Ana Sayfa Blog Sayfa 14

Holdingler açıkça cinayet işliyor! Peki sendikalar ne yapıyor?

Çalık Holding önünde, Çalık Holdingin korumaları tarafından bir işçi, Erol Eğrek, dövülerek öldürüldü. Her yeni cinayet bir öncekini unutturuyor. Unutturmasın.

Üzerinden biraz zaman geçince gündemden düşüyor. Düşmesin. 

İşçi yıllardır alamadığı tazminatını almak, bu konuda yıllardır bu hakkın üstüne yatan holding yetkililerine, maddî durumunun ne kadar kötü ve açmazda olduğunu göstermek üzere elinde silahla geliyor; silahı holding yetkililerine doğrultmak için değil, kendi kafasına doğrultmak için. Nitekim çevredeki bir saksıya ateş ettikten sonra silahı kendi kafasına doğrultuyor, muhtemel ki koruma barikatını aşıp bir yetkiliye meram anlatmak istiyor. Ancak korumalar o kadar rahat ve pervazsız ki (ne de olsa memleketin sayılı holdinglerinden birinin kapı kulluğunu yapıyorlar) bütün maharetlerini kullanıp işçiyi “etkisiz hâle” getiriyorlar. Biliyorsunuz bizim güvenlik literatüründe “etkisiz hâle getirmek” öldürmek oluyor. “Bilmem neredeki çatışmada bilmem kaç terörist etkisiz hâle getirildi” denir. 

Gazeteci Bahadır Özgür’ün paylaşımlarından öğreniyoruz ki bu Çalık Holding 2019’dan beri tek kuruş vergi ödememiş. Yine basında çıkan haberlere göre bu durumda olan yalnızca öldürülen Erol Eğrek değil, daha birçok işçinin haklarına “çökülmüş.” Çökülmüş lafını bilerek kullanıyoruz, bu bir mafya yöntemidir ve mafya/sermaye iç içedir. Ondandır ki hakkını arayan işçiye karşı kullandıkları yöntem de mafya yöntemidir. Korumalar mafya tetikçileri olarak hareket etmişlerdir. Mafya tetikçileri sahipleri adına cinayet işlerler, her tür pis işi yaparlar, onlar adına hapis yatarlar. Mafya babaları da böylece “makbul iş adamları” olarak ortalıkta dolanır. Gün gibi ortada olan cinayetlerin ucu asla onlara kadar ulaşmaz. 

Bir grup öğrenci pankart asar hemen gözaltına alınır ve durmadan “arkanızda kim var, hangi örgüte üyesiniz sizi kim yönlendirdi” sorgulamaları başlar. Ama ülkede iş cinayetleri, açık cinayetler, ihmaller zinciri olur, kimse bir adım arkadakine dokunmaz. Somada 300’den fazla madenci ölür, maden sahibine bir şey olmaz, İliç’te siyanürlü toprak yığınları işçilere mezar olur (ki burada da ortaklardan biri Çalık’tır), bir tek maden sahibi yargılanmaz, tren kazası olur, sorumlulardan tek bir kişi yargılanmaz, otel yanar Turizm Bakanlığından tek bir kişi yargılanmaz, ama onları savunan avukatlar hapse atılır, davaya sahip çıkanları yıldırmak için binbir türlü engel çıkarılır, olmadı onlar da tutuklanır… Olağan iç savaş hukuku. Düşman öğrencidir, düşman gençtir, düşman hakkını arayan işçidir, düşman kadındır, düşman tüm bu haksızlıkların karşısında duran herkestir ve dolayısıyla iç savaş hukukundan nasiplerini alırlar. 

Öyleyse işçi Erol Eğrek’in ölümünden de Çalık Holdingin sorumlu tutulmayacağını bilmek için hukuk bilmeye gerek yok. Sündürülen mahkeme süreçleriyle, yarın yenilerinin ve daha vahimlerinin yaşanacağı ve bir öncekini nasıl olsa unutturacağına olan inançlarıyla yollarına devam edecekler. 

Bu pervasızlığa dur demek için öncelikle sendikaların harekete geçmesi gerekir. Erol Eğrek katlediliyor ve ilk harekete geçen sol. Sendikalar da eylem yapıyor ama katılımları temsilci düzeyini aşmıyor. 

Sendikalara soruyorum: İlk günden başlayarak holdingin önünde bir seri eylem koymak için ne gibi bir engeliniz var? Holdinge bağlı işyerlerindeki işçileri -üyeniz olsun olmasın- sınıf kardeşlerinin ölümüne ve yarın kendilerini de bekleyen akıbete karşı harekete geçirmek için ne yaptınız? İşçiler öldürülürken de mi susacaksınız ya da dostlar alışverişte görsün diye mi eylem yapacaksınız? Ortaya çıktı ki, bu durumda olan, hakları Çalık tarafından gasbedilen bir tek Erol Eğrek de değilmiş. Daha onlarca işçi varmış mesela bunlar için harekete geçecek misiniz? 

Günde 5 işçi iş cinayetlerinde katlediliyor, 11 milyon işsiz var. 17 milyonu kayıtlı olmak üzere 32 milyon çalışanın 2,5 milyonu sendikalı ve bu sendikaların yalnızca %26’sı (227 sendikanın 59’u iş kolu barajını aşıyor) toplu sözleşme yapma yetkisine sahip. Bu kadar düşük bir örgütlülük ve sendikalaşma düzeyine sahip olmak için işçi sınıfına ve onun sorunlarına karşı kör sağır dilsiz olmak gerekir. Ki bugün sendikaların durumu budur. 

Bir başka örnek Afgan işçi Vezir Mohammad Nourtani. Zonguldak’ta kaçak bir madende iş cinayetine mi yoksa doğrudan doğruya bir cinayete mi kurban gittiği tartışmalı olan (aile böbreğini vermesi için daha önce işveren tarafından zorlandığını ve otopsi raporuna göre de sol böbreğinin olmadığını iddia ediyor) Nourtani’nin geride kalan eşi ve 3 çocuğu yaşam savaşı veriyor. İşçi sınıfının vatanı yoktur, tüm yeryüzüdür onun vatanı. Afgan, Suriyeli ya da Laz bir işçi olsun ne fark eder! Sendika onun hakkını korumayacaksa, sendika bir cami imamının aileye uzattığı yardım eli kadar bir yardımı bu işçiye yapamayacaksa (Nourtani’nin ailesi bir yıldır mahalledeki cami imamının yardımıyla geçindiklerini söylüyor) nasıl ona işçi örgütü diyeceğiz? Bu aidatlar işçilerden ne için toplanıyor? Maden-İş örneğin bu aileye neden yardım etmez? Yaşı büyük olanların hatırlayacağı “Jaguarlı başkanları” olan bu sendika bir madenci ailesine el uzatacak kadar bir bütçeden yoksun mudur? 

Birçok sendikanın binası holding binası kıvamında. onların bazılarının önünde de Çalık’ın önündeki gibi korumalar, güvenlikler vardır. Şimdi bu binalarda oturan, bu koltuklarda oturan hem de birçoğu kalubeladan beri o koltuklarda oturan bu sendikacıların umurunda olur mu Nourtani ya da Erol Eğrek? 

Neredeyse 25-30 yıldır aynı koltukta oturan sendikacılar var. Sıradan bir işçinin yapamayacağı nasıl bir iş yapıyorsunuz, atomu mu parçalıyorsunuz da o koltukları başka işçilere bırakmıyorsunuz? Nasıl bir yeteneğiniz var? Aslında var tabii yetenekleriniz, işçilerin onayını almadan toplu sözleşme imzalama, iş yerlerindeki direnişleri, sendikalaşma çabalarını görmezden gelme, hattâ gerekirse engel olma, işçi sınıfını sokaklardan uzak tutma, işçi sınıfını soldan, devrimcilerden uzak tutma, işçi sınıfının sınıf olmaktan, üretimden gelen gücünü kullanmama, kullanmak gerekirse de en etkisiz biçimde kullanma. Daha ne olsun işçi sınıfı için değil ama devlet ve işveren için böyle sendikacılığa can kurban. 

Sendikacılığın genel tablosu bu olsa da yine de bu tablonun dışına çıkan mücadeleci sendikalar olduğunu biliyoruz. Bu sendikalar tabanın solun ve devrimcilerin gücüyle sendika mafyasını sırtından atmalı, işçi sınıfının ekonomik demokratik hakları için mücadele etmeli ve sınıf olmaktan gelen gücünü mücadeleyi ileri taşımak için kullanmaktan geri durmamalıdır. Kene gibi koltuğuna yapışan sendikacıları o koltuklardan söküp atmalı, genç mücadeleci sendikacılara alan açmalıdır. Sendikalı olup olmadığına bakılmaksızın direnişte olan işçilere her tür destek verilmelidir. 

Yeni Erol Eğrekler, yeni Vezir Mohammad Nourtaniler olmaması, yeni İliçler yeni Somalar yaşanmaması için işçi sınıfının örgütlenmesi, sendikalarına sahip çıkması, yüzünü sendika mafyasına, devlete değil, yüzünü sola, devrimcilere dönmesi gerekir. İşçi sınıfı ya örgütlüdür her şeydir ya değildir hiçbir şeydir!

Dosya: İranlı komünistler İsrail saldırganlığına ne diyor?

Emperyalistlerin desteğiyle siyonizmin İran’a saldırısının ardından, İran’da işçi sınıfı, emekçi halklar adına hareket eden güçlerin görüşlerini almak üzere dostlarımızla iletişim kurduk. Dergimizin son sayısında İran’dan bir dizi siyasal akımın konuya ilişkin açıklamalarına yer verdik. Röportajlarımızı, İranlı siyasi tutsakların mektuplarını, yazılarımızı ve açıklamaları bu sayfadan da okuyabilirsiniz.

Emperyalist paylaşım savaşımının yeni dönemi mi? Ya da doğru tutum almak | Deniz Adalı

“İsrail yönetimi, İran yönetiminden çok daha fazla dincidir, çok daha fazla ırkçıdır. İran’daki molla rejimini kullanarak, herkese yalan söylenmektedir. Demek İran halkının ayaklanmasını, İsrail bombaları, ABD saldırıları sağlayacak öyle mi?”

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

İran Komünist Partisi: Savaşa hayır,  savaş yanlısı politikalara hayır, derhal ateşkes!

“Hem mevcut durumda hem de savaşın şiddetlenmesi hâlinde, İran ve bölge halklarının ezilenleri ile işçi sınıfı en büyük zararı görecektir.”

Röportajın tamamını okumak için tıklayınız

İran İşçi-Komünist Partisi: Düşmanlarımızın savaşında savunulmalarına değil, kaybetmelerine yönelik tutum alırız

“Partimizin politikası her zaman, İsrail ya da ABD ile İran İslam Cumhuriyeti arasında bir savaş çıkması durumunda, İslamcı rejimin devrilmesi için yürüttüğümüz mücadeleyi terk etmemek ve savaşın yarattığı farklı ve yeni koşullar içinde bu politikayı sürdürmek gerektiği yönündeydi.”

Röportajın tamamını okumak için tıklayınız

İranlı Sol ve Komünist Güçler Koordinasyon Konseyinin açıklaması: İsrail ile İslami rejimin gerici savaşına hayır

“Gazze’de milyonlarca insana gıda, ilaç ve temel yaşam gereksinimlerini reddeden, Başbakanı Netanyahu hakkında soykırımdan uluslararası tutuklama kararı bulunan ırkçı İsrail rejiminin, İran halkının değil, monarşist faşistlerin ve Rıza Pehlevi’nin müttefiki ve dostu olduğu artık bir sır değildir.”

Açıklamanın tamamını okumak için tıklayınız

Savaşa ve savaşı kışkırtma politikalarına karşı bağımsız İranlı kurumların ortak açıklaması: Bizim mücadelemiz sosyal ve sınıfsal bir mücadeledir – kendi gücümüze dayanır

“İsrail’in İran halkına düşmanlık beslemediğine dair iddiaları açık yalanlardan ve politik propagandadan ibarettir. Daha dün İsrail Savunma Bakanı “Tahran’ı yakmakla” tehdit etti. Trump ve diğer ABD’li yetkililerin tekrar tekrar yaptığı tehditler -ve Batılı güçlerin bu tür eylemlere verdiği açık destek- bölgede gerginliği ve yıkımı daha da artırmıştır.”

Açıklamanın tamamını okumak için tıklayınız

İran Komünist Partisi açıklaması: İran İslam Cumhuriyeti’nin devrimci yoldan devrilmesi mücadelesini yoğunlaştıralım

“Bombalamaların sürmesine paralel olarak, burjuva ve sağcı muhalefet güçlerinin katılımıyla alternatif bir hükümet kurma çabaları da ABD-İsrail ekseninin Orta Doğu’da stratejik vizyonlarına uygun bir bölgesel düzen kurma projesinin bir parçası hâline gelecektir.”

Açıklamanın tamamını okumak için tıklayınız

İran İşçi Komünist Partisi açıklaması: Bu savaşın yanıtı, İslam Cumhuriyeti’nin devrilmesidir

“İslam Cumhuriyeti’nin devrilmesi, yalnızca İran halkını yüz binlerce infazın, yoksulluğun ve sefaletin rejiminden kurtarmakla kalmayacak, aynı zamanda savaş kışkırtıcılığı ve İslamcı terörü örgütlemesiyle Ortadoğu’yu ateşe veren başlıca aktörlerden biri olan bu rejimin ortadan kalkmasıyla dünyayı da özgürleştirecektir.”

Açıklamanın tamamını okumak için tıklayınız

Evin Cezaevindeki üç siyasi tutuklu, “Anisha Asadollahi”, “Nahid Khodajoo” ve “Nasrin Khadrjavadi”den mektup

Şüphesiz ki İran halkı ve diğer ülkelerin halkları savaş istememektedir. Çünkü hükümetler tarafından dayatılan bu yıkıcı ve yok edici savaşlar, binlerce savunmasız ve evsiz insanın hayatına mal olacak, yaşamlarını uçuruma sürükleyecektir.

Mektubun tamamını okumak için tıklayınız

Dosya: “Çalınmış topraklarda kimse göçmen değildir” – ABD’deki eylemler

ABD emperyalizminin hegemonyası çözülürken tüm dünyada savaşı körüklemeye devam ediyor. ABD içerde ise bu savaş politikalarının yansısı olarak göçmen karşıtı saldırılarını artırıyor. Dergimizin bu sayısında, ABD’de gelişen Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza Bürosuna yönelik eylemleri, makale ve röportajları okuyabilirsiniz. 

ABD’de son gelişmeler ve göçmen protestoları | Derya Kızılova

“Gördüğümüz eylemler 1992’deki protestolara kıyasla çok daha kısıtlı derecede ve gerçekten de bu yasa kullanılmak istense acaba Trump hükümeti bu yasayı çıkarmadan kuvvet sevkiyatına ihtiyaç duyar mıydı sorusu da ön plana çıkıyor.”

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Halk, ABD Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza Bürosuna (ICE) karşı: Devlet terörüne karşı ayaklanma | Puntorojo Yayın Kurulu

“ICE’ın, sendikal örgütlenmeye ve siyasal muhalefete karşı kullanılan bir devlet baskı aracı olma yönündeki kurucu niteliği, yakın zamanda ICE ajanlarının Filistin yanlısı aktivistleri ve destekçileri hedef alıp tutuklamasıyla kendini gösterdi.”

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

New York’ta Göçmen Dayanışma Ağından M. Lynn ile röportaj

“İnsanlar öfkeli. Maskeli Gestapoların topluluk üyelerimizi kaçırdığını görüyoruz. Los Angeles’taki direnişin seviyesini görmek ilham verici oldu. New York’ta örgütlendik ve harekete geçtik.”

Röportajın tamamını okumak için tıklayınız

Emperyalist paylaşım savaşımının yeni dönemi mi? Ya da doğru tutum almak

İsrail, 13 Haziran 2025’te, sabah şafak sökmeden, İran’a karşı saldırı başlattı. Aslında saldırı, bir süredir bekleniyordu. Örneğin, Nisan 2025’te, bu saldırının yapılacağı söyleniyordu. Ama öyle anlaşılıyor ki, hem Çin’in Tayvan etrafında aldığı önlemler hem Ukrayna savaşındaki ABD ve NATO ekseninin yenilgisinin yarattığı bazı sıkıntılar, saldırıyı ertelemelerine neden oldu. Ve ardından, İran-ABD nükleer görüşmeleri, süreci uzattı.

Bu kısa girişte anlıyoruz ki; (a) İsrail-ABD (elbette İngiltere ve NATO) saldıracaktır. Bu her zaman yaptıkları şeydir. Dün Gazze, ardından Lübnan, Suriye, Libya vb. hepsinde İsrail vardır ve dahası TC devleti de var olmak istemiştir. (b) Anlaşılıyor ki, bu savaş daha büyük savaşın parçasıdır. Ve savaş yayılmaktadır. Her yeni adım, diğer güçlerin de test edilmesi demektir. Her yeni hamle, sahada bir avantaj elde etme isteği de demektir. (c) Bu savaşın hedefi sadece İran değil, Rusya ve Çin’dir. Ve her ikisi de savaşın yayılmaması için uğraşmaktadır. Onlar savaş yayılmasın, savaş olmasın diye uğraştıkça, karşı taraf kendini daha “cesur” görmektedir. Bu nedenle, her istedikleri zaman, her istedikleri yere saldırılabileceklerini düşünmektedirler.

Konuya dönelim.

Artık biliyoruz, İsrail-ABD ve İngiltere cephesi (siz buna, Fransa, Almanya ve tüm NATO’yu ekleyin), önce görüşmelere başlıyor. Görüşmeler sürerken saldırıyorlar ve bu yolla bazı suikastlar gerçekleştiriyorlar. Savaşta, hile yapılır elbette. Ama bu üçlünün, emperyalist Batı’nın hiçbir savaş kuralı yoktur, hiçbir “değer”i yoktur ve bunu biliyoruz. Hizbullah lideri böyle öldürüldü. Anlaşma yapılmıştı. Bu durum, saldırganın kim olduğunu göstermektedir ve elbette bu saldırganlığın, dünyanın gözleri önünde sürdüğünün de ortaya konması gerekir. Uluslararası hukuk vb. diye bir şey çoktan rafa kalkmıştır ve ABD, İngiltere başta olmak üzere tüm NATO güçleri, her türlü saldırganlığı açıkça savunmaktadır.

İran ile, 15 Haziran 2025 pazar günü, nükleer görüşmeleri vardı ve bu görüşmelerden önce saldırdılar. Demek ki, hiçbir sözlerine güvenilemez durumdadırlar.

Saldırılar, şu üç vurgu ile yapılmıştır: (1) İsrail-ABD, İngiltere tarafı, saldırıların nedeninin, İran’ın elindeki füzeler, silahlar olduğunu söylediler. Netanyahu, ellerinde 20 bin füze var, dedi. Bir başkası bu füzelerin sayısının 2 bin olduğunu ve yakında 8 bine çıkacağını söyledi. (2) Nükleer silah geliştirmek istediğini, bu nedenle bombalandığını, çünkü İran’ın asla nükleer silahlara sahip olamayacağını söylediler, söylüyorlar. (3) Amaçlarının İran’daki dinci-İslamcı yapıyı devirmek olduğunu söylüyorlar.

Bu iddialar üzerinde durmalıyız. Çünkü, bizde, ülkemizde, solcu görünümü altında İsrail için çalışan epeyce bir varlığın olduğunu söylemek mümkündür. “Varlık” diyorum, çünkü dolar karşılığı her şeyini satabilen kişiler, artık insan olmaktan da çıkmaya meyil gösterirler. Ve savaş nedeniyle bu İsrail uzantıları, son derece açık hareket etmeye zorlanmaktadırlar. Böylece, bunları tanımak da mümkün olmaktadır. Kaydedilmelidir. Bu İsrail uzantıları, İsrail adına, propaganda yapmaktadırlar. Gazze’de İsrail’in yaptıklarını unutturmak istiyorlar ve şimdi, İran’ı düşmanlaştırma işine koyulduklarını görmek mümkündür.

Şimdi bu üç noktaya bakalım.

Diyelim ki, İran’ın elinde binlerce füze var. İyi ama, bu zaten her devletin elinde bir silahlı güç olması nedeniyle zaten normal değil mi? Örneğin, X ülkenin elinde de silahlar varsa, orayı da mı hedef tahtasına koyacaksınız? Bu aşağılıkça, kendini beğenmişçe, kendini dünyanın efendisi saymaktan kaynaklı bir bakış açısının ürünüdür. Ki sadece Trump ve Netanyahu’nun kişiliği nedeniyle öyle değil, bugün savaşı kundaklayan tüm Batı, NATO böyledir. Kendilerini dünyanın efendisi sanıyorlar ve üstüne üstlük, buna uygun pervasız bir narsistlikle davranacak “liderleri” ilgili yerlere yerleştirmekte yetenekliler. Trump, hem Rusya’ya karşı, Ukrayna sahasında alınmış olan yenilgiyi örtmek için görevdedir (ABD ve NATO, Ukrayna’da yenilmiştir, bunu kabul etmemeleri ayrı bir konudur. Ama sürmekte olan görüşmeler, bu nedenle gündemdedir ve görüşmelerin amacı, Rusya’yı oyalayarak, bu sırada kendi güçlerini sahaya yeniden yerleştirmektir. Trump’ın ağzından çıkan “barış” sözleri, savaşı daha da genişletme hedefini ifade eder), hem de savaşı daha geniş alanlara yaymak için görevdedir. Netanyahu yönetimindeki İsrail dinci faşist devleti, bu görev için Ortadoğu’da bir tetikçidir. Savaş ilerledikçe, İran’ın yanıtlarının ciddi olduğu göründükçe, ABD, “savaşa doğrudan dâhil olmak”tan söz etmektedir. Oysa zaten savaşa doğrudan dâhildir. Savaşı kundaklayan, ABD, İngiltere ve NATO’dur.

ABD ve NATO, kendisi dışında bir gücün varlığını kabul etmek istemiyor. İran, bölgede, ambargo altında da olsa bir güçtür ve bu güç, aslında ABD-NATO karşısındaki Rusya-Çin ittifakının zayıf güçlerinden biridir. Bu nedenle İran’a vurmak, aslında Çin’e ve Rusya’ya da vurmaktır, daha çok da Çin’e. ABD ve İngiltere, Ortadoğu’da sömürgeleştirme politikalarının önünde engel görmek istemiyor. İşte, İsrail’in ağzından çıkan 20 bin füzeleri var sözü, tam da burada anlam kazanıyor.

Bölgenin, bağımsız bir gücü olan Suriye, şimdi sömürgeleştirilmektedir. Aynı sömürgeleştirme süreci İran için planlanmaktadır. Ama İran, Çin ve Rusya’ya vurmak için bir basamaktır. Suriye, İran’a vurmak için bir aşamaydı, ama İran, Rusya ve Çin’e vurmak için bir hamledir. Sadece bu değil, içinde Ortadoğu’nun paylaşımı elbette var.

Faşist ve dinci Netanyahu, İran’ın elinde 20.000 füze var, vurmalıyız, diyor. İyi de, diyelim ki, bu 20.000 füzenin bir bölümü, senin “Iron Dome”unun üzerini delerse, senin bulunduğun yerde patlamaz mı? Elbette patlar. Ama konu savaş olunca, bu ülkelerin, emperyalist güçlerin ve onların tetikçisi İsrail dinci-faşist yönetiminin kendi vatandaşlarını düşüneceğini sanmak aptallık olur. Kâr ve egemenlik, hâkimiyet ilişkileri her türlü insanî değerin yok edilmesi demektir. Bu nedenle, dünyanın emperyalist egemenlerinden insanî kaygılar beklemek, onların bu yöndeki sözlerine kanmaktan başka bir anlam ifade etmez.

Diyelim ki çok silahı olan, füzesi çok olan ülkelere saldırılacaksa, demek ki ABD saldırmak için iyi bir hedef olmalıdır. İsrail de elbette. İsrail’de az mı silah var? Şimdi Çin, aynı nedenle İsrail’e saldırırsa ne olur? ABD ve İngiltere’nin silahları mı az?

İkinci nokta, onların propagandasında ve elbette bu nedenle onlardan emir alarak, para alarak, ülkemizde de aktif bir propaganda yapanların söylediklerinde, “nükleer silah” meselesidir.

Bu konuda, İsrail konuşabilecek, ahlâkî açıdan ders verebilecek ülkeler arasında değildir, olamaz. Netanyahu yönetimi, hiçbir ahlâkî norma sahip değildir.

Ve doğrusu bu konuda İran, çok daha tutarlıdır. İran, açıkça, tüm Ortadoğu bölgesindeki nükleer silahların ortadan kaldırılmasını talep etmektedir. Demek ki, kendisi de içinde, kimsede nükleer silahlar olmasın demektedir.

Dünyadaki nükleer silahların listesi, basına yayılan bilgilere göre şöyledir:

Ülke   Konuşlandırılmış savaş başlığı Depodaki savaş başlığı
ABD   1770 1930
Rusya   1718 2591
İngiltere   120 105
Fransa   280 10
Çin   24 576
Hindistan   180
Pakistan   170
Kuzey Kore   50
İsrail   90

 

Tabloda görüldüğü gibi, İsrail’in elinde 90 adet nükleer bomba var. Öyle ise, önce ve kesin olarak İsrail’in elindeki bu bombaların imha edilmesi gerekir. Demek ki önce İsrail rejiminin imha edilmesi gereklidir. Kendi elinde bu kadar nükleer bomba olan bir ülke, utanmadan “İran nükleer bomba üretmek istiyor” diye saldırma hakkından söz etmektedir. Ve bizim ülkemizdeki İsrail hayranları, İsrail adına çalışanlar, İsrail’in bu görüşlerini propaganda ederken, İsrail’in elinde nükleer bombalar olduğunu, sözlerinin arasında asla aktarmamaktadırlar.

Netanyahu yönetiminin, Gazze diye bir pratiği var, Filistin diye bir soykırımı var. İran’ın böylesi bir pratiği yok. Ve bize, İran’dakiler çılgın, oysa İsrail’dekiler aklı başında, demektedirler. İran’daki mollalar o kadar akıldışı olabilirmiş ki, bombayı hemen patlatırlarmış. İyi ama İsrail’deki dinciler, faşistler, Netanyahular daha mı aklıselim adamlar? Hem sonra, bombaların patlatılmasının kişilerle ne ilgisi var? Savaş, çılgın ve akılsız adamların işi değildir, savaş emperyalist sistemin içinde bulunduğu koşullarda çıkış yoludur. İnsanlık diye bir dertleri yoktur ve asla olmamıştır. Eğer siz emperyalist efendilerin, uluslararası tekellerin insanlık diye bir derdi olduğunu, çünkü eninde sonunda onların da insan olduğunu sanıyorsanız, geçmiş olsun, siz “medeniyet taşımak”, “demokrasi götürmek”, “insan haklarına saygılı hükümet kurmak” gibi emperyalist zokaları yutmuşsunuz. Tedavisi de zor, şimdi, Gazze’deki olaylara bak denirse size, bakamazsınız, çünkü oradaki çocukların büyüyünce “medenî dünya” için tehlike olacağı yolundaki fikri DNA’nıza katmışsınızdır. Bu durumda, kolay unutursunuz ve size gelen emperyalist propaganda kanallarını asla bırakmazsınız.

Utanma bitmiştir. Bunların, yani İsrail’i savunmayı görev edinmiş olanların, hiçbir utanması yoktur.

Gazze’de, bir dönem önce, insanî yardım geldi diye adres vererek, oraya gelen Filistinlileri, çocuk-kadın vb. demeden bombalayan kimlerdir? En son pratikleri, gelenleri açıkça kurşuna dizmektir. Kendisini sanatçı, yazar vb. olarak tanıtan İsrail uzantıları, hiç utanmadan, açıkça, “çocuklar büyüyünce terörist olacaklar, öldürülmeleri gerekir” diye konuşmaktadırlar. Ve yine, tüm bunlardan sonra, “insan hakları” savunusu onların işi olmaktadır. Onlar insan, onların hakları var; bu hak, onun gibi olmayanların köle olması ve kölelerin isyan etmesini savunanların yok edilmesi.

Tüm Batı ülkelerinin “insan hakları” savunuları, katliamlarını savunma, gizleme metotlarıdır. Onların ağzında “insan hakları”, katliamdır. Hiç şüpheniz olmasın.

ABD, Irak’a saldırmak için birçok yalan devreye soktu. Sonuçta Irak işgal edildi ve ABD yöneticileri tarafından, tüm bu yalanlar itiraf edildi. Bugün, İran ne derse desin, aynı yolda yürüyecekleri kesindir. İran’ın nükleer tesislerini vurmaktan söz ediyorlar. Bunu ABD’nin yapmasından söz ediyorlar. Bu elbette uluslararası hukuka aykırıdır ama bunu yapmaktan geri durmayacakları da kesindir. Rusya ve Çin’in bu konudaki uyarılarına kulak asacaklarını sanmak, ABD ve NATO tarafının saldırganlığının derinliğini kavrayamamak olur.

Üçüncü savunu noktaları ise, “biz aslında İran halkına saldırmıyoruz, dinci yönetime, dinci diktatörlere saldırıyoruz” şeklindedir. Buna göre, İsrail, bölgede, İran halkını “özgürlüğe kavuşturmak” için, fedakârlık yapmaktadır. Ne kadar da “aptal”dırlar. Kendileri dışında herkesi aptal sanmak, aptallığın bir üst seviyesidir. Onlar, kendi çıkarlarını gizlemek için bunu yapmaktadırlar.

Oysa belki de bu savaş, İsrail halkının, İsrail’in dinci-ırkçı-faşist rejimini alaşağı etmesi ile de sonuçlanabilir.

İsrail yönetimi, İran yönetiminden çok daha fazla dincidir, çok daha fazla ırkçıdır. İran’daki molla rejimini kullanarak, herkese yalan söylenmektedir. Demek İran halkının ayaklanmasını, İsrail bombaları, ABD saldırıları sağlayacak öyle mi? Peki, ya İsrail vuruldukça, İsrail halkı, yatlara, motorlara atlayıp kaçmak yerine, ayaklanmaya karar verirlerse ne olur?

İsrail’in çıkarları için, İran halkının elbette karşısında mücadele ettiği İran rejimine karşı mı olalım? Şöyle düşünüyorlar, dinci bir İran rejimi, solcuların hoşlanmayacağı bir diktatörlüktür. Bu doğru. Ama bu bizim İsrail’den dinleyeceğimiz bir şey değildir. Bu, İran halkının mücadelesinin konusudur, yoksa İsrail’in saldırganlığını örtme konusu değildir. İsrail, Gazze’de bir soykırım yapmıştır. Hitler nasıl ki Polonya’yı “özgürleştiriyordu”, şimdi de İsrail-ABD ve İngiltere başta olmak üzere Batı, İran’ı “özgürleştirme”ye kalkmaktadır. Oysa biliyoruz ki, bu katillerin eliyle özgürlük değil, daha büyük esaret, daha büyük kölelik gelir. Irak’a gelmiş olan demokrasiyi biliyoruz, Libya ve Suriye’deki durumu da biliyoruz.

Emperyalist egemenlik, dünyanın yeniden paylaşılması savaşı, sanıldığından daha ciddi bir şeydir ve elbette bu açık bir saldırganlıktır. Bu saldırganlığa karşı çıkan her güç, saygıyı hak etmektedir. Biz bu karşı çıkışların, anti-emperyalist nitelik düzeyine çıkmadığı durumu bile olumlu buluruz. Ama anti-emperyalist bir düzeye çıkan karşı koyuş ve direnişleri, elbette selâmlarız. Ve biliyoruz ve tekrar ediyoruz ki, bir anti-emperyalist direniş, eğer anti-kapitalist bir hatta sahip değil ise, tutarlı bir anti-emperyalist tutumu işaret edemez.

Biz, dün Irak’a saldırdığında ABD, Saddam’ın onların adamı olduğunu, işi bitince onu tasfiye etmek üzere Irak’a girdiklerini biliyorduk ve buna rağmen, ABD’nin saldırısına karşı çıkıyorduk. Bugün, İran, ABD, İngiltere ve İsrail saldırısına karşı direnme hakkına sahiptir ve direnişi yerinde buluyoruz. İsrail-ABD ve NATO, tüm Batı saldırgandır. Elbette, İran’daki rejimi desteklemiyoruz, ama İran’ın direnişini saygı ile karşılıyor ve önemli buluyoruz. Emperyalist egemenliğe karşı direnmek esastır. Ve elbette, İran işçi sınıfını ve İran devrimini umursuyoruz. Eğer emperyalist saldırganlar ortada olmamış olsa, eğer savaş baronları ortadan çekilse, eğer ambargolar olmamış olsa, İran işçi sınıfı ve halkı, zafere daha kısa sürede ulaşır. Bu nedenle, bu savaşı, bu saldırganlığı, asla kabul etmiyoruz. Hiçbir emperyalist güç, hiçbir saldırgan, hiçbir katliamcı, bir halka özgürlük getiremez. Özgürlük onların ağzında köleliğin en ağır biçimidir.

Bu noktada, savaşın içinde medya savaşına da dikkat etmemiz gerekiyor. Burjuva cephe, tüm Batı, örnek olsun Irak savaşında, Libya’da akıl almaz yalanlar söylediler. Bunu Ukrayna’da da yaptılar, yapıyorlar. Bu psikolojik savaştır ve burjuva medyanın görevi de budur.

İran savaşında da yaptıkları budur.

İran, bizzat kendisi kayıplarını açıklamaktadır. Üstelik kayıpları, ordunun üst yönetimindedir ve bunu anında açıklamaktan çekinmiyorlar. Ama İsrail’in kayıplarını, sadece halkın çektiği videolardan görebiliyoruz.

X, yani eski adı ile Twitter, İsrail aleyhinde olan hiçbir haberi vermemektedir. Daha önceden ayarlanmış bazı siteler/kanallar, mesela “teyit” gibi, sürekli olarak İran’ın demir kafesi deldiğinin haberlerini uydurma olarak vermekte, şu oyundan alınmış video olarak yalanlamaya çalışmaktadırlar. Oysa mesela “teyit”, Erdoğan ailesi tarafından kurulmuştur. Zamanla bazı yalan videoların “fake” olduğunu göstererek güven topladıktan sonra, şimdi bu “prestij”lerini kullanmaktadırlar. Erdoğan, İsrail’i istemeyerek olsa da kınamaktayken, alttan alta yardımlarını sürdürmektedir. Bu yardımlara, kendi medya kanallarını da eklemişlerdir.

Dün, hedefimiz İran yönetimidir, diyorlardı, ama savaşın dördüncü gününde, “Tahran halkı bedelini ödeyecek” diye ağızlarından salyalar akıtmaya başladılar. Savaşın 8. gününde “ABD savaşa doğrudan dâhil olabilir” demeye başladılar (ABD zaten savaşın içindedir ve daha fazla içine girmekten geri durmayacaktır. Bu nokta aşılmıştır. Rusya ve Çin’in uyarıları, bu konuda yeterli olacak gibi durmamaktadır).

Dün, medyada, demir kubbe delinmedi, diye nutuk atıyorlardı, hattâ CHP yönetimindeki İlhan Uzgel, İsrail bazı füzelere bilerek izin vermektedir, diye konuşmaktaydı. Emperyalist saldırganlığın destekçisi olursanız, işte böyle, Mr. Uzgel gibi “varlık” olursunuz. İsrail, ABD ve NATO varlıkları, ülkemde çok yaygındır. Her birinin piyasa değerleri, borsaları vardır ve artık onlardan da “türev işlemler” üretilmektedir. Bu doğrultuda konuşanlar, 3. günden sonra hızlarını kesmek zorunda kaldılar. “İran kâğıttan kaplan” diye analizler yapanlar, savaşın dördüncü gününde yalanlarını yutmak zorunda kalmaktadırlar. Ve savaşın 5. gününde kayıpları karşılaştırmaya başladılar. TV kanallarından bir film izler gibi savaşı izleyenlere, dehşetin bir başka çeşidi olan yorumlarını sunuyorlar. Savaşın sonunda İran’ın nasıl kaybedeceğini anlatıyorlar.

İsrail saldırgandır ve İran yanıt vermektedir.

İlk saldırıya yanıt vermek için 18 saat beklemişlerdir. Bunun teknik nedenlerini biz bilmiyoruz. Ama savaşın başlangıcı 1. haftasını doldurduğunda da İran, yanıt vermekle meşguldür. Yani, savaşı boyutlandırma isteği İran’a ait değildir. Savaşı başlatan da, boyutlandırmak isteyen de İsrail-ABD ve İngiltere cephesidir. Trump, savaşa ABD’nin katılmasından söz etmektedir. Oysa çoktan katılmıştır ve İsrail, ABD olmadan bir saldırı gerçekleştiremez. Ve daha fazlasını yapmaktan geri durmayacağı açıktır. Netanyahu, ABD’ye, açıkça, “biz aslında sizi savunuyoruz” demektedir. Zelenski de, zavallı, Ukrayna’da aynı şeyi söylüyor, biz burada ABD ve Batı için ölüyoruz, diyor ama, nedense çok komik bulunuyor.

Elbette ABD, daha doğrudan savaş alanına dâhil olma hazırlıkları yapmaktadır. Bu durum, savaşın daha da boyutlanması demektir. Rusya ve Çin’in itidalli tutumu, ABD ve İngiltere cephesinin daha da saldırganlık göstermesine bir önlem olmayacaktır. Görünen budur. Elbette bu konuda, onlar, birçok teknik bilgiye sahiptir. Bizim gördüğümüz, emperyalist Batı’nın savaş dışında bir yolu tercih etmediğidir. ABD, çözülen hegemonyasının sonuçlarını kabul etmeyecektir.

ABD, bir yandan “savaşa biz dâhil değiliz” demektedir. Ama öte yandan “daha büyük saldırı gelmektedir” demekten geri durmamaktadır. Bu sadece Trump’ın kişiliğinin sonucu olarak ortaya çıkan bir davranış değildir. ABD uçak gemisi Ortadoğu’ya gelmekte, bu konuda tehditler ortaya koyan haberler yapılmaktadır. Ve dahası ABD, Rusya ile sürdürdüğü “diplomatik ilişkileri eski hâle getirme” görüşmelerinden çekilmiştir. Kısacası, savaşın ana aktörü olarak ABD ve İngiltere, Fransa ve Almanya daha açık olarak savaşa girmektedir.

Bu, bir yandan, Avrupa’nın Ukrayna üzerinden Rusya’ya karşı daha azgın saldırılar organize etmesi demektir, diğer yandan ise, TC devletinin İsrail lehine savaşa dâhil olması da demektir. TC devleti, nasıl ki Suriye sınırındaki mayınları temizleyerek işe başlamıştı, şimdi de İran sınırındaki mayınları temizlemişlerdir. TC devletinin savaşa dâhil olması isteği, ABD ve NATO isteğidir. Saray Rejiminin bir gizli savaş kabinesi olarak davranmakta olduğu açıktır. Bu nedenle, savaşın nereye evrileceği, en başta ABD ve NATO’nun tutumuna bağlıdır. Erdoğan’ın ya da Saray Rejiminin açıklamaları ile pratikleri arasında hiçbir uyum yoktur, olması da beklenemez. Saray Rejimi, savaş bahanesiyle, hem içerdeki her aykırı sesi bastırmak istiyor, hem de Kürtlere karşı, bu kargaşa içinde bir katliam politikasını devreye sokuyorlar. Bunun karşılığında, İran’a karşı kara harekâtı yapmayı tartıştıkları konusunda şüpheniz olmasın.

Rusya ve Çin, henüz çok aktif olarak devreye girmiş değildir. Ancak, savaş daha da boyutlanmış durumdadır. Dünyayı kendi aralarında paylaşmak için Batı emperyalistlerinin kundakladıkları savaş, İran savaşı ile yeni bir seviyeye ulaşmıştır. Rusya ve Çin, isteseler de istemeseler de, bu savaşta taraf olmak zorunda olacaklardır. Savaşın hedefi onlardır.

Doğrusu bizim İran’ın ne denli dayanabileceği ya da neler yapabileceği konusunda bir teknik bilgimiz yoktur. Ama savaş tüm bölgeyi sarmıştır. İran daha itidalli davranmaktadır. Örneğin Türkiye’deki İncirlik ve Kürecik üslerinden yararlanmakta olan İsrail’in önünü kesmek için, bu üslere henüz saldırmamıştır. Erdoğan ve Saray, hazır İsrail’i kınamaktadır, mesela Kürecik ve İncirlik’i kapatma kararı alabilirler, buyursunlar.

Burada net olmak gerekir.

Savaş, emperyalist Batı tarafından kundaklanan bir savaştır.

Bu savaş, dünya çapındaki savaşın bir parçasıdır.

İsrail’in, ABD’nin, İngiltere’nin pratiği bellidir. Gazze’deki pratik ortadadır. Katiller sürüsü, Ortadoğu’ya dalmıştır.

Suriye’nin sömürgeleştirilmesi sürecinin devamı olarak İran’ın sömürgeleştirilmesi için devreye girmişlerdir. Tüm Ortadoğu’yu denetim altına almak istemektedirler. Ve elbette, bu emperyalist saldırganlığa karşı direnmek esastır. Ancak bilinmelidir ki, kapitalist egemenliği hedef almayan bir anti-emperyalist mücadele zafere ulaşamaz.

Bu savaş, ABD, İngiltere, İsrail ve tüm Avrupa dâhil, savaşın her tarafında bir iç savaşa dönüşecektir. Biz, dünyanın her ülkesinde gelişen işçi hareketine, bu nedenle daha büyük bir dikkat göstermek zorundayız.

Hangi ülkenin, diğerine karşı nasıl bir güce sahip olduğu, bizim üzerine çok kafa yoracağımız bir konu değildir. Bizim bakmamız gereken, tüm bu savaş bulutları içinde, işçi sınıfının devrimci çizgisidir. Tüm bölgede bir devrimin olanaklarının gelişimine dikkat etmemiz gerekir. Ve elbette bu süreçte, tüm devrimci hareketlerin birbirinin gelişimine de dikkat etmesi gereklidir. Elimizde bir uluslararası enternasyonalist örgütlenme yoktur. Bu nedenle, bölgedeki devrimci güçlerin birbirinin gelişimine dikkat etmesi, hiç de kolay bir süreç değildir. Ama gereklidir ve zorunludur.

Hiçbir devrimci hareket, hiçbir emperyalist güçten medet ummaz, umamaz. Emperyalist güçlerin dünya halklarına ve işçi sınıfına karşı tutumu her zaman nettir. Devrimci hareketlerin de emperyalist güçlere karşı tutumu net olmalıdır. Burada anti-emperyalist olmanın, ancak anti-kapitalist olunması koşulu ile tutarlı hâle gelebileceğini bilmek, akılda tutmak gereklidir. İran işçi sınıfı, hem emperyalist saldırganlara karşı durmak, sömürgeleşmeye karşı direnmek, hem de kapitalist sisteme karşı uzun süreli savaşı gözetmek zorundadır.

Tüm bu savaş süreci, ülkemizde de etkilere yol açmaktadır. İşçi sınıfı ve emekçiler, gençler, “iç cepheyi güçlendirmek” yalanları ile devletin desteklenmesi rotasını reddetmelidir. İşçi sınıfı, devrimciler, ülkede bir sosyalist devrim ile, tüm bölgede savaş politikalarını da çökertmek için bir yol açabilir. Bu nedenle, Birleşik Emek Cephesi, işçi sınıfının örgütlenmesi ve mücadelesi için büyük bir öneme sahiptir. Sosyalist devrim, hem Türkiye’yi savaşın dışına çıkartacaktır, hem de tüm bölgede işçi ve emekçilerin direnişini geliştirecektir. Dikkat noktası burası olmalıdır. Bu nedenle, gelişmekte olan direnişin daha da gelişmesi, örgütlenmesi savaş bulutları içinde geçiştirilecek, savsaklanacak bir iş değildir.

A new phase in the imperialist war of partition? Or taking the right stance

Deniz Adalı

July 2025 – Kaldıraç Issue 288

On June 13, 2025, before dawn, Israel launched an attack against Iran. In fact, the attack had been anticipated for some time. For example, back in April 2025, it was being said that this attack would take place. But it seems that both the measures taken by China around Taiwan and the difficulties caused by the defeat of the US-NATO axis in the Ukraine war led to a postponement of the attack. And then, the Iran–US nuclear negotiations prolonged the process.

From this brief introduction, we understand that: (a) Israel–the US (and of course England and NATO) will launch attacks. This is what they always do. Yesterday it was Gaza, then Lebanon, Syria, Libya, etc.—Israel has been involved in all of them, and moreover, the Turkish state has also sought to be involved. (b) It appears that this war is part of a greater war. And the war is expanding. Every new step means testing the other powers. Every new move also means an attempt to gain an advantage on the ground. (c) The target of this war is not only Iran, but also Russia and China. And both of them are trying to prevent the war from expanding. The more they try to prevent the war from spreading, to avoid a war altogether, the more the other side sees itself as “brave.” Therefore, they believe they can attack anywhere, anytime they want.

Let’s get back to the topic.

We now know that the Israel–US–England front (and you can add France, Germany, and the entire NATO to that) always starts with negotiations. While these negotiations are ongoing, they carry out attacks and conduct assassinations in this manner. In war, of course, there is deception. But this trio—imperialist Western powers—have no rules of war, no “values,” and we are well aware of this. That is how the Hezbollah leader was killed. An agreement had already been made. This situation reveals the identity of the aggressor, and it is also necessary to expose the fact that this aggression is being carried out in plain view of the world. International law and so on have long been shelved, and the US, England, and all NATO forces openly defend all forms of aggression.

Iran had nuclear negotiations scheduled for Sunday, June 15, 2025, and they launched the attack before those talks took place. This shows that none of their words can be trusted.

The attacks were carried out with three main justifications: (1) The Israel–US–England side claimed that the reason for the attacks was the missiles and weapons in Iran’s possession. Netanyahu said they had 20,000 missiles. Another figure claimed the number was 2,000 and that it would soon rise to 8,000. (2) They said, and continue to say, that Iran was bombed because it wanted to develop nuclear weapons, and that Iran must never be allowed to possess nuclear arms. (3) They say that their aim is to overthrow the religious-Islamist regime in Iran.

These claims need to be examined closely. Because in our country, it is possible to say that there are quite a few beings who, under the appearance of being leftists, are actually working for Israel. I say “beings” because those who are willing to sell everything they have for dollars tend to cease to be human beings. And due to the war, these extensions of Israel are being forced to act quite openly. In this way, it also becomes possible to identify them. It must be noted: these extensions of Israel are conducting propaganda on behalf of Israel. They want to make people forget what Israel has done in Gaza, and now we can see that they have set out to turn Iran into the new enemy.

Now let us look at these three points.

Let’s assume that Iran possesses thousands of missiles. Well, isn’t that actually normal, considering that every state has an armed force? For example, if country X also possesses weapons, does that mean it should also be made a target? This is the product of a despicable, arrogant perspective rooted in seeing oneself as the master of the world. And it is not just because of the personalities of Trump or Netanyahu—this is the mindset of the entire Western bloc and NATO, who are now fueling the war. They believe themselves to be the rulers of the world, and on top of that, they are quite skilled at placing “leaders” who will act with reckless narcissism in line with this belief into the appropriate positions. Trump, for example, has been tasked with both covering up the defeat in Ukraine against Russia (the US and NATO have been defeated in Ukraine—whether or not they admit it is another matter, but the ongoing negotiations are on the agenda precisely for this reason: to stall Russia while repositioning their forces on the ground. The word “peace” coming from Trump’s mouth actually signals a goal of further escalation.) and with expanding the war to wider regions. Israel, under Netanyahu’s leadership as a fundamentalist-fascist state, is acting as a hitman in the Middle East for this mission. As the war progresses and Iran’s responses prove to be serious, the US starts talking about “direct involvement in the war.” But in fact, it is already directly involved. The ones igniting the war are the US, England and NATO. 

The United States and NATO do not want to accept the presence of any power other than themselves. Iran, despite being under sanctions, is a power in the region, and in fact, it is one of the weaker members of the Russia-China alliance opposing the US-NATO bloc. Therefore, striking Iran essentially means striking both China and Russia—especially China. The United States and England do not want to see any obstacles in front of their colonial policies in the Middle East. This is precisely where the statement from Israel about “20,000 missiles” gains significance.

Syria, as independent power in the region, is now being colonized. The same colonization process is being planned for Iran. But Iran is a stepping stone to strike China and Russia. Syria was a stage to strike Iran, but Iran is a move to strike Russia and China. Not only that—of course, the partition of the Middle East is also involved.

Fascist and religious -fundamentalist Netanyahu says, “Iran has 20,000 missiles—we must strike.” Well then, let’s say a portion of those 20,000 missiles pierce through your “Iron Dome.” Wouldn’t they explode where you are? Of course they would. But when it comes to war, it would be foolish to think that these countries, the imperialist powers, and their proxy—the fundamentalist -fascist government of Israel—would care about their own citizens. Profit and domination, relations of power mean the destruction of every human value. Therefore, expecting humanitarian concerns from the world’s imperialist rulers means nothing more than being deceived by their words in this regard.

Let’s say that countries with many weapons and missiles are to be attacked—then that means the US should be a good target for attack. And of course, so should Israel. Does Israel have few weapons? What would happen if China, for the same reason, attacked Israel now? Do the US and England have few weapons?

The second point is the issue of “nuclear weapons,” as mentioned in their propaganda and, of course, for that reason, also echoed by those in our country who actively spread propaganda under their orders and in exchange for money.

On this matter, Israel is not and cannot be among the countries that can speak or give moral lessons. The Netanyahu administration has no moral standards whatsoever.

And truthfully, on this matter, Iran is much more consistent. Iran explicitly calls for the elimination of all nuclear weapons in the Middle East region. That means: no one, including itself, should have nuclear weapons.

According to information released to the press, the list of nuclear weapons in the world is as follows:

Country Deployed Warheads Warheads in Reserve
The USA 1770 1930
Russia 1718 2591
England 120 105
France 280 10
China 24 576
India 180
Pakistan 170
North Korea 50
Israel 90

 

As seen in the table, Israel possesses 90 nuclear bombs. Therefore, first and foremost, these bombs in Israel’s possession must be destroyed. This means that the Israeli regime must be dismantled first. A country that shamelessly holds this many nuclear bombs talks about having the right to attack by claiming, “Iran wants to produce nuclear bombs.” And the Israel admirers in our country, those working on behalf of Israel, while propagandizing Israel’s views, never mention in their statements that Israel possesses nuclear bombs. 

The Netanyahu administration has a practice called Gaza, a genocide called Palestine. Iran does not have such a practice. And they tell us that the people in Iran are crazy, while those in Israel are sane. The mullahs in Iran are supposedly so irrational that they would immediately detonate the bomb. But are the fundamentalist fascists and Netanyahus in Israel any more reasonable? Besides, what does detonating bombs have to do with individuals? War is not the work of crazy and irrational people; war is the way out given the conditions the imperialist system is in. They have no concern for humanity and never have. If you think that the imperialist masters and international monopolies care about humanity because, after all, they are also human, then good luck—you have swallowed the imperialist bait of “bringing civilization,” “spreading democracy,” and “establishing governments that respect human rights.” The cure is also difficult. Now, if you are told to look at what is happening in Gaza, you cannot, because the idea that the children there will be a danger to the “civilized world” when they grow up has been ingrained into your DNA. In that case, you easily forget and never abandon the imperialist propaganda channels that come to you.  

Being ashamed is over. They, those who have taken it upon themselves to defend Israel, have no shame.

In Gaza, not long ago, who were the ones that bombed the Palestinians who came there, by giving out the address claiming humanitarian aid had arrived, without distinguishing between child, woman, etc.? Their latest practice is to openly gun down those who arrive. The Israeli affiliates who present themselves as artists, writers, etc., shamelessly and openly say, “these children will become terrorists when they grow up, they must be killed.” And yet, after all this, it is they who claim the defense of “human rights” as their own cause. They are human beings, they have rights; and this right is the enslavement of those who are not like them and the extermination of those who advocate the revolt of slaves.

The defense of “human rights” by all Western countries is a method of defending and concealing their massacres. In their mouths, “human rights” means massacres. Have no doubt about it.

The USA brought many lies into play in order to attack Iraq. In the end, Iraq was occupied, and all these lies were admitted by American officials. Today, no matter what Iran says, it is certain that they will walk the same path. They are talking about striking Iran’s nuclear facilities. They are talking about the United States carrying this out. This is, of course, against international law, but it is also certain that they will not refrain from doing it. To assume that they will heed the warnings of Russia and China on this matter is to fail to grasp the depth of the aggression of the US and NATO side.

Their third line of defense is: “We are not actually attacking the Iranian people, we are attacking the religious-fundamentalist regime, the dictators.” According to this, Israel is making a sacrifice in the region in order to “liberate” the Iranian people. How “foolish” they are. Considering everyone foolish except themselves is a higher level of foolishness. They are doing this to conceal their own interests.

Yet perhaps this war could also end with the Israeli people overthrowing Israel’s fundamentalist-racist-fascist regime.

The Israeli government is much more fundamentalist and much more racist than the Iranian government. By using the mullah regime in Iran, lies are being told to everyone. So, it is the Israeli bombs and the American attacks that will make the Iranian people rise up, is that it? Well then, what happens if, as Israel is hit, the Israeli people decide to rise up instead of jumping onto yachts and boats to run away?

Should we oppose the Iranian regime—which of course the Iranian people are already struggling against—just for the sake of Israel’s interests? They presume; a fundamentalist Iranian regime is a dictatorship that leftists would not like. This is true. But this is not something we would listen to from Israel. This is a matter for the Iranian people’s struggle, not something to be used to cover up Israel’s aggression. Israel has committed a genocide in Gaza. Just as Hitler was “liberating” Poland, now Israel, the USA, and the West—especially England—are trying to “liberate” Iran. But we know that from the hands of these killers comes not freedom, but deeper captivity, greater slavery. We know the kind of democracy that came to Iraq; and we know the situation in Libya and Syria as well.

Imperialist domination—the war for the redivision of the world—is something far more serious than commonly assumed, and of course, it is an outright aggression. Every force that stands against this aggression deserves respect. We find those positive- even when the opposition do not rise to the level of anti-imperialist character. But we certainly salute those forms of resistance and defiance that reach an anti-imperialist level. And we know—and we repeat—that an anti-imperialist resistance, if it does not follow an anti-capitalist line, cannot represent a consistent anti-imperialist stance.

When the USA attacked Iraq in the past, we knew that Saddam was their man and that they were going into Iraq to eliminate him once he had served his purpose — and still, we opposed the US attack. Today, Iran has the right to resist the attacks of the USA, England and Israel and we find this resistance legitimate. Israel, the USA, NATO, and the entire West are aggressors. Of course, we do not support the regime in Iran, but we regard Iran’s resistance with respect and consider it as significant. Resistance against imperialist domination is essential. And of course, we care about the Iranian working class and the Iranian revolution. If the imperialist aggressors were not present, if the barons of war withdrew, if there had been no sanctions, the Iranian working class and people would reach victory much more sooner. For this reason, we never accept this war, this aggression. No imperialist power, no aggressor, no mass murderer can bring freedom to a people. In their mouths, “freedom” is the harshest form of slavery.

At this point, we also need to pay attention to the media war within the war. The bourgeois front, the entire West, for example in the Iraq war and in Libya, told unbelievable lies. They did this in Ukraine too, and they are still doing it. This is psychological warfare and it is exactly the role of the bourgeois media. 

This is also what they are doing in the war with Iran. 

Iran itself is publicly reporting its own losses. Moreover, the losses are within the upper ranks of the military and they do not hesitate to announce it immediately. But we can only see Israel’s losses through videos recorded by civilians.

X, formerly known as Twitter, does not publish any news against Israel. Certain pre-arranged sites/channels, such as “Teyit“, constantly present the news about Iran breaking through the Iron Dome as fabricated, trying to disprove it by saying it’s a video taken from a game. However, for instance, “Teyit” was founded by the Erdoğan family. After gaining trust over time by showing that some fake videos were indeed “fake,” they are now using this “prestige.” While Erdoğan reluctantly criticizes Israel, he continues to provide support behind the scenes. They have also included their own media channels in this support.

Yesterday, they were saying, “Our target is the Iranian government,” but by the fourth day of the war, they started raving that “The people of Tehran will pay the price.” On the eighth day of the war, they began saying, “The US may become directly involved in the war.” (The US is already involved in the war and will not hesitate to get further involved. That line has already been crossed. The warnings from Russia and China do not seem to be sufficient in this regard.)

Yesterday, the media was boasting that the iron dome had not been breached, and even İlhan Uzgel, a member of the CHP leadership, was saying that Israel was deliberately allowing some missiles to pass. If you support imperialist aggression, this is what you become, a “being” like Mr. Uzgel. Such Israeli, US, and NATO assets are extensively present in my country. Each of them has market values, stock exchanges, and now even “derivative transactions” are being produced from them as well. Those who spoke in this vein were forced to slow down after the third day. Those who analyzed Iran as a “paper tiger” were forced to swallow their lies on the fourth day of the war. They are presenting their commentary, which is another form of horror, to those watching the war on TV as if watching a movie. They are explaining how Iran will lose in the end.

Israel is aggressive and Iran is responding.

They waited 18 hours to respond to the first attack. We do not know the technical reasons for this. But even as the first week of the war was completed, Iran was still busy responding. In other words, the desire to escalate the war does not belong to Iran. The ones who started the war and who want to escalate it are the Israel–US–England front. Trump is talking about the US joining the war. But it has already joined, and Israel cannot carry out an attack without the US. And it is clear that it will not hesitate to go further. Netanyahu is openly telling the US, “We are actually defending you.” Zelensky, poor guy, is saying the same thing in Ukraine: “We are dying here for the US and the West,” but for some reason, people find it very funny.

Of course, the US is making preparations to become more directly involved in the battlefield. This means the further escalation of the war. The cautious stance of Russia and China will not prevent the US and England from becoming even more aggressive. This is what appears to be the case. Of course, they possess a great deal of technical knowledge on this matter. What we see is that the imperialist West does not prefer any path other than war. The US will not accept the consequences of its crumbling hegemony.

On one hand, the US says, “We are not involved in the war.” But on the other hand, it does not hesitate to say, “A bigger attack is coming.” This behavior is not just a result of Trump’s personality. A US aircraft carrier is heading to the Middle East, and reports are emerging that pose threats in this regard. Moreover, the US has withdrawn from the talks to “restore diplomatic relations” with Russia. In short, as the main actors of the war, the US and England along with France and Germany, are joining the war more openly.

On the one hand, this means that Europe will organize more aggressive attacks against Russia via Ukraine, and on the other hand, it means that the Turkish state will join the war on the side of Israel. Just as the Turkish state began the job by clearing mines on the Syrian border, it has now cleared mines on the Iranian border. The Turkish state’s desire to join the war is the desire of the US and NATO. It is clear that the Palace Regime is acting as a secret war cabinet. Therefore, the direction the war will take depends primarily on the stance of the US and NATO. There is no consistency between Erdoğan’s or the Palace Regime’s statements and their practices, nor should it be expected. The Palace Regime is using the war as a pretext to suppress any dissenting voices internally and to implement a massacre policy against the Kurds amid the chaos. There is no doubt that they are discussing the possibility of a ground operation against Iran.

Russia and China have not yet become actively involved. However, the war has further escalated. The war, which was instigated by Western imperialists to divide the world among themselves, has reached a new level with the war in Iran. Whether they want to or not, Russia and China will be forced to take sides in this war. They are the targets of this war.

Frankly, we have no technical knowledge of how much Iran can withstand or what it can do. But the war has engulfed the entire region. Iran is acting more cautiously. For example, it has not yet attacked the US bases Incirlik and Kürecik in Turkey that Israel uses, in order to block Israel’s path. Erdoğan and the Palace are already condemning Israel; they could go ahead and decide to close Kürecik and Incirlik, for instance.

We must be clear here.

This war is a war instigated by the imperialist West.

This war is part of a worldwide war.

The practices of Israel, the US, and England are clear. The practices in Gaza are obvious. A pack of killers has descended on the Middle East.

They have intervened to colonize Iran as a continuation of the process of colonizing Syria. They want to bring the entire Middle East under their control. And of course, resisting this imperialist aggression is essential. However, it must be understood that an anti-imperialist struggle that does not target capitalist domination cannot achieve victory.

This war will turn into a civil war on all sides, including the US, England, Israel, and all of Europe. We must therefore pay greater attention to the labor movement developing in every country around the world.

Which country has what kind of power over another is not a question we need to worry about too much. What we need to look at is the revolutionary line of the working class amid all these clouds of war. We need to pay attention to the development of the possibilities for revolution throughout the region. And, of course, in this process, all revolutionary movements must pay attention to each other’s development. We do not have an internationalist organization at present. Therefore, it is not an easy process for the revolutionary forces in the region to pay attention to each other’s development. But it is necessary and imperative.

No revolutionary movement ever hopes for or can hope for help from any imperialist power. The attitude of imperialist powers toward the peoples of the world and the working class is always clear. The attitude of revolutionary movements toward imperialist powers must also be clear. It is necessary to know and keep in mind that being anti-imperialist can only be consistent if it is accompanied by being anti-capitalist. The Iranian working class must both stand up to imperialist aggressors and resist colonization, as well as wage a long-term struggle against the capitalist system.

This entire war process is also having an impact in our country. The working class and laborers, as well as the youth, must reject the path of supporting the state under the false pretense of “strengthening the internal front.” The working class and revolutionaries can pave the way to overthrow war policies throughout the region by means of a socialist revolution in the country. For this reason, the United Labor Front is of great importance for the organization and struggle of the working class. A socialist revolution will both keep Turkey out of the war and develop the resistance of workers and laborers throughout the region. This should be the focus of attention. For this reason, the further development and organization of the developing resistance is not a task that can be passed over or neglected amid the clouds of war.

Emperyalizmin ve siyonizmin saldırılarına geçit vermeyelim!

Bir buçuk yılı aşkın bir süredir Gazze’de Filistin halkına soykırım uygulayan Siyonist İsrail, geçtiğimiz günlerde İran’a dönük kapsamlı bir saldırı gerçekleştirerek savaş ilan etti.

Bu saldırı, başta ABD emperyalizmi olmak üzere Batılı emperyalist güçlerin desteği ve onayı ile gerçekleştirilmiştir.

İran’a saldırı ile bölgemizde yürütülen savaş politikalarının boyutlanarak sürdürülmesi, tüm bölge halklarının emperyalizme ve siyonizme boyun eğdirilmesi hedeflenmektedir. Suriye’de son altı ayda yaşananlar ortadadır. Suriye’nin başına getirdikleri kendi beslemeleri HTŞ ve Colani eli ile Suriye, soykırımcı İsrail’in ikmal üssüne döndürülmüştür. Kukla Suriye rejiminin tek yaptığı, bir kısmı siyonistlerin işgali altındaki Suriye topraklarında Alevilere, Dürzilere, Hristiyanlara karşı katliamlar düzenlemek, efendileri emperyalistler ve siyonistlerin bir dediğini iki etmemektir.

Dünya genelinde emperyalistler arasında dünyanın yeniden paylaşılması dalaşı yaşanmaktadır. Ortadoğu da bu yeniden paylaşım dalaşının arenasıdır.

Bölgemiz, işçi-emekçi, yoksul Ortadoğu halklarının kanı ve gözyaşı üzerinden merkezinde ırkçı, soykırımcı, siyonist İsrail’in güvenliği olmak üzere Batılı emperyalist planlar doğrultusunda yeniden şekillendirilmek istenmektedir.

Soykırımcı işgal devletinin Gazze’de gıda dağıtım kuyruğunda çoluk çocuk adeta “avladığı” bir yaşamı tüm bölgemize yaymak istemektedirler.

Kapitalist-emperyalist sistem, sermaye sınıfı, kendi çıkarları için bölgemizi kan gölüne çevirmektedir. Bu savaşların tek kazananı vardır. İşçi-emekçilerin işyerlerinde alınterini sömürenler, bir vampir gibi kanını emenler, bu savaşlarda yine işçi-emekçilerin kanı-canı üzerinden kârlarına kâr katmaktadır.

İşçi sınıfının önünde iki yol vardır. Ya bir avuç kan emici sermaye sınıfı için işyerlerinde sömürülmek ve onların savaşlarında onlar adına kendi gibi işçi-emekçileri öldürmek ve ölmek. Ya da kendi çıkarları için “İşçilerin birliği, halkların kardeşliği” şiarı ile kendi egemenlerine, sermaye sınıfına karşı sınıf kavgasını yükseltmek. Hiçbir kapitalist devletin ve hiçbir emperyalist gücün işçilere, emekçilere, halklara, kadınlara ölüm dışında bir vaadi yoktur.

Bugün yüzlerce işçiyi işinden kovmanın planlarını yapan, sendikasızlaştırmayla her türlü güvencesiz çalıştırmayla fazla mesailerle kârına katan Zorlu Holding patronları, Siyonist İsrail’i beslemektedir. Sabancı’ya bağlı çimento şirketleri soykırımcı İsrail’i beslemektedir. Sadece bu iki şirket de değildir, işçilerin ümüğüne çökerken birlik olan patronlar, siyonizme, emperyalizme hizmet ederken de tam bir birlik içindedir. Biz işçi-emekçilerin yaşadığı koşulların bekçisi sermaye devleti, Türkiye, lafta Gazze’ye ağlarken Kürecik’ten İncirlik’e NATO üsleriyle, siyonist işgale, emperyalist saldırganlığa hizmet etmektedir. Biz işçilerin bu riyakarlığa, bu hamasete dökecek kanı yoktur. ”Hepimiz aynı gemideyiz” yalanıyla her krizi üstümüze yıkmaya çalışanlar, bölgemizdeki savaşın tüm yıkıcı sonuçlarını da üzerimize yıkacaktır. Savaşları yaratan ve büyüten emperyalizmin ve siyonizmin bölgemizden sökülüp atılması en çok da bu sebeplerle biz işçi-emekçilerin görevidir.

NATO’nun, IMF’nin ekonomi programlarıyla, savaş tetikçiliğiyle her geçen gün yoksulluğu artan, örgütlülüğü dağıtılmaya çalışılan, her grevi yasaklanma tehdidi altında yaşayan biz işçi-emekçiler, Batılı emperyalistlerin, siyonistlerin Ortadoğu’yu çıkarları doğrultusunda kan deryasına dönüştürmelerine karşıyız. İran’a yönelik saldırıya karşı çıkmak, İran devletini desteklemek anlamına gelmez. İşçilerin alınteri, halkların kanı, doğanın yağması üzerine yükselen tüm kapitalist devletler gibi İran devletinin de gericiliği açıktır. İran’daki baskı ve gericiliği yıkacak güç de İran’ın örgütlü işçi sınıfıdır, yolu da tıpkı bu topraklardaki gibi sosyalizmdir. Bu saldırılara herhangi bir gerekçe ile suskun kalmak, bölgemizde sürdürülen emperyalist, siyonist saldırganlığa, savaş politikalarına onay vermek, bir avuç kan emici adına ölümlerden ölüm beğenmek anlamına gelecektir.

Emperyalizmin ve siyonizmin saldırılarına karşı tek kurtuluş yolu, “işçilerin birliği, halkların kardeşliği” şiarı ile kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadeleyi büyütmekten, bu savaş politikalarına karşı net olarak karşı çıkmaktan geçmektedir. Emperyalizm ve siyonizm bölgemizden sökülüp atılmadan bu kan durmayacaktır.

İşçilerin-emekçilerin iktidarı, sınırsız ve sınıfsız bir dünyayı yaratacak olan sosyalizm, bölgemizin kan deryasından çıkmasının, dünyada savaşların son bulmasının tek gerçek yoludur.

Emperyalizmin ve siyonizmin saldırılarına geçit vermeyelim, bulunduğumuz her yerde sesimizi yükseltelim!

NATO’dan çıkılsın, emperyalist üsler kapatılsın!

Emperyalist savaşa hayır!

Yaşasın İşçilerin Birliği Halkların Kardeşliği!

21.06.2025

İşçi Emekçi Birliği
BAĞIMSIZ DEVRİMCİ SINIF PLATFORMU – DOSTLUK VE KÜLTÜR DERNEĞİ – İŞÇİ BİRLİKLERİ SENDİKASI – KALDIRAÇ HAREKETİ – KÖZ – PARTİZAN – PROLETER DEVRİMCİ DURUŞ – SÖZ VE EYLEM – YENİ DÜNYA İÇİN ÇAĞRI

Merhaba Kaldıraç Emekçileri;

Selam ve sevgilerimizi iletiyor, iyi olduğunuzu umuyoruz. Bizler de devrimci tutsaklar olarak her daim iyi olmaya çalışıyor, dayatılan tecrit koşullarına rağmen umudumuzu, coşkumuzu diri tutuyoruz…

Elbette bu çaba içinde devrimci-sosyalist yayınların payının, emeğinin ayrı bir önem arz ettiğine değinmeye gerek yoktur herhalde. Sizleri de bu yöndeki çabanızdan dolayı tebrik ediyorum.

…………

Ortak idealler doğrultusunda sürdürdüğümüz mücadelede başarıya ulaşacağımıza dair inancımızla çalışmalarınızda başarılar ve kolaylıklar diliyoruz. Dirençle kalın…

Selam ve sevgilerimle…

28.05.25
Onur Kara | Tekirdağ 2 No’lu F Tipi C-70

Değerli arkadaşlar merhaba;

Yeni mücadele yılınız kutlu olsun. 2025 yılının, beyleri, kralları yıkan, en güzel destanları yazan proleterya ve halkların; bunca emek, bedel ve mücadelelerimizin zafere dönüşeceği, en güzel tarihi yazacağı yıl olması umudu ve inancıyla; sersala we piroz be.

……

Tüm ilgi ve emekleriniz için teşekkürler. Sevgiler, saygılar, başarılar.

06.01.25
Deniz Tepeli | Kocaeli 1 No’lu F Tipi

The line of resistance, United Front of Labor

The Perspective of Kaldıraç Movement

June 2025 – Kaldıraç Issue 287

The Palace Regime has, for decades, launched ferocious attacks on every act of resistance to demand rights, every attempt by society to breathe, and every action taken by women, youth, and workers. It has mobilized all its forces—its media, courts, judiciary, police, gendarmerie, military, water cannons, tear gas, pepper spray, and batons. In short, it responds with the full weight of its mechanisms to even the smallest act of demanding rights.

In May, workers at TÜPRAŞ, a subsidiary of Koç Holding, who found the collective bargaining agreement insufficient, were met with a police blockade. A mother who lost her son in a train accident was declared a criminal simply for seeking justice at the courthouse doors. Rabia Naz’s father was labeled insane because the trail of his daughter’s murder led to cadres within the AK Party and the state. Those acting to protect nature—such as those protesting against the “Kanal Istanbul” project—have been branded as “terrorists.”

All of this has been ongoing for decades. For decades, the Palace Regime has launched attacks to spread its fear of the future onto the people and the masses.

Despite all these attacks, the social resistance that began with Gezi continues—not with the same high waves as Gezi, of course, but it goes on. The resistance persists despite all repression and violence policies, and despite the state’s practices of civil war.

What truly matters here is not the state’s oppression, but the resistance of the masses. The resistance of women, students, and workers. No matter what they do to suppress or stop this resistance, it continues.

From time to time, these resistances swell with rising waves —like the resistance of the Boğaziçi students or the mobilization on March 19. Yet despite these surges and retreats, the resistance continues to write its own history, expanding, spreading, and taking root.

This line of resistance is fundamental.

Today, the masse, workers, women, and youth are beginning to understand and learn, with increasing clarity, the true nature of the state apparatus and the Palace Regime. Action teaches, resistance sharpens the mind, resistance brings beauty.

The growing resistance nurtures hope. And this hope, in turn, enables the struggle to develop further.

During the mass mobilization on March 19, the masses—led primarily by the youth—voiced a clear message: we do not want to live like this. İmamoğlu’s diploma or his arrest became the last straw. And this mass reaction further developed the line of resistance. For the first time since Gezi, police barricades were breached. And when TÜPRAŞ workers acted as if the police standing in their way didn’t exist and pushed through the barricade, it was a continuation of that same spirit.

During the March 19 mobilization, the state imposed bans, yet the masses took to the streets as if no ban existed. The state labeled them as terrorists, but the crowds were unfazed. Young people were subjected to torture and harassment in police stations and anti-terror branches, yet spirits remained unbroken—the resistance continued even behind bars.

This line of resistance is not only forging a path but also searching for its own leaders.

The question is: How can this line of resistance become more organized, more widespread, and more massive?

There are two main ways to achieve this. First, by building connections between different resistance movements; second, by expanding the resistance even further. Each of these requires organization. They do not happen spontaneously. Yes, there is a spontaneous character in mass actions and resistances. But their advancement, their becoming capable of overthrowing the Palace Regime cannot be realized with this spontaneous character.

Fundamentally, there are three active fronts. Today, the most prominent is the youth movement. The second is the workers’ movement, and the third is the women’s movement. In fact, all of these are part of the broader line of resistance and fall under a single heading.

The development of this whole movement depends on the organization of the revolutionary line of the working class.

And we know that today, the working class not only suffers from a lack of political organization, but perhaps more critically, from a weakness in economic organization as well. Most trade unions are far from being true workers’ unions. Moreover, the vast majority of the working class is not unionized at all. It is still well known that uninsured (informal) labor is widespread. But the main reason for the majority of non-unionized workers is that most unions have ceased to function as genuine worker organizations. The example of Türk Metal, operating like a corporate entity, express the situation very clearly. Anyone seeking to understand the dominant mentality in unionism today can look at Türk Metal, Kamu-Sen, and similar cases to find the answer. Hak-İş and Türk-İş are entirely under the control of a union mafia. Meanwhile, DİSK is far from living up to the “revolutionary” in its name and has strayed far from its own historical roots. Nevertheless, new tendencies are emerging. Even if their power and membership numbers are still limited, ” struggling unions” are beginning to grow. This is of great importance. It may not seem significant when viewed from today’s perspective, but from the future, it will be seen as highly valuable. Another emerging tendency is that as more segments of the working class begin to resist, they are also becoming increasingly aware of the general state of the unions. This too is a critical development.

It is clear that the student movement is undergoing a serious awakening. Issues such as the housing crisis, academic problems, the lack of scientific education, and the transformation of university administrations into extensions of the police state form the objective basis of this awakening. This awakening—this development—is of great importance. The student movement occupies a unique position: it is sensitive to social issues, aware of academic and democratic problems, and in a relatively advantageous place when it comes to taking a stand against all manifestations of bourgeois ideology. There is no doubt, however, that in all three of these areas, a strong foundation is needed. It is therefore evident that the emerging student organizing efforts must move toward centralization in order to be effective.

The struggle, at its core, requires the revolutionary leadership of the working class. And this is only possible through the proletariat’s transformation into a revolutionary force.

Under these conditions, our central task ahead is to develop organization.

This has many dimensions. For example, the development of each revolutionary movement’s own organizational structure is one such dimension. Of course, this does not mean we have the right to dictate how any particular revolutionary organization should operate—everyone knows their own path. This is also our responsibility as a movement. However, the development of the line of resistance has placed a new and different task before all revolutionaries. That task—the task of building organization—now points us toward the formation of a United Front of Labor.

The organization of a United Front of Labor would not only solve the issue of coordinating the entire line of resistance—it is not limited to that task alone. The United Front of Labor is also the path for the development of the revolutionary resistance front.

Breaking the control of the union mafia, reclaiming the unions, and transforming them into genuine workers’ organizations is both a responsibility and a goal for every revolutionary worker. This is not a task limited only to taking a common stance in concrete actions—though that, of course, is extremely important. Being able to develop common positions in every concrete struggle, or even developing ways to do so, is of great value. But the United Front of Labor represents a broader and more comprehensive form of organization.

Sooner or later, workers will be forced to make the dismantling of the union mafia an urgent task on their agenda. In fact, it is already on today’s agenda. On the one hand, it requires the development of “struggling unions”; on the other, it necessitates the emergence of intermediary forms of organization. Moreover, the success of this process depends on the formation of narrow organizations of revolutionary workers in factories and workplaces.

The working class must reconnect with the memory of its past struggles—such as the June 15-16 uprising—not to repeat them, but to learn from them directly and integrate that knowledge into current actions.

Our focus must be fixed on the line of resistance. A perspective limited to observing the internal conflicts within the ruling Palace Regime is not enough. What matters is holding tightly to the struggle and resistance, and correctly evaluating the opportunities that emerge there.

The path to overthrowing the Palace Regime lies within this line of resistance.

Direniş hattı, Birleşik Emek Cephesi

Saray Rejimi, onlarca yıldır, her hak arama eylemine, toplumun her nefes alma girişimine, kadınların, gençlerin, işçilerin her türlü eylemine azgınca saldırmaktadır. Tüm güçlerini seferber etmiştir. Basını, mahkemeleri, yargısı, polisi, jandarması, ordusu, TOMA’sı, gazı, biberi, copu ile kısacası tüm mekanizmaları ile en küçük bir hak arama eylemine saldırmaktadırlar.

Mayıs ayında, Koç Holdinge bağlı TÜPRAŞ’ta toplu sözleşmeyi yetersiz bulan işçilerin karşısına polis dikilmiştir. Oğlunu tren kazasında kaybeden anne, mahkeme kapılarına gelmesi nedeniyle suçlu ilan edilmiştir. Rabia Naz’ın babası, kızının öldürülmesinin ucu AK Parti’nin ve devletin kadrolarına ulaştığı için deli ilan edilmiştir. Doğayı korumak için hareket edenler, bugünlerde “Kanal İstanbul” projesine karşı eyleme çıkanlar “terörist” ilan edilmiştir.

Tüm bunlar, onlarca yıldır devrededir. Onlarca yıldır, Saray Rejimi, kendi gelecek korkusunu halka, kitlelere bulaştırmak için saldırmaktadır.

Tüm bu saldırılara rağmen, Gezi ile başlayan toplumsal direniş, Gezi gibi yüksek dalgalarla değil elbette ama sürmektedir. Direniş, tüm baskı ve şiddet politikalarına, devletin iç savaş uygulamalarına rağmen sürmektedir.

Burada esas olan devletin baskıları değil, esas olan, kitlelerin direnişidir. Kadınların, öğrencilerin, işçilerin direnişidir. Bu direnişi bastırmak, durdurmak için ne yaparlarsa yapsınlar, direniş sürmektedir.

Bu direnişler, zaman zaman yükselen dalgalarla kabarmaktadır. Ama Boğaziçi öğrencilerinin direnişi gibi ya da 19 Mart eylemliliği gibi. Ama tüm bu kabarıp geri çekilmelere rağmen, direniş kendine ait bir tarih yazarak ilerlemekte, yayılmakta, kökleşmektedir.

Bu direniş hattı temeldir.

Bugün, kitleler, işçiler, kadınlar ve gençler, giderek daha net bir biçimde, devlet mekanizmasını, Saray Rejiminin gerçek karakterini anlamaya, öğrenmeye başlamışlardır. Eylem öğretir, direniş aklı açar, direniş güzelleştirir.

Gelişmekte olan direniş, umudu beslemektedir. Ve bu umut, mücadelenin daha da gelişmesine olanak sağlamaktadır.

19 Mart kitlesel eylemliliğinde, başta gençlik olmak üzere kitleler, böyle yaşamak istemiyoruz, dediler. İmamoğlu’nun diploması ya da tutuklanması, bardağı taşıran son damla oldu. Ve bu kitlesel tepki, direniş hattını daha da geliştirdi. Gezi’den bu yana, ilk kez polis barikatları aşıldı. Ve TÜPRAŞ işçilerinin de karşılarına dikilen polise yokmuş gibi davranıp barikatı aşması, bunun devamıdır.

19 Mart eylemliliğinde, devlet yasak koydu ve kitleler sanki yasak yokmuş gibi sokaklara çıktı. Devlet, terörist dedi, kitleler oralı olmadı. Polis karakolları, TEM şubelerine doldurulan gençlere işkence ve taciz devreye sokuldu ama hiçbir biçimde moraller bozulmadı, direniş içeride de sürdü.

Direniş hattı, hem bir yol oluşturmaktadır, hem de kendi öncülerini aramaktadır.

Soru şudur: Bu direniş hattı, nasıl daha örgütlü, daha yaygın ve daha kitlesel olabilir?

Bunun başlıca iki yolu vardır. Birincisi, direnişler arasında bağ kurmaktır, ikincisi direnişleri daha da yaymaktır. Her biri örgütlülük demektir. Bunlar kendiliğinden olmaz. Evet, kitlesel eylemler ve direnişlerde bir kendiliğindenlik hâkimdir. Ama ilerletilmesi, Saray Rejimini alaşağı edecek hâle gelmesi, bu kendiliğinden karakter ile gerçekleşemez.

Temel olarak üç alan hareketlidir. Bunların başında bugün gençlik gelmektedir. İkincisi işçi hareketidir ve üçüncüsü kadın hareketidir. Aslında bunların tümü, direniş hattının içinde ve tek başlık altındadır.

Tüm bu hareketin gelişimi, işçi sınıfının devrimci hattının örgütlenmesine bağlıdır.

Ve biliyoruz ki, bugün işçi sınıfı, değil siyasal örgütlülüğünün gelişmemiş olması sorunu, daha da vahimi ekonomik örgütlülüğünde de zayıftır. Sendikalar, çoğunlukla işçi sendikası olmaktan uzaktır. Kaldı ki, zaten işçi sınıfının büyük çoğunluğu sendikasızdır. Hâlâ sigortasız çalışmanın yaygın olduğu bilinmektedir. Ama sendikasız işçi sayısının çoğunlukta olmasının esas nedeni, sendikaların işçi sendikası olmaktan uzak olmasıdır. Türk Metal gibi, holding tarzı sendikalar, durumu çok net ifade etmektedir. Nasıl bir sendikacılık anlayışı egemendir sorusunun yanıtını bulmak isteyen, Türk-Metal örneğine, Kamu-Sen örneğine vb. bakarak sonuca ulaşabilir. Hak-İş ve Türk-İş tamamen sendika mafyasının elindedir. DİSK ise, isminin başındaki “devrimci” sözünü hak etmekten çok uzak, kendi tarihine çok yabancı bir hat tutturmaktadır. Buna rağmen, yeni eğilimler vardır. Güçleri az, üye sayısı düşük de olsa “mücadeleci sendikalar” gelişmektedir. Bu büyük bir öneme sahiptir. Bugünden bakınca bu çok önemli görülmeyebilir ama gelecekten bakınca bu çok değerlidir. Bir başka yeni eğilim, işçilerin direnen kesimler, gün be gün artarken, onların gözünde de sendikaların bu genel durumu açık hâle gelmektedir. Bu da önemli bir eğilimdir.

Öğrenci hareketinin ciddi bir uyanış içinde olduğu; barınma sorunu, akademik sorunlar, eğitimin bilimsel olmaktan uzaklığı olduğu kadar üniversite yönetimlerinin de polis uzantısı hâline gelmesi öğrencilerin bu uyanışın nesnel temelini oluşturduğu görülebilir. Bu uyanış, bu gelişme büyük değerdedir. Öğrenci hareketi, toplumsal sorunlara duyarlı, akademik-demokratik sorunlarının farkında ve burjuva ideolojisinin her uzantısına karşı tutum alma konusunda daha şanslı bir konumdadır. Kuşku yok ki, bu üç alanda da sağlam bir temele ihtiyacı olduğu, bu açıdan ortaya çıkan öğrenci örgütlenme iradelerinin merkezileşmesi gerektiği açık ve ortadadır.

Mücadele, esas olarak işçi sınıfının devrimci öncülüğünü gerekli kılmaktadır. Bu ise, işçi sınıfının devrimcileşmesi ile olanaklıdır.

İşte bu koşullarda, önümüzdeki görev, örgütlülüğü geliştirmektir.

Bunun birçok ayağı vardır. Örneğin her devrimci hareketin kendi örgütlülüğünü geliştirmesi bu ayaklardan biridir. Ama bu elbette bizim hiçbir devrimci örgüte bu konuda söz söyleme hakkımız olması anlamına gelmez. Bu herkesin kendi bildiği iştir. Bu bir hareket olarak bizim de görevimizdir ve işimizdir. Ama direniş hattının geliştirilmesi, tüm devrimcileri daha farklı bir görevle karşı karşıya bırakmıştır. Bu görev, örgütlülüğün sağlanması görevi, önümüze Birleşik Emek Cephesi örgütlenmesini getirmektedir.

Birleşik Emek Cephesinin örgütlenmesi, tüm direniş hattının koordinasyonu sorununu çözmekle kalmaz. Kaldı ki görevi de tek başına bu değildir. Birleşik Emek Cephesi, devrimci direniş hattının gelişiminin de yoludur.

İşçi sınıfının sendika mafyasının denetimini kırması, sendikalarını geri alması, sendikaları gerçek birer işçi sendikası hâline getirmesi, her devrimci işçinin isteği ve görevidir. Bu sadece somut eylemler söz konusu olduğunda ortaya konacak ortak tutumla sınırlı bir durum değildir. Elbette bu çok önemlidir. Her somut eylemlilikte ortak tutum alabilmek ya da ortak tutum almanın yollarını geliştirmek, büyük bir değerdir ve önemlidir. Ama Birleşik Emek Cephesi, daha kapsamlı bir örgütlenmedir.

İşçiler, yarın daha acil bir görev olarak sendika mafyasını tasfiye etmeyi gündemleri hâline getirmek zorunda kalacaklardır. Bu bugün de bir gündemdir. Bu çok kapsamlı ve çok yönlü bir mücadeledir. Bir yandan “mücadeleci sendikalar”ın gelişmesini gerektirirken, bir yandan da ara örgütlenmelerin gelişmesini de gerekli hâle getirmektedir ve öte yandan bu sürecin başarısı fabrikalarda, işyerlerinde yaratılacak devrimci işçilerin dar örgütlenmelerini de gerektirmektedir.

İşçi sınıfı 15-16 Haziran direnişini, kendi geçmiş direniş ve mücadelelerini yeniden bilince çıkartmak zorundadır. Onları tekrarlamak için değil, onlardan dolaysız öğrenmek ve bunu eylemleri ile birleştirmek için.

Gözümüzü, direniş hattına dikmemiz gerekir. Egemenin, Saray Rejiminin kendi içindeki çatışmalara bakmakla sınırlı bir bakış yeterli değildir. Esas olan direniş ve mücadeleye daha sıkı sarılmak ve orada ortaya çıkan olanakları doğru değerlendirmektir.

Saray Rejimini alaşağı edecek yol bu direniş hattındadır.