Ana Sayfa Blog Sayfa 14

“İç cephenin güçlendirilmesi” ve sınıf savaşımı

Zokayı yutmak diye bir deyim vardır. Aslında bu balık avlamaktan geliyor olabilir. Balık, yemi almak için, yemin içinde gizlenmiş zokayı yutar ve yaşamını sona erdirecek süreç başlamış olur.

“Milli birlik”, “ulusal çıkar”, “yumuşama”, “normalleşme” gibi sözler, toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan çalışanları, işçi sınıfını, işçi ve emekçileri, Saray Rejimi’nin politikalarına razı etmek için kullandıkları sözlerdir.

Bu kavramlar yetmezse, yıpranırsa, o zaman siyasal iktidar, devlet, başka kavramlara başvurur. Bugünlerde, “iç cephenin sağlamlaştırılması” kavramı devreye sokuldu.

“İç cephe”den söz ediliyorsa, bu cephenin bir de karşı tarafı olmalıdır. “İç cephenin sağlamlaştırılması” denildi mi, (a) hem bir dış cepheden söz ediliyor demektir, (b) hem de içte, zayıflatılması istenen bir başka cepheden söz ediyor demektir.

Biz, Saray Rejimi’nin, içeride ve dışarıda savaş politikası güttüğünü söylüyoruz.

Dışarıda savaş, ABD tetikçisi olmak, NATO tetikçisi olmak demektir. Balkanlarda, Kafkaslarda, Suriye’de, Libya’da ve Ortadoğu’nun genelinde, ABD adına nasıl bir tetikçilik yaptıklarını biliyoruz.

İçeride savaş ise, iki cephelidir. İlk cephe, yıllardır sürmekte olan Kürt devrimine karşı savaştır. Bu savaş, kendi içinde birçok aşamadan geçmiştir. Ve dahası, savaş, son yıllarda bir çeşit soykırım şeklinde, katliamlarla sürdürülmektedir. İkinci cephe, işçi sınıfı ve emekçilere karşı açılan cephedir. “Gezi Direnişi bizim şaftımızı kaydırdı” diyenler, “Gezi Direnişi bizim kimyamızı bozdu” diyenler, egemen sınıfın sözcüleridir. Saray, Gezi Direnişi ile başlayan direnişe karşı, büyük çaplı bir şiddet politikası devreye sokmuştur. Kürt devrimine karşı savaşın, karşısında gerilla kuvvetleri olduğu için, bir iç savaş olarak ortaya çıkması, böyle anlaşılması zor değildir. Ama, Gezi ile başlayan direniş sürecine karşı devletin sürdürdüğü savaş, işçi sınıfına, emekçilere, kadınlara, gençlere, çevrecilere vb. karşı bir şiddet olarak ortaya çıksa da, işçi ve emekçilerin cephesinin yeterince örgütlü olmaması nedeni ile, bu savaş, açık bir iç savaş olarak her yönü ile ortaya çıkmıyor. Daha çok örtülü bir iç savaştır.

TC devleti, Saray Rejimi, iki cephede, birçok açıdan farklılıklar ve benzerlikler gösteren bir savaş yürütmektedir. Ve en büyük korkusu, Batı’da, işçi sınıfı ve emekçilerin örgütlü bir direnişinin büyümesi ve yaygınlaşmasıdır. Bu durumda, nesnel olarak, iki cephenin ortaklaşa hareket etmesi olasılığı ortaya çıkacaktır. Bu nedenle, Saray Rejimi, her iki cephe arasında oluşacak paralellikleri önlemek için tüm gücü ile devreye girmektedir.

İşçi sınıfı, kadınlar, gençler, kendilerine karşı ortaya konan bu devlet terörünü, bir “iç savaş” olarak ele almaktan uzaktırlar. Ama egemen, her yolla, bu savaşı bir iç savaş olarak sürdürmektedir. Artvin’de, kendi doğasını, maden şirketlerine, enerji şirketlerine karşı savunmak isteyenlere kurşun sıkılması ya da gar katliamı ya da Suruç katliamı, aslında bu iç savaşın açık ilanıdırlar.

İşte, içerideki cephe durumu budur.

Egemen, şimdi, “iç cepheyi güçlendirmek”ten söz ediyor.

Kime karşı?

İşçi sınıfına, emekçilere, elbette direnen herkese karşı.

TC devleti, ABD ve NATO emrinde, bir tetikçi olarak, bölgede savaş yürütmektedir. Bugün, Suriye’de işgalcidir. Irak topraklarında da işgalcidir ve her iki alanda da, Kürtlere karşı savaş yürütmektedir.

Bugünlerde, İsrail eli ile, tüm bölgede daha kapsamlı bir savaşı geliştirmekte olan ABD-İngiltere-NATO cephesi, tetikçisi TC devletine yeni görevler biçmektedir. İran’a karşı savaş planları yaptıkları, artık, birçok burjuva demokrat tarafından, hattâ egemenin kendi cephesinden bazı ağızlardan da dile getirilmektedir.

İşte, dışarıda savaş yürütmekte olan TC devleti, bu savaşı daha da boyutlandırma planları nedeni ile, içeride tam bir sükȗnet istemektedir. Bu nedenle, bir yandan UluSol yaratmak istiyorlar, bir yandan, “ulusal çıkar” teranesini dile getiriyorlar ve en sonu, “iç cephenin güçlendirilmesi”nden söz ediyorlar. Yani, özetle, ya devletin yanında olun, sesinizi kısın, yerinizde oturun ya da sizi düşman ilan edeceğiz, diyorlar.

Dün, Erdoğan, bu talebini, “ya bizden tarafsın ya da bertaraf olursun” diye dile getiriyordu. Bugün ise bunu, incelikle ifade ediyor, “iç cephenin güçlendirilmesi.”

Ağır bir ekonomik kriz altında inleyen işçi ve emekçiler, yaşama mücadelesi veren geniş kitleler, devlet eli ile bir kere daha tehdit ediliyor.

Yenidoğanlar, yaşlı hastalar örneklerinde görüldüğü gibi, iş cinayetlerinde, kadın cinayetlerinde, çocuk cinayetlerinde, her yıl on binlerce çocuğun kaçırılmasında görüldüğü gibi, can, son derece ucuz ve değersizdir. Tekellerin çıkarları için, devlet eli ile, tekeller can talep ediyorlar. Savaş baronları, sağlık tekelleri, ilaç şirketleri, organ kaçakçıları, kadın ve çocuk avcıları can talep ediyor. Can son derece ucuzdur. Oysa yaşamak, son derece pahalıdır. Ayın sonunu getirmek, barınmak, geçimini sağlamak, hastalıklarla başa çıkmak, okumak son derece pahalıdır. Yaşamak pahalıdır.

Ve bize, biz işçi ve emekçilere, siyasetten uzak durun, sesinizi çıkartmayın, politik tutum almayın, diyorlar. Oysa içinde yaşadığımız iklimde, içinde yaşadığımız coğrafyada, içinde yaşadığımız tekelci kapitalist sistemde, insan olan herkes için, her şey politiktir. Kadın cinayetleri politiktir, din ticareti politiktir, çocuk tecavüzleri politiktir, ekonomik haklarını talep etmek politiktir.

Saray Rejimi, işçi sınıfına “sus” diyor.

Saray Rejimi, işçi sınıfını esir almıştır ve bu esaretin sürmesini istiyor.

Saray Rejimi, işçi sınıfına, halka karşı topyekȗn bir savaş yürütüyor.

İşte tam da bu nedenle, işçi sınıfının ayağa kalkmasının zamanıdır.

İşçi sınıfı, kadınlar, gençler, bu topyekȗn savaş naralarına karşı, açık ve net, genel bir direniş örgütleyerek yanıt vermek zorundadır.

İşçi sınıfı, örgütlü bir direnişle, hem içeride hem de dışarıda sürmekte olan bu savaşa karşı koyabilir.

Egemen, işçi sınıfına, toplumun en geniş kesimlerine karşı açık bir savaş ilan etmektedir.

Ve emin olunsun ki, susmak, sinmek, bu savaşı durdurmayacaktır.

Savaşı durduracak tek şey, genel direniştir.

Bu genel direniş ve genel direnişin örgütlenmesi, işçi sınıfın ana gündemidir. Ülkenin her yanında sürmekte olan bu direniş eylemleri, bir genel direniş hedefi ile örgütlenmelidir.

Hayatı, yaşamı üreten işçi sınıfıdır ve hayatı durdurmayı göze almadan, topyekȗn bir direniş ile ortaya çıkmadan, işçi sınıfı kendi gücünü de göremez. İşçi sınıfı, devrimcileşmek zorundadır. İşçi ve emekçilerin her hak arama eyleminin karşısında, basını ile, yargısı ile, askeri ile, polisi ile dikilen devlet, bizzat kendi eli ile her eylemi politikleştirmektedir. Bu nedenle, politik mücadeleden uzak durarak ayağa kalkmak, direnişi büyütmek mümkün değildir.

Dönem, işçi sınıfının örgütlenmesi, direnişini büyütmesi, bu yolda devrimcileşmesi dönemidir.

Diddy’ler, Menendez’ler ve Batman’in adaletinden medet ummak

Şiddet, her türden artan suç, yoksulluk, evsizlik, pislik ve yolsuzlukla dolu, geceleri sokaklarında yürünmez, karanlık, kalabalık ve korkutucu bir şehir… Gotham City. Suç, suçla mücadele ve adalet temaları etrafında dönen Batman serisinin geçtiği Gotham City’e ait olan ve belki okurken aklınıza İstanbul’u da getiren bu tasvir, uzun yıllardır başta kaynağını aldığı düşünülen New York ve Chicago olmak üzere birçok metropolle bağdaştırılıyor. Hemen her metropolün Gotham City’ye benzemesi nasıl ki tesadüf değilse, birazdan değineceğim üzere Batman serisinin adalet anlayışının da günümüz dünyasıyla örtüşmesi o derece tesadüf değil.

Son dönemde şiddetin, suçun daha da artmasına dair tespitler ve gerekçeler öne sürülüyor elbette. Bunun başlıca sebepleri savaş politikaları ve ekonomik krizin geldiği boyut olsa da, artan şiddete dair getirilen çoğu ekonomi politik açıklamanın arka planında dahi insanların yaşam koşullarıyla birlikte daha da şiddet eğiliminin açığa çıktığı fikri var. Bu sadece güncele dair bir tartışma değil; zira ekonomik koşulların insanın içindeki kötüyü ortaya çıkardığına dair inanç çok daha eskiden beri var. Peki gerçekten yaşam koşullarıyla birlikte daha da açığa çıkan insanların kötülüğe yatkınlığı mıdır yoksa zaten sistemin üzerine inşa edildiği insanlıkdışı tüm davranışların -suçların- bugün daha geniş bir alana yayıldığını mı görmekteyiz? Şiddet, istismar, şantaj, dolandırıcılık, gasp, insan ticareti vb. Bunların hepsinin esasen kapitalist-emperyalist sistem içerisinde tuttuğu bir yer vardır; dolayısıyla mikro ölçekte artan veya görünür hâle gelen bu suçlar zaten sisteme entegredir, sistemin normali, hatta sac ayaklarıdır.

Gotham City vahşi kapitalizmin sonuçlarının en ekstrem boyutlarıyla önümüze serildiği bir “distopik” tasarımdır. Bundan 5 yıl önce dünyanın bambaşka yerlerinden milyonlarca insanın kendisini Joker’le özdeşleştirebilmesine yol açan da her yerde Gotham Cityleşmenin, bu artan yoksulluk, şiddet, suç ve nefret hâlinin evrenselliğinin bir göstergesidir. Bugün perdede Gotham semalarında müzikal tınılar yankılanırken bir yanda da Gotham’a esin kaynağı olan New York City’nin anahtarını elinde tutanların akıbetine bakarak bu evrenselliğin kapitalist-emperyalist sistemle bağını inceleyelim. Ve Batman’in adaletine geçmeden önce bir New York kahramanına göz atalım; Puff Diddy’ye. Evet, kahramanı diyorum; zira kendisi Eylül 2023’te şehrin anahtarı teslim edilerek New York’un bir simgesi hâline getirilmiş bir kahramanı adeta. Bu kahramanlık Chicago ve Miami şehirleri için de geçerli.

“En üst düzey kamu hizmetlerini gerçekleştiren saygın kişilere bir minnet sembolü” olarak verilen bu anahtarın sahibi Puff Diddy’nin devlet tarafından onore edilmiş üstün hizmetlerine kısaca bir değinelim davayı bilmeyenler için. 90’ların başında müzik piyasasının içinden çıkan Puff Diddy, ABD’li bir rapçi, müzik yapımcısı, medya patronu ve iş adamı. Muhtemelen burada bahsetmeyi unuttuğum başka resmî etiketleri de vardır. Davadan haberi olmayanlar için kısaca bahsedeyim. Bu adam hakkında Kasım 2023’te eski sevgilisi tarafından kendisine yönelik darp ve tecavüz suçlamasıyla dava açılıyor, dava taraflar arasında tazminat ve anlaşmayla kapanırken, otel güvenlik kameralarında bulunan darp görüntüleri de medyada yayılıyor. Bundan birkaç ay sonra Diddy’nin birkaç farklı ülkedeki birkaç farklı malikânesine FBI soruşturması kapsamında baskın yapılıyor. Belli ki istihbaratı çoktan almış olan Diddy hiçbir malikânesinde bulunamayınca, birkaç ay sonra çeşitli iletişimlerle bir başka malikâneden kalkıp gelmeye tenezzül etmiş olsa gerek teslim olmaya karar veriyor. Daha önceki davada da yer alan, seks ticareti, insan ticareti, uyuşturucu kaçakçılığı, cinsel istismar ve cinsel saldırı gibi suçlardan hakkında soruşturma yürütülüyor. Her seferinde kefalet bedelini daha da uçuk bir seviyeye taşımasına rağmen, Epstein’in sözde intihar ettiği gözaltı merkezinde tutulup tutuklu yargılanan Diddy’nin davasının ana odağı “freak offs” adı verilen partiler. Ev baskınlarında deposundan 2000’e yakın içerisinde ağır uyuşturucu madde bulunan bebe yağı şişesi, yüzlerce seks oyuncağı, kaçak silah vs. çıkan bu adamın organize ettiği bu partilerde fuhuşa zorlama, uyuşturucu ticareti, şantaj, çocuk istismarı, darp, tecavüz vb. birçok suç işlendiği iddia ediliyor. Bu “freak offs” denen partiler, sektörde olduğu günden beri medyada da ünlülerin demeçlerinde de sıkça ifade edilen “eğlenceye doyulamayan” meşhur “çılgın Diddy partileri”nin bir after party’si veya arka planı olarak ifade ediliyor. Dava süreciyle birlikte hakkında yapılan şikâyetlerin binleri aştığı ve katlanarak arttığı bu adamın California, Luxemburg, Çin, Fransa gibi farklı farklı ülkelerde verdiği partilerinde yer alanlar arasında da yok yok; Hollywood ve ABD müzik piyasasının hemen her ünlüsü, siyasetçiler, iş adamları, yine ABD başkanları, İngiltere prensleri… Bir yandan dava sürerken, bir yandan da eski röportajlara veya eski bilgilere atıf yaparak birçok komplo teorisi de ortaya atılıyor. Beyonce, Jay Z gibi başka çok ünlü isimlerle ilgili yine cinsel saldırı, şantaj, cinayet gibi suçlarla ilişkili iddialar ortaya atılıyor. Kimisi akıl almaz seviyeye ulaşan komplo teorileriyle ilgili önemli olan nokta ise bana kalırsa şu: Bunların hepsinin olabileceğine ikna olabilmemiz; çünkü tam olarak bu sistem böyle işliyor ve tekellerin karanlık yöntemlerine dair de önceden edindiğimiz çokça bilgi var. Diddy’nin deşifre olan bu ağının aynı zamanda bir ün ve şöhret kazandırma modeli olduğu konuşuluyor ve çocuk yaşta kendisiyle çalışmaya başlamış ve dünya starı olmuş Justin Bieber gibi şarkıcıların da bu olayın mağdurları olduğu veya tıpkı Epstein davasında olduğu gibi kimi zaman mağdurların zamanla fail olarak da ağa dâhil olduğundan bahsediliyor. Epstein davasında adı geçen ünlüler listeleri ile Puff Diddy partilerinin listeleri karşılaştırılarak -ki çokça kişi, şirket ve kurumun ortaklaştığını görebilirsiniz- bir “iyi kim kötü kim, kim bu işe dâhil kim değil” avına çıkılıyor.

Oysa öyle birtakım listeler karşılaştırılarak işin içinden çıkılabilecek bir konu değil bu. Çünkü artık hemen herkesin görmek zorunda olduğu üzere, bizim gördüğümüzden çok daha fazla liste var. Bu, devletler eliyle organize edilen bir ağ. Uzun yıllardır anlatılan; fakat komplo teorisi ya da birtakım ezoterik uydurmalar gibi görülen şey tam olarak kapitalist-emperyalist sistemin çok önemli bir parçası. Bunun yarattığı ekonomi bir yana, aynı zamanda sadece sanıldığı gibi eğlence sektöründe değil, birçok sektörde ve sermayedarlar arası ilişkilerde ciddi bir baskı aracı olarak kullanılmaya devam ediliyor uzun yıllardır.

Aslında ilk gençlik yıllarından itibaren nüfuzlu kişilerle ilişkiler kurarak müzik ve eğlence dünyası içine sokulan, 90’ların başında çetelerle ilişkisi ve rap müziğin doğu-batı yakası rekabeti içinde sermayedar olarak varlığı, o dönem ilişkileri, başta ailesi de kendisi de Kara Panterler üyesi olan rapçi Tupac Shakur olmak üzere politik ve ekonomik etkisi tartışılmaz şüpheli cinayetlerle ilişkisi, kurduğu plak şirketinin yıllar içerisinde 3 büyük müzik tekeli arasında sürekli el değiştirmesi, medya, müzik alanları dışında da birçok şirketinin bulunması, genç yetenek avcılığına soyunan programların yapımcılığını yapması, birçok devlet yetkilisi, ABD başkanları ve belli ki istihbaratla ilişkileri son derece sıkı olan bu adamın hayatından kısa kesitler bile, bugün bahsedilen “suç imparatorluğu”nu kendi başına kurmadığının çok net birer kanıtı.

Tekrar vurgulayayım, Puff Diddy vakası, küresel bir ağın parçası. Tıpkı Epstein davasında da görüldüğü gibi. Tıpkı her ABD seçimleri öncesi patlak veren bir pedofili skandalı gibi. Bu da önemli bir sorudur: Bu skandalların en büyükleri neden hep ABD seçimlerinden hemen önce patlamakta, daha doğrusu patlatılmaktadır? Sadece Pizzagate, Wayfair ve Epstein skandallarının zamanlamasına bakanlar bile bu bağlantıyı kolaylıkla görebilir. Sistemin istismardan beslenme hâli öylesine derin ki artık bunu seçim kampanyalarına meze edebilecek vaziyette arsızlaşabilmekteler. Bir yanda Trump’ın zamanında canlı yayında durduk yere iştahla Puff Diddy övdüğü görüntüler ortada dolaşmakta, bir yandan Kamala Harris’in partilerde bulunduğuna dair iddialar ortaya atılmakta. Üstelik sanki Trump zaten Epstein davasından yeterince mimli değilmiş gibi. Ancak uzun yıllardır ABD başkan adaylarının birbirlerini pedofil olmakla suçlamaları gelenekselleşmiş şekilde normalleştirilmiş bir hadise. Demek birini pedofil olmakla suçlamanın ağırlığı veya ciddiyeti de bu sistemde bu kadardır. Onlar belli ki bunun gayet farkındalar. Ve belli ki kurdukları bu ağ içerisinde o kadar çok benzer yapıda çete var ki bize en geniş kapsamlı gibi görünenlerini bile, siyasi manevralar veya ekonomik çıkar çatışmaları için deşifre edebilmekteler. Bu ve benzeri ağlar ve bu ağların farklı farklı çetelerinin çobanlığını yapan tipler dünyanın hemen bütün ülkelerinde boy göstermekte. Misal bu ülkede de servetinin kaynağı açıklanamayan, genç yaştan itibaren “abi”lerinin sevdiği haylaz çocuk olarak “çalışkanlığı”yla kendisine kariyer inşa etmiş, medya ve eğlence sektöründe kişiliğiyle de ön planda, yetenek programlarıyla genç yetenek kovalayan programların yapımcısı, kendisi, çevresi ve ünlü ettiklerinin geçmişleri tarikatlar veya dolandırıcılıktan seks ticaretine birçok skandalla anılan insanlar olan net figürler yok mu?

Yine bugünlerde gündemde olan Menendez Kardeşler davasına bakalım bir de. Yakın zamanda Netflix’te bir drama diziye uyarlanan ve aynı zamanda da belgeseli yayınlanan bu dava, 35 yıldır müebbet hapis yatan Menendez kardeşlerin cezasının kaldırılması talebiyle sosyal medyada başlatılmış bir kampanya sebebiyle bir süredir gündemdeydi.

1989 yılında Beverly Hills’te yaşayan zengin bir ailenin 19 ve 21 yaşlarındaki oğullarının anne babasını öldürmesi üzerine başlayan davanın detayları, hem burjuva hukukunun işleyişine ve sistemin adaletine dair çarpıcı veriler sunarken sermayenin şiddet ve istismarla ilişkisine dair de aydınlatıcı nitelikte.

Başta kendilerinden şüphe dahi duyulmayan ve babalarının mafyatik ilişkileri sebebiyle öldürülmüş olabileceği düşünülen Menendez Kardeşler, ebeveynlerinin öldürülmesinden ardından ailenin mirasını hızlıca harcamaya başlayınca şüpheleri üzerlerine çekiyor ve psikiyatristleriyle görüşmelerinde cinayeti itiraf etmelerinin dolaylı yoldan deşifre olmasıyla birlikte tutuklanıyor ve cinayeti itiraf ediyorlar. Bu andan itibaren miras için ebeveynlerinin canına kıydıklarına kanaat getirilen bu çocuklar, “kutsal aile”ye karşı “canavarca” bir cinayet işlemiş şımarık ve sosyopat zengin çocukları olarak medyada yer buluyor. Medyada yer buluşları ise vakanın ilginçliğinden değil sadece, tam bu dönemde ABD’de yayına başlayan Court TV’de canlı yayınlanan ikinci fakat en “reytingli” dava olması. Hukukun da bir entertainment malzemesi hâline getirilmesinin en belirgin örneği olan Court TV’nin de bu davayla ilişkisi yine sistemin çürümüşlüğünün bir kanıtı olarak bu hikâyede yer alıyor. Esas mesele ise dava sürecinde Menendez Kardeşlerin savunmalarında, her iki ebeveynleri tarafından çok küçük yaştan itibaren cinsel istismara maruz kaldıklarını açıklamalarıyla başlıyor. Menendezlerin ifadeleri korkunç detaylar barındırmasına rağmen bu iddialar “sosyopat zengin çocukları”nın kendilerini kurtarmak adına uydurdukları bir hikâye olarak değerlendiriliyor kamuoyunda. Bu algının başlıca sebepleri ise başından itibaren bu davanın Court TV’nin sınırlarını da aşan bir linç reytingine dönüştürülmesi. Sadece tek bir örnek için bile ABD’nin en ünlü şov programlarından olan SNL’deki skece bakabilirsiniz. İroniktir bir röportajında kendisinin de ailesinden şiddet gördüğünü ve bunu normal bulduğunu anlatan John Malkovich’in de yer aldığı skeç, Menendezlerin ağlayarak anlattıkları istismar hikâyelerinden yola çıkarak bu çocukların “ağlaklığı” ile alay ediyor. Bu alay ve lincin kendisi bile istismara uğrayanların bunu itiraf etmekte neden bu kadar zorlandığını da son derece güzel özetliyor; hatta ileri gidelim tüm bu linç belki de bu sindirilmişliği örgütlemenin bir parçası.

Gelelim davanın akıbetine ve bu akıbetin önemli nedenlerine. İlk yargılama süreci sonuçsuz kalırken, delil yetersizliği ve istismarı doğrulayan kanıtlar olmasına rağmen tekrar açılan davada Menendez Kardeşler, nefsi müdafaa seçeneği tamamen devre dışı bırakılarak idam veya müebbet hapis seçenekleriyle jüriye sunuluyor ve her ikisi de müebbet hapis cezasıyla yargılanıyor. Bu kararın ardındaysa önemli bir faktör var; tam bu davadan birkaç ay öncesinde gerçekleşen meşhur O. J. Simpson davası. Ünlü Amerikan futbolu sporcusu ve aktör O. J. Simpson, eski eşi ve onun sevgilisini öldürmekle yargılandığı davada, mahkȗmiyet için güçlü deliller olmasına rağmen beraat ediyor. Bu kararın halkta yarattığı öfke ve adalete karşı sarsılan inancı toparlamaya çalışmanın bir sonucu olarak Menendez davası işlev görüyor. Diziyi de izlemiş olanlar bilir, Menendez davasıyla aynı dönemde gerçekleşen bir başka davada ise çocukluğunda istismara uğramış bir kadın cinayeti failinin çocukluğundaki istismar gerekçesiyle cezasının hafifletildiğini görüyoruz. Çocuk istismarını zaten hafife alan sistem, istismarı da yine işin ucunda kadına şiddete olduğunda bir hafifletici sebep olarak görürken, bizzat istismarcısını öldürmenin kendisini en ağırından cezalandırıyor. Bu dahi sistemin kadınların ve çocukların bedeninden, kanından beslenmekte kararlı olduğunun bilinçli bir beyanı gibi.

Bu davanın bize gösterdikleri bitmedi. Menendez davasının hâkimi bu davadan kısa bir süre önce gerçekleşen Rodney King duruşmasının da hâkimi. 1991 yılında Los Angeles’ta yüksek hızda araç kullandığı için polisler tarafından gözaltına alınan Rodney King, polisler tarafından vahşice darp edilmiş ve bu şiddet, olaya şahit olan ve evinin balkonundan kamera kaydına alan bir kişinin görüntüleri yerel basına sunmasıyla kısa sürede herkesin tepkisini çekmişti. Bu görüntülerin ortaya çıkışı ve siyahilere dönük polis şiddetinin bir kanıtı niteliği taşıması son derece önemliydi. Ancak halkın tepkisi ardından bu polislere açılan davaların hepsi beraatle sonuçlandı. Ve bu karara karşı gelişen tepki ünlü 1992 Los Angeles isyanını başlattı, 6 gün süren bu isyanı bastırmak için devlet orduyu devreye sokmuştu. Rodney King ve Menendez Kardeşler davalarının yargıcı aynı kişiydi. Bu bakımdan da Menendez Kardeşler davası adaletin tecelli ettiğine dair bir inanç tazeleme çabası olarak kullanıldı. Medyanın manipülasyonları da bu konuyu kolaylaştırıyordu ve belli ki istismara kayıtsız kalmak adalet sistemi için işten bile değildi.

90’larda gerçekleşen bu davanın tüm unsurlarının ve sistemin ne kadar aynı şekilde işlediğini şöyle görmek mümkün. Mesela bakın O. J. Simpson davasında çalışan avukatlardan biri kim? Alan Dershowitz. Kendisi aynı zamanda Epstein davasının da avukatıydı. Yıllarca skandal davalarda yer almasından devletle bağlantılı çete organizasyonlarının işlerini hâlletmekte görevli bir hukuk adamı olduğunu anlamak gayet mümkünken CVsi bunu daha da doğruluyor. Harvard Üniversitesi’nde hukuk profesörü olan bu adamın Epstein’le ilişkisi de avukatlığıyla sınırlı değil, kendisinin yakın arkadaşı ve hakkında verilen onca beyanla açık ki bu istismar ağının baş unsurlarından biri. Kendisinin ne çeşit bir adam olduğunu ve Epstein davasındaki rolünü anlamak için Ümit Kıvanç’ın “Bir Zenginlik ve Erkeklik Öyküsü” adlı yazı dizisinde kendisinden bahsettiği bölüme bakmanızı öneririm. Bütün skandal davaların önde koşup bayrak sallayanı olan bu adamı Puff Diddy davasında görevli olarak görmememiz dahi ilginç. Ancak zamanında kendisiyle ilgili suçlamalara “benim gayet iyi bir seks hayatım var” diyerek savunma yapan bu adamla, müvekkilinin evinde bulunan 2000’e yakın bebe yağını “kendisi alışverişlerini stok olarak yapmayı sever” şeklinde savunan avukat arasında pek de bir hukukî beceri farkı olmasa gerek. Ancak bakarsınız yarın öbür gün Dershowitz bu davadan da çıkar belli olmaz; zira kendisi hâlâ en ünlü TV programlarında bilirkişi olarak boy göstermeye devam etmekte.

Bu dizinin ve belgeselin yarattığı gündemde dahi nedense tartışılmayan ve sorulmayan önemli bir soru bence birçok şeyin ipucu niteliğinde: Devrim sonrası Küba’dan kaçarak Pensilvanya’ya gelen ve nasılsa ultrazenginleşen Jose Menendez’in servetinin kaynağı ne? Kim bu adam? “Florida bir ailedir” sloganını bularak aile kurumunun bu sistemde nasıl bir denetim mekanizması olarak yer tuttuğunu çok iyi anlamış olan, en büyük hayali JFK gibi bir gün ABD’ye senatör hatta başkan olmak olan bu adam, yalnızca kendi çocuklarının istismarcısı bir zengin mi? Onca araştırmama rağmen servetinin kaynağına ulaşamadığım, ergenlik yaşlarında ABD’ye gelerek mucizevi bir şekilde çok kısa sürede “azim ve çalışkanlıkla” müthiş bir kariyere ve zenginliğe sahip olmuş gibi anlatılan hayat hikâyesinde nedense kendisiyle her karşılaşan, kısa sürede kendisine şirketinin anahtarını teslim eder hâle geliyor ve daha 30’larının başında ABD’nin en büyük şirketlerinden birinin başına geçiyor. Bir zaman sonra da eğlence sektörüne dâhil oluyor. Davanın, sadece çocukların “şımarık zengin çocuğu” algısından veya henüz o tarihlerde ABD’de erkek çocukların istismarına dair bir bilinç olmadığından bu şekilde sonuçlandırılabildiğini düşünenleri ne yalan söyleyeyim biraz saf buluyorum. Bunlar elbette karara meşruiyet kazandıran sebepler. Ancak Jose Menendez’in profilinin hele bugün Me Too ve sonrasında daha da ifşa olan birçok profile benzerliği bize çok şey anlatmıyor mu? Kendisinin herhangi bir istismar ağıyla bağlantısı olduğunu ve dolayısıyla daha çok su kaldırmaması umuduyla bu davanın kapatıldığını düşünmememiz için herhangi bir sebep var mı? Kübalı kaçaklar üzerinden kontra örgütlenmelerinin en yoğunlaştırıldığı bir dönemde sebebi belirsizce zenginleşen bu adamla ilişkili bir davanın herhangi bir dava olduğunu düşünmek mantıklı olur mu?

2023 yılında bir belgeselde, bu adamın yönettiği RCA Records’la anlaşmalı bir erkek pop müzik grubu şarkıcısının Jose Menendez’in kendisine uyuşturucu verip tecavüz ettiğini açıklamasıyla bugün bu davanın yeniden açılması için talepte bulunuldu ve bu nasıl adalet sorularının çıkışı da bu gelişmeydi.

Başa dönelim, suçu üreten tam olarak nedir ve aranan adalet tam olarak nerededir? Sosyal medyada bir videoda şöyle bir söz vardı: Bruce Wayne Gotham City’yi dönüştürmek isteseydi milyar dolarlık serveti birçok halka hizmet programı geliştirmeye yeterdi. Evet; fakat Gotham’ın sözde adalet getiricisi, sermayedarların çıkarlarıyla örtüşmeyen suç çeteleriyle mücadele etmekten ötesini yapmıyordu. Oysa Gotham’ı yaşanmaz hâle getiren onlarca yıllık sömürünün kendisiydi; fakat Batman bunlarla ilgilenmiyordu. Batman, bir çizgi roman olarak karakterin doğrudan suça bulaştığını göstermiyordu belki; ama karanlıklar şövalyesi olduğu kesindi ve sadece bu metaforun kendisi de değil bize bunu anlatan. Sadece aile geçmişinden kaynaklı değil; banka soyanların karşısına dikilen; ancak halkı sömüren burjuvaların elini sıkan bu karakter bizzat sömürünün parçasıydı. İşte burjuva hukuku ve burjuva adaleti de tam olarak aynı maskeyi giymiş bir karanlık şövalye. Bu sebeple ne Menendez davasına bakıp “bu nasıl adaletsizlik” diye şaşırmak, ne Puff Diddy davasında kimi kime şikâyet edeceğini sormadan “neden bilenler şikâyet etmemiş” demek, ne de bugün bu ülkede iyice artan şiddet ortamına bakıp kimden yardım istediğini bilmezcesine “Turkish women need help” çağrıları yapmak Batman’den adalet beklemekten farklı değildir; ya da burjuva hukukunun dünyanın başka bir ülkesinde bir yerlerde, belki en ücra belki en Batı köşesinde gerçek bir adaleti olduğuna inanma saflığından.

Bugün şiddet dünyanın hemen her yerinde aynı şekilde artıyor. Kapitalizmin krizinin yarattığı tabloda zaten bütün ayakları şiddetten, sömürüden beslenen bu sistemde çürüme artık daha da her yeri kaplıyor ve her yerinden pislik fışkırıyor. Paylaşım savaşının ve derinleşen ekonomik krizin, çete-devlet modellerinin bir sonucu olarak bu çürümüşlük artık daha gözler önünde ve halka da daha fazla sirayet eder vaziyette. Dünyanın özellikle tüm kapitalist merkezlerinde toplumda şiddet arttı, nefret söylemleri arttı, bireysel silahlanma arttı, evsizlerin sayısı çoğaldı, çeteleşme, tarikatlaşma arttı, istismar arttı, dolandırıcılık ağları başta olmak üzere her türlü kolay para kazanma yöntemleri arttı. Hiçbiri insanların içindeki kötülüğün kaşınmasıyla alakalı değil; ezen-ezilen ilişkilerinde bugüne kadar açığa çıkan her türlü şiddetin ve kötülüğün meşru olarak işletildiği bir sistemin sonucu. Bugün gördüğümüz örneklerinde bile kötülüğün gayet de ekonomik ve politik kazançlarının olduğu bir sistemin işlemesinden kaynaklı. Bugün 8 bin lira için bebek öldürebilmek üzere çeteleşmenin zemini tüm bu saydığımız örneklerinde de gördüğümüz üzere bir canın hiçbir kıymetinin olmadığı ya da mesela sağlığın, halk sağlığı olarak ele alınmak yerine bir sektör olarak var olduğu bir sistemin sonucu. İnsanların canına kastederek komisyon almak için yanlış ilaç yazılan bir sistemin, ilaç sektörünün insan sağlığından çok, kâr odaklı olduğu bir sistem içerisinde yaşanıyor bunlar. Tüm bunlar yapılıyor; çünkü yapılabiliyor. Sistemdeki bir açıktan kaynaklı değil, sistem tam da bu olduğu için. Açıklara karşılık düşen ve adalet tecellisi dedikleri ise yalnızca sömürüden düşen pay yanlış kişilere gitmesin diye uğraşan Batman’in uğraşı gibi.

Menendez davasını işleyen “Canavarlar” dizisinde itibarı zedelenen polis biriminin cinayeti araştıran dedektiflerinden biri, şöyle bir öneriyle geliyordu: “Suçu Fidel’e atalım!” Ne yalan söyleyeyim, hiç de fena fikir değil; zira haklı olduğu bir taraf var. Gerçekten de Jose Menendez ve benzerlerini ortadan kaldırmaya dair gerçek adaleti ancak sosyalist bir sistemin adaleti verebilirdi.

Tüm bunlarla birlikte hatırlatmakta fayda var; kapitalizm çürümüştür ve tam da bu yüzden devrim, insanlığın dirilişidir!

Interview with the revolutionary publication ‘America Rebelde’

Previous Comment

At the present time, we see how the contradictions at a global level, and specifically in the imperialist field, are becoming more acute. The dispute for hegemony and leadership of the New Imperialist Order has led to the intensification of imperialist wars against the peoples, to a new stage of plundering of the wealth of the poor peoples of the world, to new economic adjustments by the International Monetary Fund, to a new arms race, to the advance of the destruction of the environment and to the increase in human deaths as a consequence of all the above. As a consequence of this, the people are preparing to fight for their rights in defense of life as well as against fascism and for the seizure of power for the construction of a socialist society and the conquest of self-determination, sovereignty and independence. Turkey is no exception. The fascism imposed from the very moment of the birth of the republic has intensified with Erdogan. The persecution against workers and revolutionary parties, against the Kurdish movement and against alternative and popular media is increasing. To understand the current reality in Türkiye, we interviewed the Kaldirac Movement. The full interview follows below.

The Interview

First of all, thank you for your interview request. We would like to take this opportunity to send our greetings to the revolutionary socialist movement in your country, to the communist movement, and to every revolutionary who fights for the revolution, no matter how they express themselves.

Firstly, the totality of questions showed us that you have a close interest in the revolutionary movements and class struggle in our country and in the world, and we were pleased to see this. This made us happy. It would not be an exaggeration to say that the world revolutionary movement is quite disorganized. For this reason, we believe that the relations between revolutionary socialists and communists all over the world are very important.

We would like to point out some of the information gaps in some of your questions. Maybe this is not necessary for this interview. But your interest in the revolutionary movement in our country has motivated us to emphasize some of these gaps.

While answering your questions one by one, as you requested, with your permission we wanted to elaborate a little more on some issues. I hope that our sincere answers will make sense to you as well.

In 1920, the Turkish Communist Party (TKP) was founded. What was the context of the class struggle for the formation of the Turkish Communist Party (TKP)? What were the ideological elements typical of Turkish reality that converge in the Communist Party of Türkiye?

Yes, the TKP was founded in 1920 in Baku. This happened at a time when the October Revolution was shaking the world and our region. However, it would be incomplete to start the process from here.

The Ottoman Empire was one of the main territories to be divided during the First World War, when the Western imperialist powers were engaged in a war of repartitioning the world, and the issue on the table of these imperialist powers, the famous “Eastern question,” was largely the question of partitioning the Ottoman Empire. At that time, the Ottoman Empire covered a vast geography from North Africa to Egypt, from the Middle East to parts of the Balkans.

In the 1870s, when the capitalist system was evolving into the imperialist stage and the age of monopolies was beginning, Thessaloniki (today a Greek city), which was within the Ottoman borders, was one of the provinces where the workers’ movement was developing. Workers’ actions were also developing in cities such as Istanbul and Bursa. However, all these movements cannot be considered as glorious class struggles. The formation of “national liberation” struggles in the Balkans, where the working class was the most developed, and the Ottoman Empire’s loss of these territories; in fact, it would be wrong to say that the workers’ movement that developed in these regions, the communist movement in the form of a nucleus, did not affect Istanbul and other developed provinces.

In Istanbul in the 1870s, unions of workers had begun to form in Istanbul, which in reality contained communist ideas. Two young workers who were executed in Istanbul in the 1870s were actually part of such organizations. These two young workers were communists and came from the Armenian people.

At that time, the Ottoman Empire was on its way to becoming a semi-colony. The West characterized the Ottoman Empire as a “sick man.” The feudal Ottoman Empire, which had grown on the basis of constant military occupation and plunder, had begun to become a semi-colony of the imperialist powers of the West in the early 1800s through many capitulations. And in this same period, the Ottoman Empire had become a prison of peoples. At that time, hundreds of large and small peoples lived in the Ottoman Empire. And among the most progressed of these peoples, communist consciousness was developing. The relative weakness of the working class and the influence of the French Revolution were fueling struggles for “national liberation” in this vast Ottoman territory.

When the war started in 1914, the Ottoman Empire joined the war on the side of Germany. And just a year later, the Ottoman territories were being occupied. Unorganized and small-scale resistances against the imperialist occupation began to emerge. As much as these resistances included elements with a communist perspective, they could also contain a religious perspective.

Every war is also a civil war. When the Ottoman Empire went to war, it resorted to massacres in order to prevent this civil war in advance. The most well-known of these massacres was the Armenian massacre. The 1915 Armenian genocide continued until 1919, followed by the Assyrian and Pontic genocides.

At the same time, communist organizations started to appear inside the country. The October Revolution had made its impact felt quite strongly and the Communist International had sent some cadres to Turkey. The Green Army, organized in 1918, was in fact the organized form of the armed anti-occupation resistance in the rest of the Ottoman territories. The fact that it was called the Green Army when it should normally have been the Red Army shows that it was not a pure communist movement. However, the Green Army was evolving into a process in which communist ideas were influential.

When the TKP was founded in Baku (Baku is the capital of Azerbaijan) in 1920, different communist organizations had already started to form inside. The TKP also meant the unification of the entire communist movement in 1920.

When the First World War started to come to an end after the October Revolution, the Western imperialist occupiers began to leave the places they had occupied. This was because the occupation attempt was preparing the ground for a more powerful communist reaction. In the same period, internally, the Ottoman state became open to sharing its sovereignty with the emerging bourgeois cadres. Feudal reactionism had begun to get along with bourgeois reactionism. The Western imperialist masters kept the ways of agreement open with these new bourgeois cadres. The Mustafa Kemal movement, which had received great support from the USSR, was in fact working with the imperialist masters in the background, mostly with the British and American imperialists. And the first act of the new Kemalist bourgeois movement was to invite the leaders of the communist party founded in Baku to the country and it massacred them as soon as they entered the country. The TKP faced the murder of 15 of its most valuable leaders only 4 months after its foundation. Mustafa Kemal and his friends banned the communist movement in their new bourgeois and Western-colonized state. Before even naming their bourgeois state a “republic,” they annihilated the entire resistance movement, including the Green Army, with unprecedented policies of massacre.

Despite the ideological clarity of the Communist International on the one hand, and the anti-occupation and armed resistance on the other, the TKP could not be an ideologically clear enough communist organization.

This process continued until the rise of German fascism, after which the pressure increased even more and the communist movement failed to reorganize itself. The ruling bourgeois state attacked every recovery move with great ideological consciousness and violence.

How does Turkish imperial history influence the formation of the Communist Party? How do you deal with it from within the working class?

The Republic of Turkey was organized as a colonial country. It existed as a kind of “joint colony.” This state of being a “joint colony” was further solidified when it joined NATO as part of the imperialist new world order established after the Second World War. At the request of the US, the Republic of Turkey (TR) state sent troops to the Korean War in 1952 to join NATO. It was organized as such a colonial and special organization.

In the lands that remained from the Ottoman Empire, the TR state was organized as a prison of peoples. Other peoples were subjected to a process of “Turkification.” The racist practices of Hitler’s fascism also emerged in our country.

Thus, the TR state was organized from the very beginning as (a) a colonial country, (b) a kind of joint outpost of the imperialist world against the USSR as an anti-communist state organization and (c) a prison of peoples. The existence of classes was denied and the existence of peoples was ignored. In this way, the liberating effect of the October Revolution on the peoples was blocked. In 1952 it joined NATO and its own army was completely reorganized accordingly. It was organized as a “joint colony,” militarily under the control of the USA and economically under the control of Europe.

Therefore, to consider the history of the TR state as a back and forth between fascism and democracy would be a lack of historical awareness. The TR state was organized in this way from the very beginning. This also affected the workers’ movement. In 1952, Türk-İş was founded under the supervision of the CIA, which even today is the largest trade union confederation in the country. Even in the trade union field, state organization was put in place from the very beginning. Therefore, it is not enough to call the trade union control in our country simply a “trade union bureaucracy.” It is an extension of a kind of Gladio organization that exists in NATO member countries, and for this reason we define today’s state-union relations as “union mafia.”

The policy of massacring the peoples, which comes from the Ottoman Empire, has always been and continues to be a very conscious policy of the TR state to use all kinds of identities to divide the class struggle.

There are many parties that define themselves as communist. How is this broad communist movement expressed? What are their differences?

There are many parties in our country that call themselves “communist.” The TKP, which continues its existence as a legal party, is actually more of a “nationalist” movement. The nationalist movement actually means that the communist movement carries the bourgeois ideology within itself. It is even a matter of debate whether these movements will take an anti-imperialist stance. Of course, their members can take such a position. But the leadership of these movements is nationalist and statist.

On the other hand, there are communist organizations that claim to be the followers of Ibrahim Kaypakkaya’s political path. We do not doubt their sincerity. But despite this, we have doubts on whether they correctly grasp the concrete situation and the state. As the Kaldıraç Movement, we are in favor of working together with these comrades in many things.

But there are many other movements in our country that do not use the name communist, but take a revolutionary stance in the practical class struggle. We also find cooperation with them important. Today, in our country, no communist movement, including ours, is the vanguard organization of the developing revolution. Therefore, instead of a debate on “vanguardism,” we consider the common struggle of the revolutionary movement important to organize the Leninist vanguard within the struggle. This approach is more functional.

The former communist party dissolved itself in 2014 to reorganize in 2017. Revolutionary communist parties, Maoists, have been created under the influence of Ibrahim Kaypakkaya. What is the importance of Ibrahim Kypakkaya? What is your position or opinion about Ibrahim Kaypakkaya?

The information that the former communist party dissolved itself in 2014 contains some incomplete information. The TKP, founded in 1920, dissolved itself in the 1990s after the September 12 coup d’état in our country. This is a process of liquidation, whether we like that movement or not. And September 12 was a counter-revolution. Every element of the revolutionary movement could not show the will to march to power. Therefore, almost every revolutionary and communist movement experienced a kind of erosion, a liquidation. After the dissolution of the USSR, this erosion also extended to the ideological field. The flight from the organization and the “forgetting” of revolutionary life, which is a requirement of revolutionary struggle, became a generalized phenomenon under these two factors, namely the September 12 counter-revolution and the dissolution of the USSR.

Therefore, we, as the Kaldıraç Movement, do not see ourselves in a narrow sense as the continuation of an old group, an old communist movement. Of course our ideology, of course our struggle is within this communist world. We embrace all revolutionary and communist history.

In this aspect, İbrahim Kaypakkaya is for us an exemplary revolutionary who shows how a revolutionary should resist against the rulers. As such, we also consider Mahir Çayan, Mustafa Suphi and Deniz Gezmiş important. Every revolutionary who fought for the revolution and died for the revolution has a place in our minds.

Kaypakkaya is a revolutionary who took a stance against the Kemalist bourgeois ideology that influenced the left-revolutionary movement of our country in the late 1960s and early 1970s, and for this reason he is very important to us.

Erdogan has been characterized by his fascist and repressive policies. He has allied himself with the Islamic State and “Israel” in the genocide against the Kurdish People. He has repressed the Kurdish Communist Party (PKK) and imprisoned Abdullah Ocalán also against the HDP party. He has taken journalists prisoner and closed pro-Kurdish newspapers. Is fascism new in Türkiye or does it has historical origins? Which are they?

Yes, Erdoğan has been in power for 23 years. But we look at Erdoğan as a joint project of the West. The issue is not Erdogan. For example, the sovereigns of our country, the ruling bloc, always act as a whole when it comes to the revolutionary movement and the Kurdish movement. They also differ on many issues. One sides with German imperialism, one with British imperialism, one acts on behalf of French imperialism and they act the most on behalf of the US. If the expression is appropriate, the TR state has no institution independent of the imperialist rulers and their war organization NATO. Recently, a British official could not stop himself from saying that they have established 77 Islamist sects in Turkey.

Islamist and nationalist (Turkist) ideology has been the main ideology of the TR state for many, many years. This is not unique to Erdoğan.

Erdoğan was put in place as a NATO and US project, for the BOP (Greater Middle East Project). The US wants to reshape the entire region. “Reshaping” actually means the war for the repartitioning of the world, following the dissolution of the USSR. That is why they brought “democracy” to Afghanistan. They killed or disabled 1 million children in order to bring “democracy” to Iraq. In the famous Epstein file, there are 48 thousand children kidnapped from Turkey. All the practices they carried out yesterday in Chile are taking place every day in our country.

By the way, the PKK is the Kurdistan Workers’ Party. In your question, it is referred to as the “communist party.” We would like to correct this, although it is not very important.

Above, we mentioned two processes of defeat and their erosive effect on the revolutionary movement. One was the dissolution of the USSR and the other was the September 12 counter-revolutionary attack. September 12 was planned and put into effect by the United States. In 1984, the Kurdish revolutionary movement created a positive effect against these two effects and this is very valuable for us.

We describe the current Erdoğan regime as the Palace Regime. In the Palace Regime, parliament, political parties, etc. do not matter. The rulers themselves have buried the ballot boxes. The municipalities that the Kurds win in every election are directly taken over by the state through trustee practices by the Palace Regime. Therefore, it is not possible to talk about democracy etc. in our country.

But please pay attention, where in the world is there democracy? In the US, Germany, Sweden, Sweden, Britain or France with Macron? The capitalist system is a shapeless creature with an extra life extension. And every day it lives is a threat not only to the working class, not only to us communists, but to everyone who calls themselves human.

In every period of their history, the rulers in our country have practiced a raging policy of attack against revolutionaries and communists. They are doing the same today.

The Palace Regime, headed by Erdoğan, is an extraordinary organization of the state and this is an issue that goes beyond classical fascism discussions. The state in the US and Germany will soon turn into this. There are signs for this. Is it democracy to choose between Trump and Biden?

The current Palace Regime is based on war policies at home and abroad. On the one hand, international capital is looting the country, and the continuation of this looting depends on war policies at home and abroad.

However, Turkey remains a military power in the region and constitutes the geographical border with Europe. It is the entrance to Europe. It has a strategic location. Its relationship with the United States is close. How does this relationship with imperialism, its condition as a military power, influence the development of the labor and revolutionary movement?

Turkey is a “ joint colony”. I know, this term is not very familiar. But it will not be valid after a while anyway; a joint colony will become a colony of one of the imperialist masters or it will be liberated as a socialist country through revolution.

“Joint colony” means that Turkey is militarily dependent on the US and economically dependent on Europe. No military presence in Turkey is independent of the US and NATO. When the US, through Turkey, planned and committed Islamist attacks in Europe, it was in fact threatening the powers in Europe to bring them under its control as in the past. This threat is still valid. But Turkey’s military assets are not and cannot be independent of the US and NATO.

Today, there is a third world war in the world, which some say has already begun, and others say is on its way.

In this war, the proletariat must, under all circumstances, turn its weapons against the ruler in its own country. Otherwise it makes no sense to talk about peace.

We are in this war. It is not enough to say that we are surrounded by wars. The TR state is itself in this war. It is sending Islamic gangs to Ukraine, it is under the command of the US on the battlefield in Libya, it is acting as a hitman for the US in the Caucasus. It is an occupying power in Syria. It provokes all kinds of attacks against the Kurds, including the use of chemical weapons, on US orders.

The genocidal attacks of “Israel” against Palestine forced much of the world to recognize the Nazi-fascist character of Zionism, of the genocide that is being perpetrated there. One of the largest, most massive, mass demonstrations in support of Palestine took place in Turkey, Istanbul. How do you explain this demonstration under the government of Erdogan, who is also an ally of “Israel”? What content did that demonstration had? What happened next?

 In front of the eyes of the whole world, Israel is openly committing genocide against the Palestinian people. And for this genocide, it uses the attacks of Hamas in October as an excuse. But Israel has been practicing this genocide for 50 years. Whoever stands up to an occupier, an aggressor, we find that valuable. Of course, we would like to take the PFLP as our addressee instead of Hamas. But this does not mean that we criticize any force that stands up to the occupier, to neo-Nazi practices, for this reason alone.

Today, Turkey is one of Israel’s largest supplier. Every day, goods are sold to Israel by tens of ships. In response to the reactions, the Palace Regime announced that it had stopped these exports. But today it has been uncovered that the ships have changed their route, first stopping at Greek ports and continuing to carry goods to Israel from there. Furthermore, Erdogan is the co-chair of the BOP (Greater Middle East Project) with Israel, a person who has been given an “insignia” by Israel. The Kürecik base in Turkey provides information to Israel. Cyprus and Kürecik bases are very important for the functioning of what Israel calls the “iron cage.” Israeli fighter jets conduct their training in the Turkish airfield. In other words, the TR state, the Palace Regime, is a partner of Israel as a US hitman, a NATO hitman. The genocide in Palestine, which is being carried out by Israel, is a common program of the entire West.

The protests and solidarity actions with the Palestinian people in our country are unfortunately not enough. As the Kaldıraç Movement, we wanted to organize a protest by walking to Kürecik. Kürecik is more than 1000 kilometers away from Istanbul. We cannot say that we had enough support for this action. The Turkey’s left, under the impact of nationalism, keeps its distance from the rising protests from the Islamic sections. Aside from the fake demonstrations organized by the government in order to cool the Islamic sections down, some Islamic sections are sincerely protesting and we think they are very valuable. But a strike in support of the Palestinian resistance has not been organized in our country.

The richest 1% in Turkey concentrate 40% of the gross domestic product and there is 24% poverty, if not more. How does the ruling class express itself in Türkiye? What are its main characteristics? In what state is the labor movement, the workers, the popular movement?

It is known that many statistics lie. The ruling class ruthlessly uses lies all over the world. Modern capitalism therefore means a darkness worse than the darkness of the Middle Ages. You can see it also in literature. Monopolies have fallen on humanity like a darkness.

As you say, 1% owning 40% can also be characterized as “at least.” In our country, the 500 largest companies hold 45 percent of the country’s total income. In the world, 500 big giant companies hold 39% of the world’s GNP.

But when it comes to our country, the situation is slightly different.

In recent years, Turkey has become an important center of international drug and dark money trade. Every day 30 children disappear. Children are being kidnapped from Syria and Iraq for organ trafficking. With CIA and Mossad operations, child girls are being kidnapped to be used in slavery programs. Every day in our country 3 workers fall victim to murders called work accidents in factories. At least 4 women are being murdered every day.

All this is an extension of the dark money economy. This dark money economy is related to the US and Europe. In other words, it is not independent of the West. The hegemons of the US and Europe launder their dark money here. They also wash the blood from their hands here.

The living and working conditions of workers are worsening rapidly. Workers work on average 12 hours a day. Hunger and unemployment threaten life as a de facto problem. While international corporations are making enormous profits, life for the working class is unbearable. Life is expensive and death is very cheap, if the expression is appropriate. It is not possible for you to see this, but dozens of workers’ protests take place every day. Not only you, but even an ordinary leftist living in our country does not hear about this. And the unions have become mafia organizations. It is no longer possible to call them union bureaucracies. These unions, which have one hand in the state and one hand in mafia organizations, control the labor movement. An ordinary unionization activity results in the firing of workers. For this reason, not only the political movement but even the trade union movement is run in semi-secrecy.

The worsening of the crisis of capitalism worldwide has led to an increase in repression and counterinsurgency strategies. The idea of the internal enemy is strengthened. In what situation are the human rights, fundamental rights? How many political prisoners are there in Türkiye? Turkish prisons are famous for their brutality and barbarity.

You are right, the global capitalist system is even abandoning bourgeois democracy, which was never a democracy for us. The war policies and the economic crisis are lifting of the velvet veil over the repressive apparatus of the state in every capitalist country. Consider the whole of Europe, they are organizing campaigns against Russia because of the war, they are even banning Tolstoy. On the one hand it is funny, on the other it is tragic. This tragicomic situation is actually proof that the system has reached the end of its life. A wave of revolution will cover the world, and it is possible to see the signs of it. Therefore we are not pessimistic at all. It will be the revolutionary proletariat that will take the stage. And this time, the revolution in one part of the world will quickly influence other parts as well. The revolutionary communist movements in every part must be ready for this situation.

In our country, the total capacity of the prisons is 350 thousand people and they are full. Tens of thousands of sympathizers of the Kurdish movement are in prison. Our comrades were imprisoned for a legal demonstration on May 1, 2024 and were being held without trial, without knowing their crimes. Journalists are imprisoned if they are not killed. Today, the sovereign is building 70 new prisons with large capacities. These prison buildings are being built by big, giant construction companies, which we call the “gang of five.” A woman can be imprisoned for criticizing the government on camera and this is not just one example. In our country, parliament no longer functions even as a leaf covering the crotch. Social media is wanted to be taken under control. Talking about human rights is a luxury in our country. Chemical weapons are being used against the Kurds. Drugs from international pharmaceutical companies are openly tested in ordinary health institutions. Almost every workers’ protest, every student protest, every women’s protest is confronted by the police, the courts, the bourgeois press and the state.

Türkiye is the bridge in drug traffick between Europe and the Middle East. The mafia or organized crime is also strong. Many times, organized crime and drug trafficking have been a source for the creation of counterrevolutionary paramilitary bands, such as in Colombia and Nicaragua. What relationship does the Turkish mafia, organized crime, have with the state´s repressive?

Yes, Turkey is a bridge in the drug trade. This is a line that goes from Latin America to Asia. Some time ago, many Afghans became Turkish citizens in exchange for buying houses in Turkey. Almost all of them are members of the mafia.

This traffic reaches Sweden at one end and Africa at the other. And in Turkey, the long war against the Kurds was financed by drug money. The fact that they blame the PKK for this is a play by the state.

This is also true of the smuggling of migrants, the trade of white women, trafficking of children, the organ trade. And while all these mafia organizations are linked to international cartels at one pole, they are linked to the state at the other pole. The TR state is involved in this business at every stage. Even the Palace itself is involved. Turkey has become a dark money laundering paradise. Many ports and touristic areas are centers for drugs coming from Latin America. Land roads are also involved in this. Especially Afghanistan is an important source in this regard. Some drug gangs that are captured now and again are the ones that are sacrificed, so to speak.

Today, Turkey’s economy is under the control of an international consortium. The Minister of Treasury is in reality their official. This consortium consists of creditors. And these creditor monopolies are involved in these dark money operations. The economy of the country is largely standing on the basis of this dark money.

An inter-imperialist war for a New World or Imperialist Order has been going on for quite some time now. On the one hand the US, NATO and the European Union and on the other China and Russia. The war in Ukraine is in full development and, as we mentioned before, the genocide against the Palestinian People and also against the Kurdish People. In Africa, anti-European, anti-French or anti-colonial sentiment has resurfaced. How does all this influence Turkey’s in its internal politics and in its ruling class and working class?

Actually, we have said a few words about this above. Let’s clarify a further bit.

The TR state has been acting as a hitman in this war for some time now. Turkey is the triggerman of NATO and the USA. The state organization, which today we call the Palace Regime, is an extraordinary state organization and is supported by the US itself, in accordance with these war policies. And while the TR state, on the appearance, speaks out against the US and Israel in high doses, this is a policy to cover up the situation, to keep the masses indecisive inside. No matter what Erdoğan says on any issue, he never hesitates to say the exact opposite. This is like a way of messing with the minds of the people.

Sometimes some Western “experts” say that Erdoğan is against the US and Israel. This is meant to mislead. Some time ago, an Israeli official was quite realistic when he said that “Erdoğan and we have very harsh words for each other, but in the end he works for us.»

Today, there is war or tension around war at every point around Turkey. At the command of NATO, The TR state played a very active role in the dissolution of Yugoslavia. It mobilized paramilitary right-wing gangs. Today, within the frame of US and NATO policies, it operates in the Balkans, the Caucasus, the Middle East, Africa and even Ukraine. It trains ISIS gangs in partnership with the CIA and sends them to different war zones around the world.

In our point of view, the war that is going on in the world today started when the USSR dissolved. When the USSR disappeared, the US wanted to extend its hegemony towards its dream of a “world empire.” For this, it invaded Afghanistan and Iraq. But this process changed with the Syrian war. The US in fact lost the Syrian war. And today it has lost the war in Ukraine. But through the Ukraine war, the US managed to seize the will of the whole of Europe. It started to unite the whole imperialist world around it against Russia and China.

The US hegemony is dissolving. There are all kinds of signs of this. The US is waging war to maintain this hegemony.

The 2008 economic crisis, China’s entry into the world market with its own brands and becoming a giant economic power beyond being merely the “factory of the world,” and Russia becoming an obstacle to US war policies are challenging the US hegemony.

However, rulers never transfer their hegemony voluntarily. That is why the US has imposed on its Western allies a plan to colonize Russia and China. Russia and China were not accepted at the table of the lords. The masters, the rulers, are not keen to share their cake with anyone.

Today, Russia and China are attempting to be colonized. And both are resisting this. The situation is evolving into a world war. In the background of this war is the desire of the US to keep its hegemony.

All this situation is deepening the crisis of the capitalist world economy.

Turkey is a US and NATO hitman in this war. However, the situation in Syria, its closeness to Russia, etc. creates difficulties for it in some aspects. Today NATO and the US want to push Turkey forward for a war against Iran. In return, they propose a plan of slaughter against the Kurdish people. And yet Turkey, for all its ambitions, is hesitant about this war. And this is also understandable. Because the war against Iran will actually put the rulers in much more difficulties inside the country.

The policies of war are also emerging inside our country as policies of war. For this reason, the state with all its power stands against every action demanding rights.

The peoples and the working class of our country can fight against these war policies by developing its own organization and with the strategy of socialist revolution. There is no other way. This means abandoning all kinds of “national left” approaches. Workers in every country must turn their weapons against their own rulers.

Finally, Türkiye has carried out bombings in Syria and Iraq with the excuse of attacking Kurdish military forces. It has invaded Syria and stolen considerable resources. How does Erdogan’s military policy fit into the design of the New Imperialist Order?

 As we have said, Turkey is an occupier in Syria. Nowadays, as part of its policy of encircling Iran, the US wants to shift Turkish military power towards Iraqi Kurdistan. This is why Erdogan talks about peace with Syria. As I said, we cannot judge by looking at Erdoğan’s words. Peace with Syria does not really mean an open dialogue with Syria. Syria wants the Turkish army to leave the region. The Turkish military presence in Syrian territory is intertwined with ISIS forces. These forces are intertwined with the oil trade, drug trade, organ trade, human trafficking. This military occupation has also produced its own economy.

And as long as the TR state is allowed to massacre the Kurds, Turkey will fulfill everything the US and NATO want in that region.

Turkey is afraid of a strong attack from Russia in the Syrian zone. Therefore, it is not unacceptable for Turkey to move from Syria into Iraqi territory. But in any case, the policy of massacring the Kurds will be in place. This policy is not independent of the US and NATO policies. The fact that the US is acting together with the Kurdish forces in some territories is not in contrast with the US policy of Turkey’s massacre of the Kurds.

When was KALDIRAC founded? Why was it created? What is its proposal?

Kaldıraç, as a magazine, was founded in the mid-1990s. These are the times of three factors, three forces. The September 12 counter-revolution of 1980 largely dissolved the revolutionary movement. This defeat was not a defeat experienced on the streets, in combat, with barricades set up, and therefore its impact was much more devastating. There are times when defeat by fighting is far preferable to defeat without fighting. This is one of the forces. The second is the dissolution of the USSR. This dissolution meant the rise of a deep distrust towards the communist thought. Against these two forces in the opposite direction, the 1990s were the years of the rise of the Kurdish revolution. And it was within these factors that Kaldıraç, as a movement, took shape. The aim, of course, was to build a revolutionary, Marxist movement and thus enter the struggle for power.

What differentiates Kaldirac from the other revolutionary parties? What is Kaldirac’s strategy? What are the main characteristics of his strategy towards taking power?

 It is not possible to fully understand any political movement through its words. In order to understand the character of a political movement, or even the character of a human being as a political being, in order to understand its political line, one needs to look at its actions.

We see ourselves as the successors of the revolutionary movement in the world in a broad sense, and in a narrow sense of the revolutionary line that manifested itself in different organizations in different periods in our country. For example, Che and Fidel are for us leaders. We see ourselves as Marxist-Leninists. The Chinese Revolution is also part of our revolutionary history, the resistance against Pinochet in Chile is also part of our history, as are the Spartacuses. The rebellion of humanity since slave society, the dream of a classless world without exploitation, puts us on the same front with many comrades we do not know.

It would be the subject of a very long article to explain how we differ from other groups in our country. I don’t think this is the place for this. But we have books where anyone interested can find our basic views. Perhaps some information can be found there.

In our opinion, a period of socialist revolutions for the whole world is ahead of us. The spread of these socialist revolutions throughout the world is much more possible than in the period of the October Revolution. There are objective possibilities for this. Additionally, the process of transition from socialist construction to communism is much more technically possible today. In the days of the October Revolution, the problem of how to eliminate money was not an easy one. But today, plastic cards (T.N: magnetic card technology) present a great possibility for this.

Of course, revolution is not just a technical process. It is no exaggeration to say that the world revolutionary movement needs a fighter international organization based on combat friendship. A revolution in any country in the world, for example the revolution in Chile, has the possibility of spreading rapidly to neighboring countries. This is also the same in our region. Therefore, we see ourselves as part of the world revolutionary movement.

Perhaps this is not enough to show that we are different from other parties. More specific examples will probably be needed. But I think that explaining our differences from dozens of movements and parties is not an issue that can be dealt with here.

We think that the working class is the vanguard of the revolution in our country. We think that changes in the structure of the working class are not obstacles to this.

We believe that the revolution needs a vanguard. This is the case everywhere in the world. This means a steel-disciplined, fighting revolutionary organization.

In the development of the revolution, we consider the existence of many strata, of people with different views, as a richness. That is why we advocate for the United Labor Front. This is not just a periodic political maneuver. We see it as a strategic step.

What is the situation of the revolutionary left in Türkiye? Is there a broad revolutionary alliance, a coordination of revolutionary parties? Which? What are your approaches and strategy?

Revolutionary socialists and communists in Turkey are scattered. This disorganization is caused by long-term historical factors. Moreover, the revolutionary movement does not have an effective organization within the working class. Of course, there are some coordinations of revolutionary movements where they organize common activities. This usually becomes operative in the case of pre-determined actions such as the May Day celebrations or certain developments that come up. It is not permanent. This is why we particularly find the United Labor Front imperative. In our country, the left, including the revolutionary left, develops common attitudes on the grounds of the daily struggle. We also attach importance to this. This can make it possible to create a common fighting comradeship. In the general shift of the left to the right and nationalism, the revolutionary left does not have a more developed strategic perspective.

One of the problems of the revolutionary left, of the communist movement, is the nonexistence of a Communist International. How does Kaldirac see the situation of the international revolutionary or communist movement? Do they belong to any international organization?

We think that the world revolutionary movement needs an international organization. The revolutionary struggle of the proletariat is in essence internationalist. But today there is no such international organization. At least not in our knowledge. Instead of a more advanced movement playing big brother to the others, there is a great need for a real fighting international. Kaldıraç is not part of such an internationalist organization.

Revolutionary internationalism is based on the friendship of revolutionary struggle. In our opinion, and we are far from being able to know the situation in every country in the world, we are far from this point today. But we are also clear that there are things to be done.

Revolutionary internationalism can mean a friendship of war, comradeship, or even siblinghood if it suits you. But the “older brother” in siblinghood would not work in this regard. We also know that revolutionary internationalism cannot be calibrated according to the foreign policy of a country.

The dispersion of the international communist movement and the revolutionary left in each country is due to how these revolutionary parties face the fight against revisionism and reformism. What does Kaldirac think?

 The disorganization of the world revolutionary movement is a reality. This disorganization is a serious problem when there are possibilities for the rapid development of revolution in almost every country of the world.

The reason for this is not simply the lack of struggle against revisionism and reformism. Revolutionary parties must first of all differentiate themselves. It is not a matter of being small or big parties and groups. The problem is, in fact, the insufficiencies of the revolutionary movements to wage a revolutionary struggle to take power in their own countries.

This of course includes the struggle against reformism and revisionism. But the lack of struggle against reformist and revisionist policies is not the only obstacle for revolutionary movements to develop roots in the working class in their own countries and to develop an effective and strong organization.

I think it is a priority for the world revolutionary movements to absorb at least 150 years of struggle since the Paris Commune and to build revolutionary policies against the current system.

The reformist left and revisionism around the world continue to survive with very old arguments. And in fact, they are easily welcomed by the hegemons of the world and can easily migrate to the camp of the counter-revolution. In a way, this can also be considered an advantage. In many cases, their unmasking does not require great efforts.

The escape from organization and organizing has become the new form of denying the revolution, of the policies of making the capitalist system “livable” without revolution. While the bourgeoisie is putting its own “democracy” on the shelf, the play of democracy in the name of the left has arrived at the escape from organization. This situation can only be overcome by revolutionary organization growing roots within the working class.

What happens in Turkey, in the Middle East, is also of utmost importance for the poor people of the world, for Latin America also. (Interestingly, the government of Nicolás Maduro (socialist of the 21st century) has strengthened ties with Erdogan. In fact, Erdogan was in Venezuela during the period of greatest repression and military offensive against the Kurdish people, in Rojava.) Do you think it is important to develop a with Latin American alternative media and see the possibility of Partizan having its version in Spanish, Portuguese?

 (as 17 in the text, second question 17)

The policies of the left that come to power through elections, which we have seen examples of, especially in Latin America, do not actually mean a radical confrontation with the system. Nevertheless, we don’t think they are unimportant. But in our view, the revolution begins with the seizure of political power and the dismantling of the bourgeois state. Without smashing the power of the sovereign, there can be no confrontation with the system. That is why we can see counter-attacks from time to time. This is the ongoing class struggle.

There is also the following reality here: If a revolutionary movement in one country, for example a country in Latin America, is able to take power through a real revolution, what can be done in advance to spread the revolution to other countries? This is a question that the revolutionary party must consider and deal with. How can a wave of strikes be organized in many industries of the world, in many countries at the same time? This is also a practical question. The level of development of the world capitalist economy should make us think seriously about this. But this does not mean that we have to postpone the revolutionary struggle in our own country. In other words, standing in a corner and waiting for the conditions to mature in the world is not a revolutionary path, this is not what we are talking about.

The ruling class is organized worldwide. But we, as world revolutionaries, do not have such a revolutionary organization (at least according to our knowledge). It is no secret that a socialist revolution that will develop in our country will face an imperialist encirclement when it achieves victory. In order to break this siege, we need to take a serious interest in the revolutionary movement in other countries today, considering the law of uneven but combined development.

Even in the 21st century, as long as capitalism exists, revolution can only take place by overthrowing the state of the sovereigns. We see the examples in Latin America as positive for terms of struggle, but we are cautious about calling them a form of socialism. If they can lead to a revolutionary jump in another Latin American country, they can make a contribution. This is why we prefer to look at the issue in terms of the broader class struggle. We don’t think that Erdoğan and Maduro have really close ties. It is more like a theatrical scene. There can be strange alliances that shape the relations between states. Therefore, we do not find it very helpful to make an analysis based on the attitudes and relations of states. For example, Spain has expressed reactions against Israel’s genocide. This does not allow us to think that the real character of the Spanish state has changed. Similarly, in the Kurdish issue, different practices may come to the table from time to time in European states. But it would be a mistake to think that they support the revolutionary struggle of a people. Because of the various contradictions, different alliances, temporary alliances, can arise.

Today, in the world, we believe that the revolutionary movement needs to build an alternative media in many regions. Financing this is of course a problem in itself. It is not insurmountable. In Latin America, I think it is much more possible for revolutionary movements to observe each other. First of all, the language makes this possible. But we don’t have an idea regarding our contribution to this.

Kayyumlarla yönetemeyeceksiniz, halkların ortak mücadelesi kazanacak!

Bu sabah gözaltına alınan Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer tutuklandı. Katiller, tecavüzcüler, uyuşturucu şebekeleri, yenidoğan çeteleri Saray Rejimi’nden destek görürken işletilen hukukla halkın iradesine karşı işletilen hukuk aslında aynıdır. Bu bir hukuksuzluk değil Saray Rejimi’nin iç savaş hukukudur. 

Amansız, soluksuz bu rejimi ayakta tutmanın yolu egemenler için iç savaştır ve tüm söylemleri bunun üzerine şekillenmektedir. Yakın dönemde, “terör” ve “terörist” suçlaması ile, hemen her muhalif hareket ezilmeye çalışılmıştır. Maaşına zam mı istedin, yetmedi bir de sendikalı mı oldun; sen bir teröristsin. Hamasetin bırakılıp gerçekten Filistin halkının direnişinin desteklenmesinden, soykırımcı İsrail’i koruyan-kollayan limanlardan, NATO üslerinden mi söz ettin; sen bir teröristsin. Topraklarının maden şirketlerine verilmesine karşı mı çıktın, doğanın yağmalanmasına mı karşı durdun; sen bir teröristin. Kadın cinayetlerine karşı sokakları mı kuşattın; sen bir teröristsin. Kürt halkının özgür ve eşit bir yaşam isteğini mi savundun; sen bir teröristsin.

Bugün her türlü direniş, baskı ve şiddetle, iç savaş uygulamaları ile, tüm devlet çarkını karşısında bulmaktadır.

Yeni değildir. Onlarca kez Kürt halkını kayyumlarla yönetmeye çalışıp, yönetemeyenler bir kez daha halkın iradesini gasbetmeye çalışmaktadır. Van’da denenen gasp girişimi Kürt halkının direnişi ve dostlarının dayanışması ile geri püskürtülmüştü.

Bu kez de, halkın iradesine sahip çıkmak direnişle, direnişi büyütmekle mümkün.

Tüm bu saldırılara karşı halkların örgütlü mücadelesini büyütmek tek çıkış yoludur.

Kurutuluş yok tek başına! Ya hep beraber ya hiçbirimiz! 

Kaldıraç

31 Ekim 2024

Hastaneleri sağlık emekçileri yönetsin! Hastaneler kamulaştırılsın!

16 yıl önce Dünya Bankası hibeleri ile başlatılan “Sağlıkta Dönüşüm” adı altındaki ticarileştirme programının çarpıcı sonuçlarını yaşıyoruz.

16 yıl önce 2008 yılında, “Herkese Sağlık Güvenli Gelecek Platformu”, sağlığın ticaretin konusu olamayacağını söylerken, bugün yaşadıklarımızın yaşanacağını söylemiş; bunun için basın açıklamaları, yürüyüşler, mitingler düzenleyerek halkımızı uyarmıştık. Ama bu çürümenin yeni doğmuş bebeklere kadar gideceğini öngerememiştik. Kapitalizmin yarattığı alçaklığın, çürümenin dibi yok!

Bize 5 gündür, “Yenidoğan Çetesi” diye Hipokrat yeminine ihanet etmiş, insan müsveddesi bir avuç hekimi, sağlık çalışanını, birkaç tane hastane patronunu hedef gösteriyorlar.

Sahnenin önüne attıkları şudur: birkaç insanlıktan çıkmış doktor, birkaç suça bulaşmış hastane çalışanı, birkaç kötü hastane, birkaç kirli ilişki, güya bir iyi savcı… Koca bir çürümüşlüğün saklanmaya çalışıldığı sahnedir bu. Bunları konuşalım ki, sağlık patronu bakanlar saklansın, bunları konuşalım ki hortumlanan SGK payları görülmesin, bunları konuşalım ki Bilal Oğlan’a kadar giden bir ağ gizlensin.

Parça parça değil, sistemin bütünüdür bebelerimizi katleden.

Sağlık, eğitim, her şey ama her şey ticaretin para kazanmanın, yağmanın parçası hâline getirilmiştir. Hastaneler, hasta/müşteri garantisi ile çalışıyor. Hasta/müşteri, öğrenci/müşteri… Bizim yaşamlarımız onlar için müşteri ilişkilerinin konusudur.

Yıllardır, emekçilerin vergilerinden oluşan bütçeden sağlığa ayrılan pay, SGK ya da GSS ile emekçi ve yoksul halktan alınan primler. İşte bu çark içinde kravatlı ya da kravatsız, elit ya da mafya görünümlü sermayeye yağmalatılıyor. İrili ufaklı tüm çetelerin yaratıcıları, iş daha büyüklere kaynak aktarmak olunca hep kullandıkları daha küçük çeteleri harcamıştır.

Örneğin, bebelerimizi öldüren hastanelerin yaratıcıları bu karanlık perdesinin arkasında biz yoksulların zaten gidemediği Medicana, Acıbadem, Metropol, Koç vb. hastaneleri temiz midir? Hiçbiri ama hiçbiri masum değildir.

Örneğin, TÜİK bu alanda son verisini 2018 yılında açıklamıştır. 2018 yılında bu ülkede yılda 10 bin çocuk kaybolmuştur. Ve yine aynı yıl içinde, dünya çapında kırmızı bültenle aranan İsrailli bir organ kaçakçısı, bir şirket kurarak “faaliyetlerini” bu ülkede sürdürmeye başlamıştır. İşte size bu aşağılık düzenin pek tabii hukuka uygun sağlık hizmeti!

Kapitalizm denen bu insanlık dışı sermaye egemenliği fazladan ömür süren bir ucubedir. Bu çürümüş düzen, insanı çürüterek ayakta durmaktadır. Bu çürümüş düzene karşı mücadele etmeden yaşamak ise mümkün değildir.

Biz kendi yaşamlarımızı elimize almadan ölümleri durduramayız. Bebeklerin, bakıma muhtaç hastaların canı pahasına sokulduğu bu tezgâhı organize edenler ve bunlara ortak olanlar katliam düzenine engel olmayacaklar.

Biz yaşamız, onlar ölüm!

Sorumluluk biz işçilerde, öğrencilerde, kadınlarda, halklardadır.

CİMER’e şikâyet etmek, katillerin ardından küfürler dizmek yeterli değildir. Çözüm, ellerinde kadınların, hayvanların, işçilerin, yeni doğmuş bebeklerin kanı olanlara, Saray Rejimi’ne karşı direnişi örgütlemekte, kaderimizi kendi ellerimize almaktadır.

Mesleğinin ve insanlığın onuruna sahip çıkmak isteyen tüm sağlık emekçilerine çağrımızdır: Halkın eşit, ulaşılabilir, ücretsiz ve nitelikli sağlık hizmeti alabilmesi için sağlık emekçileri, hastanelerin yönetimini devralmalıdır. Bu, sadece sağlığın ticaretin konusu olmaktan çıkarmanın bir adımı değil; bu çürümüş düzene karşı insanca, onurlu bir yaşamın inşasının da adımıdır.

Tüm hastaneler, Medicana’sından Medipol’üne, Acıbadem’inden Koç Hastanesi’ne, Florence Nightingale’ine tüm hastaneler kamulaştırılmalı, sağlık ticaretin konusu olmaktan derhal çıkarılmalıdır.

İnsanca yaşamak ve yaşatmak isteyen herkese çağrımızdır: Bu çürümüş düzeni yıkmadan yaşanacak bir hayat yoktur.

Bu pisliği devrim temizler.

Hesap sormak ve yaşamak için örgütlenelim, mücadeleyi büyütelim!

Kapitalizm çürümüştür, devrim insanlığın dirilişidir!

KALDIRAÇ

22.10.2024

The resistance will not be broken, the peoples of the world will win!

“Palestine, is not only Palestine. Just like the stones child generals throw at Zionists are not only stones. Palestine is a call; to humanity, to those who are human. Every stone that are thrown are a hope, for the one who seeks one’s future for humanity.”

These words belong to the revolutionary leader of the Palestinian people, the Secretary General of the Popular Front for the Liberation of Palestine (PFLP). George Habash.

Exactly one year ago, the Palestinian resistance opened a path for the peoples of the world with the Aqsa Flood. Against decades of massacres, systematic torture, humiliation, displacement and Zionist occupation, the Palestinians emerged from the most difficult conditions to demonstrate that human dignity and freedom cannot be forced into surrender.

One year ago today, the resistance, which has been patiently, stubbornly and with great seriousness weaved together in Gaza, a place that has been turned into an open-air prison by the occupying Israel, paralyzed the Gaza Division of the occupation army, captured dozens of occupiers for the release of the prisoners of the resistance, and removed all the gilding of zionist Israel, which was called unshakable and invincible with its Iron Dome, Mossad and technology. This success of the Palestinian Resistance has turned into the nightmare of the rulers who exploit workers, laborers and peoples all over the world, and has become a hope for the peoples of the world.

The existence of the zionist occupation is the cause of the war in the region. The imperialists and their collaborators stood behind and supported all the attacks of the Zionist occupation for a year. Imperialism/zionism, which is widening the war today, has massacred more than 42 thousand Palestinians in the last year, bombed dozens of hospitals, assassinated the leaders of the resistance, attacked every geography supporting the resistance from Yemen to Iraq, Syria to Lebanon. Every imperialist state, foremost the USA, and their collaborators are directly responsible for these massacres.
In order to break the support of the peoples of the world for this honorable resistance, dozens of lies were told, and heroisms were enacted from the rostrums. The embedded writers and politicians who talked about “the right of the occupation state Israel to defend itself” did not say a word about our starving babies in Gaza. However, the resistance and its friends are growing the struggle to break through this blackout. Just two days ago, millions of people all over the world flooded the city squares in support of the Palestinian Resistance. The peoples of the world once again stood by Palestine against the rulers of this system that promises us no future except war and exploitation.

On the other hand it is this geography we live on which these lies are a dime a dozen. Those who make “we stand with Palestine” heroisms on TV, in parliament and at rallies are among the biggest supporters of the occupier Israel. When the occupation state was established, the first regional state to officially recognize it was the Republic of Turkey (TR). As a NATO member, the TR continues this support from past to present. The pilots of the occupation state, which is raining bombs from Gaza to Beirut, are trained in Konya, and intelligence is shared from Kürecik and İncirlik bases. Moreover, trade with the occupying Israel, cornered by the Palestinian Resistance and its friends, has never stopped. Hundreds of products from tomatoes to concrete, from tank fuel to oil are sent from the TR to feed the occupation state.

We, workers, peoples, women, students, stand by the Palestinian Resistance and will continue to do so. For this reason, in these lands; we will continue to say “all military-diplomatic-commercial-academic relations with the occupation state Israel should be cut, the Incirlik and Kürecik bases defending the occupation state Israel should be closed, leave the murderer of peoples NATO!, the ambassadors of the occupation state should be expelled, their embassies should be closed!” and keep organizing and growing the struggle to realize these demands. We will not diminish our solidarity with the Palestinian Resistance.

Our region and the whole world is facing imperialist aggression. The invaders of Iraq, Syria, Palestine, the butchers of Vietnam, the perpetrators of Afghanistan, the masters of the Ukrainian fascist horde, the creators of ISIS, the masters of the terrorist organization NATO, are growing their war to share the whole world again from Iran to Taiwan.
The peoples of the world must grow the struggle against this war with the strength of the Palestinian Resistance’s October 7 Aqsa Flood. The only real solution that will erase exploitation and war from the world is socialism. The October Revolution continues to show itself as a great experience and example of stopping the war of division.

Now is the time to strengthen the link from October 7, which started to stop the occupation, to the October Revolution, which begins to destroy capitalism.

Now is the time to improve organizing with the lessons of the Palestinian Resistance, which was reborn like a phoenix when it was said to be over.

Now is the time to raise the flag of socialism for freedom, peace and brotherhood.

Resistance will win in Palestine! Forward to the revolution; socialism or death!

07.10.2024
Kaldıraç Movement

Devlet teröründe yeni bir aşama

Egemen, zor aygıtlarını elinde tutan sınıf, devletin sahibi olan sınıf, sadece baskı ve şiddetle, sadece zorla yönetmez. Bir de, binlerce yıllık kör inanlara, alışkanlıklara, hurafelere, inançlara dayalı olarak, onlarla birleştirdiği, kaynaştırdığı bir ideolojik hegemonya da kurar. Bu ideolojik hegemonya, aslında, “rıza” üretme mekanizmasıdır. Din ve eğitim bu işin içindedir. Devletin “baba” görülmesi, devlet dışında herhangi bir kişinin silah kullanımının suç olmasının kabulü, egemen sınıfın koyduğu hukuk sistemine riayet edilmesi, vergilerin “yol, su, elektrik” olarak geri döndüğü düşüncesi, vatan-millet edebiyatı, ulusal çıkar yalanı, ulusal güvenlik gereği, yargının bağımsızlığı gibi söylemler, aslında bu rıza üretiminin günlük yaşamımızdaki ifadeleridir.

Elbette, egemen, elindeki dini, basını, eğlence sektörü, filmleri, diğer kültürel araçları ile, sosyal medyası, dijital kanalları vb. ile, toplumsal rızanın üretilmesi için her türlü manipülasyonu yapar, yapmaktadır da.

Mesela İkinci Dünya Savaşı sonrasında, birdenbire, “hür dünya” söylemi ile, demokrasi savunucusu rollerini takınarak, dünya işçi sınıfına, özgürlük ve eşitlik arayışına, dünya halklarına, SSCB başta olmak üzere sosyalist ülkelere karşı, organize bir savaş devreye soktular. Ve bu savaşın adı, aslında “demokrasi” savaşı idi. Anti-komünist mücadele, bir sürü hak ihlali, cadı avı, akıl almaz yargılama komedilerine rağmen, “demokrasi” kılıfına sokuldu.

Yakın dönemde ise, “terör” ve “terörist” suçlaması ile, hemen her muhalif hareketi ezmeye çalışmaktadırlar. Kürt halkının özgürlüğünden mi söz ettin, demek sen teröristsin; Filistin halkından mı söz ettin, sen bir teröristsin; mesela 8 saatlik işgünü politikasının uygulanmasını istedin mi de teröristsin; doğanın yağmalanmasına karşı mı çıkıyorsun, sen kimsin ki, olsa olsa teröristsin.

Devletin işlediği birçok cinayet, devletlerin ortaya koyduğu organize katliamlar, devletlerin her türden saldırısı, “demokrasinin korunması” iken, bu saldırılara karşı çıkmak, hattâ sıradan bir ekonomik-demokratik hakkı savunmak ise, düpedüz teröristliktir.

Eylül ayı içinde, ABD-İsrail cephesi, Lübnan’da bir saldırı gerçekleştirdi. Saldırı, ortaya çıkan bilgilere göre, telsizlerin ve çağrı cihazlarının patlatılması ile gerçekleştirildi. 2 bini aşkın patlamadan söz ediliyor. Ölen sayısı 30 civarında, yaralı sayısı da 150’nin üzerinde gibi görünüyor.

Derler ki, korkak her zaman korkaktır ama çoğu kez “kahraman” unvanını da alır. Bu saldırıyı yapanlar, İsrail ve ABD cephesi, aslında bir çeşit “kahramanlık” ortaya koymuş gibidirler. Öyle düşünüyorlar. Üretici firmaya, biraz fazla ödeme yaparak, bu cihazların, mesela 3 bin cihazın içine bomba koymak, bir devlet için çok zor olmasa gerek. Ya da mesela cihazları bir yerde toplayıp, bir teknik kadro ile, cihaz başına mesela 1000 dolar vererek bu işi yaptırmak mümkündür. 300 bin dolar harcamış olsalar, hiçbir devlet için bu bir büyük harcama demek değildir. Mesele, bu cihazların, Lübnan tarafından istenen, sipariş edilen cihazlar olarak satılmasıdır. Bunu da biraz düşük bir fiyat teklifi ile başarmak mümkün olmalıdır. Demek ki, Lübnan’dan gelen bir siparişi, bu biçimde yerine getirmek, ABD ve İsrail açısından çok da zor olmasa gerek.

Siz eğer, devletten, devletin gücünden korkuyorsanız, aslında bu operasyon sizi daha da korkutabilir.

Demek ki, korktuğumuz zaman ille de güçlü bir adamın bize saldırması gerekmez, korkak birisinin saldırısından da korkabilirsiniz.

Korkakların saldırıları, belki de daha korkutucudur.

Bizim Türkiye sol çevrelerinde, “ununu elemiş eleğini asmış” olmaya doğru koşan bazı kesimlerde, düşünce şöyledir: Vay be, adamlar müthiş, bunlarla başa çıkılmaz, bak ne yaptılar!

Baştan aşağıya yanlış bir düşünce tarzıdır.

Söylediğimiz gibi, böylesi bir eylemin yapılması olanağı, devletlerin hepsi için olanaklıdır. Hele ki, ABD, İsrail hattı için bu çok kolay, sadece biraz fazla paraya mâl olacak bir operasyondur. Korkakçadır. Nihayetinde, ölenlerin kim olduğu asla kestirilemez.

Elbette bu bir devlet terörüdür.

Filistin halkı söz konusu olduğunda, İsrailli yetkililerin, “çocukları öldürün” çağrısı yapmaları ile benzerdir. Kendine devlet yöneticisi, kendine yazar, kendine sanatçı, kendine edebiyatçı denilen bazı isimler, hiç tereddüt etmeden, “çocukları öldürün çünkü büyüyünce zaten birer Filistinli terörist olacaklar,” diyebilmektedirler. İleride bu çocuk Filistin direnişçisi olacak diye çocukları öldürme hakkını kendinde görenler, elbette ki katildirler. Ve bu katiller, devlet terörünün militan savunucularıdırlar.

İşte bunlar, Lübnan’da cihazların patlatılması işini, “kahramanca” bir eylem olarak görürler.

Ve elbette ki, egemene, burjuva devlete karşı savaşma niyetinde olmayan, korkan ama bunu kendine bile söyleyemeyen “solcu”lar, bu eylemden korkarlar ve bu egemene karşı savaşmanın manasız olacağı sonucuna hızla varırlar.

Korkakçadır.

Bu saldırılar, katliam politikalarının devamıdırlar.

Almanya’da, 10 yaşındaki bir çocuğu, elinde Filistin bayrağı olduğu için kovalayıp tutuklayan Berlin polisinin ne denli büyük bir “kahramanlık” ortaya koyduğu da açık olmalıdır. Sanırız, demokratik dünyanın, hür dünyanın bu nadide temsilcisi Almanya’nın polis teşkilâtı, Hitler döneminden bu yana, böylesine kahramanca bir eylem yapmamıştır.

Evet, devlet öldürür.

Giderek devletin işi de bu olmaktadır. Vergiyi alır, halkı ezer, baş kaldıranı öldürür. İşte size demokrasi!

Tekellerin dünyasında devlet, daha açık, daha fazla, daha “kahramanca” öldürür.

Tekelci hâkimiyet dünyasında devlet, paramiliter güçleri ile, kolluk kuvvetleri ile saldırır ve bu saldırılar, birer katliam, birer soykırım boyutuna gelir.

Tekeller dünyasında demokrasi budur.

Buna devlet terörü demekte hiçbir sakınca yoktur ve bu devlete karşı, her yol ve araçla direnmek; meşrudur, zorunludur.

Lübnan’da yapılmak istenen bir çeşit soykırımdır.

Devletlerin ya da büyük şirketlerin ellerinde, bu katliamların daha fazlasını yapma olanakları vardır. Mesela Apple, canı isterse, uygun görürse, tüm telefonlarını patlatabilir. Zaten, telefonun da pilini, güç kaynağını çıkartamıyorsunuz.

Biliyoruz, bu telefonları, akıllı denilen telefonları taşıyan herkes, ama herkes, istendiğinde dinlenebilmekte, izlenebilmektedir. Milyarlarca cep telefonunu dinlemenin onlara ne faydası olacak, demeyin. Demeyin, çünkü siz onların yerinde değilsiniz ve sizin için gereksiz olan bir bilgi, onlar için çok da gerekli ya da önemli görülebilmektedir.

Cep telefonu, haklı olarak, “modern tasma” olarak tanımlanmaktadır. Hani hayvanlara tasma takarlar ve bu yolla, o hayvanın sahibinin kim olduğu ortaya çıkar. Her ne kadar, eski çağlardaki gibi, hayvanlar, üretimde kullanılmıyor olsa da, sahiplerinin belli olması “önemli” ya. Ne de olsa mülkiyet dünyasında yaşıyoruz. Her şey mülk edinilmelidir. Bir fikir bile, bir şiir bile. Su, çoktan mülk edinildi, ağacın gölgesi çoktan mülk edinildi ve havanın mülk edinilmesi de kapitalizm yaşarsa eğer, bir gün gerçekleşecektir. Bu nedenle, kapitalizmin tez elden, Fikret Başkaya’nın deyimi ile “vakitlice” yıkılması gereklidir.

Modern tasma, kimseye “açık zor” ile verilmiyor. Bazı şirketler, elbette cep telefonunun sahibinin kendileri olması “hakkı”nı kullanıyorlar. Ama herkes, cep telefonuna sahip olmak için, bir çeşit zorunluluk hissediyor. Cep telefonsuz yaşam, “ilkel” bulunuyor ve burada da kalmıyor, hangi marka tasmanın, pardon, hangi marka cep telefonunun daha prestijli olduğu da bir konudur. Şöyle düşünün, bir köpek, kendisine takılan tasmayı seçme hakkına sahip değildir. Modern tasmalı insanın bu konuda bir seçim hakkı var.

Fark bu kadarla da sınırlı değildir. Koyunun tasmasının maliyetini koyunun sahibi üstleniyor. Oysa insanın tasmasının maliyetini, her bir insan kendisi üstleniyor.

Demek ki, aslında biz zaten, Lübnan’da ortaya çıkmış olan toplu suikast eylemine her an maruz kalabiliriz. Bunun önünde hiçbir engel yoktur.

Devlet terörü, yeni bir aşamaya yükselmiştir. O elektronik aletlerle oynanan oyunlarda olduğu gibi, yeni bir level ortaya çıkmıştır.

Şimdi, birçok devlet, kendi terör uygulamalarını Lübnan’daki saldırı ile karşılaştırıyor ve bu açıdan, “bravo” dediklerini varsaymak, sanırız aşırı bir yorum olmayacaktır. Bugüne kadar, Rusya ve Çin dışında, Lübnan’daki bu korkakça devlet terörünü kınayan ülke yok gibidir. Abartmayalım ama Batı dünyasından, bu eylemi kınayan bir tek ülke yoktur. Demek “hür dünya” bu konuda daha yeni pratikler ortaya koyacaktır.

Düşünün, bu eylem, mesela İsrail içinde gerçekleştirilmiş olsa idi, tüm Batı dünyası, bunu açık bir terör eylemi olarak kınamakta bir saniye tereddüt etmezdi. Oysa eylemin hedefi Lübnan olunca, iş öyle değil.

Pek yakında, otomobilleri bir anda patlatma eylemleri de ortaya çıkacaktır. Dünyanın hâkim güçleri, tekeller, ellerindeki olanakları göstermeye başladılar. Başka neler yapabileceklerini hayal etmek zor değil. Ama bunların tümü, onların zaferini garantilemez, tersine, korkularını açığa vurur ve vurmaktadır.

Devlet terörünün ayırt edici noktası da burasıdır. Devlet, açıktan halka saldırıyor ise, bu durumda terör yok, ama halk buna karşı çıkıyorsa, işte o bir terör eylemi oluyor.

Şimdi, İsrail bu yolla, Lübnan’da büyük zafere mi imza atmış oldu?

Elbette olmadı.

Ama İsrail ve ABD, açık olarak bu savaşta hiçbir sınır tanımadıklarını, tanımayacaklarını ilan etmiş oluyorlar.

Dünya çapında sürmekte olan savaş, artık kural ve sınır tanımaz durumdadır.

Ve elbette, bu savaş, bizzat bu savaşı yürüten ülkelerin içlerinde de yankısını bulacaktır. Her savaş bir iç savaştır. Bu nedenle, aslında, dünya proletaryasının, örgütlü eylemleri ile sahaya inmesi, eylem alanlarına çıkması, üretimden gelen gücünü kullanması gereklidir. Bundan başka hiçbir şey, böylesi bir savaşı önleyemez.

Savaşın nedeni, dünya yüzündeki kapitalist-emperyalist egemenliktir. Tekellerin hâkimiyet istekleridir. Bu savaşı onların bitirmeleri beklenemez. Tersine, bu savaşı onların egemenliğini yerle bir etmek üzere, dünya işçi sınıfının ayağa kalkması durdurabilir.

Öyle anlaşılıyor ki, biz, devrim ve sosyalizm güçlerinin mücadelesi yükselene kadar, daha pek çok tuhaf, korkakça devlet terörü uygulamasını göreceğiz.

Savaşa karşı tutum; İsrail’de genel grev sesleri

Her savaş bir iç savaştır. Bu iç savaşın, ne denli açığa çıktığı, ne zaman açığa çıkacağı, elbette birçok etkene bağlıdır ve kesinlikle ayrı bir tartışmanın konusudur.

Ama, her savaşın bir iç savaş olduğunu, sanırız, herkes kabul etmektedir. Egemen zaten eder, çünkü ona göre hazırlık yürütür. Sadece, egemen adına kalem sallayan bazı şarlatanlar, saray soytarıları, eklenmiş gazeteciler ve eklenmiş aydınlar kabul etmiyormuş gibi yaparlar. Çünkü onların derdi, işçi sınıfını, emekçileri, savaşmak üzere egemenin yanına almaktır.

Egemen, tarihin her döneminde bir avuçtur. Toplumun azınlığını oluşturur. Hele ki tekelci kapitalizmde egemen, çok daha az sayılarla ifade edilecek bir toplumsal kesimdir. Dünya çapında 500 büyük firma, dünya üretiminin %40’ını yapmaktadır. Türkiye’de, 2023 yılı rakamları ile, dolar cinsinden milyonları olanlar 60 bin 787 kişidir. Demek ki, egemen bir avuçtur derken, aslında abartılı bir şey söylemiyoruz.

Oysa egemenin ezdiği, sömürdüğü, hâkimiyeti altına aldığı toplum, milyonlarla ifade edilmektedir, mesela ülkemizde 85 milyonu aşkındır.

İşçi sınıfı, milyonlarla ifade edilir. İçine işsizleri, içine öğrencileri, içine yoksul köylüleri koyarsanız, toplumun ezici çoğunluğundan söz eder olursunuz.

Oysa egemen sınıf, burjuvazi, kapitalistler, bir avuçturlar. Buna rağmen, yöneten onlardır.

Egemen, silahlı adamlardan oluşan devlet çarkını oluşturarak, kendisi dışındaki sınıf ve kesimleri, baskı altında tutar. Bu nedenle, her devlet bir diktatörlüktür, egemen sınıfın diktatörlüğüdür.

Bir avuç burjuvazi, sadece baskı ile, sadece şiddetle yönetemez. Bunun yanında, toplumsal rıza üretir. Bu toplumsal rıza, hurafelere, kör inanlara, dine, çeşitli alışkanlıklara vb. dayanarak geliştirilir ve bu doğrultuda egemen sınıf, devlet, topluma bir ideoloji zerk eder.

Örneğin, burjuvazi, kendi sınıfsal çıkarlarını, “bunlar biz tekellerin, biz para babalarının, biz kapitalistlerin çıkarları” şeklinde ifade etmez. Öyle etmiş olsa, toplumda isyan, an meselesi hâline gelir. Bir yandan şiddetle, başını kaldıran herkesi sindirmeye çalışırken, diğer yandan da kendi çıkarlarını, toplumun tümünün çıkarları olarak sunar.

“Ulusal çıkar” işte böylesi bir zehirdir.

Bizdeki “vatan-millet” edebiyatı, tam da bu “ulusal çıkar” manipülasyonu ile birleşir. Birinci Dünya Savaşı döneminde, emperyalist işgale karşı başlayan, “anti-işgal direniş” döneminde, ülkesini savunanlar örnek olarak ele alınır ve sonra, mesela Libya’ya “vatan için” gidiyorsun, mesela Suriye’ye “vatan için savaşmaya gidiyorsun”, mesela Kıbrıs’ta “vatan için varsın” şeklinde yoğrulur.

“Ulusal çıkar”, gerçekte burjuvazinin katıksız çıkarlarının toplamıdır. Tek tek burjuvaların değil, bir sınıf olarak burjuvaların.

Bizim sol kesimimiz, bu konuda çok sancılıdır. Kendi egemenini desteklemek için, vatan-millet, ulusalcılık, bizim sol kesimde oldukça yaygındır.

Mesela grev mi yapılacak, iyi ama grevler “ulusal çıkarlara” aykırıdır. Bu durumda, “devlet” önce gelir tutumu ile, grevler yasaklanınca, sadece sessizce kabul denir. Bu bizim, sol hareket içinde, sendikal hareket içinde oldukça yaygındır.

1920’de kurulmuş olan TKP’nin 15 önderi, Karadeniz’de, kuruluşundan 4 ay sonra katledilmiştir ve bizim solumuz, TKP de içinde, bu katliamı, “devletin içindeki kötü paşaların işi” olarak kabul etmiştir. Devlet nedir, sınıflar arasındaki savaş nasıl bir savaştır gibi temel gerçeklerin hepsinin üzerinden atlayarak, Kemalizme övgüler düzenler, bize “ulusal sol”culuk konusunda nutuklar atarlar. Bu cesaretlerinin nedeni, ülkedeki sınıf savaşımı tarihine bağlıdır. Ermeni soykırımını, “Ermeniler de devlete saldırmıştır” şeklinde ele alırsan, elbette, bugün Kürtlere karşı yürütülen savaş ve katliam politikalarını da, “önce onlar teröristlerle aralarına çizgi çeksin” demeye başlarsın. Sen eğer, 6-7 Eylül pogromunu, devlet dışındaki çetelerin işi olarak görürsen, elbette bugün de devleti soyarak zenginleşen yeni kesimleri de aklamış olursun.

Ülkemiz tarihi üzerinden bu gerçekleri açıklamak, oldukça zordur. Çünkü, solun içinde Kemalist kök vardır ve bu kökten kopmadan, “ulusal solculuk”un, gerçekte gerici ve faşizan karakteri de görülemez. Hitler, kendi hareketine “nasyonal sosyalist” diyordu. Belki üzerine düşünürler.

Filistin halkına karşı bir soykırım savaşı yürümektedir. Kürtlere karşı yürüyen katliam politikaları, kimyasal silah uygulamaları vb. konusunda suskun olanlar, belki Filistin halkına karşı uygulamaya konan soykırım üzerinden meseleyi anlama, gerçeği görme konusunda adım atabilirler. Bir umut işte.

İsrail’in Filistin halkına karşı soykırım savaşı, her savaş gibi, bir iç savaştır.

Daha savaşın öncesinde, İsrail’de halk, sokaklara dökülmüştü ve “İsrail demokrasisi”nin, gerçekte, bizdeki Saray Rejimi’nden hiç farklı olmadığını gösteriyorlardı. Büyük ölçüde militarize olmuş, din ve ideolojik olarak, son derece katılaşmış olan bir devlet sisteminde, halk sokaklara çıkmaya başlamıştı. İsrail halkı için, artık bu bir “demokrasi” değildi. Her demokrasi bir sınıfın diktatörlüğüdür. Bir kere daha bu ortaya çıkmıştır.

Nihayet, eylül başında, İsrail’in gündeminde, “genel grev” kararı yer tutmaya başladı. Genel grev ilan edildi. Ertesi gün, mahkeme, elbette son derece demokratik olarak, grevi yasakladı ve greve gidenleri “vatan hainliği” ile suçlayacağını ilan etti. Gördünüz mü, ulusal çıkar, vatan hainliği, hemen devreye girmeye başladı.

Her savaşın bir iç savaş olduğu gerçeği, İsrail’de kendini daha açık hâle getirmeye başladı. Ve elbette iç savaşın devlete karşı olan cephesinde, işçi sınıfı ve halk vardır ve eğer onlar örgütlü değilse, bu iç savaş daha alttan yürür. Tıpkı bizde bugün olduğu gibi. Bu durum, iç savaş olmadığının kanıtı değildir. Tersine, devletin uyguladığı iç savaş rejimine karşı, işçi ve emekçilerin örgütlü olarak çıkmadıklarının kanıtıdır.

Derler ki, lafla peynir gemisi yürümez.

Yani, eylem gerekir. İşe koyulmak gerekir.

Genel grev, aslında işçi sınıfının mücadelesi için bir silahtır. Sendikalar, mesela ülkemizdekiler, ancak, devletin kurallara, yasalara uymadığını söylemekle yetiniyorlar. Sanki, devlet, Saray Rejimi bunu gizliyormuş gibi. Oysa harekete geçmek gerekir.

İsrail’deki genel grev kararı, bu açıdan öğreticidir. Öğrenmek isteyenler için elbette. Yok siz, devletin gizli ortağı, destekçisi, eklenmiş sendikacı iseniz, buradan öğreneceğiniz bir şey olmaz.

Ülkemizde, Filistin direnişi için eylemler yetersiz olsa da, toplumun çok büyük çoğunluğu, NATO tedrisatından geçmiş uzmanlar-gazeteciler-sendikacılar-aydınlar bir yana bırakılırsa, toplumun ezici çoğunluğu, Filistin halkından yanadır.

İsrail’de de durum böyle görünüyor. En azından İsrail halkı, iktidarın savaş politikalarına karşıdır.

Bizde, birçok kişi, TC devletinin İsrail ile askerî ve ticari ilişkilerinden rahatsızdır. Bunu birçok kesimden duymak mümkündür. Bazı gerçekten gazetecilik yapanlar, bu ilişkilerin kayıtlarını, mesela ihracat kayıtlarını ortaya koymuştur. Ve nihayetinde Saray, ticari ilişkileri kestiğini ilan etmiştir. Ama askerî ilişkiler tam gaz devam etmektedir. Ama anlaşıldı ki, aslında ticari ilişkiler, daha da artmıştır.

İsrail’e ağır küfürler eden Erdoğan için, İsrail, “biz bizden olmayana nişan madalyası vermeyiz” demek zorunda kalmıştır.

İsrail ile ticari ilişkiler, daha çok Yunanistan limanları üzerinden sürmekte, hattâ daha da yoğunlaşarak sürmektedir. Demek ki, İsrail ile TC devletleri sadece benzer değil, sıkı kardeşlerdir.

Askerî olarak ise, ilişkiler daha da kapsamlıdır. Malatya’daki üs, Adana’daki üs, Kıbrıs’taki üsler, İsrail için altın değerindedir. Dahası, birçok askerî malzeme Türkiye üzerinden gönderilmektedir. Türkiye hava sahası, İsrail uçaklarının eğitimi için kullanılmaktadır. Bu liste çok daha uzundur.

Ve eğer, Türkiye’de, İsrail ile ilişkileri kesmeyi talep eden bir genel grev ortaya çıkarsa, sadece hayal edin lütfen, mesela limanlar çalışmazsa, mesela askerî teçhizat üreten fabrikalarda şalterler inerse, acaba, nasıl bir sonuç ortaya çıkar?

İsrail’de eylül başında ilan edilen genel grev, tüm bunları bir kere daha düşünmek için bir fırsat olmalıdır.

DİSK’e bağlı Dev Sağlık İş, toplu sözleşme yapmak için var olan barajı aşmış ve yetki elde etmiştir. Ama Saray, devlet bu yetkiyi vermek istemiyor. Ne yapmalı?

Ülke ekonomisi, yağma, rant ve savaş ekonomisine dönmüştür ve işsizlik ile enflasyon, halkın bir kere daha soyulmasına neden olmaktadır. Peki ne yapmalı?

Üç büyük sendikal konfederasyon, bir araya gelip, açıklamalar yapmıştır ve maalesef, yüzsüzce, utanmazca, bir eylem planı ortaya koymamışlardır. Gerçeğin bir kısmını, nakarat olarak tekrarlamanın ötesine geçmemişlerdir.

Peki, grev ya da genel grev ya da hak grevi ya da dayanışma grevi niye vardır? İşçi sınıfının tüm yeryüzündeki mücadele tarihinde, bu grevler nasıl ortaya çıkmıştır? Ve acaba, bu grevler, artık “bitti” denilen işçi sınıfı için bir anlam mı ifade etmiyor, yoksa sendikalar, eklenmiş uzmanlar, devletçi solcular işçi sınıfını yanıltarak, onları kontrol altında tutma konusunda devlete yardımcı mı olmaktadır?

Elbette başarılı bir genel grev, kolay bir örgütlenme değildir. Ama bu işe hiç niyeti olmayanlar, zaten hiçbir zaman işçi sınıfını böylesi grevlere hazırlamazlar.

Mücadele öğreticidir.

Dünyanın neresinde olursa olsun, işçiler kardeştir. Ve her ülkede, savaşın her iki tarafındaki ülkedeki işçiler, kendi devletlerine karşı mücadeleyi yükseltmek zorundadırlar. Savaşta ölenler, her iki tarafın da işçileridir, işçilerinin çocuklarıdır. Ve işçiler, kendi egemenleri adına, birbirine silah sıkmayı reddetmelidirler.

İşte bu açıdan İsrail’de ortaya çıkan genel grev isteği, son derece kıymetlidir. Hep konuşarak bir şey yapmamayı örten ikiyüzlü sendikacılar, ulusalcı solcular için, elbette bu, kötü haberdir. Öyle ya, İsrail’de işçi sınıfının, halkın örgütlülüğü çok zayıftır. Dahası, İsrail devletinin şiddet ve savaş politikaları, TC devletinin şiddet ve savaş politikalarından daha yumuşak da değildir. Yani, orada, devlete karşı, egemene karşı bu açık tutum ortaya çıkıyorsa, mücadele tarihi çok daha zengin olan ülkemizde, bu tutumun, grev silahına başvurma tutumunun ortaya çıkmaması utanılasıdır.

Gerçekten barıştan, gerçekten insanî değerlerden vb. söz eden bir kişi, samimi ise, mücadele yolu ortaya çıkmaktadır ve bunu görebilir.

Bugün, Üçüncü Dünya Savaşı’ndan söz ediliyorsa, bunun ne denli yıkıcı bir savaş olduğu açık ise, bu savaşı önlemenin tek yolunun, işçi sınıfının, dünya çapındaki isyanı olduğunun altı çizilmelidir.

Bir sosyalist devrim dalgası, bir anti-kapitalist isyan olmadan, dünya savaşının önlenmesi mümkün değildir.

Öyle görünüyor, bu kan denizin ufkundan kızıl bir güneş doğacak.

Gerçek somuttur ya da Birleşik Emek Cephesi*

“Demokrasi İçin Birlik” (DİB), üç temel soru üzerinden bir tartışma yürütüyor. Birbiri ile de yakından bağlantılı bu üç soru şöyle ifade edilmiştir:

“1- Yerel seçimlerden sonraki süreç, demokrasi güçlerinin birliğine olan ihtiyaç açısından ne tür olanaklar içermektedir?

2- Farklı mücadele alanlarının birbirini güçlendiren bir ittifak zemininde bir araya gelmesi, bunun var olan ittifakları da güçlendiren bir dizilişi nasıl sağlanır?

3- Seçim ittifaklarını aşan ve toplumsal muhalefetin tabanını genişleten ittifakların temel mücadele araçları, hedefleri, taktikleri ve örgütlenme biçimleri neler olmalıdır?”

Soruların, daha geniş bir tartışma hedefi ile, farklı görüşlere olanak sunacak tarzda ifade edildiği anlaşılıyor. Soruların ortak noktası, Saray Rejimi’ne karşı mücadele olarak ifade edilirse, sanırım yanlış yapılmış olmaz. Bu ise, anlaşılacağı üzere, oldukça kapsamlı bir tartışma da demektir. Bu nedenle, sadece sorulara yanıt vermekle yetinmeden, görüşlerimizi kaleme almaya karar verdik. Umarım, sınırları zorlamış olmayız.

Saray Rejimi nedir?

Tartışılması gereken ilk konu Saray Rejimi’nin niteliğidir. Bu niteliği doğru ortaya koymadan, ona karşı mücadele, ona karşı birlikte mücadele de doğru biçimde ortaya konamaz, eksik ele alınmış olur.

Gerçek somuttur. Bu nedenle, somut olarak sınıfların konumlanışını, bunun bir parçası olarak da devletin örgütlenişini ortaya koymak gerekir. Yoksa, tartışmak ve bir mücadele cephesi örgütlemek yerine, havanda su dövmek noktasına gelebiliriz.

Saray Rejimi, sadece AK Parti iktidarı, sadece Erdoğan yönetimi, sadece MHP ve AKP iktidarı demek değildir. Elbette, bu tanımlamalar yapılabilir. Ama bu, sadece öne çıkana, görünene bakmak demek olur ve korkarım ki yanıltıcıdır.

Bugün, dünyanın en gelişmiş “demokrasi”leri olarak örnek gösterilen ülkelere bakalım. Mesela ABD demokrasisi, acaba, nasıl bir demokrasidir? Elbette hepsi burjuva demokrasisidir. Ama tekeller dünyasında “burjuva demokrasisi”, eskisi gibi (1917 öncesindeki gibi de demeliyiz. Zira tekellerin egemenliği ve dünyanın ilk başarılı proleter devrimi sonunda kurulan SSCB, burjuva devlet üzerinde de etkide bulunmuştur) var olmaz. CIA, büyük ölçüde Nazi artıklarını içine aldığında, doğrusu “demokrasi” söylemini anti-komünist mücadele için bir saldırı söylemi hâline getirmişti. Ve bugün, ABD demokrasisi diye bize bir örnek gösterenlere, bizim de, bu demokrasinin nasıl Irak’a, nasıl Libya’ya taşındığını hatırlatma hakkımız olur. Avrupa’nın ortasında Yugoslavya’nın paylaşılması oldukça yenidir ve hafızalardadır. Ama dahası var. ABD tekelleri için bir demokrasi elbette vardır ama sokaklara çıkan işçi ve emekçiler için ya da beyaz olmayan Amerikalılar için bu demokrasinin ne demek olduğunu her fırsatta gördüğümüzü söylemek gerekir. Tüm dünyada savaş ve saldırganlığı körükleyen bir egemenlik, “demokrasinin” en iyisi midir? ABD’nin “demokrasi ve medeniyet” taşıma politikalarının ne demek olduğunu biliriz. Sadece bizim ülkemizdeki karşı-devrim ve darbeleri düşününce bile, Amerikan demokrasisine hayranlığın, ülkemizde bu denli gelişmiş olmasını “akıl yitimi” olarak görmek mümkün olur. IŞİD dâhil, birçok katliamcı çetenin bizzat örgütleyicisi ABD’dir. Dünyada, yeryüzünde, ABD egemenliğinden büyük zararlar görmeyen tek bir ülke yoktur dersek abartmış mı oluruz? Dünyada ABD’nin “çok sevdiği” her kitle, ülke, halk, bunun bedellerini katliamlarla ödemiştir.

Acaba, Avrupa’nın demokrasilerini ele alırsak, tablo çok mu farklıdır? Almanya’da, ilkokullara kadar inen savaş hazırlıkları eğitimi, bir ölçü değil midir? Tüm Avrupa’da Filistin bayraklarının yasaklanmasını unutmayalım. Ukrayna savaşı sonrasında Dostoyevski’nin yasaklanması trajikomiktir ve “Avrupa demokrasisi” konusunda bize bilgi vermektedir. SSCB çözüldükten sonra, tüm bu Batı demokrasileri, iç savaş hukukunu devreye sokmaya başladılar. Fransa’da yasaları rafa kaldıran Macron, sanırım, “demokrasi”nin niteliği hakkında bize bilgi vermektedir. Tüm Batı demokrasilerinde, tüm NATO üyesi ülkelerde Neonazi artıkları, yıllarca beslendikleri devletin karanlık odalarından sokaklara salınmaktadır.

Batı medeniyeti ve Batı değerleri, gerçekte, emperyalist yağmacılığın cilalanarak halklara, dünya işçi sınıfına yutturulmuş ideolojik zehirleridir.

Bunları, bizdeki durumun, Saray Rejimi’nin ve uygulamalarının, “türünün tek örneği” olmadığını söylemek için yazıyoruz. Eğer Macron iktidarına “tek adam rejimi” demeyeceksek, bizde de mevcut devlet örgütlenmesini daha derinlemesine ele almamız gerekir.

İkinci Dünya Savaşı’nda yenilen faşizm, tekellerin diktatörlüğü, aynı anlama gelmek üzere, tekeller için demokrasi idi. Ve bu devlet örgütlenmesi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, burjuva devletin yeniden örgütlenmiş hâli tarafından içselleştirilmiştir. Faşizmin tüm dişlileri, modern burjuva devlet tarafından içerilmiştir. Tekeller çağının olağan devleti, bugün tüm dünyada var olan tekelci polis devletidir. Bu devletin tekellerin devleti olduğu bilinirse, bu devletin bir iç savaş örgütü (bu nedenle “polis” kavramı kullanılıyor) olduğu bilinirse, buna burjuva devlet, aynı anlama gelmek üzere burjuva demokrasisi denmesinde bilimsel anlamda bir sakınca olmaz. Zira her demokrasi, aslında bir sınıfın diktatörlüğüdür.

Ülkemizde, Saray Rejimi, tekelci polis devletinin olağanüstü örgütlenmesidir. Tüm ipsiz sapsız serseri takımının rejimin trolleri, rejimin paramiliter güçleri olarak örgütlenmesi açık ve ortadadır. SADAT, bu açıdan anılması gereken bir örgütlenmedir. Ve elbette bizim ülkemizde devletin örgütlenmesi denildi mi, NATO mutlaka hesaba katılmak zorundadır. Sömürge bir ülkeyiz ve bu sömürgede devlet örgütlenmesi, hele ki bu olağanüstü koşullarda, “yasalar” etrafında gerçekleşmez. Elbette “yasalar” yaparlar ama bunlara uyma zorunluluğu, egemenler için yoktur.

Birçok duyarlı insan, Saray Rejimi’nin uygulamalarını eleştirirken, “hukuksuzluk” vurgusu yapmaktadır. Eksiktir, gerçekte ortada bir hukuk vardır, bu hukuk iç savaş hukukudur.

Şöyle denmektedir, “Türkiye Cumhuriyeti (TC) laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir.” Tekerleme budur. Sanılıyor ki, bunu bir amentü gibi her gün tekrar edersek, sanki, gerçeklik hâline gelir. Mistik bir tutumdur ve elbette Anadolu ve Mezopotamya kültüründe, bu mistik düşüncenin kökleri de vardır. Ama dedik ya, gerçek somuttur.

Oysa TC devleti, hiçbir zaman laik olmamıştır, demokratik değildir, sosyal yerine sadaka denmelidir ve iç savaş hukuku anlamında bir hukuk devleti olduğunun iddia edilmesi mümkün olabilir.

Hele ki Saray Rejimi, bir ABD NATO projesidir.

Saray Rejimi’ni şekillendiren, bu olağanüstü devlet örgütlenmesini ortaya çıkartan başlıca üç etken vardır: İlki, tarihsel sırası içinde, Kürt Devrimi’nin yükselişidir. Bu süreç, TC devletini çözmeye başlamıştı. İkincisi, SSCB sonrası dönemde başlayan, Batılı emperyalist güçler arasındaki dünyanın yeniden paylaşımı savaşımıdır. Biz bu savaşı, hem bölgemizde süren savaşlar şeklinde hem de ülkemizde “egemen içindeki” savaşlarda görebiliyoruz. Çetelerin savaşları, ülkenin bir narkotik ülkeye çevrilmesi, bunun bir parçasıdır. TC devletinin her kurumunda, tarikatların içinde, hatta burjuva partilerin her birinin içinde bu emperyalist güçlerin uzantıları vardır. Tek bir AK Parti, tek bir CHP ya da tek bir Menzil tarikatı, tek bir Gülen Hareketi vb. yoktur; her birinin içinde bu güçler örgütlüdür. Bu güçler, başlıca, ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve İsrail şeklinde sayılabilir. Ve dahası, birçokları için, kimin kimin adamı olduğu, günlük sohbet konusudur. Elbette bunlar, eskiden anti-komünist örgütlenme içinde birlikte hareket ederken, SSCB sonrasında, daha çok kendi çıkarlarını örgütlemek istemektedir. Ve üçüncüsü, Gezi Direnişi ile başlayan, ülkemizin her alanında etkisini gösteren direniş hareketidir. Bu üç etken, TC devletini çözmektedir. Bu durum, egemeni (uluslararası sermaye ve onların uzantıları olan ülkedeki tekeller, sermaye) olağanüstü devlet örgütlenmesi ile yanıt oluşturmaya itti. İşte Saray Rejimi budur.

Saray Rejimi, parlamentonun işlevsizleşmesi demektir. Bu tespit, mücadele araçlarını (üçüncü sorudaki) da etkilemektedir. Artık, bir sorunu çözmek için, kitlelerin parlamentoya yürümesi, Anıtkabir’e yürümesi vb. anlamsızdır, muhatap Saray’dır. Aynı şekilde, örnek olsun, Saray’ın soytarılarını muhatap almak, onların “sözleri” üzerinden ciddi politikalar ortaya koymaya yönelmek boş bir çabadır. Her sarayın soytarıları vardır. Bunları ancak deşifre etmek gereklidir.

Saray Rejimi, tüm burjuva partileri kapsar ve bu partiler, artık birer siyasal parti olmaktan, kelimenin burjuva anlamında da çıkmışlardır, çıkmaktadırlar. AK Parti için bir siyasal parti demek mümkün müdür? Ya da MHP bir siyasal parti midir? CHP de bu yoldadır. Ve tüm bu siyasi partiler, Saray Rejimi’nin içindedir, her birinin farklı rolleri vardır.

Saray Rejimi, seçim sistemini de göstermelik hâle getirmiştir. Seçimler, 2017 referandumu dâhil, 2015’ten bu yana, hilelidir. Bu tespiti yaptınız mı, artık sizin “seçilmiş iktidar” gibi vurgular yapmanız baştan aşağıya yanlıştır, ikiyüzlü tutumdur. Bu tutum, Saray Rejimi’ni meşrulaştırma politikalarına evet demek olur.

Derler ki, insan kendini kandırmak istediğinde, hiçbir şeyi görmez olur. Ta ki, büyük bir darbe ile sarsılana kadar. Bizzat Saray, “atı alan Üsküdar’ı geçti” dediğinde, bu sürece uyanamamış olanların, sert tokatlarla uyanması dışında yol kalmaz. Saray Rejimi’nden geriye, “demokratik parlamenter sistem”e ya da “güçlendirilmiş parlamenter sistem”e dönmek mümkün değildir. Eğer işçi sınıfı, iktidarı yıkmak için harekete geçer de, olur da bunu başaramaz ve geri adım atmak zorunda kalırsa, belki o zaman, devrimin bir yan ürünü olarak reformlar olabilir.

Yoksa, Saray, Erdoğan’ın açılış törenleri ile her yeni Magna Carta ilan ettiğinde, “demokrasi gelir mi” diye isterik umutlara kapılmak, Saray’a karşı bir tutum değildir. TV kanallarına çıkıp, her seferinde bir nakarat olarak “TC demokratik, sosyal, laik bir hukuk devletidir” diye konuşmak, gerçekte sistemi desteklemektir.

Helâlleşme, yumuşama, normalleşme tiyatrolarının da amacı, devleti kurtarmak, kitleleri oyalamaktır.

Tüm bunlar, Saray’ın propagandacıları, daha doğrusu masalcılarıdır ve amaçları işçi sınıfının, kadınların, gençlerin mücadele yeteneğini, mücadele için biriktirdikleri enerjiyi yok etmek, emmektir.

Saray, mesela her yasayı çiğnediği durumda, “aaa, bu demokratik değil” demekle, Saray Rejimi’ne karşı mücadele edilemez. Mücadele etmenin yolları biliniyor.

Saray Rejimi, tekelci polis devletinin olağanüstü örgütlenmesidir. Bu olağanüstü devlet örgütlenmesi, yarın, elbette Erdoğan’sız da sürdürülmeye çalışılacaktır.

Yerel seçimler ve sonrası

Saray Rejimi, tüm olağanüstü yöntemlerine, iç savaş uygulamalarına rağmen, ayakta durmakta zorlanmaktadır. Geniş halk kesimleri için Saray Rejimi, kabul edilemezdir. Halkın tepkilerinin sınırlılığına bakıp, Saray Rejimi’nin meşru olduğunu söylemek, yalancının karanlığına teslim olmak demektir. 2015’te seçimleri kaybetmelerinin üzerinden, neredeyse 9,5 yıl geçmiştir. Ve eğer ille de halkın oylarına bakılacaksa, oraya bakmak niye zor olsun? “Halk, Saray Rejimi’ni destekliyor” iddiası, anket firmaları ile beslenen “uzman”ların imal edilmiş görüşüdür. Doğru değildir. Eğer, kitlelerin tepkileri yetersiz sayılıyorsa, bu başka bir konudur.

Mayıs 2023’te yapılan seçimler, bir anlaşma ile organize edilmiştir. Bu anlaşma, NATO içindeki temel güçlerin, AB ve ABD’nin anlaşmasıdır. Bu anlaşmanın iki temel ayağı vardır. Bunlardan biri, ekonomik alandadır. İkincisi ise savaş politikaları alanındadır.

Bu nedenle, Mayıs 2023 seçimlerinden bu yana, ekonomi ve dış politika alanında Saray Rejimi politikalarını görmek ya da bu iki alanda ciddi politikalar görmek mümkündür. Ciddi derken, elbette egemenler adına ciddi.

Ekonomik alan, bu anlaşma ile, uluslararası konsorsiyuma devredilmiştir. Alacaklı uluslararası tekeller, ülke ekonomisine el koymuş ve Saray büyük ölçüde devre dışına bırakılmıştır. Saray’a kalan, yağmacılıktır ve bu da uluslararası tekellerin kontrolü altındadır. Ekonomi, Şimşek tarafından temsil edilir hâle gelmiştir ve Şimşek, bu uluslararası konsorsiyumun adamıdır, memurudur. Alacaklılar, alacaklarını almak için, tüm ekonomiyi kontrolü altına almıştır. Bu nedenle, CHP dâhil tüm partiler, bu ekonomik programı yöneten kadroları “liyakatli” ilan etmişlerdir.

Anlaşılacağı üzere, Saray Rejimi’ni eleştirirken, nasıl ki “hukuksuzluk” demek yetersiz ise, aynı şekilde “liyakatsiz kadrolar” diye eleştiriler getirmek de yetersiz, hattâ sistemi aklayan bir tutumdur. Hırsız, her zaman kendisine uygun kadrolar bulur, narkotikçiler kendileri için saf ve temiz, dürüst ve namuslu adamlar bulmazlar, yağmacılar doğa sevgisi ve toplum ihtiyaçları gibi konuları dert eden kadrolar ile çalışmazlar. Kaldı ki, hırsızlık nasıl tarif edilir? Mesela baklava çalan çocuk mu hırsızdır, yoksa ülkenin bütçesini çalan, talan eden mi? Yani, kavramların öyle sınıflardan, mücadeleden bağımsız, genel geçer anlamları var mıdır? Hele ki bugün.

Bu, Saray Rejimi’ni kavramamaktır. Saray Rejimi bir iç savaş yürütmektedir ve bu iç savaşta kavramlar anlam değiştirmektedir. Mesela terörist kimdir, devlet adına kurşun sıkan mı? Yoksa hakkını arayan emekçiler mi, kadınlar mı, Kürtler mi, gençler mi?

Ortada bir yer varmış gibi, ortaya geçmek ve teröristi tanımlarken “tarafsız” olmak, aslında her defasında ortaya çıktığı gibi, işçi ve emekçilerin mücadelesine mesafe koyma sonucunu doğurmaktadır. Oysa Saray, devlet, TC devleti, tüm kurumları ile bu konuda son derece nettir. Mesela Gezi Direnişi’ne katılanlar terörist ilan edilmektedir. Devletin her kademesinden “tarafsız olan bertaraf olur” naraları yükselmektedir.

Savaş politikaları ise, Saray Rejimi’ndeki ikinci değişikliği beraberinde getirmiştir. Bir “gizli” savaş kabinesi oluşturulmuştur. Ekonomi nasıl ki arka planda başkaları tarafından yönetiliyorsa, savaş politikaları da öyledir. Bu savaş kabinesi, NATO’ya bağlıdır.

TC devleti, son noktada savaş politikalarına başvurmuyor. Tersine, içeride ve dışarıda savaş politikaları Saray Rejimi’nin varlığı ile özdeşleşmiştir. Başka türlü var olamaz. Demek ki “barış” savunucusu, “çevre” savunucusu olmak demek, Saray Rejimi’ne karşı mücadele etmek demektir. Bunu bilinçle yapmak tercih edilmelidir.

TC devleti, ABD ve NATO’nun tetikçisidir. Ve bu konuda tüm partiler de aynı yerdedir. Yani, hepsinin ortak ama bu amaca uygun farklı görevleri vardır. Bu savaş kabinesi anlaşılmadan, Kürt direnişine karşı yürütülen savaş ile İsrail’in desteklenmesi, birlikte anlaşılamaz.

Demek ki 2023 seçimleri, Saray Rejimi’nin güçlendirilmesi için yeni adımlar atılması demektir.

Bu konuda yapılan anlaşma, yerel seçimleri de kapsamaktadır.

Yerel seçimlerde başarılı sonuç elde eden CHP’li belediyeler, içeride halkın artan öfkesini yönetmek için, krizin artan etkilerinin sokağa yansımasını önlemek için Saray Rejimi’nin “sadaka” politikalarını yürütmeyi üstlenmektedir. İstenen budur.

Buradan, tüm CHP’li belediyelerin bunu rıza ile kabul ettiği sonucu çıkmasın. Planlanan budur.

Elbette, buradan hareketle, yerel seçimlerde iktidarın kayıplarını küçümseme eğilimine girmiyoruz. Bu kayıp gizlenemez noktadadır ve bu nedenle, CHP dışına taşan bir sonucun oluşumunu önlemek, devletin politikalarından da biridir.

Deniliyor ki, belediyelerin AK Parti ve MHP’den uzaklaşması, iktidarı dengelemektedir. Bu yorum, genelde devleti ve özelde de Saray Rejimi’ni anlamamak demektir. İktidar böyle dengelenemez. Buradan “denge ve denetleme” mekanizmaları çıkmaz. Bu, burjuva anlamda da doğru değildir. Yargı sistemi, tümü ile kolluk kuvvetlerinin uzantısı hâline gelmiştir. Parlamento yok gibidir ve bu durumda “denge ve denetleme”den nasıl söz edilebilir? Kürt illerinde başlayan kayyum politikaları, aslında işin niteliğini göstermektedir. Eğer, meseleyi ele alırken, savaş politikalarını unutursak, hatalı sonuçlara ulaşırız.

Belediyeler, Kürtlerin olanlar hariç, CHP’li belediyeler, “demokrasi güçlerinin birliğine olan ihtiyaç açısından” özel bir olanak yaratmış değildir. Ancak yerel seçim sonuçları, insanlarda olumlu bir etki yaratmıştır. Bu olumlu etki abartılmamalıdır. Çünkü mücadele açısından bu belediyelerin ortaya koyacağı pratik, sonuçları önceden belli bir pratik değildir. Ancak, örgütlü mücadele ile zorlanabilecek olanaklar söz konusu olabilir.

Seçimin en önemli yönü, geniş kitlelerin daha örgütlü tutum almaya yönelmeleridir. Bu, istenen noktadan çok uzaktır ama yine de bir kazanımdır. Şimdi, bu örgütlü tutum var olursa, sürdürülebilirse, bir olanak ortaya çıkabilir. Bunun için, belediyelerin mahalle meclisleri ile ya da başka örgütlenmelerle sıkıştırılması gereklidir. Örnek olsun, belediyeler eli ile “sadaka politikası” yerine, dayanışma örgütlenmelidir.

Halkta var olan “değişim isteği” enerji kazanmıştır. Bu nedenle, CHP özellikle “erken seçim” çağrısı yapmayarak, bu sürecin önüne engel koymaya çalışmaktadır. İstenen şudur: gelecek seçimlere kadar sabır. Bu ise, “evde kal”, “provokasyona gelme”, “sokağa çıkma” politikalarının yeni versiyonudur. Zira “evde kal” politikaları eskimiştir. Kılıçdaroğlu politikaları artık eskimiştir. Solun, bu politikaların ardına takılmış olması, büyük bir hatadır. Saray’dan gelen baskı ve şiddet, yani devlet terörü, yine Saray bileşeni olan diğer burjuva partiler tarafından, “sakın şu sınırı aşmayın” telkinleri ile pekiştirilmek istenmektedir.

“Bir oy bana, bir oy Kılıçdaroğlu’na” politikasının nereye vardığını biliyoruz. Şimdi, karşımıza iktidara karşı CHP’li belediyelere bağlan politikası çıkarılmaktadır.

Bu açıdan, tüm zamanlarda egemenin kullandığı “vatan millet” politikaları, şimdi, “ulusal çıkar”, “ülkenin çıkarları” gibi kavramlarla yer değiştirmektedir. Saray Rejimi’ne olan tepki, mevcut sistemde yaşamama isteği, kitlelerin CHP’ye yönlendirilmesi ile etkisiz kılınmak istenmektedir.

Ulusal sol, elbette, kökü ta Birinci Dünya Savaşı dönemine uzanan, savaşta egemeni destekleme politikasıdır. Hatırlanacaktır, Hitler, “nasyonal sosyalist” adını kullanmaktaydı. Burjuvazi bir avuçtur (ülkemizde 60.787 dolar milyoneri vardır) ve kendi sınıfsal çıkarlarını topluma “ulusal çıkar” olarak kabul ettirmek ister. Burjuva devletin, her dönem ana politikası budur. İşçi sınıfının mücadelesi ise, özü gereği, enternasyonalisttir.

Farklı mücadele alanları ve ittifaklar

ve mücadele

Burada sanırım, ikinci soruya geçilebilir.

Farklı mücadele alanları denildiğinde, aklımıza, çevre için direnişler, kadın direnişleri, öğrenci direnişleri, işçi direnişleri, çeşitli haklar için direnişler, barış direnişleri vb. gelmektedir.

Saray Rejimi’nin “rant, yağma ve savaş ekonomisi”, doğanın, toplumun, sermaye tarafından yağmalanması da demektir. Savaş politikaları da içinde olmalıdır. Bu durum, eşi benzeri görülmemiş bir yağmalama ortaya çıkarmıştır. İnsanların yaşam alanları yağmalanmaktadır. Şehir denilen şeyin anlamı değiştirilmiş ve rant ile özdeşleştirilmiştir. İnsan, boyun eğen bir varlığa, köleye çevrilmek istenmektedir. Bu, küresel sermayenin saldırılarında da vardır. Yani, tüm kapitalist dünya, bu politikalara sarılmıştır. Sermaye egemenliğine de uygundur.

Ve elbette ki tüm bu politikalar, birçok alanda da direnişleri ortaya çıkartmıştır.

Ancak, bu direnişler neye, kime karşıdır? Genelde bunlar sermayeye, sermayenin egemenliğine, tekelci hâkimiyete, hâkimiyet ilişkilerine karşı direnişlerdir. Ve bu direnişler, özü gereği, işçi sınıfının savaşsız ve sömürüsüz bir dünya kurma savaşımının içindedir.

Ancak, dünya çapında SSCB’nin çözülmesi ile başlayan süreç, işçi sınıfının mücadelesini geri çekmiştir. İşçi sınıfı, devrimci mücadeleden geri durmuştur. İşçi sınıfının tüm örgütleri dağıtılmıştır. Böyle olunca, tüm bu mücadelelerin, genel olarak işçi sınıfının devrimci mücadelesi ile bağı da gölgede kalmıştır.

Bu durum, sol harekette, işçi sınıfının devrimciliği konusunda şüpheler oluşturmuştur. Bu, bilinç kaymasıdır.

Örnek olsun, İsrail’de, Eylül 2024’ün başında, savaşa karşı bir genel grev ilan edilmiştir. İsrail egemenleri, hemen bu grevi yasaklamıştır. Çünkü bu grev, gerçekte, başarılı olursa, büyük sonuçlara gebe olabilirdi, hâlâ da olabilir. Görülüyor ki genel grev, “salt ekonomik” mücadele sürdürmeyi hedefleyenlerin aksine, siyasal mücadele olarak da ortaya çıkabilmektedir. Ve bu açıdan, son derece anlamlıdır.

Diyelim ki ülkemizde, Saray’ın İsrail’e verdiği askerî, ticari desteği eleştirenler, mesela limanlarda, mesela İsrail’e mal yetiştirmek için fazla mesai yapan fabrikalarda bir genel grevin nelere yol açabileceğini düşünmelidirler. Bu durum, elbette Filistin’i destekleyen gösterilerdeki aktivistlerin çabalarını küçümsemek anlamına gelmez. Ama iktidara seslenip, “İsrail’e yardımları kes” demekten çok daha ileri ve etkili sonuçlar yaratacağını düşünmek zor olmasa gerek.

Yaşamı üreten işçilerdir. İşçilerin gerçek gücü de bu üretimden gelmektedir. İşçi sınıfı, bu üretimden gelen gücünü kullanmaktan geri durduğu sürece, bir hiçtir.

Buradan, farklı mücadele alanlarında oluşacak, oluşan ittifakların önemsiz olduğu sonucu çıkmaz. Tersine, bu ittifakların, aslında nereye yönelmesi gerektiği konusunda bize yol gösterir.

Biz, devrimci sosyalistler, elbette sisteme karşı her direniş önemseriz. Bizi eğitecek, bizi birleştirecek olan, bu mücadeledir. Ama bu konuda ittifak politikalarını doğru tespit etmemiz gerekir.

Biz, bu nedenle, Birleşik Ermek Cephesi’ni (BEC) öneriyoruz.

Gerçekte, seçim politikalarını aşan, seçim ittifaklarını aşan bir mücadele ittifakı, bir mücadele cephesi oluşturmak, ancak doğru ve bilimsel bir yol tutmakla mümkündür. BEC, hem doğru olandır, hem de bilimsel olandır.

Saray Rejimi seçimle gelmemiştir, seçimle gitmez.

Saray Rejimi, direnişle gidecektir.

Bu nedenle, en başından, uzun soluklu bir ittifak ve mücadele perspektifine sahip olmak gerekir.

Bu satırlar yazılırken, Hopa’da, çevre katliamına karşı, rant ve yağmaya karşı direnenlere silahlı saldırılar gerçekleştirildi. İşte Saray Rejimi budur. İşte iç savaş hukuku budur. Ve görüldüğü gibi en sıradan bir hakkın talep edilmesi için eyleme geçenler, istesinler istemesinler, siyasal mücadeleye “merhaba” demek zorunda kalmaktadırlar. Bunu bilinçle yapmak tercih edilmelidir. Yoksa neyi tartışacağız?

Siz, yanlış anlaşılmasın, daha şiddetli bir tepkinin gelmeyeceği bir mücadele alanında eyleme geçmiş olmayı seçmek isteyebilirsiniz. Ama hayvan katliamına karşı da eyleme geçseniz, çevre için de eyleme geçseniz, iş ve aş için harekete geçmiş olsanız bile, karşınıza tüm güçleri ile Saray Rejimi çıkmaktadır. Egemen, devlet, siz daha “yumuşak” ve daha “uzlaşmacı” bir tutum alıyorsunuz diye size “baba” şefkati göstermeyecektir. Kaldı ki, TC devletinin “baba şefkati”ni her dönem biliriz. Ne tuhaf, anne şefkati yerine baba şefkatini koyuyorlar. İşçiler işten atıldıkları için direnişe geçtiklerinde, karşılarında mahkemeleri, kolluk kuvvetleri, basını ile tüm devlet makinasını bulmaktadırlar. İşçilerin eylemi de kendi yaşamlarını korumak içindir, haklarını savunmak içindir. Çevreciler, en doğal hakları olarak kendi yaşam alanlarını savunmaktadırlar. Kürt halkı, kendi yaşam hakkını savunmaktadır. Bu haklı istemler, karşılarında devlet terörünü bulmaktadır. Devlet terörü, bazan doğrudan bizzat devlet güçlerinden, bazan da paramiliter sivil örgütlenmelerden gelmektedir. Bu, durumu değiştirmez. Hopa’da kurşun sıkan el, gerçekte, bizzat devletin kendisidir. Bu konuda kendini kandıran bir “aydın” tutumu, son derece ucuz bir tutumdur.

Demek ki mesele, tüm direniş hattının, BEC içinde bir araya gelmesini, daha örgütlü bir mücadelenin geliştirilmesini sağlamaktadır. Demek ki, çevre, hayvan hakları, insan hakları, kimlikler vb. üzerinden süren mücadeleler, işçi sınıfının sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya kurma mücadelesi ile bağlıdırlar.

Kapitalizm, bugün, gezegeni ve insanlığı yok etmektedir. Hangi alanda olursa olsun direnişler, toplumsal kurtuluşu, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya hayalini bir kenara iterek, kapitalizm içinde bir iyileşmeyi hedefleyemez. Elbette hedefler de, buradan bir sonuç elde edilemez.

Anlaşılacağı gibi, burada üçüncü soruya da geçmiş oluyoruz.

Şimdi, CHP eli ile, bazı “uzmanlar” eli ile, bize, tüm topluma, “gelecek seçimlere kadar sabır” hedefi empoze edilmek isteniyor. Bu, aslında mücadele etmekten vazgeçin demenin “uygar”, aynı anlama gelmek üzere hileli yoludur.

Bugün, ülkemizdeki toplumsal muhalefetin hedefi, Saray Rejimi’nin alaşağı edilmesidir. Bunun önünde başka bir hedef de yoktur. Bunun seçimle olmayacağı biliniyor. Önümüzde ekonomik krizin daha da ağır hissedileceği bir süreç var. Biz, devrimciler, bu süreçte, işçi sınıfına, direnenlere, gerçeğin bir yönünü söylemekle yetinemeyiz.

Biliniyor, gerçeğin sadece bir yönünü söylemekle yetinmek de yalan söylemektir. Saray Rejimi, bugünkü iktidar kötüdür demek yeterli değildir. İstiyorlarsa, güçleri yetiyorsa, solcu olarak görünüp de Saray Rejimi’ni övsünler. Bunu yapamazlar. Bu koşullar altında, Saray Rejimi’ni yıkmanın acil bir görev olduğunu ortaya koymak gerekir.

Bu elbette BEC’in örgütlenmesini gerektirir.

Sisteme karşı mücadele, işçi sınıfının devrimci bir sınıf olarak ortaya çıkmasını, ayağa kalkmasını gerektirir. Bu nedenle, ittifak politikalarının bu gerçeği yansıtması gereklidir. Bu açıdan, Birleşik Emek Cephesi demekten çekinmemek gerekir. Bu elbette, aydınların, sistemle derdi olan herkesin içinde yer alacağı bir mücadele cephesidir. Birleşik emek cephesi, sadece işçilerin derdi olamaz. Eğer siyasal ve ekonomik mücadele arasında mesafenin azaldığı tespitine katılıyorsak, bunun siyasal bir cephe olduğu açıktır.

Siyasal mücadele, ekonomik çıkarların yoğunlaşmış hâlidir. Bu nedenle, siyasal ve ekonomik (hattâ ekonomik ve demokratik) mücadele arasına bir duvar örme girişimi, burjuva devletin “siyasetten uzak durun, orası bize ait” söyleminin devamıdır. Siyaset, politika, burjuva parlamentoda, burjuva devlet içinde dönen dolaplar, hileler demek değildir. Bu, egemenin siyaset yapma tarzıdır.

Uzun soluklu bir mücadele gereklidir.

Elbette bunun öncesinde, bununla birlikte, bundan ayrı, birçok ittifak olabilir, olacaktır da. Ama bu durum, BEC’i gereksiz kılmaz.

Bugün, isterseniz sadece sendikal alanda, isterseniz sadece sağlık alanında, isterseniz sadece hukuksal alanda, isterseniz sadece çevre alanında mücadele edin, attığınız her adım, mücadeleniz, hızla siyasallaşacaktır. Örnek olsun, kadınların direnişlerindeki “kadın cinayetleri politiktir” son derece doğrudur.

Bu nedenle, siyasal mücadeleyi arka plana atmak, doğru bir taktik değildir. Elbette her alanda, demokratik ve ekonomik mücadele sürecektir. Ama Saray Rejimi koşulları, kapitalizmin bugünkü durumunda, bu mücadeleleri, egemen, sadece kendi alanlarında izole etmekte başarılıdır.

Direniş alanı ne olursa olsun, daha örgütlü bir direnişe evrilmeyi, direnişi yaymayı, aynı anda hedeflemek gerekir.

Bu açıdan dayanışma eylemleri de büyük öneme sahip olacaktır. Direnişlerdeki yalnızlığı aşmanın yolu da buradan geçmektedir. Bu açıdan, örgütlülük daha da belirleyicidir.

Elbette her alanda, her düzeyde örgütlenme gereklidir ve ortaya çıkan örgütlenmelere, ilke olarak olumlu bakmak, onları geliştirmek gerekir. Ancak aynı zamanda, BEC ile, tüm bu örgütlenmelere merkezî bir destek sağlamak mümkündür.

Evet, artık, süreci samimi olarak takip eden herkes için, “seçim ittifakları” ile sınırlı bir ittifak politikasının yetersiz olduğu açıktır. Bunu sanırım, herkes değilse de buradaki herkes kabul edecek durumdadır. Günü gelir, elbette bir olayda, mesela bir seçimde, mesela kayyum politikalarına, mesela çevre yağmasına vb. karşı ortak tutumlar da alınır, alınıyor. Ama, seçim ittifaklarını aşan bir ittifak politikası, neye dayanacağını, temel dayanak noktalarını ortaya koyması gerekir. Bu açıdan BEC, işçi sınıfının direnişini temel alır. Egemen sınıfın egemenliğini yıkacak güç, işçi sınıfıdır.

Elbette, bu arada her siyasal özne, kendi örgütlenme rotasını sürdürür. Bu hiçbir şey için bir engel değildir.

Bu mücadelenin araçları, taktikleri, mücadelenin gelişimi içinde ele alınabilir. Ama ilke olarak hiçbir araç reddedilemez. Bu uzun soluklu bir mücadeledir ve doğrusu, mücadelenin her ânında, somut durumun somut analizi yol göstericidir. Gerçek somut olduğuna göre. Bu mücadele çok yönlü bir mücadeledir. Mücadelenin, ekonomik, demokratik, siyasal, ideolojik yönleri vardır ve tüm bu alanlarda mücadele bir bütün olarak ele alınmak zorundadır.

İzninizle, önümüzde, son derece zorlu, bir o kadar da yaratıcı bir mücadele süreci durmaktadır. Sanıyorum, herkesin, sisteme karşı mücadele etmek isteyen herkesin, bu alanda yapacağı çok şey vardır.

Mücadelenin zorlu olması, daha gerçekçi hedefler koyma adına, mücadelenin hedefini saptırmak için bir bahane olamaz. Yaşamanın bile bu denli zorlu bir iş hâline geldiği bu topraklarda, kolay kurtuluş, kolay bir zafer mümkün değildir. Gerçekçi olma zamanıdır.

* Demokrasi İçin Birlik’in (DİB) “demokrasi güçlerinin birlik ve ittifak ihtiyacını, kapsam, nitelik, hedef, yapı gibi temel başlıkları kapsayacak biçimde tartışmayı öneriyor” diyerek yaptığı tartışma çağrısı üzerine yazılan ve birlik sayfasında yayınlanan metindir.
https://blog.demokrasiicinbirlik.com/2024/09/gercek-somuttur/ 

Uzlaşma mı, mücadele mi? Mücadeleci sendika mı, devlet destekli kontrol mekanizması mı?

Son aylarda, diyelim ki Temmuz 2024’ten başlayarak bugüne kadar, ülkenin her yanından eylemler yükselmektedir.

Bu eylemlerin çoğunluğu işçi eylemleridir. İrili ufaklı, farklı direniş yolları denenerek gerçekleştirilen bu işçi eylemleri, birçok büyük şehirde ortaya çıkmaktadır.

İşçi eylemlerinin yanı sıra, Hopa’da olduğu gibi çevre eylemleri-direnişleri de ortaya çıkmıştır. Bu eylemlere de, önceki yıllardaki gibi, “salt çevre” eylemleri demek mümkün değildir.

Aynı biçimde, birçok yerel köylü-çiftçi eylemi de ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu eylemlerde çiftçiler, biraz Fransa’dakine benzer, traktörlerle yolları kesmeye başladılar. Bu elbette yeni eylem biçimleri de demektir.

Gerçekte bu eylemlerin kaynak noktasına bakarak, bunları çevre eylemleri, kadın eylemleri, çiftçi eylemleri, işçi eylemleri vb. şeklinde ayırmak, sınıflamak mümkündür. Ama bu eylemler, nihayetinde, işçi sınıfının kapitalist sisteme karşı direnişinin farklı görünüm biçimleridir de. Çünkü, işçi sınıfının düşmanı olarak devlet, Saray Rejimi, en küçük bir hak arama eylemine saldırmaktadır. Ve bu durum, hem her farklı eylemi, kaynağı farklı eylemi birbirine bağlamakta, hem de bu eylemleri, amaçları bu olsun ya da olmasın, siyasallaştırmaktadır.

Yani sizin amacınız sadece hak aramak, sadece Narin cinayetine karşı çıkmak, sadece çocukların kaçırılması ve cinsel saldırıya uğramasına hayır demek ya da sizin amacınız hayvan katliamına karşı durmak ya da amacınız sadece Hopa’nın, Artvin’in doğasının yağmalanmasına karşı durmak, tren cinayetinde ölen oğlunuza sahip çıkmak olabilir. Ama bu durumu değiştirmez. Siz, bu en doğal hakkınızı savunmak isterken, karşınızda, tüm güçleri ile devlet çarkını bulursunuz. Ve o devlet çarkı sizi, “kızıl terörist” olarak görür. Basını, yargısı, kolluk kuvvetleri, polisi, jandarması sizin karşınıza dikilir.

Siz bu durumda acaba “bakın biz kötü kişiler değiliz, biz devlete bağlıyız” demenin binbir yolunu bulup, devlet destekli sendikacıların, liberal solcuların, ulusalcılık ile solculuğu birbirine karıştıranların sözlerini dinleyip, burjuva partilerin kuyruğuna takılıp, işverenden sadaka mı bekleyeceksiniz, yoksa, bu mücadele bizim ortak mücadelemiz deyip, direniş çizgisini mi sürdüreceksiniz?

İlk tercihi yapan çok insan var ve binlerce yıldır, TC tarihini temel alırsak 100 yıldır, bunu zaten yapıyorlar. Sonuçları ortadadır.

Direniş ve mücadele çizgisi dışında hiçbir çıkış yoktur.

Birkaç örneği hatırlayalım.

Polonez işçilerini hatırlayalım. İşçiler, birçok yerde direniş gerçekleştirdiler. Bostancı E5’te, içinde Amerikan şirketlerinin de faaliyet gösterdiği Kosifler plazanın önünde gecelediler ve oto sanayiine de yakın olmalarından olacak, oradan Ankara’ya gitmeye ikna edildiler. Haklarınız verilecek, dediler. Ne oldu? Kosifler’in önü, Amerikan şirketlerini rahatsız etmiş olmalı. Oradan ayrıldıklarında, Ankara’da, Trakya’da saldırıya uğradılar. Tekmelendiler, ters kelepçe ile kolları bağlandı. Üzerlerine emniyet amiri yürüdü.

İşçiler direnişten çok şey öğrendiler.

En başta, devletin asla kendilerinin devleti olmadığını anlamış olmalıdırlar.

As Plastik işçilerini ele alalım. Petrol-İş fabrikaya girmesin diye, işçiler işten atıldılar. Üçü işyeri temsilcisidir ve kendilerine, sendikayı bırakın, size %100 zam yapalım, dediler. Ağır çalışma koşullarından sendika ile kurtulmaya başladıklarını söyleyen işçiler, sendikadan ayrılırlarsa, kendilerine zam yapılacağının söylediğini anlattılar. İşte size bir çeşit rüşvet. Demek, “benim memurum işini bilir” cümlesinin devamı var, bilir, çünkü işini kapitalistlerden öğrenmiştir.

Oysa işçilerin talepleri açıktır; işten atılan işçilerin geri alınması, ücretlerin artırılması, kıyafet ve yakacak yardımı. İşçi temsilcilerinden biri, patronun kendisine, “seni hiçbir zaman sevemedim” dediğini söylüyor. Oysa işçiler, sadece o işçi değil, tüm işçiler, patronu hiç ama hiç sevemediler. Ama bunu o kadar rahat söylemiyorlar.

Bir başka örnek, Enerji Çalışanları Sendikası’ndan (EÇS). Sendika, işkolu barajını aştığı ve yetkiyi kazandığı hâlde, Bakanlık, yani devlet, sendikanın yetki almasını onaylamıyor. Hattâ Bakanlık, temmuz ayından beri, 50 gün içinde, 4 kere mahkemece talep edilmiş olmasına rağmen ilgili verileri mahkemeye vermedi. İşte size devlet.

Antep’te, Akcanlar Tekstil, ağır çalışma koşullarını protesto eden 90 işçiyi işten çıkardı. İşçilerin direnişini kırmak için seçilen yol bu.

Daha fazlasını siz ekleyebilirsiniz.

Burada biz, sadece birkaç örnek veriyoruz.

Neden mi?

Çünkü, burjuva basın, karanlık üreten bir mekanizmadır. Bu basının içinde Saray basını olduğu kadar, muhalif diye geçinen CHP çevresindeki devletçi basın da dâhildir. Tümü devletçi, tümü burjuva basındır. İşleri karanlık üretmektir. Bu nedenle, biz, siz, işçi ve emekçiler, toplumun %90’ı, eylemlerin gerçekliği ile karşılaşamıyoruz. Sanıyoruz ki, ortada hiçbir eylem yok. Sanıyoruz ki, toplum sessiz. Sanıyoruz ki, hareket eden, direnen kimse yok. Üstelik bizim “aydın”larımız, kendileri bir eylemde yok iseler, ülkede eylem yok demekte çok acelecidirler. Evlerinin penceresinden bakıp, havayı güneşli, gökyüzünün mavi olduğunu gördüklerinde, sanıyorlar ki, tüm ülkede hava güneşli. Bencil, korkak, kibirlidirler. Bu nedenle de kördürler.

O nedenle, birkaç işçi eylemini anmak yerinde olur kanısındayız.

Şimdi bu eylemlere bakınca, her bir ay içinde yüzlerce eylem görüyoruz.

Bu eylemler, kendiliğinden eylemlerdir.

Bu eylemleri örgütleyen bir siyasal parti ya da bir güçlü sendika yoktur. Çoğunluğu kendiliğinden eylemlerdir.

Aynı biçimde çevre eylemleri de böyledir, çiftçilerin-köylülerin eylemleri de böyledir.

Ama buna rağmen, eylemler, devletin tüm güçleri ile karşısına dikildiği eylemlerdir. Devlet, işçi ve emekçilerin eylemleri söz konusu oldu mu, kadınların ve öğrencilerin eylemleri söz konusu oldu mu, tüm güçleri ile birlikte saldırmaktadır. Sınıf düşmanlığı budur.

Eylemlerin ikinci özelliği, eylemlerin geçirdiği evrimde ortaya çıkmaktadır. Eylemler, basın açıklamaları vb. gibi eylemlerden direnişlere, grevlere, çiftçilerin eyleminde görüldüğü üzere caddeleri kapatmaya kadar varabilmektedir. Bu, yeni mücadele yollarının, yeni eylem biçimlerinin devreye girmekte olduğunu göstermektedir. İşçi ve emekçilerin adım adım, sabırla dile getirdikleri talepleri karşısında sürekli kandırıldıklarını görmeleri, onları, daha örgütlü, daha militanca eylemler düzenlemeye yönlendirmektedir.

Ama hâlâ, eylemler, büyük ölçüde kendiliğinden eylemlerdir.

Eylemlerin üçüncü özelliği, her bir eylemin, bir başka eylemle bağının olmamasıdır. Yani, her işyerinde, her çevre alanında, her eylem alanında eylemciler, kendileri dışında var olan eylemlerle bağlara sahip değildirler. Bu durum, eylemlerin yalnız kalmasına neden olmaktadır. Bu da her eylemi boğma olanağını, devlet ve kapitalistler için kolaylaştırmaktadır.

Bu eylemler içinde ise, sendikalar, büyük ölçüde, işçilerin eylemlerini desteklemek için devreye girmemektedirler. Mesela bir eylemi desteklemek üzere işçi sendikalarının başka yerlerdeki işçileri de eyleme davet ettiklerine şahit olmuyoruz. Tersine, birçok eylemde sendikalara rağmen eylemler ortaya çıkmaktadır. Eylem ortaya çıktıktan sonra, bazı durumlarda sendika eylemi destekler gibi yapmakta, bazı durumlarda da açıkça karşısında durmakta, açıkça işveren ve devletle birlikte çalışmaktadır.

Uzlaşmacı çizgi ile, direniş çizgisi arasında fark burada, bu en küçük eylem alanında ortaya çıkmaktadır.

Devlet destekli sendika mafyası tarafından kontrol edilen sendikalar ile, mücadeleci sendikalar arasındaki fark da burada ortaya çıkmaktadır.

Bu iki ana çizgi, işçi sınıfının mücadelesi açısından son derece önemlidir ve işçiler, ancak ve ancak, mücadele ve direniş çizgisi içinde yer alırlarsa, ilerleme kaydedebilir, sonuçlar elde edebilir olacaktır.

Sendikalar bize, “aman yapmayın” diyorlar.

Sendikalar bize, “şimdi zamanı değil” diyorlar.

Sendikalar bize, “bu, devlete karşı durmak olur” diyorlar.

Sendikalar bize, “durun, biz konuşalım” diyorlar.

Ama tümü oyalamacadır.

İşçiler, mesela Bodrum’daki otelin önüne, mesela Kosifler plazanın önüne vb. gittiklerinde, birilerini rahatsız etmeye başlamaktadırlar.

İşçiler, ancak sokağa çıktıkça, açıktan birleşerek eyleme geçtikçe, medyanın karanlığını yarma ve seslerini duyurma şansını elde etmektedirler.

Şimdi, soru şudur:

Üç koskoca sendika konfederasyonu, utanmadan, eylemsiz bir açıklama yapmıştır.

Bu açıklamada, üç koskoca sendika konfederasyonu, durumun vahim, yaşanamaz, çalışma koşullarının katlanılmaz olduğunu söylemiştir.

Bu üç koskocaman sendika, utanmadan eylem çağrısı da yapmamıştır.

Şimdi, ülkenin her yerinde, bir ayda yüzlerce direniş ve eylem ortaya çıkmaktadır. Ve sendikalar, tüm bu saldırıya, işçilerin yaşam ve çalışma koşullarına karşı vahşice saldırıya karşı çıkmıyorlar.

Çıkıyorlarsa, şimdi değil ise ne zaman grev silahını devreye sokacaklardır?

Grev işçi sınıfının mücadele silahıdır.

Grev, işçi sınıfının üretimden gelen gücünün devreye sokulması demektir.

Saray Rejimi, emeklilik, kıdem tazminatı vb. alanlara da saldırmaktadır.

Şimdi değil ise, ne zaman sendika federasyonları, genel grev kararı alacaklar?

İşçi sendikaları, hep birlikte, bir genel grev örgütlemek zorundadırlar.

Adım adım işsizlik tırmanmakta, işçiler işten atılmakta, açlık ve yoksulluk derinleşmektedir. İşyerlerinde kaza adı altında iş cinayetleri yayılmaktadır. Kıdem tazminatına, emeklilik sistemine, işçiler aleyhinde saldırılar devreye sokulmaktadır. Tüm bunlar yapılırken, işçi direnişlerine bile sahip çıkmayan sendikalar, kendilerine işçi sendikası diyebilir mi?

Sendika konfederasyonları, “politikadan uzak durmak” adı altında, burjuva politikacılarla işbirliği yapmaktadır. “Politikadan uzak durmak” adı altında, işçileri devletin kucağına oturtmakta, kapitalistlerin kuyruğuna takılmalarını sağlamaya çalışmaktadırlar. Sendika konfederasyonları, ister dinci, ister milliyetçi, ister ulusalcı, ister gerici olsun, açıktan politika yapmaktadırlar. Öyle ise onların “politikadan uzak durmak” dedikleri şey, işçilerin devrimci politikadan uzak durmalarıdır.

Şimdi, üç konfederasyon, genel grev çağrısı yapmayacaksa ne zaman bu çağrıyı yapacaktır?

Demek ki, işçiler, genel grevi kendileri örgütlemek zorundadırlar.

İşçiler, bu doğrultuda kendi örgütlenmelerini yaratmak zorundadırlar.

Bu doğrultuda, sendikalaşma çalışmasını bile, bir ölçüde gizlilik içinde yapmak zorundadırlar. Zira açıktan sendika çalışması yapmak, işsiz kalmak, hatta ölüm tehdidi ile tehdit edilmek demektir. İşçiler bunun için, Birleşik İşçi Kurultayı gibi örgütlenmeler yaratmak zorundadırlar. Elbette bunlar gizli örgütler değildir. Ama bu ara örgütlenmeler olmadan, işçi sınıfının direnişi geliştirmesi, direnişler arasında bağlar kurulmasını sağlaması mümkün değildir.

İşçiler bununla da yetinemezler. İşçi sınıfı, tüm emekçiler, birleşik emek cephesinde bir araya gelmek zorundadır.

İşçi sınıfının, emekçilerin gündemi, tüm ülkeyi saracak bir genel direniş, bir genel grev örgütlemektir. Elbette konfederasyonlar, bu genel greve karşı durmaktadır. Ama, işçi sınıfı, adım adım, bir kararlılıkla bu genel grevi örgütlemek zorundadır. Gerekli olan budur ve gidiş de buna doğrudur.

Bu, elbette bir günde örgütlenemez. Kimse de zaten bunu beklemez. Ama Birleşik Emek Cephesi, bu genel grev ve genel direniş örgütlenmesinin ana organı olmalıdır. Her fabrikada, her işyerinde, her direniş alanında işçi ve emekçiler kendi komitelerini oluşturmak zorundadırlar.

Mesele tek tek fabrikalarda, can boğaza çıkınca eylemler ortaya koyarak çözülemez. Bu elbette olacaktır, zaten olmaktadır da. Ancak işçi sınıfı, emekçiler, kadınlar, öğrenciler örgütlü hareket etmeyi öğrenmek ve geliştirmek zorundadır.

Gelişmekte olan, sayıları hızla artmakta olan direnişlerin, bir bütün olarak ve merkezî biçimde gelişmesi, koordineli olarak gerçekleştirilmesi için, birleşik emek cephesi zorunludur.

Direniş hattının, tüm alanlarda, tüm ülke genelinde örgütlenmesi gereklidir.

Perspektif

Direniş hattı, Birleşik Emek Cephesi

Saray Rejimi, onlarca yıldır, her hak arama eylemine, toplumun her nefes alma girişimine, kadınların, gençlerin, işçilerin her türlü eylemine azgınca saldırmaktadır. Tüm güçlerini seferber...