Ana Sayfa Blog Sayfa 139

İşçi sınıfının sermaye saldırılarına karşı direnişi sürüyor!

‘Darbe Girişimi’nin ardından devletin yeniden dizayn edilmesi hedefiyle oluşturulan “Milli Mutabakat” işçi sınıfına karşı da kurulmuş durumda.
Raftan indirilmeyi bekleyen kıdem tazminatı, emekçilere devlet zoru ile özel sigorta şirketlerine para aktarmayı dayatan ‘Bireysel Emeklilik Sigortası’ (BES), İşsizlik fonunun talan edilmesi, işyerlerindeki kölece çalışma koşulları, sendikal örgütlenmeye tahammülsüzlük, işten atmalar, madenlerin özelleştirilmesi, patronlara vergi muafiyeti ve her yolla teşvik sağlama imkanı…
Bir avuç azınlığa, vurguncu-yağmacı-rantçıya cennet, milyonlarca emekçiye cehennem!..
Tüm kuşatmaya rağmen, egemen olan devlet sendikacılığına rağmen işçi sınıfı mücadeleyi yükseltmeye devam ediyor.

Tedi işçilerine saldırıya sınıf dayanışmasıyla yanıt

DİSK’e bağlı Limter-İş’e sendikasında örgütlenmelerinin ardından işten atılan Tedi Depo işçileri, 25 Ağustos’ta özel güvenlik görevlilerinin saldırısına uğramalarını protesto etti. Eylemde açıklama yapan Limter-İş Sendikası Genel Başkanı Kanber Saygılı, baskılar karşısında sinmeyeceklerini belirterek, emekten yana herkesi işçi sınıfının yanında olmaya çağırdı.
Direniş çadırı önünde bir araya gelen işçilerin eylemine, DERİTEKS, İnşaat-İş, BATİS sendikası, tersane işçileri, HDP İstanbul Milletvekili Filiz Kerestecioğlu, ESP, EMEP, EHP, CHP, DİP, SODAP, Alınteri, UİDDER, Mücadele Birliği ve yöre derneklerinin temsilcileri destek verdi.
‘Polis Tedi patronunu koruyor’
Açıklama yapan Limter-İş Sendikası Genel Başkanı Kanber Saygılı, direniş sürecine ilişkin bilgi verdi. İşçilerin sürekli tehditlere maruz kaldığını kaydeden Saygılı, OHAL’i fırsat bilen Tedi patronunun 32 işçiyi işten çıkardığını hatırlattı. Yine OHAL gerekçesiyle çadırlarının depo dışına çıkarıldığını kaydeden Saygılı, yasaları korumakla yükümlü olan polisin, Tedi patronunu koruduğunu işçilere saldırdığını söyledi.
Depoya getirilen kaçak işçilere kendi durumlarını izah etmek isterlerken dün özel güvenlik görevlilerinin saldırısına maruz kaldıklarını kaydeden Saygılı, özel güveliğin değil işçilerin gözaltına alındığını ifade etti. Karakol polisinin gözaltındaki işçilere “Sendikalı olmayın, bırakın bu işleri, çevik kuvvet olun” dediğini aktaran Saygılı, yasaları temsil ettiğini söyleyenlerin ne hakla işçileri mücadelesinden koparmaya çalıştığını sordu.
‘İşçilere saldırılar artacak, birleşmeliyiz’
Polisin patronla işbirliği yüzünden bu zamana kadar masaya oturamadıklarını vurgulayan Saygılı, “Ama oturacaktır. Önümüzdeki günlerde işçilere, demokratik kurumlara saldırılar artacak. Sadece TEDİ işçileri olarak bu saldırılara direniriz ama püskürtemeyiz. Birleşerek bunu başarabiliriz” dedi. Saygılı, emekten yana olan herkesi işçi sınıfının yanında olmaya çağırdı.
‘Bu ülkede bir savaş varsa işçiye, emekçiye karşı da savaş var’
Eylemde söz alan HDP İstanbul Milletvekili Filiz Keresticioğlu yaşanan saldırıları kınayarak AKP hükümetinin Meclis’e getirdiği yasalarla işçi ve emekçi haklarını gasp etmeye devam ettiğine dikkat çekti. Kerestecioğlu, “Getirilen torba yasa ile iş sağlığı ve iş güvenliği konusunda işçilerden yana maddeler ertelenerek patronlar korundu. Bu ülkede bir savaş varsa işçiye, emekçiye karşı da bir savaş var” dedi. Kerestecioğlu, Tedi işçilerinin sorunlarını Meclis gündemine taşıyacaklarını belirtti.
‘Binaları biz yaptık, başlarına yıkmasını da biliriz’
Son olarak söz alan İnşaat-İş Sendikası Genel Başkanı Mustafa Adnan Akyol, “Tedi patronunun içinde bulunduğu binaları bizler yaptık. O binaları başlarına yıkmasını da biliriz” dedi. Akyol, Tedi işçilerinin direnişini selamladı, yan yana olacaklarını söyledi.
(Kaynak: ETHA / İşçi Gazetesi / 27 Ağustos 2016)

Metro Grossmarket’lerde Grev Kararı Asıldı

DİSK’e bağlı Sosyal-İş sendikası ile Metro Grossmarket şirketi arasında süren 6’ncı dönem toplu iş sözleşmesi görüşmelerinin anlaşmazlıkla sonuçlanması üzerine girilen grev sürecinde, 25 Ağustos’ta grev kararı asıldı. Grev kararı, işçilerin katıldığı eylemlerle ülke genelindeki 35 mağazanın panolarına asılarak duyuruldu.

Metro işvereninin 2015 yılı sözleşmesini esas alarak, 2016 yılı ocak ayından geçerli yüzde 30 asgari ücret farkını da yok sayarak yıllık 4 ikramiye hakkını ücretlere giydirme-gasp etme dayatması işçiler ve sendika tarafından reddedildi.
Görüşmelerin bu noktada kilitlenmesi üzerine sendika grev kararı aldı. Grev kararı, Metro yöneticilerinin yer yer işçileri engellemelerine rağmen ülke genelindeki 35 mağazada düzenlenen eylemlerle panolara asılarak ilan edildi.
Grev tüm mağazalarda sendika üyesi 3500 dolayında Metro işçisini kapsıyor.
Sendikadan dayanışma çağrısı
Grev ilanıyla birlikte açıklama yapan Sosyal-İş sendikası, kazanılmış hakları geriye götüren işveren dayatmasının kabul edilemeyeceği belirtti.
İşyerlerindeki çalışma barışı ve huzurunun sürdürülebilmesi için Metro işverenini kazanılmış haklara saygı göstermeye davet eden Sosyal-İş Sendikası, “Haklarımızı geriye götürmeyecek teklifleri her an müzakere etmeye hazır olduğumuzu hatırlatıyoruz. Başta Konfederasyonumuz DİSK ve DİSK’e bağlı sendikalar olmak üzere tüm emek ve meslek örgütlerini, emekten yana tüm güçleri önümüzdeki dönemde Metro işçileriyle dayanışma içinde olmaya çağırıyoruz” dedi.
Şirketten işçilere grevden caydırma rüşveti
Öte yandan işçilerin verdiği bilgiye göre Metro mağaza yöneticilerinin grev kararının ardından işçilere “greve çıkmıyorum” talepli imza toplamaya başladığı öğrenildi. Sendikayla anlaşmaya varılan ücrete dair maddeleri kendince revize edip işçileri grevden caydırma rüşvetine dönüştüren Metro şirketi zam oranını yüzde 7’den yüzde 10’a çıkarmayı, seyyanen 1000 TL vermeyi imza karşılığında taahhüt ediyor.
Önümüzdeki günlerde uygulamaya konacak
Grev kararı ardından bir basın açıklaması yapan Sosyal İş Sendikası Örgütlenme Uzmanı Nail Kalkandeler, greve noktasına varan toplu sözleşme süreci hakkında bilgilendirme yaparak şu görüşleri paylaştı:
“İşveren ‘yılda 4 ikramiye’ hakkımızı 2015 yılı ücretine giydirmeyi teklif etmektedir. Toplu iş sözleşmesinin temel amacı işçilerin hak ve ücretlerini korumak ve iyileştirmektir. Anlaşma sağlanması üzerine yasal süreç gereği 22 Ağustos 2016 tarihinde grev kararı alınıp karar işverene tebliğ edilmiştir.”
Anlaşma sağlanamaması durumunda yakın zamanda greve çıkılacağını ifade eden Kalkandeler, sendikanın toplu iş sözleşmesi sürecini masa başında sonuçlandırmak istediğini ve Metro işvereninin teklifini gözden geçirmesini istedi.
(İşçi Gazetesi / 25 Ağustos 2016)

Madenciler kararlı: “Zonguldak bizim, kimseye vermeyiz!”

Zonguldak maden işçileri 14 Temmuz günü yaptıkları görkemli yürüyüşle özelleştirmeye tepkilerini bir kez daha dile getirdi ve hükümeti uyardı: “Devlet, hükümet geri adım atmadıkça biz eylem yapmaya devam edeceğiz. Zonguldak bizim, kimseye vermeyiz.”

Özelleştirmenin TTK’nin ölmesi anlamına geldiğini belirten işçiler kararlılıklarını dile getirdi: “TTK ölürse biz de ölmeye hazırız. Yerin 700 metre altına kadar kotumuz var. Gerekirse gireriz, ölümüz çıkar.”
Üyesi oldukları Genel Maden İşçileri Sendikası (GMİS) Genel Merkez binası önünde toplanan işçiler, “Soma’yı, Ermenek’i unutmadık özelde öleceğimize meydanlarda ölürüz” yazılı pankartla Madenci Anıtı’na yürüyüşe geçti. İşçi ve memur sendikalarının yönetici ve üyeleri, meslek odaları, belediye başkanları ve siyasi parti temsilcileri madencilerin yanında yer alırken, Zonguldaklılar da madencileri anıtın önünde karşıladı.
“İş ekmek yoksa barış da yok”, “İşçiyi satanı biz de satarız”, “Madenci feneri sönmeyecek”, “Madenci burada vekiller nerede?”, “Susma sustukça sıra sana gelecek”, “Bu daha başlangıç mücadeleye devam”, “Ölmek var dönmek yok”, sloganlarıyla Madenci Anıtı’na yürüyen binlerce işçi Zonguldak halkını madenlere sahip çıkma mücadelesine katılmaya çağırdı.
Eylemde konuşan GMİS Genel Başkanı Ahmet Demirci, TTK’nin 5 binin üzerinde işçi açığı olduğunu ve bu açığın kapatılmaması nedeniyle kurumun bilerek zarara sürüklendiğini söyledi. Açığın kapatılmasını ve üretimin artırılmasını istedi. TTK’nin bu durumundan ve özelleştirilmesinden sadece yabancı şirketlerin ve ithal kömürü Türkiye’ye getirenlerin kazandığını ifade eden Demirci, “Diğer yandan özelleştirmeden sadece Zonguldak değil tüm Türkiye zarar görüyor” dedi. Tekellerin kârı için halkın ve işçilerin açlığa, işsizliğe ve yoksulluğa mahkûm edilmek istendiğini sözlerine eklendi.
(Kaynak: Evrensel / İşçi Gazetesi -15 Temmuz 2016)

 

 

Alternatif bir dünya mümkün -II- Eğitim sistemi -II-

Konuyu, mevcut sistemin “eleştirisi” üzerine kurmak yerine, nasıl bir dünya mümkündür yaklaşımı ile ele almak, daha kalıcı bir sonuç ortaya çıkarır kanısındayız. Elbette bu arada sistemin eleştirisi de yapılacaktır, yapılmalıdır.
Sağlık sistemini tartışırken, bir sağlık emekçisinin (doktor, hemşire vb.) bu konuda gireceği detaylar, mutlaka yol açıcı olacaktır. Bunun gibi, bir eğitimcinin söyleyeceklerinin de farklı katkıları olacağı açık. Hatta, eğitim söz konusu olunca, mesela bir sanat eğitimcisinin, yani eğitimin özel bir alanındaki eğitimcinin katkıları da önemlidir.
Eğitim meselesini tartışırken, hemen hatırlatmak isteriz ki, bu konuda pek çok tartışma var. Sibel Özbudun ve Temel Demirer’in Kaldıraç Yayınevi’nden çıkan kitabı “Kuşatmayı Yarmak: ‘Eğitim, Bilim ve Aydınlar’ “ çalışması, birçok veriyi, durum tespitini ve elbette ki öneriyi içeriyor. Yine, yine bizim yayınlarımız arasında “Özgür Bilimsel Eğitim” broşürümüz var. Bunların dışında da birçok kaynak mevcut.
Biz ise, tartışmayı, daha detayda ve bugünden kopmadan ama daha çok geleceği tartışarak ele almak istiyoruz. Bir anlamda nasıl bir sosyalizm tartışması içinde.
Bugünlerde, mesela Rojava’da bir üniversite kurma çalışmaları var ve yetişirse, 2016-17 döneminde eğitime başlayacak. Diyelim ki, biz, hep birlikte bu üniversitenin ya da eğitimin herhangi bir aşamasının nasıl organize edilmesi gerektiğini tartışır gibi bir çalışma yapmalıyız.
Elbette, tüm bu tartışmalar dünyada yeni değil, olması da mümkün değil. Önümüzdeki yıl, Ekim Devrimi 100. yılını kutlayacak ve bugün SSCB’nin var olmamış olması, bu deneyimin yok olduğu anlamına hiç gelmez.
Tam da bu nedenle, Fikret Başkaya’nın Yordam Kitap’tan çıkan “Başka Bir Uygarlık İçin Manifesto” isimli çalışması yazılmıyor mu? Düşünün bir kere, eğer yeniden ve yeniden nasıl bir dünya düşlediğimiz ele alınmaz olursa, bunca mücadelenin sonuçlarına haksızlık yapılmış olmaz mı?
İşte tüm bunları bilerek, başarabiliyorsak tümünden yararlanarak, alternatif bir dünya mümkün tartışmasına katkı verecek herkesi tekrar davet ediyoruz.
Biz, eğitim sisteminde okul öncesi eğitimle ya da yaygın adı ile “anaokulu” ile başlamıştık. Biliyoruz ki, “çocuk büyütüyorum”, çok da yerinde bir söz değil. Tıpkı mesleğiniz nedir sorusunu birçok kadının, “ev hanımı” diye yanıt vermesi gibidir. “Ev hanımlığı” mesleği, bizim dünyamıza ait bir meslek olmayacaktır. Eğer gelecekten bugüne bakabilirsek, bu “ev hanımlığı” mesleğinin hiç de masum bir isimlendirme olmadığını görebiliriz.
“Çocuk büyütüyorum” da pek masum değildir.
Ailenin, tıpkı bir eşya gibi çocuğu mülk edinmesi, kapitalist sistemin daha doğrusu binlerce yıllık özel mülkiyet dünyasının bize öğrettiği şeydir. Bu mülkiyet ilişkileri, çocuğa, insanlaşma sürecindeki bir kişi olarak bakmaz. Nasıl baksın ki, bizzat yetişkinin kendisi, öğretmeni ya da anne-babası, kendisi insan olmaktan her gün çıkmakta, öyle bir hayat sürmektedir.
Bugün ülkemizde çocuğun eski deyimi ile kreşe, yeni adı ile anaokuluna verilmesinin iki nedeni var. Bu iki neden de daha çok iki ayrı sosyal sınıf-tabakaya aittir. Birincisi, çalışmak zorunluluğu nedeni ile, çocuğa bakacak kimsenin olmaması. Bu açıdan, bu okul öncesi eğitim meselesi, aynı zamanda sendikal mücadelenin alanlarından biridir. Kreş zaten böyle ortaya çıkmıştır. İşçiler mücadele ile, çocuklarının bakımı için kreşler kurulmasını sağlamıştır. Ama elbette kapitalizm koşullarında, bu kreşlerde nasıl bir eğitim verileceği, nasıl bir “bakım” yapılacağı meselesi, bizim ülkemizde sendikaların gündemi hâline gelememiştir. Zaten bugün sendikalar bu sosyal hakların tümünü kaybetmiş, kendileri de devlet-patron-mafya üçgeninde işçi sendikası olmaktan çıkmış ya da çıkmaktadır.
Bugün bu aileler, çocuklarını, mahallerinde var olan bir “anaokuluna” vermektedir. Beklentileri esas olarak çocuğa bakılması iken, artık bunun üzerine bir eğitim de verilmesi beklenir veya istenir hâle gelmiştir. Birçok kapitalist, bu alandaki kârlılığı görerek bu alanda yatırımlar yapmış ve bilmem ne kolejinin anaokulu reklâmı ile, ücretleri biraz daha da artırarak, “sadece bakmıyoruz, eğitim de veriyoruz” imajını devreye sokmuştur.
Bu yolla aslında işçi ailelerinin okul öncesi eğitimi tamamen rafa kalkmıştır. Başlangıçta işçi aileleri için var olan kreşler, artık ücretleri nedeni ile işçilerin çocuklarını gönderemeyecekleri yerlere dönüşmüştür. Bu nedenle, anaokulları çok farklı statülerde, çok farklı tarzlarda vardır. Orta sınıfların çocuklarının daha yaygın olarak gittiği anaokulları esas kalabalık kitleyi oluşturmaktadır.
Elbette, bir de burjuva sınıfa dahil ailelerin çocukları var ki, onların okul öncesi eğitimden beklentileri tümü ile eğitimdir, bakım değildir. Bu nedenle de, fiyatları yolu ile diğer anaokullarından ayrılan okullar oluşmuştur. Bu okulların yüksek ücretlerini sıradan bir ailenin karşılaması mümkün değildir. Bu da ayrıcalıklı bir ortam oluşmasına olanak vermektedir. Fiyat her zaman ürünün satın alıcısını ayırmaya olanak sağlar. Bir meta olarak anaokulu eğitimi için de bu gereklidir.
Çocuğun, tüm eğitimi, onun çağdaşlarından, onunla aynı yaşta olanlardan ayrılması üzerine kuruludur. Üniversiteye girmek, dil bilmek, bilgisyar bilmek vb. gibi donanımlar, onu diğerlerinden daha “şanslı” kılmaktadır. Bu nedenle, elenenler arasında kalmamaktadır. Elenmemek ve sonunda kapitalist iş dünyasının talep ettiği donanımlara sahip olmak, başarı olarak konulmaktadır.
İş böyle olunca, çocuklar daha anaokulunda yabancı dil öğrenmeye başlamaktadır.
Oysa anaokulu meselesinin en önemli ayaklarından biri, çocuğun anadilde eğitimidir. Yani anadilde eğitim anaokullarında başlar.
İngiltere’de bir fabrikada çalışan 10 Türkiyeli işçinin çocuklarının başına bir İngilizce’den başka dil bilmeyen birisinin eğitmen olarak konulması ne gibi sonuçlar doğurur?
Okul öncesi eğitimde, çocuğa başka bir dil öğrenmesi üzerine kurulu bir eğitimin “ayrıcalıklı” eğitim olması, aslında acınacak bir durumdur. Burjuvazinin görmemişi de böyle oluyor işte.
Aslında sosyalizm deneyimi, hemen hemen her ülkede okul öncesi eğitimi çözmüştür ya da büyük ölçüde çözmüştür. Yani, nasıl yapmalı meselesi büyük ölçüde sır değildir.
Her mahallede kreş-anaokulu kurulmuş, burada çocukların eğitimi ve bakımı birlikte sağlanmıştır. Çocuk bakımının, yemesi içmesi gibi alanlarla sınırlandırılması, aslında açlar dünyasına, kapitalist dünyaya özgüdür. Okul öncesi eğitimde, çocuğun sosyalleşmesi ana meseledir. Anlaması, kendini ve arkadaşlarını tanıması, kavraması, karar vermesi, kendini ifade etmesi, vücudunu kullanması vb. öndedir.
Sosyalist ülkelerin deneyimleri göstermektedir ki, çocukların okul öncesi eğitiminin çözülmesi, gerçekte onların toplumsallaşmasının sağlanması demektir. Bu toplumsallaşma, aynı zamanda anne-babanın çocuğunu mülkiyetinde görmesini de aşan, yani onları da yeniden toplumsallaştıran bir süreçtir.
Savaşın, açlığın, gelecek korkusunun olmadığı bir dünyada, elbette çocuğun aileye bağımlılığı süreci de anlam değiştirecektir.
Kuşku yok ki burada çocuk pek çok şey öğrenecektir. Ama önemli olan çocuğun hangi bilgilerden ne kadar öğrendiği değil, gelişimidir. Daha büyük çocukların daha küçük çocuklara belli işlerde liderlik ettiği uygulamalar, aslında çocuğun her yönlü gelişimi açısından olumlu sonuçları ile bilinen uygulamalardır. Belli bir yaşın üzerindeki her çocuğun bu eğitimden, eşit ve ücretsiz olarak geçmesi gerekir.
Dünya, sosyalizm deneyimi ile tanıştı, epey bir birikim elimizdedir. Henüz, sınıfsız ve sınırsız, sömürüsüz ve savaşsız bir toplum inşa etmeyi başarmış değiliz. Aslında biz, öylesi bir dünyada, çok daha başarılı sonuçlar elde etme olanağına sahip olacağız.
Buradan ilkokul ile başlayan eğitim sürecine bakabiliriz.
İlk olarak, elbette, herkese, ücretsiz, eşit eğitim olanağı sağlanmalıdır, sağlanacaktır. Bu, sanıldığı gibi zor bir olay da değildir. Sarayın masrafları ile tümü karşılanabilirdir. Zarrab’ın götürdükleri ile neler yapılabilir?
Eşit, ücretsiz eğitim denildi mi, içinde, anadilde eğitimi de içerir. Anadilde eğitim olmadan, “eşit” bölümü olmuş olmaz.
Anadilde eğitim, bizim ülkemizde bir atla deve, imkânsız, olanaksız, zor bir olay olarak tartışılmaktadır. Aslında devletin resmî politikasının karşı çıktığı anadilde eğitim, gerçekte “temizce” tartışılmamaktadır. Samimi insanların elinde anadilde eğitim, son derece basit çözümü olan bir olaydır. Dünyada da bugün örnekleri vardır. Sorunu çözmeye niyeti olmayanlar için, her sorun çözümü imkânsız bir sorundur. Bugün birçok kapitalist ülkede bile, bazan tek bir çocuk için bile, anadilde eğitim için olanaklar sağlanabilmektedir.
Anadilde eğitim, mesela bizim ülkemizde, sadece Kürtler için geçerli de değildir. Elbette Laz için de, Ermeni için de, Rum için de, Boşnak için de vb. geçerlidir.
Eşit ve ücretsiz, bedava eğitim olanağı temeldir.
Üstelik, bu eğitim, bugünkü devlet okullarında olduğu gibi, “kalitesi düşük” bir eğitim anlamına hiç gelmez.
Sadece dershanelere akıtılan para, eğitim için harcansa, bizim bu berbat eğitim sistemimiz bile epeyce yol alabilirdi.
Eğitim, nitelik olarak, bilimsel olmalıdır.
Bu demektir ki, dine dayalı bir eğitim ve dindar nesil yetiştirme gibi bir durum olmaz. Bu demektir ki, ideolojik olarak şekillenmiş değil, bilimsel esaslara dayalı bir eğitim.
Bu demektir ki, ırkçı ve şoven bir eğitim olamaz. Bilimsel eğitim denildi mi, bunları dışlar. Bilimsel olarak hiçbir halk, diğerini gütmek için yaratılmamıştır vb.
Bu demektir ki, ders kitapları, bilimsel esaslara göre ve bilimin en son kazanımlarını da kapsayacak şekilde düzenlenmelidir.
Bu demektir ki, eğitimin metodu da bilimsel olacak. Ezbere dayanan bir eğitim metodu, çağdışı eğitim metodu olmayacak.
Özgürlük, insanın insanlaşma sürecinin en iyi ölçütlerinden biridir. Eğitim, insan özgürlüğünü geliştirici, yol açıcı karakterde olacak.
Öğrencinin emeğinin de içinde olduğu bir eğitim süreci devrede olacak. Hangi yolla ve nasıl, belki bunu bugünden söylemek zor ama, kesinlikle öğrencinin pasif bir “eğitilen” olmaktan çıktığı bir eğitim sistemi devrede olacak. Bu, aynı zamanda, üretim süreçlerinden kopukluğu da yenmek demektir.
İlkokul, öğrencinin temel bilgileri edineceği bir süreç de olacağından, ne kadar zaman olması gerektiği elbette o çağa göre değişebilecektir. Bu nedenle 12 yıl mı olmalıdır, 13 yıl mı olmalıdır tartışması, anlamsız olur.
Kuşku yok ki, işin meslek meselesini de tartışmak anlamsızdır. Zira o çağda, meslek meselesi de değişikliklere uğramış olacaktır. Pazarlama veya marketing veya işletmecilik gibi meslekler olmayacağını düşünmek mümkün. Muhasebe işinin karakterinin baştan aşağıya değişeceği de. Herhâlde emlakçılık diye bir iş olmayacaktır. Ve bunlar teknik gelişime bağlı şeyler değil, daha çok, kapitalist toplumun kâr amacı ve meta ufkunun aşılması ile ilgili şeylerdir. Bir de teknik olarak yaşanacak değişimler söz konusu olacaktır.
Bu nedenle meslekî eğitim üzerine tartışmak da anlamsızdır ya da yukarıda söylediklerimiz de bu alanda geçerlidir.
Üniversite eğitiminin üzerinde durmamıza gerek var.

devam edecek… q

Başka bir dünya mümkün! Örgütleyecek güç sensin

Etkinliğin yapıldığı salon “Dünyayı Değiştirecek Güç İşçi Sınıfıdır! Elinde Kaldıraç Nirengi Noktası Marksizm”, “Ekim Devrimi’ne Selam Olsun! Buz Kırıldı Yol Açıldı” ve Che’nin “Peşinden Gidecek Cesaretin Varsa Hayaller Gerçek Olabilir” sözünün yazıldığı pankartlar ve Marx, Engels, Lenin, Mahir, İbo, Deniz, Bekir ve Ali Serkan’ın resimleri ile hazırlandı. Fuaye alanında 3 Mart’ta işçi cinayetinde kaybettiğimiz Kaldıraç Okuru Devrimci İşçi Duran Baysal için taziye masası kuruldu.
Program yoldaşımız Duran Baysal nezdinde tüm devrim şehitleri için yapılan saygı duruşunun ardından “Başka Bir Dünya Mümkün! Örgütleyecek Güç Sensin!” başlığıyla hazırlanan sinevizyon gösterimi ile başladı. Sinevizyon gösteriminin ardından sahne alan Rosa Kadın Korosu Enternasyonel Marşı ile konukları selamladı. Sempozyumun açılış konuşması Alaeddin Şenel tarafından yapıldı. Şenel, konuşmasında ilkel komünal toplumdan başlayarak sınıflı toplumlara geçişi ve yine sınıfsız topluma geçişin bilimsel temeli ve zorunluluğunu anlattı. Mevcut üretim, tüketim ve yaşam tarzının sürdürülemeyeceğini belirten Şenel, sınıfın yerel ve parçalı direnişlerinin birleşmesiyle üretimin yeniden örgütlenebileceğine dikkat çekti.

Kapitalizm kendi suretinde bir dünya yarattı
Özgür Narin’in ve Fikret Başkaya’nın sunumlarıyla gerçekleştirilen “Kapitalizm Kendi Suretinde Bir Dünya Yarattı” başlıklı ilk oturumda kapitalizmin krizi ve çürümüşlüğü tartışıldı. Özgür Narin, sistemin yarattığı krizin bir çeşit barbarlık ile devam ettiğine değinirken, bu krizi açıklamak için yalnızca iktisadi verilerin kullanılmasının eksik olacağını ifade etti. Narin konuşmasında sık sık krizin çeşitli alanlarda yürütülen mücadeleleri birleştirmeyi şart koştuğunun altını çizdi. İşçi sınıfının genişleyen yapısında da değinen Narin, bu genişlemenin doğrudan yönetim modellerinin sadece yerel yönetimler üzerinden değil üretimin yeniden örgütlenmesi üzerinden tartışılmasını koşulladığını belirtti. Fikret Başkaya sunumunda içinde yaşadığımız koşulların alışılmış krizlerin ötesinde bir “uygarlık krizi” olduğuna vurgu yaptı. Sistemi tartışırken tartışma zemininin değiştirilmesinin yetmediğini başka bir zemin yaratılması gerektiğini savunan Başkaya, doğrudan demokrasi kavramının da yeniden tartışmaya açılması gerektiğini ifade etti. Başkaya günümüzün en büyük eksikliğini bir ütopyaya sahip olunmaması olarak değerlendirdiğini belirterek, bir ütopya yaratılması ve mücadelenin bu ütopyanın kurulması doğrultusunda verilmesinin önemini vurgulayarak konuşmasını sonlandırdı.

Kapitalizm çürümüştür!
Sosyalizm insanlığın dirilişidir!
“Kapitalizm Çürümüştür! Sosyalizm İnsanlığın Dirilişidir.” başlıklı ikinci oturum Temel Demirer’in sunumu ile başladı. Sunumuna devrimin zorlu bir süreç olduğuna vurgu yaparak başlayan Demirer, Lenin’in “devrimciler devrimi, devrimden önce öngörürler, kaçınılmazlığını fark ederler ve kitlelere bunun gerekliliğini anlatırlar, yol ve yöntemlerini açıklarlar” sözlerini aktardı. “Devrimciler toplumsal dönüşümün uzun bir süreç olduğunu herkesten daha iyi bilirlerken toplumsal altüst oluşun yani binlerce yıllık sınıflı toplum pisliğinin bir çırpıda ortadan kalkmasını savundukları için değil eski toplumun pisliğiyle radikal, köklü ve uzlaşmaz bir kopuşu savundukları için “reformlar yetmez devrim şarttır” derler.” diyerek konuşmasına devam eden Demirer, Fikret Başkaya’nın sunumuna atıfta bulunarak uygarlık krizi yaşandığının altını çizdi. Daha sonra Paris Komünü ve Ekim Devrimi deneyimlerini paylaşan Demirer, konuşmasını “Sosyalist eleştiri kapitalist sistemi ıslah etmek için değil onun yerine yeni bir toplumsal düzeni kurma isteğinden doğmuştur. Evet sosyalizm insanların doğanın ve yaşamın paylaşılabilir ve yaşanabilir kılınmasıdır. Çünkü sürdürülemez kapitalist sistemin iç çelişkilerinin doğal sonucudur O” diyerek tamamladı.
Oturumun ikinci sunumunu yapan Özgür Müftüoğlu, işçi sınıfının tarihsel rolü ve dönüştürücü gücünü anlattı. İşçi sınıfının 19’uncu yüzyıl içinde bulunduğu koşullar ile günümüz koşullarını karşılaştıran Müftüoğlu, çalışma koşullarındaki benzerliklererağmen kazanılan kimi hakların kaybedildiğine değindi. Müftüoğlu sunumunda işçi sınıfının devrimci rolünün değiştiğine dair tespitleri çürüten bilgilere de yer verdi. Oturumun son sunumunu yapan Mehmet Bilber, ulusal kurtuluş mücadelelerinin sınıf karakteri üzerine konuştu.
Bilber, sunumuna Ortadoğu ve Anadolu’ya ilişkin toplumsal dinamiklerden ve siyasal gelişmeleri değerlendirerek başladı. Ulusal kurtuluş mücadelelerinin sınıf karakterini barındırmasının teorik temellerini anlatan Bilber, özelde bölgemiz halklarının özgürlük, bağımsızlık ve eşitlik mücadelesinin dayandığı sınıfsal öze vurgu yaptı.

Biraz daha sabır, biraz daha inat!
Kapının arkasında bekleyen
ölüm eeğil hayat!
“Biraz Daha Sabır, Biraz Daha İnat! Kapının Arkasında Bekleyen Ölüm Değil Hayat” başlıklarıyla yapılan sonraki iki oturumun ilkinde günümüzde örgütlenmeye çalışılan başka dünyanın modelleri ile sosyalizm ve komünizm tartışmaları yapıldı. Aynı başlıkla yapılan son oturumda ise sosyalizmin farklı mücadele alanlarında örgütlenmesi üzerine sunumlar gerçekleştirildi.
Üçüncü oturumun ilk konuşmasını yapan Gülşah Gülen, sunumuna bugün sosyalizme yöneltilen eleştirilere değinerek ve bunlara cevaben tartışmalar açarak başladı. Bugünü, dünden dersler çıkartarak ama bugüne yarından bakarak örgütlemenin gerekliliğine vurgu yapan Gülen, günümüz koşulları içinde düşünerek sosyalizm eleştirisi yapmanın çelişkilerine değindi. Geçmiş deneyimler üzerinden konuşmasına devam eden Gülen, Paris Komünü’nünü yenilgiye götüren iktidar probleminin Ekim Devrimi tarafından çözüldüğü, ellerimizle inşa edeceğimiz Anadolu devriminin Ekim Devrimi’nin yenilgisinin altında yatan “devrimin sürekliliği” problemini çözmesi gerekliliğini ifade etti. İşçi sınıfının devrimci rolünü sürekli kılmanın ideolojik ve pratik altyapısını bugünden örgütlemenin öneminin altını çizen Gülen,
“Sosyalizm yaşamı seçmektir. Yaşamı inşa etmek için sosyalizmi komünizmden bakarak örgütlemeli” diyerek konuşmasını tamamladı. Oturumun diğer sunumunu yapan Metin Yeğin Orta Doğu’dan Latin Amerika’ya  halkların kendi dünyalarını inşa ettiği modelleri katılımcılar ile paylaştı. Günüm örneklerinde örgütlenmelerin insanı nesneleştirmediği, öznelerin bir araya geldiği bir toplam oluşturduğuna değinen Yeğin, Arjantin’dek işgal fabrikaları, Bolivya’daki işgal madenleri ve Brezilya’daki Topraksızlar hareketinden bahsetti. Zapatistalar ve öz yönetim deneyimlerini aktardı.
Sempozyumun son oturumunda sosyalizmde kültür, sanat, kadın, ekoloji, tarım ve eğitim alanlarının örgütlenmesi üzerine tartışmalar yapıldı. “Çürüyen İnsanlıktan Yeni Bir Ahlaka: Kültür” başlığıyla sunumunu gerçekleştiren Sibel Özbudun konuşmasına “tarihsel olarak içerisinde bulunduğumuz üretim ilişkileri, insanları değiştirir. Tabi ki kültürlerini de…” diyerek başladı. Kültürün iradi müdahaleye açık olduğuna değinen Özudun, kültürün yalnızca iktidar tarafından tepeden dayatılan ve tüm toplumun pasif bir biçimde boyun eğdiği bir alan olmadığını söyleyerek, toplumların homojen olmamasının da etkisiyle tarih boyunca kültürün iktidar ve halklar arasında önemli bir mücadele alanı olduğuna işaret etti. Tevfik Taş,  “Satılık Hayallerden Hayallerin Sınırsız Gerçekliğine: Sanat” başlığı ile yaptığı sunumda sanatın alınıp satılacak bir şey olmaktan çıkartılması gerektiğine vurgu yaptı. Sanatı yapan ile sanatı izleyen arasındaki mesafenin açıklığının “fiyat” demek olduğunu belirten Taş, bu açıklığın kapatılması gerektiğine yani sanatın bugünkü anlamıyla sanatsızlaştırılmasına ihtiyaç duyulduğuna vurgu yaptı. “Çifte Sömürüden Özgür Bir Yaşama: Kadın” başlıklı sunumunda Nursel Güvendir, kadının çifte sömürüsünün sınıflı toplumlarla ortaya çıktığı ve kaynağının ekonomik ilişkiler olduğunu vurguladı. Sosyalizm deneyimlerinde kadın mücadelesinin aldığı sonuçları örneklendiren Güvendir, kadının kurtuluşu için somut talepler ile örgütlü bir mücadelenin önemine dikkat çekti. Güvendir  sunumunu “özgürlük ellerimizde, mücadelemiz de örgütlülüğümüzdedir” diyerek sonlandırdı.
“Doğanın Yıkımından Ortakça Bir Yaşama: Ekoloji” başlığıyla sunum yapan Fevzi Özlüer ekolojiye dair sorunların temelinin toplumsal sorunlar olduğunu belirterek ekoloji mücadelesinin bir “alt dal” olarak değil genel bir hat içinde kent ve toplumun yeniden inşasında içselleştirilmesi gerekliliğine değindi. ÖDP ve HDP  deneyimlerinde somutlanan ekoloji mücadelesine değinen Özlüer, bu iki deneyimle ekoloji mücadelesinin siyasal iktidar perspektifinden saparak siyasal uzlaşıma evrildiğini belirtirken, ekoloji mücadelesinin sınıf mücadelesi ile birleştirilmediği taktirde hedefsiz kalacağına işaret etti. Gıda Egemenliği üzerine bir sunum yapan Çiftçi Sen başkanı Abdullah Aysu, pratikten edindiği bilgileri katılımcılar ile paylaştı. Gıda güvenliği ile gıda egemenliği arasındaki farka vurgu yaparak sunumuna başlayan Aysu, “gıda güvenliğinin” çok önemli bir kavram olduğunu, ancak “gıda egemenliği” olmadığı sürece gıda güvenliğinin de mümkün olmadığını ifade etti. Gıda güvenliğinin sofraya gelen gıdanın sağlıklı olup olmamasından ibaret olduğunu ifade eden Aysu, gıda egemenliğinin “bir sistemi yeniden ele geçirmek”, gıda meselesini bir döngü olarak tohumdan sofraya kadar giden bir üretim süreci olarak kavramak olarak ifade etti. Bu anlamda gıda egemenliği perspektifinin çiftçinin “neyi, nasıl, ne miktarda, ne şekilde” üreteceği  ve en önemlisi “kim için” üreteceği sorularını da kapsadığını belirtti. Sunumunda organik tarıma da değinen Aysu, organik tarım yasasının çiftçiyi mağdur eden şirket politikalarına paralel bir adım olduğunu savunurken, organik denen ürünlerin pazar dışında var olamayacağını ifade etti. Aysu ayrıca üretimin tüketici tarafından denetlenemediği taktirde, kooperatif örgütlenmelerin üretici ve tüketici arasındaki bağı kurmadığı sürece yol açmasının olanaklı olmadığını sözlerine ekledi.
“Düzene Uygun Kafalardan Özgürleşen Hayallere: Eğitim” başlığı ile sunum yapan Işıl Ünal, eğitimde öğreten ve öğrenen ikiliğinin ortadan kaldırılması gerekliliğine vurgu yaptı. Öğreten öğrenen değil karşılıklı öğrenme pratiklerinin geliştirildiği bir mekanizmanın bugünden oluşturulması gerekliliğini savunan Ünal,  teknik düzey ve var olan koşullarda bugünden böyle bir mekanizmayı örgütlemenin olanaklı olduğunu ifade etti.  Ünal, dünya deneyimlerine bakarak bu fikrin geliştirilmesi gerekliliğinin de altını çizdi.
Oturumların her birinden sonra yapılan ayrı tartışmalarda, bugün sosyalizmin insan olma insan kalma mücadelesi olduğu, çürümüş bu düzene, bize dayatılan katliamlara ve ölümlere karşı Başka Bir Dünyanın örgütlenmesinin ve bu hedefle mücadelenin ideolojik ve pratik düzlemde yükseltilmesinin gerektiği konularında ortaklaşıldı. Bu hedefle özellikle son oturumda yer alan başlıklar ile işçi sınıfının rolü üzerindeki tartışmaların derinleştirilmesi, yeniyi örgütlemek için gerekli ideolojik altyapının kurulması için çalışmaların sürdürülmesi gerektiği ortaya çıktı.
Öte yandan, sempozyumda yapılan sunumların tam metinlerine ilerleyen haftalarda Kaldıraç Yayınevi’nden çıkacak Sempozyum kitabından ulaşılabilecek.

Bir komik referandum ama bir ciddi HAYIR örgütlenmesi

Referandum, adına “başkanlık sistemi” denilmekten nedense çekinilen, adına “cumhurbaşkanlığı sistemi” denilen (sanki cumhurbaşkanı önceden yok muydu?), gerçekte bir çobanlık sistemini oylayacak. Hiçbir ciddi hukukçunun hazırlayamayacağı kadar ciddiyetsiz bir metni, halkın önüne çıkarıyorlar ve “evet” mi, “hayır” mı diye soruyorlar. Şaka gibidir.
Ve Cumhurbaşkanı, kendisi için geliştirilen bu özel “yerli” sistemin oylanmasında “hayır” diyenlere terörist diyor. Öyle bir ses tonu ile söylüyor ki, gören gülmekten yerlere serilir. Ve tüm burjuva basın buna uygun davranıyor (Hâlleri trajiktir. Doğan medya grubu, zavallı bir konumdadır. Doğuş medya grubu, artık yoktur ve kendilerini Katar’a satmışlardır. Katarlı bir şirket, Doğuş medya grubunu satın almıştır). Bir tek gazeteci çıkıp, “madem hayır diyen terörist, neden ‘hayır’ diye bir seçenek var, neden ‘hayır’ yazan pusulalar var?” demiyor.
Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın, “hayır” diyenleri terörist ilan etmesi, komiktir. Kimse gülmese de komiktir. Bu kadar korku, bu kadar acz içinde olup, ortalıkta “muktedir” olarak dolaşmak komiktir elbette.
Hayır diye çalışma yapanlar, facebook’tan yazanlar, afiş asanlar, hayır çağrısı yapanlar, tutuklanıyor, gözaltına alınıyor. Hatta, Doğan medya grubu, “büyüklüğüne” tam da yakıştığı gibi, hayır diyeceğini açıklayan bir çalışanını işten çıkarmıştır. Aydın Doğan’ın, “yüksek ahlâkı” devreye girmiş ve tarafsızlık bozulmasın diye “hayır” diyeni işten atmıştır. Ama “evet” diyenleri işten atmak akıllarına gelmiyor.
Bunlar aslında komiktir.
Baskının bu boyuta gelmiş olması, Saray’ın gücünün değil, güçsüzlüğünün göstergesidir.
Bir an düşünelim, diyelim ki sonuç evet çıktı (ki büyük çaplı hile ile, ABD ve Batı ile yeni anlaşmalar karşılığında büyük çaplı hile ile, bunu yapabilirler), bu durumda, hayır diyenler, %50’lere yakın olacaktır, belki 48-49. Peki, bu yolla elde edilen bir evet, egemenlere ne kazandırır?
Diyelim ki, hayır çıktı (ki gerçekten hilesiz bir seçim yapsalar, %65-70 arası bir sonuçla hayır kazanır, yüksek olasılıktır), bu durumda, işleri daha mı iyiye gider?
Öyle ise, bu referandum, Saray’ın büyük korkularının, devletin büyük çözümsüzlüğünün sonucudur.
Bir devlet düşünün, kendine çok güveniyor olsa, referandumu, OHAL koşulları altında yapar mı? OHAL koşulları, herkesin sesini kısmanın, herkesi susturmanın koşullarının yaratılmış olması demektir.
Şiddet ve baskıyı ne kadar artırırlarsa artırsınlar, sonuçta kitleler, işçi sınıfının öncülüğünde sistemi yerle bir edecektir. Bu sistem, ömrünü doldurmuş bir sistemdir. Kapitalizm, hem dünyada, hem de ülkemizde, ömrünü uzatmak için, her türlü manipülasyona başvuruyor. Ama giderek daha çok köşeye sıkışıyor.
Mesele, işçi sınıfının örgütlülüğündeki eksikliktedir. Biz, işçiler, bu örgütlenme eksiğini yenmek, en zor şartlarda, en büyük baskılar altında, işçi sınıfının nihaî çıkarlarını savunacak tarzda örgütlenmeyi başarmalıyız. Bu eksiği gidermeliyiz.
İşte referandum, bu yolda bir adım olmalıdır, olabilir.
Referandum çalışmasının kendisi, işçi ve emekçilerin, halkların, kendi gelecekleri için, bağımsız, devrimci bir örgütlenme geliştirmelerine katkı sunacaktır. Bu bilinçle referandum da, HAYIR çalışmasını yürütmeliyiz.
Bütün gücümüzle, bütün ciddiyetimizle, kitlelerin örgütlenmesinin önünü açacak her türlü girişimi desteklemeliyiz, örgütlemeliyiz.
Bu çalışmanın kendisi, referandum sonucundan bin kat daha değerlidir. İşçi sınıfının örgütlenmesinin bir dirhem gelişmesi, bir santim ilerlemesi, kapitalizme karşı mücadelenin zaferi için büyük değerdedir.
Elbette baskıyı artıracaklar. Ancak, bu baskıların onların gerçek yüzünü açığa çıkartmaya da yarayacağını unutmayalım.
Elbette ki, “hayır” diyenlere saldıracaklar, terörist damgasını vuracaklardır. Ama bu saldırılar, gerçekte devlet terörünün ne olduğunu anlatmaya yardımcı olacaktır.
Bugün, ülkede hemen hemen her işçi grevi yasaktır. Hemen hemen her işçi eylemi yasaktır. Ülke baştan aşağıya bir yasaklar ülkesidir. İşçilerin en küçük bir sendikal girişimi, tüm sendikaları, neredeyse tümünü denetim altında tutmalarına rağmen, baskılarla karşılaşmaktadır. İşçi sınıfının sesi tümden kısılmak istenmektedir.
Her türden muhalifi ezme girişimleri açıkça ortadadır.
Ve tüm bunlara rağmen, hâlâ, “hayır” diyen teröristtir, diyecek kadar korkmaktadırlar.
İşte tam da bu nedenle, HAYIR çalışmasını ciddiye almalıyız. Nasılsa sonuçta hile yapacaklar, sonuçlarla oynayacaklar deyip boş vermek, çok büyük bir hata olur. Tersine, hile yapma ihtimallerine rağmen, her türlü dalavereye rağmen, hayır’ı örgütlemek, kitleleri devrime kazanmakta bir adım atabilmek, çok ama çok büyük bir değere sahiptir.

Özgür “eğitim”

Tabii aynı şekilde özgürlük de sınıflı toplumlarla beraber zapt-u rapt altına alınmıştır. Ve bu, her seferinde daha da yabancılaştığımız bir kavram hâlini almıştır. Bugün özgürlüğü tarif edenlerden bunu anlıyoruz. Kimisi için para oluyor, kimisi için başkasının hakkına dokunmadan her şeyi yapmak, kimine göre ise her şeyi yapmak oluyor. Zaten toplumların özgürleşmesi ya da insanın özgür olduğu bir durum hiç olmadı ve olamayacağa kadar gidebiliriz. Lakin konumuz bu değildir.
Konumuz, günümüzdeki eğitim ve sınıfsız toplumlarda eğitim. Bu arada belirterek geçeyim. Başlıkta “eğitim” şeklinde belirttim. Çünkü eğitim doğru bir tarif değil, fakat bugün daha iyi bir terim bulamadım. Zaten dilin özgür olmadığı bir toplumda bulmak da kolay değil.
Eğitim üzerine birçok tartışma var. Bu tartışmaların bir kısmı artık fiilen rafa kalkmış olsa da bir kısmı devam etmektedir.
Örneğin; parasız eğitim istenmektedir. Fakat pratikte eğitimin parasız olması harç ödenmemesi ya da okullara aidat ödenmemesiyle sınırlı değildir. Parasız bir eğitimin olması demek, ulaşımın ücretsiz olması demektir, parasız eğitim demek barınmanın ücretsiz olması demektir, parasız eğitim demek sağlığın ücretsiz, kitapların ücretsiz olması demektir. Aslında bir insanın, insanca yaşayacağı tüm faaliyetlerinin ücretsiz olması demektir. O yüzden kapitalist bir sistemde harçların kaldırılması tek başına hiçbir şey ifade etmemektedir. Ya da okulların para almaması.
Zaten kapitalist sistem tam da her alanda olduğu gibi bu alanda da daha fazla kâr elde etmeyi hedeflemektedir.
Ya da bir diğer konu ise eğitimin bilimsel ve özerk olma konusudur. Sınıflı toplumlarda eğitim tamamen özerktir oysa. Fakat egemen sınıfın istediği düzeyde ve onun işine yarayacak bilimsel bilgi düzeyindedir. Bu nasıl oluyor der isek şöyledir: Sözde her okulda seçimler yapılır ve senato ve rektör böyle seçilir. Oysa parlamenter sistem neyse bu da odur. Ya da bilimsel kürsüde işine yaramayan bir durum var ise hemen soruşturma açılır. Ya da o kadar özerktir ki, x ilinde bir eyleme gidersin okul orada olduğunu bilir de sana soruşturma açar. Yani tam bu kadar özerktir. Bilimsellik kısmı ise ilkokuldan başlar. İnsan doğanın bir parçası değildir. Biz doğaya hükmederiz ve patronuz kısmı yıllarca bir tarihsel birikim olarak verilir. Öyle ki üniversitedeki hocalar bile, uzaylılar dünyayı istila edebilir ya da uzaylılar var mı, çalışması yürütür. Bunu yaparken dünyanın nerde olduğunu, insanoğlunun nerde olduğunu tamamen unutur. Ya da ‘insan düşünen bir hayvandır’ı öğretirler ve buna inanırlar. Lakin evrim dersi denilen bir ders yapmadan ya da tartışmasını yapmadan insan başka bir canlıdan gelebilir mi zaten o en üstün canlıdır, denir. Bunlardan daha da sayısız örnekler vardır. Bunlara daha sonra değineceğiz.
Burada görünen şey şudur: Sınıflı toplumlarda özerklik de, bilimsellik de egemen sınıfın çizdiği noktaya kadardır.
Tam da burada bir konu devreye giriyor; o da özerklik. Çünkü bir düşünelim bizim düşünce biçimimizden yaşama biçimimize, insanlarda kurduğumuz ilişkiden bilimsel yönteme dair her şeye karar veriliyor. Ve ufkumuz buna göre şekilleniyor. Bu o kadar ileridir ki, birini sevme biçimimize onla yaşadığımız ilişkiyi yürütmeyi bile onun tarihsel ilerleyişiyle öğrenmişiz. Yani sevmeyi yaşamamışız. Kalıplaşmış şekilde almışız. Buna hayır diyenler olabilir. Fakat insanlara bakabilirsiniz. Neden herkes sevgisini belli başlı şeylerle ifade ediyor.
Yani tam da burası beynimize ket vurulmuş. Özgürlüğe yabancılaşmış durumda, o kadar ki, bir insanın anadilinde eğitimini reddedecek düzeyde özgürlüğe yabancılaşmışız. Zaten bu kadar özgürlüğe yabancılaşmasak, burjuvaziden özerk olanın ona bağlı olan olduğunu görürüz. Çünkü bugün kendinin özgür olduğunu düşünenin de burjuvazinin ona tanıdığı “özgürlük” kadar “özgür” olduğunu biliyoruz.
Biz diyoruz ki, özgürlük zorunluluğun bilincinde olmaktır. Bu aslında durumu oldukça iyi ifade ediyor. Çünkü bugün burjuvazinin bizim özgürlüğümüze karar veriyor olduğunu bilmemiz ve böyle bir dünyada yaşamak istememiz konuya dair ilk adımı atmamızdır. Ya da bunu bilmemiz bilimin dünyada anlatılmadığı ve bunu anlatmamız zorunluluğunu doğurur. Bu, aslında bugünkü eğitim sisteminde kendine özgür alanlar yaratma yolunda direniş göstermemizi ve eyleme geçmemizi sağlayacaktır.
Çünkü gerçekten bazı konuları göreceğiz. Örneğin her şeyin 19 Mayıs’ta Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkmasıyla başladığının yalan olduğunu. Bunu anlatanlara soracağız; Samsun neresi, orada bundan önce kimler yaşıyordu, zaman dediğimiz kavram böyle kesin tarihlerle mi kesilmiş, diye. Bu arada ilk paragrafta ben de aynı hatayı yaptım sınıflı toplumların başladığı günden diyerek. Bu işte bilimsel olmayan eğitimin dile yansımasıdır. Çünkü bir günde olan bir şey değil bu. Bu süreç ile olan bir tarihsel birikimin ilerleyişi ile kazanılan bilgi birikimle olur. Oysa bize böyle anlatılır. Sonra, fizik niye anlaşılmıyor, denir. Oysa sorun bizlerde değildir, verilen eğitimdedir. Fizikte zaman boyutu her zaman an kabul edilir. Oysa o bir tarihsel birikim bir süreçtir. Ya da matematik bir bilim gibi aksettirilir. Ve tüm bilimleri de burası üzerinden yöntemlendirmemiz istenir. Oysa matematik bir yöntemdir. Ve daha da önemlisi tek yöntem değildir. Biz neden tek diye düşünmek zorundayız?
İşte tam da bu noktada ben, özgür “eğitim” sınıfsız toplumlar için tek koşuldur, diyorum. Özgür bilimsel eğitimdir demiyorum. Çünkü anadili gibi, parasız eğitim gibi, bilimsel eğitim de, özgür “eğitim”de zorunludur. Çünkü doğanın ilerleyişinin zorunluluğu ve onu kavramanın zorunluluğu bizi bilimsel yöntemden başka yolunun olmadığını gösteriyor ve bunun bilincinde olmamızı sağlıyor. Bilimsel eğitim insanın kafasına ket vuramaz, insanı köleleştiremez. Kuşkusuz özgür “eğitim” bilimsel olmak zorundadır. Tıpkı özgür “eğitimin” anadilde olması gibidir. Özgür eğitimde, barınma, ulaşım, sağlık, kitap… ve gerekli her şey parasız olmalıdır. Çünkü hepsi eğitimin parçasıdır. Yani herkes için fırsat aynı olmalıdır. Özgür “eğitim” insanın doğaya karşı ihtiyaçlarına göre şekillenmelidir. Özgür “eğitim”de okul sadece bir alan olmak zorunda değildir. Kendi içinde düzenli karmaşa barındırması yeterlidir. Yani bir ders sürekli sokağın bir köşesinde işlenebiliyor olabilir.
Özgür “eğitim”de üniversiteler, öğretim elemanları, öğrenciler ve diğer bileşenleriyle kurulmuş komünle yürütülmeli, sadece üniversite değil liseler de.
Aynı şekilde buranın bilimsel metotları, kitapları da benzeri bir komünle oluşturulmalı. Bu yerel ve merkezî düzeylerde örgütlü olabilir.
Özgür “eğitim”de yeni bilimsel metotlar geliştirilmelidir.
Özgür “eğitim”de insanın yetenekleri özgürce belirlenmeli ve ona göre şekillenmelidir.
Bu daha da arttırılabilir. Fakat buna giden yol bugün bunların nüveleri için mücadele etmekten geçer. Belki özgür okullar kuramayabiliriz hemen, fakat özgürleştirilmiş alanlar yaratabiliriz. Bizim karar verdiğimiz, bizim şekillendirdiğimiz. Bunun için hayallerimizi geniş tutup, serüvenimizi sonuna kadar götürmeliyiz. İnsanlık türünün değişimi serüvenimizin bitip yeni serüvenin başladığı andır. Özgür üniversiteler ve özgür liseler için örgütlenip daha ileri toplum modeli yaratana dek savaşmalıyız.

Arev Bozkaya

Küba Devrimi’nin öyküsü; zafere kadar daima!: II- Sosyalizmin inşası

Devrimin ilk uygulamaları
İsyan Ordusu ve Fidel’in Havana’ya girişi ülkenin dört bir yanında coşkuyla karşılanmıştı. Bunu takip eden haftalarda, yeni rejimi sağlamlaştıran ve kamu yaşamının tüm alanlarında değişimler getiren kararnameler düzenlenmeye başlandı.
Ocak ayında kurulan Geçici Hükümet’e, Batista muhalifi olarak bilinen, devrimcileri beraat ettirmiş bir yargıç olan Manuel Urritia başkan olarak getirildi. Urritia ve 26 Temmuz Hareketi bir Bakanlar Kurulu oluşturdu. Başbakan olarak da Jose Miro Cardona getirildi; ancak 6 hafta sonra istifa etmesiyle birlikte, yerine Fidel geldi. 5 ay sonra, Urrutia’nın tam da ABD’nin Küba üzerinden kara propaganda yaptığı bir dönemde, sürekli olarak komünizm “tehdidi”nden şikayet etmesi ve maaşının yarıya düşürülmesine itiraz etmesi gibi bazı etik sorunların da baş göstermesiyle birlikte, Fidel’le aralarında ciddi anlaşmazlıklar yaşanmaya başladı. Bunun üzerine Fidel, Başbakanlık’tan ayrıldı. Böylece Urrutia da Başkanlık’tan istifa etmek zorunda kalmıştı. Ancak Fidel’in Küba halkı üzerindeki etkisi malumdu ve halkın, birkaç gün boyunca devam eden dev gösterileriyle Fidel, görevine geri döndü. Daha sonraları, Urrutia’nın o dönem, 1959’un Ekim ayında ABD’ye sığınacak olan anti-komünist muhalif Binbaşı Hubert Matos ile yakın kişisel ve siyasal ilişkiler içinde olduğu açığa çıktı.
İlk üç hafta içerisinde, devrimden sonra suçluların yargılanacağına dair verilen sözler tutuldu. Binlerce kişinin ölümünden sorumlu diktatörlük ajanlarının birçoğu, halka açık mahkemelerde yargılandı ve çoğu ölüm cezasına çarptırıldı. Bu yargılama süreci, devrime karşı bir kara propaganda malzemesi olarak kullanıldıysa da, aslında bu yargılamalarla linçlerin önüne geçildiği belirtilmiş ve daha sonraları Fidel, bu eleştirilere şöyle açıklık getirmiştir:
“Şeklinde bir hata olmuş olabileceğini düşünüyorum. Bu sorunların halk önünde ele alınması hataydı. Ama bu insanlar, devrim öncesinde yazılmış yasalara göre yargılandı… Burada, 1933’te Machado düştüğünde Machadocular sokaklarda sürüklendi, linç edilenler oldu, evlere girildi, halk intikam aldı. Biz, tüm savaş boyunca insanları bu konuda uyardık. Bizim küçük bir dağın tepesinde, bir kilovatlık, bir kısa dalga vericimiz vardı. Belli saatlerde rating’i diğer bütün radyoların toplamından çoktu. İnsanlara buradan ve Hareket aracılığıyla, sokaklarda sürüklemeler, kişisel intikamlar istemediğimizi söylüyorduk.

Orada yargılanan adam (Jesus Sosa Blanco), herkesin nefret ettiği biriydi. Ama insan bir adamın binlerce kişi önünde yargılandığını görünce -isterse katillerin en kanlısı olsun- ona acıyor… Bu bir hataydı ve bize karşı yürütülen kampanyada çok işe yaradı.”
1959’un ilk 9 ayında 1.500 kararname düzenlendi. Birçok yerel insiyatif yaygınlaştı, mahallelerde ve işyerlerinde denetim ele geçirildi. Batista döneminde fabrikalardan atılmış bütün işçiler işe geri alındı. Bir kira indirimi uygulandı ve bu daha sonra kira reformuna dönüştü, kiracılar ev sahibi yapıldı. Elektrik fiyatları düşürüldü, düşük ücretle çalışan işçilerin ücretleri artırıldı. Muhalifler ülkeden gitmeleri için salıverildi. Batista döneminde yolsuzluk ve hortumlamayla edinilen mal varlıklarına el koyma sözü tutuldu. Hatta Fidel o sürece dair esprili bir şekilde şöyle demiştir: “Eğer daha önceki hükümetlerin yolsuzlukla elde ettiği malları da dahil etseydik, hiç mülkiyet kalmayacaktı.”

Küba Komünist Partisi’nin oluşumu
Halk arasında güvenilirliğe sahip tek örgütün 26 Temmuz Hareketi olduğu açıklık kazanmıştı. Birçok parti, yasaklanmadan, dağıtılmadan, bir buçuk yıl içinde politika sahnesinden silindi. Dikkate değer bir varlığa sahip olan tek parti, daha önce genel grev sürecinde bahsettiğimiz Halkçı Sosyalist Parti (Partido Socialista Popular – PSP) idi. 1944’ten beri PSP olarak bilinen, eski Komünist Partisi, 1930’lardan beri işçi sınıfının bazı kesimlerinin desteğini kazanmış olmasına karşın, Batista’nın reformist bir çizgi izlediği dönemde (1938-44), onunla işbirliği yaparak uzlaşmacılıkla eleştirilmiş, diktatörlüğe karşı yürütülen silahlı mücadeleye son ana kadar muhalefet ederek de itibarını yitirmişti. Moncada Kışla Saldırısı sırasında, 26 Temmuz Hareketi’ni ‘küçük burjuva maceracıları’ olarak görmüş; ancak bu resmi görüşünü 1958 ortalarında değiştirmişti. Küba iç siyaseti ilk 4 yıl boyunca 26 Temmuz Hareketi ve PSP arasındaki işbirliğine, kimi zaman da çatışmalara sahne oldu. Bir diğer önem taşıyan hareket de, yine daha önce bahsettiğimiz Devrimci Öğrenci Yönetimi (Directorio Revolucionario Estudiantil – DRE) idi. 1961 yılı ortalarında bu üç örgüt birleşerek Birleşik Devrimci Örgüt’ü (Organizaciones Revolucionarias Integradas – ORI) oluşturdu. Örgüt, 1962’de Sosyalist Devrimin Tek Partisi (Partido Unico de la Revolucion Socialista – PURS) adını aldı ve 1965’te de Küba Komünist Partisi’ne dönüştü. Ancak öncü rol her daim 26 Temmuz Hareketi’ndeydi.

Tarım Reformu ve Che’nin geçiş dönemi ekonomisi
17 Mayıs 1959’da çıkss_060801_castro_sugar.nbcnews-ux-1024-900arılan Tarım Reformu Yasası ile özel mülkiyet 30 caballerias (yaklaşık 402 hektar) ile sınırlandırıldı. Böylece 26 Temmuz Hareketi’nin ilk programı olan, Moncada Kışla saldırısından sonra Fidel’in “Tarih beni aklayacaktır” dediği savunmasından beri öngörülen tarım reformu gerçekleştirilmiş oldu. Bu yasanın uygulanmasıyla Küba’da birçoğu ABD şirketlerine ait olan büyük toprak mülkiyetlerine el konuldu ve bunlar hükümetin eline geçti. Bu yasayla aynı zamanda topraksız ortakçılara, çiftçilere ve tapusu olmayan tarımcılara, üzerinde çalıştıkları toprak üzerinde hak tanındı. Şeker sanayiini yıkmak istenmediği için en son şeker kamışı topraklarına müdahale edildi. Büyük şirketler, kolektif devlet şirketi olarak bırakıldı, ardından da kooperatiflere dönüştürüldü. Tüm bu süreç zorlama olmaksızın yürütüldü. Hiçbir köylüye topraklarını birleştirme baskısı uygulanmadı, kooperatifler devlet şirketlerinden doğdu; işçilere devlet arazileri verildi. Bir de köylülerin birleşmesiyle ortaya çıkan kooperatifler vardı, kredi ve hizmet kooperatifleriyle çalışıyorlardı. Yani kredi istemek için birleşiyorlar ama üretimi bireysel olarak gerçekleştiriyorlardı. Fidel, bu Birinci Tarım Reformu’na ilişkin şöyle demiştir:
“Sovyetler Birliği’nde bu böyle olmadı. Onların politikası ya hep ya hiçti. NEP yıllarında hiç kamulaştırma olmadı, sonra iki üç yıl içinde topyekun bir kamulaştırmaya gidildi ve bu korkunç bir şiddet, istismar, çatışma ve zarar doğurdu. Bu yasa hakkında çok tartıştık… Ne yalan söyleyeyim, epey radikaldim. Eğer radikal olmazsan hiçbir şey yapamazsın. Partiyi örgütler, yirmi seçime gidersin, hiçbir şey de yapılmaz. Ama ben, evet, Tarım Reformu Yasası’yla bir darbe vurulması gerektiğini düşünüyordum.”
Che de aynı şekilde, Tarım Reformu’na ilişkin, “Üzerinde mücadelemizi sürdüreceğimiz temeli yarattı ve emperyalizmle karşılıklı olarak birbirimize indirdiğimiz darbeler zincirinin birinci halkasını oluşturdu” demiştir.
Ekim 1959’da, yeni bir kararla Ulusal Tarım Reformu Enstitüsü (INRA) Endüstri Bölümü kuruldu ve bölümün müdürü olarak Fidel, Che’yi atadı. Che, Sierra Maestra’dan beri bu konudaki yeteneklerini kanıtlamıştı. İsyan Ordusu’nun ikmalini sağlamak için, silah, giyecek, ekmek, ayakkabı, tuzlu et, puro, sigara vb. üreten birçok atölye kurmuştu. Endüstri Bölümü, tarım reformunun yol açtığı endüstriyel gelişime cevap vermek için kurulmuştu. Devrim öncesinin tarımda tek ürüne (şeker) dayalı, dış ticarete bağımlı ekonomisinden çıkmak da temel hedeflerdendi. Kasım 1959’da, Çalışma Bakanlığı’na, bir işletmeye, mal sahibini değiştirmeden, idaresinin denetimini almak için müdahalede bulunma izni veren bir yasa çıkarıldı. İşçiler çoğu kez sermayenin kaçışını, üretimin sabote edilmesini, mülk sahiplerinin işçi karşıtı politikalarını ve diğer suistimallerini engellemek için bu insiyatifi kullandılar. Bakanlığın müdahale ettiği işletme sahipleri hâlâ kâr hakkına sahiptiler. Gerçekte, bu şirketlerin sahiplerinin çoğu ülkeyi terk etmişti. Endüstri Bölümü, bu fabrikaları, küçük atölyeleri ve küçük dükkanları yönetecek noktaya vardı; 1960’da Küba ekonomisinin %60’ını, 1961’de ise %70’den fazlasını yönetir hale geldi. INRA, toprak dışında konularla da ilgilenmeye başladı; ellerinde bir dizi sanayi de vardı. 1961’de Sanayi Bakanlığı Che’nin yönetiminde yeni bir yapı olarak kuruldu. Böylece INRA, şeker rafineleri gibi tarıma doğrudan bağlı endüstri işletmelerininin sorumluluğuyla sınırlı kaldı.
Otellerin kapatılması isteğine sert tepkiler gelişiyordu, on bin dershane yaratılması gerekiyordu; ancak Batista neredeyse bütün parayı kaçarken götürmüştü, Merkez Bankası’nın sermayesi yoktu. Che, Merkez Bankası’nın başkanlığına atandı. Bankanın hesapları düzeldi. Fazla bir para yoktu; sanayileşme daha önemli hale gelmişti.
Che, ekonomik, politik ve ideolojik alanlarda, sosyalist ilkeleri göz önünde bulundurarak, sosyalist sistemin Küba’da kurulmasının somut problemlerine ve ortaya çıkan eksikliklere, Fidel’in önerdiği perspektifleri izleyerek “kapitalist çözümler değil, sosyalist çözümler” aradı.
Carlos Tablada, “Che’de Sosyalist Bilinç ve Geçiş Dönemi Ekonomisi” adlı kitabında bunu, şu şekilde tarif etmiştir: “Che’nin ekonomik düşüncesi şu 3 faktörün diyalektik tarzda birleştirilmesinin önemini vurgulamaktadır: Komünist ekonomik ve toplumsal oluşumu düzenleyen genel yasaların dokunulmazlığı, kardeş sosyalist ülkelerin deneyimleri ve bir ülkenin ya da bölgenin somut özellikleri.”

Yeni insanın yaratılması ve gönüllü çalışmanın rolü
Che, insan bilincinin dönüşümünün, kapitalizmden komünizme geçişin birinci aşamasından itibaren başlaması gerektiğini düşünüyordu. Yeni toplumsal bilincin yaratılmasının, sosyalizmin maddi temellerinin gelişimine harcanan kadar çaba gerektirdiğini düşünüyordu:
“Sosyalizm; ne bir hayırseverlik toplumu ne de insanın insan olarak iyi yürekliliği esas alınarak kurulnuş ütopik bir toplumdur. Sosyalizm, tarihsel olarak ulaşılan bir sistemdir ve bu sistemin hareket noktası; başlıca üretim araçlarının toplumsallaştırılması ve toplumsal tipte bir üretim çerçevesinde toplumun tüm zenginliklerinin hakkaniyetli bir biçimde bölüştürülmesidir.
Komünizm; sadece bir üretim olayı değil, aynı zamanda bir bilinç olayıdır. Halkın hizmetine sunulmuş ürünlerin miktarının basit, mekanik birikimi komünizme götüremez. Elbette, bir şeye, sosyalizmin özel bir biçimine götürecektir. Ama Marx’ın komünizm olarak tanımladığı şeye, işte buna, eğer insan bilinçli değilse, yani eğer topluma karşı yeni bir bilinç kazanmadıysa ulaşamayız.
… Verimlilik, daha fazla üretim, bilinç; yeni toplumun üzerinde kurulabileceği temellerin sentezi budur.”
Sierra Maestra’dan beri pratiğe konulan bu fikirler, Küba sosyalizminin her alandaki ufkunun en net karşılığıdır. Küba devriminin yeni insanın yaratılması konusundaki bu bakışı, devrimin tüm uygulamalarına sirayet etmiştir. Che’nin bu bakışını, Fidel de şöyle tanımlamıştır:
“Che’nin yönetimi sche_en_trabajo_voluntarioalt bütçesel değildi. Her zaman, bunun yol açacağı risklere dikkat çeker, sürekli olarak tetikte olmak gerektiği hakkında uyarırdı. Maddi teşvikler vicdana, ahlaki değerlere baskın çıkmamalıydı.

Eğitim yanlısı, komünist bir vicdan oluşturulması yanlısıydı. Vicdana ve örnek olmaya inanırdı… Gönüllü emeği çok teşvik etmiştir. Küba’da gönüllü emeğin yaratıcısı, özendiricisi olmuştur. Her Pazar gönüllü olarak çalışırdı. Bir gün tarımda, bir başka gün makine başında, bir gün inşaatta. İş yerleriyle sıkı bağları vardı. İşçilerle konuşur, bazen rıhtımlara, madenlere giderdi. Bazen plantasyonlara gider, şekerkamışı keserdi. Görürdün: ekin biçiliyor ve biçerdövere çıkmak gerekiyorduysa, biçerdövere çıkardı; inşaat yapmak gerekiyorduysa, el arabasına sarılırdı; çuval taşımak gerekiyorduysa, çuval taşırdı. Bu uygulamayı bize miras bıraktı.”
Che, gönüllü çalışmanın Küba’daki en büyük öncüsüydü ve gönüllü çalışmayı, geliştirdiği ekonomik sistemin en önemli unsuru olarak görüyordu. Che’nin bu görüşü, Marx, Engels ve Lenin’in görüşlerinden gelişmiştir. Gönüllü çalışmayı, “bilinç yaratan bir okul” olarak görmüştür; “insanın eğitimi, gönüllü çalışma ile gerçekleştirilen işin sonucundan daha fazla öneme sahiptir”. Sadece teorik açıklamasıyla uğraşmamış, gönüllü çalışmanın örgütlenmesi, uygulanması için gerekli araçlar, tarzlar, denetim ve gelişim sistemi için de çaba harcamıştır.

Hız kesmeyen karşıdevrimci saldırılar
17 Mayıs 1959’da, Tarım Reformu Yasası’nın imzalanmasından iki gün sonra, Başbakan Eisenhower, Küba’yı devirmeyi amaçlayan Pluto Planı’nı onayladı. Pluto, Domuzlar Körfezi istilasıyla zirveye ulaşan, kapsamlı bir ayaklanma programı hazırlamış olan CIA’in kod adıydı. Bu planın amacı, “Castro’nun bir yılın sonunda devrilmesi ve yerine Birleşik Devletler’in yakın bir dostunun geçirilmesi”, “korsan radyolar yoluyla saldırılar düzenlemek”, “Küba radyo ve televizyonlarının yayınlarına sızmak”, “güç kullanarak Küba içerisinde bir kontrol bölgesi oluşturmaları için Amerika taraftarı karşıt grupları desteklemek” ve “Fidel Castro’yu fiziken ortadan kaldırmak” gibi birtakım “önlem”leri içeriyordu.
1959 Ağustos’undan başlayarak, ABD onayıyla, Florida’da üslenmiş Kübalı sürgünler tarafından Küba’ya yönelik silahlı saldırılar başlatıldı. 21 Ekim’de, Küba Hava Kuvvetleri’nden kaçan Binbaşı Diaz Lanz, Havana üzerinde uçarak rejim karşıtı bildiriler ve şekerkamışı plantasyonlarına yangın bombaları attı. Havana içinde karşıdevrimciler bombalar yerleştirdiler ve otobüs kuyruklarında bekleyen insanları makineli tüfeklerle taradılar. 4 Mart 1960’ta, cephane getiren Fransız Buhar Gemisi La Coubre, içi silah dolu bir halde, ikmal sırasında, sabotaj sonucu havaya uçtu. Olay 101 kişinin ölümü ve iki yüzden fazla kişinin yaralanmasıyla sonuçlandı.
Bu süreçte, 28 Ekim 1959’da komutan Camilo Cienfuegos karşıdevrimci bir komployu ortaya çıkarmasının ardından Havana’ya dönerken, bindiği hafif uçak denizde kaybolarak öldü. Ancak Küba’nın yeni insanının temsilcilerinden biri olan Camilo, Küba halkı için ölümsüzleşti, hatta uzun süre öldüğüne inanmayanlar oldu. Tıpkı Che’nin onun ardından dediği gibi: “Onun gibi insanların hayatı, halkın içinde sürer gider, ancak halkın kararıyla sona erer.”

Sosyalist ülkelerin desteği
Şubat 1960’ta, Küba’yı ziyarete gelen Sovyet Başbakan Yardımcısı Anastas Mikoyan ile 100 milyon pesoluk kredi, şeker alımı ve petrol satımı anlaşmaları imzalandı. Bu ziyaretten sonra, sosyalist ülkeler Küba’ya temsilcilerini göndermeye başladı. Çekoslovakya’dan otomobil endüstrisi için, Çin Halk Cumhuriyeti’nden 24 ayrı fabrika kurulması için kredi alındı. Ayrıca 1963 yılında, Romanya, Bulgaristan, Polonya ve Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nden de destek kredileri alındı. Bu desteklerle kurulan önemli bir sanayi dalı da, gemi yapımı sanayisiydi. Sanayideki gelişmeler, tüketim malları üreten küçük fabrikaların kurulması ve diktatörlüğün ABD emperyalizminin güdümünde başlattığı gereksiz üretimin durdurulması temellerine dayanıyordu. Başlangıçta gelişim hedefiyle tanımlanan en önemli dört alan; metalürji, gemi yapımı, elektronik ve şeker kimyasıydı. 1960’ın Haziran ve Temmuz aylarında, şirket yöneticilerinin Sovyet petrolünü işlemeyi reddetmesi üzerine Standart Oil, Texaco ve Shell rafinerilerine el konuldu. Bunun üzerine ABD, Küba’nın şeker kotasını kesti. Ağustos’ta yabancı uzantılı bir dizi şirketin; petrol rafinerilerinin, belli başlı şeker işletmelerinin ve ABD menşeili elektrik ve telefon şirketlerinin kamulaştırılması ve Ekim ayına kadar kalan tüm ABD mal varlığının millileştirilmesi karşısında ABD’nin Küba’ya karşı ticari ambargo koymasıyla saldırılar iyice hız kazandı.
Devrim sonrası komplolardan biri de, Kasım 1960’da gerçekleştirilen “Peter Pan Operasyonu”ydu. Çocukların velayetlerinin ebeveynlerinden alınacağına dair bir yasa çıkarıldığı söylentileri yayılmıştı. Hatta bu söylentiler çocukların SSCB’ye gönderilip, orada da et konservesi yapılıp geri yollanacağı gibi hayalgücünün sınırlarını zorlayan noktalara kadar varmıştı. Bunun üzerine 14.000 Kübalı çocuk devrim karşıtları tarafından ABD’ye kaçırıldı; bu söylentilere inanarak çocuklarını vermeye razı olan ve devrimin çok fazla sürmeyeceğini, sonradan çocuklarını geri getireceklerini düşünen aileler vardı.

Yeni kitle örgütlerinin oluşumu
Tüm bunlar karşısında Kübalıların sarsılmaz bir kararlılık içinde olduğu göze çarpıyordu. Tüm ülke çapında ciddi bir kitle seferberliği vardı; işçiler, köylüler, öğrenciler, her kesimden halk, daha ilk günden, yerel yönetimleri devralma, sendikaları örgütleme, batistacıların temizlenmesini isteme, ücret artışı ve daha iyi yaşam koşulları taleplerinde son derece aktifti. Başlangıçta halk, kitle örgütlerinin eksikliğini hissetti; ancak bu durum kısa süre içerisinde değişti. Karşıdevrimci saldırılara da cevap niteliğinde kurulan yeni örgütlerin ilki, 1959’un AraGLB1959001W00043-56lık ayında kurulan ve 1960 Martı’nda gerçekten operasyonel hale gelen Ulusal Devrimci Milis (Milicias Nacionales Revolucionarias – MNR) idi. Bununla birlikte iki yeni örgüt daha kuruldu, bunlardan biri Devrimi Savunma Komiteleri (Comite de Defensa de la Revolucion – CDR), bir diğeri de Kübalı Kadınlar Federasyonu (Federacion de Mujeres Cubanas, FMC) idi. CDR’ler her semtte bir tane olmak üzere, sokak düzeyinde örgütlenmiş militanlardan oluşan komitelerdi. Halkın devrimi savunma coşkularıyla ayaklanmaları üzerine, 28 Eylül 1960’ta Fidel’in yaptığı bir çağrı üzerine kuruldu ve başlıca amacı karşıdevrimcilerin köklerini kurutmaktı. Bir yıl içinde üye sayısı 800.000’i buldu ve sağlıktan eğitime, tatil organizasyonuna kadar her tür etkinlik için halkı seferber etmede en önemli araçlar haline geldiler. 23 Ağustos 1960’ta kurulan FMC ise daha önceki birkaç kadın grubunu ulusal bir federasyon oluşturmak üzere biraraya getiren bir örgüttü ve eğitim, sağlık kampanyaları ile kadın haklarını geliştirmede çok etkili rol üstlendi.

Domuzlar Körfezi Çıkarması ve sosyalizmin ilanı
2 Eylül 1960’ta, Devrim Meydanı’nda yapılan Birinci Havana Deklerasyonu’nda her ne kadar açıkça sosyalizm savunulmasa da, Küba halkı adına devrimi savunan ve militan, antiemperyalist bir tutum ifade edildi. Şubat 1962’de, 2. Havana Deklerasyonu’yla, “Her devrimcinin görevi devrimi yapmaktır” vurgusu yapıldı.
Birinci Havana Deklerasyonu’nun yayınlanmasından yaklaşık 6 ay sonra, 17 Nisan 1961’de, CIA tarafından eğitilmiş 1500 paralı askerden oluşan bir birlik (Kübalı sürgünlerden oluşuyordu) tarafından Domuzlar Körfezi’ndeki Giron sahilinde çıkartma gerçekleştirilmeye çalışıldı. Ancak birlik, devrimci silahlı güçler, milisler ve tüm halk örgütleri -MRN, CDR, FMC, CTC- tarafından 72 saatten kısa bir sürede bozguna uğratıldı ve 1200 kişi esir alındı. Esirlerin hepsinin, gıda maddesi üretmek için birtakım kaynaklar karşılığı salıverilmesi kararlaştırıldı. Pazarlıklardan sonra 2 milyon dolar nakit ödemesinde anlaşıldı, bu para, tavuk yetiştirmeden kullanılacak kuluçka makinelerine yatırıldı. Elli milyon değerinde de gıda maddesi ve ilaç alındı. Bu esirlerin bir kısmı Miami’ye gönderildikten sonra tekrar karşıdevrim FidelBayofPigssaldırılarının içerisinde yer almaya çalıştı. Ancak Fidel, bu esirlerin iade edilmesine ilişkin şu vurguyu yapmıştır: “Cezaevindeki paralı askerler için çözümü biz ürettik. Onlarla belli bir ilişki bile kurduk. Çünkü tüm gerçeği anlattılar ve bunu kamu önünde yaptılar. Ceza, nefret ya da intikam arzusundan kaynaklanmıyordu. Zafer bizim için en önemli ödüldü. Miami’dekilerin kahraman mertebesine yükseltecekleri bin iki yüz esiri neden tutmak isteyelim ki? Geri yolladıklarımızdan bazıları gelip bomba koydular. Bunun sorumluluğu bize mi aitti? Hayır. “Kahraman”larla dolu bir gemi korkunç bir şeydir. Her biri kendini komutan ilan eder, hepsi “kahraman”dır; ama biz onlara bin küsur esir iade ettik.”
Fidel, istilanın ilk günü, devrimin sosyalist karakterini ilan etti. Ve 2 Aralık 1961’deki bir konuşmasında, “Bir Marksist-Leninistim ve hayatımın sonuna kadar öyle kalacağım” diyerek devrimin Marksist-Leninist karakterini de resmi olarak açıklamış oldu.
1961 yılı ortalarında PSP, DRE ve 26 Temmuz Hareketi’nin birleşerek Birleşik Devrimci Örgüt’ü (ORI) oluşturduğundan bahsetmiştik. ORI’nin Genel Sekreterliği’ne, PSP lideri Anibal Escalante getirilmişti. Birkaç ay sonra, Escalante’nin PSP çizgisindekileri kilit pozisyonlara taşımak adına görevini kötüye kullandığı ortaya çıktı. Böylece ORI tümüyle yeniden örgütlenirken, Escalante Doğu Avrupa’ya sürgüne gönderildi.
1961’deki Domuzlar Körfezi Çıkarması’ndan 1963’e kadar, Küba’ya karşı 5780 terörist eylem gerçekleştirildi. Bunların 717 tanesi sanayi kuruluşlarına karşı düzenlenmiş ciddi saldırılardı. Bu saldırılar sonucu 3.500’den fazla insan hayatını kaybetti, 2.000’den fazlası sakat kaldı. 70 ve 80’lerde ülkeye domuz vebası, “dengue virüsü tip 2” gibi virüslerin sokulmaya çalışılmasına varan girişimler oldu. Ayrıca Fidel’e karşı suikast girişimlerinden de asla vazgeçilmedi. Küba istihbaratı, Fidel’e düzenlenen, kanıtlarıyla bilinen 638 suikast girişimi kaydetmiştir ve tabii bunlar sadece bilinenlerdir.
1961 yılında, milyonlarca insana okuma yazma öğretmek için 100 binden fazla gencin katılımıyla Okuma Yazma Kampanyası başlatıldı ve bir yıl süren bu kampanyayla okuma yazma sorunu neredeyse tamamen ortadan kaldırıldı. 1961’deki büyük okuryazarlık kampanyası, devrim sonrası eğitime verilen önemi açıklar nitelikteydi (Yazının devamında Küba’nın eğitim ve tıp alanındaki gelişimi üzerine daha kapsamlı olarak eğileceğiz).

Füze Krizi ve Sovyetlerle ilişkiler
Ekim 1962’de, ABD’den kopuşun daha da kesinlik kazandığı ve Kübalıların Sovyetlerle ilişkilerinin sınırlarını belirleyen Füze Krizi yaşandı. 1962’de, ABD’nin Giron’daki yenilgisinden sonra girişeceği yeni bir saldırıyı önlemek amacıyla Küba’ya gelmiş olan 42.000 Sovyet askeri vardı, 300.000 de Kübalı savaşçı. ABD’ye ait bir U-2 casus uçağının 1 Mayıs 1960’ta düşürülmesiyle; ABD-Sovyet ilişkileri gerginleşirken, Küba-Sovyet dostluğu giderek sıkılaşmıştı. Bu sıcak ilişkilerin bir sonucu olarak, 1962 sonbaharında Küba’ya Sovyet füzelerinin konuşlandırılmasına başlandı. Ancak füzeler 16 Ekim’de yüksekten uçan bir Amerikan U-2 tarafından tespit edildi, fırlatma rampalarının fotoğrafları çekildi. Birkaç gün sonra, aslında Amerikalılara füzelerin tam yerini söyleyenin Sovyet istihbarat servisi elemanlarından Albay Oleg Penkovskiy olduğu öğrenildi ve Penkovskiy Sovyetler’de tutuklandı. Aynı gün, 16 Ekim günü, Kennedy füzelere dair haberdar edildi ve Kruşçev ile temasa geçti. Kruşçev, bir mektup yazarak füzelerin saldırı amaçlı değil, savunma amaçlı olduğunu söyledi. Ancak bu operasyonun başındaki Sovyet generalinin bazı durumlarda, Moskova’ya dahi danışmadan bu silahları kullanabilme yetkisi olduğunu söyleyen Fidel, Kruşçev’in bu açıklamasını yalana başvurmak olarak tanımlamış ve bunu etik ve politik bir hata olarak görmüştür. Zira Kennedy’ye kamuoyunun gözünde ahlaki üstünlük sağlayan şeyin, Kruşçev’in yanlış bilgilendirmesine karşın, elinde havadan çekilmiş fotoğrafların bulunması olduğunu düşünüyordu. Kennedy 20 Ekim’de savunma bakanının danışmanlığında, aralarında 40.000 deniz piyadesi taşıyan sekiz uçak gemisinin de bulunduğu, 183 savaş gemisiyle adanın abluka altına alınmasına karar verdi ve 22 Ekim günü krizi dünya kamuoyuna bildirdi. Bu sırada, füzelerin tespit edildiğine dair Sovyetlerin bilgilendirmesiyle, Küba’daki Sovyet subaylarıyla birlikte, stratejik SS-4 füzeleri için gerekli rampaların inşası hız kazandı; zira o sırada tamamlanmış neredeyse tek bir fırlatma rampası yoktu. Hiç dinlenmeden çalışıldı. Bu füzelerin, karşı tarafa da ciddi zararlar verecek bir nükleer savaş olmadan imha edilmesine imkân kalmamıştı. Topyekûn seferberlik ilan edildi, o sırada silah altında 260.000’den fazla Kübalı vardı.
24 Ekim günü abluka başladı. 23 Sovyet gemisi de Küba’ya doğru yola çıkmıştı. ABD’nin BM temsilcisi Stevenson, Sovyet Büyükelçisi Valerian Zorin’e füzelerin fotoğraflarını sundu, Zorin fotoğrafların gerçek olmadığını iddia etti. Küba, alçak uçuş yapan U-2’lere ateş açılması kararı aldı ve Sovyet yetkililerle görüştü. Sovyetler tarafından bir U-2 uçağının vurulması ve pilotun ölmesiyle gerginlik en üst seviyeye tırmandı. Küba halkı bu sırada her şeyi göze almış ve savaşmaya hazırdı. Bunun üzerine Sovyetler, ABD’ye bir teklif yolladı; Türkiye’deki Jüpiter füzelerin geri çekilmesi karşılığında, Küba’daki füzelerini geri çekecekti. Kennedy, 28 Ekim günü bu teklifi kabul etti. Sovyetler de füzelerini Küba’dan çekti. Ancak Küba, anlaşmadan sonra bile alçak uçuşlara ateş açmayı sürdürdü ve BM’nin füzelerin kaldırıldığını onaylamak amacıyla yerinde gözlem yapma talebini reddetti.
Fidel, bu anlaşmanın ve bu teklifin Küba’ya danışmadan yapılmasını ve bu tekliften kamuoyuyla birlikte haberdar olmuş olmalarını sert bir şekilde eleştirmiştir. Görüşmelere dâhil edilmeleri durumunda, korsan saldırıların ve ekonomik ambargoların son bulmasının ve ABD’nin Guantanamo deniz üssünden çekilmesinin talep edilebileceği ve bu taleplerin kabul edilebileceğini söylemiştir. Zira önceden planlandığı belli olan işgal planına karşı, Sovyetler’le yapılan füze anlaşmasının uluslararası hukuka aykırı hiçbir yanı bulunmadığını ve günün koşullarında, böylesi bir gerekçeyle bir dünya savaşına girmenin tercih edilmeyeceğini söylemiştir. Bu tablonun Kruşçev’in siyasi yönetimindeki hata olduğunu, yalan söyleyerek durumu gayrimeşru gösterdiğini ve bölge üzerinde uçuşlara izin verilmiş olmasının da hata olduğunu söylemiştir. Ve bu anlaşma Küba halkında büyük bir öfkeye yol açtı. Bu durum, Küba-Sovyet ilişkilerini yıllarca etkiledi. Bu tarihten itibaren Sovyet-Küba ilişkileri gözden geçirilerek sağlamlaştırıldı ve Küba ileriki 30 yıl boyunca Sovyet çıkarlarını devamlı savunmakla birlikte, özellikle Latin Amerika ve Afrika’daki devrimci hareketleri destekleme konusunda insiyatifi elinde bulundurma konusunda ısrarcı oldu.

Che’nin kişiliğinde somutlanan Küba enternasyonalizmi
Fidel bir konuşmasında şöyle demiştir: “Onlar ambargoyu uluslarası hale getirdiler, biz de gerillayı uluslararası hale getirdik”. Küba devrimi, devrimci enternasyonalizm konusunda dünya devrimci hareketlerine örnek teşkil etti. Küba devriminde Arjantinli bir devrimci olan Che’nin üstlendiği rol ve ardından Kongo ve Bolivya’da devrimci mücadeleyi sürdürme ufku, Küba enternasyonalizminin simgesi haline geldi.
Küba, dünya devrimci hareketlerine verdiği desteği Latin Amerika ile de sınırlı tutmadı. Ekim 1963’te Fidel, Başkan Ahmed Bin Bella’ın talebi üzerine Cezayir’e Efgenio Ameijeiras komutasında yirmi iki tank ve birkaç yüz askerden oluşan bir birlik gönderdi. Birliğin görevi, Fas’ın, Tinfud bölgesine düzenlediği bir saldırıyı püskürtmeleri için Cezayir kuvvetlerine yardım etmekti. Bu, Küba’nın Afrika’ya ilk askeri müdahalesiydi.
Fidel, Che’nin Arjantin’deki devrime katkıda bulunmak amacıyla Bolivya’ya gitme isteğiyle ilgili başlangıçta, şartların henüz elverişli olmadığını, Che’nin stratejik bir önder olarak Bolivya’da bir güç oluşmadan oraya gitmesinin yanlış olacağını düşünüyordu. Bu yüzden, Bolivya’da gerekli şartlar oluşana kadar Afrika’ya gitmesini önermişti. Küba, o sırada Kongo’da Belçika’ya karşı bağımsızlık savaşı yürüten Lumumba’nın adamlarına yardım ediyordu. Ve Kongo’nun doğusundaki gerilla hareketine destek olmak amacıyla, 1965’in Nisan ayında Che’yle birlikte güçlü bir takviye14393181571336 birliği ve çok deneyimli 150 asker Kongo’ya yollandı. Fidel, mücadelenin gelişmesi için gereken şartların olgunlaşmış olması üzerine Che’den 7 ay kaldığı Kongo’dan geri dönmesini istedi. Bu süreçte, Che’nin “yok olduğuna” dair söylentiler ortaya çıkmaya başladı. Fidel Ekim 1965’te Che’nin veda mektubunu okuyarak, onun yeni savaş alanlarında gerilla olarak savaşmak için ayrılmaya karar verdiğini belirtti; ancak nerede olduğuna dair gizlilik iki yıl boyunca itina ile korundu.
Che, yazdığı veda mektubunda dünyanın başka yerlerindeki devrimci mücadelelerde savaşmak için Küba’yla yollarını ayırdığını söylemesinin ardından, Küba’ya dönmesinin doğru olmayacağını düşünüyordu. 1966 Mart’ında Che, Afrika’dan Çekoslovakya’ya geçti ve bir süre orada kaldı. Bu sırada Fidel, Che’ye yazdığı mektupla, yaşananlar karşısında moralsizliğe kapılmamasını ve Bolivya hazırlıklarının tamamlanması için Küba’ya gelmesini istedi. Temmuz ayında, Che gizlice Küba’ya geri döndü, kendisine eşlik edecek olan, kendi seçtiği on beş deneyimli askerle birlikte talimler yaptı. Ekim ayında Bolivya’ya gitmek üzere yola çıktı ve bir ay sonra Bolivya’ya vardı. Bu süreçte Küba’yla irtibat hiç kesilmedi ve askeri destekler devam etti. Fidel, Bolivya’da, Çin ve Sovyet yanlıları arasında açığa çıkan ve devrimci harekete büyük zararlar veren ayrılıklar sonucu hareketlerin önderleriyle Küba’da görüşmeler gerçekleştirdi. Başka bir yazının konusu olabilecek nitelikte gelişen, Bolivya’daki gerilla savaşı başarısızlığa uğradı ve Che’nin birliği 8 Ekim 1967’de El Yuro Vadisi’nde yüzlerce asker tarafından kuşatıldı ve ayaklarından vurulan Che tutsak düştü. Ertesi gün saat 13.10’da, makineli tüfek ateşiyle, çavuş Mario Teran tarafından vuruldu ve iki gün sonra bedeni bilinmeyen bir yere gömüldü. Bedeninden arta kalanlar ancak Temmuz 1997’de bulundu ve Che ile birlikte üç silah arkadaşının naaşları 12 Temmuz 1997’de Küba’ya getirildi. Ancak kendisine sıkılan kurşunlar Che’yi öldürmeye yetmedi, Che dünyanın her köşesinde, tüm insani özellikleriyle hala yaşıyor, savaşıyor. Ve hiç tanışılmamış bir yoldaşa duyulan böylesine güçlü bir özlemle ve dahi bir düş gibi karşımızda, sapasağlam, “Zafere kadar daima!” diyen milyonlarca devrimcinin mücadelesinde vücut buluyor. Tıpkı Fidel’in dediği gibi:
“Bazen hayal kurardım -hepimiz hayatımızla ve mücadelemizle ilgili hayaller kurarız- Che’yi karşımda gördüğümü, geri döndüğünü, sağ olduğunu sanırdım. Ne denli çok kapılırdım böyle hayallere!.. Bunlar, Che’nin eriştiği olağanüstü yüksek düzeydeki kişiliğiyle, düşünceleriyle, amaçlarıyla, oluşturduğu yüce örnekle, bütün yarattıklarıyla, sürekli yükselişi ve yalnızca Latin Amerika’da değil, Avrupa’da ve tüm dünyada da uyandırdığı derin saygıyla, sanki bir fiziksel varlığa dönüşmüş, sanki yanı başımızdaymış duygusunu yaşamamızın dile getirilişidir.”
“Bize pek çok unutulmaz hatıra bıraktı. Tanıdığım en asil, en olağanüstü, en özverili insanlardan biri olduğunu da bu yüzden söylüyorum işte. Dünyada onun gibi milyonlarca ve milyonlarca insan olmasa, bunun pek bir önemi olmazdı. Ender görülen şekilde öne çıkan insanlar, bu nitelikleri özümseyebilecek, içlerinde bunların tohumlarını taşıyan kendileri gibi milyonlarca insan olmasa, hiçbir şey yapamazlar. İşte devrimimizin cehaletle mücadele etmek, eğitimi geliştirmek için bunca çaba göstermesinin nedeni de bu. Herkes Che gibi olsun diye…”

Carlota Operasyonu
Che’de somutlanan bu enternasyonalist bakış, Küba’da devrim sonrasının en belirgin olgularındandır. Bu bakış, sadece devrimci mücadelelere yapılan askeri desteklerle de sınırlı kalmamış, Küba, dünyanın birçok ülkesine tıbii yardımda bulunmuş ve dünyanın birçok yerinde binlerce doktor yetiştirmiştir. El Salvador, Guatemala, Nikaragua’nın yanı sıra, bunun en belirgin örneklerinden biri de Afrika’da, angola-cuba-operaciocc81n-carlota-680x365Portekiz sömürgeciliğine karşı savaşan gerillalara yapılan destektir.
1965’ten itibaren Angola ve Gine-Bissau’daki mücadelelerle işbirliği yapılmaya başlanmıştı, ilk başta bu işbirliği; rütbeli subayların eğitimi, eğitmen yollanması ve malzeme yardımından ibaretti. 1975’te, Portekiz’in Afrika’daki sömürgelerinin büyük bölümü kesin bağımsızlıklarına kavuşmuştu; ancak sömürgelerin en büyüğü ve en zengini olan Angola’da durum farklıydı. ABD, Angola’yı işgal etmek için Güney Afrika birliklerini devreye soktu, hem kuzeyden hem güneyden işgal başlatıldı. Buna karşılık Küba, Carlota Operasyonu adı verilen operasyonu başlattı ve tanklı, toplu, uçaksavarlı, tam teçhizatlı 36.00 0 gönüllü Küba askerini ticari gemilerle Angola’ya taşıdı. Operasyona, Küba’daki ilk başkaldırılar sırasında ölmüş ya da idam edilmiş binlerce köleye duyulan saygının bir göstergesi olacarlota-1rak, 1843’teki başkaldırıların önderlerinden Afrika kökenli şeker fabrikası işçisi Carlota’nın adı verilmişti. Operasyon, 1976’da büyük bir zaferle sonuçlandı ve Güney Afrika askerleri Angola topraklarını terk etti.
Fidel, Carlota Operasyonu’nun “Küba’nın en haklı, en uzun, en topyekûn ve en başarılı enternasyonalist askeri harekatı” olduğunu söylemiştir. 1987’de, Güney Afrika Angola’ya tekrar -ve son olarak- bir askeri harekat düzenledi. Küba, bu savaşa da 55.000 Kübalı asker desteği gönderdi ve Cuito Cuanavale’de Güney Afrika birlikleri çok ağır bir yenilgiye uğratıldı. Bu zaferle birlikte, Aralık 1988’de, Güney Afrika, Angola ve Küba tarafından Afrika’nın güneybatısı için bir barış anlaşması imzalandı.
Uzun yıllara yayılmış olan Angola savaşında; Kübalı 300.000’den fazla enternasyonalist savaşçı ve 50.000’e yakın sivil görev yaptı. Bu noktada, Küba’nın yıllara yayılmış bu direncini ve dahi geleceğini de tekrar düşünebilmek adına, Fidel’in, Kübalıların Angola’daki bu müthiş mücadelesinden sonra söylediği şu sözü hatırlamakta fayda var: “Böyle bir kahramanlık göstermeyi başarmış bir halk, kendi ülkesini savunma zamanı geldiğinde neler yapmaz ki!”

90’lara doğru
4 Ekim 1963’te, İkinci Tarım Reformu’yla birlikte, özel mülkiyetlerdeki sınır 5 caballeriasa (67 hektara) düşürülmüştü. Bu, sosyalizme geçişi sağlamlaştıran bir hamleydi. 1962’deki Füze krizinden sonra ABD, Küba’dan ülkeye girişleri durdurmuştu. Pek çok insan ayrı düşmüştü, bunların içerisinde devrimin başarsızlığa uğrayacağını düşünerek Peter Pan Operasyonu sırasında çocuklarının götürülmesine razı olan aileler de vardı. Bu yasak, yurtdışına yasadışı çıkışları, bunun sebep olduğu kazalar, ölümler ve buna karşı propagandaları başlattı ve Ekim 1965’te Camarioca limanında üç yüz bine yakın kişinin, elde edilen vizelerle güvenli bir şekilde, ABD’ye götürülmek üzere yola çıkarılmasıyla sonuçlanan ilk göçmen krizi yaşandı. İkinci göçmen krizi de, Nisan 1980’de Peru elçiliğine zorla girilip, elçiliğin Kübalı muhafızının öldürülmesi ve Peruluların katili teslim etmemesi üzerine Peru elçiliğindeki korumaların geri çekilmesiyle açığa çıktı. O sırada on bin kişi ülkeye girdi ve Mariel limanı tahsis edilip göç etmek isteyenlerin önündeki tüm engel kaldırıldı, yüz binden fazla insan Florida’ya geçti.
Mart 1968’de, Küba hükümeti, küçük zirai mülkiyetler hariç, adadaki özel işletmelerin neredeyse tamamını istimlak etmişti. Şubat 1976’da, Küba’nın ilk sosyalist anayasası referandumla oylandı ve kabul edildi. Temmuz 1972’de Küba, sosyalist ülkelerin ekonomik bloğu COMECON’a girdi ve 1973’te Ekonomik Yönetim ve Planlama Sistemi (Sistema de Direccion y Planificacion de la Economia – SDPE) olarak bilinen Sovyet tarzı bir planlama sistemini benimsedi. 1972’den 1981’e kadar, Küba’nın Gayrisafi Yurtiçi Hasılası yıllık ortalama 7.8’lik bir büyüme oranıyla, Latin Amerika ülkelerinin kişi başına gelirin azaldığı 80’lerin büyük bölümü boyunca sürekli büyüme sağladı. Ancak Sovyetler’de de olduğu gibi Küba’da da bu sistem uzun vadede etkisiz kaldı. 1985’te Fidel, bu eğilimleri reddederek ‘düzeltme’ (rectification) politikasını gerçekleştirdi. Merkezi bürokratik planlama, 1986 yılında yerini, planların hazırlanmasında daha özerkliğe izin veren ve işçi katılımını artıran ‘sürekli planlama’ ya bıraktı. En düşük maaş alan kesimde genel ücret artırımına gidildi ve gönüllü çalışma projeleri yeniden devreye sokuldu. 1980’de izin verilen özel çiftçi pazarları, eşitsizliğin artmasına yol açtığı için kapatıldı.
Berlin Duvarı’nın yıkılması, ABD’nin Panama işgali ve Nikaragua’da Sandinistaların seçimleri kaybetmesi; dünya üzerinde sosyalist ülkelerin ardı ardına çözülüşü, Küba üzerinde büyük etkiler yarattı ve her tür saldırıya karşı kendisini daha da güçlü kılmaya dönük yeniden kurguladı. 90’ların başında, Küba en zor dönemlerini yaşadı, ekonomik anlamda da en bunalımlı yıllardı. Ancak Küba, bu süreçten de ayakta kalarak çıktı. Bu başarının ardında Fidel’in, Küba üzerinde büyük etkiler yaratacak olan Sovyetler’in çöküşüyle birlikte yapılan “sosyalizmin yenilgisi” yorumlarına yanıt niteliği taşıyan şu fikirler ve kararlılık vardı:
“Sosyalizmden kapitalizme geçiş diye tutturanlar, ham hayal peşindeler. Küba Devrimi sarsılmaz ilkelere dayanmaktadır ve dayanmaya da devam edecektir. Küba “Ya Sosyalizm, Ya Ölüm!” sloganıyla yönetilecektir. Bazıları, akılları sıra ticaret yaparak bizi değiştireceklerini sanıyorlar. Hay hay, buyurup gelsinler. Gelenlerin başımızın üstünde yeri var. Biz böyle meydan okumalardan korkmayız. Bu devrim, kafa tutuyorlar diye korkmaz.”
devam edecek…

İdil Özkurşun

Kaynaklar:

1. Fidel Castro – İki Ses Bir Biyografi, Ignacio Ramonet, Doğan Kitap
2. Savaş Anıları, Ernesto Che Guevara, Ant Yayınları
3. Demokrasi ve Devrim – Günümüzde Latin Amerika ve Sosyalizm, D. L. Raby, Yordam Kitap
4. Latin Amerika: İsyan Hep Vardı!, Derleyen: Sibel Özbudun, Kaldıraç Yayınevi
5. Latin Amerika’nın Kesik Damarları, Eduardo Galeano, Sel Yayıncılık
6. Ekonomik Yazılar, Ernesto Che Guevara, Yar Yayınları
7. Dinle Yankee, Wright Mills, Ant Yayınları
8. Fidel Castro Konuşuyor, Lee Lockwood, F.R. Alleman, Yar Yayınları
9. Che’de Sosyalist Bilinç ve Geçiş Dönemi Ekonomisi, Carlos Tablada, Çözüm Yayıncılık
10. Sosyalizme Doğru, Ernesto Che Guevara, Yar Yayınları
11. Sosyalizm ve İnsan, Ernesto Che Guevara, Yar Yayınları
12. Vamos Bien – İyi Gidiyoruz, Fidel Castro, Nazım Kitaplığı
13. kubadostluk.org
14. Lanic.utexas.edu (Latin American Network Information Center)

Enerji meselesine yaklaşımlar: Kapitalizm ve sosyalizm*

3- Üretim ve insan “enerjisi”
Engels; insanın emeği yaratırken, emeğin de insanı yarattığını belirttir. Yani insanı insan yapan şeydir emek ve emeğin oluşumu da, gelişimi de toplumsal olarak ilerler. Yeni insanın öğrendiği şeyler, kültürel olarak nesillere akacaktır ve hâlen akmaktadır.
Bugün üretilen bir üründe, binlerce yıllık insan tarihinde milyonlarca kişinin emeği vardır demek yanlış olmaz. Fakat günümüz üretim ilişkilerinde, insanlar üretim bandında çalıştığı arabayı bile kendisinin yaptığının farkında değildir, çünkü ona tüketici denmiştir, üretici ise önceki makalelerde de bahsettiğimiz gibi şirketlerdir.
Yani dünyada üretimin çoğunu birkaç aile yapmaktadır, milyarlarca insan ise bunları tüketmektedir. Beyinlerimize ideolojik olarak sokulmuş fikir, bu şekilde söylenince komik gibi gelse de, maalesef toplumdaki yansıması böyledir.
Üretici insan, yaptığı işe tamamen yabancılaşmıştır, benzer şekilde kendi tarihine de. Böylece milyarlarca insanın ürettiği ürüne birkaç yüz aile sahip çıkmaya çalıştığında garipsenecek bir şey kalmamıştır.
Konumuzun “enerji” olduğunu hatırlatarak, bu gerekli girişten sonra yazımıza devam edelim.
Önceki iki yazıdan ilkinde, kapitalizmin enerjiyi ne kadar pervasızca kullandığını anlatırken, ikincisinde ise sosyalizmde insanın merkeze koyulmasıyla, gereksiz harcanan birçok enerjinden tasarruf sağlanabileceği ve tüm bunları yaparken de, hem nedenleri, hem de sonuçları itibariyle toplumsal ilişkilerin nasıl daha iyi bir şekle bürünebileceği üzerinde durmuştuk.
Aslında kapitalizmde de üretim toplumsaldır, yani ürünler fabrikalarda beraber üretilmektedir. Fakat üretimin planlanmasını elinde bulunduran şirketler, yine insanın birikmiş emeğinin ürünü olan makinaları, insana yarar sağlamak yerine, kendi kârlarını arttırmak için, insanları makinaların parçası hâline getirerek üretime yabancılaştırmıştır.
Daha önce de bahsettiğimiz gibi, bugünkü üretim teknolojisi ile sadece 3-4 saat çalışarak temel ihtiyaçlarımızı karşılayabilecek durumdayız. Buradan bakıp milyarlarca işçi üzerinden hesaplarsak, gereksiz yere harcanan insan enerjisini ortaya koyabiliriz.
Baştan söylememiz gerekir ki, insanlar üzerinden birazdan hesaplayacağımız enerji miktarı, sayıların ötesinde, niteliksel bir değişim de yaşamak zorundadır. Mesela bugün zorla işe giden birçok insan, kendi hayatını işin dışındaki hayat olarak tanımlamaktadır. Oysa ilk başta da dediğimiz gibi, aslında insanı insan yapan şey onun üretimidir. Bu yüzden ilk başta insanın üretime bu yabancılaşmasını kırmamız gerekmektedir.
Burada ise mevcut teknolojiyi kendi çıkarları için, insanları makinanın parçası hâline getiren kapitalizmin bilimi kullanma yöntemlerini değiştirerek yapmamız gerekmektedir.
Sosyalizm meselesi gündem edildiğinde sürekli örnek olarak verirler: “Bulgaristan’da, Sovyetler’de insanlar yan gelip yatıyormuş, zaten doyacaklarını bilen insanlar neden çalışsınlar ki?”
Üzerinde vurgu yaptığımız gibi, mesele teknik veya benzer anlama gelmek üzere salt ekonomik olamaz, olmamalıdır. O yüzden üretimdeki tekniği değiştirirken, insanları da ideolojik olarak neden üretim yapmamız gerektiğine ikna etmemiz gerekmektedir. Ve yine bu yüzdendir ki, sosyalizm ilk kurulduğu andan komünizme varana kadar, bu mesele büyük bir sorun olarak karşımızda duracaktır.
Aslında tembellik sorunu sosyalizm içinde bazı basit kurallar konularak çözülebilecekken, meseleyi temelden çözmediğimiz sürece, bir balon gibi şişmeye devam edecektir.
Bu yüzdendir ki vereceğim tüm örneklerde, insan emeğinin/enerjisinin doğru şekilde kullanılması, öncelikli olarak nitelik sorunudur.
İnsan için gereksiz olarak üretilen tüm ürünleri üretmeyi durdurduğumuzda ve gereksiz sektörleri kapattığımız da, niceliksel olarak bayağı bir enerji tasarrufu yapacağımızı söyleyebiliriz.
Kapitalizm koşullarında işçileri ucuza çalıştırabilmek, rekabeti arttırmak için kenarda bekletilen işsizler ordusu, gerçek işsiz rakamlarını düşününce yüzde 20’lere varmaktadır. Yine sayısal olarak düşünürsek, bu insanları işe kattığımız da, alın size yüzde 20 enerji daha.
Veya bu rakamın dışında bulunan sakat insanlar. “Engelli” insanların sayısı dünya nüfusunun yüzde 15’inden fazlasını oluşturuyor. Bu “engelli” durumunu yaratan ise kapitalizmin yarattığı şehirler ve onun için bir faydası olmadığı için çözmediği bir yaşam. Bazı yasalarla “engelli” insanların çalışma olanaklarının arttırıldığını biliyoruz ve sabah otobüse binerken yaşanan tabloyu düşündüğümüzde, kaç tane engellinin o otobüslere binebileceğini hayal edince, kapitalizmin bazı iyi niyetli gözüken şeylerinin ne kadar da gereksiz olduğunu anlayabiliyoruz.
Gelelim kadınlara. Çoğu kadın iş aramadığı için işsiz kategorisine bile katılmaz. TÜİK’in istatistiklerine baktığımızda çalışan kadın oranının yüzde 30’un altında olduğunu görebiliriz. Ve belli bir yaşın altını çıkarırsak, sadece Türkiye’deki nüfusun yüzde 20’si “kadın” olduğu için çalışmamaktadır. Tabii burada ev içi emeği bir kenara koyup, toplumsal ürün üretimini kastediyoruz.
Burada da aslında sosyalist bir toplumun çözebileceği bir sorundan bahsedebiliriz. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, aslında sorunun çözümü sadece niceliksel değildir ve sınıflı toplumla beraber kadına verilen toplumsal rol düşünülünce, mesele zaten niteliksel olarak çözülmelidir.
Bunun çözümü ise; kadına toplum olarak “bahşedilen” işlerin toplumsallaştırılmasındadır. Nedir bunlar; yemek yapmak, çocuğa bakmak, evi temizlemek vb.
Bir önceki makalede de bahsettiğimiz gibi, bir mahalleye aşevi yapmak, o mahalledeki binlerce kadını günde en az 3 öğün yemek hazırlamaktan kurtaracak, hem de ona ayırdığı vakti daha iyi kullanması, toplumsallaşması için zaman yaratılacaktır.
Benzer şekilde çocuk bakım evlerinin arttırılması, hem anneye birçok artık zaman verirken hem de çocuk kendi yaşıtlarıyla beraber büyüdüğü için gelişimi daha iyi olacaktır. Veya çocuk bakımında derinleşmiş kişiler sayesinde, çocukların gelişimi daha bilimsel ve rekabetten uzak olacaktır.
Çocuklara tecavüzlerin meşrulaştığı bugünlerin mantığıyla düşündüğümüzde birçok ebeveynin kabul etmemesi mantıklı görünen bu fikirleri ise başka bir dünyayı yaratma fikriyle beraber işlememiz gerektiğini düşünmemiz gerekmektedir. Yani toplumun her tarafına müdahale edilmesi, değiştirilip dönüştürülmesi gerekmektedir.
Çocuk evlerinin yaygınlaştırılmasını bugün birçok kapitalist ülke bile, belirli bir sınırda kalsa da sunabilmektedir.
Hatta bugün kâr amacıyla çocukların çalıştırılması, birçok kötü manzarayı bize sunsa da kendi gelişimleri için üretimin içine sokulan çocukların gelişiminin daha iyi olduğunu bilmekteyiz.
Evet, olaylara teknik olarak baksak bile; sakatları, kadınları, işsizleri, çocukları düşündüğümüzde elimize neredeyse yarıdan daha fazla enerji fazlası geçmektedir, ki meselenin sadece teknik olmadığını da ısrarla vurgulamaktayız. Tüm bu kişilerin emeği toplumsallaştıkça, aynı şekilde üretime yabancılaşmaları yok edilecektir ve aynı anlama gelmek üzere özgürleşeceklerdir, paralel olarak tüm toplum özgürleşecektir.
Benim burada yazdıklarım, sisteme karşı düşünen ve fikir üreten maalesef az sayıdaki insanın kolektif düşüncesidir. Tüm üretim sürecinde olduğu gibi, fikir üretim süreci de toplumsaldır. Ve sınırlı kaynaktan, kişiden edindiğim bilginin de belli sınırları vardır. Konuya daha çok insanın fikrini kattığımızda, bu düşünceleri daha çok kolektifleştirdiğimizde ve hatta bunları canlı olarak yaşayıp deneyimlediğimizde daha ileri fikirlerin çıkması bilimsel olarak daha yüksek orandadır ve çıkacaktır.
Ekim Devrimi’nin 100. yıldönümünün yaklaştığı bugünlerde, biraz umut olsun, biraz da yol göstersin diye yazılmıştır.
“Biraz daha sabır, biraz daha inat, kapının ardında bekleyen ölüm değil hayat”

Turgut Kaşıkçı

 

Suriyeli işçiler, milliyetçilik, sınıf kardeşliği

Bugün Türkiye’de yaşayan Suriyeli mültecilerin sayısı iki buçuk milyonu aşmış durumda. Bunların birçoğu büyük kentlerde yaşıyor ve geçimini sağlamak için çeşitli işlerde çalışıyor. Küçük bir kısmı kayıtlı ve sigortalı çalışsa da çoğunluğu kayıtsız, sigortasız, güvencesiz çalıştırılıyor. En ağır işlerde, en düşük ücretlerle çalışan Suriyeli işçiler adeta kelle koltukta yaşıyorlar.
Tabii ağır çalışma koşullarını ve düşük ücretleri kabul etmek zorunda oldukları için, patronlar da pek çok sektörde Suriyeli işçileri işe alıyor. Ağır sanayide, inşaatlarda, en tehlikeli işlerde Suriyeliler hiçbir güvenceleri olmadan çalışıyor. Tam da bu noktada patronlar, tilkiyi kıskandıracak kurnazlıklarını sergiliyorlar. Yerli işçiler en ufak hak talep ettiklerinde, tepki gösterdiklerinde “ayağını denk al, bak seninle aynı işi daha ucuza yapacak bir sürü Suriyeli var” diyorlar. İşte işçilerdeki sınıf bilincinin eksikliği ve milliyetçilik zehiri, bu noktada devreye giriyor. Suriyeli işçi, işini, ekmeğini çalmaya çalışan bir “yabancı” gibi gözüküyor. Halbuki patron aynı milletten ve sadece onun iyiliğini (!) istiyor. Bu aşamada işçi kendisine şu soruyu sormalıdır: Beni gerçekte kim sömürüyor? Görülecektir ki, kendi ülkesindeki işçiyi sömürmekte hiçbir sakınca görmeyen patron konu Suriyeli işçiler olunca bir anda milli duygulara kapılıveriyor. Elbette aynı şeyi her gün yalanlarıyla milliyetçilik zehirini pompalayan burjuva medya için de söylemek mümkün.
Tüm bu kışkırtmalar, yalanlar sonunda yerli işçi kendisini sömüren, üç kuruş ücretle canı çıkana kadar çalıştıran patrona değil, Suriyeli işçiye öfkeleniyor. Oysa Suriyeli işçi de tıpkı kendisi gibi ailesinin karnını doyurmak için yaşam mücadelesi veriyor. Üstelik Suriyeli işçi hem evini, işini, yurdunu, tüm yaşamını geride bırakmak zorunda kaldı, hem de en ağır, en tehlikeli, en düşük ücretli işlerde çalışıyor.
Sonuç olarak yerli işçinin, Suriyeli işçiyi dışlaması, ona karşı öfkelenmesi patronun ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yaramıyor. Patron bir yandan işçiyi Suriyelilere karşı kışkırtıp birlikte mücadele etmelerini engelliyor, diğer yandan sömürüyü daha katmerli hâle getiriyor.
Bütün işçi ve emekçiler bilmelidir ki, Suriyeli işçiler onların düşmanı değil, sınıf kardeşleridir. Bu ülkenin işçi ve emekçilerinin kaderi “yerli” patronlarla değil, Suriyeli işçilerle ortaktır. İşçi ve emekçiler Suriyelilere karşı düşmanca bir tavır almak yerine onlarla dayanışmayı büyütmeli, kendilerini sömüren patronlara, burjuvaziye karşı birlikte mücadele etmelidirler. Yaşadığımız toprakları kan ve gözyaşına boğan bu kirli savaşa, sömürüye, aşağılanmaya son vermenin yolu buradan geçer.

Baran Karakaya

Türkiye işçi sınıfı tarihinde işçi özyönetim deneyimleri ve kriz dönemlerinde özyönetimin olanakları

Bütün maden işgallerinde, işçiler civar köylerde yaşayan ve çalışmak için madenden başka, toprak, tarım gibi olanağı olmayan, bu olanakları ellerinden alınan işçilerden oluşuyorlar. Alpagut’ta, Suluova Yeni Çeltek’teki işçiler, kendilerini esir eden bu topraksızlaştırarak işçileştirme, kötü koşullarda çalışma cenderesinden çıktıkları gibi, birlik ve dayanışma içinde daha büyük başarılar elde ediyorlar. İflas eden, kötü yönetilen, iş güvencesi hiçe sayılan maden işletmesinin yönetimini ele aldıklarında, iş güvenliğini, çalışma koşullarını düzeltip tüm sosyal haklarını kazanarak üretimi başarıyla yürütüyor, önemli bir mücadele deneyimi kazanıyorlar. Ekonomik kriz kadar toplumsal kriz koşullarında da, üretimin özyönetimi ve özörgütlenme can alıcı önemde bir sorun olarak ortaya çıkıyor. On yıllar öncesinden Alpagut’ta ya da Yeni Çeltek’te madencilerin Soma maden işçilerine gösterdikleri gerçek budur.
Diğer yandan yakında yaşadığımız Kazova özyönetim deneyimi ya da Greif gibi fabrika işgallerinin artması vesilesiyle özörgütlenme, işçi özyönetimi ve bunun yeni örgütlenme, haberleşme, daha da ötesi sınıfsal dayanışma biçimlerini tartışmak giderek güncelleşiyor. Gezi İsyanı’nın sınıfsal niteliği ve bu isyanla ortaya çıkan iletişim, dayanışma ve haberleşme biçimlerini salt bilgilenme değil, sınıfsal eylem aracı olarak görmek, hatta üretimin yeniden örgütlenmesini sınıfsal temele oturtmak önem kazanıyor.
Özörgütlenme, tüm aciliyetini koruyan siyasal öznenin oluşturulması, siyasal katılımın yeni araçları konusundaki tartışmaların alternatifi değil, ama işçi sınıfının yeni bileşimlerinin, yeni örgütlenme dinamiklerini anlamak için yaşamsal bir tartışma gündemidir. Söz konusu bu yeni bileşimler, gerçekte eski çalışma koşullarında değil, yeni güvencesiz çalışma koşullarında çalışan yeni işçi kuşaklarıdır. Farklı üretim dallarından, bir bütün olarak toplumsal üretimin farklı alanlarına kadar yayılan geniş bir yelpazeyi oluşturmaktalar. Üretimden taşımacılığa, tezgâhtarlıktan yazılımcılığa ve bankacılığa kadar pek çok farklı alanda çalışan bu yeni işçi kuşaklarının kendi çalışma koşullarına uygun, bu koşulların onlara kazandırdığı yeni teknolojiler ve yeni iletişim araçlarıyla özörgütlenme dinamikleri üzerine düşünmek, giderek önemli hale geliyor.
Özörgütlenme, Sovyet deneyimlerinden sonra yersiz biçimde hor görülen bir fikre dönüştü. Üretenlerin yönettiği özörgütlenmeler çeşitliliği olarak başlayan bir deneyim olan Sovyetler Birliği’nin dağılması, hem bir özörgütlenme hem de özyönetim organları olarak Sovyetlerin, İşçi Konseyleri deneyimlerinin hak etmediği biçimde gözden düşmesine neden oldu. Üstelik bu özörgütlenmelerin tam da can alıcı önemdeki olumlu yanları, yeni kuşaklar tarafından tamamen tarihte kalan tozlu ve sıkıcı sayfalar ya da geçmişin hayaleti gibi bir yana bırakıldığı gibi, konuyu sahiplenmesi gerekenler tarafından da kapsamlı ve eleştirel bir değerlendirmesi yapılmadı. Hâlbuki, 21. yüzyılın yeni isyanlarında ortaya çıkan alternatif toplumsal ilişkiler kurma arayışları, bu önemli deneyimlerden öğrenme, geçmişle eleştirerek bağ kurma olanağını da yaratıyor.
Aslında özörgütlenme fikri 20. yüzyıl boyunca farklı şekillerde varlığını sürdürdü; kimi zaman fabrika işgalleri, halk komiteleri, yerel yönetim denemeleri biçimine büründü. Kimi zaman alternatif bir yaşamın üretilmesi için arayışlarda (ekolojik bir yaşam ya da parasız bir ekonomi arayışı gibi), toplumsal mücadelenin içindeyken daha sonra dışında kalan adacıklar haline büründü. Farklı tarihsel dönemlerde özörgütlenme ve özyönetim farklı özgül biçimler alsa da, kapitalist üretime karşı gelişen mücadelelerde “başka bir toplumsal üretim ilişkisi mümkün mü?” sorusu yeniden ve yeniden ortaya çıktı.
Türkiye işçi sınıfı tarihi de özyönetim açısından önemli bir birikim taşıyor. 1900 ve 1923 Mürettipler grevi, 1969 Alpagut ve 1980 Yeni Çeltek deneyimleri bu açılardan önemli dersler sunuyor.[1]

Türkiye Tarihinde İşçi Özyönetimleri:
İstanbul Dizgicileri
İlginçtir, işçi sınıfı tarihine dair belgelerde bu topraklardaki ilk özyönetim deneyimi 1923 Mürettipler grevi olarak geçer, ancak bizzat Mürettiplerin bu grevleri sırasında kendi çıkardıkları gazetelerinde bir başka özyönetim deneyiminden bahsedilir. 20. yüzyılın başındaki bu özyönetim deneyimini yine mürettipler gerçekleştirmiştir. Yazar belleğine dayandığı için gazetedeki anlatımından tam tarihi kestirmek güç, ama ona göre, 1900 ya da 1901 yılı içinde İstanbul’daki basın emekçileri, mürettipler, muhabirler, yazarlar, gazete sahiplerine karşı birleşerek kötü çalışma koşulları ve ücretlerin ödenmemesi nedenleriyle greve giderler. Dizgi işçileri grevle sonuç alamayınca, Abdülhamid’in baskıcı yönetimine rağmen, matbaaya el koyarak kendi gazetelerini (Saadet) çıkarırlar.[2]
Bugüne kadar ilk diye bildiğimiz özyönetim deneyimi ise bundan sonra 1923’te gerçekleşir. Matbaalarda gazete, dergi, kitap vb. dizgisini yapan dizgi işçilerinin, yani Mürettiplerin grevi İstanbul’da 6 Eylül 1923’te başlayıp 20 Eylül 1923’te biter.[3] İşgününün uzunluğu ve çalışma koşulları yüzünden başlayan bu grev sırasında dizgi işçileri, kendi yönetimlerinde iki gazete basarlar. Bunlardan ilki Dizgiciler cemiyetinin gazetesi olan Haber’dir; ikincisi ise Adil’dir.[4] İşçiler, bu gazeteler aracılığıyla greve gidiş nedenlerini kamuoyuna duyurmaya çalışırlar. Gazetenin basımı ve iş yerinin yönetimi tümüyle grevci işçilerdedir. Ne yazık ki, günümüzde konuyla ilgili kaynak sınırlıdır; Mete Tunçay’ın verilerine göre, 1923’ün Temmuz-Eylül ayı arasında toplam 100 dizgi işçisi grev yapmıştır; ancak bunların ne kadarının özyönetim deneyimine katıldığına dair bilgi elimizde yok. İşçilerin yönettiği matbaalar, patron gazetelerini basmadığı için, patronlar Tanin matbaasında bastırılan Müşterek adında ortak bir gazete çıkarır; greve kara çalan yazılar yayımlatırlar. Bunun üzerine 12 Eylül 1923 sabahı işçiler bu matbaayı basarlar.
Toplumsal hareketin yükseldiği bir dönem olan 1922-1923 yıllarında işçi hareketi ikiye bölünmüştür. Bunun izleri dizgiciler grevi öncesinde 1 Mayıs 1923’te görülür. Daha uzlaşmacı bir çizgide olan Umum Amele Birliği 1 Mayıs’ı Sultanahmet’te kutlar. Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası ise Dizgiciler Derneği’nde (Mürettibin Cemiyeti) dizgiciler ve diğer işçilerle bayramlaşır. Görülen o ki, daha sonra iş yerinde üretime el koyacak olan dizgiciler, 1 Mayıs’ı sosyalistlerle kutlamışlardır. Bu da grevin ve özyönetimin siyasal hareketlerden etkilenmiş olabileceğini göstermektedir. Dizgicilerin özyönetimi, 20 Eylül 1923’te hükümetin aldığı önlemler sonucunda sona erdirilmiştir.[5] Dizgi işçilerinin özyönetim deneyimi hakkında bilgiler şimdilik bunlarla sınırlıdır. Ama Cumhuriyet’in ilk özyönetim deneyimi olan Alpagut Madencilerinin işgal ve özyönetimine dair bilgiler daha geniştir.

1969 Alpagut İşçi Özyönetimi
1969 yılında Çorum’a bağlı Alpagut Linyit İşletmeleri’nde çalışan 786 işçi bir forum düzenler. Haklarını aramak için aylardır yaptıkları eylemlere ve greve yanıt alamayınca, forumda alınan karar doğrultusunda 13 Haziran 1969’da kötü işletilen işletmenin yönetimini ele geçirirler.
Alpagut Linyit İşletmeleri, çimento sanayiine ve bölgeye linyit kömürü üreten, Özel İdare’ye bağlı maden işletmesidir. İşletmede kimi zaman siyasal torpil ve şişirmeyle 900’ü aşan işçi çalışmakta; 1969’da ise bu sayı 786 işçi ve buna eklenen memur ile yöneticilerden oluşmaktadır. İşgale kadar, işçilerin iki aydan fazla süredir ücretleri ödenmemiştir. Ocaklarda iş güvenliğini sağlayan tek bir mühendis vardır, o da rapor vb. nedenlerle aylardır iş yerine uğramamıştır.[6] Maaş aldığı halde ocağa gelmeyen personel vardır, bunlar siyasal kadrolaşmaya göre yüksek maaşlarla işe alınmıştır. Siyasal rüşvetlerle yönetici konumuna getirilen insanlar, madene bile uğramadan para almakta, özel idare ücretleri ödemezken, siyasal kayırmacılıkla kimi özel işletmelere ya da yine devlet işletmelerine veresiye kömür vermektedirler.
İşçiler, Çorum ve Havalisi, Birleşik Maden İşçileri Sendikası’nın örgütlediği eylemler ve grevler yaparlar. Sonuç alamayınca, sendikalı işçilerin de öncülük etmesiyle işletmeyi işgal ederek kendileri üretim yapmaya başlarlar. Ücret alacaklarının verilmesi, torpil ve yolsuzluğun sona erdirilmesi, iş güvenliğinin sağlanması, ocakların daha iyi yönetimi için Türkiye Kömür İşletmeleri’ne devredilmesi gibi talepler, işçilerin ilk talepleridir. Sendika başkanı ve genel olarak sendika özyönetime mesafeli dursa da, Alpagut şubesindeki sendikalı işçiler, işgal ve özyönetimde başı çekerler. İlk yapılan, vardiyası biten işçilerin yönetim bürosunda ve kömür depolarında denetimi sağlayarak nöbet tutması, vardiyası gelenlerin ise ocaklara inerek üretimi sürdürmeleridir.
Özyönetimin temel organları; tüm işçilerin oluşturduğu genel işçi kurulu ile onların seçtiği işçi konseyidir. İşgale ve üretime katılan tüm işçiler, üretimi yönetmek, satışı düzenlemek ve kontrol etmek gibi yürütme işlerini üstlenen bir İşçi Konseyi seçerler. İşçi Konseyi; tüm işçileri temsil etmektedir, ona karşı sorumludur ve haftalık raporlar verir. Bu raporlar, satış miktarı ve satışlardan elde edilen gelirlerin olduğu kadar üretimin devam etmesi için gerekli harcamaların da açık bir dökümünü yapar. Gerektiğinde gazetelere bu dökümler verilerek, patronların kara çalmalarına yanıt verilir. Muhasebecilerden bir kısmı işgale katılmasa da, katılanlar gelir ve gider hesaplarını yaparlar, işçi konseyinin satış kurulu bu hesabı denetler. Bu işçi kuruluna, işçi konseyinin mali sekreteri başkanlık yapmaktadır.
İşçi Konseyi, üretilen kömürün satışını daha önceki yönetimin aksine peşin yapma kararı alır ve bunu sıkı biçimde uygular. Peşin satışlardan elde edilen gelir artar. Bu gelirden, üretimin sürmesi için gerekli harcamalar (maden direği, akaryakıt gibi) çıkarıldıktan sonra kalan para, işçiler arasında dağıtılır.
Üretimden elde edilen net gelirin, nasıl bölüşüleceği de tüm işçiler arasında tartışılır. Genel karar, alacakların öncelikle ödenmesi üzerinedir.[7] İşgalin 27. gününde ücretler düzenli ödendiği gibi işçilerin Nisan ayı alacakları da kapanmıştır. Henüz işgalin ikinci gününde yapılan genel işçi kurulu toplantısıyla; işletmeye uğramayan müdürün, muhasebe müdürünün ve işçilerin ikna çabalarına rağmen rapor almaya devam eden mühendisin işine son verilir. Çorum Valisi’nin temsilcilerle makamında görüşme talebine, görüşmenin tüm işçilerin gözü önünde, işletmede yapılması gerektiğine karar verilerek red yanıtı verilir.
İşçi Konseyi, çalışmayı ve üretimi düzenler. Üretim artar, üretim kapasitesi de artar. İş güvenliği sağlanır, ODTÜ’den gelen duyarlı mühendisler denetimlerde bulunurlar. İşçiler, artık muhasebeyi şeffaf yapmakta, kontrol etmektedirler; üretilenden elde edilen gelirin bilgisine sahiptirler. Bu gelir arttıkça, ücretlerini ve eski yönetimden kalan borçlarını hızla karşılamaktadırlar. Bu yüzden İşçi Konseyi’nden bir işçinin dediği gibi “işçiler işlerine dört elle sarılırlar”. “Artık işçi ocağı kendi malı gibi değerlendiriyor, bu emeği de para olarak değerlendirildiğinden durumundan memnun”dur.[8]
İşçi yönetiminde üretim; henüz iki hafta içinde yaklaşık %50 artmıştır. Üretimden gelen gelirle alacakların ve ücretlerin düzenli ödenmeye başlanması, işçilerde büyük bir özgüven gelişmesine yol açmıştır. Civar köylerde oturan aileleri ve yakınlarının özyönetime desteği giderek artmıştır. İşçi yönetiminin kökleşmesi, bu yönetimi sona erdirme çabalarını da artırır. Daha önce işçilerin beceremeyeceğini düşünerek atıl kalan yetkililer, harekete geçerler. İl Genel Meclisi toplanır. Vali, İçişleri Bakanlığı’na giderek Türkiye Kömür İşletmeleri Genel Müdürlüğü’nün madeni devralması için incelemelerde bulunmasını talep eder.
İşgalin ilk günlerinde eski yönetim yanlısı kimi işçiler, üretimi sabote eder; kartvizitle işe alınmış bazı işçiler işe uğramazlar, uğrayanlar ise ortak belirlenen çalışma düzenine uymazlar. 40’a yakın böylesi eski işçi, tüm işçilerin kararıyla işten çıkarılır.
İşçilerin kurduğu işçi satış kurulu, işçilerin inisiyatifini iş yerinden satış alanlarına genişletir. İşçi özyönetimi, eski yönetimin uygulamalarını ortadan kaldırır. Alpagut’ta üretilen kömür, daha önce patronlar tarafından devlet işletmelerinden özel işletmelere doğru, torpil ve yandaşlıkla dağıtılır; sıra köy halkına hatta köy okullarına hiç gelmez. Oysa İşçi Yönetimi ile birlikte köy okullarına öncelik verilmesi, köy halkına danışılması, özyönetimin toplumsal meşruiyetini de hızla yayar. Yolsuzluğun, karaborsanın ve fahiş fiyatın kaldırılması da halk içinde meşruiyeti büyütür. Satışlar sırasında yolsuzlukların önü alındığı gibi, kömürün köylere dağıtılması sırasında fahiş fiyatın da önüne geçilir; bu şekilde karaborsacılık engellenmiş olur. Zaten babası, kardeşi, eşi madende çalışan köylüler tüm gözünü madene dikmişken, işçi özyönetiminin bu olumlu sonuçları herkesi etkiler. Kararların oluşumuna katılmak özyönetime verilen desteği de güçlendirir. Ta ki, 16 Temmuz 1969 akşamı, Ankara’dan getirilen Jandarma Birliği ocakları ve kuvvet santralini ele geçirip işçi yönetimini sona erdirene dek.
Devletin müdahalesi ile birlikte sendikalı olan ve başı çeken işçiler işten atılır. Ama Alpagut işçilerinin, ücretler ve işten çıkarılanlar için eylemi devam eder. 34 günlük özyönetim, işçi tarihine önemli bir deneyim bırakır. Alpagut işçilerinin deneyiminin etkisi hızla yayılır.
Türkiye işçi sınıfı tarihi açısından diğer önemli bir özyönetim deneyimi ise 1980’de başlayıp 33 gün süren Yeni Çeltek Maden İşletmesi’ndekidir.

Maden İşçisinin Özyönetimi
Amasya’nın Suluova ilçesinde bulunan Yeni Çeltek Maden İşletmesi, kömür üretmektedir ve üretimi büyük oranda şeker fabrikalarına enerji için gerekli kömür üretimine dayanmaktadır. Dolayısıyla bölgedeki önemli bir üretim zincirini birbirine bağlar. Şeker üretimi, şeker pancarı üretimine bağlıdır. Kömür üretimi, şeker üretimine enerji sağlamaktadır. Böylelikle Maden İşletmesi ve Şeker Fabrikası, hem madencinin hem köylünün küspe, pancar gibi yükü kamyona yükleyen yabacıların, kamyoncuların ve bölge halkının tüm kaderini belirliyordu.
Bölgede yerleşik olan sendikanın yöneticisi aynı zamanda kömür nakliye filosunun da sahibi olan ‘Satışoğlu’ lakaplı Mehmet Yılmaz idi ve işverenlerle birlikte işçileri, kimi zaman silahlı çatışmalara varacak biçimde çete usulü tahakküm altına almıştı. İşçi ücretlerini ve çalışma koşullarını Satışoğlu’nun sendikası saptıyordu. [9] Tam da bu kötü koşullara karşı Yeraltı Maden İş Sendikası, Yeni Çeltek’te hızla örgütlenmeye başladı. Kurulduktan sonra DİSK’e katılan bu genç sendika, Satışoğlu’nun çete sendikasıyla kısa zamanda karşı karşıya gelir. Yeraltı Maden İş, bu mücadelenin içinde sendikalaşır ve bölgedeki çete egemenliğini kırar, toplu sözleşmelerde hak sahibi olur. Bu sadece madenciler için değil, yabacılar, şeker pancarı üreticisi köylüler için de önemli bir gelişmedir; çünkü böylelikle pancar fiyatları, pancar ve kömür nakliye fiyatları, yabacıların ücretleri gibi pek çok konuya işverenle birlikte hâkim olan Satışoğlu’nun işçi simsarlığı ve tüccarlığının etkisi kırılmıştır. Madenciler, Yer altı Maden İş sendikasında örgütlenerek, kötü çalışma koşullarına karşı 1976’dan sonra defalarca grev yaparlar; bu grevler yükselen işçi hareketinin de etkisiyle sadece ekonomik talepleri değil, siyasal talepleri de gündemine alır.
1980’e gelindiğinde, Yeni Çeltek işletmesinde uyuşmazlıkla sonuçlanan toplu sözleşmeler karşısında yönetimin tutumu bu sefer daha farklı olur. Henüz toplu sözleşme uzlaştırma toplantıları devam etmekteyken, işçilerin grev kararına karşılık ocakların zarar ettiği gerekçesiyle şirket yönetimi ocakları kapattığını açıklar. Bunun üzerine, grevin yetmeyeceğini görerek, 26 Nisan 1980’de işletmeyi işgal eden işçiler üretimi sürdürürler.
890 işçi, 33 gün boyunca işçi özyönetimini hayata geçirir. Sendikanın önerdiği toplu sözleşmede, işçilerin 20 kişilik komiteler kurarak yönetime katılması zaten yer almaktadır. Sendikanın öncülüğünde işçiler, bu komitelerden oluşan Konsey’le üretimi ve dağıtımı örgütlerler.
Her biri 20 işçiden oluşan, işçilerin söz ve karar haklarının olduğu komiteler, işletmeyi kâra geçirir. Müessesenin iddialarının tersine, haftada 2.5 milyon kar sağlandığı açıklanır. İşçiler gerekirse hesapların tüm denetçilere açılabileceğini de açıkça belirtirler.
Komiteler üzerinden katılımcı ve üretimin, hesapların şeffafça planlandığı bu özyönetim deneyimi, üretimden dağıtıma ve satışa doğru genişledikçe, işletmenin dışını da etkiler. Kömürün satış ve pazarlaması, halkla birlikte yapılır. Kurulan komiteler aracılığıyla köylerde karaborsa ortadan kaldırılır. Köylerin yakacak sorunu çözülür. Kömür doğrudan işletmeden halka dağıtılır. Yükleme boşaltma işinden, kamyona kadar maden işçileri ile yabacılar dayanışma içinde davranırlar.
Özyönetimin kendi kendini yönetme ve katılım pratiği genişledikçe, toplumsal meşruiyeti artar. Dahası, kendi özgüveni ve özgücüne sahip çıkması; maden dışındaki köy komiteleri ve işçi derneklerine de örnek olur. Böylece özyönetim devam ettikçe, madendeki komiteler ile köy komiteleri, yaba işçilerinin dernekleri, öğretmen örgütleri (TÖBDER), köy dernekleri ile her alanda dayanışma ilişkisi genişler. Çetelerle mücadelede, bu komiteler ve maden işçilerinin özyönetim komiteleri dayanışma içinde birlikte hareket ederler. Genel olarak toplumsal hareketi parçalamak, bölgede yükselen işçi hareketini bölmek için Çorum, Maraş, Amasya’da faşist provokasyonlar hazırlanırken, bunların erken örnekleri Yeni Çeltek’te gerçekleşir, ancak özörgütlenmeler yüzünden etkili olamaz.
Hatta iş güvenliği ve maden verimi için önemli olan teknolojik bir değişim, yine özyönetimin kendi çabasıyla yapılır. Başka madenlerde yabancı firmalarca yapılan skipdesandre (meyilli galeride skip nakliyesi) kurulumu özyönetim işçileri tarafından gerçekleştirilir.
Özyönetim komitelerinin önemli bir deneyimi de işçi işe alımlarıdır. İşçi ihtiyacı olduğunda özyönetim, köy komitelerine ve bölgedeki derneklere haber gönderir. Komite ve dernekler de işe en çok ihtiyacı olanı belirler. Hangi partiden olduğundan bağımsız, emekçi olması, direnişe sempatiyle bakması, işe ihtiyacı olması temel belirleyicilerdir. Çetin Uygur’un söylediğine göre, işçi ilanının yanı sıra, iş talebi de madende bir panoda duyurulur. [10] Özyönetim komiteleri ve köy komiteleri birlikte karar verirler.
Sonuçta 890 kişiyle başlayan ve 33 gün süren özyönetim, tüm bölgedeki köylerde özörgütlenmeleri teşvik eder; bölge işçileri ve köylüleri de madendeki özyönetim etrafında birleşip gelişirler.
Özyönetimin son günlerinde, Valilik ve Bakanlık yetkilileri, işçi servis araçları ile kömür kamyonlarına el koyar, işletmenin telefonlarını keserler. Bu durum, üretimin yavaşlamasına ve bunun yol açabileceği yangın ya da grizu patlaması tehlikesi nedeniyle iş güvenliği sorunlarına neden olur. Sendika bu yüzden, 29 Mayıs’ta üretimi ve iş yerini terk etmeme eylemini bitirir ve greve başlar. Yeni Çeltek Maden İşletmesi’ndeki grev, 12 Eylül 1980 darbesiyle bastırılır.[11]

İşçi Özyönetimlerinin Bazı Temel Özellikleri
Bütün işçi özyönetimlerinin temel özelliği, yönetime katılımın, üretimin ve bölüşümün, yapma ve karar alma süreçlerinin ortaklaştırılmasıdır. Bu sürecin ortaklaştırılması; işçi hareketinin bizzat kendisine özgüven katar, üretimin yönetilmesi ve bölüşülmesi konusunda kendi çevresinden başlayarak tüm topluma özgüven ve özlemlerinin ete kemiğe bürünmesi anlamında gelecek güvencesi verir. Tüm bu ortaklaşmacı yaşamın sadece duyurulması değil, şeffaf biçimde tüm katılım süreçleriyle alenileştirilmesi, yani tüm toplumun bilgisine ve giderek katılımına açık hale getirilmesi, toplumsal hareket için eşsiz bir deneyimdir. Üstelik çoğu zaman hukuka ve yasalara aykırı ya da onların dışında yürüyen toplumsal hareket için bu tam bir meşruiyet zemini yaratır ve bu zemini genişletir. Üretime girdi sağlama, üretilenin satışı, dağıtımı, geliştirilmesi, bunların hesabının açıkça ve toplumla tartışılarak yapılması, hele de bu meclis, forum, komitelerin benzerlerinin yaşamın diğer alanlarında türemesi, bu meşruiyet zeminini hızla genişletir.
Böylelikle, kriz dönemlerinin yıkıntısı içerisinde işsiz ve güçsüz kalan işçi sınıfı yerine, özörgütlenmeye ve kendi yönetimine sahip işçilerin özgüveni oluşur. Bunun belli başlı sonuçları şöyle özetlenebilir:
• Üreten işçiler, yönetebileceklerini görürler.
• Üretimi bir bütün olarak görme olanağını yakalarlar. İşyerinde çalışan tüm kesimlerin ücretlerini gördükleri gibi, kendi ücretleri ile üretimden gelen gelir arasındaki farka patronun nasıl el koyduğunu da apaçık görür ve çıplak sömürünün bilincine varırlar.
• Üretilenden elde edilen gelirin tüm işçiler arasında bölüşülmesi, işçilerin fabrikayı sahiplenmesini sağladığı gibi, özel mülkiyet fikrini de sorgulamalarını sağlar.
• Bu ortaklaşma, sadece işçilere değil, çevrelerinde ilişkiye geçtikleri toplumsal gruplara da özgüven kazandırır. Özyönetimin şeffaf bir şekilde toplumun bilgisine sunulması, sadece onun meşruiyetini artırmaz; aynı zamanda daha geniş kesimler tarafından sahiplenilmesini birlikte getirir. Böylelikle toplumsal dönüşüme bir kapı aralar.
• Üstelik çoğu zaman bu tür özyönetimler, hukukun dışında, kendisine yeni bir alan açarak yürüyen toplumsal hareketler biçiminde gelişirler. Bu özyönetimin diğer alanlarla birleşmesi, tam bir meşruiyet zemini yaratır.
• Üretime girdi sağlama, ürünlerin satışı, dağıtımı, geliştirilmesi, hesapların şeffaf ve üreten işçilerden başlayarak diğer toplumsal kesimlerle tartışılarak yapılması bu meşruiyet zeminini hızla genişletir. Bu yönüyle, meclis, forum ve komite gibi özörgütlenme organlarının hayatın diğer alanlarında türemesine katkı sunabilir.
• Başarılı özyönetim deneyimleri üretimi, satışı ve bölüşümü örgütlerken toplum kesimlerinin desteğini ve dayanışmasını sadece tüketim alanında bulmamaktadır. Yeni Çeltek örneğindeki gibi yaba işçileri, pancar üreticileri gibi sınıfsal kesimlerin üretimden gelen kapasitelerini de harekete geçirmelerini sağladıkları için başarılı olmaktadır.

Özyönetim Deneyimlerinin
Günümüzdeki Olanakları
Yakın zamanda gördüğümüz özyönetim ve işgal deneyimleri de bu özellikleri kısmen gösterdiler ve önemli olanaklara işaret ettiler. Geçtiğimiz yıl Kazova işçileri de fabrikayı işgal ederek üretime başladılar. İstanbul Bomonti’de bulunan, 1947 yılında kurulmuş Kazova tekstil şirketinde çalışan işçiler birden kapı dışına kondukları gibi, aylarca maaşlarını alamadılar; kıdem ve ihbar tazminatları da ödenmeden sokağa atıldılar. Bunun üzerine eylemlerle seslerini duyurmaya çalıştılar. Gezi Parkı isyanlarının verdiği güçle de, fabrikadan makinelerin çıkarılmasını engellemek için yine bir Haziran günü fabrikayı işgal ettiler. İşgal ettikleri fabrikada üretime başlamaları ise daha sonra gerçekleşti. Gezi İsyanı sonucu ortaya çıkan forumlar, başta Tatavla Forumu, Şişli Forumu gibi pek çok forum da onlara destek verdi. Greif işçileri ise taşerona karşı mücadelede önemli bir deneyimi yansıttılar. Üretimde farklı farklı taşeronlardan işçileri birleştirdikleri gibi, bu mücadeleyi diğer fabrikalara sıçratmak için de önemli bir çaba gösterdiler, işçi sınıfı tarihi açısından deneyim biriktirdiler.
Günümüzde özyönetimin bir imkân ve gerçeklik haline gelmesi için bazı olanaklar var. Birincisi, normal şartlar altında işçi sınıfının kolektif bilinç ve eylemini sınırlandıran üretimin parçalanmış yapısının, bu parçalar arasında kurulacak mücadele bağları ve özyönetim ağları yaratmaya olanak tanımasıdır. Uzun zamandır üretim, geleneksel fabrikanın bünyesinde yapılan pek çok işin (pazarlama, satış, reklam, güvenlik, temizlik, lojistik) fabrikanın dışında yapıldığı bir nitelik kazanmış durumda. İşçi sınıfının farklı kesimlerinin bu farklı alanlara dağılması özyönetim deneyiminin farklı alanlardaki işçileri (‘mavi yakalı’lardan ‘beyaz yakalı’lara) bir arada örgütlenmeye çağırmasını da gerektirir. Dahası özyönetim deneyimleri ile diğer türden özörgütlenmeler (forumlar, işçi meclisleri) arasında sınıf bağları kurulmasının olanakları da böylelikle açılır.
Haziran İsyanı’ndan bugüne, forumların, farklı özörgütlenme deneyimlerinin işlevlerinin zayıflamasına bakılarak bu olanaklar göz ardı edilmemelidir. Çünkü unutulmamalıdır ki, ekonomik krizler ve toplumsal bunalım dönemlerinde bu tür özörgütlenmeler kitlelerin belleklerinde canlanma potansiyeli taşırlar. Dahası can havliyle sarılınan, temel olanaklar haline gelebilirler.
Haziran İsyanı’ndan sonra gelişen özörgütlenme nüveleri olarak park forumları ve bir işçi yönetimini düşünerek yeni işçi kuşaklarının özörgütlenme potansiyellerine örnek verebiliriz. Örneğin, işçi yönetiminin üretimde ihtiyaç duyduğu emeği, hatta mühendislik ve teknik emeği kamuoyuna duyurması, forumlardan talep etmesi olanaklardan birisidir. İşsizliğin yoğunlaştığı dönemlerde bu, etkinliği ve meşruiyeti toplumsallaştıracaktır. Teknik emeği, mühendisliği de, yani işçi sınıfının diğer kesimlerini de mücadeleye katacaktır. Bir mücadele deneyimi olarak belki daha da önemlisi ise, işgal ve üretime başlama sürecinin başında iş yerini bu hale getiren, aylarca ücretleri, kıdem ve ihbar tazminatlarını ödemeden bırakan patrona ait finansal ve vergi bilgilerinin, bankacılık ya da gelirler idaresi alanında çalışan işçilerden elde edilmesine dair sendikalara, forumlara bir çağrı yapılması örneğidir. Bir başka örnek, üretim için gerekli girdileri uygun ve nitelikli biçimde elde edebilmek için tedarikçi bağları, iş ve ticaret ilişkileri yerine, bu tedarikçi işletmelerde çalışan işçilerin bilgisine başvurmaktır. Bu başvuru, forumlar ve sendikalara yapılan çağrılarla olanaklıdır. Böylelikle, sadece forumlar ve diğer özörgütlenmeler, özyönetim sürecine destek olmayacaklar; aynı zamanda bu forumlarda, sendikalardaki işçi sınıfı kesimleri de üretimdeki güçleri ve kapasiteleriyle özyönetim deneyimine destek vermiş olacaklardır. Özyönetim, eylemli sınıf dayanışmasının olanaklarını açacaktır.
Özyönetim, işçi konseyi, meclisi gibi yönetim organları eliyle, karar alma süreçlerine tüm işçileri katmaya çalışarak yönetimi katılımcılaştırdıkça, şeffaflaştırdıkça pekişir. Özyönetimin mücadele ve üretim sürecinde yaşadığı sorunlar, ihtiyaçlar, özörgütlenmelerin sorunu, ihtiyacı haline geldikçe olanaklar yayılır ve artar.
Dolayısıyla özyönetim deneyiminin forumlarla, diğer özörgütlenmeler ve sendikalarla koordineli yürümesinin sınıfsal dayanışmayı güçlendirmesi beklenebilir. Gezi Parkı sonrası oluşan forumlardaki katılımcı süreçlerle fabrika işgallerindeki özyönetim pratikleri de bu bağlamda birbirinden öğrenebilir. Kazova işgaline Şişli ve Tatavla gibi forumlarının verdiği destek, dayanışmanın ötesine geçerek somut işbirliği mekanizmalarını zorlayabilirdi.
Kriz dönemlerinde, işsizlik, pahalılık, borçlanmaya karşı kurulacak özörgütlenmeler, şekilleri ne olursa olsun, iflas eden işletmeleri çalıştıran işçilerin özyönetim deneyimleriyle irtibata geçebilirler.
İkincisi teknolojik açıdan da üretimin altyapısı, farklı birimler arasındaki iletişimin sağlanmasına, farklı işçi gruplarının şeffaf katılımıyla kararlar alınmasına da müsait. İhtiyaçların tespiti, üretimin planlanması, finansal planlama, bölüşüm hesaplamaları, pazarlama, mühendislik ve bakım onarım hizmetleri gibi pek çok alanda katılımcı bir sistemin teknik donanımını gerçekleştirme şansı var. Gezi Parkı eylemlerinin işaret ettiği gibi kapitalist toplumsal yeniden üretim döngüsünün farklı aşamaları için üretilen ve elzem olan araçlar, mücadele anlarında birden tersyüz edilerek, toplumsal hareketler tarafından kullanılabiliyor. Kullanılabiliyor, çünkü onları kullananların büyük bir kısmı, zaten bu tür bir teknoloji üretimi işiyle dolaylı ya da dolaysız ilgili yeni işçi kuşağı. Ya da bu yeni işçi kuşağı, ‘işgücü pazarı’na girebilmek için bu iletişim teknolojilerini kullanmaya yatkın olmak zorunda. Üretimin tedarik zincirini, envanter kontrolünü, bilgi akışını, finansal bilginin devrini hızlandıran, elektronik pazar alanını büyüten mobil telefon ve internet sistemleri, bu sistemlerin ağ uyarı ve ileti mekanizmaları, birden sosyal medya ağı, bilgi yayma ve mücadele etme araçlarına dönüyor. Neden benzer teknolojiler, var olan özyönetim pratiğinin karar süreçlerini, ihtiyaçlarını duyurmasının bir aracı olmasın? Sadece satışın planlanması değil, bundan önce özyönetimin ihtiyaç duyduğu emeğin, girdilerin ortak planlanmasının aracı olmasın? Örneğin, ihtiyaç duyulan iplik ya da eş zamanlı gelişecek özyönetim pratikleri için de kullanılmasın? Neden bir üretimin bütün safhaları (hammaddeden tüketim anına kadar) katılımcı süreçlerle gerçekleştirilmesin? Haziran İsyanı ile daha da görünür olan olanaklara, yani yeni iletişim teknolojilerinin bilgiyi kamusallaştırma olanaklarına bakmak önemlidir. Özörgütlenmenin karar süreçlerinin ve üretim süreçlerinin kamuya açılması gözetildiğinde, bu sadece ‘sosyal medya’yı kullanmak, internetten yararlanmak, eylemi duyurmak değil, özyönetimi yayılan halkalarla eşgüdümlemeye yarayacaktır.
Tek tek patronları alt etmek, bir ya da birkaç fabrikada patronsuz üretim yapmak, toplumsal üretim ilişkilerini dönüştürmese de, işçilerin kendilerinin katılımcı bir tarzda üretimi yönetmeleri, elde edilen değeri bölüşmeleri, özyönetimin eşsiz kazanımlarından biridir. Bu kazanımın en can alıcı yönü, özellikle içinde yaşadığımız çağda, bir bütün olarak kâra dayanan, iş güvenliğini, iş güvencesini, insanların işsizliğini hiçe sayan sonuçları itibariyle ölümcül bir üretim sisteminin yerine, toplumsal yeniden-üretimin tekrardan ve üretenlerce örgütlenebileceği olasılığını canlı olarak gündeme getirmesidir.

Özgür Narin

* DİSK-AR dergi 3. sayıda yayınlanmıştır.

DİPNOTLAR:

[1] Bunların dışında da özyönetim deneyimleri vardır. Örneğin 9 Haziran 1970’te Günterm Isı Sanayi fabrikasında çalışan 80 işçi maaşlarını, kıdem tazminatlarını alamadıkları için 40 gündür sürdürdükleri direnişi, işgal ve özyönetime dönüştürürler. Fabrikanın patronları kayıplara karışmıştır. Bunun üzerine işçiler, içerideki alacaklarını ve kıdem tazminatlarını karşılamak için üretim yaparlar. Mart-Nisan alacaklarını karşılamak için üretimden gelen geliri bölüşürler (Tevfik Çavdar, Türkiye İşçi Sınıfı Tarihinden Kesitler, Nazım Kitaplığı, 2005).Yine 1976’da İstanbul’da bir fırında çalışan işçiler, fırın sahibiyle anlaşamayınca kısa bir süreliğine de olsa fırını kendileri işletirler (Gökhan Akçura, “Alpagut Olayı”, 1976, DTCF Tiyatro Kürsüsüne verilen Tez).

[2] Bkz. Haber, 8 Eylül 1923, ‘Eski Bir Hatıra’ başlıklı haber. Milli Kütüphane arşivindeki özgün nüshanın taramasından alınmıştır.

[3] Bkz. Şehmus Güzel, Türkiye’de İşçi Hareketleri 1908-1984, Sosyalist Yayınları, 1993, İstanbul.

[4] Bkz. Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar I, 2009, İletişimYayınları, İstanbul.

[5] Bkz. Şehmus Güzel, a.g.e.

[6] Alpagut işçi özyönetimine dair temel bilgiler için bkz. Kurthan Fişek, ‘Alpagut Linyit İşletmesi İşgalinin Birinci Yıldönümünde’, Emek Dergisi, Temmuz 1970, Sayı: 2, s. 17–35 ve Özgür Narin, ‘Uzay Çağında Sosyal Adalet Savaşı’ 1969 “Alpagut Olayı”, Almanak 2009 Analizleri, SAV Yayınları, Aralık 2010. Fişek’in yazısı temel belgedir. Bu yazıya internet üzerinde, özyönetim belgelerini ve kaynakları yayınladığım ağ sayfasından da ulaşılabilir.
http://isikdahacokisik.blogspot.de/2012/10/kurthan-fisek-1969da-alpagut-linyit.html

[7] Bkz. Gökhan Akçura, ‘Alpagut Olayı’, 1976, DTCF Tiyatro Kürsüsüne verilen Tez.

[8] Bkz. Özgür Narin, a.g.e.

[9] Bkz. Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi, Cilt 3, Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

[10] Bkz. Unutturulanlar 2 – Devrimci Yeraltı Maden İş Sendikası Yeni Çeltek Belgeseli, 2004, Açılım Araştırma Belgeleme Filmcilik.

[11] Bkz. Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi, Cilt 3, Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

 

“Ya bir yol bulacağız ya bir yol açacağız”

KESK olarak durumumuz, Hanibal’ın karşılaştığı zor duruma benzemektedir. Karşımızda Roma kadar ceberrut bir düzen ve merkezileşmiş zor, yanımızda yaklaşık iki katı, 180 bin kişilik umutsuz, karamsar ve hantal bir ordu. Tek farkla ki, KESK bir Hanibal değildir.
2000’li yılların başından bu yana KESK içerisindeki her dinamik güç tarafından farklı biçimler altında da olsa sıkça dile getirilen bir sorudur: “Ne olacak bu KESK’in hâli?” 7 Haziran öncesinden başlayarak, KESK’in de içerisinde bulunduğu tüm toplumsal muhalefet güçlerine dönük saldırı kampanyasında ise bu soru daha yüksek sesle dile getirilmektedir.
Şubat 2016’daki “Davutoğlu Genelgesi’nden” bu yana, sendikal faaliyetler “terör” faaliyeti kapsamında manipüle edilmiş, ismi geçmeden KESK hedef tahtasına oturtulmuştur. 15 Temmuz sonrasında ise FETÖ kapsamında çıkarıldığı söylenip KHK’larla 3115 KESK üyesi görevden alınmış, yüzlercesi gözaltı ve tutuklanma terörüne maruz bırakılmıştır. Bütün bu süreç karşısında KESK’in aldığı pasif tutum da, bu ve benzeri soruların daha da artmasına neden olmaktadır.
Kanımca sorunun soruluş şekli iki nedenden ötürü yanlıştır. Birincisi, sorunun öznesi eksiktir ve toplumsal/siyasal yaşama dair öznesiz kurulan her cümle boş gevezeliktir. En çok da cümleyi kuranı olumsuz etkileyip eylemsizleştirmektedir. Beraber mücadele yürüttüğümüz dostlarımız için de geçerlidir. Kendilerini sürecin öznesi olarak örgütlemeyince, doğal olarak sürecin dışında kalmaktadırlar.
İkincisi, soruyu soran kesimler kendilerini KESK içerisinde görmemekte, dışsal bir eleştiride bulunmaktadır. “Allah KESK’in belasını versin”e kadar giden bir eğilimdir bu ve kamu emekçileri mücadelesinin bütün sorunlarını KESK MYK’sında bulunan 7-8 kişiye ya da bağlı iş kolu sendikalarının yürütme kurullarına havale etmekte, hedef tahtasına MYK’yı oturtmaktadır. Dolayısıyla iki eğilim için de ideolojik konumlanış problemi vardır. İki kesim de kendisini KESK içerisinde bir özne olarak görmemekte, buna uygun konum almamaktadır. Sonuç olarak KESK’e müdahale etme, değiştirme olanakları da yoktur.

İçeride-dışarda savaş
İçerisinden geçtiğimiz süreç bir iç savaş sürecidir. Bu süreç, devlet eliyle örgütlenen bir yağma, talan ve karartma ile at başı sürmekte ve devlet/saray bu savaşta hiçbir kural tanımamaktadır. Savaş; bir tarafı ile belediyelere atanan kayyumdan tutun da en son Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi ve HDP Eş Başkanlarının, milletvekillerinin tutuklanmasına, Alevi evlerinin işaretlenmesinden ABF Genel Başkanının kaldığı otele dönük devlet destekli saldırı girişimine, Hrant Dink davası sanığı İstihbarat Daire Başkanı Engin Dinç’in Eskişehir Emniyet Müdürü olmasından tutun da doğanın, yaşam alanlarının talanına kadar, devlet ile halklar arasında sürmektedir.
Diğer yandan, kıdem tazminatının kaldırılması tartışmaları sürekli ısıtılmaktadır. Özel İstihdam Büroları ve Kiralık İşçi Yasası çoktan yasalaşmıştır. Bireysel Emeklilik Sistemi ile ekonomik kriz işçi ve emekçilerin sırtına yüklenmeye çalışılırken, kamu varlıklarının “Varlık Fonu”na devri ile tüm kamu kaynakları denetlenemez bir keyfiyetin kullanımına sunulmuştur. Sistem, aynı zamanda emekçileri güvencesizleştirme politikalarının da bir parçası olarak bu saldırıları ele almaktadır. İşçilerin en ufak hak arama talepleri, ekonomik temelli de olsa, çıplak polis zoruyla karşılanmakta, istisnasız bütün grev kararları “milli birlik ve bütünlüğe” yapılan bir saldırı olarak manipüle edilip yasaklanmakta, diğer yandan KESK öznelinde tüm kamu emekçilerine, tarihin en büyük saldırılarından birisi organize edilmektedir.
Demek ki, savaşın bir cephesi devlet/Saray/AK Parti ile işçi ve emekçiler arasındadır.
Savaş, sadece içeride değildir. Cerablus operasyonundan bu yana dışarıda daha “aktif” bir politika izlenmektedir. Musul operasyonu ile ilgili tartışmalar, Rakka operasyonu, Suriye’de savaşın kaderini belirleyecek Halep cephesindeki saldırgan söylemler ve PYD/YPG/DSG karşısındaki tutum, IŞİD’in, El Nusra Cephesi’nin, ÖSO’nun ağzıyla yapılan açıklamalar, bu eğilimin artarak devam edeceğini göstermektedir. Yeni Osmanlıcılık ile birlikte, içeride işçi-emekçilere ve halklara açılan savaş, benzer bir izdüşümde; dışarıda, bölge halklarına, komşu devletlere açılmıştır.
Yukarıdaki tablo oldukça açıktır. Emekçiler bu savaşın doğrudan muhatabıdır ve KESK kamu emekçilerinin yegâne mücadele örgütü olarak bu sürecin altından kalkmakla sorumludur. Buna rağmen, sürecin ağırlığı karşısında söylem düzeyinde tariflenen radikallik, eylem alanlarında kadük kalmaktadır.
Uzun zamandan bu yana KESK içerisinde örgütlenen tartışmalar esasen iki çizginin tartışmasıdır. Bugün gelinen nokta göstermiştir ki; direniş çizgisinin karşısında yasalcılık galip gelmiş ve bu çizgi, bu çizgiyi savunanlarla birlikte KESK’te erimekte, günden güne zayıflamaktadır. Sözde sendika yasasının kabulünün öncesinde başlayan, fakat esasen bir dinamik olarak kamu emekçileri mücadelesi içerisinde her zaman zemin bulan bu anlayış, görece sınıf savaşının şiddetinin az olduğu dönemlerde dahi KESK’i ileri taşıyamazken, bugün bundan bahsetmek olanaksızdır.
Tüm bu saldırılar karşısında tabanda/örgütte iki ana eğilim ortaya çıkmaktadır. Birincisi, “bu süreci en az kayıpla atlatalım” şeklinde ifade edilebilecek olan eğilimdir. Bu, daha çok KESK ve KESK’e bağlı sendikaların yönetiminde olan siyasi kadrolarda kendini göstermektedir. Esasen OHAL’den de, 10 Ekim katliamından da, savaş sürecinden de en fazla etkilenenler bu kesimlerdir. Oysa sınıf mücadelesinin tarihsel deneyimleri açıktır; eğer savaş varsa ve sen savaşa uygun (örgütlü gücün oranında) tutum almıyorsan yok olmaya/kaybetmeye mecbursun. KESK açısından da tablo bu noktaya doğru oldukça yaklaşmıştır.
İkinci eğilim ise daha çok kendisini “radikal” kadro eylemleri biçiminde tarif eden eğilimdir. Bu eğilim ise daha çok tabanda, Kürt illerinde yaşayan ve açığa alınan/ihraç edilen kamu emekçilerinde karşılık bulmaktadır. Bu noktada da örnekler Tekel Direnişi’nden ve milletvekillerinin açlık grevinden esinlenmekte, ‘Ankara’nın göbeğine çadır kurup gerekirse biz de onlar kadar direniriz’ ya da ‘biz de KESK binasına girip açlık grevine başlayalım’ şeklinde ifade bulmaktadır.
İlk eğilimin sendikayı ileri taşıma, saldırıları püskürtebilme gibi bir olasılığı zaten yoktur. İkinci eğilim ise direniş eğilimi olsa da, gerçeklikten bir miktar kopuk durmaktadır. Süreç ne Tekel eylemleri ne de vekillerin açlık grevine girdiği süreçle benzeşmektedir. Diğer taraftan direnişin örgütlü ise kazandırıcı olma, yaygınlaşma ve büyüme şansı vardır. Üstelik salt “iradecilikle” sendikal/siyasal sorunları çözmek, saldırılara yanıt vermek mümkün değildir.
Yapılması gereken, KESK içerisindeki ileri unsurların örgütlemesi gereken, kitlesel direniş hattıdır. Öncelikle KESK mevcut gücüyle bu saldırıları püskürtebilme yeteneğini çoktan kaybetmiştir ve süreç ancak Birleşik Emek Cephesi ile yanıtlanabilecek kadar ağırdır. Dolayısıyla, 20 Kasım Kartal mitingi ve sonrasında gelişen kadın eylemleri, akademisyenlere yapılan kıyıma karşı açığa çıkan tepkiler göstermektedir ki, birleşik bir mücadele hattına ihtiyaç vardır.
İkinci olarak hedeflenmesi gereken, başta açığa alınan ve ihraç edilen üyeler olmak üzere, kademeli olarak, başlangıçta sınırlı merkezlerde de olsa, direniş çadırları kurup direnişi yaygınlaştırmaktır. Sendikadan bağımsız olarak, Ankara’da oturma eylemleri 100 günü aşmış ve diğer illere yayılmaya başlamıştır. Bu eylem genişletilip güçlendirilerek büyütülebilmelidir. Aynı zamanda bireysel olarak ifade bulan eylemlerin KESK bütünlüğünde, örgütlü ve sürekliliği olan bir direnişe evirtilmesi gerekmektedir.
Üçüncüsü, tarihinin en kapsamlı saldırıları ile karşı karşıya kalan KESK, bu süreci üyeleri ve tüm kamu emekçileri ile bütünleşmenin bir aracı hâline getirebilmelidir. Bunun yolu da, işyerleri merkezli çalışma ve örgütlenmenin geliştirilmesidir. Her işyeri bir direniş ve eylem alanına dönüştürülebilmeli, üyelerle uzun zamandır zayıflayan bağ yeniden tamir edilebilmelidir. Bu konuda sabırlı, kararlı ve adım adım büyütülecek bir direniş geliştirilmelidir.
Son olarak, grev elimizdeki en etkili silâhtır. KESK, referandum öncesi için zaman kaybetmeden -bizim önerimiz 5 Nisan’dır- 1 günlük uyarı grevi ilan etmelidir. Bu grev, sadece ihraçlarla ilgili değil, OHAL’in kaldırılması talebini, 1 Kasım seçimlerinden bu yana defaatle gündeme gelen ve referandum sonrası hayata geçirilecek olan kamu emekçilerinin iş güvencesine dönük saldırıların durdurulması ve grev yasaklarına son verilmesi taleplerini içermelidir.
KESK bu grevi örgütlerken “grev komiteleri” kurmalı, başta açığa alınan ve ihraç edilen kamu emekçileri olmak üzere, tüm üyelerini grev komitelerine katmalı, örgütlü olduğu her işyerini bir grev üssüne çevirmelidir.
KESK bu süreci örgütlerken, aynı zamanda kendisi gibi KHK’lardan etkilenen, üyeleri ihraç edilen dost ve kardeş örgütleri de, DİSK, TMMOB ve TTB’yi de bu grevin parçası hâline getirebilmelidir.
Her şeye rağmen, KESK’te örgütlü yaklaşık 200 bin kişinin hizmet üretmemesi, on binlerce işçinin üretimi durdurması çok önemli bir güç demektir. Bu yolla hayatı durdurmak, kamu hizmetlerini durdurmak mümkündür. Grev, aynı zamanda OHAL rejimi karşısında çaresiz olmadığımızı görmemizi sağlayacak, bir sınıf olarak gücümüzü dosta ve düşmana gösterecektir.
OHAL koşullarında grev hayal değildir. Birleşik Metal İşçileri Sendikası, işveren sendikası olan EMİS’e bağlı iş yerlerinde, Bakanlar Kurulu’nun aldığı grevi yasaklama kararına rağmen greve çıkmış ve grev kazanımla sonuçlanmıştır. OHAL’de grev yapılabileceği, üstelik kazanımla sonuçlanabileceği her kesim tarafından anlaşılmıştır. Aynı görev ve sorumluluk, başta KESK olmak üzere DİSK, TMMOB ve TTB’nin omuzlarındadır.
Bilinmelidir ki, bu saldırılar, bir sınıf olarak hareket edilebildiği oranda, fiilî-meşru ve militan bir tarzda, üretimden gelen gücümüzü kullanarak püskürtülebilir.
“KESK bunu yapabilir mi” diye soran dostlarımıza biz soruyoruz: KESK kimdir? KESK sensin, benim, biziz. Asıl soru şudur: Sen bunu yapabilir misin?

Yaren Ali Karaca