bir ortam hazırladı. Kısa dönemde yüksek kazanç peşinde koşan spekülatörler için en uygun yatırım alanı oldu Türkiye. Ekonomi yönetimi faiz oranlarını düşürerek önüne gelmiş bu fırsatı kaçırmaz. Eylül, ekim ve kasım aylarında önemli ölçüde yabancı para girer Türkiye’ye böylece hem Merkez Bankası rezervlerinde kısmî bir artış sağlanmış hem de kısa vadeli ödemeler için gerekli fon yaratılmış olur. Bu nedenle aralık ayına kadar faiz indirimi beklemek hayal Türkiye’de. Aralık ayında ise “Bakın enflasyonu kontrol altına aldık faizleri indiriyoruz” mesajı vererek yığınların gözünü boyamak amacı ile bir faiz indirimi gerçekleştirebilirler. Ancak bu indirim göstermelik düzeyde kalır. Kısa dönemde yüksek kâr hedefleyen spekülatörleri ürkütmemek ve yabancı para girişinin bir süre daha aksamamasını sağlamak gerek. Dolayısı ile aralık ayında gerçekleşmesi olası faiz indirimi en fazla beş puanlık düzeyde kalır. 2025 yılında neler olacağı ise yıl içerisindeki ekonomik gelişmelere bağlı.

Buraya kadar olan bölümde OVP’nin vaatleri ile bunların gerçekleşme olasılıklarını tartışmaya çalıştım dilimin döndüğünce, bilgi ve öngörümün yettiğince. İtiraf etmeliyim ki ne olacağını nasıl bir biçimde sonlandırılacağını kestiremediğim bir bölüm var yeni OVP’de. Kamu Maliyesi bölümü.

“Mali disiplinin ekonomide güven ve istikrarı arttıran bir çıpa olarak korunması ve güçlendirilmesi için gerekli adımlar kararlılıkla atılacaktır” cümlesi ile başlayalım analizimize. Kamu harcamalarının kontrol altına alınması, acil gereksinim olmayan harcamalardan feragat edilmesi ve tasarruf önlemlerinin artırılması öngörülüyor bu cümle ile. İyi ama Saray ve çevresinin her türlü hesabı devre dışı bırakan ve her gün yeni bir rekor kıran harcamaları nasıl kontrol altına alınacak? Bir başka anlatımla ülkede her şeyi kontrol altında tutan ve nerede ise kamu kesiminde alınan tüm kararları tek başına alan erk, böyle bir kontrol altına girmeye razı olacak mı? Malum “itibardan tasarruf olmaz.”

Peki Diyanet İşleri Başkanlığının hesapsız harcamaları ve yılın daha yarısı gelmeden kendisi için ayrılan devasa ödeneği tüketip ek bütçe istemesi önlenebilecek mi?

Tek adam rejiminin temel dayanak noktası Diyanet İşleri Başkanlığı ve bu kurumun politikaları. Dinsel motifler tek adam rejimi taraftarlarını bir arada tutan en önemli bileşenlerden biri. Bu kurumun harcamalarının mali disiplin içerisine alınması nasıl karşılanır Saray tarafından? Tartışma konusu.

Besbelli konu uzun müzakerelere neden olacak ve bir orta yol aranacak zaman içinde.

Bir başka husus daha var çözülmesi pek de kolay olmayan.

Bir dizi rakam vermişler ve
• Bütçe açığının düşürüleceğini
• Ödemeler dengesinin faiz dışı fazla vereceğini iddia etmişler.

Bunların gerçekleşebilmesi sadece tasarruf tedbirleri ile mümkün olmaz. Gelir arttırıcı önlemlerin alınması gerekli. Yıllardan beri sürdürülen özelleştirme politikaları nedeni ile devlete gelir getirecek üretim tesisi (gerek mal gerekse hizmet üreten tesisler) kalmadı nerede ise. Olanlar da sürekli zarar üretmekteler. Bu durumda tek gelir kalemi kalıyor vergi ve harçlar. Harçlar büyük oranda arttırılsa bile bütçe açığını düşürmekte yetersiz kalır. Vergiye yüklenmek gerek. İşte sorun burada başlıyor. OVP’de vergi gelirlerinin GSYH’nin %20’si seviyesine çıkarılacağı öngörülmüş. Hâlen bu oran %14 seviyesinde. OVP önemli bir artış öngörmüş. Peki ama nasıl?

Bilindiği gibi vergi gelirlerinin önemli bir kısmı dolaylı vergiler. Bir başka anlatımla sıradan vatandaşların alışveriş yaparken ödedikleri KDV ve ÖTV en büyük vergi kaynağı (TÜİK verilerine göre ülkede tahsil edilen verginin %58’i dolaylı vergilerden oluşmakta).

İlk soru şu; ücret gelirleri baskılanıyor. Talep düşürülmeye çalışılıyor. Bunda başarılı olunmasa bile talep artmıyor sabit kalıyor. Sabit kalan talep vergi artışı yaratmaz. Yaratabilmesi için KDV ve ÖTV oranlarının yükseltilmesi gerek, zaten hayli yüksek olan bu oranların daha da yukarıya çıkarılması pek mümkün görülmüyor. O hâlde gelir vergisi politikalarına bakmak gerek. Ücretlerden alınan gelir vergisi bu gelir kaleminin baskılanması nedeni ile tatmin edici bir artış sağlamaz. Ya da tatmin edici bir artış sağlanabilmesi için vergi oranlarının yükseltilmesi gerekir ki bu da ücret gelirlerinin düşmesi demek, buna hiçbir rejim cesaret edemez. Geriye tek bir yol kalıyor “Kurumlar Vergisi oranlarının yükseltilmesi.” Esasen hayli düşük olan (%25) kurumlar vergisi oranının yükseltilmesi akılcı bir çözüm ancak buna da akp iktidarı döneminde iktidar eli ile parlatılmış ve güçlendirilmiş olan sermaye gruplarının itirazı var. Yıllardan beri elde ettikleri vergi muafiyetleri ve teşvikler sayesinde gücüne güç, servetine servet katmış ve bu serveti şartnameleri adeta kendileri için hazırlanmış adrese teslim kamu ihaleleri ile defalarca katlamış olan bu kesim sahip olduğu ayrıcalıkları terk etmek istemiyor, bir başka anlatımla vergi ödemek istemiyor.

Sermayenin bu kesiminin vergi ödemeye ikna edilememesi hâlinde programın kamu maliyesi başlığı altında belirlenmiş hedeflere ulaşabilmesi pek mümkün görünmüyor.

Peki ikna edilebilirler mi? Şimdilik direniyorlar. Bu direncin kırılıp kırılamayacağını ise önümüzdeki günler gösterecek.

Yukarıda saymaya çalıştığım nedenlerle OVP’nin “Kamu Maliyesi” bölümünde öngörülen hedeflere ulaşılıp ulaşılamayacağı ise şimdilik bir bilmece olarak karşımızda durmakta.

Bilgimin ve öngörümün yetebildiği oranda yeni OVP’nin şifrelerini çözmeye ve çözebildiklerimi paylaşmaya çalıştım bu yazı ile. Umarım başarılı ve yararlı bir çalışma gerçekleşmiştir.

*Hakkı Taşdemir, “Biraz hayal biraz itiraf işte OVP”, Kaldıraç, Sayı 267, Ekim 2023, s. 71-73.

Türkiye İmam Hatip Cumhuriyeti (TİHC)

“Sahtekârlığın evrensel düzeyde egemen olduğu dönemlerde gerçeği söylemek devrimci bir eylemdir.” George Orwell

“Aslında hiçbir şey yasadışı değildi, çünkü artık yasa diye bir şey yoktu.” George Orwell

Siyasal İslam, dinin siyasi amaçlar için araçlaştırılması demeye geliyor. Başka türlü söylersek, siyasal iktidarın dinî esaslara göre dizayn edilmesidir. “Ilımlısıyla” “radikali” arasında kayda değer bir fark yoktur… İktidarın şiddet kullanarak mı yoksa verili siyaset koşullarında seçimle mi ele geçirileceğiyle ilgilidir…

Türkiye’de Siyasal İslam’ın ortaya çıkışı ve evrimi diğer Müslüman ülkelerden farklı bir rota izledi. Başlarda merkezî otorite dini yakın takibe aldı. Dinin göreli özerklik alanını daralttı. Dolayısıyla din bir “devlet dini” olarak var oldu. Dini sadece Diyanet İşleri Başkanlığıyla denetim altına alıp manipüle etmedi. Tarikatları ve cemaatleri de yakın takibe aldı. Dinde hiçbir zaman bir reform söz konusu değildi. Cumhuriyet döneminde de din “kutsal devleti” kutsamanın bir aracı olmaya devam etti. Dinci kanadın itirazı yapılanlara değil yapanlaraydı… Hiçbir zaman hiçbir toplumsal soruna dair özgün/farklı öneri ortaya koyamadılar. Zaten öyle bir yetenekleri de kaygıları da yoktur… Dünyayı anlamaktan aciz oldukları için… Yüzleri ileriye, geleceğe değil, geriye, karanlığa dönüktür…

Başka ülkelerde de olduğu gibi, Türkiye’de de Siyasal İslam, yükselen seküler, devrimci-ilerici-sosyalist hareketin önünü kesmek amacıyla peydahlandı, sahneye sürüldü… Türkiye’de olsun, başka ülkelerde olsun, Siyasal İslam denilen emperyalizmin dahli yok sayılarak anlaşılamaz… 1910’lu yıllardan başlayarak, Arap Ortadoğusu’nda ve bir bütün olarak İslam dünyasında anti-kolonyalist mücadele yükselmekteydi ve bu hareketler ikinci emperyalistler arası savaş sonrasında, özellikle de 1950’li yıllarda etkin birer politik aktör hâline geldiler. Her alanda önemli ilerlemeler kaydedildi. Bölgedeki emperyalist statüko sarsıldı. Zengin petrol rezervlerine sahip, aynı zamanda jeostratejik önemi çok büyük söz konusu bölgenin emperyalizmin korunmuş alanı olmaktan çıkma ihtimali büyümüştü…

“Modern çağın” başından beri kapitalist-kolonyalist-emperyalist Batı’nın zenginliği, şimdilerde Küresel Güney dedikleri dünyanın öteki büyük yarısının sömürüsü, yağma ve talanı sayesinde mümkün oldu… Sömürge halklarının doğal ve beşerî zenginliklerini kendi refah ve kalkınmaları için kullanmaları, emperyalist kampa akan kaynağın kesilmesi demeye gelecekti… Yeni bağımsızlığa kavuşan ülkelerde darbeler, suikastlar, çatışmalar, savaşlar çıkararak, karizmatik liderler etkisizleştirildi, dinci gericiliğin önü açıldı… Zira, kolonyalist-emperyalist Batı, Müslüman dünyasında seküler-laik rejimlerin ortaya çıkmasını kendisi için büyük bir risk olarak görüyordu. Ulusçu-ilerici-sosyalist… rejimlerin önünün kesilmesi için gerici-karanlıkçı bir İslam versiyonu olan Vahabîlik sahneye sürüldü. Aslında söz konusu operasyon, tam bir ABD-Suudi ortak yapımıydı. Mısır’ın karizmatik lideri Cemal Abdül Nasır’ın başlattığı hareketi etkisizleştirmek, Mısır’ın Arap Dünyası ve bir bütün olarak İslam âlemi için bir çekim merkezi hâline gelmesini engellemek için milyarlarca dolar harcandı. Suudi Vahabiliği ilerici hareketlerin ve akımların panzehiri işlevi gördü…

Başlarda İslamcı hareketleri destekleyip manipüle eden İngiltere idi. “Soğuk savaş” döneminde nöbeti ABD devraldı. Türkiye ikinci emperyalistler arası savaş sonrasında “Küçük Amerika” olma tercihi yapınca dinci gericiliğin önü de açılıyordu… Esasen Türkiye’nin egemenleri sadece uyduruk resmî ideolojiye dayanarak yönetemeyeceklerini biliyorlardı… Dinci gericiliği imdada çağırmak zorundaydılar ve çağırdılar… Türkiye’deki rejim anayasada yazıldığı gibi laik değildi. Yarı-laikti… Şimdilerde öteki yarısı da by-pass edilmekte… Diyanet İşleri Başkanlığı gibi devasa bir kurumun devletin göbeğinde yer alması, devletin dine karışması demektir… Oysa laiklik siyasetin dinden radikal olarak ayrılmasını varsayar… Siz dine karışırsanız din de size karışırdı ve karıştı… İmam Hatip Okulları güya “aydın din adamı” yetiştirmek için 1951 yılında açılmıştı… Kadın, imam-hatip olamadığına göre kızların da İmam Hatip Okullarına alınması amacın tevatür edilenden farklı olduğunun işaretidir…

12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 Amerikancı-NATO’cu darbelerle ilerici-sosyalist-laik hareket ezildi… Dinci gericiliğin önü sonuna kadar açıldı. 12 Eylül 1980 sonrasının resmî ideolojisi dinci-ırkçı Türk-İslam Sentezi denilendi…

Türkiye’de Siyasal İslam daha 1970’li ve 1990’lı yıllara koalisyon ortağıydı. 22 yıldır iktidar olan AKP, Milli Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi, Refah Partisi geleneğinden kopanların kurduğu bir parti ama Necmettin Erbakan milliyetçi-kalkınmacıydı. AKP neoliberalizmin timsali… Sömürü, yağma ve talanda hiçbir sınır tanımıyor… Devlet kurumlarını çökertti ama yeniyi de kuramadı. Kurması da mümkün değil… Artık rıza üretme, kitleleri aldatma-oyalama yeteneği aşındı… Meşruiyetini yitirmiş bir rejimin baskıya, şiddete, devlet terörüne başvurmaktan başka koz yoktur… Artık kural yok, yasa yok, etik yok… Etik yoksa gerisi teferruattır… Zira etik sınır demektir. Potansiyel olarak yapılabilir olandan sakınmaktır… Yağmalanmamış, talan edilmemiş hiçbir şey kalmadı…

Vakitlice dinci gericiliğin timsali AKP’nin dayattığı “İmam Hatip rejiminden” kurtulmak gerekiyor. Geç kalınırsa geriye kurtarılacak pek bir şey kalmayacak… Sadece sömürü değil, doğa yağma ve talanı da insan havsalasını zorlayacak boyutlarda ki, bu yaşamın temelinin aşınması demektir… Artık vakitlice radikal bir paradigma değişikliğine ihtiyaç var… Radikal olmak demek, sorunları kökeninden ele almak demektir… Sadece AKP’den kurtulmak yeterli olmaz… Yönetenleri değil, sistemi değiştirmek gerekiyor. Zira, artık verili zemin üzerinde bir gelecek yok…

Sistemi değiştirmek de verili siyaset tarzının dışına çıkmakla mümkün… Ezilen-sömürülen-aşağılanan emekçi kitlelerin, sahaya inme vakti geldi… Ülkeyi içine sürüklendiği yıkım tablosundan çıkarmak, sosyal eşitliği esas alan, doğaya saygılı eko-sosyalist bir alternatifi ete kemiğe büründürmeye bağlı… Artık başka şey yapmanın, bunun için de başka türlü düşünmenin, yeni bir yola girmenin vazgeçilmez olduğu zaman gelip çattı… Bize dayatılan sefaletten, kepazelikten, aşağılanmadan kurtulmak insan iradesini aşan bir şey değil… Başka şeyi, başka türlü yapmaya da bir engel yok…

“Irkçı değilim; ama…”dan “ırkçıysam da ırkçıyım”a

Savaş politikaları hız kazandıkça tüm dünyada şiddet ve nefret söylemleri de ivmeleniyor, en basit gündemlerin içerisinden bile yüzünü gösteriyor. Önümüz arkamız savaş ve kriz, sağımız ırkçılık, homofobi, transfobi; solumuz göçmen karşıtlığı, yabancı düşmanlığı, inceller… Kitlelerde açığa çıkan öfkenin, asıl sorumlularından çok Öteki’ne yönelme oranı bugün daha da artmış durumda.

Savaş ve kriz derinleşirken, kitlelerin sağ söylemlere olan eğilimi ve bunun sebepleri incelenmeye muhtaç. Burada solun sağ söylemlerin peşine takılmasının ve dünya genelinde sol muhalefetlerin veya iktidarların sağın rolüne soyunmasının ciddi bir etkisi var elbette. Ancak yine de kitlelerin eğilimi üzerine tartışmak son derece elzem. Bu noktada, artan isyanları es geçmemek önemli olsa da bugün açığa çıkan isyancı eylemlerin dahi içine sirayet eden ırkçı veya ayrımlaştırıcı çeşitli sağ söylemler konusunda da bir o kadar uyanık olmak gerek. Bugün bunun tüm dünyada en belirgin örneğiyse ırkçılık ve bu temelde gelişen göçmen karşıtlığı ve yabancı düşmanlığı.

Savaşla birlikte hız kazanan göç dalgasını fırsata dönüştürmek adına, evrensel mülteci haklarını da hiçe sayan onlarca uygulama emperyalistler tarafından devreye sokulurken, bir yandan da göçmenler üzerinde uygulanan bu şiddeti meşrulaştıracak ırkçı ve göçmen karşıtı söylemler de tekrar tekrar üretiliyor. Göçmenleri ucuz işçi olarak sömürmenin önünü açacak her türlü uluslararası plan, proje “uluslararası göç planları” adı altında devreye sokulurken, çeteleştirme ve insan ticareti de yine bu göç politikalarının bir parçası olarak sürüyor. İkinci Dünya Savaşı sonrası Sovyetler’in de bir taraf olması sebebiyle daha insanî maddeler barındıran Cenevre Sözleşmesi gibi evrensel mülteci hakları dahi sorgulanmaya muhtaçken, bugün emperyalistler elbirliğiyle bu haklara bile büyük bir saldırı başlatmış durumda.

Vaziyet buyken, göçmenler dünyanın birçok ülkesinde savaşın ve ekonomik krizin yarattığı tablonun önemli sebeplerinden biriymişçesine muamele görüyor. Göçmenleri ucuz emek olarak kullanmak için ellerini ovuşturanların, başta işsizlik olmak üzere birçok krizin sebebiymişçesine kitlelerin gözünde hedef hâline getirmesiyle ırkçı sanrılar kitleleri esir alıyor. İroniktir; göçmenler, bilhassa sömürge ülkelerde, toprakları istila etmeye gelmiş beyaz adam muamelesi görüyor. Bunun bir yandan, bir çeşit sömürge kişilik refleksi olduğunu düşünmek abartılı mı olur? Misal, bugün ülkedeki göçmen karşıtlığının ırkçılık temelli olmadığını ısrarla savunan birtakım ahmak yazarlar var. Anladığım kadarıyla kendileri sömürgeci ülkelerde göçmenlere karşı olan keskin ırkçı söylemleri ve sistematik şiddeti, sömürge ülkelerdekine göre daha derli toplu, dayanaklı ve daha “felsefî” temelli buluyorlar. Oysa bahsettikleri fark, sadece sömürge kişilik refleksidir ve belli ki kendileri de Batı’nın ırkçılığını bile daha başarılı ve tastamam bulacak kadar aynı dertten muzdaripler.

Hazır TC’deki göçmen karşıtlığından söz açmışken bu kısma detaylıca girelim. Emperyalist göç politikalarına bağlı olarak kimi zaman daha da sivriltilen bu göçmen karşıtı propaganda uzun yıllardır kitleler üzerinde bir etkiye sahip. Ancak 2023 genel seçimlerindeki ruh hâli ve göçmenler üzerinden yapılan siyasetin belirleyiciliği -ki bu dönem, uluslararası göç politikalarında da yeni taktik ve yapılanmalara gidildiği bir döneme denk gelmektedir-* ve “sol bir ittifak” içerisinde bu söylemlerin destek buluşu, bu göçmen karşıtlığını kitleler nezdinde daha da meşrulaştıran bir işlev gördü.

Burada artık şaşırtıcılıktan çok tehlikeli olarak tanımlamamız gereken nokta: “Irkçı değilim; ama…” altına gizlenen ırkçı söylemlerin, o tarihten bu yana hızla “bu ırkçılıksa da ırkçıyım” deme rahatlığına dönüşmesi. Bana kalırsa, zaten zeminleri yüzyıllardır döşenmiş olan, son 10-15 yıldır da gittikçe artan bu göçmen karşıtlığında son süreçteki en belirgin değişimlerden biri budur.

Sadece bu ülkede değil, tüm dünyada artık, sağın yükselişi ve aşırı sağ söylemlerin de daha rahatça propaganda alanı bulmasıyla birlikte başta ırkçılık olmak üzere tüm nefret söylemlerinin dile getirilmesi kitleler nezdinde daha meşrulaşmakta. 2024 Paris Olimpiyatları’nda açığa çıkan tablo, bunun en net göstergelerinden biri. Ortada bir “sebep” olmasına dahi ihtiyaç duymadan transfobik bir dalga başlatmak veya ırka göre ülke temsiliyetlerini tartışarak ırkçı bir mizah üretmek tek bir kıvılcıma bakıyor. Bu bir kesim için çok uzun süredir zaten böyleyken, sözde “politik doğruculuğu” benimseyen veya linç edilme kaygılarıyla bu bulanıklaşmış düşüncelerini ifade etmekten korkan, kaçınan, utanan bir kesim için dahi bugün bu kolaylaşmış durumda.

Bu sebeple bu eğilimi barındıran bu kesimin kendince ürettiği argümanları incelemek ve deşifre etmek son derece önemli:

1. “Bizden daha iyi yaşıyorlar”

Yeni değil, yıllardır bilinen, tarih boyunca göçmen karşıtlığının belki de en ünlü argümanı bu. Göçmenlerin ucuz emek olarak sömürülmesinin yarattığı tabloda işsizliğin sebebinin göçmenler olarak işaret edildiği bir argüman. Patronların göçmenleri sömürmeyi daha çok tercih ettiği doğrudur. Ancak ne işsizliğin sorumlusu göçmen işçilerin varlığıdır ne de bu öfkenin yöneleceği kişi göçmen işçidir. Burada öfkenin ve isyanın patrona olması gerekirken, yine öfke Öteki’ne dönmüştür. Burada göçmen işçileri itham eden eşlikçi bir diğer argüman da “o paraya çalışmayı kabul ettikleri için bu oluyor” ithamıdır. Göçmen işçilerin de bu sömürü karşısında isyan etmesi gerektiği doğrudur; ancak burada göçmenlerin en ufak hak arama eyleminde yüzleştikleri ve içinde bulunduğu ekonomik ve politik koşulların reddedilerek bu talebin yöneltilmesi çok da iyi niyetli veya akıllıca değildir. Bu tespiti yapan, dayanışmayla mücadeleyi yükseltmeyi ve isyan etmeyi öneriyor ve bunun mekanizmalarını kurmak için çabalıyorsa ne âlâ; ancak buradaki asıl mevzu işsizliğin ve ücretlerdeki erimenin sorumlusunu göçmenler olarak görerek, çözümü onların gidişinde aramaksa bu, işçi sınıfına “işçiler bu maaşa çalışmaya ikna olduğu için asgarî ücret çok düşük” suçlamasını yapıp çekilmekten başka bir şeye benzememektedir.

Bizden daha iyi yaşıyorlar argümanının bir başka gerekçesi ekonomik durumu daha iyi olanın veya iş kuranın genellikle döviz kazanıyor oluşu. Burada tekrar tekrar basit olanı detaylandırarak anlatmaya gerek yok. Senin ülkenin parasının değer kaybediyor oluşunun sebebi göçmenin varlığı olmadığı gibi, bu ülkede dövizle ticaret yapan yalnızca onlar da değil. Bir de bu işin “devlet yardımları alıyorlar” gerekçelendirmesi var. Araştırırsanız ya da biraz göçmenlerle ilişki içerisindeyseniz rahatça göreceğiniz üzere bunların büyük çoğunluğu yalandır. Bu haklardan yararlanma koşulları oldukça dar olup, üstelik o kısmının da ne kadar uygulandığı şüphelidir.

Ekonomik krizin artık hayatı yaşanmaz hâle getirecek kadar derinleşmesiyle en basit ve ucuz sosyal aktiviteleri bile yapmak neredeyse imkânsız hâle gelmişken, özellikle okumaya gelmiş yabancı öğrencilere yönelen “bizden çok eğleniyorlar, bizden çok geziyorlar” nefreti de yine yanlış yönde bir öfke patlamasının sonucudur. Peki bu, bu kadar apaçık ve ortada bir durumken, yani asıl sorunun krizin kendisi olduğu barizken, neden bu argümanı kullanan kişiyi buna ikna etmek bu denli zor görünmektedir?

Bu noktada psikanalitik açıklamalara dönmekte fayda var. Hazzın bastırılmasının kitlelerde yarattığı öfke ve huzursuzluğun Öteki’ne yöneltilmesinin altında Öteki’nin yani bu toplamdan ayrı olanın, dışarıda olanın o hazzı hâlâ elinde tuttuğu fikri de vardır. Yani Öteki’ye yönelen öfke, aslında sadece onun “doğru-mutlu-güzel Biz”e ait olmayışı, bunun dışında kalması değil, bizde bastırılanın orada hâlâ canlı olduğu fikrine gelişen hasettir aynı zamanda. Olumlu duygular Biz’den olana aktarılırken, olumsuz duygular Öteki’ne aktarılır ve böylece düşmanlaşan Öteki, bir noktada aslında hazzı bizden çalmış olandır. Mesela bu sebeple “dış mihraklar” doğrudan birini ya da bir şeyi ifade etmese de işlevsel bir argümandır.

Oğuzhan Nacak “Nefret ve Irkçılık” başlıklı yazısında bunu son derece güzel açıklıyor:

“Fransız psikanalist Jacques Alain Miller, Extimity başlıklı metninde, Öteki’nde en çok nefret edilen şeyin onun ötekiliğini yapılandıran şey olduğunu belirtir. Onda ele geçiremediğimiz bir şey olduğu için, onu tam olarak asimile edemediğimiz için Öteki’nden nefret ederiz… Bu nefret, Öteki’nin keyfine, Öteki’nde farz ettiğimiz keyfe duyduğumuz nefrettir… Irkçı ya da dışlayıcı anlatılar daima Öteki’nde bir artı-keyif varsayar. İlginç bir şekilde bu keyif paradoksal bir doğaya sahiptir: Irkçılığın nesnesi olan bu kişiler, örneğin Amerika’daki Meksikalılar, Avrupa’daki Müslümanlar ya da Türkiye’deki Suriyeliler aynı anda hem bizim işlerimizi çalıp hem de devletten aldığı paralarla bedavaya geçinen insanlar olarak görülürler. Dolayısıyla ırkçılıkla ilgili anlatılara dair rasyonel karşı çıkışlar çoğunlukla başarısızlığa uğramaya mahkumdur çünkü burada söz konusu olan nefret, ırkçı öznenin kendi eksiğiyle başa çıkmak için geliştirdiği ve içinde bulunduğu söylem tarafından da desteklenen bilinçdışı bir stratejidir. Durum ne olursa olsun ırkçı özne, Öteki’nin hak etmediği bir keyfe sahip olduğunu düşünecektir.”

2. Sınıfsallık soslu nefret

Bir başka sık duyulan argüman “Ben aslında ‘bunların’ zenginini sevmiyorum” argümanı. Daha sol olanın, göçmen karşıtlığında kendine kalkan yaptığı bir söylem gibi bu genelde. Aslında çok da gurur duymadığı göçmen karşıtı fikirlerini daha meşru görülebilecek bir kılıfa sokma biçimi. Zira zenginleri sevmemek meşru bir argümandır. Ancak bunu kullananlar sanırım sınıfsal bir bakışın zenginin de ırkını sorgulamadığını da unutmuş gibidir. Yani aslında “Irkçı değilim; ama Araplar şöyle…” diye konuştuktan sonra “ben aslında zenginini…” diye gelen argüman karşısındakine daha sempatik görünmek -veya kimi zaman kendi ırkçılığıyla yüzleşememekten kaynaklı kendini ikna etmek- adına sınıfla ırk arasında bağ kurmaya çalışsa da bu son derece anlamsız ve zorlama bir bağdır.

Burada ilginç olan, bunu söyleyenlerin çok büyük çoğunluğunun burjuvaziyi de değil de aslında sefalet ve düşkünlük seviyesinde olmayan hemen her göçmenden zengin diye bahseder hâlde oluşudur. Özellikle orta sınıfın diline pelesenk olmuş bu argüman, genelde kendi sosyoekonomik koşulları içerisinde denk geldiği hemen her göçmeni işaret ediyor gibidir. Mağazada alışveriş yaparken kasada karşılaştığı, kahvecide kahve kuyruğunda denkleştiği, çevirdiği taksiden inmek üzere olan, sinemada ön sırasında arkadaşıyla gülen, kuaförde saçının yapılmasını beklediği vb. tüm göçmenleri kasteder gibidir. Ekonomisi hayatın içine karışmaya, en basit gündelik sosyal aktivelere dâhil olmaya yeten, tüketim kültürüne en ufak yerinden dâhil olan her göçmen kastedilmektedir. Açık konuşalım, bu argüman sınıf kininin bir ifadesi değil, bir önceki “bizden daha iyi yaşıyorlar” fikrinin bir başka versiyonudur sadece; sınıfsallık soslu bir versiyonu.

Zenginine karşı olarak kendinde sınıf kini işaret edenler, pek tabii sınıf mücadelesi yürütebilirler, buyursunlar. Zenginin ırkı olmadığını da göreceklerdir. Üstelik bu fikrin kendisi de son derece zehirlidir. Mesela bugün bir kesim, Arap sermayesinden, Batı sermayesinden daha fazla rahatsız olur gibi görünmektedir ve çoğunda bunun temel sebebi sermayede ırkçı bir ayrım yapmaktan pek de öteye gidememektedir. Öyle, ortamlarda bahsederken ya da kendini ikna etmeye çalışarak söylenirken çok naif duran bu söylemler, aslında son derece büyük çarpıklıklar barındırmaktadır. “Ben zengininden rahatsızım” demekle zamanında kendini nasyonal sosyalist olarak tanımlayıp “sınıf mücadelesi ancak Yahudilere karşı yürütülebilir” demek arasındaki tedirgin edici yakınlık azımsanmamalıdır. İkisini birbirinden çok uzak görenler, kitlelerin Nazilere nasıl ikna olabildiğini anlamakta da zorlanacaktır. Oysa bu çizgiler sanıldığından da incedir.

Hazır sevmekten söz açmışken, şu konuya da değinelim: “Ne yani, benim Arapları sevmeme hakkım yok mu?” Öncelikle sevmemek ile nefret arasındaki farktan bîhaber olmak başlı başına bir eleştiri konusu. Bu en basit hâliyle, sokakta gidip şiddet göstermediği sürece ırkçı söylemler üretmek, ırkçı paylaşımlar yapmakla ilgili kendisinde sorun görmeyen bir zihnin ürünüdür ki genelde arkasından bu argüman da gelir.

Üstelik bu noktada şu vurguyu yapmakta fayda var; nefret sanıldığının aksine, sevgiden ve agresyondan bağımsız bir ego durumudur. Freud’a göre, nesnelerle olan ilişkide nefret duygusu, sevgiden çok daha eskidir çünkü nefret, “öteki nesneleri yok etme ölçüsünde egonun kendini koruma içgüdüsüdür.” Dolayısıyla bu nefret hâlinin ardında kendisini tehdit altında ve güvenliksiz hissetmesine sebep olan asıl koşullar ve nesneler yine tekrar gözden geçirilmeye ve doğru tanımlanmaya muhtaçtır.

3. Ofansif mizah defansı

Bir yeni meşrulaştırıcı araç da ofansif mizah; daha doğrusu mizah dahi olmayan her şeyin ofansif mizah adı altına sıkıştırılır hâle gelmesi. “Ofansif mizah” kavramsal olarak trend olmadan önce, “politik duyarlılıklar”la sürekli dayak yiyen bir kara mizah linci vardı. Politik duyarlılıklar dünyayı yatay değil, dikey olarak bölmeye daha yakınlaşarak geliştikçe, “hiçbir şeye muhalefet edilemez hâle geldiği” düşüncesiyle bu duyarlılık meselesine karşı da bir öfke birikti. Bunun vardığı noktada ise doğru olanın ne olduğu bir kenara itilerek, aklına gelen her fikri söylemenin de önü açıldı.

Mizahın bir karşı içeriği olduğu muhakkak; ancak bugün bu karşı mizahın da “izahı olmayan her şeyin mizahı olur” veya “güleriz ağlanacak hâlimize” sığlığına yaklaşması son derece rahatsız edici. Mizahın protest içeriği, bugüne kadar birçok direnişte açığa çıkan bir gerçek. Ancak direniş mi gücünü mizahtan alıyor, yoksa mizahı araç hâle getirebilen direnişin gücü mü, bunu düşünmek gerek. Misal; Gezi Direnişi’nde mizahın nasıl bir işlevi olduğunu biliyoruz; ancak orada mizah yapabilme gücünü kitleye verenin direnişin gücü olduğu gerçeğini unutmamak gerekir. Gezi’den sonra toplumsal muhalefette öne çıkan bir araç hâline gelen mizah, direnişin kendisi sönümlendikçe, sokaktan çekildikçe gücü değil, güçsüzlüğü gösterir hâle gelen ve hatta kimi zaman öfkeyi sönümlendiren bir rol üstlenmeye başladı. Sanki eylemin kendisi, öfke uyandıran toplumsal gündemin mizahını yapmakla sınırlandırıldı. Bana kalırsa bugün bunun büyük kısmı, bir şeyi mizahla söylemenin daha rahat bir alan oluşunun -ki artık bu da şüphelidir- yarattığı bir otosansür gibi işler vaziyette. Bu otosansür kimi zaman çizgiyi iyice aşarak karşı safın söylemini mizah altında yeniden üretmeye varıyor. Bunun içine bir de sosyal medyada etkileşim almanın dayanılmaz hazzı eklenince, bugün artık birçok gündem ilk olarak sosyal medyadaki mizah dalgasıyla karşılanıyor.

Öte yandan sosyal medyada gittikçe artan “etkileşim için zorbalama kültürü”nü de düşünürsek yalnızca ırkçılık değil birçok nefret söylemi de bu “mizah”ın altına saklandığında daha da meşru hâle getiriliyor.

4. Öfkeli olmanın verdiği nefret hakkı

Evet, çok öfkeliyiz ve artık her gün bu öfke daha da birikerek taşınamaz hâle geliyor. Öfkeli olmakta çok haklıyız. Bunun hemen herkes artık farkında. Ancak bugün bu haklı öfkenin, şiddeti ve nefreti meşrulaştırır hâle gelmesi son derece sıkıntılı. Bugün en azından bir kesim için ırkçı söylemlerin çok daha rahat ifade edilebilir hâle gelmesinde bunun ciddi bir rolü var. Hem biriken öfke artık Öteki’ne çok daha fazla ve şiddetli şekilde yöneltiliyor hem de öfkenin normalleşmesi, nefret söylemlerini de meşrulaştırıyor. Her şeye öfkeli olma, her şeyden bıkma hâli “ırkçıysam da ırkçıyım” ifadesine hızla varabiliyor. Biriken öfkeyle, değil göçmenlere, sosyal medyada videosunu gördüğü bir çocuğa bile hızlıca öfkesini aktaracak seviyeye gelmiş bir toplumda kitlenin, devletler eliyle örgütlenen göçmen karşıtlığını kendine rahatça seçmesi şaşırtıcı değil.

Toplumda biriken bu öfkenin kendisi, açığa çıkarabileceği isyana dair de umut verici görünse de bu öfkenin nereye ve nasıl yönleneceği, nereye doğru örgütleneceği önemli bir soru. Bunu örgütlemeden, açığa çıkan öfkeden umut beslemek saflık olacaktır. Üstelik bu öfkeyi Öteki’ne yöneltmek üzere onlarca politika devredeyken.

5. Sömürgecinin temel savı

Yaygın argümanların biri de adeta göçmenlerin “hadlerini bilmeyerek bu muameleyi hak ettikleri” üzerine kurulu. Göçmenlerin göç ettiği yerin kültürüne uyum göstermediği ve uyumsuz olduğu üzerinden cezalandırıcı tepkiler… Burada çok önemli ve defaatle tartışılması gereken bazı sorular var. Öncelikle göçün kendisi psikolojik olarak bir yıkım ve yeniden inşa sürecidir. Göçmenin uyum sağlayamamakla itham edilmesi son derece totolojiktir. Öte yandan, bir taraftan kültür seviciliği yaparken bir taraftan bir başkasının kültürünü tamamen geride bırakmasını talep etmek nasıl bir yaklaşımdır? Kültür, ulus devlet sınırları içerisinde açığa çıkan ve ortak olan bir şey midir? Aslında bunu uzun uzadıya konuşmaya gerek yok. Göçmenler üzerinden yapılan bu kültürel uyum tartışmaları, bu ülkede yaşayan ve katledilen, sistematik şiddet uygulanan tüm halklar için de defaatle söylenmiştir.

Sömürgecinin en büyük araçlarından biri ırkçılıksa, ırkçılığın da en temel argümanlarından biri kültür aşağılamaktır. Bu hastalık, yüzyıllardır dünyanın her yerinde baki. Kimi toplumları, pis, görgüsüz, kaba, cahil olarak tanımlamak; bunu kimi zaman apaçık kimi zaman gizil ırkçı fikirleri ve şiddeti meşrulaştırırken kullanmak ve bu topraklara “medeniyet götürmek” yüzyılların icadıdır. “Ama gerçekten çok pisler” derken inanılan ve dayanılan gerçeklik kişinin ırkçı olmadığına dair kendisini inandırma biçimidir.

Sömürgenin kültürünü aşağılamak her zaman çok kolay olmuştur. Tüm maddî ve manevi kaynaklarıyla sömürülen toplumların kültürünü geri bulmak, aşağı bulmak çok kolaydır. Yoksulun temizliğini sorgulamak, sefilin cehaletini sorgulamak kolaydır. Üstelik bu kıyaslamalarda öne koyulan tüm değerler sömürgecinin değerlerini yansıtmaktadır. Misal, hâlâ daha getto kültürü sonuna kadar aşağılanarak ırkçı şiddet meşrulaştırılmaktadır. Oysa getto kültürünü yaratan, ırksal bir gerilik değil, sistemin ta kendisi ve devletin yozlaştırma politikalarıdır.

Kendi kültürünü ötekinden üstün görme isteği ve fakat bunun altında yatan sömürge psikolojisi de “Nasıl ki Türkler Avrupa’ya gittiğinde uyum sağlamak zorunda…” argümanında açığa çıkmaktadır. Göçmenin karşısında kendisini ve kendi kültürünü “Batı kültürü” olarak tanımlayanın, “Batılı” olmadığı gerçeğiyle yüzleşiyor olması da belki de bu göçmen karşıtlığını tetikleyen sebeplerden biridir.

Özetle kültürel farklılıkların arkasına sığınmak gibi en baskın ırkçı argümanı kullanarak ırkçı olmadığını savunmak bomboş bir çabadır. Ve insanın kendisine şunu sorması da gerekir; yabancı olana gelişen bu tahammülsüzlük, farklı kültürlere kapalılık nedendir, nereden türemiştir ve ne anlama gelmektedir?

6. “Tiran”lara karşı tavizlerle birleşmek

Yukarıda bahsettiğim tüm argümanlarla birlikte, ülkedeki göçmen varlığının sebebini, emperyalist paylaşım savaşı ve emperyalist göç politikalarından bağımsız değerlendirerek mevcut hükümetin politikaları olarak görenlerin, iktidara karşı göçmen karşıtlığında birleşmek gibi bir rotası açığa çıkmıştır. Üstelik bu tartışmalar yanlış devlet tahlillerini de içermektedir. Kitle nezdinde iktidar partisiyle bilhassa Ortadoğulu göçmenler arasında, kültürel, inançsal birtakım çıkar ortalıkları kurup, nefreti göçmenlere de yıkmaktadır. Onlara göre göçmenlerin hepsi iktidar partisi destekçisi ve Erdoğan’ı dünya lideri gören kişilerdir. Bu sebeple aynı nefretin bir parçası olmayı da hak etmişlerdir. Buna körü körüne inananlar ne bu algının paylaşım savaşının bir parçası olarak zamanında Erdoğan’a biçilen rolle ilgisini kavramaktadır ne de o günden bugüne, bugün ülkedeki göçmen nüfusun büyük kısmını oluşturan Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerindeki “tiranlara” karşı gelişen isyanlardan ve devrimlerden haberdardır.

Başta da söylemiştim, 2023 seçimleri azımsanmaması ve unutulmaması gereken bir kırılma noktasıdır. 2023 genel seçimlerinde AK Parti’ye karşı “solda” birleşmek fikriyle CHP’nin peşine takılmak ve seçim çalışması yürütmek hâlihazırda son derece sıkıntılıyken, CHP’nin seçime günler kala hız kazanan ve açıktan yürüttüğü göçmen karşıtı kampanyadan sonra hâlâ bu sürecin bir parçası, destekçisi olmak, solun sağa kayışını da tartıştıran çok önemli kırılma noktalarından biridir. 2023’ten bu yana ırkçılığın, tüm nefret söylemlerinin, aşırı sağ söylemlerin artışında bu yenilginin payı da büyüktür.

Savaşa karşı birleşik bir cephe oluşturma zorunluluğu ortadayken, aksine bu söylemlere ve politikalara geçit vermek, hatta peşine takılmak bir yenilgidir. Olması beklenen, göçmen işçileri de kapsayan bir birleşik mücadeleyi örgütlemekken bu politikaya alet olmak büyük bir hatadır. Üstelik bu süreç, sola yakın olan veya sınıf mücadelesinde saf tutmak gayesinde olan göçmenler üzerinde de sola karşı ciddi bir güvensizlik ve tepkisellik yaratmıştır, ki bu beklenen sonuç da devletin sola dönük saldırısının bir parçasıdır.

Faşizmin taşıyıcılarından biri ırkçılık olmuşken, bugün “faşizm geliyor” diyenlerin, bu yeni milliyetçiliğe kolayca geçit vermesi büyük bir ironidir. “Faşizm geliyor” derken “mülteciler gitsin” demek sorgulanması gereken bir çelişkidir.

Tüm bunlar sadece sağın kitleleri manipüle etmesiyle veya zorla açıklanamaz. Bunun altında, bu söylemlere alan tanınmasına sebep olan bir güçsüzlük vardır. Sağın nefret söylemlerine karşı birleşen kitlelerin, aynı dili göçmenler üzerinde kullanması da büyük bir çelişkidir.

Bu noktada Reich’ın ünlü sorusundan feyz almak gerekir: “Açlık çekenin çalması ya da sömürülenin grev yapması değil açıklanacak olan, buna karşılık açlık çekenlerin çoğunluğu niçin çalmıyor ya da sömürülenlerin çoğunluğu niçin grev yapmıyor?” Reich’ın ekonomizme saplanmayı eleştirerek, kitlenin dinamiklerinin açıklanmaya muhtaç olduğu vurgusunu yaptığı ve “kitleler aldatılmadı, kitleler faşizmi arzuladı” tespiti üzerine düşünmek gerekir. Benzer sorular üzerine bugün de düşünmek mümkündür: Savaşa karşı savaş karşıtlığının gelişmesi beklenirken neden göçmen düşmanlığı ve ırkçılık daha çok gelişmektedir? Savaş ve göçle birlikte sınırlar kavramsal olarak daha çok ortadan kalkarken, neden ulus devlet sınırlarına daha da bağlanılmaktadır? Göç dalgası Öteki’yle daha çok bir araya gelinen alanlar yaratmasına rağmen neden Öteki tanıdıklaşmaktan çok daha da yabancılaşır? Bunlar bir kısmının cevabına yazı boyunca değindiğimiz ve üzerine daha çok okumayı, tartışmayı ve yazmayı gerektiren sorular.

Son söz olarak, türlü kitleselleşmiş argümanlar ve devlet propagandalarıyla iyiden iyiye meşrulaşan tüm bu nefret söylemleri, bugün yalnızca yeni milliyetçiliği değil; topyekûn iç savaş hukukunun uygulanmasını meşrulaştırmakta; sağcı akımların kuvvetlenmesine de yol açmakta. Açıkça ifade etmek gerek; bugün göçmenlere dönük en ufak bir ırkçı söylem, uluslararası ölçekteki göçmen şiddetini de beslemekte. Bu şiddetin bir destekçisi olmak, aynı zamanda topyekûn şiddeti meşrulaştıran söylemleri yeniden üretmekte. Size abartılı görünüyor belki; ancak bugün “Ülkemde mülteci istemiyorum” demek İspanya sınırında, Meksika sınırında üzerlerine ateş açılan göçmenlere uygulanan şiddeti de meşrulaştırmakta. Hattâ bugün kadına, çocuğa, hayvanlara dönük şiddetin de, bu şiddeti körükleyen politikaların da artışında bu nefret söylemlerinin meşrulaşmasının hiç payı olmadığını düşünmek saflık olur. Bu nefret söylemlerinin bir parçası olarak özgürlüğü, barışı, yaşam hakkını savunmak mümkün mü?

Bugün yeni kuşağı etkisi altına almayı misyon edinmiş bir acayip eskisinin tahtına aday yeni milliyetçi partilere karşı da, sol görünümlü sağ siyaset yapan burjuva partileriyle de, yukarıda saydığımız tüm argümanlar altına gizlenmiş ırkçı söylemlerle de topyekûn savaş içinde olmak gerekir; “ama”sız, “fakat”sız, “rağmen”siz. Bu ırkçı eğilimlerin tespit edildiği yerde ortadan kaldırılması ve sınıf mücadelesinden ve emperyalist savaş karşıtı mücadeleden temizlenmesi gerekir. Şiddetin ve kötülüğün normalleşmesi, kitlelerin nefret seline kapılması ve tüm bunların anti-komünist bir mücadeleyle birleştirilmesi, önünde durulmadığı sürece sanıldığından kolaydır. Bugün gözümüzün önünde yaşanan linç ve katliam girişimlerine rağmen nasıl oluyorsa hâlâ hafif görülebilen bu eğilimler, sanıldığından daha sinsi ve tehlikelidir ve tarih, bunun kanıtlarıyla doludur.

*Göçe dair emperyalist politikaları Ercüment Akdeniz’in çalışmalarından takip etmenizi öneririm.

Slavoj Zizek: Neoliberal kapitalizmin saray soytarısı* – Gabriel Rockhill

2012 yılında, zamanımızın öncü entelektüellerinden biri, Foreign Policy dergisinin saygın “En İyi 100 Küresel Düşünür” listesine seçildi. Entelektüelimiz, bu unvanı Dick Cheney, Recep Tayyip Erdoğan, Benjamin Netanyahu ve eski Mossad direktörü Meir Dagan gibi isimlerle paylaşmaktadır. ABD Dışişleri Bakanlığının sanal uzantısı olan bu nüfuzlu yayına göre, entelektüelimizin en iyi fikri şu: “Sol’un beklediği büyük devrim asla gelmeyecek.”

Diğer fikirleri de kesinlikle güçlü adaylardı ve liste çoğaltılabilir. Örneğin, bu üst düzey küresel düşünür 20. yüzyıl komünizmini ve daha spesifik olarak Stalinizmi “belki de insanlık tarihinin en kötü ideolojik, siyasi, etik, sosyal vb. felaketi” olarak tanımlamıştır. Nitekim, Stalin yönetimindeki Kızıl Ordu’nun Nazi savaş makinesini mağlup etmesinden üzüntü duyarmışçasına “Acıyı soyut bir düzlemde ölçtüğünüz zaman, Stalinizm, Nazizmden daha kötüydü” diye de ekliyor. Üçüncü Reich’ın şiddet konusunda komünizm gibi “radikal” olmadığında ısrarcı; üstelik “Hitler’in sorunu, yeterince şiddetli olmamasıydı” diyor. Belki de Hitler, bu entelektüelimize göre “on milyonları açlıktan öldürmek için acımasız bir karar” veren Mao Zedong’dan birkaç tüyo kapabilirdi. Entelektüelimiz yine bu belgelenmemiş asılsız iddiasıyla, Mao’nun yurttaşlarını öldürme niyetinde olmadığını kabul eden anti-komünist “Komünizmin Kara Kitabı”nın da sağında konumlanmaktadır. Ama tabii ki bu bilgilerin bir önemi yok zira entelektüelimiz, modern dünyadaki en kötü “insanlık suçunun” Nazizm ya da faşizm değil, komünizm olduğu tezinden hareket ediyor.

Bahse konu entelektüel aynı zamanda Avrupa’nın Dünya gezegeninin diğer tüm bölgelerinden siyasi, ahlâkî ve entelektüel olarak üstün olduğunu ima ederek kendini Avrupa-merkezci diye tanımlayan da birisi. Batı’nın geniş Akdeniz bölgesindeki acımasız askerî müdahaleleri yüzünden mülteci krizi Avrupa’da tırmandığında, Samuel Huntington’ın “medeniyetler çatışması” amentüsünü papağan gibi tekrarlayan entelektüelimiz, “mültecilerin çoğunun Batı Avrupa’nın insan hakları idealleriyle temelde çatışan bir kültürden geldiği basit bir gerçektir,” demiştir. Entelektüelimiz 2016 seçimlerinde Donald Trump’ı başkan adayı olarak desteklemiştir.

Daha geçenlerde, meşhur savaş çığırtkanının da sağında hizalanarak Kissinger’ı pasifizmle suçlamış, “Avrupa Birliğini” korumak için daha güçlü bir NATO’nun gerekliliğini ileri sürerek ABD’nin Ukrayna’daki vekâlet çatışmasını açık bir şekilde desteklediğini ifade etmiştir.

Baş muhafazakâr ulusal güvenlik devleti ajanı Huntington’ın kurucusu olduğu önde gelen bir dergi tarafından şereflendirilmek, profesyonel entelektüellere nadiren tanınan bir uluslararası şöhret seviyesine ulaşan bu küresel süperstar için buzdağının sadece görünen kısmıdır.

Kapitalist dünyanın önde gelen kurumlarında prestijli görevlere ve sayısız uluslararası gezilere sahip akademik bir şöhret olmanın yanı sıra, muazzam bir medya platformunu da tahkim etmiştir.

En önde gelen yayın organları için baş döndürücü bir hızla kitaplar ve makaleler yayımlamakta, birçok filme konu olmakta ve düzenli olarak televizyonda ve büyük medya gösterilerinde yer almaktadır. Bu politik konumların yapısı ve burjuva kültür aygıtı tarafından semirtilmesi göz önüne alındığında, mezkûr düşünürün, emperyalist düşünce kuruluşları ve ABD “ulusal güvenlik devleti” tarafından desteklenen sağcı bir ideolog olduğu farz edilebilir. Oysa tam tersine, internette radikal teori ve hatta Marksizm üzerine araştırma yapan, solu temsil ettiği sanıldığından hemen hemen herkesin direkt karşısına çıkan en görünür entelektüellerden biri o: Slavoj Zizek.

Donald Trump, tek bir seçmen bile kaybetmeden “Beşinci Cadde’nin ortasında durup birini vurabileceğini” iddia ederek ABD propaganda makinesinin gücüne olan inancını dile getirmişti. Emperyalist merkezdeki sapkın ve yozlaşmış gösteri toplumumuzda, küresel teori endüstrisinin poster çocuğu için de aynı şey geçerlidir. Zizek hayal edilebilecek en gerici siyasi pozisyonları alabilir, kapitalist kültür aygıtı tarafından dünya çapında yayınlanmasını sağlayabilir ve yine de Sol’un yükselen bir entelektüeli olarak sunulabilir. Nitekim öyle de oldu.

Cahillere diskursif sosis

1990’ların başında Amerika’da genç bir felsefe öğrencisi olarak, bu madrabaz ve onu semirten sistem tarafından kandırıldığımı itiraf etmeliyim. Ben lisans öğrencisiyken teori endüstrisinin Evel Knievel’i gibi sahneye çıkmıştı. Hakkında hiçbir şey bilmediğim bir Avrupa felsefe tarihi üzerine sonu gelmeyen incelemeler yerine, 19 yaşında eğitimsiz bir entelektüel özentisine her şeyden bahsedebilen biri vardı: Hollywood filmleri, bilim kurgu hikâyeleri, tüketim toplumu, çevrimiçi kültür, Avrupa’dan havalı teoriler, pornografi, seks, daha da seks. Onu okumak sarhoş ediciydi, özellikle de kapitalist ideolojik aygıt tarafından yanlış eğitilmiş ve farklı olarak pazarlanan bir şeye aç biri için.

1990’larda ve 21. yüzyılın başlarında çıkan her kitabı yutarcasına okudum. Ayrıca Paris’teki entelektüel baba figürünün yönetiminde doktora yaparak onun izinden gittim: Alain Badiou. Ancak kendimi eğitmeye devam ettikçe onun tekrarlarından, teorik yüzeyselliğinden ve ezberci retorik hamlelerinden sıkılmaya başladım. Giderek onun kışkırtıcı maskaralıklarını tarihsel ve materyalist analiz için zayıf bir taklit olarak görmeye başladım. Bu durum 2001 yılında 11 Eylül olaylarını Matrix’in arsız bir Lacancı yorumuyla açıklamaya çalıştığında doruğa ulaştı. Onun ateşli yorumları, peynir ekmek gibi satılsa da, ABD emperyalizminin tarihi ve ulusal güvenlik devletinin entrikalarına ilişkin titiz materyalist analizlerin yanında, Noam Chomsky’nin ya da çok daha iyisi Michael Parenti’nin çalışmalarında olduğu gibi, sönük kalıyordu.

Daha sonra yüksek lisans öğrencisiyken Jacques Rancière’in bir kitabını çevirdiğimde Zizek’in söylemsel sosisinin nasıl yapıldığını görmek için eşsiz bir fırsatım oldu. Rancière o zamanlar Anglofon dünyada pek tanınmadığı için her bir yayıncı projeyi geri çevirdi. Aceleci bir ilk reddin ardından nihayet bir yayınevini projeyi değerlendirmeye ikna edebildiğimde, yayınevinin satın alma editörü bir şart koştu: Kârlı satışları garanti altına almak için Zizek gibi radikal teoride önemli bir pazarlama gücünün önsözünü temin etmem gerekiyordu. Zizek kabul etti ve daha sonra bana The Ticklish Subject adlı kitabındaki Rancière bölümüne çarpıcı bir benzerlikten fazlasını taşıyan karmakarışık bir metin gönderdi. Buna, Rancière’in sinema üzerine yazdığı kitaplardan biri için, Rancière’in estetik üzerine çalışmaları ya da söz konusu kitap (ben Le Partage du sensible: Esthétique et politique kitabını çevirmiştim) hakkında neredeyse hiç bilgi sahibi olmadığını gösteren bazı serbest çağrışımlı düşünceler ve önsöz yorumları eklemişti.

Bilimsel titizliğin bu utanmazca hiçe sayılmasından tiksindim, ancak o sırada herhangi bir kurumsal güçten veya daha derin bir siyasi analizden yoksun olduğum için elimin kolumun bağlı olduğunu hissettim, çünkü çevirimin gün ışığını görmesini istiyorsam teori endüstrisinin metalarını tanıtmak için bu şarlatanı kullanmasını kabul etmem gerekiyordu.

Önsözü bir sonsöze dönüştürerek ve Rancière’in çalışmalarının akademik açıklamalarıyla çevreleyerek gömmek istedim. Ancak geriye dönüp baktığımda, projeyi durdurmam gerektiğini görüyorum. Kültürel teorinin Elvis’i olarak adlandırılan bu kişiyle yaşadıklarıma dönüp baktığımda, emperyalist merkezdeki yükselmiş ve yanlış eğitilmiş profesyonel yönetici sınıf tabakasının bir parçası olarak, onun maskaralıklarının hedef kitlesi olduğumu görüyorum.

1989’da Berlin Duvarı yıkıldı ve Zizek’in ilk büyük kitabı Verso’dan İngilizce olarak çıktı: İdeolojinin Yüce Nesnesi. Önsözünü post-Marksist, yani Marksizm karşıtı radikal demokrat Ernesto Laclau’nun yazdığı bu kitap, Zizek’in Chantal Mouffe ile birlikte hazırladığı yeni serinin öncü yayını olarak sunuldu. Bu seri, Fransa’da Martin Heidegger’den esinlenenler gibi “özcülük karşıtı” teorik eğilimlerden yararlanarak sosyalizmi desteklemek yerine “radikal ve çoğulcu bir demokrasi açısından düşünülen Sol için yeni bir vizyon” sağlamayı amaçlıyordu.

Siyasi yönelimleri “demokrasi yanlısı” olarak sunulan ve sosyalist ülkeleri parçalamak için kullanılan anti-komünist hareketlerle örtüşen bu iki radikal demokrat, Zizek’in desteklenmesinde merkezî bir rol oynadı. Çalışmalarını Anglofon dünyada sunması için onu davet ettiler ve prestijli yayın platformlarını ona açtılar. Zizek de buna, “geleneksel Marksizmin küresel çözüm-devrim”ine karşı ortak muhalefetlerini temel alan ilk kitabını çerçevelemek için onların post-Marksist beyannamesi Hegemonya ve Sosyalist Strateji’yi (1985) açıkça kullanarak karşılık verdi. 1991’de SSCB dağıldı ve Batı’ya hitap eden hevesli post-Marksist teorisyen iki kitap daha yayınladı: Laclau ve Mouffe’un serisinden bir diğeri ve bir Ekim kitabı.

Böylece, emperyalist devletler ve istihbarat servisleri tarafından desteklenen muhalif “demokrasi yanlısı” hareketler, zenginliği yukarı doğru yeniden dağıtmak için işçi sınıfının kazanımlarını agresif bir şekilde geri alırken, radikal demokrasinin yükselen teorik dalgasını kesin olarak yakaladı.

Sovyet tarzı sosyalizm yıkılırken, bu Doğu Avrupa kökenli madrabaz giderek kendi post-Marksizmini Marksizmin en radikal biçimi olarak sundu. Siyah toplulukların genellikle gerçek mücadelelere dayanan müziklerini kendine mâl ederek, evcilleştirerek ve ana akımlaştırarak müzik endüstrisinde ün kazanan Elvis’ten farklı olarak Zizek, Marksist gelenekten en önemli içgörülerini ödünç alarak, ancak bunları özlerini ezmek için eğlenceli bir postmodern kültürel karışıma tâbi tutarak ve böylece neoliberal anti-komünist rövanşizm çağında kitlesel tüketim için metalaştırarak küresel teori endüstrisinde bir paravan adam hâline geldi.

Bu bağlamda, kapitalist müesses nizam 1990’larda tarihin sözde sonunu kutlarken, aynı zamanda radikal entelijansiyanın oldukça niş sosyal tabakası için, kapitalist güdümlü rüzgârın estiği yöne doğru yüzen kırmızı bir balon gibi, sözde özünden kurtulmuş bir Marksizm sembolünü teşvik etti.

Bu Zizek’ti: hızlandırılmış anti-komünizmin neoliberal çağında en tanınmış “Marksist”. Çılgın Marksistin gerçek bir karikatürü olan ve en iyi “felsefenin Borat’ı” lakabıyla anılan Doğulu gizemli adam. Sovyet tarzı sosyalizmi yok eden alevlerin üzerinde alenen mastürbasyon yapan sapkın bir efsanevî kuş.

Diyalektik safsata

Yılan yağı gibi kaygan olduğu için bu kadar çok satan, kendine radikal diyen diğer birçok düşünür gibi Zizek de anlaşılması zor düzyazısı ve dengesiz davranışlarıyla iftihar eder. Onu okurken, her sayfayı çevirdiğimizde, aslında (bir önceki sayfada bizi inandırdığı şeyin) tam tersi olduğunu öğrendiğimiz başka bir “gaf” anını bekleriz! Saklambaç oynamaktan asla bıkmayan bir çocuk gibi, gerçekte saklanamamasına rağmen, Sloven dâhisi sürekli kaçıyor ve söylemsel kontrolden çıkıp her şeyi ve zıddını söyleyerek izlerini örtebilme ve her zaman gizlenebilme umuduyla dönüp duruyor. Kendisi gibi entelektüellerin bukalemun karakterinde işleyen bariz ve tutarlı bir ideoloji olduğu gerçeğinden habersiz görünüyor. Buna oportünizm deniyor.

Zizek, Abercrombie and Fitch kataloğu için röportaj yaptığında, röportajı yapan kişi metni yayınlamadan önce kendisiyle paylaşacağını söyledi. O da karşılık verdi: “Buna gerek yok. Ne söylersem söyleyeyim, bana tersini söyletebilirsiniz!”

Asıl amacı adını duyurmak olan bir oportünist için bir şeyi söylemek, onun tersini söylemek kadar iyidir. Aslında, zaman içinde her ikisini de söylerseniz -bu yorucu retorik hamleyi samimiyetsiz bir şekilde “diyalektiğe” atfederek, kaba bir kendi reklamını yapmaktan başka bir şey yapmayan sözde entelektüel bir kılıf sağlamak için- daha fazla yer işgal eder ve daha fazla zaman alırsınız, gerçekten söyleyecek bir şeyleri olabilecekleri saf dışı bırakırsınız.

Burjuva kültür aygıtının ona böylesine muazzam bir platform sağlaması, gerçekten radikal analiz biçimlerine karşı bu tür maskaralıkları teşvik etme eğilimini ortaya koymaktadır. Bu bağlamda, onun dada diyalektiğinin çok kesin sınırları olduğunu hatırlamakta fayda var. Bildiğim kadarıyla onun şöyle bir şey söylediğini hiç duymadık: “Egemen ideoloji sürekli olarak gerçekte var olan sosyalizmin son derece korkunç olduğunu söyler. Oysa durum tam tersidir!”

Marksist pozlu birinin, 2010 yılında Uluslararası İşçi Hakları Forumu tarafından “Sweatshop Hall of Shame”e yerleştirilen bir mega-şirket giyim hattına gönüllü olarak fahişelik yaparak, kendisini teşvik eden kültür endüstrisinin en kaba unsurlarını neden eleştirmeden kucakladığını merak edebiliriz. Ancak bu, küresel teori endüstrisi ile genel tüketici kapitalizmi endüstrisi arasındaki yakın ilişkinin diğer pek çok örneği arasında sadece bir tanesidir. Zizek sadece kitap satmıyor; aynı zamanda film, sanat, edebiyat, dergi, gazete, halk gösterileri ve A&F’in CEO’sunun seçkin sözleriyle “havalı, iyi görünümlü insanlar” için Amerikan tarzı kıyafetler de satıyor.

Batı yanlısı, komünizm karşıtı muhalif

Bu madrabaz hemen hemen her şeyi söylediğinden ve söylediklerinin de zıddını söylediğinden ve bazen de yeniden söylediğinden, gerçekte ne yaptığına ve teorik pratiğinin doğasına odaklanmak faydalı olur. İkincisini tam olarak anlamak için, onu ve özel kurnazlıklarını entelektüel üretimin toplumsal ilişkileri içine yerleştirmek gerekir. Başka bir deyişle, teorik pratik derken sadece bir entelektüel olarak öznel faaliyetlerini değil, aynı zamanda içinde faaliyet gösterdiği ve onu uluslararası bir süperstar hâline getiren nesnel toplumsal bütünlüğü de kastediyorum. İddiamın bir kısmı, Zizek’in kendine özgü bir özne olarak fetişleştirilmesinden ziyade küresel teori endüstrisinin kültürel bir ürünü olarak anlaşılması gerektiğidir.

Kaybedilmiş Davaların Savunusu Adına kitabının yazarı 1949 yılında doğdu ve Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nde (SFRY) büyüdü. Daha sonra, iddiasını destekleyecek anekdotlardan başka bir kanıt olmaksızın, “Komünist bir devletteki yaşamın çoğunlukla birçok kapitalist devletteki yaşamdan daha kötü olduğunu” iddia edecekti.

1960 ve 1980 yılları arasında Yugoslavya, ücretsiz tıbbî bakım ve eğitim, garantili gelir hakkı, ücretli bir aylık tatil, yüzde 90’ın üzerinde okuma yazma oranı ve yetmiş iki yıllık ortalama yaşam süresi ile birlikte en güçlü büyüme oranlarından birine sahipti. Yugoslavya aynı zamanda çok etnikli vatandaşlarına, çoğunlukla kamuya ait, piyasa-sosyalist bir ekonomide uygun fiyatlı toplu taşıma, konut ve kamu hizmetleri sundu.

Biyografi yazarı Tony Myers’a göre Zizek anavatanının komünist kültüründen hoşlanmıyordu. Daha büyük kapitalist dünyada kişisel sosyoekonomik ilerleme için potansiyel fırsatların ipuçlarını yakalayan bu zalim genç entelektüel, kendini Batı pop kültürünü özümsemeye adadı. “Öğrenciyken,” diye yazıyor Myers, “resmî komünist düşünce paradigmalarından ziyade Fransız felsefesine ilgi duydu ve bu konuda yazdı.”

Fransız teorisi üzerine yazdığı yüksek lisans tezi “siyasi açıdan şüpheli bulundu” çünkü Slovenyalı filozof arkadaşı Mladen Dolar’ın sözleriyle, “yetkililer Zizek’in karizmatik öğretiminin muhalif düşüncesiyle öğrencileri uygunsuz bir şekilde etkileyebileceğinden endişe ediyorlardı.”

Zizek’in kendisine göre Sloven anti-komünist muhalefetinin başlıca referansı olan pişmanlık duymayan Nazi Martin Heidegger üzerine ilk kitabını yazdı. Ayrıca, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Heidegger’in itibarının iade edilmesine büyük katkıda bulunan Fransız filozofun, Jacques Derrida’nın ilk Slovence çevirisini yayınladı.

Yapısökümün Fransız büyücüsü, Çekoslovakya’da hükümet karşıtı anti-komünist siyasi aktivizmde doğrudan yer almıştı. Margaret Thatcher Vakfı, Açık Toplum Fonu (Soros), Ford Vakfı, Birleşik Devletler Bilgi Ajansı ve bir CIA paravanı olan National Endowment for Democracy (NED) dâhil olmak üzere anti-komünist yıkıcılığı destekleme siciline sahip etkileyici bir dizi kurumsal ve Batılı hükümet kaynağı tarafından finanse edilen Jan Hus Eğitim Vakfı’nın Fransa şubesinin kurucularından biri olmuştur.

Zizek, ikinci doktorasını tamamlamak için Paris’te bir süre kaldıktan sonra 1985’te Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’ne döndü ve ilk olarak Fransız teorisinden etkilenen, Batı yönelimli “muhalefetin” bir parçası olan anti-komünist bir muhalif olarak kamuoyunun dikkatini çekti.

“1980’lerin sonlarında,” diyor, “Sosyalist Yugoslav düzeninin altını oymakla bizzat uğraşıyordum.” Komünist hükümete karşı muhalif hareketin bir parçası olan önemli bir haftalık yayın olan Mladina’nın “ana siyasi köşe yazarıydı.”

Haftalık köşe yazısı yazdığı dergi, Yugoslav Komünist Partisi tarafından hazırlanan ve Yugoslavya’nın hayatta kalmasını tehdit eden karşı devrimcilerin çoğaldığını da vurgulayan uzun ve ayrıntılı bir raporda CIA tarafından desteklenmekle suçlandı. Zizek daha sonra birçok kez, komünizmin çöküşüne katkıda bulunan bir muhalif olarak yöneliminin tam da bu olduğunu söylemiştir.

Diğer şeylerin yanı sıra, 1988’de kendi ifadesiyle “mevcut sosyalist sistemin ortadan kaldırılmasını” ve “sosyalist rejimin küresel olarak devrilmesini” talep eden Dört Sanığın İnsan Haklarını Koruma Komitesi’nde yer almıştır.

Bu, Başkan Ronald Reagan’ın 1984 yılında Yugoslavya ve diğer Doğu Avrupa ülkelerinde “Komünist hükümetleri ve partileri devirmek için ‘sessiz devrimi’ teşvik etme çabalarının genişletilmesini” savunan 133 sayılı Ulusal Güvenlik Kararı Direktifi (NSDD) ile mükemmel bir uyum içindeydi.

Zizek Liberal Demokrat Parti’nin (LDS) kurucuları arasında yer aldı ve partinin önde gelen sözcülerinden biri olarak görev yaptı. LDS, “çoğulculuğu” teşvik eden liberal geleneğe dayanıyordu ve sosyalizmin sona ermesinden sonraki ilk on yıl boyunca Slovenya’ya hâkim olacaktı. Zizek, Yugoslavya Federasyonu’nun parçalanması için bir kama görevi gören ilk ayrılıkçı cumhuriyetin dört kişilik cumhurbaşkanlığı için partinin adayıydı. Televizyonda yayınlanan 1990 tarihli bir tartışmada şu kampanya vaadinde bulundu: “Başkanlığın bir üyesi olarak, devletin ideolojik reel-sosyalist aygıtının parçalanmasına önemli ölçüde yardımcı olabilirim.”

İşçiler için zaten felaket sonuçları olan liberal ekonomik yeniden yapılanma politikalarını uygulamaya istekli olduğunu ifade etti ve bu alanda bir “pragmatist” olduğunu ileri sürdü: “Eğer işe yarıyorsa, neden bir doz denemeyelim?”

Gerçekten de, açıkça “planlı özelleştirmeleri” savundu ve iyi bir kapitalist ideolog gibi açık konuştu: “Bizim durumumuzda daha fazla kapitalizm daha fazla sosyal güvenlik anlamına gelecektir.”

Bu, bir kez daha, Reagan’ın açıkça “Yugoslavya’nın uzun vadeli iç liberalleşmesi” ve “piyasa odaklı bir Yugoslav ekonomik yapısının” teşvik edilmesi çağrısında bulunan NSDD 133 ile mükemmel bir uyum içindeydi. Doğulu liberal aynı zamanda, en azından sosyalist yıkımın kısa vadesinde, anti-komünist filozof Karl Popper’in “açık toplum” olarak adlandırdığı şeyi desteklediğini teyit etti.

Açık Toplum Fonunun anti-komünist kurucusu (ve Popper’in eski öğrencisi) George Soros’un “eğitim, mülteciler ve teorik ve sosyal bilimler ruhunu canlı tutma alanında iyi işler yaptığını” iddia etti.

Popper, NATO’nun Yugoslavya’ya müdahalesini desteklemiş ve çalışmaları, kötü şöhretli CIA paravan örgütü Kültürel Özgürlük Kongresi tarafından teşvik edilmişti. Soros, Doğu Avrupa’daki anti-sosyalist rejim değişikliği operasyonlarına derin yatırımlar yapmıştır. Yugoslavya’da “Açık Toplum Enstitüsü, Miloseviç karşıtı muhalefetin kasasına 100 milyon dolardan fazla para aktarmış, siyasi partileri, yayınevlerini ve ‘bağımsız’ medyayı finanse etmiştir.” Dahası Soros, vakfının anti-komünist örgütlere ve faaliyetlere sağladığı cömert fonlar aracılığıyla “Sovyet sisteminin dağılmasına derinden karıştığını” açıkça itiraf etmiştir.

Zizek başkanlık yarışında kıl payı yenilmiş olsa da, sosyalizm sonrası yeni kurulan cumhuriyette Bilim Büyükelçisi olarak görev yaptı ve görünüşe göre hükümete gayrı resmî tavsiyelerde bulunmaya devam ediyor. Gerçekten de, “1990’larda kapitalizmin restorasyonundan sonra Sloven devletine açık desteğini” ifade etti ve anti-komünist liberalizmine sadık kaldı: “Neredeyse tüm arkadaşlarımı kaybettiğim bir şey yaptım, hiçbir iyi solcunun yapmadığı bir şey: Slovenya’daki iktidar partisini tamamen destekledim.” LDS, bir sermaye partisi olarak, ulusallıktan çıkarma ve özelleştirme peşinde koştu. Bu, IMF ve Dünya Bankası’nın sanayi sektörünü yok eden, refah devletini parçalayan, reel ücretlerin çöküşünü teşvik eden ve işçileri korkunç bir hızla işten çıkaran acımasız ekonomik karşı reformları uygulamaya koyduğu bir bağlamda gerçekleşti. 1989’da yaklaşık 2.7 milyonluk toplam sanayi işgücünden 614 bin işçi işten çıkarılmıştı. Zizek’in açıkça desteklediği özelleştirme yanlısı parti, “dünya nüfusunun geniş kesimleri için yaşam standartlarında büyük düşüşlerin yaşandığı” bir dönemde, emperyalist kampın küçük ortağı olmaya da hevesliydi. Avrupa Birliği (AB) ve Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’ne (NATO) katılımın önde gelen savunucusuydu. Bu süreç 1990’larda başladı ve Slovenya resmî olarak 2003’te AB’ye, ertesi yıl da NATO’ya katıldı.

O hâlde, bu girişimci entelektüelin sosyalist olduğu dönemde Batı yanlısı sivil toplumdan yana ve devlete karşı olduğunu, ancak kapitalist olduğunda ve kapitalist ve emperyalist ulusötesi örgütlere üye olmak istediğinde gururla sivil topluma karşı ve devletten yana olduğunu gözden kaçırmamalıyız.

Nitekim, başkanlık kampanyasında devlet aygıtında anti-sosyalist bir tasfiyeyi savunmuş ve “içişleri idaresi, siyasi polis vb.” konusunda çok katı olacağını ve “sıfırdan başlayacağını” belirtmiştir. Tüm sosyalist unsurların tamamen tasfiye edileceği bir istihbarat servisinin geliştirilmesini açıkça savunarak, CIA’nın ilk ayrılıkçı cumhuriyetteki ıslak rüyası olarak yorumlanabilecek şeyi duyurdu (bu da, genellikle yerel anti-sosyalist siyasi partiler, istihbarat teşkilatları, yayın organları ve entelektüellerle el ele çalışarak, dünyanın dört bir yanındaki sosyalist hükümetlerin devrilmesinde bu kadar merkezî bir rol oynayan teşkilâtla olan kesin ilişkisi hakkında ciddi sorular doğuruyor): “Orada [içişleri idaresi ve siyasi polisle ilgili olarak] bir kesinti yapacağım. Şimdi günahkârca bir şey söyleyeceğim. Bence bu çalkantılı zamanlarda Slovenya bir istihbarat servisine ihtiyaç duyacak çünkü bu egemenlik savaşı sırasında istikrarı bozmaya yönelik eylemler olacak. Ancak bu servisin mevcut içişleri yönetimiyle [yani sosyalist yönetimle] herhangi bir sürekliliği paylaşmaması özellikle önemlidir. Burada bir kesintiyi savunuyorum.”

Batı’nın bu yalakasına göre komünistler ondan nefret etmektedir. Kuşkusuz onun, işçi kitleleri pahasına kariyerini -ve acımasız özelleştirme planlarını ve emperyalist yayılmayı- ilerletmek için çok tehlikeli bir oyun oynayan bir oportünist olduğunun farkındalar. Lacancı hokkabaz, Slovenya’da nasıl görüldüğü hakkında “Ben daha ziyade karanlık, uğursuz, entrikacı, siyasi manipülatör olarak algılanıyorum,” diye yazıyor, “bu rol benim çok hoşuma gidiyor ve çok seviyorum.”

Sosyalist Yugoslavya Federasyonu’nun dağılmasının başlıca nedeninin etnik nefret olduğu yönündeki Batı propagandası söylemine karşı hafif bir geri adım atmış olsa da, bu duruşunun gerekçesi, diğer siyasi pozisyonlarının çoğunda olduğu gibi, Ruder & Finn gibi kapitalizm yanlısı halkla ilişkiler firmaları ve CIA medya varlıkları tarafından desteklenen propagandayla mükemmel bir şekilde örtüşmektedir.

“NATO, Tanrı’nın Sol Eli” başlıklı bir metinde açıkça şunu iddia etmiştir: “Savaşı başlatan etnik çatışma değil, yalnızca Sırp saldırganlığıydı.”

Hatırlatmakta fayda var, Sırplar “diğer uluslardan oransal olarak daha yüksek oranda komünist parti üyeliğine sahipti.”

Zizek böylece, spin doktorlarının Yugoslavya için “iyi adamlar ve kötü adamlardan oluşan basit bir hikâye” inşa edebilmesiyle övünen Ruder & Finn’in Direktörü James Harff tarafından ortaya konan pozisyonu papağan gibi tekrarlıyordu.

Doğulu liberal, onlarca yıldır işleyen çok etnikli bir devleti yöneten komünistleri milliyetçiliği ve “ulusal davaya zorunlu bağlılığı” üretmekle suçlamaya bile kalkıştı.

Ancak, sosyalistler tarafından yapılan hatalar veya yanlışlar ne olursa olsun, Michael Parenti’nin konuyla ilgili gerçeklere dayalı bir kitapta açıkladığı gibi, işin gerçeği şudur: “Batılı güçler Yugoslavya’nın iç işlerine karışmaya, ayrılıkçı örgütleri finanse etmeye ve siyasi çekişmeyi ateşleyen siyasi-ekonomik krizi yaratmaya başlayana kadar iç savaş, yaygın cinayetler ve etnik temizlik yoktu.”

Kapitalizm yanlısı, NATO’nun savunmasız sivil nüfusa ve sosyalist altyapıya yönelik, gerçek amacı “Üçüncü Dünyalılaştırma” ve bölgede sosyalizmden arta kalanları terk etmeyi reddeden tek ulusun etkin bir şekilde sömürgeleştirilmesi olan, insanî amaçlı olduğunu iddia ettiği bombardımanları konusunda nerede duruyordu?

Kendine özgü çocukça provokasyon gustosuyla küstahça iddialarda bulundu: “Yani, tam olarak bir Solcu olarak, ‘Bombalamak mı, bombalamamak mı’ ikilemine cevabım: henüz YETERLİ bomba yok ve ÇOK GEÇ.”

Sivillerin yasadışı kitlesel katliamını yoğunlaştırmak için bu çınlayan onayı internette dolaşan bir taslakta yaptığından ve bu özel ifade yayınlandığında metinden çıkarıldığından, diğer röportajlarında, örneğin açıkça iddia ettiği gibi, kristal netliğinde olduğunu not etmeliyiz: “Ben her zaman Batı’nın askerî müdahalesinden yana oldum.”

Dünyanın en görünür kamusal entelektüellerinden biri olarak sonraki kariyerinde, defalarca fiilen var olan sosyalizme karşı güçlü pozisyonlar aldı. Ona göre Küba, gelecek için hiçbir umut vermeyen ve ihtiyatlı bir desteği bile hak etmeyen “geçmişin nostaljik âtıl bir kalıntısı”ndan başka bir şey değildi.

Kapitalist propagandayla mükemmel bir uyum içinde, Çin’i varoluşsal bir tehdit olarak göstermekte ve Çin’in komünist lideri Xi Jinping’i Trump, Putin, Modi ve Erdoğan’la aynı yozlaşmış çetede yer alan otoriter bir kapitalist olarak tanımlamaktan çekinmemektedir.

Onu okurken, radikal mırıldanmalarına rağmen, Margret Thatcher’ın meşhur neoliberal mantrasına bağlı kaldığı oldukça açıktır: Alternatif Yok. Aslında kendisi de düzenli olarak bunu söylüyor: “İkna edici herhangi bir radikal sol alternatifin farkında değilim” ve “Sosyalist bir devrime ya da başka bir şeye dair temel bir umudum yok.”

Yukarıda bahsedilen 1990 başkanlık tartışmasında, kapitalizmin “tüm sistemlerin en kötüsü” olduğunu ancak “daha iyi olacak başka bir sistemimiz olmadığını” iddia ederek, sömürgeci kasaplığın inatçı savunuculuğunu yapan Winston Churchill’in görüşlerini açıkça benimsedi.

Aynı zamanda, komünizme karşı bir savunma olarak ABD ulusal güvenlik aygıtı tarafından desteklenen ve tarihsel olarak kapitalist bir girişim olan Avrupa Birliği’ni savunmak için sürekli olarak kamusal söylemde bulunmuştur. Buna ek olarak, Batı emperyalizmiyle ilişkili belirli eylemleri, özellikle de NATO’nun saldırgan askerî operasyonlarının birçoğunu, özellikle de Avrupa’da veya yakınında meydana gelenleri onaylamıştır.

Onun insanlığın geleceğine dair büyük fikri, emperyalizme karşı başarılı antikolonyal mücadeleler yürüten Küresel Güney’deki sosyalist devletlerde bulunmaz. Bunun yerine sömürgeciliğin ve emperyalizmin tarihî merkez üssünde yer almaktadır.

“Günümüzün küresel kapitalist dünyasında,” diye yazıyor, “bu Avrupa fikri, ulusal egemenliği sınırlama yetkisine ve ekolojik ve sosyal refah için asgarî normları garanti etme görevine sahip ulusötesi bir örgütün tek modelini sunuyor. Bu fikirde doğrudan Avrupa Aydınlanması’nın en iyi geleneklerinden gelen bir şey vardır.”

Nitekim onun Avro-yayılmacı tarih anlatısına göre, Üçüncü Dünya’nın sömürge karşıtı mücadeleleri, Zizek’in Batı’nın Üçüncü Dünya’daki kendi “şiddet ve sömürüsünü” “özeleştirel olarak incelemesi” olarak tanımladığı şey de dâhil olmak üzere, Batı’dan ithal edildiği iddia edilen kavramlara bağımlıdır.

Avrupa’nın dünya gelişiminin doğal lideri olduğuna derinden inanan bir sosyal şovenist olarak, Bruno Latour’un “bizi sadece Avrupa kurtarabilir” şeklindeki gerici iddiasına bile katılır.

Komünist Cosplay

Sosyalizmin kapitalizm lehine yıkılmasını agresif bir şekilde destekleyen Batı yanlısı bir anti-komünist olarak pratikteki açık siyasi yönelimine rağmen, bu kendine özgü eksantrik Zizek, kendisinin bir komünist olduğunu iddia etmekten asla yorulmaz. Hattâ kendisini Doğu’dan gelen “kirli komünist” olarak sunarak rollenir. Zorunlu sakal ve dağınık görünümüne ek olarak, muhatapları üzerinde kavgacı bir şekilde konuşur, sözde entelektüel laklağın modası geçiyormuş gibi sonsuz pislik sol provokasyonunu kusar.

Gerçek bir performans, burjuva coşturanından! Zizek neoliberal kapitalizmin saray soytarısıdır. Marksist sıfatlı antisosyal-fanatik figürünü taklit ederek, gerçek dünyadaki sosyalizm projesini küçümsemeyi teşvik ederken, pop kültür mash-up’ı aracılığıyla Batı tüketim toplumunun mallarını pazarlar.

Bu küstah korkunç çocuk tarafından sergilenen histriyonik gösteri -asla unutmamalıyız ki- kapitalist sahnede sergilenmektedir.

Düzenbaz sadece bir kiralık katildir ve neoliberalizmin kültürel aygıtının tecessümüdür. Soytarıyı bir süperstar hâline getiren kapitalist saraydır, çünkü rolünü çok iyi oynamıştır. Tüm iyi soytarılar gibi, saray adabının sınırlarını zorlar ve histerik bir eleştiri gösterisinde en çirkin şeyleri söylerken, nihayetinde kukla efendisine, kapital krala, sadakatini göstererek en önemli çizgiyi takip eder. Bu soytarı, provokatif rolünü inandırıcı bir şekilde oynamak için sadece Marksist olduğunu söylemekle kalmaz aynı zamanda Leninist olmaktan başka bir şey olmadığında ısrar eder.

Rutininin bir parçası olan ve bu nedenle çok sayıda metinde tekrarlanan saçma sapan atıp tutmalarından birine kulak verelim: “Ben bir Leninistim. Lenin ellerini kirletmekten korkmazdı. […] Gücü ele geçirdiğinizde, eğer yapabiliyorsanız, onu alın. Mümkün olan her şeyi yapın.”

Bu komünist cosplay tasviri, Leninizmin tamamen kirli oynamak ve acımasızca güç peşinde koşmakla ilgili olduğunu söylemek anlamına geliyor. Lenin’in ve daha genel olarak Marksizm-Leninizmin böylesine samimiyetsiz bir temsili, uzun bir ideolojik tarihle mükemmel bir uyum içindedir. İtalyan liberal ve faşist sempatizanı Benedetto Croce de Marx için aynı şeyi söylemişti: Marx proletaryanın Machiavelli’siydi çünkü gücü ilk sıraya koyuyor ve iktidarı acımasızca ele geçirmeye çalışıyordu.

Leninizmin kaba güç politikasıyla benzer bir şekilde birleştirilmesine dayanan Steve Bannon da Zizek’e benzer şekilde kendini “Leninist” ilan etmiştir. Neonazi lider Richard Spencer’ın sözlerinin birçok nedeninden biri de muhtemelen budur: “Slavoj Zizek benim en sevdiğim solcudur. Alternatif Sağ’a bir milyon Amerikalı muhafazakâr ahmaktan daha fazla öğretecek şeyi var.”

Soytarının her zaman her konuda söyleyecek daha çok şeyi olduğuna göre, 2009’da yukarıda alıntılanan iddiayı ortaya attığında Leninist olmanın ne anlama geldiğini bir de ondan dinleyelim: “Ben bir Leninistim. […] Obama’yı bu yüzden destekledim.”

Bu onun tüm zamanlardaki en iyi esprilerinden biridir. Deadpan konuşması öldürücüdür çünkü gerçekten bunu kastetmektedir. Leninizmi, çeşitlilik kredisi ABD emperyal makinesinin motorunu dünyanın dört bir yanında çalıştırmak için ince bir kılıf sağlayan ve Obama’nın suikast programı hakkında “insanları öldürmekte gerçekten iyi olduğu” şeklindeki kötü şöhretli ifadesine yol açan neoliberal Başkan Yardımcısı’nı desteklemekle kelimenin tam anlamıyla eşitliyor. Zizek, eski Başkan’ın sağlık hizmetlerine sözde devrimci yaklaşımına, yani Cumhuriyetçi Mitt Romney’nin planını model alan özel sigorta için dayatılan bir zorunluluğa odaklanıyor: “Bence şu anda sağlık hizmetleri konusunda verdiği savaş son derece önemli, çünkü iktidar ideolojisinin özünü ilgilendiriyor.” Hatırlanacağı üzere Obama, sosyalist kökleri olan evrensel bir kapsama sistemi olan tek katmanlı sağlık hizmetlerine ilişkin her türlü tartışmayı reddetmişti.

Zizek gibi idealist bir serseri olduğunuzda, Leninizm sadece bir kelime, üzerinde oynayabileceğiniz, onu sadece bir dekor veya hile olarak kullanabileceğiniz yüzen bir göstergedir. Bu, Lenin’i Tekrarlamak adlı çizgi romanında acı verici bir şekilde açıktır. Kitabın basit başlığının naif ve deneyimsiz kişilere düşündürdüklerine rağmen, şöyle diyor: “Lenin’i tekrar etmemek konusunda dikkatli konuşuyorum. Ben aptal değilim. Bugün Leninist işçi sınıfı partisine dönmek hiçbir şey ifade etmeyecektir.”

Lenin’de sevdiği şey “tam da insanları onun hakkında korkutan şeydir – tüm önyargıları bir kenara bırakma konusundaki acımasız irade. Neden şiddet olmasın? Kulağa korkunç gelse de, bence tüm o aseptik, sinir bozucu, siyaseten doğru pasifizme karşı faydalı bir panzehir.”

Slovenyalı Lacancı’nın tekrarlamak zorunda hissettiği şey bu dizginlenemez ölüm dürtüsüdür.

“Lenin’i TEKRARLAMAK,” diye yazıyor soytarı tipografisiyle, “Lenin’e DÖNÜŞ anlamına GELMEZ – Lenin’i tekrarlamak ‘Lenin’in öldüğünü’, onun özel çözümünün başarısız olduğunu, hatta korkunç bir şekilde başarısız olduğunu, ancak içinde kurtarılmaya değer ütopik bir kıvılcım olduğunu kabul etmektir. […] Lenin’i tekrarlamak, Lenin’in YAPTIKLARINI değil, YAPAMADIKLARINI, KAÇIRDIĞI fırsatları tekrarlamaktır.”

En görünür “Leninist”in tekrarlamaktan asla bıkmadığı gibi, komünizm dehşet verici bir başarısızlıktı ve öyledir. Dolayısıyla bunu tekrarlama zorunluluğu en iyi Beckett’in bu gibi bağlamlarda düzenli olarak alıntıladığı dizesi açısından anlaşılabilir: “Gene dene. Gene yenil. Bu defa daha iyi yenil!”

Kaybedilmiş bir davası olan bu isyancıya göre geleceğin sakladığı şey, bu nedenle daha fazla başarısızlıktan başka bir şey değildir: “Komünizmin kazanmasının imkânsız olduğu […], yani bu anlamda komünizmin kaybedilmiş bir dava olduğu gerçeğini kabul etmek zorundayız.”

Soytarının komünist kostümünün nihai getirisi, süper zenginlerin martinilerine meze olması ve onu reklamları için metin yazmaya davet etmeleridir. Bu arada, bazı öğrenciler ve profesyonel yönetici sınıf tabakasının üyeleri, belki Marksizm hakkında bir şeyler öğreneceklerini düşünerek onun pop felsefesini satın alırlar. Bunun yerine, Hollywood’un gişe rekorları kıran filmlerinin, TV şovlarının, bilim kurgu romanlarının ve küresel teori endüstrisinin çeşitli tüketici ürünlerinin reklamını yaparken Marksizmin ne kadar saçma olduğunu gösteren teorik bir sihirli halı yolculuğuna çıkarılırlar.

Küçük burjuvazinin saklı cazibesi

Badiou gibi Zizek de tarihsel materyalist değildir. Bu filozofların hiçbiri kapitalizmin ve dünya sosyalist hareketinin somut, maddî tarihinin titiz bir analizine girişmez ve burjuva kültürel aygıtının üstyapısal unsurlarını ve ürünlerini tartışmak adına ciddi ekonomi politikten kaçınırlar. Her ikisi de fikirlere ve söylemlere ayrıcalık tanıyan idealist bir felsefî yaklaşıma açıkça düşkündür ve batıl inançlara karşı anti-bilimsel bir inancı savunan metafizikçilerdir. Kendilerine özgü sözcük dağarcıklarını paranteze alır ve teorik pratiklerini kültürel meta fetişizminin ideolojik sınırları dışında incelersek, idealizmin kendilerine özgü versiyonu en iyi aşkın idealizm olarak tanımlanabilir.

Marka tarafından yönetilen kavramsal çerçevelerini (büyük ölçüde Jacques Lacan ve G.W.F. Hegel’inki gibi Marksist olmayan söylemlerin kişisel yorumlarına dayanan) gerçekliğin aşkın yapısı olarak sunarlar. Ardından, önceden oluşturulmuş bu teorik modeli doğruladığını iddia ettikleri belirli ampirik unsurları (güncel bir olay, bir metin, bir Hollywood filmi, bir şeker ambalajı, bir mısır gevreği kutusunun arkası, bir Starbucks bardağı, bir porno sitesi veya özellikle Zizek söz konusu olduğunda kelimenin tam anlamıyla başka herhangi bir şey) seçerler ve böylece bunun doğruluğunun kanıtlandığı yanılsamasını yaratırlar.

Bununla birlikte, böyle bir iddia hiçbir zaman titiz bir şekilde toplu olarak test edilemez, çünkü hangi ampirik verilerin teorik varsayımlarını desteklediğine (ve dolayısıyla hangi bilgilerin göz ardı edilebileceğine) karar vermek her bir spekülatif prestij sahibinin kaprislerine bağlıdır.

Bu durum komünizme yaklaşımlarında açıkça görülebilir. “Komünizmin şeylerin mevcut durumunu ortadan kaldıran [aufhebt] gerçek hareket” olduğunu savunan Karl Marx ve Friedrich Engels’in aksine, komünizmin bir “fikir” ve bir “arzu” olduğunu ileri sürmektedirler.

Aynı zamanda, gerçek komünizm hareketini sözde kana susamış terörizm, şiddet yanlısı diktatörlük ve soykırımla suçlayarak kapitalist propaganda çizgisini düzenli olarak takip etmektedirler, hem de bu tür iddialar için belge sunma ihtiyacını umursamadan ya da sadece gerici anti-komünistlerin veya ABD Dışişleri Bakanlığı ve Açık Toplum tarafından finanse edilen kaynakların çalışmalarını “kanıt” olarak öne sürerek.

Bazen işaret ettikleri olası istisnalar, en azından onların yorumladığı şekliyle, genellikle anarşist olarak tanımlansa daha iyi olur, çünkü sosyalist devletlere karşı olanlar da dâhil olmak üzere (Badiou’nun Çin Kültür Devrimi yorumunda olduğu gibi) devlet ve parti karşıtı isyan anlarını kutlama eğilimindedirler.

Bu arada, fiilen var olan sosyalizmi destekleyenler, kapitalist ideolojiye kapılanlardan farklı olmayan hayalî bir dünyaya hapsolmuş ideolojik ikiyüzlüler veya geçmiş bir dönemin kalıntıları olarak sunulur.

“Kendisini ‘fiilen var olan sosyalizm’ ile aynı hizaya getiren sol ortadan kayboldu ya da tarihsel bir meraka dönüştü” deniyor çok beğenilen Bir İdea Olarak Komünizm kitabının girişinde.

Bu kitap Verso tarafından 2010 yılında yayınlandığında, Çin Komünist Partisi yaklaşık 80 milyon üyeye sahipti ki bu rakam Fransa ve Slovenya’nın toplam nüfusunu yaklaşık 16 milyon kişi aşıyordu. O hâlde, bu sosyal şovenistlerin dünyanın mevcut durumu hakkındaki bilgileri nereden aldıklarını merak edebiliriz?

Cevap bu idealist filozoflar için utanç verici derecede basittir: Jacques Lacan ve Louis Althusser’in çalışmalarındaki Lacancı unsurlar.

Althusser, ünlü interpellation sahnesinde ideolojinin yanıltıcı bir tasvirini yaratmak için Lacan’ın ayna evresinden ve imgesel kavramsallaştırmasından yararlanmıştır.

Althusser’in daha önceki analiziyle çelişen bir pasajda iddia ettiği gibi, bir kişi kendisini sokakta bir polis memuru tarafından selâmlanan (interpellé) kişi olarak tanıdığında ideolojik bir özne hâline gelir, yani kişi öteki tarafından ortaya konan imgeyle özdeşleşerek mevcut sembolik düzende yerini alır.

Bununla birlikte, Lacan’ın yedinci seminerinde kişinin arzusundan ödün vermeme zorunluluğunu (ne pas céder sur son désir) [arzularına boyun eğmemek] takip etmesi olarak bahsettiği ve Zizek’in “etik eylem” olarak teorize ettiği başka bir olasılık daha vardır. Sembolik düzen içindeki toplumsal üretim ilişkileriyle hayali bir ilişkiye hapsolmuş ideolojik bir özne olarak kalmaktansa, sembolik düzene direnen je ne sais quoi [ne olduğunu bilmiyorum] olan Gerçek’in peşinden korkusuzca giderek ve aynı zamanda Gerçek “Sembolik olanın eksik Nedeni” olduğu ölçüde sembolik formun ta kendisinde emilerek Badiou’ya göre bir Özne olunabilir.

Lacan’ın objet petit a [küçük nesne] dediği arzunun nesne-neden’i, Zizek’in deyişiyle “yaratıcı sembolik kurgu tarafından doldurulan [Gerçek’in] boşluğudur.” Tam da imkânsızlığı nedeniyle arzulamamız anlamında jouissance’ımızı [zevkimizi] yönlendirir: Gerçek asla sembolik düzene sorunsuzca entegre edilemez ya da Lacan’ın “gerçeklik” dediği şeye basitçe tercüme edilemez. Badiou dağınık Zizek’ten daha sistematik ve titiz olduğundan ve Zizek yaşayan bir Platon olarak bahsettiği bu idealistten bolca ödünç aldığından, Badiou’nun “Komünizm İdeası”nın temel Lacancı yapısını hatırlamakta fayda var: “Komünist İdea, bireysel özneleşmenin politik gerçeğin bir parçasını Tarihin sembolik anlatımına yansıttığı hayali bir operasyondur.”

Biraz daha açık bir dille ifade edecek olursak, bu şu anlama gelir: Komünizm İdeası, bir bireyin ideolojik olarak (imgesel olarak) kendini açıklanamaz bir politik olaya (Gerçek’e) -Badiou için Mayıs ’68 gibi- adadığı ve bunun sonuçlarını verili bir tarihsel durum (sembolik olan) içinde izlemeye çalıştığı bir operasyondur.

Fransız metafizikçiye göre bu gerçekte (réellement) yapılamaz, çünkü Olay nitelikli Gerçek, “Tarih” ve “Devlet”in sembolik alanına karşı inatçıdır; bu sadece bireysel Özne tarafından hayalî olarak (imaginairement) yapılabilir. Bu, Badiou’nun “komünist” kelimesinin gerçek bir parti veya devleti tanımlamak için bir sıfat olarak kullanılamayacağını kesin bir şekilde ilan etmesinin nedenlerinden biridir. Kolektif özlemler ve dehşetlerle dolu bir yüzyıl, “sosyalist-devlet gibi parti biçiminin de bundan böyle Fikrin gerçek desteğini sağlamak için yetersiz olduğunu göstermiştir.”

Nitekim komünist fikir ancak komünist olduklarını söylemenin kesinlikle saçma olacağı politikaları sürdürebilir. Anarşist, sağlıksız dozda metafizik ve ütopik sosyalizmle harmanlanmış yaygın bir terim ve daha spesifik olarak isyancı anarşizm olacaktır. Sonuçta bu, bireyin tarihi kesintiye uğratan açıklanamaz bir Olaya sadık kalarak, Hz. İsa’nın takipçileri gibi sonuçlarına göre hareket ederek bir Özne hâline geldiği bir siyasettir.

“Gerçek komünizm” bu nedenle Lacancı Gerçek’in metafiziksel komünizmidir. Buna göre, dünyayı maddî olarak dönüştürmeye yönelik kolektif proje, partiler ya da devletler biçimini alırsa aslında başarısız olmaya mahkûmdur, çünkü bunlar öte-dünyadaki Gerçek’e somut bir biçim ya da “simgeleştirme” verecektir. Böylece komünizm, emperyalizmin zincirlerini kırmak için ilk ama gerekli bir adım olarak sosyalist devlet kurma projelerini hedefleyen kolektif eylem alanından, bireysel bilinç ve Nietzsche’nin “özgür ruhlar” olarak adlandırdığı ayrıcalıklı azınlığın öznel deneyimi alanına kaydırılır.

Zizek, dünyanın büyük düşünür ve sanatçılarından oluşan bu küçük gruba karşıt olarak, işçi sınıfına yönelik kendine özgü küçümsemesiyle, “somut insanların” %99’unun “sıkıcı aptallar” olduğunu açıklar. Entelektüelimize göre, bahtsız piyonlar ve köylüler Paris’te küresel teori endüstrisinin küçük burjuva aydınlarıyla birlikte eğitim görmediklerinden meseleyi anlamadılar: komünizm, mevcut toplumların sembolik düzenine direnen ve imkânsızı arzulayan, hatta bireysel olarak bu arzuyu “eyleyen” öznel bir süreçtir.

İdealistlerin materyalistleri bir şekilde kaba indirgemeciler ve “felsefî olmayanlar” olarak küçümsemeyi sevmelerinin nedenlerinden biri, tam da materyalistlerin oynadıkları kavramsal oyunların altında yatan ve onları belirleyen maddî yapıları ortaya çıkarma yeteneğine sahip olmalarıdır.

Gerçek’in idealist komünizmini sınıfsal bir analize tâbi tutarsak, “fiilen var olan sosyalizm” başlığı altında, arzularının Gerçek’ini tarihsel bir gerçekliğe dönüştürebileceklerini hayal eden kitlelerin, küresel Untermenschen’in (alt-insanlar) projesini reddettiği kolayca anlaşılır.

İşte tam da burada bu radikal aristokratların Nietzscheci yönelimleri açıkça ortaya çıkmaktadır çünkü onlar halk tabakasının sözde cehaletiyle alay etmektedirler.

Gerçek komünistler, kaba materyalizmlerinin ötesinde ve karşısında, somut anti-emperyalist devlet inşası projeleri aracılığıyla içme suyuna, yiyeceğe, barınağa, sağlık hizmetlerine ve benzerlerine kolektif erişimin alçakgönüllü arayışından çok daha fazlasını arzularlar (tüm bunlar Lacan’ın “arzu” karşıtı “ihtiyaç” dediği şeyin alanına girer).

Lacancı anlamda gerçek komünistler, bireysel olarak imkânsızı talep etme gibi yüce bir öznel haysiyete sahiptirler – küresel kitlelerin yaşamlarını burada ve şimdi maddî olarak iyileştirmeye yardımcı olabilecek bir şeyi değil. Böyle bir duruş, kelimenin tam anlamıyla, bu kendinden menkul radikal düşünürlerin yapılamayacak bir şeyi talep ettikleri anlamına gelir ki bu da küçük burjuva radikalizminin özüdür.

Sözde entelektüel narsisistik kendini beğenmişliklerini materyalist terimlere çevirirsek, gerçekte arzuladıkları şey, hayal edilebilecek en radikal taleplerde bulunuyormuş gibi görünürken, aynı zamanda onları emperyalist merkezin önde gelen entelektüelleri olarak yükselten maddî toplumsal hiyerarşiler sistemine yönelik herhangi bir tehditten kaçınmaktır. İmkânsızı arzuluyorlar ve hattâ tam da hiçbir şeyin büyük ölçüde değişmesini istemedikleri için bu arzuyla “hareket ediyorlar”. O hâlde komünizm hakkındaki büyük fikirleri budur, yani o imkânsızdır.

Lacancı-Althusserci liberal eğilimleri önceden haber veren bir pasajda V. İ. Lenin, “Marksistlerin işi her zaman ‘zordur’, ama onları liberallerden farklı kılan şey, zor olanın imkânsız olduğunu ilan etmemeleridir,” diye yazmıştır. Liberal, vazgeçtiğini saklamak için zor işi imkânsız olarak adlandırandır.

Marx, liberal ideolojiyle temel noktalarda birleşen anarşizme yönelik eleştirisinde küçük burjuva safsatasının özünü teşhis ettiğinde, bu kapitalist uzlaşmacıları da önceden tanımlamıştı. Anarşizmin maddî köklerini kapitalist çekirdek içindeki oportünist kariyerizme kadar geri götürdü.

Burada Proudhon hakkında söyledikleri, Badiou’nun idealist safsatalarını ve Zizek’in gösterişli çelişkilerini dikkate değer bir hassasiyetle açıklamaktadır: Proudhon’un diyalektiğe doğal bir eğilimi vardı. Ancak hiçbir zaman gerçekten bilimsel diyalektiği kavrayamadığı için safsatadan öteye gidememiştir. Bu aslında onun küçük burjuva bakış açısıyla bağlantılıdır.

Tarihçi Raumer gibi, küçük burjuva da bir el ve diğer elden oluşur. Bu, ekonomik çıkarlarında ve dolayısıyla politik, dinî, bilimsel ve sanatsal görüşlerinde böyledir. Ve aynı şekilde ahlakında, HER ŞEYDE. O yaşayan bir çelişkidir. Eğer Proudhon gibi o da zeki bir adamsa, çok geçmeden kendi çelişkileriyle oynamayı ve bunları koşullara göre çarpıcı, gösterişli, skandal ve parlak paradokslara dönüştürmeyi öğrenecektir.

Bilimde şarlatanlık ve siyasette uzlaşma böyle bir bakış açısından ayrılamaz.

Geriye tek bir yönetici güdü, öznenin kibri kalır ve tüm kibirli insanlar için olduğu gibi onun için de tek mesele o ânın başarısı, günün şatafatıdır. Böylece, örneğin bir Rousseau’yu her zaman iktidarlarla uzlaşma görüntüsünden bile uzak tutan basit ahlâkî duygunun yok olması kaçınılmazdır.

Radikal soğutucular

Çökmekte olan biyosfer, faşizmin yükselişi ve “yeni” Soğuk Savaş’ın Üçüncü Dünya Savaşı’na dönüşme tehdidi, çağdaş sınıf mücadelesinin risklerinin daha yüksek olamayacağı anlamına geliyor.

Kapitalizmin saray soytarısı, kendi türündeki diğer entelektüeller gibi, egemen sınıfın seçkin yöneticileri tarafından alkışlanmakta ve kışkırtıcı ateşli yorumlarını yalayıp yutarken ve teşvik ettiği gişe rekorları kıran filmleri ve TV şovlarını izlerken bizi “Gerçek”in kıyametine korkusuzca at sürmeye teşvik ettiği için uluslararası alanda tanıtılmaktadır.

Bu neoliberal soytarı, bu nedenle radikal bir iyileştirici timsalidir. Toplumdaki potansiyel radikal unsurları, özellikle de gençleri ve öğrencileri, emperyalizm yanlısı anti-komünist katmanda yeniden toparlamak için radikallik görüntüsünü geliştirip pazarlar.

Tam da bu nedenle kapitalist dünyanın en ünlü “Marksisti” olarak ABD emperyalizminin motoruna bağlı bir dergi tarafından göklere çıkarılıyor.

Zizek’in mantrası, Komünist Manifesto’nun son satırlarının oportünist bir tahrifidir: “Batı yanlısı dünyanın kültürel tüketicileri birleşin ve bir sonraki kitabımı, filmimi, ürünümü ya da bilmem neyimi satın alın ve bu da böyle sürüp gitsin!”

2 Ocak 2023

Kaynak:

https://www.counterpunch.org/2023/01/02/capitalisms-court-jester-slavoj-zizek/

*Çeviri: Medya Şafak, https://www.medyasafak.net/haber/3542/ozel–slavoj-zizek–neoliberal-kapitalizmin-saray-soytarisi
Medya Şafak makaleyi şu not ile paylaşmış: “Yazının tüm felsefî-politik öncüllerine ve sonuçlarına katılmasak da, post-modernizm ve liberalizmin radikal-devrimci söylemler ve bunların entelektüel-ideolojik taşıyıcıları içindeki nüfuz gücüne ve bu kişilerin emperyalist sistem tarafından nasıl işlevsel kılındıklarına ışık tutan önemli bir analiz olduğunu düşünüyoruz.”

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...