Ana Sayfa Blog Sayfa 14

“Yapay zekâ”, “sosyal medya”, “kontrol” vd’leri!

“Tek gerçek emektedir.
Dünya bir gün emeğin ona
verdiği şekle girecektir.”[1]

Erich Fromm’un, “Kapitalizm, insan gibi davranan makineler ve makine gibi davranan insanlar üreten bir sistemdir,” betimlemesiyle karakterize olan bugünde, durmadan FARC’ın efsanevi lideri Manuel Marulanda Vélez’in (1930-2008), “Ruhlarınızı silahlandırın” uyarısını anımsayıp/ anımsatmakta yarar varken ekleyelim: Teknoloji “nötr” değil, kullanan/ kontrolünde olan sınıfın anlamlandırdığı bir şeydir…

* * * * *

O hâlde “teknoloji fetişizmi”ne sarılmak yerine, “Kapitalist üretim, teknolojiyi ve çeşitli süreçlerin bir araya getirilerek toplumsal bir bütün oluşturulmasını, ancak tüm zenginliğin asıl kaynakları olan toprağı ve emekçiyi kurutarak geliştirir,”[2] vurgusuyla betimlenen, kapitalizmin kontrolündeki teknoloji konuşmalıyız.

Bu böyle olunca, kapitalizmin ontolojisini sermaye birikimi ve artı-değer üzerinden kurduğunu akıldan çıkartmamak gerek. Kapitalizmin var oluş koşulu, kâr dürtüsüdür. Bu da onun manik karakterini oluşturur. Karl Marx’ın vurguladığı gibi kapitalist üretim, meta üretiminin genelleşmiş hâlidir/soygunudur…

Ve elbette kapitalizm soygunu/ sömürüsü için her zaman teknolojik icatlara ihtiyaç duymuş ve bunları üretmiştir: Buharlı makineler, demiryolları, elektrik ve otomobil gibi…

Kapitalist ekonomiyi de dönüşüme uğratan örnekleriyle teknolojik gelişmelerin kapitalist ülkelerin sosyal ve kültürel hayatları üzerinde önemli etkileri olmasına karşın, teknolojik ilerleme, değişim için temel belirleyici güç değildir. Değişim serbest pazar ekonomisi içinde sermaye birikimini artırma ve sömürüyü sürdürme ihtiyacından kaynaklanır.

Ancak kapitalizm teknolojik yeniliklerle sömürüyü artırırken gerek üretim süreçlerinde, gerek toplumsal yaşamda yaşanan değişimleri meşru göstermek ve işçi sınıfının direncini kırmak için teknolojiyi ideolojik bir silah olarak da kullanır. Örneğin teknolojik yenilikler insanlığın kurtuluşu ya da mucizevi şeyler olarak lanse edilir.

Malum: Sınıf mücadelesinin farklı momentleri ya da kapitalist transformasyon süreçleri her zaman bir dizi tartışmayı beraberinde getirdi.

1960’ların en popüler tartışması Daniel Bell’in İdeolojilerin Sonu çalışması oldu. Bell, Marksist emek- değer teorisinin yeni süreci açıklayamadığını “yeni” kapitalizmin/ sanayi sonrası toplumun teorik bilginin üzerinde şekillendiğini, ancak bilgi- değer kuramıyla açıklanabileceğini ileri sürdü. İdeolojiyi seküler bir din olarak değerlendirip, geliştirdiği teze göre zenginliğin kaynağının bilgi olduğunu söyledi ve tarihsel olarak büyük bir dönüşüm içine girildiğini açıkladı.

André Gorz’un ‘Elveda Proletarya’sı[3] ise, 1980’lerdeki tartışmalara damgasını vurdu. “Proletarya illüzyonu”ndan bahseden yazar, proletaryanın kendisini sermayeyle özdeşleştirdiğini, ayrıcalıklı bir azınlığa dönüştüğünü ve toplumsal dönüşüm sağlama yeteneğini kaybettiğini yazdı.

1980’lerin sonunda Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe “Radikal Demokrasi”[4] tezleriyle dikkat çektiler. Tek ve bütüncül özneyle ya da işçi sınıfının merkezde olduğu bir pratikle yeni bir sosyalist projenin gerçekleşmeyeceğini, ancak farklılıkların yarattığı sosyal hareketlerin kültürel ve mikro mücadeleleriyle radikal demokrasinin inşa edilebileceğini ileri sürdüler.

Otonomist Antonio Negri ve Michael Hardt 2000’li yılların başında ‘İmparatorluk ve Çokluk’[5] çalışmalarıyla bir tartışma daha başlattılar. İmparatorluk çağında sınıf mücadelesinin ve emek değer teorisinin geçersizleştiğini belirtip, maddi olmayan emek üzerinden çoklu özne kavramını geliştirdiler. Dijitalleşmenin sınıf birleşimi ve değer üretimde radikal değişiklere yol açtığını, artı- değerin kârın kaynağı olmaktan çıktığını ve sermaye sahibinin asıl birikimini kârdan değil, ranttan elde ettiğini yazdılar.

Yapı-Özne ilişkisi/ diyalektiği üzerine ağırlıkta tek boyutlu yorumları içeren bu tartışmalar şimdilerde de sanayi 4.0 ve yapay zekâ tartışmalarıyla sürdürülüyor!

Sanayi 4.0, yapay zekâ tartışmaları en başta kapitalizmin gelişmesini endüstri devrimleriyle, teknolojik sıçramalarla açıklayan teknolojik determinist bir anlayışı ifade ediyor. Sanayi 4.0 ya da Dördüncü Sanayi Devrimi Almanya’nın markalaştırdığı bir kavram. Teknolojinin üretim alanında yol açtığı kompleks veri paylaşımını ve otomasyon dönüşümünü tanımlıyor.

Bu tanımlamaya göre Sanayi 1.0’ı buhar enerjisi simgeliyor. Manifaktürün aşıldığı, makinelerin kullanıldığı ve entegre dev makinaların devreye sokulması sanayi 1.0 olarak değerlendiriliyor. Dönemin ilk buluşları çırçır makinesi, dikiş makinesi ve telgraf.

Sanayi 2.0 ise elektrifikasyon çağı olarak ele alınıyor. Elektriğin kullanılmasıyla yaşanan dönüşümü anlatıyor. Ayrıca petrolün bulunması dönemin en önemli gelişmelerinden biri. Petrol fosil yakıtların kullanılması anlamına geliyor. İçten patlamalı motorlar, demir çelik endüstrisinin gelişimi, makro fabrikaların inşası sanayi 2.0’ın yansımaları. Sanayi 2.0 Fordizm diye tanımlanan üretim sürecine tekabül ediyor. Rusya’da Putilov fabrikası, Brezilya’da ABC havzası, İtalya’da Torino şehri ve Fiat fabrikaları, Almanya’da Mercedes, ABD’de Ford Fabrikası dönemi simgeleyen fabrika ve sanayi havzaları olarak öne çıkıyor.

Sanayi 3.0 ise nükleer enerji ve bilgisayar teknolojisinin kullanılmasına tekabül ediyor. Sanayi 3.0 genellikle 1950’lerde başlatılıyor. Esas olarak 1980 sonrası yaygınlaşan transistor, mikroçip, internet, kişisel bilgisayar dönemin icatları olarak kabul ediliyor. Dönem kısaca dijitalleşme olarak tanımlanıyor. Robotik teknolojinin gelişimini anlatan sanayi 3.0 özellikle 1970- 2000 yıllarını kapsıyor ve üretim tekniği olarak post-fordist düzenlemeleri içeriyor.

Sanayi 4.0 ise 3.0’ın iç gelişimi, sıçraması olarak görülüyor. Yapay Zekâ, kuantum bilgisayarı, robotik teknolojiyi ifade ediyor. Kısaca üretim sürecinin tüm elemanları arasında iletişimi ve üretimin tam entegrasyon içinde gerçekleşmesi anlamına geliyor. Sanayi 4.0 bütünleşik bir sistem. Bilgisayarlı görme, doğal dil işleme, makine öğrenmesi gibi alanları anlatan yapay zekânın yanında, maddenin bir anlamda atomik düzeyde kontrolünü sağlayan nanoteknoloji, 3 boyutlu yazıcılar, yeni sistemlerin üretileceği Büyük Veri (Big Data) ve bulut bilişim, robotlar, sensörler, akıllı ve karanlık fabrikalar, akıllı şehirler gibi uygulamaları kapsıyor.

Karl Marx tüm teknolojik gelişmeleri iki eksende değerlendirir; sermayenin yıkıcı tahakkümü, kapitalist barbarlık yani distopya ya da komünizmin olanakları, özgürlük dünyası ve ütopyanın gerçekleşmesi…

Karl Marx, ‘Grundrisse’de[6] canlı emeğin üretimin içsel ögesi olmaktan çıkmaya başladığını, yerine makinelere bıraktığını yazar. Ve teknolojik yeniliklerin üretimde kullanımın kâr oranlarının düşme eğilimine yol açacağını söyler. Bununda kaçınılmaz olarak krizleri beraberinde getireceğini vurgular. Evet, canlı emeğin tümüyle üretim sürecinden çıkması burjuvazinin bir hayali ve fantezisi olabilir. Ama bu ontolojisini sömürü, artı-değer üretimi veya kâr için üretim üzerine kuran kapitalizmin ve onun öz evladı olan burjuvazinin yok olması demektir.[7]

Özetle: İnsan(lık)ın soru(n)ları teknolojik değil siyasaldır. Çözümleri de teknolojik değil politik olacaktır.

* * * * *

Mesela Aysun Sadıkoğlu’nun, “Sosyal medya ‘özgürlük’ mü?”[8] sorusunu dillendirdiği veya Zygmunt Bauman’ın, “İnternet görünmeze görünürlük, dilsize işitilebilirlik, eyleme geçemeyenlere eylem sunar,” diye betimlediği sosyal medya…

Bu da bir teknoloji, lakin…

Kapitalist uygarlık, internet ve sosyal medyasız yaşayamayan bir insan türü üretti. Dünyada sosyal medya platformlarını kullananların sayısı 2010’da aylık 970 milyondan, 2016’da 2.4 milyara çıkmış. Facebook’un payı 1.6 milyar, Twitter’ınki 310 milyon kişi. Facebook ve Twitter kullanımının yeni bir bağımlılık tipi oluşturduğunu düşünen psikologlar da var. Ancak artık sosyal medyadan vazgeçmek olanaklı görülmüyor. Hayatımızı o kadar kolaylaştırıyor, renklendiriyor ki…

Ancak bu madalyonun bir yüzü. Öbür yüzünde geçenlerde “Facebook sunduğu haber akışında muhafazakâr kaynakları dışlıyor” iddiasıyla başlayan tartışmanın işaret ettiği soru var: Facebook gibi sosyal medya platformları, izleyicilerinin ulaştıkları bilgileri manipüle ederek gerçekliğe ilişkin algılarını şekillendiriyorlar mı? Hayır şekillendirmiyor, demek giderek zorlaşıyor.

Sosyal medya platformlarının takipçilerinin gerçekliğe ilişkin bilgilenme süreçlerini belirleme kapasitesi, bu platformların takipçileri hakkında bilgi toplama kapasitesiyle birleşince adeta bir parantez kapanıyor: Yalnızca “izleme toplumu” bağlamında devletler, şirketler, (buna, biraz zorlayarak sermaye ilişkisi de diyebiliriz) internetin de devreye girmeye başlamasından bu yana, kredi kartlarımızdan arama motorlarındaki siyasi, estetik, hatta cinsel tercihlerimize kadar, en son olarak yüz tanıma programlarını, hatta akıllı televizyonlarımızı bile kullanarak, yaşamımızın her alanını giderek artan bir yaygınlıkta, derinlikte izlemekle kalmıyor, aynı zamanda estetik siyasi, sosyal seçeneklerimizi, algılarımızı manipüle ediyor.

Aslında, “cybernetique” sözcüğünün etimolojik kökeni de (“Kubernetes”: yöneten, kontrol eden) nereye doğru gittiğimizi gösteriyor, yeni bir yönetim, denetim biçiminin gelmekte olduğuna işaret ediyor.

MOBESE kameraları, gittikçe kapasitesi artan akıllı, kameralı telefonlarımızı, internete bağlı televizyonlar, ev araçları, kameralı bilgisayarlar adeta her şeyi gören gözler, işiten kulaklar gibi bizi küresel çapta bir panopticon (bir gözün her mahkûmu görebildiği hapishane) içine kapatmaya başlamış gibi.

Diğer taraftan, yaşamlarımızın ayrıntılarının dijitalleşerek datalara dönüşmesinden galiba o kadar da şikâyetçi değiliz. Yaşamımız türlü biçimlerde kolaylaşıyor, hızlanıyor ya…

Ancak, kapitalizmin krizi, hızlandırdığı ekolojik kriz, sayıları hızla artan baskıcı hükümetler, bu “izleme toplumu” içinde artık anlamsızlaşmaya başlayan bireyin mahremiyetini ayaklar altına alırken, “algıları denetleyen, halkı yönlendiren demagoglar da var.

Facebook’un sunduğu haber akışıyla ilgili tartışma başladığında ortaya çıkan bir şey daha var. Facebook’un haber hazırlayan kadrosu bu haberleri, bir algoritmanın derleyerek önlerine getirdikleri içinden alarak hazırlıyormuş. Bu alanda çalışan bir “işçi” “kendimizi, algoritmaların gelişmesi, daha hızlı öğrenmesi için kullanılan deney fareleri gibi hissediyoruz”… “Bir süre sonra bizi atıp süreci tamamen algoritmalara devredecekler…” diyor.

Bu “izleme toplumunun” izleme ve manipüle etme pratiklerinin, ekonomik, siyasi iktidarları korumak için kullanılması bir sorun. Hızla sermaye ilişkisinin “kategorik buyruğu” altında gelişmekte olan, bir gün bağımsızlaşması beklenen bir yapay zekânın elinde toplanması ise bence bambaşka bir sorun.[9]

Bunları görmezden gelemeyiz! Çünkü sadece CIA ve FBI değil aynı zamanda Pentagon da sosyal medya sitelerini kullanırken, ABD dış politikasına karşı fikirler paylaşan kullanıcıları fişliyor. Yani modern çağdaki politik tartışmaların vazgeçilmezi sosyal medya siteleri ABD’deki belli bir zümrenin çıkarlarını koruyor.[10] Elbette…

Kolay mı?

Facebook kârını yüzde 52 artırırken kullanıcı sayısını da 1.6 milyara yükseltti. Facebook’un 2016’nın ilk çeyrek geliri, 2015’in aynı dönemine göre, yüzde 52 artarak 5.3 milyar dolar olurken;[11] dünyanın en engin adamı Elon Musk Ekim 2022’de ayda 450 milyon kişinin kullandığı sosyal medya platformu, Twitter’ı 44 milyar dolara satın aldı. Twitter’ın satın alması, yönetme çabaları, gündeme ilginç sorular getirdi, “kültür savaşları” ile sınıf savaşı arasındaki organik ilişkiyi gözler önüne serdi.

Twitter 2006’da kuruldu, bugüne kadar, 2018 ve 2019 kesiti dışından hep zarar etti. Yani Musk zarar eden bir şirketi satın aldı. İlk elde çalışanlarının yarısını işten çıkardı, şirket felç olunca geri çağırdı ama bu kez sadakat belgesi imzalatmaya kalktı. Bu istikrarsız yönetime, Trump’ın yanı sıra birçok gerici, müstehcen hesabın yeniden serbest bırakılmasına tepki olarak Twitter’a reklam veren şirketlerin yarısı hesaplarını askıya aldılar. Musk bunların genel müdürlerini arayıp azarlamış. Adamın karakterini göstermesi açısından önemli; geçmişte de ‘Finansal Denetim Komisyonu’ (SEC) memurlarına “piçler” demişti.

Yanis Varoufakis’e göre Musk, Twitter’ı alarak otomotiv, uzay araçları, insan beyni ile bilgisayar arasında iletişim kurmaya yönelik “çip” gibi alanlarda inşa ettiği sanayi sermayesi (biriktirdiği “büyük veri”) ile “bulut-temelli” sermayeyi birleştiriyor. “Bulut” sermayesi, internet kullanıcılarının, yazdıkları metinler, çektikleri resimler, yaptıkları alıveriş, ziyaret ettikleri siteler aracılığı ile ürettikleri verileri, bir karşılık ödemeden, kendi sermaye ve veri stokuna ekliyor, kullanıcıların/ tüketicilerin davranışlarını/ kültürlerini de (ekonomik ve siyasi) bu birikimi besleyecek biçimde şekillendirmeye çalışıyor. Musk, şimdi Google, Amazon, AliBaba gibi “bulut” sermayesine dayalı kapitalist oligarşiye katılıyor; Twitter’ın üyelerinin veri üretme kapasitesini kendi sermayesinin “büyük veri” deposuna bağlıyor.

Bunlar doğru ama eksik: Twitter’ın çok daha geniş kapsamlı ve sınıf mücadeleleri açısından çok kritik bir önemi var… Musk Twitter’da Trump’la başlayarak on binlerce faşist, “anti-woke” hesabın üzerindeki yasakları kaldırmaya, faşist çevrelerin ihbarlarına dayanarak solcu ilerici hesapları kapatmaya başladı (Brett Wilkins, Salon, 1 Aralık 2022). Gerçekten bu aslında sınıf savaşıydı. Dünyanın en zengin adamından, ABD’de en dinamik ve stratejik sermayenin temsilcisinden de bundan başka bir şey beklenmezdi.[12]

* * * * *

Evet ortada bir “Gözetim Toplumu”[13] söz konusu!

Ernesto Che Guevara’nın, “Kapitalist bir sistemde insanlar, görünmez bir kafesin içinde yaşarlar,” saptamasıyla bağıntılı bir kontrol gerçeği ve Byung-Chul Han’ın, “Özgür olduğumuza, özgürce iletişim kurduğumuza inanıyoruz. Bu özgürlük kontrolü sağlıyor. Günümüz ‘gözetimi’ özgürlüğü bastırmıyor, panoptik bir göz hapishanesine kendimizi gönüllü olarak sokmamızı sağlıyor,” notunu düştüğü dinle(n)me hâli var…

Örneğin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), İngiliz kitlesel veri toplama ve izleme programının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni ihlâl ettiğine hükmetti. AİHM, ABD Merkezi İstihbarat Teşkilâtı’nın (CIA) eski ajanı ve Ulusal Güvenlik Dairesi’nin (NSA) eski çalışanı Edward Snowden tarafından sızdırılan belgelerle açığa çıkan İngiliz kitlesel veri toplama ve izleme programının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni ihlâl ettiğine hükmetti.[14]

Kuşku yok: Kapitalist ‘Büyük Birader’le yüz yüzeyiz!

Malum: Devlet denen mekanizmanın işleyişinde stoklanan ve tasnif edilen bilginin önemi çok büyük. Bu yapı, olabildiğince geniş bir bilgi arşivine ulaşmak için teknolojiler üretiyor. Sokağa çıkıldığı andan itibaren, her adımınızı izleyen, ihtiyaç anında elde ettiği verileri raporlayan, teknolojiyi kullanarak gerçekleşen bütün iletişimi kayıt altına alan, internette araştırdığınız her konuyu gözleyen, buna göre profil tanımlayan bir düzenek, aldığımız her soluğun da hesabını tutuyor.

Söz konusu ‘Büyük Gözaltı’nın kişisel güvenliğimizin teminatı olduğuna inandırır bizleri. Şehirlerarası ulaşımda, otobüs, vapur veya tren bileti alırken kimlik numaralarımızın kaydedilmesi, ulaşım hizmetinin daha nitelikli olmasına değil, bilgi havuzuna daha çok, daha ayrıntılı veri aktarılmasına yarar. Başka bir deyişle bireysel hayatın mahremiyeti, toplumun güvenliği bahanesi ile iğdiş edilirken; her şey kontrol (‘Bilginin Denetimi’) altındadır!

* * * * *

Zygmunt Bauman’ın, “Cep telefonları uzakta kalanların temasa geçmesini, temasa geçenlerin uzakta kalmasını sağlar,” diye uyardığı ‘Büyük Birader’in kapitalist göz altısında, yani bilginin denetlendiği “Gözetim Toplumu”da yapay zekâda “Bilim saptırıldı, idealler bozuldu, insanlığı özgürleştireceği iddia edilen her şey bizi köleleştirdi,”[15] tarifi kapsamındadır.

Kimse inkâr edemez: Yapay zekâ, şirketlerin tümüyle domine ettiği, yönünü belirlediği ve kontrolleri altında tuttuğu bir alandır. Ve görülmesi gerek: Yapay zekâlı/ robotik üretim, biyoteknoloji, nanoteknoloji, siborg ve inorganik mühendisliği vb. alanlarındaki gelişmeler, insan(lık)ın geleceğine ilişkin tartışmaları yoğunlaştırırken; binlerce yılın birikiminin ürünü olan bilimsel-teknolojik akılla toplumsal akıl, toplumsal bireyle şeyleşmiş parçalanmış birey arasındaki uçurum,  (sınıflı-sömürücü ilişkiler tahtında) derinleşiyor.

Örneğin küresel elektrik tüketiminin yüzde 65’ini gelişmiş, yüzde 30’unu gelişmekte olan ülkeler yüzde 5’ini de yoksul ülkeler gerçekleştiriyor. Veri bankalarının toplam elektrik tüketiminin küresel elektrik tüketimi içindeki, bugün yüzde 1.25 dolayında olan payının 2030’a yaklaşırken yüzde 4.4’e yükselmesi bekleniyor. Afrika kıtasının toplam elektrik tüketiminin küresel toplam içindeki payı hâlen yüzde 2.6 iken;[16] kimilerinin “Bizler de şu anda bir teknolojik devrim aşamasındayız,”[17] türünden söylencelerle “es” geçtiği tabloda “Yapay zekâ kimin için?”[18] sorusuna net yanıt verilmelidir.

Malum: Teknoloji, insan çevresinin değiştirilmesi, manipüle edilmesiyle ilgilidir; araçların, makinelerin yanı sıra yönlendiren yöntem ve süreçlere kadar geniş bir yelpazeyi kapsar. Teknoloji, dünyayla etkileşim kurma, yaşama, çalışma pratiklerimiz üzerinde derin bir etkiye sahip[19] bir “toplumsal ilişkidir.”

Aslında, insanlık yapay zekânın kimi özelliklerini taşıyan bir “teknolojiyle” ilk kez karşılaşmıyor: Bir “kâr-makinesi” olarak sermaye de insanı, toplumu, doğayı, kültürü değiştiren, dönüştüren, zaman içinde evrimleşen bir “teknoloji” olarak görülebilir. “Kâr makinesi” çoktan insanın kontrolünden çıktı (öngörülemeyen krizler), kültürü metalaştırarak etkisi altına aldı, doğal kaynaklar üzerinde insanla, çoğu zaman insanın gereksinimlerini dikkate almadan rekabet ediyor (iklim krizi, çevre kirlenmesi, betonlaşma artık önlenemiyor).

Yapay zekâ kapitalizm altında onun gereksinimlerine, önceliklerine uygun ve onun çelişkilerinin, kültürünün izlerini taşıyarak gelişiyor. YZ alanında egemen 46 büyük şirketin toplam piyasa değeri (market capitalization) 9.2 trilyon dolar. Beşinin (Microsoft, NVIDIA, Google, Meta, Tesla) toplam piyasa değeri 8.6 trilyon dolar. Bu beş büyük tekelci “kâr makinesi” (şirketler), rakiplerini, piyasaya çıkan yenilikleri satın alarak adeta “yutarak”, kültürü, günlük yaşamı şekillendirerek büyümeye devam ediyor.

Yapay zekâ ile “kâr-makinesi” olarak sermaye arasında oluşan simbiyoz ilişki, son derecede tehlikeli genişleme dinamikleri içeriyor. Birincisi güvenlik, denetleme, disiplin ve cezalandırma mimarisi içinde yapay zekâ hızla egemen teknoloji olmaya, (oralarda öğrenerek gelişerek) başlıyor. Bu simbiyoz ilişki, kaçınılmaz olarak devleti de içine çekiyor.

İkincisi sermaye grupları, blokları arasındaki rekabetin etkisiyle hem ülkelerin içinde hem de uluslararası alanda paylaşım ilişkilerinin yerleşik dengeleri değiştikçe büyük güçler arası dengeler değişmeye başladı. Artık, verili düzen dağılıyor, bu güçler birbirleriyle, kaynaklar, teknolojik gelişme alanlarında rekabet ederken giderek yerel çatışmalarda taraf olmaya başlıyorlar. Yapay zekâ teknolojileri de askeri teknolojinin gelişmesi içinde, “savunma-haberleşme-şifreleme”, “Savaşta Devrim” tartışmalarında geleceği belirleyecek etken olarak öne çıkıyor.

Yapay zekâ ile “kâr makinesi” arasındaki simbiyoz ilişki kırılmadan yapay zekânın getirdiği tehlikeleri önlemek olanaksız görünüyor.[20]

* * * * *

Psikoloji profesörü Joe Árvai’nın, “Yapay zekâ, insanları daha da az disiplinli ve daha az becerikli hâle getirmekten sadece bir tık uzakta”;[21] ya da Orhan Bursalı’nın, “İnsan daha zekiye boyun mu eğecek,”[22] türünden spekülasyonlarını bir kenara bırakarak; Albert Einstein’ın, “Maalesef bu günün gerçeği şu ki, teknolojimiz insanlığımızın önüne geçmiş bulunuyor”; veya Theodore Kaczynski’nin, “Eğer teknikçi dünya sistemi bir engelle karşılaşmadan bu tempoyla yol almaya devam ederse, her hâlde geriye sadece aşırı koşullara uyum sağlayabilen birkaç bakteri ve su yosunu dışında soluk bir taş yığını kalacak,” uyarılarına kulak vermemiz gerek.

Çünkü XVII. yüzyılda “Bilimsel Devrim” ve XVIII. yüzyılda da “Sanayi Devrimi” ile “İnsan doğanın hâkimi ve sahibidir’ anlayışının yerleşmesiyle, insan-toplum ilişkisinin mahiyeti ile doğaya yaklaşımı radikal bir değişikliğe uğruyor: Uyumun yerini kapitalizmin karakterindeki soygunculuk, asalaklık ve sömürü ilişkisi alıyor!

O hâlde teknolojiyi kapitalist soygunculuk, asalaklık, kontrol, sömürü ilişkisinden kurtarmayan “teknoloji fetişizmi”ni ciddiye al(a)mayız, almamalıyız…

Çünkü Marksizm-Leninizm olanakları gittikçe genişleyen sınıfsız-sömürüsüz-sınırsız ütopyanın geçerliliğini yitirmeyen temelidir; sosyalistler bilim ve teknikteki gelişmeleri kapitalizmin elinden alabilecek potansiyele sahiptirler. Şimdi büyük yenilginin arkasından olup biteni eleştirinin acımasız süzgecinden geçiriyor, ütopyamıza geri dönüyoruz.

Şaka bir yana ütopya sona ermişse, artık kendine bir alan bulamıyorsa, insanın kurtuluşu, kendi kendini üretmeyi başardığında yapay olmaktan çıkacak olan zekâ ile robotların insafına kalmışsa nereye gidiyoruz biz?

Ütopyalarını yitiren olup bitenleri görme, anlama daha önemlisi anlatma cesareti gösteremezler.

Ütopyalar geçmişten bugüne ve geleceğe uzanan zamanın içinde insanlığın tarihine canlı müdahaleleriyken; Herakleitos’un, “Umulmayanı ummayan onu bulamaz,”[23] sözünü aktarmakla yetinelim.[24]

24 Eylül 2024 18:17:49, Muğla.

N O T L A R

[1] Émile Zola.

[2] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Bölüm 15, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.

[3] André Gorz, Elveda Proletarya, çev: Hülya Tufan, Afa Yay., 1986.

[4] Ernesto Laclau-Chantal Mouffe, Radikal Demokrasi, çev: Ahmet Kardam, İletişim Yay., 2008

[5] Antonio Negri-Michael Hardt, İmparatorluk ve Çokluk, çev: Barış Yıldırım, Ayrıntı Yay., 2011.

[6] Karl Marx, Grundrisse: Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma, çev: Sevan Nişanyan, İletişim Yay., 4. baskı, 2014.

[7] Volkan Yaraşır, “Sanayi 4.0 ve Yapay Zekâ Tartışmaları Sürerken Proletaryanın Tarihsel Rolü”, Yeni Yaşam 25 Temmuz 2023, s.8.

[8] Aysun Sadıkoğlu, “Sosyal Medya ‘Özgürlük’ mü?”, Kaldıraç Dergisi, No:278, Eylül 2024, s.49-52.

[9] Ergin Yıldızoğlu, “Sosyal Medya Tuzağı”, Cumhuriyet, 30 Mayıs 2016, s.9.

[10] Sarp Sinan Hacır, “Elon Musk’ın Twitter Dosyaları”, Cumhuriyet, 4 Ocak 2023, s.2.

[11] “Twitter’da İşler İyi Gitmiyor”, Haber Türk, 29 Nisan 2016, s.11.

[12] Ergin Yıldızoğlu, “Musk-Twitter-Sınıf Savaşları”, Cumhuriyet, 5 Aralık 2022, s.11.

[13] Ayvaz Lolan, “Sosyal Medya ve Gözetim Toplumu”, Koyu Kırmızı, Yıl:1, No:2, Ekim 2015, s.11.

[14] “… ‘Büyük Birader’ Suçlu”, Cumhuriyet, 14 Eylül 2018, s.11.

[15] Amin Maalouf, Uygarlıkların Batışı, çev: Ali Berktay, YKY, 2019.

[16] Ergin Yıldızoğlu, “Yapay Zekâ – Büyük Paradoks”, Cumhuriyet, 25 Nisan 2024, s.9.

[17] Tolga Mırmırık, “Yapay Zekâya Nazik mi Olmalıyız?”, Birgün, 10 Mart 2024, s.19.

[18] İsmail Gökhan Bayram, “Yapay Zekâ Kimin İçin?”, Evrensel Almanak 2023, 30 Aralık 2023, s.23.

[19] Britannica, Cambridge Sözlüğü.

[20] Ergin Yıldızoğlu, “Yapay Zekâ-Büyük Paradoks 2”, Cumhuriyet, 29 Nisan 2024, s.9.

[21] Tanol Türkoğlu, Herkese Bilim Teknoloji Dergisi, No:420, 2 Mayıs 2024.

[22] Orhan Bursalı, “İyi ve Kötü Arasında: İnsan Daha Zekiye Boyun mu Eğecek”, Cumhuriyet, 20 Mayıs 2024, s.6.

[23] Onur Bilge Kula, Brecht, Lucacs, Bloch, Sanat ve Edebiyat, İş Bankası Kültür Yay., 2014, s.626.

[24] Güray Öz, “Ütopyanın Sonu mu?”, 23 Haziran 2024… https://www.birgun.net/makale/utopyanin-sonu-mu-539488

Direniş kırılmayacak, dünya halkları kazanacak!

“Filistin, yalnızca Filistin değildir. Çocuk generallerin
siyonistlere attıkları taşların, yalnızca taş olmadığı gibi.
Bir çağrıdır Filistin; insanlığa, insan olana. Bir umuttur atılan
her taş, insanlık için geleceğini arayana.”

Bu sözler Filistin halkının devrimci önderi, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin Genel Sekreteri Corç Habaş’a ait.

Bundan tam bir yıl önce Filistin direnişi Aksa Tufanı hamlesiyle tüm dünya halklarına bir yol açtı. Onlarca yıldır süren katliamlara, sistematik işkenceye, aşağılanmaya, yurtlarından edilmeye, siyonist işgale karşı Filistinliler, en zor koşulların içinden çıkarak insan onurunun ve özgürlüğünün teslim alınamayacağını gösterdi.

İşgalci İsrail tarafından bir açık hava hapishanesine dönüştürülen Gazze’de sabırla, inatla ve büyük bir ciddiyetle örülen direniş bir yıl önce tam da bugün işgal ordusunun Gazze Tümeni’ni felç etti, direnişin tutsaklarının salınması için onlarca işgalciyi esir aldı ve Demir Kubbesi’yle, MOSSAD’ıyla, teknolojisiyle sarsılmaz, yenilmez denilen siyonist İsrail’in tüm yaldızlarını söküp attı. Filistin Direnişi’nin bu başarısı tüm dünyada işçileri, emekçileri, halkları sömüren egemenlerin korkulu rüyasına dönüştü, dünya halkları için de umut oldu.

Siyonist işgalin varlığı bölgedeki savaşın sebebidir. Emperyalistler ve işbirlikçileri bir yılda siyonist işgalin tüm saldırılarının arkasında durdu, destekledi. Bugün savaşı büyüten emperyalizm/siyonizm son bir yılda 42 binden fazla Filistinliyi katletti, onlarca hastaneyi bombaladı, direnişin önderlerini suikastlarla öldürdü, Yemen’den Irak’a, Suriye’den Lübnan’a direnişe destek veren her coğrafyaya saldırdı. ABD başta olmak üzere her emperyalist devlet ve işbirlikçileri bu katliamların doğrudan sorumlusudur.

Dünya halklarının bu onurlu direnişe desteğini kırmak için onlarca yalan söylendi, kürsülerden hamaset yapıldı. “İşgal devleti İsrail’in kendini koruma hakkı”ndan bahseden kalemşörler, siyasetçiler, Gazze’de açlıktan ölen bebelerimizle ilgili tek kelime etmediler. Ama direniş ve dostları bu karartmayı yarmak için mücadeleyi büyütmektedir. Daha iki gün önce tüm dünyada milyonlarca insan Filistin Direnişi’ne destek için sel oldu kent meydanlarına aktı. Tüm dünya halkları bizlere savaş ve sömürü dışında bir gelecek vaad etmeyen bu sistemin egemenlerine karşı bir kez daha Filistin’in yanında durdu.

Öte yandan bu yalanın bininin bir para ettiği yerlerden biri de üzerinde yaşadığımız bu coğrafyadır. TV’lerde, mecliste, mitinglerde “Filistin’in yanındayız” hamaseti yapan, işgalci İsrail’in en büyük destekçilerindendir. İşgal devleti kurulduğunda onu resmi olarak tanıyan ilk bölge devleti TC’dir. NATO üyesi TC, geçmişten günümüze bu desteğini sürdürmektedir. Gazze’den Beyrut’a bombalar yağdıran işgal devletinin pilotları Konya’da eğitilmektedir, Kürecik ve İncirlik üslerinden istihbarat paylaşılmaktadır. Dahası Filistin Direnişi’nin ve dostlarının köşeye sıkıştırdığı işgalci İsrail’e ticaret hiç kesilmemiştir. Domatesten betona, tank yakıtından petrole yüzlerce kalem ürün işgal devletini beslemek üzere TC’den gönderilmektedir.

Biz işçiler, halklar, kadınlar, öğrenciler, Filistin Direnişi’nin yanındayız ve olmaya devam edeceğiz. Onun için bu topraklarda; “işgal devleti İsrail’le askeri-diplomatik-ticari-akademik tüm ilişkiler kesilsin, işgal devleti İsrail’i savunan İncirlik ve Kürecik üsleri kapatılsın, halkların katili NATO’dan çıkılsın!, işgal devletinin elçileri kovulsun, elçilikleri kapatılsın!” demeye, bunların gerçekleşebilmesi için örgütleneceğiz ve mücadeleyi büyüteceğiz. Filistin Direnişi’ne dayanışmamızı eksiltmeyeceğiz.

Bölgemiz ve tüm dünya emperyalist saldırganlıkla karşı karşıya. Irak’ın, Suriye’nin, Filistin’in işgalcileri, Vietnam’ın kasapları, Afganistan’ın failleri, Ukraynalı faşist sürüsünün, IŞİD’in yaratıcıları, terör örgütü NATO’nun efendileri, İran’dan Tayvan’a tüm dünyayı yine kendileri paylaşmak için savaşı büyümektedir.

Dünya halkları Filistin Direnişi’nin 7 Ekim Aksa Tufanı hamlesinden aldığı güçle bu savaşa karşı mücadeleyi büyütmelidir. Dünyadan sömürüyü ve savaşı silecek olan tek gerçek çözüm sosyalizmdir. Ekim Devrimi paylaşım savaşının durdurmanın büyük bir deneyimi, örneği olarak kendini göstermeye devam ediyor.

Şimdi işgali durdurmak için başlatılan 7 Ekim’den, kapitalizmi yok etmek için başlayan Ekim Devrimi’ne kurulacak bir bağı güçlendirmenin zamanıdır.

Şimdi bitti denildiği anda bir anka kuşu gibi yeniden doğan Filistin Direnişi’nin dersleriyle, örgütlenmeyi geliştirme zamanıdır.

Şimdi özgürlük, barış ve kardeşlik için sosyalizm bayrağını yükseltmenin zamanıdır.

Filistin’de direniş kazanacak! Devrim için ileri; ya sosyalizm ya ölüm!

07.10.2024
Kaldıraç Hareketi

The existence of the Zionist occupation is the cause of the war in the region

Today, the Iron Dome was pierced by Iran, this time with over 400 missiles.

There is only one truth that everyone who watches the skies of Tel Aviv protected by the so-called “impenetrable” Iron Dome should look at; Zionist Israel is a dagger inserted into our region by imperialism, its existence is not legitimate under any circumstances.

The “attached” pens of imperialism, the “hasbaras” of Zionism, the mouths of the gang states that collaborate with the murderers of the peoples are on all sides bringing up their “criticisms/concerns/suggestions/condemnations” regarding the forms of resistance against the genocide and occupation in Palestine in a way that will exonerate the murderer Israel.

October 7 is a new threshold in the decades-long history of the Palestinian Resistance. Despite tens of thousands of losses, all the impossibilities and treachery, the Palestinian Resistance has shown that the flag of freedom and honor will not surrender, and has paved the way.  It has shed light on the path that all the peoples of the world, especially the peoples of the region, must follow. No bloody attack by imperialist aggression against the Palestinian Resistance and its friends will be able to close this path.

While bombs were rained down on all the hospitals, schools and streets of Palestine and tens of thousands of people were killed, while attacks were carried out in Iraq, Yemen, Syria, Lebanon and Iran to spread the war, the rulers of the world were on the side and behind the imperialist aggression and the Zionist occupation. The peoples of the world, on the other hand, have stood by the Palestinian Resistance against the rulers who impose war, and will continue to do so.

The way to stop the Zionist occupation is through the destruction of the imperialist sovereignty that imposes war on the region. Those who continue their collaboration with NATO bases, those who are still feeding the occupation state from the ports this morning, are the triggermen of this war on behalf of the rulers.

The path of the people is the path of resistance and common struggle.

 Expelling NATO and the US from our region will be the greatest support for the Palestinian Resistance, which will end the Zionist occupation and will definitely win.

In a world that imperialism has turned into a bloodbath, peace is only possible with socialism today. Workers, women, and peoples must grow the struggle for socialism all over the world for their rights, lives, and peace.

Destroy the Zionist occupation state!

Long live the Palestinian Resistance!

Forward for the revolution; either socialism or death!

Kaldıraç Movement

October 2, 2024

Genocidal Israel is increasing its war crimes. After Gaza, attacks Lebanon!

Zionist Israel, which is a registered genocidal organization all over the world, has also started massacres targeting civilians in Lebanon after Gaza.

The Zionist entity that imperialism, primarily England and the USA, has introduced into our region like a dagger, as a war machine, is carrying out an unbridled genocide after the resistance move of the Palestinian resistance stripped all the gilding of the entity on October 7, 2023. 

While the genocide is being carried out under full protection from the USA to England, from France to Germany, the complicity of the collaborationist regimes in the region is also clearly evident. While Turkey and Jordan provide the logistics, Azerbaijan provides the oil, and other collaborationist Arab regimes take the “measures” on behalf of Zionist Israel that will thwart the resistance front’s counter-moves.

In opposition to these, the oppressed peoples of the world, workers and laborers, and student youth have taken sides with the Palestinian people and filled the streets against genocidal Israel, its imperialist masters and collaborators for a year.

On one side, genocidal, occupying Israel and the world rulers who support it, and on the other side, the peoples of the world on the side of the Palestinian people and the resistance, are all nakedly evident as a manifestation of class war worldwide.

Despite the fact that genocidal Israel has massacred over 50 thousand people in Gaza, including children, women and the elderly, and has turned Gaza into a city of ruin, it has not been able to break the resistance of the Palestinian people. Now, as one of the forces that provides the greatest support to the unbroken resistance, it has engaged in similar massacres against Hezbollah and the Lebanese people.

These attacks and massacres targeting Lebanon are part of the war that US imperialism is wreaking havoc in the Middle East, Europe through Ukraine, the Caucasus and Asia. Along with Lebanon, the target is Iran and Syria, where they have suffered defeat.

Only a strong opposition from the oppressed peoples of the region and the world, the workers and laborers, can prevent this war they are setting off.

There is an unbreakable bond between this imperialist aggression that has no boundaries and the miserable conditions, oppression and exploitation that we, the workers and laborers, live in. We are directed to those like us, once again, to die, kill and applaud the massacres for a handful of parasites, by our accumulated anger against this life imposed on us.

There is no other way to escape from a life in misery, to live humanely and honorably, in peace, other than increasing the struggle against the imperialist or collaborator colonies and the rulers in every country.

The solidarity shown now with the Palestinian people should also be shown for the Lebanese people, and the exact opposite stand should be taken against the war policies of imperialism.

Imperialism and Zionism will be defeated, the resisting peoples will win!

Long live the common struggle of the peoples!

Kaldıraç

September 24, 2024

Soykırımcı İsrail, savaş suçlarını büyütüyor. Gazze’den sonra Lübnan’a saldırıyor!

Tüm dünyada soykırımcı olduğu tescilli olan Siyonist İsrail, Gazze’den sonra Lübnan’da da sivil halkı hedef alan katliamlara girişti.

Başta İngiltere ve ABD olmak üzere, emperyalizmin bölgemize bir hançer gibi, bir savaş makinası olarak soktuğu siyonist varlık, 7 Ekim 2023’te Filistin direnişinin, tüm yaldızlarını söktüğü direniş hamlesi sonrası dizginlerinden boşanmış bir soykırım yürütmektedir.

ABD’sinden İngiltere’sine, Fransa’sından Almanya’sına tam bir koruma altında soykırımı sürdürürken bölgedeki işbirlikçi rejimlerin de suç ortaklığı tüm çıplaklığı ile ortadadır. Türkiye ve Ürdün lojistiği sağlarken, Azerbaycan petrolü sağlamakta, işbirlikçi diğer Arap rejimleri de, direniş cephesinin karşı hamlelerini boşa çıkaracak “önlemleri” Siyonist İsrail adına almaktadır.

Bunun karşısında bir yıldır, tüm dünyanın ezilen halkları, işçi-emekçileri, öğrenci gençliği Filistin halkının yanında saf tutup, soykırımcı İsrail’e, emperyalist efendi ve işbirlikçilerine karşı sokakları doldurmaktadır.

Bir yanda soykırımcı, işgalci İsrail ve onu destekleyen dünya egemenleri diğer yanda Filistin halkının ve direnişin yanında dünya halkları, sınıf savaşının dünya çapında tezahürü olarak tüm çıplaklığı ile ortadadır.

Soykırımcı İsrail, Gazze’de çocuk, kadın, yaşlı 50 binin üzerinde insanı katletmesine, Gazze’yi harabe bir şehre döndürmüş olmasına rağmen, Filistin halkının direnişini kıramamıştır. Şimdi de kırılmayan direnişe en büyük desteği veren güçlerden biri olarak Hizbullah ve Lübnan halkına yönelik benzer katliamlara girişmiştir.

Lübnan’a dönük bu saldırı ve katliamlar, ABD emperyalizminin Ortadoğu’da, Ukrayna üzerinden Avrupa’da, Kafkaslarda ve Asya’da kundakladığı savaşın bir parçasıdır. Lübnan ile birlikte hedef İran ve yenilgi yaşadıkları Suriye’dir.

Kundakladıkları bu savaşa ancak bölge ve dünya ezilen halklarının, işçi-emekçilerinin güçlü bir karşı duruşu set çekebilir.

Hiçbir sınırı olmayan bu emperyalist saldırganlık ile biz işçi-emekçilerin yaşadığı sefalet koşullarında hayat, baskı ve sömürü arasında kopmaz bir bağ vardır. Bizlere dayatılan bu yaşama karşı biriken öfkemizi yine bizim gibi olanlara yönelterek bir avuç asalak için ölmemiz, öldürmemiz, katliamlara alkış tutmamız istenmektedir.

Sefalet koşullarında bir yaşamdan kurtulmak, insanca ve onurumuzla, barış içinde yaşamak için emperyalist ya da işbirlikçi sömürge, her ülkede egemenlere karşı mücadeleyi büyütmek dışında bir yol yoktur.

Şimdi Filistin halkı ile gösterilen dayanışma, Lübnan halkı için de gösterilmeli, emperyalizmin savaş politikalarının tam karşısında saf tutulmalıdır.

Emperyalizm ve siyonizm yenilecek, direnen halklar kazanacak!

Yaşasın halkların ortak mücadelesi!

 

Kaldıraç

24 Eylül 2024

Seçim, seçim süreci ve devrimci tutum | Arşiv – Nisan 2023*

*: Bu açıklama ilkin 5 Nisan 2023’te kaldirac3.org’ta yayınlanmış sonrasında Kaldıraç dergisinin Mayıs 2023 tarihli 262. sayısında yer almıştır. Mayıs 2023 seçimlerine ilişkin yaptığımız derlemeyi ise yazının sonundaki linkten okuyabilirsin.

1- SEÇİM, SAVAŞ POLİTİKALARINDAN AYRI ELE ALINAMAZ

14 Mayıs 2023’te bir seçim yapılacağı ilan edildi. Bir ihtimal, bu seçimlerin yapılacağı, diğer bir ihtimal ise yapılmayacağıdır.

Seçimlerin iptal edilmesi için, “iki füze göndeririz yeter” anlayışı, her zaman geçer akçedir. Bize kimse, AK Parti’nin ya da Saray Rejimi’nin ya da TC devletinin böylesi bir şey yapmayacağını söylemesin. Bu halk, bu topraklarda yaşayan herkes, aslında TC devletinin nasıl bir devlet olduğunu, derinden bilir. Bunun için yeterli bilgi ve deneyimi vardır. Deprem bölgesinde günlerce insanların enkaz altından gelen çığlıklarını seyretmemize neden olup insanları ölüme terk edenler, hiçbir zaman dürüst, kurallara bağlı vb. dahası bilinen anlamı ile insan olmazlar. TC devleti budur. Deprem, halkın devlet eli ile ölüme terk edilmesi demek olmuştur. Katliam politikalarına son derece uygundur. İnsanlara “depremde ölen annenizin cenazesini İstanbul’a gönderdik” deyip, İstanbul’da bir erkek cesedi gösterip, sonra da “yanlışlık oldu” deyip, Hatay’da annesinin kopmuş başını gösterenler, işkencecidirler ve onlardan bir beklenti içine girenler, çocuk değillerse, saf değillerse, akılsız değillerse, korkak ya da onların işbirlikçileridirler.

İşte bu nedenle, “iki füze” gönderilerek seçimin iptali uzak bir olasılık değildir. Hele ki, savaş bulutlarının bu denli yoğunlaştığı bir coğrafyada. Saray Rejimi, ABD uzantısıdır ve savaş politikalarına uygun olarak böylesi bir adım atması olasıdır.

Eğer ABD, İdlib’den, Suriye’den, Ortadoğu’dan çekilmeyi kabul etmemiş ise, ABD’ye tetikçiliği en iyi yapacak sistem-kişi gereklidir ve bu nedenle seçimlerin “kaderi” tartışma konusudur. İdlib, Saray Rejimi örgütlenmesi için sıradan bir etken değildir.

Evet, her seçimde, egemen, mesela ABD ya da NATO, önce kendi adamlarını seçer, sonra bunları halka “seçtirir”. Bunu zaten biliyoruz. Ama bu seçimlerde, durum daha da kritiktir. Savaşı anlamadan, savaşı görmeden, seçimi, seçim sürecini anlamak mümkün değildir.

ABD, eğer Suriye’den, İdlib’den TC devletini çekmeyecekse, bu durumda, oradaki IŞİD güçlerini Kılıçdaroğlu ile yönetmesi mümkün değildir. Çünkü IŞİD demek, aynı zamanda eroin ticareti, aynı zamanda insan ticareti, aynı zamanda silah ticareti, aynı zamanda organ kaçakçılığı vb. demektir. IŞİD, aynı zamanda Türkiye’nin içindedir. Bu boyutta kirli bir savaşı, TC devletini tetikçi olarak kullanarak ABD yönetmekte, organize etmektedir. Bu süreci iyice düşünerek kavramak gerekir. IŞİD çeteleri ile bir devlet ilan eden ABD, Ukrayna’da da, 2014’ten başlayarak, yani Suriye savaşının ardından başlayarak, bir Neonazi yönetim oluşturmuştur. Bu iki savaş birbirine çok bağlıdır. Saray Rejimi de savaş politikalarının gereğidir, ABD’nin tetikçi olarak TC’yi dizayn etmesine bağlıdır.

ABD, Ortadoğu da dâhil dünyada sürekli savaşları tırmandırarak, hegemonyasını sürdürmeye, kayıplarını önlemeye, rakiplerini kendi kontrolüne almaya çalışıyor.

Türkiye’de seçimler, ABD’nin bu savaş politikasına çok bağlıdır.

14 Mayıs 2023’te seçimin olacağının ilan edilmesi, seçimin iptali operasyonunu ortadan kaldırmaz. Tersine, “iki füze” ile savaşı genişletmek ve “milli mesele” adı altında tüm muhaliflere seçimin iptalini kabul ettirmek hâlâ bir olasılıktır. Savunu da kolaydır; “seçim yapmak istiyorduk, ama ne ki, milli çıkarlarımız gereği savaştayız, seçim iptal.” İşte CHP’nin de evet diyeceği bir seçim iptal operasyonu.

Ya ABD Ortadoğu’dan çekilecek ve yenilgiyi kabul edecektir ya da savaş politikalarını daha da ileri seviyeye taşıyacaktır. Görünen ikincisidir. Bu nedenle, Türkiye’de seçimlerin olmama olasılığı yüksektir, eğer olursa çok farklı bir süreç yaşanma olasılığı yüksektir ve ABD’nin Kılıçdaroğlu ile bu aşamada, bu savaşı yürütmesi zordur. Yanlış anlaşılmasın, Kılıçdaroğlu ABD emirlerini yerine getirmez demiyoruz, elbette getirmek ister. Ama AB şemsiyesi ile ABD çıkarları artık eskisi gibi çakışmıyor.

ABD ve AB arasında bir anlaşma olmadan, seçimlerin gerçekleşmesi, sandığa atılan oyların sandıktan çıkan oylar olması mümkün değildir.

Biz onların, efendilerin kararlarını beklemeyi reddediyoruz. Halk, işçi ve emekçiler, kendi rotalarında devrime yürüme kararını vermelidir.

2- İŞÇİ VE EMEKÇİLERİN, HALKIN BU SEÇİMLERDE CUMHURBAŞKANI ADAYI YOKTUR

Görünen o ki, Erdoğan’ın halk desteği yoktur.

2015’te de yoktu, kaybetmişti.

2017’de de kaybetti.

2018’de de kaybetti.

Kaybettiği her seçimi de çalmasını bildi.

Marifet, onun çalmasını bilmesinde, hırsızlıktaki başarında değil, esas marifet, onu meşru gören ve gösteren “burjuva muhalefet”tedir.

Saray Rejimi, bu nedenle, hiçbir zaman meşru değildir. Sadece Erdoğan’ın diploması olmadığından, sadece Erdoğan’ın epilepsi hastalığı nedeni ile değil; seçimleri her seferinde çaldıkları için de meşru değildir.

Demek ki Erdoğan, Saray Rejimi, orada halkın, halkların rızası ile durmamaktadır.

Meşru değildir.

Her fırsatta halkı suçlayan liberal sol, burjuva “muhalefet” aslında bu gerçeği görüyor ve susuyor. Devlete, Saray Rejimi’ne karşı direnişi meşru bir yol olarak ortaya koymaktan, daha çok korkuyor. Saray Rejimi’nden bir korkuyorlarsa, isyandan, ayaklanma ihtimalinden, halkın önüne gerçeği koymaktan, devrimden yüz korkuyorlar.

Öyle ise geniş kitlelerin Erdoğan’a karşı olması, onlara yetiyor.

Oysa geniş kitleler, Saray Rejimi’ne, TC devletine de karşıdırlar.

Bu nedenle, burjuva muhalefet, meseleyi sadece Erdoğan karşıtlığı şeklinde sınırlandırmak istiyor. Ve sol, buna razı olmuş durumdadır.

TC devleti, Saray Rejimi, ölümü göstererek, halkı, kitleleri, işçi ve emekçileri sıtmaya razı etmeye çalışıyor.

Sıtma, Kılıçdaroğlu da içinde, tüm diğer adaylardır.

Kılıçdaroğlu, Saray Rejimi’ne karşı bir alternatif değildir.

Ekmeleddin vakasını biz yaratmadık.

Muharrem İnce vakasının planlayıcısı bizler değiliz.

Muharrem İnce, gerçekte seçimi kazanmıştı ve kazanılmış seçimi satmıştır. Ve bunun karşılığında, yüklüce para aldığı da bilinmektedir. Kılıçdaroğlu bu süreçten habersiz midir?

HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasını biz yaratmadık, yaratıcıları bellidir.

Kürt illerine kayyumlar atanırken, demokrasi nutuklarını, yasaları unutanların kim oldukları bellidir.

Halkın, bu seçimlerde adayı yoktur. Maalesef bu şans tepilmiştir.

Erdoğan’ın gitmesi için duyulan haklı istek, Kılıçdaroğlu’nu halka bir umut olarak sunma noktasına gelmiştir. Ve sol, buna razı olmuştur.

Bunu reddediyoruz. İşçi sınıfı ve halklar bir kere daha aldatılmamalıdır.

Varsayalım ki seçim olsun. Öyle ya, 14 Mayıs’ta seçim ilan edilmiştir. Kılıçdaroğlu normal bir seçimde elbette kazanır. Seçim olur mu, bu bir sorudur; olursa nasıl olur, bu da bir sorudur. Oldu diyelim, Kılıçdaroğlu da kazandı. İyi ama hangi sorunu çözer? Mesela ekonomiyi mi, mesela Kürt sorununu mu, mesela savaş politikalarını mı, mesela NATO meselesini mi, mesela anti-demokratik uygulamaları mı? Hiçbirini çözemez. Ama işçilerin, emekçilerin sisteme ve devlete karşı direnişlerini bir ölçüde kırar.

İşte Kılıçdaroğlu’nun bir umut olarak yükseltilmesi, halkın, işçi ve emekçilerin öfkesini, isyanını bastırmak, onları bir kere daha aldatmak, onların devlete karşı öfkelerini söndürmek içindir. Ve seçim olmadan, daha şimdiden bunu başarmış gibidirler.

Burjuva muhalefet, Saray Rejimi, tüm egemenler, işçi ve emekçilerin devrimci ayaklanmasından korkmaktadırlar. Bu korkuları nedeni ile, Erdoğan’a karşı Kılıçdaroğlu alternatifini ortaya koyarak, solu, okuyup yazan insanları Kılıçdaroğlu aracılığı ile devlete yeniden bağlıyorlar. Bu yolla, işçi ve emekçiler için devrimci alternatifin önünü kesmeye çalışıyorlar.

3- SEÇİMDE CİDDİ OLANLAR, ERDOĞAN’IN ADAYLIĞINA ONAY VERMEZDİ

Seçimle, Saray Rejimi’nin gideceğini varsayanlar, Erdoğan’ın adaylığına onay vermezdi. Erdoğan, hangi yasalara göre aday olmuştur? Seçim yasaları bile olmayan bir Saray Rejimi söz konusudur. Bu Saray Rejimi, TC devletinin, tekelci polis devletinin olağanüstü örgütlenmesidir.

100. yılına giren TC devletinin, anlı-şanlı demokrasisinin seçim yasaları bile belli değildir. Erdoğan’ın üçüncü kez adaylığını kabul edenler, Saray Rejimi’ni güçlendirmek için, işçi ve emekçileri, solu ve kitleleri arkasına almaya çalışıyorlar.

TC devletinin haklar için, seçim vb. için yasaları çiğnenmeye açıktır, yok gibidir ama halkların katledilmesine ilişkin yasaları son derece açıktır.

Seçim ve yasalara Saray’ın uyacağı konusunda bu denli inançları olanlar, önce Erdoğan’ın aday olamayacağını ilan etmelidirler. Madem yasalar bu kadar kıymetli, Erdoğan’ın adaylığına izin vermeyin. Erdoğan’ı aday yapan kimdir?

“Mağdur yaratmayalım” hikâyesi, çoktan eskimiş bir hikâyedir. Saray Rejimi eli kanlı bir rejimdir. Ekonomisi, rant, yağma ve savaş ekonomisidir. Bu koşullarda bir dirhem halk desteği kalmamıştır. Öyle ise, ne mağduriyetinden söz edilmektedir? Binlerce insanın kanı elinde olan Saray Rejimi, böyle mi mağdur olacak ve halkın oyunu alacak? Bu baştan aşağıya yanlıştır ve manipülasyondur. Demek ki, 2015’ten bu yana olmuş olan ve her birini Erdoğan’ın çaldığı seçimleri “meşru” görme hâlidir bu. Ve sadece “meşru” görmekle kalmıyor, halkın da desteğinin olduğunu ortaya koymuş oluyor ki, yalandır. Halkın Saray Rejimi’ne onayı yoktur. Bu seçimlerin hiçbiri, burjuva normlar bir yana, Türkiye tarihi içinde de normal seçimler değildir.

Erdoğan’ın, bugüne kadar cumhurbaşkanlığı meşru değildi, bunu meşru kıldınız. Şimdi adaylığı yasal değil ama bunu da kabul ettiniz, halkı sokağa çağırmadınız. Peki, seçimi kaybederseniz ya da seçim olmazsa, halka ne diyeceksiniz? YSK işte taraflı idi, Erdoğan oyları çaldı vb. İyi de bunu bugünden biliyoruz.

Mesela YSK, bugünden, seçim olmadan seçim sonuçlarını ilan etse, Kılıçdaroğlu tüm halkı sokağa direnişe mi çağıracak, yoksa “kavga etmemeliyiz, insan niye kavga eder, gelin birlikte olalım” nakaratını mı söyleyecek?

Bugün, Erdoğan’ın yasal olmayan adaylığı, bunu kabul ederek yasaları çiğneyen YSK’nin tutumu karşısında sokağa çıkmayanlar, yarın hiç çıkamazlar.

Demek ki, biz işçiler, halklar, artık sokağa çıkma meselesini CHP’nin kararına bağlı görmüyoruz. Herkes kendi yolunu açacaktır.

Bugün Erdoğan’ın adaylığını meşru saymak, aslında Saray’ın uygulamalarına “evet” demektir.

“Biz Erdoğan’ı seçimde, sandıkta yeneceğiz” tutumu, yiğitlik veya yüksek irade göstergesi değildir; devleti kurtarma operasyonudur.

Erdoğan, seçimlerde aday olamaz. Bu duruma göz yummak, Saray’ın uymasını bekledikleri yasaları kendilerinin hafife alması demektir.

Yarın bunlar bize, YSK taraflı idi, diyecekler, “adam kazandı” diyecekler, “aman sokağa çıkmayın iç savaş çıkar, bilgiyi içerden aldık” diyecekler.

İşçi ve emekçiler, böylesi bir seçime, kendi adayları olmadan gitmektedirler.

Bu nedenle, hiçbir cumhurbaşkanı adayına oy vermeme hakları vardır.

Seçim süreci, organizasyonu, seçimleri şimdiden tartışmasız bir biçimde şaibeli kılmaktadır.

Varsayalım ki, son anda, seçimler “yapılamaz” hâle geldi. HÜDA PAR, tam da böylesi senaryolar için anlam kazanır, Çakıcı’nın adamlarının ziyareti de. Neyse, varsayalım ki, bir biçimde seçimleri yapılamaz hâle getirdiler, bu durumda “var olan cumhurbaşkanı” cumhurbaşkanlığına devam eder.

4- SEÇİM SÜRECİ ŞAİBELİDİR

Seçim sürecini şaibeli kılan şey, sadece Erdoğan’ın aday olamaması gerektiği hâlde aday olması değildir. Bu var elbette. Sadece seçim yasasındaki değişiklikler değildir. Sadece seçimlerin anti-demokratik karakteri değildir.

Erdoğan, 2028’de aday olmak için seçim zamanını Nisan 2028’e alırsa, dönemini tamamlamamış olduğu için, yeniden aday olarak kabul edilecek mi? Elbette edilecek; bugün ediliyorsa, o gün de edilir. Bu durumda, “bir kişi en çok iki dönem seçilerek cumhurbaşkanı olur” demenin ne anlamı var?

Seçim sürecini şaibeli kılan birçok uygulama sahaya sürülmektedir. Yasaklamalar, suikastler bunun ana yöntemleridir.

Saray Rejimi’nin asgarî ücret ve emekli maaşları, EYT konusundaki düzenlemeleri, seçimi kazanma hedefi için sahnelenmemektedir. Asgarî ücret, EYT yasası, emekli maaşları ile oynanması, gerçekte, kitlesel bir başkaldırıyı, bir toplumsal patlamayı önlemek içindir.

Bunu, birçok uygulamada görebiliriz.

Ne asgarî ücret, ne EYT, oyları Erdoğan’ın lehine değiştirmemektedir. Bunu sadece burjuva muhalefet biliyor değil, bu durumu Erdoğan da, Saray da biliyor.

Saray, HÜDA PAR ile işbirliğine gittiğinde, bunun kendi oylarına bir dirhem bir olumlu etkisi olmayacağını biliyordur. Hatta oy kaybına neden olacağı bile açıktır. Sanki HÜDA PAR ittifaka girmemiş olsa Erdoğan’dan başkasına mı oy verecekti? Çakıcı’nın adamları jandarma komutanını ziyaret edip bunu deşifre ettiklerinde, bunun oy getirmeyeceğini bal gibi biliyorlar.

HÜDA PAR, ittifaka girişlerini, “seçim güvenliği” olarak açıklamaktadır. Bu seçim güvenliği, sanıldığı gibi, “tehdit” ile, korkutma ile sınırlı değildir. Bizzat devletin, bu çeteleri sahaya sürmesi, IŞİD güçlerinin sahaya girmesinin de yoludur. Bu sahaya sokulacak güçler, şimdiden, her adımları için Saray garantisi, Saray’dan yargılanmama, devlet görevlisi muamelesi görme hakkı almışlardır. Yoksa bu çetelerin eylemleri her zaman biliniyor. Ama yargılanmama garantisi, bu açıdan teşvik edici olmalıdır. Meseleye böyle bakmak gerekir.

Yoksa tüm bu adımlar, “oy kaybettirici adımlar” olarak ele alınır ki, safça ve çocukçadır, devleti tanımamaktır.

Saray’ın oy derdi yok gibidir.

Yoktur, çünkü hiçbir hamle, oy almalarını sağlamaz.

Derler ki, sandığa atılan oy değil, çıkan oy önemlidir. Demokrasi dedikleri budur. Ve bu durum, son yıllardaki her seçimde geçerlidir.

Demek ki, biz, daha bugünden sokağa çıkmalıyız. Cumhurbaşkanlığı adaylığının yasal olmayan kabulü, seçim sürecinin şaibeli olması (ki şimdiden öyledir, daha yolun başındayız) eğer sokaklara çıkmak için bir yeterli neden değil ise, yarın seçimi çaldıklarında “sokağa çıkın” diyecek bir CHP iradesi mi kalacak? Elbette kalmayacak.

Halkın, işçi ve emekçilerin, kendi örgütleri, devrimci örgütlenmeleri, devrimci sosyalistler dışında kurtuluş yolu yoktur.

5- SARAY KORKUYOR

Saray korkmaktadır.

Saray’ın her tuğlası, her duvarı korku ile, tıpkı bir depremde binaların, duvarların titremesi gibi titremektedir.

Ama bu korku, muhalefet denilen altılı masadan duyulan bir korkunun ürünü değildir. Saray’ın korkusunun nedeni, Kürt devrimi ve Gezi ile başlayan direniş sürecidir.

Saray, halkın ayaklanmasından, toplumsal patlamanın ayaklanmaya dönüşmesinden korkmaktadır.

Bu nedenle TC devleti, Saray Rejimi, ikili bir politika uygulamaktadır: Birinci ayağında bu politikanın, baskı, şiddet, yalan vb. vardır. Bunu zaten uzun süredir sürdürmektedirler. Buna yeni suikastler vb. ekleyeceklerdir. İkinci ayağında ise, bir toplumsal patlamayı ayaklanmaya çevirecek, devrimci kalkışmaya çevirecek sol güçlerin kontrolü vardır. Solun, CHP kuyruğuna takılması, daha şimdiden, Saray Rejimi için bir kazanımdır. Ve bu seçim sürecinin ayırt edici özelliği budur, yeni olanı budur.

Halktan duyulan korku, Saray’ın her adımında vardır. Deprem bölgesi, bunun en somut kanıtıdır. Saray, tüm paramiliter güçlerini deprem sahasında aktif hâle getirmiştir. Deprem sahasına sürülen bu paramiliter güçler, bir sosyal patlamayı önlemek için oradadır. O sahada, ölüm, artık bir korku kaynağı değildir. Onca yakınını kaybeden insanlar, devletin gerçek yüzü ile açıktan karşı karşıya kalmışlardır.

İşte korkularının kaynağı budur, halkın artık korkacak bir şeyinin kalmamasıdır.

Ellerinde binlerce insanın kanı vardır ve bundan korku duymaktadırlar.

Yel ekmişlerdir ve fırtına biçecekleri günler yakındır, bundan korkmaktadırlar.

Kendilerine bir cennet kurmuşlardır ve bu cenneti kaybetmekten korkmaktadırlar.

Suç sicilleri çok ama çok kabarıktır ve bundan korkmaktadırlar. Halktan korkmaktadırlar.

6- SARAY REJİMİ SEÇİMLE DEĞİL, DİRENİŞLE YENİLİR

Saray Rejimi, bu korkusu ile halka karşı her türlü saldırıyı devreye sokmuştur. Bu saldırıları, daha özel hedefler ile geliştirecekleri anlaşılmaktadır. Ama artık, işçi sınıfını, kitleleri korku ile sindirmelerinin sonuna gelinmiştir. Yeter ki işçi sınıfı, yeter ki devrimciler direniş rotasını kaybetmesinler.

Saray Rejimi, seçimle oluşmamıştır.

Saray Rejimi, seçimle gitmeyecektir.

Saray Rejimi’ni alaşağı etmenin yolu, toplumsal bir ayaklanmadır. Elbette bu, adım adım, an be an örgütlenmelidir.

Direnişler, Saray Rejimi ile hesaplaşmanın tek yoludur. Bu direnişlerin zaferi, örgütlülükten, Birleşik Emek Cephesi’nden geçmektedir.

Sokaklar, özgürlüğü soluyabileceğimiz alanlardır. Örgüt, özgürlüktür.

Sokaklar, yeni yasaları yazmanın yeridir; işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin ellerinden çıkacak, eylemlerinden, direnişlerinden doğacak yeni yasaları yazmanın alanıdır.

Bu nedenle, biz direniş yolunu, işçi sınıfı ve emekçilerin gerçek yolu olarak görüyoruz.

Bu nedenle, cumhurbaşkanlığı seçimlerini boykot ediyoruz.

Sandıkta, cumhurbaşkanlığı oy pusulasına, Ali İsmail Korkmaz, Berkin Elvan, Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük, Ahmet Atakan, Mehmet Ayvalıtaş, Hasan Ferit Gedik, Medeni Yıldırım’ın; Gezi direnişçilerinin adlarını yazmayı öneriyoruz.

Milletvekilliği seçimleri için, HDP adaylarına oy atmayı öneriyoruz. HDP, seçime nasıl girecekse, onu desteklemeyi öneriyoruz. Bu, ülkemiz işçi sınıfının Kürt direnişine selâmıdır.

Gençler, ilk oyunuz, Berkin Elvan’a!

Analar, oyunuz, Ali İsmail Korkmaz’a!

İşçiler, emekçiler oyunuz Ethem’e, Abdullah’a, Gezi’nin yıldızlaşan güzel çocuklarına.

İşçiler, emekçiler, kadınlar ve gençler, daha örgütlü ve çetin bir mücadeleye hazırlanmak zorundadırlar. Bu mücadele ne denli gelişirse, hareket alanı da o denli gelişecektir, ekonomik ve sosyal hakları almanın da tek yolu budur.

Biz devrimci sosyalistler, işçilere, emekçilere, kadınlara ve gençlere gerçeği söylemek zorundayız. Saray Rejimi seçimle gelmemiştir, meşru değildir ve seçimle gitmeyecektir.

Saray Rejimi’ni devirmenin tek yolu, cesaretle, bir adım geri atmaksızın, işçi ve emekçilerin direnişindedir. Saray Rejimi, sokakta, barikatta yenilecektir.

Çoktan ömrünü doldurmuş bir iktidardır bu. Bu iktidarı alaşağı etmek için, onların olağanüstü sistemi içinde seçim vb. beklemek aslında onların iradesine teslim olmaktır. Beklemeye gerek yoktur. Bugünden, direnişi genişleten ve sağlamlaştıran, örgütlü hâle getiren bir çizgi için çalışmak zorunluluktur.

Sandığa ne oy atılırsa atılsın, çıkacak oy bellidir.

Bunu biz bilmeyebiliriz, ama efendiler çoktan biliyorlar.

Ülkenin kaderini efendilerin elinden almak, kendi ellerimizle yazmak mümkündür. Bunun için, mesele daha örgütlü bir direniş hattıdır. İşçi ve emekçiler, kadınlar ve gençler, kendi direnişlerini ara vermeden sürdürmelidirler. Seçim tartışmalarına çok fazla meyletmenin de anlamı yoktur. Mesele direniş hattını geliştirecek her olanağı kullanmak meselesidir.

Birleşik Emek Cephesi, acil bir gerekliliktir.

5 Nisan 2023

Kaldıraç Hareketi

 

 

Masalcılar…

Artık, masalcıların dönemi sona eriyor. Hayır, meslek olarak masalcılık ortadan kalkmıyor. Ama, işçi sınıfını, halkı, kadınları, yoksul köylüleri ve gençleri uyutmak için, devlet ve egemen sınıf adına masallar yeterli olmayacak. Bu nedenle, masalcılar, eskisi gibi dinleyici bulmakta zorlanacaklar.

Aslında, sözlü kültürün bir parçası olarak masal, tarihte bir yere sahiptir. Ama egemen sınıf, bu masallarla, herkesi uyutmak için özel programlar hazırladığından beri, masallar artık eskisi kadar masum değiller.

Hele hele çağımızda.

Çocuklara anlatılan masallar dahi, artık masum değildir.

Ama tüm kapitalist medya, artık tamamen halkı, işçi sınıfını, gençleri, kadınları ve yoksul köylüleri uyutmak için, sürekli masallar anlatmaktadır.

Yanlış anlaşılmasın. Mesela egemen sınıf adına, açıktan çarpışan “uzman”lardan söz etmiyoruz. Onlar, yalanları çok bilerek söylerler ve her sözlerinde aynı zamanda tehdit vardır.

Egemen adına çalışanların bir bölümü, açıktan devletten, açıktan egemenden yanadır ve işçi sınıfının, öğrencilerin, kadınların, yoksul köylülerin karşısına tüm güçleri ile dikilen devletin kolluk kuvvetleri ile birlikte yer alırlar. Masalcı derken bunlardan söz etmiyoruz. Onlar, zaten her tür yalanı, açık ve net biçimde söylerler.

Onların içinden üfürükçüler çıkar. Cüppeli Ahmet Hoca, alınmasın ama, bu üfürükçüler karşısında çırak sayılır. Yeri gelmişken, bizim masalcılarımız, sertleşen sınıf savaşımına bağlı olarak, birer üfürükçü olmaya doğru da evrilmektedir.

Ama devlet denilen egemen sınıfın baskı aygıtı, sadece doğrudan kendine hizmet edenlerle iş görmez. Bir bölümü, hem işçi sınıfına, kadınlara, gençlere yakın yerde konumlandırırlar, hem de onları gizli ya da dolaylı yollarla maaşa bağlar, kendisine çalışır hâle getirirler.

Mesela bir yerde işçi eylemi varsa, devlet adına çalışan “uzman”lar, bunu terör eylemi, ulusal varlığa tehdit vb. ilan ederler. Böylece eylemi görmezden gelirken, onu karanlığa atarken, aynı zamanda eylemcileri de “tehdit” etmiş olurlar. Devletin kolluk kuvvetleri de buna uygun, gereken şiddeti devreye sokar. Basın ve mahkemeler buna uygun iş görürler.

Ama egemen, devlet bilir ki, sınıflar var oldukça, sınıf mücadelesi de var olacak. Öyle ise, tüm eylemleri baskı ile yasak ile, şiddet ile önlemek mümkün değil. Tüm eylemcileri tutuklamak mümkün değil.

İşte bu nedenle, kendine bağlı diğer kuvvetleri devreye sokarlar.

Mesela bizim ülkemizde adına “sosyal demokrat” diyen bazı isimler, bu işle görevlidirler. CHP, devlet adına, işçi hareketini, direniş hareketini bastırmakla görevlidir. Diyelim ki, Kılıçdaroğlu’na umut bağlayan birçok kişi, şimdi hata ettiklerini anlıyorlar. İşte o zaman, Kılıçdaroğlu’nun yerini başkaları dolduruyor. Kılıçdaroğlu, Erdoğan ile aynı yere çalışıyor ve bu ortaya çıkmıştır. Kaldıraç sayfalarında yayınlanmıştır, 2023 Mayıs seçimlerine aday olmuş olan dört ismin de aslında MİT bağlantılı olduğu söylenmiştir. İnce, Oğan, Kılıçdaroğlu ve Erdoğan, MİT ile bağlantılı bir geçmişe sahiptir. Bu zaten herkesin bildiği bir “sır”dır. Sonuçta oy vermeye giden bir kişi, hangi MİT mensubunu seçeceğine karar vermek üzere sandığa gidiyordu. Ama daha da önemlisi, sen kime oy verirsen ver, sandıktan ne çıkacağı, NATO mekanizması tarafından önceden saptanmıştı. Bugün bunları artık herkes kabul ediyor.

Ama bugün, mesela Erdoğan’a karşı CHP’yi bir yeniden umut hâline getirme isteği var. Çünkü artık Saray Rejimi’nin tüm gerçek yüzü ortaya çıkmıştır. CHP, halkın artan tepkisini toplamak ve kontrol etmek için devrededir.

Kılıçdaroğlu, “evde kal” “provokasyona gelme” masalını anlatırdı. Onunla birlikte, adına gazeteci denilen, adına sendikacı denilen, adına profesör denilen, adına “aydın” denilen, adına “uzman” denilen, adına “ulusal solcu” denilen birçok kişi de aynı masalı, daha etkili kılmak için tüm güçleri ile tekrarlıyorlardı.

Sonuçta, “evde kal” çağrısı etkili oldu. Sokaklarda barikatlar kurulmadı, eylemler olması gerekenden çok geri biçimde ortaya çıktı, tüm tepkili kitleler hep birlikte, direnişlere katılmadı.

Ama bugün, Mayıs 2023 seçimleri sonrasında büyük çoğunluk, bu “evde kal”, “provokasyona gelme”, “bana güven” masalının ne denli uyutucu olduğunu anlamış oldu. Bu uykudan uyanmak o kadar kolay olmasa da, artık bunun bir masal olduğu biliniyor.

Şimdi, yeni masallar devreye sokulmaktadır.

İki de bir “ayağı kırılan” Özgür Özel (Ne ilginçtir, komik bulunmalıdır; Özel, bir ayak röntgeni yayınladı, buna göre ayağında kurşun yok da kırılma var görüşünü desteklemek için. Doğrusu biz ayağının niye kırıldığı ile ilgili değiliz. Önceki kırılmanın röntgenini de görmedik. Ama gördüğümüz röntgenin de kime ait olduğunu bilmiyoruz. Bize komik geliyor.), “eylem”ler yapmaya başladı. Gören de der ki, CHP artık eylemlere girişiyor. 1 Mayıs 2024’te görüldü ki, masalcı, pek de eylemci değil imiş. Ardından, kitlelerin eylemleri artmaya başladıkça, CHP eylemsiz kalmaya yöneldi.

Kayyum ortaya çıktı ama eylem ortaya çıkmadı.

Tarım çalışanları domatesleri ile yolları kapladı ama CHP yollardan salonlara kaçtı.

Traktörler sokaklara çıktı, CHP Saray’a yöneldi.

İşçi grevleri, direnişleri ortaya çıkmaya ve artmaya başladı, CHP’li sendikacılar, CHP’li basın, masalcı gazeteciler, birer birer ortalıktan salonlara doğru çekildiler.

Sıcak havalarda klimalı salonlara girdikçe, masalcıların da hastalıkları nüksetmeye başladı. Vücutları serinledikçe, akılları da Saray’ın rahatlığı ile çelinmeye başladı. Biraz da Saray’dan gelen para, üstüne bir de tehdit ve baskı, masalcıların daha da karanlığa çekilmesine yol açmaya başladı.

Şimdi masalcılık, CHP’den çok, sendikalara doğru kaymaktadır.

Üç büyük, üç kocaman konfederasyon, koskoca deklarasyon yayınladılar ve küçücük bir eylem çağrısı yapmadılar. Şaşaalı bir basın açıklaması, ama sıfır eylem. Şimdi ise, bu koskoca sendikalar, gelmekte olan işçi eylemlerinden korktukları için, mümkün olduğunca masalsı eylemler gerçekleştirecekler. Köylüler yolları kapatırken, işçiler işten atılırken, direnişçiler fabrika kapılarında sabahlarken, fabrika işgalleri kapıda iken, onlar, “basın açıklaması”, mümkün olduğunca uzak yerlerde mitingler organize etme kararı aldılar. Eylem diyorduk, işte bize eylem!

Masalcılık böyledir.

Sanıyorlar ki, işçi sınıfı sürekli onların masallarına inanacak.

Bilmiyorlar ki, açlık ve işsizlik, ciddi bir uykusuzluk yapar. Hiçbir masal açlığı uykuya çevirmez.

Bilmiyorlar ki, eyleme geçen her işçi, yaşadığı hayatın gerçekliğini çok kısa sürede öğrenmeye başlar. Eylemli insan, öğrenmeye de açık hâle gelir.

Bilmiyorlar ki, işçiler bir kere birlikte hareket etmeye başladığında, masalları bastıran sloganlar göğe yükselmeye başlar. Rekabet böler ama eylem birleştirir.

Şimdi, işçileri uyutmak için, kitleleri durdurmak için, “UluSol” devreye sokulmaktadır. Ulusalcı ve sol olunamayacağını hep birlikte göreceğiz. UluSol, işçi sınıfının sınıf bilincinin ne demek olduğunu pek yakında anlamaya başlayacaktır (Nazi Almanyası’nda faşistler, kendilerine “nasyonal sosyalist” diyorlardı. Ulusalcı sol olarak çevirebiliriz. Haşa, bizimkileri kastetmiyoruz. Sadece bir tarihsel not düşüyoruz).

Tüm bu masalcılar, aslında baskı ve şiddetin yetmediği yerde prim yapma hevesindedirler. Her biri efendilerinin ucuz veya pahalı hizmetçileridirler. En iyi masalı kim anlatacak? Acaba masalcılar, üfürükçülerle yarışabilir mi? Acaba, cin çıkartma seanslarına ne zaman geçeceğiz?

Ve biliyoruz ki, gerçekler inatçı şeylerdir. Kendisini öyle ya da böyle ortaya koyarlar.

Direnişler, işçileri, yoksul köylüleri, gençleri, kadınları, daha büyük bir hızla birleştirecektir. İşçi sınıfı, bu mücadelenin öncü gücü olduğunu, sınıf bilincine vardıkça, gerçeği kavradıkça, devrimcileştikçe, daha iyi anlayacaktır.

Artık bu masalcılar, bu bilindik masallarını kendileri anlatıp, kendileri dinleyecekler. Ta ki, direnişin ateşi, onların yüzlerine tüm kızıllığı ile vurana kadar. Yaşananların ateşi, onların gerçek yüzlerini de aydınlatacak. Direniş ateşi, karanlıkta durmayı adet edinenleri yerlerinden edecektir.

Savaş ve emperyalizm üzerine

Sanırım, biz, Kaldıraç Hareketi olarak, “yeni emperyalist paylaşım savaşımı” konusunu dile getirmeye, 1990’ların sonu ile 2000’li yılların hemen başında başlamıştık. Elbette o dönemler bu, birçok insana çok gerçekçi gelmiyordu. Doğrusu, durum bugünden epeyce farklı idi.

SSCB çözüldükten sonra, 1990’lı yıllarda ABD, “tek kutuplu dünya” ile başlayıp, “dünya imparatorluğu” ile devam eden, dünya çapında egemenliğini ilan etmeye başlamıştı. Başlamıştı ama, başta Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa olmak üzere, anti-komünist politikalar etrafında ABD liderliğinde çalışmaya alışmış olan diğer emperyalist güçler, ABD hegemonyasına en başta ekonomik olarak meydan okumaya başlamışlardı.

Ekonomik alan işin temelidir, ama bir kere hegemonya oluştu mu, bu hegemonya salt ekonomik bir olgu değildir ve içinde ideolojik, kültürel, siyasal ve askerî hegemonya da vardır. Bir kere hegemonya oluştu mu, bunun siyasal ve askerî alandan çözülmesi daha büyük olasılıktır. Zira hegemon güç, olayları ekonomik süreçlerin akışına bırakmaz.

Belki biraz bu hegemonya sürecini özetlemeye ihtiyaç vardır.

1900’lerin başlarında başlayan ABD yükselişi, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından daha da ilerledi, İkinci Dünya Savaşı’nda bugünkü “yeni dünya düzeni” denilen ABD hegemonyası şekillenmiş oldu. Bu hegemonya, Dünya Bankası, IMF gibi kurumlar, doların uluslararası rezerv para olması (Bretton Woods kasabasında alınan kararla, Batı dünyasındaki 46 ülkenin, kendi paralarını dolara, doları ise altına endekslemesi ile başlayan sistem) ve nihayet NATO denilen savaş makinasına dayanmaktaydı. Elbette başka kurumlar da sayılabilir. Ama bu kurumlar oldukça önemlidir ve simgedirler. Demek ki hegemonya, öylesine salt ruhsal bir hâl değildir, maddî bir varlıktır ve birçok cepheden tahkim edilmiştir.

ABD, altın karşılığı olmadan dolar basma işini, Vietnam savaşı boyunca ayyuka çıkarttı ve kendi içlerinde G7 ülkeleri bu sürece çeşitli itirazlarını dile getirdiler. 1971-73 krizi, karşılıksız dolar basma sürecini, Nixon’un ağzından itiraf edilmesine şahitlik etti. Ve ABD, yeni bir hegemonik atakla, petro-dolar sistemini devreye soktu, böylece aslında sıradan kâğıt hâline gelmesi gereken dolar, yeniden güç kazandı. Ortadoğu’daki petrol ticareti, olduğu gibi dolara bağlandı ve dolar cinsinden gelirler ABD bankalarında tutulmaya zorlandı. Sanırım, Katar, tam da bu dönemde, İngiliz sömürgesi olmaktan, ABD denetiminde “bağımsız” bir petrol kuyusuna çevrildi. Ortadoğu’daki bazı ülkeler, “petrol kuyusu” statüsünde ele alınmalıdır.

Demek ki, (1) aslında ABD hegemonyası ekonomik olarak çok daha eskiden çözülmeye başladı. Ve (2) hegemonyanın, verili emperyalist örgütlenme içinde ekonomik olarak çözülmesi, tek başına yeterli değildir. Siyasal olarak da çözülmesi gereklidir.

Hegemonya, komünizme karşı savaş örgütlenmesine dayalı idi. Biz bunu, tıpkı Güney Kore’dekiler gibi yakinen biliriz. Her iki ülke de, komünizme karşı mücadelede, ileri birer karakol olarak organize edilmiştir. Komünizme karşı savaş, ABD’nin diğer emperyalist-kapitalist dünyada hegemonyasını istediği gibi arsızca kullanmasına olanak veren bir araç idi de.

SSCB çözülünce, elbette, tüm emperyalistler kutlamalara giriştiler. Bu konuda ortak duygular içindeydiler. Ama aynı zamanda, ekonomik olarak ABD ekonomisini zorlayan diğer 4 emperyalist güç, ABD kontrolünden kurtulmaya çalışıyordu ve ekonomik savaş ortaya çıkmaya başlamıştı. Ekonomik savaş, 1990’ların ortasında ve 2000’li yılların başında çok açık olarak ortaya çıkmıştı. Birçok şirket karşılıklı olarak cezalandırılmaktaydı. Elbette bu ekonomik savaş (tekelci rekabet, bu durumda bir savaşa dönüşür), salt ekonomik alanda kalamazdı. Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa, ABD kontrolünden kurtulmak için, bazı askerî üsleri bile kapatmaya başlamıştı. Almanya’daki üs sayısı, 80’li rakamlardan 32 adete kadar inmişti. Japonya’da bazı üslerin kapatılması için, gösteriler ortaya çıktığında, bugün ABD emrinde çalışan Japon devleti, bu gösterilere sert müdahalelerde bulunmuyordu.

ABD, bu süreci elbette biliyordu.

ABD, 1990’lı yıllarda, dünya imparatorluğu için, bazı askerî operasyonlara başladı. Savaş politikaları devreye sokuldu. Irak, Afganistan savaşları hatırlanmalıdır. ABD, bu yolla, emperyalist rakiplerinin önünü kesmeye, askerî gücünü devreye sokarak kontrolünü sürdürmeye çalışıyordu. Rakiplerinin önünü hızla kesmeye hevesli idi. Ama bu savaş politikaları tutmuyordu.

Bu sefer, radikal İslam, ABD eli ile anti-komünist mücadelenin paramiliter güçleri olarak organize edilmiş bazı güçler, Batı dünyasını ABD hegemonyasına ikna etmek için tehdit olarak sahaya sürüldü. Avrupa’da patlayan bombalar hatırlardadır.

Yugoslavya paylaşılırken, hepsi bir parça alabilmişti. Ama Doğu Avrupa’da ABD’den çok Almanya öne çıkıyordu. Afganistan ve Irak savaşları ise buna son verdi. Ama buna rağmen, ABD istediğini elde edemedi. Libya, yeniden Yugoslavya tarzında ortak paylaşma savaşı olarak devreye sokuldu. Bu, tüm Batı’ya bir çeşit taviz vermek idi. Böylece onlar, bu savaş politikalarında ABD ataklarına sessiz kalmaya devam edecekti.

Ve ardından savaş bir level daha yükseltildi. Suriye savaşı başladı. Artık ortaya bir plan konulmuştu. Suriye savaşı bunun kanıtıdır. Çin ve Rusya’nın sömürgeleştirilmesi, paylaşılması hedefi ile Batı ABD politikalarına yeniden ilgi göstermeye başladı. Suriye savaşı, süreci tamamlamaya yetmedi. Ama Ukrayna savaşı, Avrupa’nın ABD’ye teslim olması sonucunu, hemen ilk aylarında verdi.

Ukrayna savaşının en belirgin sonucu, Avrupa’nın ABD’ye teslim olması, Almanya en tipik örnek olarak Almanya’nın ve tüm Avrupa’nın iradesini kaybetmesidir.

Suriye ve Ukrayna savaşı sonrasında, beş emperyalist güç arasındaki savaş, geri çekilmiş oldu ve savaş Rusya ve Çin’e karşı, bu iki büyük gücü sömürgeleştirme amaçlı savaşa dönüştü. Böylece iki cephe oluşmaya başlamış oldu. Batı ve Rusya-Çin çevresi. Batı, aslında kendi içindeki çatışmaları, paylaşım savaşımını ancak kontrollü bir biçimde geri çekmiştir. Yoksa savaşın bu yönü ortadan kalkmış değildir.

İşte, bundan 20 yıl önce biz Kaldıraç Hareketi olarak emperyalist paylaşım savaşımından söz ederken var olan durum, şimdi bambaşka bir şekle bürünmüş durumdadır.

Hâlâ birçokları, bize, “savaş çıkmaz” diye inanmak istedikleri şeyi sunmaktadır. Sanki onlar böyle derse, yani “iyi düşünürlerse”, iyi şeyler olur ve dünya savaşı çıkmaz.

Oysa savaş var. Sizin evinize bombalar düşmüyor diye, sizin çocuklarınızın cesetleri gelmiyor diye savaş yok diyemezsiniz. O durumda bu var olan savaşı nasıl tarif edeceksiniz? Yoksa bu “çıldırmış adam”ların işi midir?

Bugün, dünyada birçok yerde kapsamlı savaşlar var. Ukrayna, Ortadoğu, Çin çevresi, Avrupa’nın içi savaş arenası hâline gelmiştir, gelmektedir. Ve nükleer savaş tehdidi, sanıldığı gibi sıradan bir durum değildir. Uzun bir süredir, seyreltilmiş uranyum kullanılmaktadır. Bu aslında küçük çaplı nükleer savaş da demektir.

İşte bu noktada bir soru ortaya çıkıyor: Bize savaş çıkmaz, çıkarsa dünya yok olur, bu emperyalist efendiler de akıllı adamlardır, bu kadar da kötü değildirler vb. diyenler, acaba neyi göremiyorlar? Gel ki, görmek istemeyen gözden daha körü yoktur. Ama biz yine de sorumuza dönelim.

Göremedikleri şey, kapitalizmin ne olduğu ya da emperyalist egemenliğin ne anlama geldiği ya da tekelci hâkimiyetin ne anlama geldiğidir. Sanki, savaş “mantıksız” insanların işidir, diye düşünüyorlar.

Biz devrimciler, hemen hemen her birimiz, sık sık şu soru ile karşı karşıya kalırız: Bu kapitalistler, gece gündüz yeseler dahi bitiremeyecek bir servete sahip oldukları hâlde, neden daha çok ve daha çok kazanmak istiyorlar? Soru anlamlıdır. Ama soru bize kapitalist denilen şeyi anlamadıklarını göstermektedir. Sanki, kapitalist bizim gibi insandır, diye düşünürler. Madem çorba yiyeceğiz, madem köfte yiyeceğiz vb. o hâlde bu açgözlülük nedir? Bunlar soruyu soranın kendi hâlini yansıtmaktadır. Oysa kapitalist, insan değildir, insan hâline girmiş sermayedir. Ve sermaye, karakteri gereği büyümek, kendini çoğaltmak, artı-değer yaratmak zorundadır. Sermayenin doğası budur. Sermayenin kendini büyütmesi, artı-değer yaratması, işçilerin sömürülmesi ile mümkündür. Yani işçi sınıfının sömürüsü yoksa, kapitalist ya da sermaye de yoktur. Bunu anlamadık mı, neden bu kapitalistlerin asla yetinmediklerini anlayamayız. Değil mi ki kefenin cebi yok ve öbür tarafta para işe yaramıyor. Ama zaten onlar öbür dünya için yaşamıyorlar, cenneti bu dünyada kurdukları için, işçi sınıfına, toplumun çoğunluğuna cennet vaatleri için öbür dünyayı hatırlatıyorlar. Ve milyonlarca insan, öbür dünyada cenneti bulmak için, bu dünyada cehennemi yaşamayı kabul eder hâlde yaşamaktadır.

Aynı biçimde, tekelci hâkimiyet, tekelci egemenlik, kapitalist emperyalizm anlaşılmadığı için, savaş, “mantık”sız bulunuyor. Çocukça bir düşünüş tarzıdır ve ancak Anadolu irfanında, iki insan ilişkisi için düşünülebilecek olumlu düşün yaklaşımının kalkıp da emperyalist sistem ve savaş meselesine uygulanması mümkün olabilmektedir. Çocukçadır, eğer bilerek kafa karıştırılmak istenmiyorsa.

Tekel, bilindiği gibi pazarın kontrolüne dayanır. Pazarın kontrolü, öyle masum bir iş değildir. Mesela tekeller yoksa mafya yoktur. Mafyayı doğuran tekellerdir, tekelci egemenliktir. Aynı biçimde modern medyayı yaratan tekelci çağdır, tekelci hâkimiyettir. O modern medya, emperyalist ideolojinin ana üretim kaynaklarından biri hâline gelmiştir ve çok gelişmiş bir toplumsal manipülasyon aracıdır. Tekellerin pazarı kontrolü denilen şey anlaşılmadan, ideolojik ve kültürel hegemonya ya da cep telefonları ile insanların her açıdan kontrolünün yapılması anlaşılamaz. Telefonların, internetin işlevi, insanların birbiri ile iletişim kurmasının kolaylaştırılması değildir. Tersine, bu iletişimin tüm kontrolünün tekellerin denetimi altında yapılması içindir.

Tekel olmadan, emperyalizm, yani kapitalist sistemdeki emperyalizm olmaz. Feodal dönemdeki sömürgecilikten farklıdır kapitalist dönemdeki sömürgecilik. Elbette her ikisi de sömürgeciliktir.

Tekel aynı zamanda silahlı mafya örgütlenmesidir.

Tekel aynı zamanda korkunç boyutlarda kara para sistemi demektir.

Tekel aynı zamanda hâkimiyet ve kontrol demektir.

Tekel aynı zamanda kitlesel üretim ve tüketim toplumu demektir.

Yani aynı zamanda modern medya sistemi demektir. Modern medya, sadece basını, sadece TV kanallarını, sadece sosyal medyayı içermez, aynı zamanda devasa boyutlardaki oyun, eğlence ve reklam sektörünü içerir. Ve bu alanın kendisi de tekelci karakterdedir. Google, bu nedenle herkesi izler ve bu, dünya çapında kapitalist devletin tekelci polis devleti hâline gelmesi de demektir. Burada “tekelci”, burjuvazinin tümünü temsil eden tekelleri, “polis” ise bu modern denetim araçlarını ve devletin iç savaşa göre örgütlenmesini ifade etmektedir. Bizim vurgumuzla tekelci polis devleti, modern kapitalizmde, tekeller çağında burjuva demokrasisidir ve bu devlet, faşizmin dişlilerini içermiştir. Sadece Nazilerin metotlarını almamıştır. Ukrayna ve Suriye savaşında ortaya çıktığı gibi, Neonazi çeteleri, barış zamanında da beslemektedir. Almanya, Fransa, Japonya, İngiltere ve ABD’de de bunu, bu Neonazi paramiliter örgütlenmeleri görmemek körlük değilse, bilinçli bir manipülasyondur.

İç savaş örgütlenmesi budur. Olağanüstü devlet örgütlenmesinin bir bölümü, bu devlette, olağan hâle getirilmiştir. Artık ipsiz sapsız çeteleri paramiliter gruplar olarak örgütlemek için, olağanüstü koşulları beklemezler. Tüm NATO üyesi ülkelerdeki Gladio benzeri örgütlenmeler bu değil midir? Batı kapitalist dünyasında bu örgütlenmeler, bugün su üstüne çıkmaktadır. Buna bakarak, aslında orada “demokrasi”nin ortadan kalktığını söylemek, eksik söylemektir. Çünkü bu örgütlenme, Batı sisteminin tümünde vardır, dün de vardı. Sömürge ülkelerde bu sistem, zaten sömürgeci devletin uzantısı olarak vardır. Yani, daha katmerlidir ve sömürge devlet, emperyalist egemenlik karşısında bir bağımsız varlık değildir.

Emperyalizm sömürgesiz var olamaz. SSCB çözüldüğünde, birçok tanınmış “aklıevvel”, işçi sınıfı bitti demeden önce, “emperyalizm sömürgesiz var olabilir mi” diye sormaktaydı. Baştan aşağıya emperyalizmi aklama girişimidir. Gorbaçov, bu sözcükleri kullanıyordu ve sözüm ona “olumlu” düşünen adam rolündeydi. Oysa açıktır ki bu, emperyalist hegemonyayı aklama girişimidir.

Emperyalist denilen ülke, sömürgesiz var olamaz. Bunu bilmek gerekir. Emperyalist güç, sömürgeleri üzerinde kurduğu tahakküm ile emperyalisttir. Eğer sömürgeleri yoksa, bu ülkelerin emperyalist olmasının ne anlamı vardır? Kestirmeden söyleyin baylar, “emperyalizm yoktur” deyin ve bitsin. Maskeler insin.

Sömürge politikası, çağımızda ille de işgale dayanmak zorunda değildir. Ama zor, her zaman devrededir. Salt ekonomik diye bir şey yoktur, var olamaz. Biz, ekonomik, siyasal ve askerî yönleri, aslında anlatabilmek, anlayabilmek için birbirinden ayırırız. Yoksa bunlar her zaman birbirinin biraz olsun içindedir.

Ekonomik çıkarların yoğunlaşmış ifadesi siyasettir. Politika, siyaset dediğimiz şey budur. Elbette, egemen sınıflar, siyasal politikalarını en başta kendi devletleri ile ortaya koyarlar. Bu nedenle de, aslında kendi ekonomik çıkarlarını, bir avuç tekelin ekonomik çıkarlarını, “ulusal ekonomik çıkarlar” olarak ifade ederler.

Nasıl ki devleti, herkesin ortak devleti , “devlet baba” gibi sunuyorlarsa, egemenliklerini “ulusal egemenlik” olarak ifade ediyorlarsa, ekonomik çıkarlarını da, “ulusal ekonomik çıkarlar” olarak ifade ederler. Bu çıkarlar, hiçbir düzeyde, halkın, işçi sınıfının çıkarları değildir. Tersine, onların sömürülmesine dayalı çıkarlardır.

Türkiye’nin ekonomik çıkarları, işçi sınıfının ekonomik olarak sömürülmesi, halkın boğazlanması demektir. Birçok “uzman”, adına ister solcu desin ister sosyal demokrat, ister demokrat, ister cumhuriyetçi, isterse ulusalcı vb. desin, eğer ulusal ekonomik çıkarlardan konuşmaya başlamış ise, gerçekte, egemenin ekonomik çıkarlarını, bilerek ya da bilmeyerek gizlemek için yola çıkmış demektir.

Türkiye’nin Kıbrıs’taki ekonomik çıkarları, Türkiye’nin Suriye’deki ekonomik çıkarları diye bir şey yoktur. Bu, tekellerin, emperyalist efendilere bağlı tekelci sermayenin çıkarlarının, örtülü tarzda ifade edilmesi demektir. Ancak bu anlamda kullanılabilir. Yoksa Türkiye’de yaşayan işçi ve emekçilerin çıkarlarını kastetmiyorlar.

Örneğin, bugün bir insan özgürlükten söz ediyorsa, şu soru ortaya konulmalıdır: Kimin özgürlüğünden söz ediyoruz? Mesela zenginlerin, para babalarının yağmalama özgürlüğünden mi söz ediyoruz? Mesela kapitalistlerin sömürü sistemini sürekli kılma özgürlüğünden mi söz ediyoruz? İşçilere bu özgürlükte düşen şey, açlık, işsizlik, daha ağır çalışma ve yaşam koşulları vb.dir. Kadınlara düşen öldürülmektir. Bu nedenle kadın cinayetleri, sistemin yarattığı politik cinayetlerdir.

Öyle sınıfsal bağlamından kelimeleri “arındırarak” analizler yapmak, sanıldığı gibi masumane bir çaba değildir ve doğrusu bunu yapanlar, sürekli iyi para kazanırlar. Nedeni egemen sınıfın bu konudaki teşvikidir. Hatta bunu edebiyatta, sanatta da görebilirsiniz. Bize roman diye sürekli mistik metaforların alt alta dizilerek dayatılması, bu işin bir parçasıdır. Tüm bunlar, işçi sınıfının, halkların aklını karıştırmak içindir.

Ekonomik çıkarların yoğunlaşmış hâli politikadır, siyasettir.

Siyasal çıkarların yoğunlaşmış ve silahlarla sürdürülme hâli de savaştır.

Emperyalizm savaşsız var olamaz.

Eğer öyle olsa idi, egemen sınıf, sömürü sistemini sürdürebilmek için baskı ve şiddete, yani devlete ihtiyaç duymazdı. Bir avuç kapitalistin, toplumun çok büyük çoğunluğunu yönetebilmesi, savaşın başka bir biçimi değil midir?

Egemen, kendisi suç işliyorsa bunun adı “hukuk” olmaktadır.

Ama işçi sınıfı ayağa kalktığında, hukukun dışına çıkmış, terörist olarak adlandırılmaktadır.

Hırsızlık hukuk demektir. Ama ekmek çalmak, hukuksuzluktur.

Kadının köleliği hukuk demektir ama köleliğe karşı çıkması, isyan olarak değerlendirilmektedir.

Tüm bunları yaparken devlet, egemenin siyasal aracı olarak, aslında topluma karşı, örtülü veya açık bir savaş yürütmektedir.

Devlet cinayet işlediğinde hukuktur ama devlete karşı isyan terörist faaliyet olarak ele alınmaktadır. Sizce bu savaş değil midir?

Gelelim emperyalist egemenlere.

Emperyalist egemenler, tekeller aracılığı ile ülkeleri sömürge ülkeler hâline getirmektedir. Bu, salt ekonomik bir faaliyet değildir. Bu aynı zamanda kültürel bir faaliyettir, aynı zamanda siyasal bir faaliyettir ve aynı zamanda askerî bir faaliyet demektir. Hele bir sömürge ülkedeki işçi ve emekçiler, halklar silaha sarılmaya görsün, o zaman savaşın kendisi kimsenin tarifine ihtiyaç duymadan ortaya çıkar.

Diyelim ki Hatay’da deprem sonrasında ortaya konan devlet pratiği, tekellerin yağmasını korumak içindir ve bu silahlı güçlerle, yasalarla, mahkemelerle, basınla vb. korunmaktadır. Yoksa halk için bir şey yapılmamaktadır.

Bugün, NATO denilen örgüt, bir savaş örgütüdür. Kime karşı savaş yürütmektedir? Görüyoruz, Yugoslavya’yı hatırlayalım, dağıtılmıştır, paylaşılmıştır. Topraklarında ABD üsleri, boşuna mı vardır? Bu ABD üsleri, oradaki halkı mı korumaktadır? Üslerin olduğu ülkelerdeki halka anlatılan budur. Oysa hiçbir emperyalist güç, tarihte hiçbir zaman bir halk için bir şey yapmamıştır, yapmaz. Buna, sömürgeleştirmeye, özgürlük demişlerdir. Afganistan’ı alın, Irak’ı alın. Yakınımızdadır, Saddam kendi adamlarıydı ve sonunda 1 milyon çocuk ölmüş veya sakat bırakılmıştır. Acaba, camilerde ABD askerleri neler yapmıştır? Kaç Iraklı kadın, işgal nedeni ile tecavüze uğramıştır? Libya’yı unutmayın. Suriye’yi de. Irak’a demokrasi götürdüler. Hiç şüphemiz yoktur. Onların demokrasi dediği budur. Ve demokrasi denildi mi, sormalıyız; kimin için demokrasi? Tekeller için dünya gayet demokratik bir yerdir. Onlar özgürdürler, çünkü egemendirler. Doğayı yağmalamakta özgürdürler, insanı kirletmekte, insanı köleleştirmekte, sömürmekte özgürdürler, her türlü faaliyetlerini özgürce yaparlar.

ABD hegemonyasını ele aldığımızda, aynı şeyi düşünmek gerekir.

Egemen, kendi egemenliğini gönüllü olarak, rıza ile devretmez. Bunun örneği yoktur. Dünya işçi sınıfı, dünyanın çok büyük kesiminde sömürüyü ortadan kaldırdığında, eğer varsa güçsüz bir kapitalist ülke, dünyanın çoğunun sosyalist olduğu bir dünyada, büyük çaplı savaş olmadan devrilebilir. Buna da zor olmadan bir devrim denilemez.

ABD hegemonyasının aşınması, bu hegemonyanın kendiliğinden ortadan kalkacağı hayalini beslememize neden olmamalıdır.

Ukrayna’da, Çin çevresinde, Ortadoğu’da ortaya konan savaş pratiği, hiç de savaştan kaçınma politikası değildir.

Filistin soykırımı, tüm dünyanın gözleri önünde yaşanmaktadır. Kürt halkına karşı katliam politikaları dünyanın gözü önünde yaşanmaktadır. Tüm dünyada işçi sınıfının yaşam koşulları bellidir. Ve bunlar ortada iken, savaş olmaz diye “iyi niyeti” aşan bir propaganda emperyalist amaçlara hizmet etmektedir.

NATO, ABD ve İngiltere önde olmak koşulu ile, Fransa, Almanya ve Japonya devrede olmak koşulu ile, Ukrayna’da, nükleer provokasyonlar organize etmekten geri durmamaktadır. Nükleer santrali ele geçirme planları, tam da budur. Ve burada, aslında savaş konusunda bir temkinliliğe ait hiçbir şey yoktur. Tersine Rusya ve Çin, savaşı bir yerde durdurma isteğindedir. Kovboy gelmiş ve komşunuzun ırzına geçmek istemektedir ve siz korkudan ya da kovboydan yana olduğunuzdan, yahu komşu direnme, yapsın da bu savaş bitsin diye propaganda yapmaktasınız. Gerçekten böyle mi gelir barış? Rusya ve Çin’e karşı yürütülen propaganda tam da böyledir. Irak’a karşı savaşı, aynı nedenlerle, daha kolayca destekleyenlerin, sonradan ABD adına neler yaptıklarını hatırlıyoruz. Irak kolay lokma idi. Savaşı ABD’nin askerî olarak kazanacağı açık idi ve bu koşullarda ABD saldırısına karşı çıkmak, bu beylere, çok ama çok riskli görünüyordu. Onlar da ABD safında saf tutmuşlardı.

Savaş, emperyalist dünyanın doğal politikasıdır. Yani, savaş, emperyalist egemenliğin bir gereğidir. Yoksa emperyalizmin savaşsız da olabileceği hayali, tecavüzcüden tatmin olacağını ummakla ilgilidir ve bunda artık “iyi niyet” aranamaz. Bu çocukluğu aşan bir tutumdur, emperyalistlerden yana tutum almakla aynıdır. Bu, İsrail’in, Filistin halkını tümden yok etmesi sonucunda “barışın” geleceğini savunmakla aynı anlamdadır. İsrail’in saldırıları bitsin, nasıl, tüm Filistinliler öldürülsün. Bunu savunuyorlar.

Emperyalist egemenlik, ekonomik, siyasal, hattâ kültürel, ideolojik ve savaş politikalarına bağlı olarak ayakta durmaktadır. Zira savaş, ekonomik ve siyasal mücadelenin silahlarla sürdürülmesidir. Efendilerin, egemenlerin varlıkları, kendilerine yetmiyor. Çünkü kapitalist, bir insan değildir, sermayenin insan hâline girmiş şeklidir. Emperyalistler için, hiçbir zaman durmak yoktur. Savaş politikaları geçici değildir.

Emperyalizm, savaşsız var olamaz.

Emperyalist egemenlik, dünyanın genişlemesine ve derinlemesine sömürülmesini gerektirir.

ABD ya da Batı emperyalizmi, dünyayı yeni bir savaşın içine sokmuştur ve bu savaş, emperyalist egemenlik bir sosyalist devrim dalgası ile yıkılana kadar sürecektir. Gerçekten barış isteyen varsa, emperyalizme karşı, kendi ülkesindeki egemene karşı, her yol ve araçla savaşmak zorundadır. Bu nedenle barış cephesi, aynı zamanda sosyalist devrim cephesidir. Ve sosyalist devrim, işçi sınıfının ayağa kalkması ile gerçekleşecektir.

Savaşın genişlediği, yayıldığı, derinlik kazandığı görülmektedir.

Ortadoğu’da olan budur.

Ukrayna’da olan budur.

Tayvan’da olan budur.

Ve yakında Avrupa’nın merkezlerinde olacak olan da budur. Bu nedenle Avrupa’da şu ya da bu yolla savaşa karşı protesto gösterileri yapanlar, karşılarında kendi devletlerini bulmaktadırlar. Bu zaten savaşın açık ifadesidir.

Her savaş, nihayetinde bir iç savaştır. Kiminde daha açık, kiminde daha örtülü şekilde. Ama eninde sonunda bu iç savaş kendini gösterecektir.

Bu savaşın her cephesinde ABD emperyalizmi, Batı emperyalizmi, NATO devrededir. Yakın dönemde yaşanan tüm savaşlarda ABD’nin ve NATO’nun var olması, rastlantı değildir. Dünyanın her yerinde savaşı kundaklayan ABD ve Batı’yı görmeden, NATO’yu görmeden, savaş konusunda konuşmak, barış dileklerini dile getirmek, dolaylı yoldan emperyalist efendilere hizmet etmek demektir.

“Ben demokrasiyi, Batı değerlerini savunuyorum, bunun bedeli NATO’ya evet demek ise, evet” diyen aydın bozması kişiler, aslında NATO’nun ne olduğundan ya haberdar değildirler ya da NATO tedrisatından geçmiş kişilerdir. Bizim ülkemizde, dünyayı boş verin, NATO’nun içinde yer almadığı katliam veya darbe yoktur. 1 Mayıs katliamı, Maraş, Çorum, Sivas vb. hepsi NATO üyesi olan Türkiye’de gerçekleşmiştir. Saymakla bitmez. Bunlar mı sizin demokrasi dediğiniz? Bu mudur medeniyet, bu mudur insanlık değerleri? Sizin savunduğunuz şeyin içinde işçi sınıfının, kadınların, gençlerin geleceği nerededir?

Bugün dünyanın hemen her yerinde yükselmekte olan direniş, gerçekte, savaşa karşı en önemli güçtür. Dünya proletaryası, henüz ayağa kalkmış değildir. Ama dünya işçi sınıfının ayağa kalkması dışında hiçbir yolla, savaş önlenemez. Emperyalist egemenlik yıkılmadıkça savaş durmayacaktır. ABD’nin, Avrupa’nın, emperyalist metropollerin işçi sınıfı sahneye çıkmak zorundadır. Ve gelecek, onların, dünya proletaryasının ellerinde şekillenecektir.

Nâzım şöyle diyor:

“Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz

ya dünyamıza inecek ölüm”

İnsanın insan tarafından sömürülmesine son vermek, aynı zamanda insanın doğa ile (ve elbette doğanın kendi bilincine varmış hâli olarak da insanın kendi kendisi ile) yeniden ve bir üst düzeyde barışması da demektir.

Dünya işçi sınıfının marşı olan “Enternasyonal”de şöyle der: Bu kan denizinin ufkundan kızıl bir güneş doğacak.

Dünyanın bütün işçileri, devrim ve komünizm bayrağı altında birleşin!

ABD’nin savaşı yayma hamlesi ve suikastlar

Biliyoruz; ABD hegemonyası çözülüyor. Bugün, bu kabul ediliyor. En azından yaygınca. Ve bu yeni değildir. Sweezy ve Baran, daha 1970’lere gelmeden, ekonomik olarak ABD hegemonyasının sonunun göründüğünü yazmışlardı. ABD, karşılıksız para basarak, Vietnam savaşını finanse etmişti. Ama dahası var, 1971 krizini, doların egemenliğini pekiştirecek bir yolla, petro-dolar denilen sistemle atlatmıştı. Tüm Ortadoğu petrollerinin dolarla satılması ve satış paralarının dolar cinsinden ABD bankalarında tutulması, hem banka sermayesinin krizden büyüyerek çıkmasına olanak sağlamıştı, hem de dünya ekonomisinin para biriminin dolar olmasını daha da pekiştirmişti.

Ve elbette bu ABD’nin askerî gücü ve kontrolünün ifadesi demek olan NATO ile sağlanmaktaydı.

ABD hegemonyası, başlangıçta daha çok ekonomik üstünlüğe vb. dayanırken, sürdürülmesi, 1950’lerden sonra, özellikle 1970’lerden sonra, daha çok askerî üstünlüğe ve Batı emperyalist örgütlenmesindeki siyasi hegemonyasına dayanıyordu.

Bu süreç, bu hegemonya çözülmektedir. Ve giderek daha fazla, ABD, bu çözülüşü durdurmak için, daha fazla askerî güce başvurmaktadır. Batı cephesindeki rakipleri olan, Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa karşısında, açık bir askerî üstünlüğe sahiptir. Ve Almanya ve Japonya karşısında askerî üstünlük, zaten II. Dünya Savaşı sonrasında bu iki ülkenin askerî sanayi ve ordu konusundaki sınırlamalar nedeni ile çok da büyük bir incelemeyi gerektirmez. Yani açıktır. Konuşulmasına gerek yoktur. Bu ikisinin anayasasını ABD, daha çok da Pentagon yazmıştır. Onun için tartışılmasına bile gerek yok. Fransa ve İngiltere karşısındaki askerî üstünlüğü de daha açıktır.

ABD, birçok manevra ile, bu diğer emperyalist rakipleri karşısında konumunu korumak ve güçlendirmek için hareket etti. SSCB yoktu, Çin bugünkü gibi kendi ürünleri ve markaları ile dünya pazarında yoktu. Çin, daha çok dünyanın fabrikası rolünde gibiydi. Ve SSCB dağıldıktan sonra, ABD için Rusya’yı aşağılamanın her yolu devreye sokulmuştu. Yani, bu konuda önü açık gibiydi ve onlar da böyle değerlendirdiler ve “ABD’nin dış politikaya ihtiyacı olmadığına” karar verdiler. Elbette bu, tüm dünya bizim, demenin yolu buydu.

Negri gibi sol görünümlü sermaye hizmetkârları, ABD’nin dünya imparatorluğunu, dünyada barışın sağlanmasının yolu olarak ilan etmekteydiler.

ABD, buna (dış politikaya ihtiyacımız yok, dünya bizim tezine) dayanarak, doğrudan işgal politikalarını devreye soktu. Afganistan işgalini, Irak’ın işgali izledi. Ama bu her iki işgal, 1990’larda ABD’nin dünya hâkimiyetini sağlamaktan çok, hegemonyasının çözülmesini hızlandırdı. Ya da bu çözülmeyi durduramadı. Çünkü hegemonyaya itiraz ve buna bağlı olarak dünyanın yeniden paylaşılması talebi, aslında diğer dört emperyalist Batı gücünden gelmekteydi. Rusya ve Çin, ne yazık ki, o dönemler, G7’ye eklenmek, emperyalist efendilerin masasından yer istemekle, yer ummakla meşguldüler. Bu nedenle, Afganistan ve Irak işgalleri, aslında Batı cephesi üzerinden tüm dünyaya “ben imparatorum ve tek merkezim” demek için iş görecekti.

Öyle olmadı. Askerî zaferlere rağmen, çözülüş durmadı ve ABD, hem Japonya’da hem de Avrupa’da askerî üslerini kapatmak zorunda kalmaya başladı. Libya savaşı, bazı Batı ülkelerine bir pasta uzatarak, onları tekrar yanına çekme girişimi idi. O dönemler, ABD ve Avrupa, karşılıklı olarak, kendi tekellerinin yararına uygulamalar geliştirmekle meşguldüler.

Libya “yem”ini alan Batı, biraz olsun gevşemişti ve ABD, hemen Suriye’ye karşı operasyona başladı. Ama bu operasyon, Rusya’nın sahaya inmesine yol açtı. Demek Rusya için, efendilerin masasından yer almak sürecinin imkânsızlığı ortaya çıkmıştı. Çin ise, bu yıllarda, açıktan kendi markaları ile pazara girmişti bile. Ve Rusya ve Çin’in, aslında başka bir planı da olduğu, tek plan yapanın ABD olmadığı da ortaya çıkmaya başladı.

ABD, Suriye savaşında, Afganistan ve Irak’ta olduğundan farklı olarak askerî yenilgi aldı. ABD, Afganistan ve Irak’ta askerî zaferine rağmen, irtifa kaybetmeye devam etmişti. Ama Suriye sahasında bir askerî yenilgi ortaya çıktı. Ve elbette bu askerî yenilgiyi de kabul etmedi. Suriye savaşında bu durumun ortaya çıkmasının hemen ardından, Ukrayna’da darbe ile Neonazi yönetimini kurdu. Ukrayna’daki Neonazi iktidarı, 2014’te kuruldu. Ve her türlü katliam politikası sahaya sürüldü. Ukrayna eli ile, oluşturulan kukla rejim ile, Rusya’ya karşı yıpratma savaşını geliştirdi. Ve bu savaşı durdurmak için Rusya açıktan devreye girince, bağımsızlığını ilan eden Donetsk ve Luhansk’ı tanıdı. Bu durum, Batı emperyalist güçlerinin ABD safında, iradelerini ABD’ye teslim ederek yer almasına evrildi. ABD, Ukrayna üzerinden ilk zaferini Ukrayna sahasında değil, Avrupa sahasında kazandı. Almanya ve Fransa’nın iradeleri kırıldı. İngiltere, başlatmış olduğu “the great reset” tartışmalarını geriye itti. The great reset, ABD hegemonyasının ifadesi demek olan, Batı egemenliğinin ifadesi demek olan eski dünya düzeninin ortadan kaldırılarak, yeniden organize edilmesi demek oluyordu. Bu da, IMF, Dünya Bankası, ABD Doları’nın egemenliği demek olan Bretton Woods anlaşması ve NATO gibi organizasyonlarda ifade edilen ABD hegemonyasının bitmesi demekti. Talep buydu. Ve İngiltere’nin bu talebi de artık dile getirilmez oldu. Elbette, ABD ve diğer dört emperyalist güç arasında çelişkiler ortadan kalkmadı. Bunlar hâlâ sürmektedir ama ABD, tüm bu güçleri kendi kontrolüne almayı başardı. Bu elbette çelişkili bir birlikteliktir. Ama zaten kurtlar gibi, emperyalist güçler de hep çelişkili birliktelikler kurarlar.

ABD bunu başarmak için, masaya, Çin ve Rusya tehdidini koydu. Çin, ekonomik olarak tüm Batı emperyalistleri için tehdit olarak ilan edildi. Almanya’nın yeni şansölyesi, bunu açıkça ifade etti: Biz Avrupa olarak Rusya’ya karşı durmalıyız ki, ABD de Çin’i yenebilsin, dedi. Rusya’ya karşı AB’nin ve tüm Batı cephesinin “birleştirilmesi”, aslında Çin’e karşı savaşın da bir parçasıdır. Bunu, Rusya ve Çin’in okuyamaması düşünülemez.

2008’de açık olarak Rusya tarafından ilan edilen, ABD Doları’nın hegemonyasına son verilmesi planı, başka organizasyonlara evrildi. Şangay İşbirliği Örgütü ve BRICS aslında bunun açık ifadesidir ve Batı cephesi bu konuda çok büyük yaralar almıştır. Elbette, bunlar birer askerî organizasyon değildir. Ama Rusya ve Çin’in sömürgeleştirilmesi ve paylaşılması hedefine karşı açık ve kapsamlı bir direnişinin kanıtlarıdır ve bunun kapsamlı bir karşı-atak olduğunu gösterir.

İşte bu tablo, ABD’nin zaten çok da iyi bildiği savaş politikalarını daha da geliştirmesi politikalarını domine etmesi de demektir.

ABD, bugün, Ukrayna’da da askerî yenilgi almıştır. Suriye yenilgisinin üstüne binen bu yenilginin sonuçları da yaşanacaktır. Ama bu da kabul edilmiş değildir. Yenilgiyi kabul etmek yerine, tüm Neonazi metotlarını sahaya sürmeyi tercih ettikleri ve edecekleri anlaşılıyor.

Bu nedenle ABD, şimdi, savaşı, Çin’e karşı savaşa çevirmek istemektedir. Bu nedenle, Çin’i kuşatmakla meşguldür. Güney Kore, Filipinler, Japonya bu konuda rol almışlardır.

Sadece bununla da yetinmiyor. Aynı zamanda Ortadoğu’da da savaşı geliştirmek ve yaymak istemektedir.

7 Ekim sonrası süreçte İsrail eli ile başlatılan savaş, bugün Filistin halkına karşı bir soykırım olarak sürmektedir. Ve İsrail, İran’a karşı savaşı geliştirmek için, açıktan ABD kongresinde çağrı yapmıştır. ABD parlamentosu, Netanyahu’yu, 57 kere ayakta alkışlamıştır. Netanyahu, açık olarak, hiçbir örtüye başvurmadan, kendilerinin ABD adına İran ile savaştıklarını ilan etmiştir ve bu konuda da destek almıştır.

Tam bu noktada ortaya çıkan suikastlar dikkat çekicidir. Bu beklenen bir şeydir de. İsrail ve gerçekte ABD, İran’a ve onun çevresindeki direniş cephesine dönük suikastları devreye sokmuştur. Bu da yeni değildir.

Dahası bugün, bu suikastlar geliştirilmektedir. Slovakya Cumhurbaşkanı Fico’ya karşı suikast da içindedir, Trump’a karşı suikast da.

Ve nihayet, ABD parlamentosunda aldığı alkışlarla ülkesine dönen Netanyahu, Hizbullah liderlerinden Hacı Muhsin (Fuad Şükür) ve Hamas liderlerinden İsmail Haniye’ye suikast planlarını devreye soktu.

Haniye, açıkça İran içinde öldürüldü.

Böylece bir yandan, ABD, dünyanın her yerinde, suikastları devreye soktu. Böylece, kritik önemdeki kişilere karşı hamleler yapılarak, aslında dünya çapındaki savaşı daha da zorlamaktadır.

Biz buna Üçüncü Dünya Savaşı diyoruz. Ve bu savaş, daha öncekilerden oldukça farklı metotlarla kotarılmaktadır. ABD, bu yolla, aslında ciddi bir biçimde savaş dışında politikalara şans vermeyeceğini ilan etmektedir. Rusya ve Çin’in savaşı önleme planlarının tersine bir tutumdur bu ve ABD karşı cepheyi her açıdan zorlamaktadır.

ABD için savaşın kendi topraklarından uzakta olması, her zaman gözetilen bir nokta olarak dikkat çekmektedir ve ne Rusya ne de Çin, kendi çevrelerinden uzakta bir savaşa hevesli değildirler. Bu durum, Batı ve ABD’yi daha sınır tanımaz hâle getirmekte, cesaretlerini artırmaktadır. Ne de olsa Çin ve Rusya savunma hâlindedirler.

İsrail, ABD adına savaştığını, hiçbir yoruma gerek bırakmadan kendisi ilan etmektedir. Ve İran’a karşı savaş, gerçekte, büyük bir kararlılıkla ortaya konmaktadır. Böylece İran’ın direniş cephesi dediği cephenin yıpratma savaşını önlemek istemektedir. Husilere, Hizbullah’a ve Hamas’a karşı her türlü saldırı devreye sokulmaktadır.

O kadar ki, Dürzîlerin yaşadığı Golan Tepelerindeki bölgeye, İsrail kendi eli ile füzeler atmaktadır. Bölgeyi ziyaret eden İsrail yetkilileri, hiçbir biçimde İsrail vatandaşı olmayı kabul etmeyen Dürzîler tarafından “katil” olarak protesto edilmişlerdir. Buna rağmen İsrail, açıkça Hizbullah’ı suçlamakta ve onlara saldırmaktadır.

Bu bir yandan İsrail’in savaş dışında bir politikasının da kalmadığını ya da buna meyil etmediğini göstermektedir. Diğer yandan ise, ABD’nin savaşı yayma planlarının bir parçasıdır. İsrail halkının protestolarına rağmen Netanyahu, bu politikaları sürdürecektir.

Tam bu noktada, TC devletinin, Saray Rejimi’nin tuhaf açıklamaları ele alınabilir. Erdoğan, Libya ve Karabağ’a girdiğimiz gibi, İsrail’e gireriz, demektedir. Bir yandan, Erdoğan, bu açıklama ile bir itirafta bulunmaktadır. Demek ki, her iki alanda da askerî varlık göstermişlerdir. Azerbaycan bu açıklamayı reddetse de, bu açıklama Saray’dan gelmektedir. Bu nedenle bu açıklama bir itiraftır.

Ama dahası vardır.

TC devleti, ne askerî açıdan, ne de ticari açıdan İsrail ile ilişkilerini kesmemiştir. Yunanistan üzerinden tüm ticaret devam etmektedir. Ve askerî olarak TC devleti ile İsrail birer ortak olarak hareket etmektedir.

İsrail tarafının Türkiye NATO’dan çıkartılsın açıklaması, aslında aynı oyunun bir parçasıdır. Erdoğan, ne zaman yüksek perdeden konuşursa, ardından, tersini yapacak bir pratiği ortaya koyar. Daha doğrusu bu yüksek perdeden açıklamalar, hem var olan pratiği gizlemektedir, hem de yeni pratikte açıklamaların tersine bir yol tutulacağını göstermektedir.

Hatırlanmalıdır; Erdoğan Libya için konuşurken, NATO nire, Libya nire, diye konuşmuştu ve ardından, Türkiye toprakları Libya’ya saldırı üssü hâline getirildi. Bugün, Erdoğan bunu itiraf etmiştir.

Aynı biçimde, bugün “İsrail’e gireriz” açıklaması, hem İsrail ile var olan ticari ve askerî ilişkileri örtmeyi amaçlamaktadır, hem de İran’a karşı savaş planları çerçevesinde, Irak sahasına ABD adına girilmesinin artacağının göstergesidir. Irak’ın İran ile sınır olan ve Kürtlerin yaşadığı coğrafyada TC devleti açıktan yerleşmek istemektedir ve bu plan, ABD planıdır, aynı anlama gelmek üzere, iradesi kalmamış olan AB planıdır da.

TC devleti, Kürt halkına karşı planlanan her türlü soykırım ve katliam planlarına fırsat ortaya çıktığında büyük bir hevesle sarılmaktadır. Bugün, Suriye sahasından, işgal altında tuttuğu topraklardan Irak Kürt bölgesine girilmesi planlanmaktadır. Bu Kürtlere karşı savaş, bu Kerkük-Musul yağması fırsatı ile birlikte, aslında İran’ın kuşatılması planının bir parçasıdır. Bu konuda da İsrail ile, ABD ile birliktedirler.

İsrail’in doğrudan İran ile bir sınırı yoktur. Bu nedenle, İran’a karşı savaş, sadece, ABD desteği ile, İsrail eli ile planlanan bir savaş değildir. Aynı zamanda İran’la yüzlerce yıldır değişmeyen sınırlara sahip olan TC devletinin de savaşa dâhil olması planlanmaktadır. Bu konuda kuzeyden de İran’a müdahale için Kafkaslar karıştırılmaktadır. Erdoğan’ın yüksek perdeden “İsrail’e gireriz” açıklamaları, aslında bu durumu örtmeyi amaçlamaktadır. Girecekseniz, sizi tutan nedir? Filistin halkı mı size engel olmaktadır? Elbette, TC devletinin, “ben de varım” demesi dışında bir anlamı yoktur. Yani, İran’a karşı, Ortadoğu savaşında ben de varım, demektedirler. TC devletinin İran’a karşı savaş karşılığında istediği şey, Kürtlerin katledilmesine olanak ve destek verilmesi ve Kerkük-Musul yağmasına katılma olanağıdır.

Hamas’ın 7 Ekim’de İsrail’e karşı geliştirdiği saldırı ve sonrasında ortaya çıkan durum, TC devletinin İran’a karşı saldırı olanaklarını zora sokmuştur. Bu durum nedeni ile TC devleti zora düşmektedir. Bu nedenle, Suriye’den çekilme planları da dâhil yeni planlar ortaya konulmaktadır.

Suikastlar, elbette, savaşı daha da hızlandıracaktır.

Hizbullah’ın ve İran’ın nasıl bir tepki vereceği bilinmiyor. Ama bir tepki ortaya koyacağı açıktır. Hizbullah’ın, İsrail topraklarını vurma kapasitesi, son aylarda ispatlanmış bir durumdur. Ve bu durum nedeni ile İsrail savaşın İran’a karşı açık bir savaşa dönüşmesini hızlandırmak istemektedir. Ve bu durum, olup olmayacağı bile belli olmayan ABD seçimlerine kadar hayata geçsin istemektedir.

Savaşı yayma planları, muhtemeldir ki, Çin’e karşı da hamlelerle sürecek gibidir. Zira Ukrayna cephesinde ABD her yolu zaten denemektedir. Bundan da geri durmayacaklarını düşünmek gerekir.

Dünya savaşı, nihayetinde daha açık hâle gelmektedir. Ve ABD, bu savaşı, kendi toprakları dışında yürütme isteğindedir. Bu sefer, ilk iki dünya savaşında olduğu gibi, savaşı kendi topraklarından uzakta tutma olanağının olmadığını görmek mümkündür.

Ve elbette, bizim cepheden bakıldığında, bu savaş planlarını önlemenin tek yolunun, yeni bir sosyalist devrim dalgasından geçtiğini söylemek, bunu tekrar vurgulamak önemlidir. Sadece egemenlerin oyunlarına takılıp kalmak ve onları seyretmek, doğru tutum değildir. Doğru tutum, halkların emperyalizme karşı mücadelesi de içinde, işçi sınıfının devrim için ayağa kalkmasını sağlamak, bunu örgütlemektir. Bu kan denizin ufkundan kızıl bir güneş doğacaktır. Bu yıkıntıların içinden, sosyalist bir dünya doğacaktır. Bunun için, dünyanın neresinde olursa olsun, işçi sınıfının, devrimcilerin, silahlarını kendi egemenlerine, dünyadaki tüm egemenlere çevirmesi gerekir.

2024 yazında işçi sınıfının durumu üzerine

1 Mayıs 2011 | Taksim Meydanı

Kaldıraç’ın Ağustos 2024 sayısında, yayınlanan ilk yazıda, başlıkta bir soru var: “Kim kimi ne sanıyor?” Üç sendika konfederasyonu birlikte ortak açıklama yaptılar ve bu evlere şenlik açıklamayı konu alan bir değerlendirmedir.

Üç sendika konfederasyonu!

Dile kolay söylemesi; bunlar koskoca konfederasyonlardır. Kelimenin ağzı dolduruşuna bakın hele, “konfederasyon”lar, ortak açıklama yapacaklar. Demek büyük bir şey olacak gibidir. Öyle sinek vızıltısı değil de sanki bir aslan kükremesi gelecektir. Konfederasyonlar, hem de üç en büyüğü, açıklama yapacaklar!

Ama, bunlar ne kadar konfederasyon olsalar da, adlarında işçi sözcüğü geçse de, işçi sendikası olmaktan o kadar uzaktırlar. Hele ikisi, işçileri, ancak çuvala koymak, aldatmak için hatırlarlar. Ve DİSK de, sertleşen sınıf mücadelesine göre daha işçi sendikacılığına sarılacağına, onlara yakınlaşmayı kendine uygun görmekte gibidir. İstemeyiz elbette, ama 1 Mayıs 2024’te gördüğümüz tam da bu olmuştur ve 1 Mayıs kutlamalarının hemen ardından, Özel ile Erdoğan’ın yumuşama buluşmasının üzerinden 1 ay geçmiş iken, DİSK’in “normalleşme”yi sendikal alanda taşımasını görmüş olduk. Elbette hâlâ sağlam durmanın, hâlâ “normalleşme” adına efendilere boyun eğmemenin bir yolu vardır. İsterlerse, irade gösterirlerse, belki bir adım atabilir ve işçi sendikası olmaya evrilebilirler.

Üç koskoca konfederasyon, imzaladıkları ortak açıklamada, işçi sınıfının hiçbir sorununu dile getirmediler.

Sadece Saray’ın yetkililerine, “biz bu gelmekte olan selin” önünde duramayız, diye seslenecek bir yol buldular. Gelmekte olan sel, yükselecek işçi direnişleridir. Ve bu hem Gezi Direnişi’ni, hem de 15-16 Haziran Direnişi’ni hatırlatmaktadır.

Sınıf savaşımı sertleşecek.

Ve daha şimdiden bu durum, görevi devlet adına sendikacılık yapmak olan sendika mafyasını zora sokmakta, sıkıştırmaktadır.

Sendikalar, işçi sınıfının bir sınıf olarak çıkarlarının temsilcisi olduklarını hep birlikte reddettiler. Sadece sıradan bir “vatandaş” olarak, dertlerini sıralamışlardır. O da, oldukça güçsüz olarak.

Oysa adlarında konfederasyon yazılı bu üç sendika bir araya gelmiş iken, insan, kapitalistleri, devleti sıkıştıracak, zora sokacak, okkalı açıklamalar ve eylem planları bekler.

Boşunadır, beklemeyin. İşçiler, işçi sınıfının eylemlerine bakarak harekete geçme eğilimindeki diğer tüm toplumsal kesimler, artık, birer örgüt olarak bu devlet sendikalarından bir şey beklememelidir.

Elbette, birçok irili ufaklı sendika vardır ve bunlar gerçek işçi sendikalarıdır. Birer işçi sendikası olarak, işçi sınıfının birliğinden yanadırlar ve bunu mücadele birliği olarak düşünmektedirler. Elbette bu sendikalar, işçi sınıfının çıkarlarını açık ve net bir dille savunmaktadırlar. Ama bunlar, küçük sendikalardır, yeterince güçlü değildirler. Buna rağmen, bu sendikaların varlığı çok büyük bir öneme sahiptir.

İşte bu durum, bizi, yeniden işçi sınıfının durumunu ele almaya, bu konudaki belli başlı başlıkları ortaya koymaya zorluyor.

1

Sendikalar, büyük ölçüde işçi sendikası değildir. Bu, 12 Eylül ile oluşturulmuş bir sistemdir ve sendikalar, eskinin sendika bürokratlarından farklı olarak, bugün bir sendika mafyası şeklinde örgütlenmişlerdir.

Saray Rejimi, bu işi daha da ileri taşımıştır. Sendika mafyası, doğrudan siyasal amaçlarla, Saray adına işçi hareketine müdahale etmektedir. Saray adına müdahale etmek, devlet adına müdahale etmek, elbette işveren, kapitalist adına müdahale etmek demektir.

Bunun iki anlamı vardır: İlki, sendikalar büyük ölçüde işçi sınıfını kontrol etme aracıdırlar. Mücadele etme aracı değildirler ve işçilerden uzaktırlar. İşçiler bu durumun farkındadır ve yıllarca bu sendikalarda faaliyet yürütmemektedirler. Bu sendikalar tarafından sürekli ihbar edilmektedirler. Bu nedenle, sendikalaşma da gelişmemektedir. Sadece bu nedenle değilse de, bu durum sendikalaşma eğilimini kıran büyük bir faktördür.

İşçi, gerçekte sendikaların kendini sattığını, haklarını savunmadığını, kendisini ihbar ettiğini vb. biliyor. Bunun defalarca yaşanmış örneği vardır. Ama nasıl ki, her gün fabrikaya, her gün işyerine derisi soyulacak bir koyun gibi başı öne eğik şekilde gidiyorsa, yine başını kaldırmadan, sendikaların büyük çoğunluğunun kendilerini sattığını da biliyor.

İkincisi, devlet tarafından kontrol edilen, sendika mafyası tarafından yönetilen bu sendikalar, işçi sınıfına karşı birer siyasal varlıktırlar. Yani, Türk-İş, Hak-İş vb. birer siyasal örgüttür. Bu sendikalar esas olarak işçi sınıfına karşı, anti-komünist, ırkçı, gerici, neoliberal siyasetin aracılarıdır. Bunlar, öyle masum sendikalar değildirler. Bu nedenle, gerçek anlamda mafyatik bir örgütlenmeleri vardır. Zaten işçiden gelen aidatların üzerine konmak için, öyle sıradan bir sistem yeterli değildir. Hiçbir sendika, mesela her ay, gelir ve gider tablolarını basına vermez. Bunu yapmayan bir sendika, mesela bir belediyedeki yolsuzluğu, bir kamu kurumundaki yolsuzluğu nasıl deşifre edebilir ki? Sendikalar bir yandan devasa şirketler gibidir. Ankara’da Türk-Metal Sendikası’nın merkezini görün, zaten bu durumu anlayacaksınız. İçine hiçbir işçinin girmediği bir holding binasıdır ve içeride MİT’in adamları bile çalışmaktadır. Hem büyük birer holdingdirler, hem de her holdingin mafya bağlantıları gibi mafyatik örgütlenmelere sahiptirler. Bir siyasal parti gibi duran MHP, nasıl ki paramiliter bir örgüttür, bunun sendikalarda da uzantısı vardır. Bu mafyatik örgütlenme, büyük paraların döndüğü sendikada, gerektiğinde sendika yöneticilerini de hizaya getirme işinde kullanılmaktadır.

2

TC devleti, bugün olağanüstü bir devlet örgütlenmesi ile, Saray Rejimi ile yürümektedir. Saray Rejimi’nin bazı ilkeleri, son derece net olarak temsilcilerinin metinlerinde ifade bulmaktadır. TC devleti, açık olarak bir iç savaş mekanizmasının gereğini yerine getirmektedir. “Ya bizden yana tarafsın ya da bertaraf olursun,” tam da bunu ifade etmektedir. İç savaş yaklaşımıdır bu.

Bu topraklarda, yarı açık, bir iç savaş yürümektedir. Kürt halkına, Kürt devrimine karşı yürüyen savaş da bunun bir parçasıdır. Orada bu iç savaş açıktır. Ama Gezi Direnişi’ne kadar Batı’da örtülü olarak yürütülen iç savaş, artık yarı-açık bir hâl almıştır.

Yarı-açık, eğer halk dili ile söyleyecek olursak, “görmek isteyen gözler için” açık demek olur. Bu iç savaşı görmek istemeyen bir sendika uzmanı profesör, elbette devleti karşısına alacak açıklamalardan geri duracaktır. TÜİK yalan mı söylüyor tartışmaları budur. Bir grup akademisyen, tümü ile bilimsel kaygılarla ENAG ile enflasyon açıklamaları yapmaktadır ve başlarına gelenlere bakılırsa, hiç de düşündükleri gibi, gayri siyasi bir iş yapıyor değiller. Ama bizim sendika uzmanlarımız, anlı şanlı profesörlerimiz, ekonomistlerimiz, ENAG’ın rakamlarını değil de, her fırsatta TÜİK rakamlarını kullanmaktan geri durmamaktadır. Oysa iç savaşın yürüdüğü bir toplumda, devlet organları elbette resmî yalanlarını sürdürecektir. Bundan daha “normal” ne olabilir? Ekonomistlerimiz, profesörlerimiz, yüzlerini devlete çevirerek, kelimeleri eğip bükerek konuşmaya son vermek zorundadırlar; yüzünüzü işçilere çevirin, direnenlere çevirin, onların direnişleri olmamış olsa, siz bugünkü hâliniz kadar bile konuşamayacaksınız. İşçi hareketini destekler gibi yapmayın, sadece gerçekleri ortaya koyun. Yok TÜİK yalan söylüyor, yok şu yalan söylüyor, diyerek geçiştirmeyin. Şöyle başlayın, ENAG’ın rakamlarına göre enflasyon şudur, bunu temel alıyoruz, çünkü Saray Rejimi her konuda yalan söylemektedir. Onların hiçbir rakamını temel almayız, deyin.

Yani nereden bakarsak bakalım, bu iç savaş koşulları, sizin amacınız ne olursa olsun, eyleminize siyasal bir içerik katıyor. ENAG’ın yaratıcıları, aslında bir ekonomik-istatistikî iş yapmışlardır, amaçları budur. Ama bu aynı zamanda resmî yalana karşı durmak anlamına geldiği için, onlar istemese de siyasallaşmaktadır. Bundan kaçış yoktur.

Diyelim ki siz, hayvanların katledilmesine karşı tutum alıyorsunuz. Bahçeli’nin kim uyuyor, ne zaman uyuyor gibi abuk subuklukları ile dalga geçerek kendinizi avutamazsınız. Ama bizim liberal solcularımız bununla kendilerini oylayabilirler. Oysa Bahçeli’nin “püskevit” açıklamasından farklıdır durum. Siz, saf hâlinizle hayvan sevginizi dile getirmek isteyebilirsiniz ama karşınızda, her türlü organı ile Saray Rejimi’ni bulursunuz ve sizin eyleminiz, siz istemeseniz de, siyasal bir anlama bürünmeye başlar. Bu durumda, hayvanları ile birlikte doğayı, ve insana özgürlüğü savunmak zorunda kalırsınız. Ve bunda ister tutarlı olun, ister olmayın, sizin karşınıza tıpkı Cumartesi Annelerinin karşısına dikildikleri gibi dikilecekler. İşte siyasal bir eylem yapmış oldunuz. Oysa bundan kaçınmak istiyordunuz.

Türk-İş başta olmak üzere devlet yanlısı sendikalar birer siyasal varlıktırlar.

Her eylem siyasal bir anlam kazanma eğilimindedir.

Bu nedenle, işçi sınıfı, salt sendikacılık yaparak yolunda yürüyemez.

Gezi’den bu yana, eylemlerin siyasallaşması artmaktadır.

3

İşçiler, bugün, büyük ölçüde siyasal mücadele alanından uzak durmaya çalışmaktadırlar. Bu nedenle, burunları, burjuva politikacıların ve sendika mafyasının b.kluğuna batıp durmaktadır. Bu konudaki rehberleri de bu “uzmanlar”, bu gerçeği bildiği hâlde saklayan profesörler, bu liberal solcular, bu kapitalist sistemin dolaylı savunucularıdır. Bu yolla işçiler, devrimci mücadeleden uzak durmanın, devrimci sosyalist bir çizgide mücadele etmemenin, kendilerini hapisten, coptan, mahkeme kapılarından kurtaracağını sanmaktadırlar.

Daha da kötüsü, devrimci mücadeleden uzak dururlarsa, istek ve taleplerinin “yetkililerce”, yani devletin yöneticileri tarafından “makul” istekler olarak kabul edilip dikkate alınacağını düşünmektedirler.

Ve en kötüsü, kendilerine bunu tavsiye eden sendikacıları, sözüm ona solcu profesörleri vb. dinlemekten bıkmamaktadırlar.

Oysa durum hiç de böyle değildir.

Her ay, yüzlerce işçi eylemi gerçekleşmektedir.

İşçiler, kendi fabrikalarında gerçekleşen eylemlerin dışındaki eylemleri bile bilmez, ondan haber alamaz hâlde yaşamaktadırlar. Sendikalar, mesela koca konfederasyonlar, sadece alt alta sıralayıp, bu işçi eylemlerini ayrımsız yayınlamazlar. Bu profesörlerden biri, kalkıp da bu eylemleri alt alta saymaz.

Her gün, iş ve yaşam koşulları kötüleşmektedir. Birçok yerde işçiler, filmlerde tasvir edilen kölelik koşullarından daha ağır koşullarda çalışmaktadırlar. Patronlar kârlarına kârlar katarken, onlara düşen kırıntılar bile her gün daha fazla azalmaktadır. İşçiler, birçok iş kolunda işe giderken, sabah eşleri ile, ev halkı ile vedalaşmaktadırlar. İşyerlerinde ölüm kol gezmektedir. İşsizlik tırpan ile dolaşmakta, her gün işçiler işlerinden atılmaktadır. Ve işte kalanlar, kendilerini şanslı hissetmekte, bu his içinde günde 12 saat çalışmaktadırlar.

Ve bu üç konfederasyonun, adları konfederasyon olan sendikaların hiçbiri grev çağrısı yapmamaktadır.

Oysa tıpkı gösteri gibi, tıpkı yürüyüş gibi, tıpkı boykot gibi, grev de yasal bir haktır. Ve yasal haklarına bile sahip çıkmaktan aciz sendikacılar, çıkıp ekranlarda, asgarî ücret üzerine tartışmakta, demokrasi konusunda nutuklar atmaktadırlar.

İşçiler, her eylemlerinde siyasal iktidarı karşılarında bulmaktadırlar. Her hak arama eyleminin karşısında polis, jandarma, basın, mahkeme vb. ile siyasal iktidar, Saray Rejimi, devlet, bir karanlık olarak tam tekmil dikilmektedir.

1 Mayıs 2024’teki su sarnıcının önündeki sahne, unutulmamalıdır.

İşçiler, siyasal alana ilgi duymak zorundadırlar. Karşılarında burjuva devlet, siyasal bir varlık olarak vardır. Sendikaları kontrol etmekte, sokakta işçileri coplamakta, hapse atmakta, burjuva basın aracılığı ile tüm eylemleri gizlemektedir. Yani, kolluk kuvvetleri, basını, mahkemeleri, profesörleri, sendika mafyası, siyasal partileri ile, işçi sınıfının karşısına dikilmektedir. Bu durumda, aman siyasete bulaşmayalım, aman devrimcilerden uzak duralım anlayışı, var olan durumu olduğu gibi sürdürmeye razı olma anlayışıdır.

İşçi sınıfı devrimcileşmek zorundadır.

4

Gerçekte bu durum, onların, egemenlerin, Saray Rejimi’nin korkusunu ifade etmektedir.

Ancak işçiler, açıkça bilmelidirler ki, siyasetten, devrimcilerden uzak durarak, sendikal adımlar da atılamaz.

Diyelim ki, bir işyerinde sendikalaşmak istiyoruz. Bunu normalde sendika ile birlikte yapmak mümkündür. Ama çoktan beridir bu ülkemizde mümkün değildir. Sendika, hemen sizi ihbar edecek ve sendikal mücadele yürüten işçiler işten atılacaktır. Sendika uzmanları ve profesörler, korkuları nedeni ile işçilere bunu söylemezler. Söyleyeni de sendika mafyası yerinde tutmaz. Bu nedenle, bazı sendikacıların, devlet adına iş yaptıkları için, devrimcileri, olur olmadık yerde tehdit etme cesaretini göstermeleri boşuna değildir. Yani, öyle sözle mücadele edilecek bir durum ortada yoktur. Bu ciddi bir durumdur ve sınıf savaşımı, sanıldığından çok daha sert bir savaştır. Bizim haklı taleplerimize bakarak, bunun bir savaş olmadığını sanmak, çocukluktur.

Sendikalaşma faaliyeti, yarı gizli bir faaliyet olarak yürütülmek zorundadır. Sendikalaşmanın başarıldığı her iş yerinde, sürece bakın, bunu göreceksiniz. İşçiler, “biz en doğal, yasal hakkımızı kullanıyoruz, sendikal çalışma yapıyoruz” demelidir, ama bunu yaparken, her türlü önlemi almak zorundadırlar. Bu da siyasal bir bakış açısını gerektirmektedir.

Demek ki, siyasal mücadeleden, devrimci mücadeleden uzak durarak, en sıradan sendikal çalışma dahi yapılamaz. Yasal bir hak olduğu hâlde durum budur.

Siyasal açıdan korkunun yenildiği yerlerde, eylemler daha hızla gelişmekte ve bu nedenle basının karanlığını yenerek haber hâline gelebilmektedir.

İnsanların kendileri için meşru olarak tanımladıkları eylemler, daha hızla kalabalıklaşmaktadır. Hayvanların katledilmesine karşı eylemlere bakın, bunlar kendileri için meşru olarak görülen insanların eylemleridir ve bu eylemlerin belli kalabalıklar toplaması daha da olanaklı olmaktadır. İşçiler, kendi eylemlerini, en başta kendileri için meşru görmelidirler. Mahkeme salonlarında, “sen eyleme niye katıldın” diye sorana, “katıldım, çünkü hakkımı istiyorum” demekten geri durmamalıdır. Egemenden insaf beklemek, onların gözünde iyi görünmeye çalışmak, aslında kendi eylemini de reddetmek demektir.

Fabrikaya kuzu gibi, kendi dersini yüzdürmeye giden hâlden, artık sıyrılmak gerekir.

5

Ülkenin her yerinde, her gün sayısı giderek artan eylemler ortaya çıkmaktadır. İşçilerin eylemleri, gençlerin eylemleri, kadınların eylemleri, çiftçilerin eylemleri, çevrecilerin eylemleri, hatta son dönemde vergi ve cezalara karşı esnafın eylemleri, sürekli ortaya çıkmaktadır. Bu eylemler, yerel, dağınık ve daha çok kendiliğinden karakterdedir. Deprem bölgesinde yükselen eylemler de böyledir. Eylem ve direniş yoksa, Saray Rejimi, rant politikaları gereği, “rezerv alan” politikası ile, daha da halkın üstüne gelmektedir. Egemen, tekeller, onların ardındaki uluslararası sermaye, açgözlü bir biçimde sürekli saldırmaktadır. Ve işçi ve emekçiler, savunma pozisyonunda, “aman kargaşa çıkmasın” mantığı ile hareket etmemeye son vermek zorundadırlar.

CHP, sürekli olarak “aman provokasyon olmasın” mantığı ile, eyleme katılacak olanları engellemektedir. CHP mantığı ile hak ve hukuk savunulamaz. CHP mantığı, teslimiyet mantığıdır, egemenden aman dileme mantığıdır, sadaka kültürünün uzantısıdır. CHP mantığı, devletten ve işverenden hakkını almak için başlayan eylemin, devletin ve işverenin kucağına oturtulması mantığıdır. CHP’nin masalcılarını, liberal solun üfürükçülerini dinlemeye son vermenin zamanıdır.

En son, çiftçilerin eylemleri ortaya çıkmıştır. Çay, fındık, buğday üreticilerinden sonra, domates üreticileri de harekete geçmiştir. Bursa’da yolu kesen domates işçileri, ancak bu ileri eylemle gündem olabilmiştir. Domatesini ineklere yedirmek bir eylem biçimi olarak geride kalmıştır. Ama yolu kesmek, sesini duyurmak için geçerli bir eylem biçimidir. Yolu arayan, bir yol bulabilmektedir.

İşçiler yolları kesmeden, fabrikalardan sokaklara taşmadan, kendi seslerini duyuramazlar. Masalcıları ve üfürükçüleri dinlemeye son vermek gerekir.

6

İşçi sınıfı, (a) siyasal eylemlerden, devrimci örgütlerden uzak durarak bir sonuç elde edemez. Bunu anlamak için, 40 yıllık bir deney var. Tekel işçilerinin direnişi, tersini göstermiştir. Bugün iktidara yakın sendikalar, iktidar ve devlet için siyaset yapmaktadırlar ama işçilere siyasetten uzak durun demektedirler. Bu ikiyüzlülüğe son vermek gerekir. Bu üfürükçü profesörleri, cinci hoca gibi davranan uzmanları, oldukları gibi, Cübbeli Ahmet’in insafına terk etmek gerekir. Gitsinler, onunla yarışsınlar, işçi sınıfından uzak dursunlar. (b) İşçi sınıfı, sadece kendi sorunlarına ilgili kalarak mücadele edemez. İşçi sınıfı, kapitalist toplumun en devrimci sınıfıdır ve tüm toplumsal mücadeleye öncülük etmek zorundadır. Değil öncülük etmek, bugün işçi sınıfı, kendi günlük eylemleri dışında gelişmekte olan toplumsal eylemlere ilgi duymak konusunda bile geridir. İşçi sınıfı, gerçekte bu sorunların tümünün odak noktasındadır. Hileli ekmek en çok işçiyi etkiler, pahalı tarım ürünleri en çok işçi sınıfını etkiler, paralı eğitim, paralı sağlık hizmeti, kentlerin ulaşımı en çok işçiyi ilgilendirir. Bunlara uzak durmak, işçi sınıfının kendini yalnızlaştırır. (c) İşçi sınıfı sendikalarını kendi sendikaları hâline getirmek zorundadır. Bu sanıldığı gibi, kolay bir iş değildir. Bunun için, işyerlerinde komiteler kurmalıdır. Bunun için alternatif sendikal örgütlenmeler yaratmalıdır. Bunun için, fabrika dışında da bir örgütlenme sürecine girmek zorundadır. Sendikacı kılıklı adamların, işçileri, devrimcileri açıktan tehdit ettiği bir dönemdeyiz. Öyle, kurallara uyarak bu adamların sendikaları devrimci işçilere terk edeceklerini sanmak mümkün değildir. Bunu yapmak zorunda kaldıklarında geri çekilirler. Yani, sendikalar, bu sendika mafyasından, tırnaklarımızla, mücadele ile geri alınacaktır. İşçi sınıfının üzerine bir asalak gibi yapışmış bu kan emicileri, etimizin bir parçasını da kopartıp atarak, sırtımızdan indirebiliriz. (d) İşçi sınıfı, grev silahını kullanmak zorundadır. Grev işçilerin üretimden gelen güçlerini kullanmaları için, mücadele ile ortaya çıkmış olan bir silahtır. Yasaların bile tanıdığı grev silahı, ülkemizde kullanılmamaktadır. Saray Rejimi, büyük zenginlere, TÜSİAD üyelerine, “sayemizde grevler erteleniyor” demekten geri durmuyor. Bu denli açık bir konudur bu. Grevsiz sendika diye bir hayal kursa işverenler, işte bunu gerçekleştirmiş durumdadırlar. Kaldı ki, grev çeşit çeşittir. Sözleşme için grevler ortaya çıkabileceği gibi, hak ihlalleri için de grevler vardır, başka bir yerdeki işçilerin grevlerini desteklemek için dayanışma grevleri de vardır ve hattâ, tüm ülkedeki işçi sınıfının durumu nedeni ile ortaya çıkacak genel grevler vardır. Mesela emeklilik, asgarî ücret, kıdem tazminatı sistemi vb. birer genel grev konusudur ve bu genel grevler, siyasal hedefler için de yapılabilir, yapılmalıdır. Bu yüzlerce yıllık işçi sınıfının mücadele tarihinin bize gösterdiği şeydir. (e) İşçiler sokaklara çıkmak, eylemlerini tüm topluma duyurmak, alışılmış eylem biçimlerini aşmak, kolluk kuvvetleri ve devletin izin verdiği eylemlerle yetinmeye son vermek zorundadır. (f) İşçi sınıfı, dünya işçi sınıfı ile kardeş olduğunu anlamak zorundadır. Bunun için, işçi sınıfı, kendi tarihinin bilincine varmalıdır. Mesela savaş koşullarında, savaşa giren tekelleri, para babalarını desteklemek, ulusal çıkar adı altında kendi çocuklarını savaşa göndermek ne demektir? Bunu anlamak için, işçi sınıfının tarih bilincine sahip olması gerekir. Dünyanın başka ülkesindeki işçi kardeşlerine karşı kin vb. gütmek, göçmen işçileri kendine rakip görmek, aslında burjuvazinin milliyetçi politikalarına kanmaktır. İşçi sınıfının vatanı, tüm yeryüzüdür. Bu yeryüzünde her ülkede kardeşleri, dostları vardır, her ülkede iktidarda olanlar da düşmanlarıdır.

7

Önümüzde derin bir ekonomik kriz ve savaşa bağlı olarak sınıf mücadelesinin daha sertleşeceği bir süreç durmaktadır. İşçiler, ve emekçiler, kadınlar ve gençler, daha kötü yaşam ve çalışma koşulları ile karşı karşıya kalacaklardır.

Saray Rejimi, kapitalistlerin, tekellerin, para babalarının, uluslararası sermayenin iktidarıdır. Bu iktidar, onların istedikleri programı uygulamaktadır. Her gün tekellerin istediklerine uygun olarak, işçi ve emekçiler daha da yoksullaşmaktadırlar. Her gün soframızdan ekmeğimiz çalınmaktadır. Bunun daha da artacağından kuşku yok.

Ne savaş bitecektir, ne de kriz.

Savaş her geçen gün daha da yoğunlaşacak, daha da yakınlaşacaktır. İsrail’e karşı açıklamalar yapanlar, el altından İsrail için çalışmaktadır. İşçiler, tüm İsrail’e ihracat yapan, onlara iş yapan fabrikalarda üretimi durdurmalıdırlar. Başka bir yolla, İsrail’e akan desteği durdurmak mümkün değildir. Dün İstanbul limanlarından İsrail’e gerçekleşen ihracat, bugün Yunanistan üzerinden, Pire limanından gerçekleşmektedir. Sadece bir günlük bir gecikme ile ve tüm hızı ile bu işbirliği sürdürülmektedir. İsrail’in bombalarıyla ölen sivillerin kanları, Saray Rejimi’nin de elindedir, sadece ABD ve İngiltere’nin elleri kanlı değildir. Tüm NATO ülkelerinin, tüm Batı’nın elleri kanlıdır. Bunu durdurabilecek tek gerçek güç, işçi sınıfıdır ve işçiler ellerini şalterlere uzatmak zorundadır. Şöyle bir hayal kuralım, diyelim ki, Yunanistan’da, Kıbrıs’ta, Türkiye’de, Irak’ta, Mısır’da işçiler üretimi aynı anda durdurursa, gemiler çalışmazsa, fabrikalar grev çadırları ile süslenirse, bu 1 ay devam ederse, acaba ortaya bu tiyatrodan bir tek şey kalır mı? İşçi sınıfı bunu yapacak potansiyele, olanaklara sahip olan tek güçtür. Tek sorun, işçi sınıfının devrimcileşmesindedir, örgütlenmesindedir.

Savaş ve kriz, işçi sınıfı ve halk için yaşamı daha çekilmez kılmaktadır.

Tüm bu süreç, işçi ve emekçilerin eylemlerinin daha da artacağının kanıtıdır.

Sınıf savaşımı keskinleşecek, cepheler netleşmektedir, daha da netleşecektir.

İşçi sınıfı, bu sürece karşı, hem kendi içinde sınıf tutumunu geliştirecek bir birliği, birleşik emek cephesini örmek zorundadır, hem de devrimcileşmek zorundadır. Saray Rejimi’nin baskı ve şiddeti, Saray Rejimi’nin CHP eli ile işçi sınıfını oyalaması, onu sahte seçim vaatleri ile avutması, işçi sınıfının gelişecek eylemlerini ve devrimcileşmesini önlemek içindir.

Çözüm, işçi sınıfının birleşik emek cephesinde birleşmesindedir ve devrimcileşmesindedir.

Tüm devrimci hareketler, bu yolda, bahane üretmeden ortak adımlar atmak zorundadır.

Önümüzde eylemlerin, direnişlerin artacağı bir süreç durmaktadır. Çok değil, sonbahar sonrasında, bugün artmaya başlamış olan eylemlilik daha da artacaktır. Bu günden, sürece hazırlıklı olmak gerekir. Elbette bu, dikensiz gül bahçesinde yol almak demek değildir. Sürecin tüm zorluklarını bilerek, işçi sınıfının devrimcileşmesi, örgütlenmesi yönünde adımlar atmak gereklidir.

Sürekli olarak “nerede işçi sınıfı” diye sormak yerine, işçilerin zaten gelişmekte olan, her gün bir yenisine şahit olduğumuz ama medyanın karanlığını delemeyen eylemlerine gözü dikmek gereklidir.

Mesele hangi yöredeki insanların kime oy verdiği meselesi değildir. Hem Saray’ın yalanlarını bileceğiz, hem de sanki halk bu Saray Rejimi’ni oylamış ve seçmiş gibi davranacağız, bu kabul edilemez.

Saray Rejimi, seçimle gitmez.

Bir sonraki seçimlere kadar sabır gibi politikalar, aslında kitleleri uyutma politikalarıdır. Saray Rejimi, CHP de içinde, bir olağanüstü devlet örgütlenmesidir. Bugün, Erdoğan’a öfkeli olanları kurtaracak olan alternatif CHP değildir. Tersine, halkın bizzat kendi eylemleridir. Bu nedenle işçi sınıfının, gelişmekte olan eylemlerine, tüm ülkede ortaya çıkan direnişlere gözü dikmek gerekir. Devlet, bugün ikili bir politika sahneye sürmüştür, bir yandan Saray eli ile doğrudan baskı ve şiddeti devreye sokmuştur, diğer yandan ise sözüm ona muhalif partiler eli ile halkın öfkesini kontrol etmek istemektedir. Bu ikili politikaya izin vermemek gerekir. Bu nedenle, işçilerin eylemlerine, tüm direniş hattından yükselen eylemlere emek vermek gerekir.

İşçi sınıfının devrimcileşmesi ve birleşik emek cephesi, birbirini tamamlayan süreçlerdir. Birleşik emek cephesinin çekirdeği, elbette devrimciler olacaktır.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...