Ana Sayfa Blog Sayfa 138

Şiire Koçaklama

 

Evet, Eduardo Carranza’nın, “Şiir kanını kaynatmıyorsa, aniden sırlara pencereler açmıyorsa, dünyayı keşfetmene yardım etmiyorsa, umutsuz yüreğinin yalnızlıkta ve aşkta, şenlikte ve sevgisizlikte eşlikçisi değilse ne işe yarar?” saptamasındaki gibi düşündüğüm için şiire “koçaklama” betimlemesini layık görüyorum.[2]

* * * * *

“Şiir nedir” mi? Sıkça karşılaştığımız bir soru(n)dur bu…

Adnan Yücel’in, “Bir şaire sorulabilecek en zor soru bence şiirin tanımıdır. Çünkü yaşamın tümünün tanımı istenir”; Melih Cevdet Anday’ın, “Çıkar yol, şiiri tanımlamaktan vazgeçmektir. Tanım akıl işidir, şiir ise akıl dışıdır”; Ahmet Telli’nin, “Şiiri tanımlamak gerekmiyor, yaşayan bir organizmadır o,” yanıtlarına eklenmesi gereken iki şeyden birisi: Sabahattin Ali’nin, “Şimdi şiir bence senin yüzündür,” saptamasıysa; ikincisi de Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Şiir nedir?” sorusuna verdiği, “Şiir ne değildir ki?” yanıtıdır.

Bence de aşk, hayat ve özgürlük kavgası neyse ne demekse, şiir de o demektir.

* * * * *

Şiir duygunun senfonisidir; güzelliktir; duygudur; sevgidir; özlemdir; kavuşmadır; tutkudur şiir; tutkuludur şiir; yaşamın kendisidir.

Devletin başladığı yerde biten düşlerin başladığı yerdir; sınırların olduğu yerde sınırsızı istemekle başlar, ama bitip tükenmez.

Nihayet Nâzım Hikmet’in, “Matematik, sibernetik, fizik, müzik, tüm bunlar, eninde sonunda, sadece, insanlar şiir okumayı öğrensinler ve anlasınlar diye gereklidir,”[3] diye tanımladığı şiir hayatın “olmazsa olmaz”larındandır.

* * * * *

Arapça kökenli bir sözcüktür; ‘şa ara’dan gelir. ‘Sezgi’, ‘ilham’, ‘ilhama dayalı’yı ifade eder.

Bir durum ya da olayı en az kelimeyle en güzel şekilde anlatabilme sanatıdır; kelime işçiliğidir.

Duyguların imgesel olarak resmedilmesidir; hayatı özgürce dile getirebilme olanağı veren üsluptur.

Etkili bir silahtır; insan(lık)ın kanatlanmasıdır.

“Şiir insanın yüzüdür” diyen Yelda Karataş haklıdır.

Duyguların damıtılmış hâli olan şiir, başka bir dünyanın mümkün olduğunu muştularken; aşka yardım ve yataklıktan sabıkalıdır; öznesi yaralıdır; insana ait çığlıktır şiir…

Şiir hayattır; arkadaştır, dost ve yoldaştır; yolculuğa çağrıdır.

Pablo Neruda’nın, “Ekmek gibidir, herkes tarafından bölüşülmelidir,” dediği şiir hüzündür, aşktır, heyecandır, mutluluktur. Şiirler hayat tarzıdır.

İsyandır, isyankâr olmayana şiir değil ‘methiye’; yazarına da şair değil soytarı denir! Çünkü gramer iktidardır, şiir ve şair gramer tanımaz…[4]

* * * * *

İlhan Berk’in, “Şiir bir tuğlacının düşürdüğü tuğlanın yere düşmesinde değil, havada asılı kalmasındadır,” diye tanımladığı şiir, duyuşun deyişe dönüşmesidir; dilin, kalbin, beynin ulaşabileceği zirvedir.

Şiire “üzümün güneşi, elmanın kurdu” demek de mümkünken;  “Bir mutluluk hastalığıdır şiir. Kırılan dalın türküsüdür. Ne roman ne öykü, bana her çeşidinden şiirler getir yolcu! Temiz, tertemiz olayım; serin, sepserin olayım; burkulursam burkulayım…”[5] Cemal Süreya’ya göre…

* * * * *

Cemal Süreya’nın, kapitalizmin, etinden sütünden faydalanamayacağı bir sanat türü olarak tanımladığı şiirin görevini/amacını/gerekliliğini Mahmud Derviş şöyle açıklar: “Şiir hayatın ihtişamının ilahisi, ezgisi olmak, çirkin şeylere karşı güzellikle mücadele etmek, savaşa karşı barışı barındırmak zorundadır.”

Şiir, edebiyatın felsefesidir; son noktasıdır; derindir; yaşamdır; başkaldırandır ve de şirin amacı, bizi şiir hâline sokmaktır.

Şiir, insanla insan, insanla dünya arasındakini seçerek bir başka düzleme aktarır ve yeniden kurar. Bir özel dil olmakla birlikte şiir bir iletişim aracıdır. Nesnel dayanağı olan coşkulu bir söylemdir. Kimi kez doğru giden bir oktur. Yeniden düzenlenmesi gereken yaşama, dünyaya usla karşı çıkıştır. Başkaldırıdır.

* * * * *

Tekrarlayalım: Kökenbilimsel anlamı itibariyle ‘şuur’un akrabasıdır şiir.

Nitekim arapçada şair (sha’ir), ‘bilen kişi’ anlamına gelir.  Bildiği de ‘şiir’ olsa gerektir.

Şiir, şairin ‘bildiği’dir. Şiir, şairin bize ‘bildirdiği’dir.

Şiir, bir mucizedir; bir duygu sağanağıdır.

Çünkü O; yani “Şiir: Yapılmadan önce ‘nasıl’ı, yapıldıktan sonra ‘şöyle’si olmayan”dır Özdemir Asaf’ın ifadesiyle…

Sadece bu kadar da değil: Carl Sandburg, “Şiir, sessizlik içinde bir atılımdır”; Czeslaw Milosz, “Şiir nedir ki, ulusları ve insanları kurtarmıyorsa?”; F. Kafka, “Şiir, insanların kafalarına yeni gözler eklemektir. Gerçeği değiştirmektir”; Melih Cevdet Anday, “Şiir, bütün özelliği edasında olan bir söz sanatıdır.” “Şiir, bilinen sözcüklerle bilinmeyen sözler oluşturmaktır.” “Şiir yaşamak için güzeldir, ölüme yardımcı olmaz,” der onu hakkında…

* * * * *

Sesle söz, ateşle köz arasındaki şiir yaşama/ yaşatma gücüdür.

Gerçeğin damıtılıp, estetize edildiği şiir, bir bilme biçimidir; sezgi ile kesinlik arasında, büyülü bir şeydir.

Sait Faik’e göre işlevi şudur: “Şiir olmayan yerde insan sevgisi de olmaz. İnsanı insana ancak şiir sevdirir. Yoksa cinayetler alır yürür, insan insanın yüzüne bakamaz olur. Harpler şiirsizlikten çıkar. Cinayetler şiirin okunmadığı yerlerde işlenir…”

El özet: İnsan(lık)ın özetidir; kırılan dalın türküsüdür şiir.

Aristoteles’e göre, tekil olanı anlatan tarihe kıyasla genel olanı anlattığı için daha felsefi olan ve bu yüzden daha üstün olarak değerlendirilen insan etkinliği şiir için Virginia Wolf, “İçinde şiir olmayan bir şey edebiyata neden dahil olsun?” diye sorarken; William Faulkner de ekler: “Her romancı önce şiir yazmak ister, yazamadığını görür ve roman yazmayı dener.”

* * * * *

Edip Cansever’in, “Şiir, insani değerlerden, ölümsüz özlerden, yaşam koşullarından, çağını yansıtmaktan kopmazlığıyla da somut bir olgudur,”[6] diye betimlediği şiir bizimle başından itibaren oldu. Aşk gibi, açlık gibi, veba gibi,  savaş gibi.

O kelimelerin en saf hâlidir; akıl fikir fışkırmasıdır; sözün yürekte damıtılmış hâlidir ve tükenmez, ölmez/ öldürülemez.

* * * * *

Şiir, yazana değil, ihtiyacı olana aitken; sevmeyi bilmeyen insanların sevemedikleri şeydir.

Şiir, bir yürek çırpınması, heyecan ve tutku demektir. Aşkla yazılmış yaşanmışlığa şiir denir.

Duyuşun deyişe dönüştürülmesidir. Hayatın ta kendisidir. Yaşama dair olan her şeydir…

Kolay mı? Şiir bilgidir, kurtuluştur, güç ve terk ediştir.

Dünyayı değiştirmekten yana bir eylemdir; doğası gereği devrimcidir.

Çünkü şiir ayırır, birleştirir.

* * * * *

“Rüzgârın çıkması gibidir şiir,” İlhan Berk’in dediği gibi…

Çünkü haksızlığın suratına atılmış bir tokattır; coşturan, durultan, sevindiren, heyecanlandırandır.

Şiir, uyanıkken rüya görmektir; kelimelerin yaktığı isyan ateşi ve his dalgalarının coşkusudur.

Duygu ve düşünceleri, en dürüst, en net açıklama biçimi olarak şiir hayatın alev hâlidir; insanları sevmeye yarar.

Cemal Süreya’nın, “Şiir bir gerilla harekâtı gibi olmalıdır,” dediği şiir bir kâğıda kan kırmızı kalemden dökülen isyandır.

Sessizlerin çığlığıdır; kavgadır, umuttur. Yaşayandır, yaşatandır; hayalin eylemidir.

Sözcüklerle söylen(e)mez olanı söylemektir. Nietzsche’ye göre, “Şiir, felsefenin kız kardeşidir.”

Kirli dünyada temiz kalan nadir şeylerden biri; insanî duygu ve düşüncelerin özsözüdür…

“Neruda’nın dediğini bir kez daha yineleyebiliriz: Yedi canlıdır şiir. Bunca sömürü ve yoksulluğun insana yaşamı dar ettiği, işkence ve savaşlarla bunca zulmün, zorbalığın, kıyımın yeryüzünü kana boğduğu günlerde şiirin payına da canından olanların acısı düşer, soluğunun önüne birtakım engeller dikilir. Ama her keresinde yeniden canlanacaktır o, yüzleşmek için ayağa yeniden kalkacaktır.

Her yüzleşme gününde kıyıcıya, zorbaya, işgalciye karşı diyeceği bir söz, yapacağı bir eylem, her yüzleşme gününde suskun kalanlara, boyun eğenlere karşı dolaşıma çıkaracağı bir öfke vardır çünkü. Eylemini kendisi kalarak gerçekleştirmeyi, öfkesini sözcüklere bürüyerek biriktirmeyi, sözünü çoğu kez yalın söylemeyi yeğlese de, onlarla kıyıcının, zorbanın, işgalcinin ve suskunluğun üstüne yürürken yalınayak değildir. Çıkarıp kafalarına fırlatacağı bir ayakkabısı her zaman vardır,”  Kemal Özer’in altını çizdiği üzere![7]

* * * * *

Aşk ve hayatın dizelere yansıması olan şiir kelimelerin kanatlandırılmış hâliyken;  yetenek ve yaşanmışlık gerektirendir. Çünkü Hermann Hesse’e göre, “Şiir, dünyanın benliğe yansıması, benliğin dünyaya cevabıdır.”

Kolay mı? Salih Bolat, “Şiir bir dil etkinliğidir. Dilin, bir mimari uyum bağlamında, estetize edilmiş bir matematik bağlamında biçimlendirilmesi işidir. Bunu, usu dışlayarak yapamazsınız. Şiir bilinçli rastlantısallıktır. Gerçekliğin sınırlarını bozar. Aydınlıkta duran gerçekliği karanlığa çeker ve onu, şimşek aydınlığında görülebilen bir özellik kazandırarak, yeniden kurar. Şiir duygudan çok, duyarlılık işidir,”[8] diye tanımlarken; Metin Altıok da ekler:

“Şiirin bir söz sanatı olduğu bilinen bir gerçektir. Çünkü şiir iletişim aracı olarak sözcükleri, yani genel olarak dili kullanır. Dili kullanırken de kendine özgü bir üst-dil yaratır. Bu üst-dil günlük dilden çok farklı, incelmiş ve başkalaşmış bir dildir. Şiir anlam ya da duygu yükünü bu üst-dil aracılığıyla aktarır okuruna. kendisiyle okur arasında bu dile dayalı bir köprü kurar. Duygu ve düşünce akışını bu köprüyle iletir okura.”

* * * * *

Bir de Şükrü Erbaş’tan aktarayım: “İnsanın temel var oluşuna yapılan her saldırıya, bildiğimiz tek bir söz bile olsa bıkıp usanmadan karşı duracağız. Devlet ideolojisine ve popüler kültür kuşatmasına karşı, emek-eşitlik-özgürlük odaklı devrimci-demokrat bir kültür yaratmak için bütün zeminleri yorulmadan kullanacağız. Öyle bir zemin yoksa, kendi küçücük ya da kocaman imkânlarımızla biz yaratacağız. Yalnız taşlı duvar olmaz der bir Karac’oğlan türküsü. Şu dağınık, kocaman gücümüzü bir araya getirmenin, kendimize inanmanın ne kadar yolu varsa o yolların hepsine gideceğiz. Birlikte yaşama ve davranma kültürünü geliştireceğiz. Şiirden politikaya, resimden bilime, müzikten felsefeye, olağanüstü güzellikte bir donanımla, birini ötekine bir harf bile feda etmeden, hayatı örgütleyeceğiz, yücelteceğiz, büyüteceğiz…”[9]

Şükrü Erbaş’ın saptamaları eşliğinde diyeceklerimi “son”landırıyorum…

“Şiirsiz edemeyiz ama, onun neye yaradığını bilmiyorum,” diyen Jean Cocteau’ya da; “Kaygı ile teknik buluşunca oluşana şiir denir,” notunu düşen Lawrence Durrell’e de aldırmam!

Çünkü Ahmet Telli’nin, “pervasız bir avcı gibi bazen/ bütün yolları tutabilir şiir./ o zaman onun menziline ancak/ sevdayı kuşanarak girilebilir,” deyişi ya da Ülkü Tamer’in, “şiir ateşin habercisidir,/ yangının kundakçısı./ yanardağın üstündeki kuştur şiir,” saptamasındaki üzere…

 

N O T L A R

[1] Tomas Tranströmer.

[2] George Thomson, “Burjuva şiiri toplumsal değişim için gerekli olan köklerle ilgisini yitirmiştir. Özü kısırlaşmış, etki alanı daralmıştır. Bir halkın, hatta bir sınıfın sesi olmaktan çıkmış, dar bir arkadaş çevresinin uğraşı olmuştur şiir. Burjuva ozanı sanatına yeni bir yön vermeyi başaramazsa çok geçmeden şiirlerini okuyabileceği kendinden başka kimse kalmayacaktır çevresinde,” der!

[3] Nâzım Hikmet Ran’la Söyleşi, Vera Tulyakova Hikmet, Çev: Ataol Behramoğlu, Cem Yay., 1989, s.23.

[4] “Belli sözleri şairlere söyletiriz,” (Hayrettin Ökçesiz, “Gezi Eylemleri Sivil İtaatsizlik Hakkıdır!”, Cumhuriyet Bilim Teknik, No:1494, 6 Kasım 2015, s.15.) söyletmesine de! Coğrafyamızda şairin ve şiirin gördüğü zulmü, kimse kimseye etmemiştir…

[5] Cemal Süreya, Onüç Günün Mektupları, YKY., 1998, s.117.

[6] Edip Cansever, Gül Dönüyor Avucumda, Adam Yay., 5. baskı, 2000, s..54-55.

[7] Kemal Özer, “2009 Yılı Dünya Şiir Günü Bildirisi”, http://www.siirparki.com/bildiri_kozer.html

[8] Berken Döner, “Salih Bolat: Şiir, Gerçekliğin Sınırlarını Bozar”, Birgün, 16 Kasım 2015, s.15.

[9] Çağrı Sarı, “Şükrü Erbaş’la Pervane ve Hayat Üzerine…”, Evrensel Pazar, 8 Şubat 2015, s.12-13.

8 Mart’ın Ardından Türkiye’de Kadın Hareketine Bir Bakış

Her türlü ayrımcılık, sömürü ve baskı ile iki kat mücadele etmek zorunda kalan, sesi en çok bastırılmaya çalışılan, türlü yollarla, neoliberal politikalarla, muhafazakarlıkla eve kapatılmaya çalışılan kadınlar. En çok baskı uygulanan, ama içten içe kaynayan, direnişin patlamasının çok muhtemel olduğu kitle, kadınlar.
Ekonomik krizin etkilerinin giderek daha çok hissedilmeye başladığı şu dönemde, krizden en çok etkilenenler emekçi kadınlar. Kapitalizmde kadınların yedek işgücü olarak konumlandırıldığı zaten bir gerçek, dolayısıyla ilk işten çıkarılmalar kadınlara vurdu. Neoliberal politikalar ile güvencesiz, eşitsiz iş koşullarında çalışmaya zorlanan, emeği değersizleştirilen kadınlar krizin faturasını misliyle ödüyor.
Diğer bir yandan, son dönemlerde devlet politikalarında kadınlara yönelik düşmanlığın ne boyutlarda olduğunu görmemiz için ülke gündemini biraz takip etmek yeter. Kadınlara ve çocuklara yönelik taciz ve tecavüz vakalarının artışı, devletin bunu meşrulaştıran ve tecavüzcüleri, katilleri aklayan politikası, işte, otobüste, sokakta, evde kadına yönelik şiddetin bitmek bilmemesi, müthiş bir soğukkanlılıkla ve “gururla” işlenen kadın cinayetleri ve katillerin, tecavüzcülerin elini kolunu sallaya sallaya dolaşabilmesinin önünü açan hukuki düzenlemeler… bölgedeki savaş politikaları ve Kürdistan’da kadınların maruz kaldıkları akıl almaz işkenceler, köle pazarlarında kadınların satılması, kadın gerillaların çıplak bedenlerinin teşhir edilmesi…
Ama bilinmeli ki bu ülkede artık kadınların sabrı fazlasıyla taştı. Fazlasıyla dolduk artık.
Çok değil, birkaç ay önce çocukların ve kadınların tecavüze uğradıkları kişilerle evlendirilmesi için çıkartılmaya çalışılan tecavüzü aklayan yasaya karşı ülkenin her yerinde kadınlar sokağa döküldü. Kadıköy Süreyya Operası’nın önünde 300 kişi ile başlayan eylem, Kadıköy sokaklarında çoğala çoğala 3000 kişiyi buldu. Eylem çağrısını yapan kadın örgütünün başta “sessiz eylem” diye uyarı getirmesi pek karşılık bulmadı haliyle, o öfkeye karşı sessiz kalabilmek namümkündü. Tüm sokaklarda kadınların sloganları yankılandı “tecavüzcüleri aklayamayacaksınız” diye haykıran kadınların iradesi doldurdu sokağı. Devlet, yasayı geri çekmek zorunda kalacak kadar korktu eylemlerden.
Bu topraklarda kadınların eylemlerinin her zaman ayrı bir anlamı olmuştur. Bir kadın eylemine saldırmak, diğer eylemlere saldırmaktan görece daha zordur. Çünkü bilirler ki bu eylemler büyür, 100 kadına saldırıldığında, er ya da geç, o 100 kadın, 1000 kadın olur. Devlet, kadınlar söz konusu olduğunda sokağın gücünü kırmanın kolay olmadığını bilmektedir. Birkaç ay önceki tecavüz yasasının geri çekilmesi bunun sonucudur. Devlet kadınların direnişinden her zamankinden daha çok korkuyor.
Diğer bir yandan bu döneme referandum çalışmaları damgasını vurdu. Kadın hareketi, konuyu büyük ölçüde “hayır” propagandası üzerinden ele alarak aslında senelerdir kadınların cinayetlere, tacize, tecavüze, şiddete, beden politikalarına karşı çıkışını bir kez daha vurgulamış oldu. Bu “artık yeter’ler, bize dayatılan tüm baskılara, sömürüye “hayır”lar şimdi bu devletin bize dayattığı referandum çalışması ile vücut bulmuş oldu yeniden.
8 Mart’ı işte böyle bir politik bağlam ile karşılamış olduk.
8 Mart öncesinde sokağı kadınların eylemlerinin canlı tuttuğunu görüyoruz. Özellikle de İstanbul merkezli “Hayır Diyen Kadınlar”ın yaptığı çalışmalar, “Tek Başına Olmaz, Hayır! Kadınlar Birlikte Güçlü” şiarıyla İstanbul’dan başlayıp birçok şehire yayılan eylem örnekleri var önümüzde. Her biri bize kadınların genel olarak talepleri için neden “hayır,, demeleri gerektiğini ortaya koyan etkili çalışmalardı. Sokağı moralli, canlı tutan bir niteliğe sahip olan bu eylemlerin etkisinin azımsanmaması gerektiği bir gerçek.
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, emeğin ve mücadelenin günüdür. 40.000 dokuma işçisi kadının yaptığı grevde çıkan yangında yaşamını yitirmiş olan 120’den fazla kadının anısına, emekçi kadınların mücadelesinin ışığında biz bugün 8 Mart’larda alanlardayız. 1910’da Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda Clara Zetkin, ölen işçilerin anısına 8 Mart’ın Dünya’da Kadınlar Günü olarak anılması önerisi oybirliği ile kabul edildiği günden bugüne biz 8 Mart’ı kadınların emeğinin ve mücadelesinin günü olarak kabul ediyoruz. Bu tarihsel veriler ışığında son dönemlerde Türkiye’deki kadın hareketinin durumuna bakıldığında, bizim bugün 8 Mart’ı hakkı ile karşılayıp karşılamadığımız üzerinde durulması gereken bir konu.
Bu seneki 8 Mart dünya çapında kadın grevleri ile tarihe geçti. 50‘den fazla ülkede, gerek kısmi gerekse tam zamanlı grevler ile kadınlar bu düzene başkaldırdılar, isyanlarını dile getirdiler, taleplerini haykırdılar. Türkiye’de ilk kez, HDP’li kadın milletvekilleri 8 Mart’ta mecliste değil, alanlarda kadınlarla birlikte olacaklarını ifade ederek grev yaptılar. Bu, 8 Mart’ın anlamı açısından oldukça kıymetli.
Birçok ilde 8 Mart’ın coşkulu bir biçimde geçtiğini görüyoruz. Kürdistan’da, özellikle Amed’de son derece kitlesel geçen kadın mitingleri, İzmir’de ve İstanbul Bakırköy’de Kürt Kadınlarının alanlara damga vurması bize Kürt Kadın Hareketi’nin sokaktaki etkilerini gösteriyor. Antalya ve Kocaeli’nde polis saldırısına ve baskılara rağmen kadınların sokaklardan çekilmemesi de kadınların bu mücadele gününe sahip çıktıklarını gösteriyor. İstanbul’da 15. Feminist Gece Yürüyüşü’nde İstiklal Caddesi’ni 40.000 kadın doldurdu. Tam 40.000 kadının, özellikle devletin baskısını arttırdığı şu dönemde İstanbul’un en merkezi yerine, İstiklal Caddesi‘ne dolması azımsanacak bir şey değil. Ancak üzerinde durulması gereken bazı konular var.
Türkiye’de kadın hareketinde feminizmin etkisi büyük. Fakat, feminizmin ortaya koyduğu paradigma, kadınların özgürleşmesi için yetersiz bir perspektif sunmakta bize. İşte bu sebeple, aslında ciddi bir potansiyeli olan kadın hareketinin tam anlamıyla bu potansiyelini gerçekleştiremediği fikrini savunuyorum. Türkiye’de (ve aslında dünyada da) feminist hareketin daha çok kimlik politikaları ile karakterize olduğu düşünüldüğünde, ekonomi-politik temelini kaybetmiş olan bir perspektifin bizi ileriye taşıması çok mümkün görünmüyor. Kadın hareketinin var olan potansiyelini de bu bakışın geri çektiğini iddia ediyorum. Çünkü konu ekonomik politikten koparıldığında feminist taleplerin her biri bu düzen içerisinde -görünürde- karşılanabilir hale gelmektedir. Bu yanılgı feminizmin kendi çelişkisinden kaynaklanıyor, bu sistem içinde bu taleplerin karşılanması olası değil. Kapitalizmi yıkmadığımız sürece kadınlar da bu tahakkümden kurtulamayacaklar.
Bakınız, uzun süredir en kitlesel ve moralli eylemler kadınların başı çektiği eylemler. 15. Feminist Gece Yürüyüşü buna örnektir. Şu açıdan da özgünlüğü vardır: bütün bir sene hiçbir eyleme gitmeyip sadece 8 Mart’ta sokağa çıkan kadınların da geldiği, sözünü söylediği, özgürleşebildiğim hissettiği bir alandır. Ama doğru politikalar ile hareket edilmezse bu kadınlar sadece 8 Mart’tan 8 Mart’a sokağa çıkmaya devam edecek. Bu alanı sadece bir özgürleşme alanı olarak görecek ancak örneğin fabrikalarda insanca olmayan koşullarda çalışan, vardiyalı sistemde çalışıp 8 Mart eylemine bile gelemeyen işçi kadınlar ile aynı zeminde buluşamayacak. Aslında ekonomi temelli sömürünün tüm toplumsal yaşamı biçimlendirdiği ve yaşamındaki tüm kısıtlamaların aslında temelde emek sömürüsünden kaynaklandığını göremeyip sadece erkekliği düşman edecek. Oysa doğru bir politika ile hareket ettiğimizde kadınlar olarak mücadeleyi çok daha ileriye taşımamız mümkün.
Yeri gelmişken, Bakırköy’deki Kadın Mitingi ile ilgili de birkaç söz söyleyelim. İstanbul’da her sene 8 Mart öncesindeki pazar günü Kadıköy’de gerçekleştirilen kadın mitingi bu sene Bakırköy Özgürlük Meydanı’nda gerçekleştirildi. Geçen seneyi hatırlamakta fayda var: 2016 8 Mart’ında, devlet son anda bir hamle yaparak mitinge izin verilmediğini duyurmuştu. Bunun üzerine binlerce kadın, Kadıköy sokaklarında bir araya gelerek yasaklara boyun eğmeyeceklerini haykırmıştı. Gazlı saldırılara, TOMAlardan sıkılan sulara, gözaltılara rağmen kadınlar sokakları tutmuş ve alkışlar, sloganlar, zılgıtlar tüm Kadıköy’ü doldurmuştu. Devlet saatler boyunca sokaktan çekilmeyen bu kadınlar ile uzun süre uğraşmak zorunda kalmıştı. Bu sene, geçen seneki direnişin ardından bu mitingin Bakırköy’de gerçekleştirilmesi, konuyu ele alırken kitlenin ileri konumunu görmememiz demektir. Geçen seneki iradeyi bu sene görmememiz için hiçbir neden yoktu. Hele de son dönemde büyük ölçüde refleksif olarak gelişen kadın eylemlerine bakıldığında.
Tecavüz yasasının geri çekilmesi için Kadıköy’de 300 kişi ile başlayan eylemin 3000’den fazla kadının ile son bulduğunu hatırlayacak olursak, kadın hareketinin miting için Kadıköy’de olmak için yeteri kadar irade koyamamış olması, aslında kitlenin şu anki durumunu tam anlamıyla analiz edememekten ileri gelmektedir düşüncesindeyim. Hal böyle olunca kadın mücadelesinin belli sınırlar içerisinde kalması normal.
Tarih bilinci bu sebeple bu kadar önemli. Tarihimizi öğrenmezsek, doğru politikaları nasıl geliştirebilir, nasıl yol alabiliriz? Kapitalizm zaten her yönü ile bir saldırı içerisindeyken, kadınlar gününü de tarihsel bağlamından kopararak bir tüketim furyası haline dönüştürürken buna karşı durmak, mücadelemize sahip çıkmak en başta biz kadınların sorumluluğunda. 8 Mart’ın tarihinden, mücadeleden koparılarak tıpkı sevgililer günü, anneler günü gibi kapitalist çıkarlara alet edilen bir gün haline gelmesinin önüne de yalnızca bu bilinçle bakarsak geçebiliriz.
Biz şimdi kadınlar olarak haykırıyoruz ya sokaklarda “emeğimiz, bedenimiz, kimliğimiz bizimdir” diye, işte bu geçmişteki direnişlerin ürünüdür. Biz, oy hakkı için, eşitlik için, emeğinin sömürülmemesi için tüm yaşamı boyunca mücadele etmiş, ağır bedeller ödemiş kadınların mücadelesini daha da öteye taşımakla yükümlüyüz şimdi. Paris Komünü’nde direnişin başını çeken kadınlardan Kürdistan’da mahallelerini karış karış savunan kadınlara kadar mücadelelerle dolu geçmişimiz. Biz buralara uzun, dolambaçlı yollardan geldik. Özne olduğumuzun bilinciyle, gücümüze güvenerek, tarihimizden öğrenmenin zamanıdır şimdi. Yolumuz uzun, ama sonu aydınlık.
18.03.2017

Ayça Tezerişir

Küba Devrimi’nin öyküsü; zafere kadar daima! III–Sosyalist Küba’nın pratiği

‘90 sonrası Küba’da Özel Dönem
Sovyetler’in çözülüşüyle birlikte Küba şeker pazarını kaybetti; erzak, yakıt ve hatta ölüleri Hristiyan adetlerine göre gömmek için gereken ahşap malzemelerden dahi yoksun kalındı. Üç yılda, ülke dış ticaret hacminin %85’ini kaybetti. Özellikle Sovyet petrolünün kesilmesi çok ciddi sonuçlar yarattı; birçok fabrika kapanmak zorunda kaldı ve kamu ulaşımı durma noktasına geldi. Yakıt eksiği, biçerdöver, traktör vs gibi tarım aletlerinin kullanımında da sorunlar yaratmaya başladı ve pazara ulaştırılamayan ürünler tarlada çürüdü. Günde 16 saate varan elektrik kesintilerine gidildi ve devrimin başından beri ilk kez açlık ve yetersiz beslenme sorunu ortaya çıktı. Küba’da da devrimin sonunun geldiğine dair propaganda yapılıyordu. ABD ambargoyu iyice katılaştırdı.1992’de Kuzey Amerikalı şirketlerin Küba’yla ticarî işbirliği yapmasını ve ticarî amaçla Küba limanlarına yanaşan gemilerin limanı terk edişinden itibaren 180 gün boyunca ABD egemenliği altındaki limanlara yanaşmasını engelleyen Torricelli Yasası çıkarıldı. 1996’daysa “Küba devriminden mağdur olan kişilerin hakları” ve “Küba’yla ticaret yapanlara karşı alınacak önlemler”i içeren Helms-Burton Yasası çıkarıldı. Bu ambargoların sonucunda Küba’da temel ihtiyaçları karşılayan kaynaklar bir anda kesildi. Protein tüketimi neredeyse yarıya düştü. Böylesi bir krizin yaşandığı herhangi bir ülkede, hükümetin birkaç aydan fazla dayanamayacağı düşünülüyordu. Ancak Küba halkı direndi ve yıllar içerisinde bu ihtiyaçlarını karşılayacak kaynakların büyük çoğunluğunu telafi etti. Bu aynı zamanda Küba halkının sosyalizme olan inancının göstergesidir. Fidel bu süreçten çıkışı şu şekilde anlatmıştır:
“Yıllar boyunca yapılmış işler ve yaratılmış bilinç bu şartlar altında bile bir mucize gerçekleşmesini sağladı. Nasıl direndik? Çünkü devrimin arkasında her zaman halkın desteği oldu, hala var ve her zaman olacak. Zeki bir halk. Her geçen gün birbirine daha çok kenetleniyor; kültür seviyesi yükseliyor, mücadeleciliği güçleniyor.”
Bir önceki yazımızın son kısmında, ekonomide 70ler’den itibaren Sovyet tarzı bir planlama sistemi benimseyen Küba’nın 90lar’a doğru düzeltme (rectification) politikasına geçişinden bahsetmiştik. Sovyetlerin çözülüşü ve ABD’nin ambargoları artırışıyla birlikte açığa çıkan kriz günlerinde hükümet, aşırı kıtlıkla baş edebilmek için “barış zamanındaki savaş ekonomisi” olarak tanımladığı “Özel Dönem”i başlattı ve birçok alanda kesintiye gidildi. Düzeltme politikasıyla birlikte tekrar ağırlık verilen gönüllü çalışma önem kazandı. D. L. Raby, “Günümüzde Latin Amerika ve Sosyalizm” isimli kitabında bu süreci şöyle tanımlar:
“Küba’nıın bu güçlüklerin üstesinden nasıl geldiğini anlayabilmek için birkaç faktörü göz önüne almak gerekir. Birincisi, böylesi ciddi bir ekonomik krizle karşı karşıya bulunduğu koşullarda bile Küba, diğer Latin Amerika ülkelerinin (örneğin Sandinist Nikaragua’nın) tersine, IMF tipi deflasyonist önlemleri yürürlüğe koymadı; ikincisi, genel olarak uygulanan ücretsiz sağlık ve eğitim sistemini, ucuz erzak dağıtımını (temin edilebilen ürünlerde), ücretlerin %20’sini geçmeyecek şekilde düzenlenmiş kira denetimi sistemini, gaz, elektrik ve diğer temel hizmetlerde uygulanan yüksek indirimleri korudu; üçüncüsü, 1993-94 yıllarında gerçekleştirilen reformları -doların serbest dolaşımı, isteyenler için bireysel iş kurma olanağı, yabancı sermaye ile ortak yatırımlar ve yeni bir vergi sistemi – ancak halkın çok geniş katılımıyla gerçekleştirilen bir danışma sürecinin ardından benimsedi.”
Özel Dönem uygulamalarıyla birlikte 1995’ten itibaren ekonomide düzenli bir iyileşme başladı. 2002’ye gelindiğinde yaklaşık %25’lik bir kümülatif büyüme gerçekleşmiş ve üretim çeşitlenmişti. Önde gelen sektörler ilaç ve biyoteknolojiydi. Özellikle şeker sektöründe, birçok devlet çiftliği, UBPC (Unidades Basicas de Produccion Cooperative / Kooperatif Üretimin Temel Birimleri) adı verilen kooperatiflere dönüştürülmüştü. Mülkiyet hala devlete ait; ancak yönetim ve planlama işçilerin ellerindeydi.

Küba’da siyasi sistem
Yine bir önceki yazıda 1976’da Küba’nın ilk sosyalist anayasasının yürürlüğe konulduğundan bahsetmiştik. Bu tarihe kadar 1940 yasası üzerinde 1959 yılında yapılan bazı değişikliklerle yürürlükte tutulan “Temel Kanun” bakiydi. 1976’da halkın yönetimi ele almasının yasal zeminini oluşturacak, sosyalist demokrasi ilkelerine dayanan bir anayasa taslağı oluşturuldu ve bu taslak tüm kitle örgütleri aracılığıyla tartışmaya açıldı. Bu sürece 6 milyondan fazla Kübalı katıldı. Halk, tüm maddeleri tek tek öğrendi ve tartıştı, bu tartışmalar sonucunda önsöz ve 141 maddeden 60 tanesi yeniden yazılarak referandumla oylandı ve %97,7 oranında kabul oyu alarak yürürlüğe konuldu.
1976’dan beri her 2,5 yılda bir yerel seçimler (belediye meclisi ve eyalet meclisi seçimleri) her 5 yılda birse genel seçimler (Ulusal Meclis seçimleri) yapılıyor. 1990’da Küba Komünist Partisi öncülüğüyle başlatılan kampanya sonucu 1992’de Küba Ulusal Meclisi yeni bir seçim yasasını oluşturan anayasal değişiklikleri kabul etti. Böylece halk ülke yönetimine doğrudan katılmaya başladı. Bu tarihe kadar halk, yalnızca yerel meclisler (belediye meclisleri) için aday belirleyip doğrudan delege seçebiliyordu. Eyalet meclisleri ve Ulusal Meclis içinse bu yerel meclisler içerisinden delegeler seçiliyordu. Adayların belirlenmesi sürecinde Komünist Parti kendi adaylarını önerebiliyordu. Bu değişiklikle birlikte eyalet meclisi ve Ulusal Meclis için delegeler doğrudan halk tarafından seçilmeye başlandı.
Küba’nın siyasi yürütme sistemi; yerel meclisler, eyalet meclisleri ve Ulusal Meclis olmak üzere üç aşamalıdır. Yerel meclisler, adanın tamamını kapsayan 169 belediyenin işlevlerini belirliyor ve denetliyor. Bu meclisler “her 500 Küba vatandaşına bir temsilci” esasına göre işliyor. Her bir belediye, kendi sınırları içerisindeki halkın sosyal ve ekonomik refahından sorumlu ve taleplerini bağlı olduğu eyalet meclisine düzenli olarak iletmekle yükümlü. Yerel meclislere seçilecek delege adayları “genel kurul”a benzeyen semt toplantısında lehte el kaldırılması şeklinde, açık oylamayla gerçekleştiriliyor, %50’den fazla oy alan en az 2 en fazla 8 aday belirleniyor. Yerel meclislere adaylık için 16 yaşını doldurmuş olmak, Küba vatandaşı olmak ve en az 5 yıldır aday olacağı semtte yaşamış olmak koşulu gerekiyor.
Eyalet meclisleri ise 14 idari bölgeye göre oluşturulmuş durumda. Delegeleri, o eyalet sınırları içerisindeki yerel meclislerin belirledikleri adaylar arasından doğrudan eyalet halkı tarafından seçiliyor. Temsil sisteminde “10.000 ile 15.000 nüfusa bir temsilci” kriteri esas alınıyor. Adaylık için gerekli koşullar yerel meclislerle aynı şekilde. Her eyalet meclisi aynı zamanda kendi başkanlarını, başkan yardımcılarını ve yürütme organlarını seçiyor.
Küba’da devlet ve hükümet aynı anlama gelmektedir. Devletin en büyük gücü, Halk İktidarı Ulusal Meclisi’dir. Ulusal Meclis, bakanlar kurulunu kendi içerisinden seçerek oluşturur. Yüksek Mahkeme üyeleri ve başsavcı da Ulusal Meclis tarafından tayin edilir. Devlet başkanı ve devlet başkanının tayin ettiği 31 kişilik Devlet Konseyi de buradan seçilir. Meclisin delege sayısı “her 20.000 vatandaşa bir temsilci” esasına göre belirlenir. Beş yılda bir yapılan seçimlerde 16 yaşını dolduran 2012-05-01T153115Z_01_EOC01_RTRIDSP_0_US-CUBA-MAYDAYher Kübalı oy kullanabildiği gibi, eyalet ve yerel meclis seçimlerinden farklı olarak Ulusal Meclis’e delege olmak için 18 yaşını doldurmuş olmak ve yine Küba sınırları içerisinde en az 5 yıl yaşamış olmak şartı uygulanıyor.
Eyalet meclisleri ve Ulusal Meclis için seçilecek adaylar yerel meclislerce belirleniyor. Yerel meclisler, ulusal çapta örgütlenmiş kitle örgütlerinin (İşçi Sendikaları Konfederasyonu, Kadın Federasyonu -FMC-, Küçük Çiftçilerin Ulusal Birliği -ANAP-, Devrimi Savunma Komiteleri -CDR-, Orta Öğrenim Öğrenci Federasyonu ve Üniversite Öğrencileri Federasyonu) seçim dönemlerinde oluşturdukları seçim komisyonlarının önerilerini dikkate alıyor. Bu örgütler seçmenlerin çok büyük bölümünü temsil etmekte ve oy verme hakkına sahip olup bu örgütlerde yer almayan seçmen pek yok gibi. Eyalet meclislerine ve Ulusal Meclis’e seçim komisyonlarınca önerilen adayların adaylıklarının kesinleşebilmesi için ait oldukları yerel meclislerde %50’nin üzerinde oy almaları gerekiyor; aksi halde komisyonlar yeni aday öneri listesi belirlemek zorunda. Adayların seçim propagandası yapması söz konusu değil; ancak fotoğraflı özgeçmişleri tüm semt sakinlerinin görebileceği şekilde asılıyor -ki yerel meclislerde seçilmiş olan delegeler zaten semt halkının yakınen tanıdığı kişiler oluyor- ve gerektiğinde seçmenin ulaşabileceği, görüşebileceği konumda olmaları isteniyor. Ulusal Meclis’e aday gösterilecek kişilerin en az yarısının hâlihazırda çeşitli yerel meclislerde görev yapmakta olan delegelerden oluşması zorunluluğu var. Böylece Ulusal Meclis yerel meclislerin gündemini doğrudan takip edebilme olanağına sahip oluyor. Ulusal Meclis seçimlerinde seçmenler, kendi yerel meclislerince belirlenmiş, içerisinde eyalet meclisi ve Ulusal Meclis için önerilen pek çok adayın yer aldığı oy pusulusundan dilerse adayların tümüne dilerse hiçbirine oy veriyor. %50’yi geçen adaylar seçiliyor. Herhangi bir seçim bölgesinde hiçbir adayın yeterli oyu alamaması durumunda seçim yeni adaylar belirlenerek tekrarlanmak zorunda.
90’lı yıllarda bu yasal zorunluluk da ABD tarafından Küba’ya karşı saldırı niteliğinde kullanıldı ve devrim karşıtı Kübalı göçmenler aracılığıyla halk seçimlerde geçersiz oy kullanmaya çağrıldı; ancak 1993’te yapılan seçimlerde katılım %97’ydi ve asla %95’in altına düşmedi.
Ulusal Meclis’e gönderilmiş olan milletvekillerinin bağlı oldukları yerel meclise düzenli raporlar göndererek Ulusal Meclis çalışmalarına dair bilgilendirme yapma zorunluluğu var. Dolayısıyla seçilen milletvekilleri seçmen tarafından sürekli olarak izlenmekte ve denetlenmekte. Aynı zamanda halkın memnun olmadığı vekilleri ya da delegeleri istediği zaman geri çağırma, görevini iptal etme hakkı var ve bugüne kadar bunun örnekleri sayısı çok olmasa da yaşanmış durumda. Tüm bu meclislerde seçilmiş vekil ya da delegelerin hiçbir ayrıcalığı yok. Seçilmeden önce çalıştıkları işyerinde, aynı konumda çalışmaya devam ediyor, genel kurul ve olağanüstü kurullarda “izinli” sayılıyorlar. Maaşlarında bir değişiklik olmuyor ve ek bir ücret almıyorlar.
Bugün, hala Küba’nın siyasi sistemine ilişkin eleştiriler yapılmaya devam ediliyor. Kimi zaman bilgi dahilinde, kimi zaman da bilgi eksiğiyle. Bu konuda Celil Denktaş’ın “Üç Açıdan Küba” kitabındaki şu sözleri iyi bir cevap olacaktır:
“Sokakta, sıradan Küba vatandaşının hükümet politikalarına yönelttiği eleştirileri, isim vererek sorumlu gördükleri hükümet ya da kamu görevlilerini kınamadıklarını işitmek her zaman mümkün. Tabii bunu ülkeyi şöyle bir göreyim diye ziyarete gelen turist gözüyle, baskı altındaki zavallı halkın yönetim üzerinde herhangi bir etki şansı olmayıp derdini gizli gizli sokakta yakaladığı yabancılara döküyor olarak görmek de mümkün. Dolayısıyla dünyanın her ülkesinde olan, hükümet ve yöneticiler hakkında pek de ciddiyeti olmayıp “atıp tutma alışkanlığı”nı burada da bulmak mümkün. Ancak Küba’nın farkı, hakkında “atıp tutulan” kişilerin seçimler sürecindeki adaylık işlemlerinde ya da seçilmiş olsalar dahi delegelikleri sırasında seçmen tarafından alaşağı edilebilecekleri gerçeğinin atıp tutanlara verdiği rahatlıkla haklarında atılıp tutulması.”

Devrimi Savunma Komiteleri (CDR’ler)
Bu noktada, bahsi geçen ve daha önce de kısaca bahsettiğimiz kitle örgütlerine dair daha detaylı bilgi vermek, Küba’da halkın politik katılımını ve yaşamı nasıl bizzat inşa ettiğini anlamak açısından faydalı olacaktır.
Öncelikle kamu kurumlarında, tarım ve hayvan çiftliklerinde, okullarda ve or-manlarda, devrimin sosyalist karakterinin ilan edilmesiyle daha da artan yangınla-rı ve diğer sabotaj eylemlerini engellemek üzere yola çıkan Devrimi Savunma Komiteleri (Comite de Defensa de la Revolucion – CDR) her semtte bir tane olmak üzere sokak düzeyinde örgütlenmiş militanlardan oluşan komitelerdi. ABD tara-fından finanse edilen karşıdevrimci cephenin deşifre edilmesini sağlamak ama-cıyla tüm mahalle ve sokaklarda geceleri dahi nöbet tutmaya başladılar. Böylece sadece karşıdevrimci eylemliliklerin azaltılmasıyla kalmayıp, tüm halkı devrimi savunma göreviyle mobilize edebilme yeteneği I099_033_CDRkazandılar.
1960’larda gönüllü çalışma tugaylarının oluşturulmasının yanı sıra kalifiye işgücünün oluşabilmesi için teknik okullar açılmasında da etkin rol alan CDR’ler, dönemin en önemli ekonomik kaynağı haline geldi. CDR’lerin kuruluşunu, kitlelerin ruhunda gerçek bir devrimin başlaması olarak değerlendiren Fidel, bu tarihi aynı zamanda toplumsal dönüşümün sağlanmaya başlandığı siyasi devrimin başlangıcı olarak görüyor.
14 yaşından büyük tüm Kübalıların cinsiyet, ırk, din ayırımı yapılmaksızın üye olabilecekleri bir kolektif olan CDR’ler, sokak, mahalle, belediye, il ve ülke ölçeğinde örgütlü bulunuyor ve bugün yaklaşık 8 milyon üyesiyle 133.000 hücrede toplanıyor. Küba’daki 14 yaş üstü nüfusun %80’i CDR’lerde örgütlü. Küba halkı CDR toplantılarında, her türlü yasa ve düzenleme konusunda fikirlerini belirtme fırsatı buluyor. Her hafta kendi sokaklarında yaptıkları toplantılarda beraber yedikleri yemeğin ardından güncel tartışmalar üzerine sohbet edip mahalle sorunlarının çözümünü arıyorlar. Toplantıda devlet malının özenli kullanılmasından, çocuk bakımının paylaşılmasına, evliliği kötü giden bir çifte öneride bulunmaya kadar her tür konu gündem edilebiliyor.
CDR’ler aracılığıyla Küba halkı, hava kirliliğine neden olan gazlardan arındırabilen ve astıma neden olan alerjenleri barındırmayan ağaçlarla şehirlerini ağaçlandırdı, çocuk bahçeleri, kültürel alanlar, açık hava tiyatroları, spor kompleksleri, balık tutulabilecek dinlenme mekanları, kişiyi yaratıcı kılabilecek kültürel alanlar kurguladı ve bunların inşasında hep beraber çalıştı. Halk sağlığı alanında da CDR’ler, aşılama kampanyalarında Sağlık Bakanlığı ile birlikte çalışarak pek çok bulaşıcı hastalığın hızlı bir şekilde ekarte edilmesinde etkili oldu. Uzunca bir süredir kronik hastalıkların takibinden, kadınların yıllık smearlerinin alınmasına kadar pek çok koruyucu sağlık hizmetinin sunulmasında aile hekimleriyle birlikte çalışıyor. Küba’da suç oranının çok düşük olması da CDR’lerin potansiyel suç eylemini kolaylıkla mahallelerde tanımasıyla başarıldı.

Küba Kadın Federasyonu (FMC)
Önemli kitle örgütlerinden bir diğeri olan, 1960’ta Fidel’in önerisiyle, Vilma Espin liderliğinde kurulan Küba Kadın Federasyonu’na (Federacion de Mujeres Cubanas, FMC) bugün Kübalı kadınların %90’ı üye. FMC, devrimi takip eden günlerde iki temel görevi üstlendi: İlki Kübalı kadınların öncülüğünde geli31564_MujeresFMCşen okuma yazma seferberliğiydi. Kampanyaya 55 bin Kübalı kadın katıldı. 8 yaşındaki kız çocukları dahi evlerinden kaçarak kırsal bölgelerde bu kampanyada eğitimci olarak görev aldı. En önemli amaç; kadının üretime katılması ve toplumsal yaşamın eşit bir bileşeni haline gelebilmesiydi. Bu hedefle FMC’nin üstlendiği ikinci görev; ülkedeki kreşlerin sayısını artırmaktı. Kreşlerin, ardından çamaşırhane ve yemekhanelerin inşasına dönük çalışma, kadını eve hapseden yüklerin ağırlığından kurtarmayı amaçlıyordu. Devrim sonrası kurulan kreşlerde kadın erkek eşitliği temel alınmış ve eğitim sisteminin her kademesi bu ilkeye uyumlu olarak yapılandırılmıştı. Bu iki kampanya da çok kısa zamanda etkisini gösterdi. Devrimin ilk yılında %56 olan kız çocuklarının temel eğitime katılım oranı, bugün %99 gibi bir orana ulaştı. Kadınların iş yaşamına katılım oranı ise %60’lara çıktı.

Küba’da eğitim sistemi
Daha önce Che’nin, yeni insanın yaratılmasının komünizme giden yolda belirleyici unsur olduğunu belirttiğine ve bu yolda eğitime verdiği öneme değinmiştik. Sierra Maestra’dan beri eğitime belirgin biçimde önem veren ve okuma-yazmaya dönük çalışmalar yapan Kübalı devrimciler, bugün amaçlarına fazlasıyla ulaşmış durumda ve daha da ilerisini hedeflemekte.
1953 sayımına göre Küba’da 10 yaş üstü nüfusun % 23.6’sı okur yazar değildi. Kentsel bölgelerde bu oran %11, kırsal alanlarda %41.7’ydi ve çocukların %54’ü okula gitmiyordu. 1959’da yarım milyondan fazla çocuk okula gidemiyordu ve 10 bin öğretmen işsizdi. Bu tabloyla mücadele için devrimden sonra hemen, 1959’da Temel Eğitim ve Okuma-Yazma Öğretimi Ulusal Komitesi kuruld

u. İlk olarak, 1961 yılında, milyonlarca insana okuma yazma öğretmek için 35 bin gönüllü öğretmen ve 105 bin gönüllü gencin katılımıyla gerçekleştirilen ve bir yıl süren bir kampanyayla okuma yazma sorunu ortadan kaldırıldı. Kışlalar okul haline getirildi; Sierra Maestra’daki Camilo Cienfuegos Okul Sitesfft16_mf2453496i gibi, birçok yerde bu şekilde, çok kapasiteli okul siteleri inşa edildi. Ülke genelinde anketler düzenlenerek Venceremos (Kazanacağız) adlı bir okuma yazma kitabı ve öğretmenler için Alfabeticemos (Okuryazar Olalım) adlı rehber bir kitap oluşturuldu. Kampanyanın ilk hedefi, okur-yazar insanların sayısının çok az olduğu kırsal bölgeler oldu. Gönüllü eğitmenler gittikleri bölgelerde gündüzleri halkla tarlalarda çalışıp, akşamları sorumlu oldukları ailenin eğitim etkinliklerini gerçekleştiriyorlardı. Bu kampanyanın Jose Marti’den alıntı olan iki temel sloganı vardı: “Her okuryazar olmayana bir eğitmen, her eğitmene bir okuryazar olmayan!” ve “Bilmiyorsan öğren, biliyorsan öğret”.
Ek olarak, kitlesel yetişkin eğitimi etkinliklerine de ağırlık verildi; yetişkinler için gece kursları, köylü kadınlar için okullar kuruldu ve devrim öncesi Amerikan burjuvalarına fahişelik yapan kadınlara yönelik hem meslek edindirme hem de kültür çalışmaları başlatıldı. Gece okullarında bir dersin akışı genellikle şu şekildedir: Yoklama, duvar resimleri üzerinden politika tartışmaları, aritmetik, dil, coğrafya veya fen bilgisi deneyleri, gazete haberleri üzerine tartışma, günlük haberler. Başlıca dersler aritmetik, okuma yazma, doğa tarihi, sosyal bilimler ve hijyendir. Okula gelmesi zor olan yetişkinler için ise “aile içi okuma toplulukları” oluşturulmuştur. Komşu aileler, bir üst düzeyde öğrenim görmüş olanların ya da kendi grupları dışında bir kimsenin yönetiminde, içlerinden birinin evinde toplanmışlardır. Okumayı alışkanlık haline getirmek bu toplulukların temel hedefidir. İsteyen yetişkinlere hem çalışıp hem de üniversite düzeyine kadar ücretlerinde bir düşüş olmaksızın eğitime devam edebilme hakkı tanındı. Eski kitapların içeriği yeni bir toplum yaratılmasına izin vermeyeceği düşüncesiyle, okullarda okutulacak ders kitapları Kübalı eğitimciler tarafından yeniden yazılarak ülkede basılmaya başlandı. 1961 Eğitim Yılı’nda 6 Haziran tarihinde kabul edilen “Eğitimi Kamulaştırma Yasası” ile tek bir eğitim sistemi kuruldu, özel okullar kapatılıp, eğitim tüm düzeylerde parasız hale getirildi. Devrim öncesinde 7.674 olan okul sayısı, 12.442’ye yükseltildi. Öğrencilerin 10. sınıfa kadar eğitimlerine devam etmeleri zorunlu hale getirildi. Kendilerini geliştirebilmeleri ve topluma dâhil olabilmeleri için özel eğitime gereksinim duyan çocuklar için okullar açıldı. Lise ve yüksek öğrenim mezunlarının istihdamı devlet güvencesine alındı. Ayrıca bugün Küba’da 60 yaş üstü nüfusun yoğunluğundan kaynaklı üretilen çözümlerden biri olaran Yaşlı Üniversiteleri kurulmuş durumda. Şimdiye kadar 85 binden fazla mezun veren bu üniversiteler, yetişkin eğitiminden biraz farklı; asıl amaç yaşlıların toplumdan ve yaşamdan kopmamaları. Kültür, tarih ve çevre sorunlarına kadar çeşitli alanlarda ders yapılıyor ve bu derslerde sağlıklı birer birey olarak yaşlılıkla nasıl yHAVANA - JANUARY 8: Cuban pioneers cheer revolution slogans under a photograph that shows Fidel Castro (R) and Camilo Cienfuegos, commander of the Revolution, during a political act to commemorate the arrival of the so-called victory caravan, re-enacting the triumphal 1959 entry into Havana by Cubas Revolution leader Fidel Castro and his rebels, exactly 50 years later, on January 8, 2009, in Havana, Cuba. Fidel Castro, who ruled as Cuba's President since coming to victory in 1959 until two years ago, when illness forced him to hand over power to his younger brother Raul Castro, remained behind the scenes during the celebrations of the 50th anniversary of the Revolution. (Photo by Sven Creutzmann/Mambo Photo/Getty Images)üzleşilmesi gerektiği de tartışılıyor.
Okur-yazarlık sorununun çözülmesinin ardından, 1970li yıllarda öğretmen yetiştirme sistemini planlı bir şekilde örgütleme ve öğretmenliği profesyonel bir meslek haline getirme çabaları belirginleşti. Aynı dönemde okullaşma çabası ise sonraki yıllarda şöyle sonuç verdi: 1976 yılında ortaöğretimde 13-16 yaş arası okullaşma oranı (9. sınıfı tamamlayanların oranı) yüzde 75’in üzerindeyken 1978-79 eğitim yılında bu oran %96,7’ye ulaştı. Devrimin temel hedeflerinden olan kent ve köy arasındaki eşitsizlikleri giderme çabası sayesinde, 1970-71 eğitim yılında üniversiteye girişlerin yüzde 15’i işçi-köylü okulundanken, 1983-84 eğitim yılında bu oran yüzde 54’e çıktı.
“Özel Dönem”de ise Küba pek çok alanda olduğu gibi eğitim alanında da büyük maddi zorluklarla karşı karşıya kaldı; ancak bu dönemi tek bir okulu dahi kapatmadan eğitimi sürdürme iradesini gösterdi. Özel dönemden çıkmanın işaretlerinin verildiği 1999 yılında ilan edilen ve tüm halkın genel kültüre ulaşmasını hedefleyen “Fikirler Savaşı” ise, eğitimi daha nitelikli kılma, herkesin kültüre erişimini sağlama, herkesin yeteneklerini kullanabilmesi ve ortak bir kültürün yaratılması anlamına gelmekteydi. Bu kapsamda Küba’da yükseköğretimin herkes tarafından erişilebilir hale getirilmesi hedeflendi. Üniversite sınıfları daha yaşlı yetişkinlerin erişimine açıldı ve öğrencilerin uzmanlar ve tanınmış akademisyenler öncülüğünde bilgi alışverişinde bulunabilmeleri sağlandı.
Küba’da devrim sonrası geliştirilen eğitim sistemi şu temel prensipler üzerine kurulu:
1. Kitlesel eğitim ve herkese eşit eğitim olanağı
2. Eğitim olanaklarına ücretsiz erişebilme olanağı
3. Toplumun eğitime –demokratik- katılım hakkı
4. Ders/okul ve “iş”in birleştirilmesi/birlikte yürütülmesi
5. Kadın/erkek birlikte eğitim (co-education)
6. Okulun farklılıklara –ırk, renk, inanış vb- açık olması
Eğitim sisteminin günümüzdeki görünümüyse Şema-1’deki gibidir.İdilin istediği grafik 001
Bugün Küba’da her 42 Kübalı’ya bir öğretmen düşüyor. Okulların çok büyük bir çoğunluğu, yılın 220 günü, günde 6-7 ders saati olmak üzere tam gün eğitim veriyor. Eğitimin diğer seviyelerinde olduğu gibi yükseköğretimde de kitap, diğer öğretim gereçleri, yemek, yurt, servis, tatil yerlerindeki yurtlar parasızdır ve ayrıca öğrenciye harçlık olarak kullanabileceği belli bir miktar para bursu verilir. Ders dönemine ayrılan 40 haftanın 45 günü politeknik eğitim ilkesi gereği ve özellikle tarım sektöründe olmak üzere, üretim faaliyetiyle değerlendirilmektedir.

Eğitimin getirileri ve yeni insanda kırılan önyargılar
Bu eğitim süreciyle birlikte, devrimin ilk yıllarında yeni insanın oluşmasının önündeki geçmişin artığı önyargılar da zamanla kırılmaya başlandı. Uzun bir sürecin sonucunda ırkçılık, homofobi, cinsiyet ayrımcılığı gibi birçok konuda ciddi gelişmeler kaydedildi ve kaydedilmeye devam ediyor.
Bugün, Küba’nın her tür ayrımcılığa karşı ve eşitliğe yönelik politikası anayasal desteğe sahiptir. Anayasal hakların yanısıra, bunların etkin hale gelmesini sağlayan ve ihlal edilmeleri durumunda, yeniden tesis edilmelerini temin eden mekanizma ve araçlar, net bir tamamlayıcı hukusal çerçeveyle güvence altına alınmıştır. Irkçılığın her tür yasal dayanağını ortadan kaldırmış ve elde ettiği eğitim düzeyiyle her tür öznel ayrımcılığı oratadan kaldırmış bulunuyor. Buna rağmen yıllar içerisinde pratikte ayrımcılığın gözlemlendiği sorunlar açığa çıkmıştı ve bugün Küba yüzyıllara yayılan tarihsel sürecin bir mirası olan ve kendisini, siyahların üst düzey pozisyonlarda ve kalifikasyon düzeyi yüksek işlerde daha az temsil edilmesi, suç oranının nispeten yüksek olması gibi formlarda ortaya koyan nesnel ayrımcılığı da ortadan kaldırmak amacıyla hareket ediyor.
Devrim öncesinin artığı bir diğer kemikleşmiş önyargı da eşcinsellere yönelikti. Devrimin ilk yıllarında Domuzlar Körfezi Çıkartması ile birlikte seferberlik ilan edilmiş ve orduya katılımlar hız kazanmıştı. O dönemde kadınların ve eşcinsellerin savaşa katılması halk tarafından iyi karşılanmıyordu. Dolayısıyla eşcinsellerin de askere alınmaması durumu ortaya çıktı; ancak bu durum bile ayrıcalık olarak görülerek rahatsızlık uyandırmaya ve eşcinsellere dönük haksız eleştirilere sebebiyet vermeye başladı. Üretime Yardımcı Askeri Birlikler (Unidades Militares de Ayuda a la Produccion – UMAP) adıyla kurulan ekiplere, yetersiz eğitimden dolayı silah kullanamayanlar, dini inançları sebebiyle vicdanî red hakkını kullananlar ve fiziksel durumları uygun olan eşcinsel erkekler alınıyordu. Bu birlikler tüm ülkede oluşturulmuştu ve hatta karşıdevrimciler tarafından yıllarca bu birlikler kastedilerek, eşcinsellerin toplama kamplarında tutulduğu öne sürüldü. Ancak eşcinsellere dair önyargılar olduğu ve ayrımcılık yapıldığı doğruydu. Fidel bir konuşma bu homofobik ve “maço” tutumu belirtmiş, kendisini de eleştirmiş ve bu konudaki tüm sorumluluğu kendi üzerine almıştır. Ancak Küba’da yıllar içerisinde bu homofobiyi aşmak için birçok şey yapıldı. Küba Kadın Federasyonu’nda (FMC) Vilma Espín, 1976 yılında hazırlanan anayasada, evliliğin cinsiyet belirtilmeksizin, yani heteroseksüelliğin kalıbına sokulmadan, iki kişi arasındalgbt_march_cuba_2015ki birliktelik olarak tanımlanmasını önermişti. Bugün, Uluslararası Homofobiye Karşı Mücadele Günü etkinlikleri başta olmak üzere, LGBTİ bireylerin sorun ve taleplerini topluma anlatmak için bir dizi etkinliğe öncülük eden CENESEX (Ulusal Cinsel Eğitim Merkezi) yine bir kadın devrimcinin, Mariela Castro’nun liderliğinde ilerliyor. Küba’da bir dönem “burjuva toplumunun kalıntısı” olarak görülen eşcinselliğe bakışın CENESEX’in öncülüğünde devrimci bir şekilde değişmesini de beraberinde getirdi. Ulusal Meclis çalışma hayatında cinsel yönelim ayrımcılığını yasakladı. Mariela Castro’nun önerdiği değişiklikle İş Kanunu’nda çalışanların eşitliğini düzenleyen maddeye cinsel yönelim ifadesi eklendi.
Kadınlara karşı ayrımcılıkla baş etmek de en zor işlerdendi. Kübalı devrimcilerse, Sierra Maestra’dan beri –Fidel’in kurduğu “Marianas” isimli kadın gerilla birliğinden beri- bu kalıpları yıkıyor. Kadın erkek eşitliğinin pratiğe taşınması adına bir dönem, erkeklerin ev işlerini, yemek, çocuk bakımı gibi işleri kadınlarla paylaşmasını zorunlu kılan bir Aile Yasası bile hazırlandı. FMC’nin kuruluşundan ve kaydettiği ilerlemelerden bahsetmiştik. Bugün Küba’nın geldiği noktada; öğretmen, öğretim üyesi ve bilim insanlarının %81,9’u, hekimlerin %60,2’si, sağlık sektöründe çalışanların %78,5’i ve sağlık alanında enternasyonal görevlerde bulunanların %64,2’si kadın. Hâkim ve savcıların %70’ten fazlası kadın. Teknik personelin %36,7’si, mühendislerin %31’i kadın. Üniversite mezunlarının %63,6’sı kadın ve ekonomide istihdam edilen kadınların %74,37’si yüksek öğrenim mezunu -bu oran erkekler arasında %55,6-. Yönetiminde yer alan kadınların oranı %64. Küba Komünist Partisi Merkez Komite Üyelerinin %41,7’si kadın. Ulusal Meclis içindeki milletvekillerinin %48,8’i kadın -bu oran dünya ortalamasında %20-. Devlet Konseyi üyelerinin %41,9’u kadın.

Küba’da sanat ve spor
Sanat, birçok Latin Amerika ülkesinde olduğu gibi Küba’da da gündelik yaşamın ayrılmaz bir parçası. Yıllardır, sanat eğitimine verilen önemin de bir sonucu olarak yetkinleşerek devam ediyor. Sanatsal faaliyetleri düzenleme ve yaygınlaştırma amacıyla kurulan Kültür Merkezleri bünyesinde sanat okulları açılmış durumda. Bu Kültür Merkezleri ile aynı zamanda, ahlaki, sosyal ve politik değerler kazandırmak da amaçlanıyor. Tüm kentlerde ve tüm köylerde en az bir, çoğu durumda birden çok Kültür Merkezi bulunuyor. Kübalı her ailenin sanatın bir dalıyla bir şekilde ilişkisi bulunuyor. Dağ köylerinde “Genç Yaratıcılar Evi” adı verilen kültür merkezleri bulunuyor; köylerin meydanlarında çocukların ve gençlerin oluşturduğu programlarla ortaya çıkan ürünler sergileniyor. Okullarda öğrencilerin derslerden sonra haftada en az 6 saat sanat çalışması zorunlu. Küba’da her üniversitede güzel sanatlar akademisi bulunuyor. Sanatsal üretime erişim için herkesin yararlanabileceği asgari bir ücretle sınırlandırılıyor. Küba’nın sanatçıları, Yazarlar ve Sanatçılar Birliği’nde (UNEAC) örgütlü ve bu örgüt seçkin bir kesimi değil tüm toplumu temsil ediyor.
Nisan 1959’da Latin Amerika ülkeleriyle ittifak kurularak, Havana’da, Latin Amerika ülkelerinin sanat birliği işlevini görecek olan Casa de las America kuruldu. Kültür ve sanat alanında çalışm3278957784_4061f40ef5_ba yürüten çeşitli kurumlarla -kütüphaneler, galeriler, senfonik orkestralar, tiyatro grupları, yayınevleri- irtibata geçerek çeşitli sanatçılar ağırlandı, oyunlar, konserler vs düzenlendi. Kendine ait bir yayın çıkarmaya başladı. Casa, sanatın birçok alanında üretimin yapıldığı ve Latin Amerika halklarının kültür araştırmalarıyla sanatın içiçe geçirildiği bir merkez haline geldi. Latin Amerika edebiyatına ilgi arttı ve birçok eser tekrar basıldı ve birçok yeni eserin çıkmasına öncülük edildi. 1959’dan beri yapılan ödül törenlerinde yılda ortalama 600-700 eser başvuruyor. Eğer ödül almamış bir tiyatro eseri söz konusuysa, jüri bu eserin sahnelenmesi gerektiğini düşünüyorsa, tanınması ve sahnelenmesi için eseri Latin Amerika’daki ve Küba’daki tiyatro gruplarına gönderiyor. Yayınlanabilecek eserler de ilişki içinde olunan yayıncılara gönderiliyor ve öneriliyor.
Sanatsal ürünler sadece sergilenebilir metalar olarak ele alınmıyor. Örneğin; Alicia Alonso öncülüğünde Küba halkı dansın ve balenin tedavi edici rolü üzerine deneyimler elde etti. Bugün hala otistik, down sendromlu, duygu durum bozukluğuna ve diğer çeşitli sinir sistemi rahatsızlıklarına sahip çocuklar düzenli olarak devlet güvencesiyle bale okuluna götürülüyor. Uzman doktorlar, sosyal hizmet görevlileri ve diyetisyenler kontrolünde usta balet ve balerinler ile düzenli olarak çalışıyorlar. Bale ile çocukların sağlıklarında ciddi bir düzelme kaydedildiği gözleniyor.
Aynı zamanda spor da anayasal hak olarak tanımlanıyor. Her yaştan Kübalı’nın spor yapma hakkını güvence altına alan merkezi kurumlar ve yaygın oryantasyon mekanizmaları geliştirilmiş durumda. Devrimden önce yalnızca burjuvalara açık olan spor tesisleri kamulaştırılarak halka açıldı, sportif faaliyetler ücretsiz hale getirildi, yeni yaygın spor alanları inşa edildi. Profesyonel spora son verildi, sporu kâr konusu haline getiren her türlü meslek kategorisi lağvedildi. Bu bakış, Küba’nın spor alanındaki başarısını daha da artırdı, ülkenin aldığı uluslararası madalyalar nüfusa oranlandığında, mesela ABD’den 11 kat daha başarılı olduğu ortaya çıkıyor.

Küba’da biyoteknoloji ve halk sağlığı
Küba sosyalizminin en büyük başarılarından birisi sağlık alanında oldu. Bu başarısının temelindeyse halk sağlığını önceliğe alması ve benimsediği önleyici tıp anlayışı yatıyordu. Doktor Che’nin yolundan giden Küba’da ada halkına eşit ve ücretsiz sağlık hizmeti verilmesi bir yana; Küba bu alandaki başarısını enternasyonalist bir ufukla onlarca ülkeye taşıdı. Daha önce, Cezayir’le başlayan ve Afrika ülkelerine yayılan tıbbi yardımlardan bahsetmiştik. 1960’larda çoğunluğu savaş yaşanan ülkelerde olmak üzere pek çok yerde yaşayanlara burs vermeye başlayan Küba; Latin Amerika, Karayipler, ABD, Pakistan ve Çin’in de aralarında bulunduğu ülkelerden 80 bin doktor yetiştirdi. 1998 yılında kurulan Latin Amerika Tıp Okulu’nda (ELAM) 122 ülkeden gelen 10 bin kadar öğrencinin halen ücretsiz eğitim almakta olduğu biliniyor. Mart 2016 itibariyle ise 67 ülkede hizmet veren yaklaşık 55.000 Kübalı hekim var.
Devrimden sonra, ambargolar sonucu Küba, yaşadığı ciddi ilaç sıkıntısını çözmek üzere kendi ecza sektörünü geliştirmeye karar verdi. 1980’de, Küba’dan 6 kişilik bir heyet, kanserle mücadelede gerekli interferonun nasıl üretildiğini öğrenmeleri için Helsinki’ye gönderildi. Ülkelerine döndüklerinde Havana yakınlarında küçük bir evde kurdukları laboratuvarda doğal interferon alfanın üretimi başarıldı. 1982’de Biyolojik Araştırma Merkezi (CIB), 1986’da Genetik Mühendisliği ve Biyoteknoloji Merkezi (CIGB) kuruldu. Ülkedeki ilaçların %70’ini bu merkez üretti. Özel Dönem’de dahi Küba, bir tek biyoteknolojide kısıntıya gitmedi, aksine bu alana 1 milyar dolar yatırım yaptı. Bu öngörü, hem Küba’nın önleyici tıptaki başarısıyla, hem de bu alandaki ekonomik getirilerle karşılığını buldu. Aralarında Brezilya, Hindistan, Venezuela, Güney Afrika, Vietnam ve Cezayir gibi ülkelerin de bulunduğu coğrafyalara biyoteknoloji alanında teknoloji transferi yapan Küba, 1985 yılında yalnızca 11 milyon dolar olan biyoteknoloji ihraç gelirlerini, 2013’de yarım milyar doların çok daha üzerine çıkarttı.
Bugün, Küba’da bebek ölümleri ciddi oranda azalırken, kanser, şeker hastalığı, görme kaybı gibi ciddi hastalıklarla ilgili de önemli ilerlemeler kaydedilmiş durumda. Küba geçtiğimiz yıl, anneden bebeğe AIDS virüsü geçişini durdurmayı ve Amerika kıtasını sarsan Zika virüsünü önlemeyi de başardı. Küba’da bebek ölüm oranı 2015’te binde 6’dır ve Villa Clara şehrindeyse bu yılın ilk yarısında toplam 7 belediyede, anne-bebek ölüm hızı sıfıra düştü. Son olarak, kanser hastalarının yaşam sürelerini uzatacak, kanseri geriletecek onlarca aşı geliştirilen Küba’da, 2017 itibariyle akciğer kanseri aşısı bedava olarak halka uygulanacak olması halk sağlığının ancak sosyalizmle mümkün olduğunu da kanıtlıyor.
Şu anda anayasasında,
• Sağlık bakımı ekonomik kâr aracı değil, temel insan hakkıdır. Bu nedenle bütün sağlık hizmetleri parasızdır ve herkes için eşittir.
• Topluma sağlık hizmetini sunmak devletin görevidir.
• Koruyucu ve tedavi edici sağlık hizmetleri sosyal ve ekonomik gelişmeyle entegredir.
• Toplum, sağlık sisteminin geliştirilmesine ve yönetimine katılır
maddelerini bulunduran Küba’da devrim öncesinde yaklaşık 6000 doktor bulunmaktaydı. Bu doktorlar özel sağlık kuruluşlarında çalışıyordu. Ulaşım sıkıntısı yaşanan ve sadece paralı bir şekilde verilen sağlık hizmetine, zenginler dışında kimsenin ulaşabilme imkânı yoktu. Devrim sonrasında bu doktorların 3000’i yurtdışına kaçtı. Kaçanların önemli bir kısmana-resim-800x445ı öğretim üyeleriydi. Kalan yaklaşık 3000 doktor topluma ulaşmak ve zaten az olan sağlıkçı sayısının arttırılması için çok büyük çaba sarf etti. Sağlık hizmetleri köylüye, işçiye, fakir halka ücretsiz bir şekilde ulaştırıldı. Sadece 1960 yılında yapılan DPT (Difteri-Boğmaca-Tetanoz) aşılaması 1954-1959 yılları arasında yapılan DPT aşılamasının iki katıydı. Sağlıklı içme suyuna ulaşma oranı 1958 yılında kentte %35, kırsalda %2 iken, 1969 yılında bu oranlar kentte %90, kırsalda %63 oranına ulaştı.
Tüm bunlar kitle örgütleri aracılığıyla, halkın katılımıyla sağlandı. Evlerde, iş yerlerinde, okullarda sorunları çözmek için örgütlenildi. Çöp toplanamaması bulaşıcı hastalıklara yol açacağından, çöpleri toplama işi organize edildi. Bisiklet kullanımı teşvik edildi, sigara ve yağ tüketimi azaltıldı. Doğum kontrol ilaçları ithal edilemeyince yüzük denilen bir gereç üretilmeye başlandı. Ekonomik kriz nedeni ile engelli bireyler için yeni merkezler inşa edilemeyince parklar danışmanlık merkezi olarak kullanıldı. Küçük çocuklara ve zayıf insanlara beslenmeden kaynaklı sorunlar yaşanmaması için vitamin, mineral ve besin desteği sağlandı. Sağlık Bakanlığı altında bulunan 14 eyalette personel sayısı çok az; çünkü asıl iş alt kademelerde ve alanlarda. Bu eyaletlerin altında yerel düzeyde bir sağlık organizasyonu oluşturuldu. Bunun yanında kitle örgütleri geri bildirim yaparak, sağlık kampanyalarında sorumluluk alarak, alanın ihtiyaçlarına göre öneriler getirerek bu sağlık şemasında en önemli yere oturmaktadır. CDR’ler, bağışıklama, sivrisineklere karşımücadele, sokakların temizlenmesi ve bakımı gibi görevler üstlendi. 1961’de ilk tarım reformundan sonra kurulan Küçük Köylüler Ulusal Birliği’nin ev ev dolaşarak aşı eğitimi yapması ve aşılanacakların listesini çıkararak sağlık örgütlerine ulaştırması sonucunda 1962’de 2 milyon çocuğun polio (çocuk felci) aşısı 11 günde, 1969’da aynı uygulama 72 saatte,1970’de bir günde tamamlandı. FMC daha önce de bahsettiğimiz gibi, ana-çocuk sağlığı programı kapsamında su ve sütün kaynatılması, ev hijyeni, çocuk bakımı, enfeksiyon hastalıklarından korunma konularını direk kendi sorumluluğuna almış durumda. Ayrıca FMC yetişkin ve genç kadınlara cinsel yaşam, üreme sağlığı, aile planlaması ve hijyen önlemleri gibi sağlık konularına da yer veren dergiler çıkarıyor. Temel görevi işçi haklarını korumak, üretimi arttırmak ve işçi sağlığıyla ilgili aktif rol almak olan sendikalar; iş kazalarının analizlerini ve soruşturmasını yapmakla yükümlü.
Küba, kendisine uygulanan bütün ambargolara rağmen anayasasında bulunan dört maddeden taviz vermedi. Sağlığı bir meta haline getirmeyi asla tartışmadı. Bilimin halk yararına kullanılabileceğinin somut bir kanıtı oldu. Ayrıca Küba’da yürütülen biyoçeşitliliğin korunması, ormanlaştırma, mera restorasyonu, mikro-rezervuarlar geliştirilmesi gibi kampanyalarla önemli kazanımlar elde edildi ve halk sağlığı çalışmaları ile ekoloji çalışmaları bütünlük içerisinde ele alındı.

Sonsöz
Küba’da isyan daima var olmuş; ilk direnişçilerinden olan Hatuey’den, mambilere taşınan bu ruh, ikinci bağımsızlık savaşlarında Jose Marti’nin açtığı yoldan ilerleyen devrimcilere dek sürmüş ve 26 Temmuz Hareketi öncülüğünde devrimin zaferiyle vuku bulmuştur. Küba, bu mücadelelerin izinde, yüzyıllar içerisinde, “şeker şatoları”nın hüküm sürdüğü bir Küba’dan, özgür bir yaşamın inşa edildiği topraklara dönüşmüştür. Sosyalizmle birlikte Küba halkı özgürlüğüne kavuşmuş ve hiçbir taviz vermeyerek yeni bir yaşamın, yeni insanın yaratılması yolunda hız kesmeden, tökezlese de tekrar kalkarak yoluna devam etmiştir ve etmektedir. Başta Latin Amerika olmak üzere tüm dünya devrimcilerinin, özgür ve insanca bir yaşam özlemini taşıyanların umudu, öğretmeni olmuştur.
Küba’nın bahsettiğimiz tüm bu devrim tarihinden ve bugününden çıkarılacak en önemli sonuçlarından biri; Che, Fidel ve Camilo gibi devrim önderlerinin kişiliğinde de somutlanan yeni insanın yaratılmasına yüklediği anlam, insana, insanın gelişimine verdiği önemdir. Devrim öncesinden itibaren, tüm propaganda araçlarını da buna önem vererek, bu gelişimi yaratacak, eğitimi koşullayacak biçimde kurgulamış ve yeni bir yaşamı vadederek, bunun nüvelerini o günden barındırarak devrime yürümüştür. Eğitimi çok önemli bir yerde tutmuştur; çünkü yeni bir yaşamı, yeni bir dünyayı kuracak olan, dünya devrimine yürüyecek olan ancak bu yeni insanın kendisidir. Bu anlamda da Küba, sadece kendi halkının dönüşümü değil, tüm dünya halklarına bir örnek sunma niteliğini de barındırmaktadır.
Sosyalizmin inşası ve yıllar içerisinde Küba’nın eğitim, sağlık, sanat vs. alanlarındaki bu gelişimi, sadece, halkın yıllarca süren diktatörlüklerin bunalmışlığıyla tek çözümün sosyalizm olduğunu kavraması değil; sosyalizmin de ancak bireylerin kendilerinin öznelik kazanması ve değişimin esas belirleyeninin kendi iradeleri olduğunu farkına varmaları ve bunun da ancak örgütlü bir halkla mümkün olacağını kavramalarıyla oluşmuştur. Nitekim, devrimin ilk yıllarında halk, kitle örgütlenmelerine ihtiyaç duymuş ve bunun çözümlerini üretmiştir. Tabii ki tüm bunlar devrimci partinin öncülüğünde gerçekleşmiş ve bu öncülük devrim öncesinden itibaren kitle üzerinde ciddi bir nüfuz kazanmıştır.
Küba’da devrimin sürekliliğinin en önemli belirleyicilerinden biri halkın sosyalizme inancı olduğu gibi, aynı zamanda bu inançla, asla pes etmemesi ve hiçbir ambargo ve karşıdevrimci saldırı karşısında taviz vermemesidir. Karşılaşılan sorunlara dair daima “kapitalist çözümler” yerine “sosyalist çözümler” aranmıştır. Bu noktada Che’nin “Komünizm sadece bir üretim olayı değil, aynı zamanda bir bilinç olayıdır. Halkın hizmetine sunulmuş ürünlerin miktarının basit mekanik birikimi komünizme götüremez. Elbette bir şeye, sosyalizmin özel bir biçimine götürecektir. Ama Marx’ın komünizm olarak tanımladığı şeye, işte buna, eğer insan bilinçli değilse, yani eğer topluma karşı yeni bir bilinç kazanmadıysa ulaşamayız… Verimlilik, daha fazla üretim, bilinç; yeni toplumun üzerinde kurulabileceği temellerin sentezi budur” bakışı esas alınmıştır. Sosyalist Küba, karşılaştığı sorunlara karşı, varolan sosyalist deneyimleri yerelin özgünlüğüyle birleştirerek, kendi çözümlerini üreterek ayakta kalmıştır. Ve tabii ki Küba devriminin nihaî zaferi, enternasyonalizmle mümkün olacaktır.
2006’da Fidel’in Devlet Başkanlığı’nı kardeşi Raul Castro’ya devretmesiyle birlikte çeşitli tartışmalar başlamıştı. Raul Castro’nun devrimdeki rolünü, İsyan Ordusu’ndaki varlığını hiçe sayarak yapılan aile içinde görev devretme eleştirilerinden -eleştiri demek bile hürmet sayılır- bahsetmeye bile gerek yok. Ancak Raul’u daha “ılımlı” görerek, sosyalizmin yenilgisi için ellerini ovuşturanlar oldu. Raul’un ekonomik bazı değişimlere gitmesini bu iddialarına kanıt olarak sunanlar da oldu. Şimdiyse aynı tartışmalar Fidel’in ölümü üzerinden yapılıyor. Elbette ki Fidel’in Küba halkı üzerindeki –ve hatta dünya halkları üzerindeki- etkisi tartışılmazdır, hatta bu etkSomos-Fidel-sdfthi 1959’da Havana’ya girdiğindeki ilk konuşmasında (Los Palomas Nutku) omzuna konan güvercinle “mitik” bir hal kazanmıştır. Elbette ki Fidel’in Küba Devrimi’ndeki rolü ve önderliği de tartışılmazdır. Ancak tüm bu tartışmalarda unutulmaması gereken şudur; Küba’da devrimin sürekliliğini asıl sağlayacak olan, Küba halkının iradesidir. 1959’dan sonra karşılaşılan her tür saldırıda Fidel’in kararlı ve taviz vermeyen duruşunun yanı sıra devrimi daima savunan, bu amaçla seferber olan Küba halkının ta kendisidir. Bu noktada, bir önceki yazımızda bahsettiğimiz, Angola’da 300.000’den fazla gönüllü enternasyonalist savaşçısıyla zafer kazanan Küba halkı için Fidel’in şu sözlerini hatırlamakta fayda var: “Böyle bir kahramanlık göstermeyi başarmış bir halk, kendi ülkesini savunma zamanı geldiğinde neler yapmaz ki!”
Üstelik devriminin sürekliliğini belirleyeceğini söylediğimiz bu irade, eğitimli, örgütlü, yönetimin doğrudan öznesi olan, yeni bir yaşamı inşa eden bir halkın iradesidir. Tüm bu tartışmalara karşı, halkın bu konudaki kararlılığını Fidel’in ölümü ardından yas tutan yüzbinlerce Kübalı’dan biri olan bir işçinin sözlerinde görmek mümkündür: “Ölümü bizim için inanılmaz bir hadise oldu; fakat burada hiçbir şey değişmeyecek. Raul hâlâ burada ve daha sonra bir başkası gelecek, sonra bir başkası, bir başkası daha, devrim daima sürecek.”
Ve Fidel’in 2016 Nisan ayında, Küba Komünist Partisi’nin kongresinde yaptığı ve mücadelenin ‘Zafere Kadar Daima!’ süreceğini bir kez daha vurguladığı son konuşmasında dediği gibi “Kübalı komünistlerin fikirleri, bu gezegen üzerinde, insanoğlunun ihtiyacı olan maddi ve kültürel ürünlerin onurlu bir biçimde ve çok çalışarak yaratılabileceğinin kanıtı olarak kalacaktır.”

İdil Özkurşun

Kaynaklar:
1. Üç Açıdan Küba – Politik Katılım, Eğitim, Kadın/Erkek, Celil Denktaş, Nota Bene Yayınları
2. Fidel Castro – İki Ses Bir Biyografi, Ignacio Ramonet, Doğan Kitap
3. Savaş Anıları, Ernesto Che Guevara, Ant Yayınları
4. Demokrasi ve Devrim – Günümüzde Latin Amerika ve Sosyalizm, D. L. Raby, Yordam Kitap
5. Latin Amerika: İsyan Hep Vardı!, Derleyen: Sibel Özbudun, Kaldıraç Yayınevi
6. Latin Amerika’nın Kesik Damarları, Eduardo Galeano, Sel Yayıncılık
7. Ekonomik Yazılar, Ernesto Che Guevara, Yar Yayınları
8. Dinle Yankee, Wright Mills, Ant Yayınları
9. Fidel Castro Konuşuyor, Lee Lockwood, F.R. Alleman, Yar Yayınları
10. Che’de Sosyalist Bilinç ve Geçiş Dönemi Ekonomisi, Carlos Tablada, Çözüm Yayıncılık
11. Sosyalizme Doğru, Ernesto Che Guevara, Yar Yayınları
12. Sosyalizm ve İnsan, Ernesto Che Guevara, Yar Yayınları
13. Vamos Bien – İyi Gidiyoruz, Fidel Castro, Nazım Kitaplığı
14. Haydée Santamaría (Vidas Rebeldes), Ocean Sur
15. kubadostluk.org
16. Lanic.utexas.edu (Latin American Network Information Center)

Referandumun AKPcesi…

Fakat, AKP’nin son referandum hamlesinde durum farklı. Hayır yasak… Dolayısıyla yapılan şey referanduma benzemiyor… Lâkin çelişik bir durum var: sandık kurulacağına göre hayır ı engellemek mümkün değil. O zaman hayır oylarını olabildiğince küçültmek için sorunun tartışılmasını, anlaşılmasını engellemeyi bir çare olarak görüyorlar… Ayıbın üstünü örterek durumu kurtarmak istiyorlar, zira “ayıbı açığa vurmak daha büyük ayıptır” denmiştir… Aslında AKP’nin işi zor, zira referandum konusu problemli. Sorulan soru şu: “Bir dikta rejimi, bir tek adam rejimi istiyor musunuz?”. Böyle bir soruya insanların evet demesi pek mümkün olmadığına göre, geriye neyin oylandığını gizlemek, görünmez kılmak kalıyor. Boşuna, “iktidar gizlemesini bilenindir” denmemiştir… İşte, hayır cephesine yönelik baskıların, yasakların, yalanların, hakaretlerin, telaşın nedeni bu… Eğer tek adam rejimi [dikta rejimi] kurulursa, bunun istikrar ve güçlü devlet demek olacağı, refahın artacağı, terörün önleneceği, Türkiye’nin uçacağı söyleniyor. Tabii insanlar da haklı olarak, “iyi de 15 yıldır neden uçurmadın?” diyeceklerdir… Buna AKP’nin cevabı şöyle: “Uçmak için tek adam rejimi şart, biz bunu 15 yıl sonra anladık!”… Aslında dinci iktidarın asıl amacı başka: TC’yi bir İslam devletine dönüştürmek istiyorlar, bunu da mümkünse 2023’den önce kotarmak istiyorlar. 1923-2023 aralığını bir sapma olarak görüyorlar ve güya “parantezi” kapatmak istiyorlar. Gönüllerinde Hilafeti ihya etmek yatıyor. Hilafeti/Saltanatı ihya edip, ilelebet iktidar olmayı amaçlıyorlar… Elbette aç tavuğun kendini darı ambarında görmesine bir mani yoktur…
AKP, merkez-sağ partilerin iflası üzerine iktidar oldu. Bağnaz neoliberal ama aynı zamanda politik İslamcı bir parti. Başlarda İslamcı yüzünü gizledi, diğerleri gibi bir merkez-sağ parti olduğu izlenimi yaratmayı başardı. Gücünü artırdıkça, iktidarını sağlamlaştırdıkça, devlet aygına daha çok hakim oldukça, rejimi bir “parti- devlet” rejimine dönüştürdükçe, gerçek niyetini gizlemeye artık gerek duymadı. Başlardaki sloganı güya, yoksullukla, yolsuzlukla, yasaklarla mücadeleydi. Cumhuriyet tarihinin hiç bir dönemimde yolsuzluk, yoksulluk, işsizlik ve yasaklar AKP dönemindeki boyutlara çıkmadı. Hukuk hiç bu kadar ayaklar altına alınmadı, zaten her zaman sınırlı olan özgürlükler de bu kadar budanmadı, etik değerler böylesine aşınmadı…

Bu referandumun bir meşruiyeti yok
Bu ülke, içerde ve dışarda acil çözüm bekleyen onca sorunla cebelleşirken, AKP neden referandumda ısrarcı? Bu sorunun iki cevabı olabilir: Birincisi artık yönetemiyorlar; ikincisi, yolsuzluğa, kanunsuzluğa, kuralsızlığı, ahlaksızlığa öylesine bulaşmış durumdalar ki, iktidardan düştükleri anda mutlaka yargılanacaklarını biliyorlar. O zaman ne yapıp edip iktidarda kalmaktan başka çareleri yok! İşte 18 Maddelik (aslında nerdeyse anayasanın tamamını angaje eden) anayasa değişikliğini dayatmalarının asıl nedenlerinden biri bu ama çok önemli bir neden daha var: Geride kalan 15 yılda yağma ve talanın tadına öylesine vardılar, bütçeyi ve hazineyi öylesine yağmaladılar ki, ballı börekten ellerini çekmek istemiyorlar. Nitekim, geride kalan 15 yılda yağmalanmamış, talan edilmemiş bir şey bırakmadılar. Bu referandum meşru değil. Birincisi, açık-serbest tartışma gerektiren anayasa değişikliğinin olağanüstü hal koşullarında yapılması uygun değildir; ikincisi, anayasa değişikliği ilgili tüm tarafların sürece aktif ve yaygın katılımını ve tartışmayı varsayar. Bu ülkenin üçüncü büyük partisinin eş-başkanları, milletvekilleri, belediye başkanları, il ve içe yöneticileri, üyeleri, sempatizanları… hapisteyken, gerçek anlamdaki gazeteciler hapisteyken, gazeteler, dergiler, dernekler, vakıflar kapatılmışken, medya medya olmaktan çıkmış AKP’nin borazanı haline gelmişken, hayır diyenlere saldırılar aralıksız sürerken yapılan bir referandum gerçekten referandum adını hak eder mi?
Bu aşamada haklı olarak şöyle bir soru akla geliyor: Bunca olumsuzluğa rağmen, ekonomiden, dış politikaya tüm alanlarda tam bir iflas tablosu ortaya çıkmışken, bütün gösterge ışıkları kırmızıda veya kırmızıya dönmekteyken, neden hâlâ AKP’nin izini süren oldukça geniş bir kitle var? AKP, kelimenin pejoratif anlamında popülist bir parti. Kimlik siyasetini bir iktidar yöntemi olarak kullandı ve kullanmaya devam ediyor. Toplumu kutuplaştırmayı, toplumun bir yarısını diğer yarısına düşman etmeyi marifet sayıyor ve bir iktidar tarzı olarak benimsemiş durumda. Başlarda “Beyaz Türkler- Zenciler” karşıtlığını kullandılar. Şimdilerde de “Yerli-Milli ve Gayri Milli” ikiliğini dillerine doladılar. Aslında bu tür ayrımlar İslam devletlerindeki Dar-ül İslam – Dar-ül Harp ikiliğini çağrıştırıyor… Bir toplumun bir yarısını diğer yarısına düşman eden bir hükümet, bir devlet yönetimi olabilir mi? Bunun dünyada başka bir örneği var mıdır? Bu sürdürülebilir bir durum mudur?
AKP, 15 yıllık iktidarında bir tek parti iktidarı gibi görünse de, aslında şimdilerde Fetocu terör örgütü deyip lânetledikleriyle bir koalisyon söz konusuydu. Ve Üstelik koalisyonun “belirleyici” ortağı da Fetocu kanattı. AKP 2001 de kuruldu ama Fetocu dediklerinin epey zamandır iktidara hazırlandığı anlaşılıyor… Neyi nasıl yapacağını ortağından daha iyi biliyordu… Koalisyon 17-25 Aralık yolsuzluk skandalıyla çatırdadı ve 15 Temmuz darbe teşebbüsüyle de sona erdi. Şimdilerde ondan boşalan yer başka cemaatler tarafından dolduruluyor. Devlet aygıtında çürüme kaldığı yerden devam ediyor. Oysa, liyakatin sıfırlandığı, hukukun by-pass edildiği bir devlet mümkün değildir. Bu iktidar gününü doldurdu. Hiç bir inandırıcılığı kalmadı. Hiç bir sorun çözme yeteneği yok. AKP rejiminin umut yaratma yeteneği veya aynı anlama gelmek üzere kitleleri aldatma-oyalama yeteneği aşındı. Bir rejim değişikliği demek olan anayasa değişikliğini dayatmak istemelerinin nedeni çaresizlik, yönetememe krizi… Ancak baskı, şiddet ve terör ortamında yönetebileceklerini, iktidarlarını sürdürebileceklerini düşünüyorlar. Fakat bu kadarı iktidarı sürdürmek için yeterli olmaz. Her iktidar doğası gereği şiddeti varsayar ama sadece şiddete dayanarak da yönetmek mümkün değildir. İnsanlara başka söyler de önermesi bir ideolojik hegemonya veya aynı anlama gelmek üzere, kitleler katında bir gönüllü kabullenme üretebilmesi de gerekir…
16 Nisan toplumun tarihinde önemli bir kırılma noktası olacak. Bu herhangi bir referandum değil. Bu anayasa değişikliği anayasa değişikliğinden öte bir şey. Bundan önceki anayasa değişikliklerinden farklı… Dolayısıyla, 16 Nisan, toplumun geleceğini angaje eden kritik bir kavşak… Fakat kesin olan bir şey var: Bu toplumun yaklaşık iki yüz yıllık birikimi bu sefil oyunu bozacak potansiyele sahiptir. Ve o potansiyelin heba olmaması için insanların sorumlu yurttaşlar olarak davranmaları, ikirciksiz bir şekilde sandığa gitmeleri ve hayır demeleri gerekiyor. Zira orada söz konusu olan senin kaderin, senin geleceğindir denecektir… Unutmamak gerekir ki, sahip olduğunu koruyamayanların, bulundukları mevzilerin gerisine püskürtülenlerin yeni şeyler kazanmaları zorlaşır… Son bir şey: 16 Nisan sadece saldırıyı püskürtmekle sınırlı kalmayacak, toplumun özgürlük, sosyal eşitlik, demokrasi yolunda ilerlemesinin yolunu da açacak…

“Evet”(in ekonomisin)e hayır!

 

Emekçiler için William Shakespeare’in, “Cehennem boş ve bütün şeytanlar burada,” betimlemesinde somutlanan bir ekonomik hâlle yüz yüzeyiz.

Kimleri “Olur mu öyle şey?” deseler de; siz, “Gerçekler görmezden geliniyor diye yok olmazlar,” diyen Aldous Huxley’in uyarısını kulaklarınıza küpe edin ve aklımızla alay edilen bugünlerde unutmayın: “Ipsa scientia potestas est/ Bilgi tek başına güçtür”…

Biliyorsunuz değil mi? Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) sayesinde, bir gecede yüzde 20’ye yakın zenginleştik.

Kurum’un ulusal hesaplarda yaptığı “güncelleme” ile: 720 milyar dolar olan milli gelir, 861 milyar dolara, 9 bin 257 dolar olan kişi başına gelir ise 11 bin 14 dolara yükseldi.

TÜİK’in revizyonu, sadece milli gelir değil, öteki verilerin üstüne de masalsı bir yıldız tozu serpti. Öylesine sihirli bir yıldız tozu ki bu, sadece milli gelirimiz değil, cari açık, bütçe açığının milli gelire oranı, tasarruflar, her şey daha olumlu hâle geldi. (Çiğdem Toker, “TÜİK Ani Zenginleşmemizi Anlatacak”, Cumhuriyet, 25 Aralık 2016, s.8.)

TÜİK Başkanvekili Mehmet Aktaş, “Biz olanı daha iyi ölçtük, yine revizyon olsa yine yukarı doğru olur,”[2] derken; bir gecede, bir kalem hamlesiyle (onlar milli gelir revizyonu diyor!) kişi başı milli gelirde 2 bin dolarlık artış yaşanıverdi.

Evet, evet TÜİK’e göre Türkiye’de halk olarak bir anda zenginleştik, hem de taş atıp da kolumuz yorulmadan… Müjdeler olsun zenginleşiverdik![3]

Ama ne ilginçtir ki TÜİK hesaplar sistemindeki revizyonla kişi başı geliri “artan” yurttaşların, aynı dönemde tüketim harcamaları yüzde 3.2 azalırken Türkiye 2016 yılının üçüncü çeyreğinde yüzde 1.8 küçüldü![4]

“Yalandan kim ölmüş” demek yetmez; “Bu dünyada birinin diğerini anlaması o kadar kolay bir şey değil,”[5] diyen Johann Wolfgang von Goethe ile Demokritos’un, “İnsanlığın yalnızca kendisinin konuşması, dinlemeye hiç yanaşmaması açgözlülüktür,” notunu anımsamak gerek!

 

  1. AYRIM: GENELİYLE EKONOMİK HÂL(İMİZ)

 

“Çöken ekonomide varlık erimesi”nden[6] söz edilen ekonomik hâl(imiz)i Aslı Aydın, “İşsizlik artıyor, esnaf kepenk kapatıyor, borç batağı büyüyor,”[7] saptamalarıyla tarif ediyor.

“Lale Devri” nihayete ererken; siyasi belirsizlik ve güvenlik endişeleri ile Türkiye’nin Kredi Temerrüt Riski (Credit Default Swap- CDS) 16 ayın zirvesine çıktı. ‘Bloomberg’in hazırladığı küresel iflas riski endeksinde Türkiye 10. sırada yer alıyor. Küresel risk sıralamasında ilk 10, Venezüella, Yunanistan, Ukrayna, Pakistan, Mısır, Kıbrıs, Rusya, Brezilya, Kazakistan ve Türkiye şeklinde…[8]

Özetle “Dışardan borç al, tüketimi besle, ekonomiyi büyüt” modeli artık bitti. Beş yılda ekonominin prodüktivite artış oranının sıfırda süründüğüne işaret ediyor Daron Acemoğlu… Dış kaynakla tüketimi körüklemeye devam etmek de olanaklı görünmüyor. Özel sektör net borcu 200 milyar doların üstünde seyrediyor. Borcu çevirme oranıysa yüzde 160 dolayında; 100 dolarlık borcu ödeyebilmek için 160 dolar borçlanmak ya da dolar bulmak gerekiyor.[9]

Para suyunu çekti, yıllardır dışarıdan gelen para ile Türkiye’yi yönettiler: Tamı tamamına 530.7 milyar dolar dış kaynak girdi ve kullandılar (2003’ten beri yıl yıl akan milyar dolarlara bakın: 7.1; 14.2, 37.3; 38.2; 45.3; 36.5; 9.2; 57.9; 64.3; 69.7; 72.2; 41.6; 11.2; 26 milyar dolar -2016-)

Para girerken hiç de dolar teröristliği söz konusu değildi, ama bu parayı har vurup harman savurunca, yollar-köprüler, tüketim tapınaklarına bol keseden harcanınca, ekonomi tıkandı, para damlamaya – geri çekilmeye başlayınca, bu kez “dolar teröristliği” gündeme geldi! Tabii bir de ülkenin mal varlıklarını satıp savurdular: 70 milyar.

Tepetaklak giden bir ekonomi var… Reel sektörün döviz açığı 215 milyar dolar (2009’da 67). Toplumun tüketici kredi banka borcu: 250 milyar TL. Devlet + özel sektör dış borç toplamı: 416.7 milyar dolar.[10]

2004’ten başlayarak Tüketici Güven Endeksi’nin devamlı geri gittiği dikkati çekiyor. Endeksin yıllık ortalaması 2004’te 93.5 iken 2016 yılının ilk altı ayında 68.6’ya inmiş. Oran çok düşük ve normal sınır değeri 100. Bu sınırın üstü tüketimde iyileşmeyi, altı kötüleşmeyi gösteriyor.[11]

Bunlara bir ek daha: TL, 2016’da yüzde 20.89 düşüşle dolar karşısında en fazla gerileyen para birimi olurken iki yıllık düşüş yüzde 51’i geçti.[12] Paranın iki günde 9 kuruş değer kaybetmesinin sonucu da şu oldu: İki günde 60 milyon TL zarar…[13]

Erdoğan’ın Merkez Bankası’na yönelik sözlerinin yarattığı kur artışına dikkat çeken HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, “Başka bir ifadeyse 60 tane saray yapılacak para havaya uçtu,”[14] derken; sadece kur farkından şirketlerin döviz borcu 81 milyar 875 milyon lira arttı. Bu rakam yaklaşık 60 Kaç-AK Saray’a denk geliyor.[15]

Türk Lirası’nın dolar karşısında uğradığı değer kaybı, kaçınılmaz olarak memur maaşlarını da eritti. Türkiye Kamu Sen’in yaptığı araştırmaya göre memur maaşları 2008 yılına göre aylık ortalama 130.4 dolar, 2015’e göre ise aylık ortalama 22.5 dolar değer kaybetti.[16]

Sanayide çalışılan saatin yüzde 1.3 arttığı[17] Türkiye’de, ‘ITUC Global Poll 2014 Raporu’ başlıklı bir araştırmaya katılanların yüzde 85’i, hane gelirinin iki yıl içinde değişmediğini ya da geriye gittiğini söylüyor. Yüzde 99’u asgari ücretin insanca yaşamaya yetmediğini belirtiyor. Yüzde 86’sı gelecek nesillerin insan onuruna yakışır işler bulamayacaklarını düşünüyor. Yüzde 91’i ise Türkiye’nin işsizlikle ilgili politikalarını kötü veya çok kötü olarak değerlendiriyor.[18]

Ayrıca Türkiye Emekliler Derneği’nin (TÜ- ED), ‘Emekli Bireylerin Türkiye’de Yaşlılığa Hazırlık Durumları’ başlıklı araştırmasının sonucuna göre, Türkiye’de bulunan 8 milyon 77 bin 152 emekliden 1 milyon 801 bin 205’i hâlen çalışıyor, 3 milyon 301 bin 148 emekli ise iş arıyor.[19]

Çöküntünün yarı çapı genişliyor; 2016 yılın ilk sekiz ayında kredi kartı harcamaları yüzde 15.7 artarken, harcamalar içinde taksit yasağı olanlar başı çekti.[20]

Yine 2016 yılı Ekim’inde “batık” olarak adlandırılan tasfiye olacak alacakların toplam kredilere oranı yüzde 3.2’ye yükselirken kredi kartında oran yüzde 10’a yaklaştı.[21]

Özetle ‘Türkiye Bankalar Birliği’ (TBB) Risk Merkezi’nin Aralık 2016 verilerine göre, finans sektöründe batık krediler 16.7 milyar artışla 68 milyar lirayı bulurken bunun 21.8 milyar lirasını tahsil edilemeyen bireysel krediler oluşturdu. Tasfiye olunacak alacak tutarı bireyselde yüzde 23.4 artış gösterdi.[22]

Kredi kartları çevrilemezken; 2015 yılının ilk 5 ayında 276 bin adet çek için “karşılıksız çek” işlemi yapıldı. 10.8 milyar TL’lik çek ödenmedi. Karşılıksız çek ile ödenmeyen yükümlülüklerin toplamında 2014 yılının aynı dönemine göre yüzde 49 artış oldu.[23]

2017 Ocak’ında ibraz edilen çeklerin sayısı 2016 yılının aynı ayına göre yüzde 72 arttı. Karşılıksız çekin parasal tutarı 69 milyon liraya ulaştı. Ocakta karşılıksız çek adedi yüzde 44, tutarı da yüzde 30 oranında artış gösterdi. Bununla birlikte, çek kullanımı yüzde 73 oranında arttı.[24]

‘Türkiye Esnaf ve Sanatkârları Konfederasyonu’nun (TESK) verilerine göre 2016’nın tamamında 101 bin 614 esnaf işyerinin kapısına kilit vurdu. Bu sayı 2015’te 97 bin 715 civarındaydı. 2016 yılının son çeyreğinde her ay 10 bin esnaf kepenk kapattı. 2016’da 2015’e göre kapanan esnaf sayısı 4 bin civarında artış gösterdi.[25]

Yoksulluk büyüdü…

Evet Cumhurbaşkanı Erdoğan, halkın giderek zenginleştiğinden söz etmesine söz ediyor; ancak mutlak yoksulluğa mahkûm olan kesimden bahsetmiyor.

Cumhurbaşkanı, 14 yılda vatandaşın kredi borcunun 50 kat arttığına değinmiyor.

Dolar milyarderleri artarken 12.5 milyon insanın mutlak yoksulluğa mahkûm olduğunu belirtmiyor.

Banka hesaplarında en az 1 milyon lirası bulan mudilerin sayısı arttı. Örneğin 2016 yılının ilk 10 ayında 8 bin kişi artarak 100 bin 974’e kişiye ulaştı.

Milyonerlerin sayısı artarken aynı zamanda devlet yardımı almadan geçinemeyen aile sayısı da 6 milyonu aştı.

Gelir eşitsizliği her geçen gün artıyor. Gelir eşitsizliğinde Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ülkeleri içerisinde Türkiye ilk sıralarda.

Türkiye’de zenginler, yoksullar arasındaki uçurum büyüdü. En alttaki yüzde 10 ile en üsteki yüzde 10 arasında 12 kat fark bulunuyor.

TÜİK’e göre 12.5 milyon mutlak yoksul var.

Türkiye’de toplam istihdam içerisinde 2.5 milyon yoksulluk sınırının altında yaşıyor!

Toplumun yüzde 70’i ancak borçlanarak hayatlarını sürdürebiliyor![26]

 

I.1) GİDİŞATIN YÖNÜ

 

Miguel de Cervantes’in, “Para her kusuru örter,” sözünü tashih eden gidişatta ekonomik hâl(imiz), “Gordiyon Düğümü”nü andırıyor…

Türkiye’nin dış ticaret açığı, 2016 Kasım ayı sonu itibarıyla, 50 milyar doları aşarak 50 milyar 403 milyon dolara çıkıp;[27] toplam (kamu artı özel sektör) borçlarının milli gelire oran olarak 2002’de yüzde 107.5 iken, 2015’te yüzde 129.5’e fırladığı[28] coğrafyamızda borçlar çevrilmezcesine ağırlaşıyor.

Soru(n)lar, kaynağı meçhul kara para ile “aşılmaya” çalışılıyor: Örneğin cari açık 2015’te 32.2 milyar dolar olurken, gizemli para girişi 2014 yılına göre 6 kat artarak 9.66 milyar dolara çıktı. Gizemli para en son 2011’de 8.3 milyar dolara çıkmıştı…[29]

Bunlara ek olarak “lokomotif” ilan edilen konut sektörü de teklemeye başladı. Örneğin 2016 Ekim’inde konut satışları 2015 yılına göre, yüzde 25 artarken kredili satışlarda artış yüzde 72’ye yaklaştı. Yabancı alımlarında ciddi düşüş var. TÜİK 2016 Ekim ayı konut satış verilerine göre, “ipotekli satış” olarak ifade edilen kredili konut satışları yüzde 71.8 artış kaydetti. 130 bin 274 adet konut satışının 48 bin 119 adedi kredili satıldı ve böylece toplamdaki pay yüzde 36.9 oldu. Yabancılara yapılan konut satışlarında ise bir önceki 2015 yılın aynı ayına göre yaşanan yüzde 30 düşüş dikkat çekti. Yabancıya konut satışı 1.566 adede geriledi.[30]

Bu kadar da değil! Üretim teklerken, ekonomideki daralma ve işsizlik tahsili gecikmiş alacakları büyütüyor. Yaklaşık 700 şirketin TMSF’ye devri batık kredileri daha da artıracak gibi…[31]

Eş zamanlı kesitte ‘New World Wealth’in raporuna göre, Türkiye’yi terk eden dolar milyonerlerinin sayısı ise 2015 yılında yaklaşık bin iken, 2016 yılında bu sayı yüzde 500 artışla, 6 bini buldu;[32] yabancı sermaye akışı da aksamaya başladı…

Örneğin 2015’in ilk 11 ayında Türkiye’ye giriş yapan yabancı sermaye (35.2 milyar dolar) 2014’ün aynı dönemine göre 14.6 milyar dolar azalmıştır. Yabancı para girişi, milli gelirin yüzde 1.8’i oranında gerilemişti.[33]

İstihdam artışı için gerekli olan doğrudan yabancı yatırım girişi 2016 yılının ilk yarısında 2.2 milyar dolara inerken, kısa vadeli sermaye girişi 8.2 milyarla bu rakamı dörde katladı. Türkiye’ye döviz girişi 2015 yılın ilk altı ayında 8.6 milyar dolar iken, 2016 yılının ilk altı aylık döneminde 26 milyar dolara yaklaştı. Ancak ayrıntılara bakıldığında döviz girişinin büyük bir kısmı sıcak para kaynaklı oldu. Merkez Bankası verilerine göre, işsizliğin çift haneye çıktığı Türkiye’de istihdamın artırılması için kritik önem taşıyan doğrudan yabancı yatırımlar 2015’in yılın ilk altı ayına göre yüzde 57 azaldı.[34]

Bu açmaz(lar), “OHAL ekonomisi”nin olağanüstü dayatmalarıyla aşılmaya çalışıldı…

Hurşit Güneş’in, “AKP iktidarının OHAL’i ekonomiyi de OHAL’e soktu!”[35] notunu düştüğü bu hâl; “Büyük servet transferi”[36] ya da gaspından başka bir şey değildi…

Örneğin 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL’in 6. ayında, FETÖ’ye finansal destek sağladığı iddiasıyla TMSF’ye devredilen şirket sayısı da 700’e yaklaştı. Fon bünyesindeki şirketlerin toplam değeri 60 milyar liraya, çalışan sayısının ise 40 bine dayanması gibi…[37]

OHAL gaspı, “Türkiye Varlık Fonu” (TVF) ile derinleştirildi…

Erinç Yeldan’ın, “Türkiye Varlık Fonu=Yandaş Kapitalizmi”[38] notunu düştüğü, TVF olarak adlandırılan garip bir “şey” var karşımızda… “TVF, kamu mallarının bir özelleştirmeyle (satılarak) sermaye sınıfına devredilmesi anlamına gelmiyor. TVF ile birileri devletin mallarına el koyuyor.

İlk atamalardan anlaşılacağı gibi, TFV’yi, ideolojik siyasi sadakatleri, siyasal İslâmı temsil eden AKP’nin liderine olan birileri yönetecektir. AKP’yi anlamaya çalışan yazılarımda, bilginin bir toplumsal kontrol ve ‘üretim aracı’, bu bağlamda da, artık-değere ulaşma aracı olduğuna; Müslüman entelijensiyanın, devlet iktidarını hedef alan İslâmcı bir hareketin egemen sınıfı olarak şekillendiğine birçok kez değindim. Bu sınıf, AKP döneminde, rant, ‘komisyon’ üzerinden biriktirdiği, bölüştüğü servetlerle bir kapitalist sınıfa dönüşmeye çabalıyor, devleti ve toplumu kendi gereksinimlerine göre dönüştürüyordu.

Ancak bir süredir bu dönüşümü destekleyen kaynaklar kuruyor. Bu durumda, bu sınıf, ‘mülksüzleştirerek biriktirme’ yöntemini benimsiyor. Önce, cemaatle ilişkili kapitalistleri mülksüzleştirdi. Şimdi de TVF ile de devleti mülksüzleştiriyor. Böylece de karşımıza bir “devlet kapitalizmi” değil, talancı bir ahbap çavuş kapitalizmi çıkıyor.”[39]

 

I.2) KRİZ UYARISI!

 

Sürdürülemez kapitalizmin III. Büyük Bunalımı ile doğrudan ilintili olan kriz, konjonktürel görüngülerden bağımsız yapısal bir durumdur; tıpkı José Saramago’nun, “Gemin büyükse fırtınan da büyük olur,”[40] deyişindeki üzere…

“Krizin ayak sesleri”nden[41] söz edilen coğrafyamızdaki hâl, bu nitelemenin çok ötesindeyken; Prof. Hurşit Güneş’in, “Teknik anlamda bir kriz olmasa da koşulların olgunlaştığı”na dikkat çekmesi[42] kapitalist açmazın yumuşatılmasından başka bir şey değildir.

‘Oxford Economics’in “gelişmekte olan 13 piyasanın incelemesi”nde Türkiye’nin en kırılgan ülke çıktığı[43] unutulmadan; bu tür yanılgılardan uzak durmak gerek: Krizin ertelenmesi, onun olmadığı anlamını taşımaz; ekonomideki kriz gölgelense de, durumun sürdürülebilir olmadığı bir an dahi unutulmamalıdır.

Alın size bir örnek: Alacak sigortası şirketi ‘Euler Hermes’in, ‘İflaslar: Buzdağının Görünen Ucu’ başlıklı raporuna göre, Türkiye iflasların güçlü artış gösterdiği ülkeler arasında… ‘Euler Hermes’, Türkiye’de iflasların 2017’de yüzde 5 artacağını belirtti. 2016 yılında 12 bin şirketin iflas ettiği tahmin edilirken 2017 yılında sayının 13 bine çıkacağı düşünülüyor.

Rapora göre Türkiye’de yıllık cirosu 50 milyon Avro’nun üzerinde iflas eden şirket sayısı 16 oldu. Bu şirketlerin toplam cirosu ise 2 milyar 233 milyon Avro’yu buluyor. Türkiye, iflaslarda 43 ülke arasında Güney Afrika, Hong Kong, Tayvan ve Britanya ile birlikte altıncı sırada yer alıyor.[44]

 

I.3) KARA PARA + MİLİTARİST BİRİKİM “PANZEHİRİ”

 

Kriz karşısında, egemen(ler)in panzehir(ler)i: (TVF benzeri iktisat dışı cebir ya da ceberut gasp yanında!) kara para + militarist birikimdir.

Mesela krizin ertelenmesinde -önemli bir faktör- olarak kara para…

Bilmiyor olamazsınız! AKP iktidarları döneminde ülkeye giren kaynağı belirsiz para 30 milyar dolara ulaştı. Bunun 20 milyar doları 5 yılda gerçekleşti. 2015 yılında kaynağı belirsiz para girişinde cumhuriyet tarihi rekoru kırıldı.[45]

Türkiye’ye kaynağı belirsiz para girişi, 2015’te 6 kat artışla 9.66 milyar dolara yükseldi. Merkez Bankası verilerine göre, kaynağı belirsiz para girişini ifade eden net hata noksan kalemi 2015’in tamamında 9,66 milyar dolar fazla verdi. Bu rakam 2014’te 1.56 milyar dolardı. Gizemli para girişinde bir yılda 6 katlık bir artış meydana geldi. 2015 yılında aylık bazda en yüksek kaynağı belirsiz para girişi 4.17 milyar dolarla şubat ayında gerçekleşti. Nisan ayında da 4 milyar doların üzerinde giriş oldu. En büyük para çıkışı ise 2 milyar dolarla ekim ayında görüldü.[46]

Kaynağı belirsiz para girişi 2016 Mayıs’ın da 1.85 milyar dolar fazla verdi. Yani Türkiye’ye Mayıs ayında 1.8 milyardan fazla kaynağı belirsiz para girişi yaşandı. Bu rakam beş aylık dönemde 2 milyar 622 milyon dolar oldu.[47]

Bunu bir diğer boyutu da Türkiye’den 11 bankanın vergi cennetindeki hesaplarda 142 milyar lirayı yönetiyor olmasıdır. Panama Belgeleri ile 11.5 milyon belgenin deşifre edilmesinin ardından ‘Derin Ekonomi’ dergisi, vergi cennetleri olarak bilinen Lüksemburg, Malta ve Bahreyn’deki hesaplarda 11 Türk bankasının 142 milyar lirayı yönettiğini açıkladı.

Panama belgelerinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yakınlığıyla bilinen ve çocuklarına burs veren işadamı olan Gürmen Group’un sahibi Remzi Gür de var.

Erdoğan’ın, başbakan adayları arasında adı geçen damadı ve Ekonomi Bakanı Berat Albayrak’ın uzun yıllar yöneticilik yaptığı Çalık Holding de Panama belgelerinde yer aldı.

Çalık Holding’e önce Halk Bankası kredisiyle Sabah grubu satın aldırılmıştı. Sabah ve ATV zarar edince sattırılmış ve Çalık Holding’in sahibi olduğu Aktifbank’a “Passolig” kıyağı çekilmişti.[48]

Bir de Çiğdem Toker’in, ‘Bayraktar İHA’larının Bütçeye Maliyeti?’,[49] Güntay Şimşek’in, ‘Altay Tankı İhalesinde İpi Kim Göğüsler?’[50] başlıklı yazılarında altı çizilen militarist birikim meselesi…

Türkiye’nin toplam ihracatı 2014’te yüzde 4.3 artarken, savunma sanayi ihracatı yüzde 18.7 yükselerek 1.6 milyar dolara çıktı. Savunma Sanayi Müsteşarı İsmail Demir, 2023 yılı hedefimiz 25 milyar dolar, bu hedefe ulaşmak için yüzde 20’li artışlar gerekli,” dedi.[51]

2014’ü yüzde 18.7 artış ve 1.6 milyar dolarlık ihracatla bitiren savunma sanayi, 2015’te 2 milyar dolara çıkmayı hedefliyorken;[52] savunma sanayi giderek büyüyor. Yıllık 5 milyar dolarlık bir üretim gücüne sahip. Yılda 2 milyar dolara yakın ihracat yapıyor.[53]

‘Savunma Sanayii Müsteşarlığı’nın (SSM) verilerine göre 2014 yılı itibarıyla, 356 projenin maliyeti 59 milyar 323 milyon 973 bin 964 lira oldu. Projelerin bedeli, 21 bakanlıktan 19’nun 1 yıllık bütçelerini aşıyor.

Yurttaşların cebinden alınan vergilerle oluşturulan Müsteşarlık bütçesinden 59 milyarı aşan harcama yapılmış. Sadece 2014 yılı içerisinde sözleşmesi imzalanmış 10 projenin toplam maliyeti 7 milyar. Müsteşarlığın 2014 yılı savunma harcamaları içerisinde 5 milyar 891 milyon 589 bin 78 liralık bir tutar “stratejik amaçlar” başlığında yer alıyor. Yine aynı yıl 3 adet, yaklaşık 34 milyon lira bedelli olan AR-GE projesi imzalanmış. Özetle ‘Savunma Sanayii Destekleme Fonu’ (SSDF) 2014 yılı geliri 3 milyar 347 milyon olmuş, gideri ise 3 milyar 607 milyon lira olarak gerçekleşmişti.[54]

Çok anlamlı bir şey daha: Toplumsal olaylara müdahale aracı (TOMA) üreticisi Katmerciler, 30 yıl önceki kuruluşundan bu yana en yüksek gelir ve kârını 2015 yılında elde ettiğini açıkladı. Katmerciler’den yapılan açıklamada, “Katmerciler, gelirlerini yüzde 83 artırarak 310 milyon liraya, esas faaliyet kârını yüzde 153 artırarak 45.7 milyon liraya yükseltirken şirketin net kârı yüzde 103’lük artışla 18.6 milyon lira oldu” denildi. 2014 Ekim ayında da Emniyet Genel Müdürlüğü ile 65 adet TOMA için 13.68 milyon euro ve kasım ayında da 50 adet TOMA için 11.78 milyon euro olmak üzere toplam 115 TOMA için 25.46 milyon euroluk sözleşme imzalamıştı.[55]

Sakın ola unutulmasın: Kriz dönemlerinde, militarist birikim dalı kapitalizmin can simididir.

 

  1. AYRIM: HÂL-İ PÜR MELALİMİZİN SOMUTU

 

Ekonomik hâl-i pür melalimizin somutuna ilişkin ilk veri, zenginlik ile yoksulluk makasının devasa ölçekte açılmasıdır.

 

II.1) TÜRK(İYE) ZENGİNLİĞİ

 

Türk(iye) zenginliği küçümsenmemesi gerek bir gerçeklik…

Örneğin ‘The Fortune’ dergisinin, dünyanın en çok gelir elde eden 500 şirketi listesine Türkiye’den 25 milyar 515 milyon dolar ile Koç Holding girdi. Şirket dünyanın dolar cinsinden en çok gelir elde eden şirketleri listesinde 419. sırada yer aldı.[56]

‘Credit Suisse’in, ‘2016 Küresel Servet Raporu, Türkiye’ye göre, bir yılda (2016) Türkiye’de dolar milyarderi sayısı 29’a çıkarken kişi başına düşen servet 1511 dolar azaldı, borç 445 dolar arttı.

Rapora göre düşük orta geliriyle Türkiye, fakir ülkeler arasında gösteriliyor. Türkiye’de 8.3 milyon kişi en alt yüzde 20 grubunda yer alıyor. Buna göre Türkiye nüfusunun yüzde 15.4’ünün serveti 248 doları geçmiyor. Türkiye bu oranla 46 ülke arasında 19. sırada yer alıyor.

Öte yandan Türkiye’de 1 milyon doların üzerinde serveti bulunanların sayısı 77 bindi. 100 bin dolardan fazla serveti olanlar ise 1 milyon 72 bin kişi.

Rapora göre Türkiye’de milyarder sayısı 29. Bu kişilerin serveti 1 milyar doların üzerinde. 2015 yılında açıklanan raporda milyarder sayısı 27 idi. Buna göre son bir yılda iki dolar milyarderi daha oldu. Türkiye, milyarder sayısıyla 15. sırada yer aldı. Serveti 500 milyon dolarla 1 milyar dolar arasında olan ise 35 kişi var. Serveti 100-500 milyon dolar arasında olanlar 338, 50-100 milyon dolar arasında olanlar 485, 10-50 milyon dolar arasında olanlar 4 bin 612, 5-10 milyon dolar arasında olanlar 6 bin 775, 1-5 milyon dolar arasında olanlar 65 bin 5 kişi. Türkiye’nin nüfusu 80 milyon 372 bin olarak görünüyor, bunun 54 milyon 8 bini yetişkin nüfus. Buna göre Türkiye’de yetişkin nüfusun yüzde 72.6’sının serveti 10 bin doların altında. 10-100 bin dolar arasında serveti olanlar yüzde 25.4, 100 bin- 1 milyon dolar arasında serveti olanlar yüzde 1.8, 1 milyon doların üzerinde serveti olanlar da yüzde 0.1’i temsil ediyor.[57]

2016’da yüksek enflasyon karşısında ücretler erirken yılın tek kazananı, sayıları 109 bini bulan milyonerler oldu. 2016 Aralık’ta milyoner sayısı 1865 kişi arttı.[58]

Ve nihayet ‘The Forbes’in 2017’de 12’nci kez hazırladığı ‘En Zengin 100 Türk’ listesinde Türkiye’den 31 dolar milyarderi ile dokuz yeni isim yer alırken; 118 kişinin 46’sı servetini artırdı. Toplam servet 8.2 milyar dolar artışla 102.9 milyar dolar oldu.[59]

 

2017 YILINDA TÜRKİYE’NİN EN ZENGİNLERİ
İSMİ KURUMU SERVETİ
Murat Ülker Yıldız Holding 3.7 milyar dolar
Hüsnü Özyeğin Fiba Holding 3 milyar dolar
Semahat Arsel Koç Holding 2.4 milyar dolar
Şarık Tara Enka İnşaat 2.4 milyar dolar
Erman Ilıcak Rönesans Holding 2.3 milyar dolar
Rahmi Koç Koç Holding 2.2 milyar dolar
Ferit Şahenk Doğuş Holding 2.1 milyar dolar
Osman Kibar Samumed 2 milyar dolar
Suna Kıraç Koç Holding 2 milyar dolar
Filiz Şahenk Doğuş Holding 1.9 milyar dolar
Mustafa Küçük LC Waikiki 1.9 milyar dolar
Hamdi Ulukaya Chobani 1.7 milyar dolar
Suat Günsel Yakın Doğu Üniversitesi 1.7 milyar dolar
Mehmet Nazif Günal MNG Holding 1.6 milyar dolar
Nihat Özdemir Limak Holding 1.6 milyar dolar
Sezai Bacaksız Limak Holding 1.6 milyar dolar
Turgay Ciner Park Holding 1.6 milyar dolar
Bülent Eczacıbaşı Eczacıbaşı Holding 1.5 milyar dolar
Faruk Eczacıbaşı Eczacıbaşı Holding 1.5 milyar dolar
Ahmet Çalık Çalık Holding 1.4 milyar dolar
Ahmet Nazif Zorlu Zorlu Holding 1.3 milyar dolar
Mehmet Ali Aydınlar Acıbadem 1.2 milyar dolar
Sinan Tara Enka İnşaat 1.2 milyar dolar
Şefik Yılmaz Dizdar LC Waikiki 1.2 milyar dolar
Deniz Şahenk Doğuş Holding 1.1 milyar dolar
Mehmet Rüştü Başaran Habaş 1.1 milyar dolar
Ali Ağaoğlu Ağaoğlu İnşaat 1 milyar dolar

 

Bir şey daha: Hesabında 1 milyon lira veya üzeri parası olan yurttaşların sayısı 100 bini geçti. Hesaplarındaki toplam tutar bankalardaki tüm paranın yarısı… Yani 2015’in Aralık sonu itibarıyla bakıldığında, hesabında 1 milyon lira ve üzeri parası bulunan mudi sayısı 93 bin 8 iken, bu kişilerin hesaplarındaki tutar ise 594 milyar 661.1 milyon lira olarak gerçekleşmişti. Böylece milyoner sayısı 2016’nın Ekim ayında 2015 sonuna kıyasla 7 bin 966 kişi daha artarken, söz konusu kişilerin banka hesaplarındaki tutar da 61 milyar 667 milyon lira yükseliş kaydetti.[60]

Bir de şu var: Boğaz’da 500 milyon dolarlık yalı yaşamı: İstanbul’da 10 yılda el değiştiren yalıların yaklaşık 500 milyon doları bulduğu söyleniyor. Boğaz’da her yıl 12 yalı yeni sahibini ararken, yalıların fiyatları ise 10 yılda 10’a katlandı.[61]

 

II.2) KÂRLAR(I), BANKALAR(I)

 

TBB’nin açıklamasına göre, banka ve banka dışı kredi kurumları tarafından doğruda kullandırılan nakit krediler 2015 yılında yüzde 29 oranında artarak 1 trilyon 773 milyar TL olurken;[62] AKP ile yıldızı parlayan İslâmi finansman 2006-2016 arasında hızla büyüdü.

İslâmi bankacılık prensipleri çerçevesinde mevduat toplayıp kredi kullandıran katılım bankalarının büyümesi Türkiye’de 10 yılda dokuza katlandı. 2006’da sektörün 13 milyar 729 milyon TL olan toplam aktifleri 2016 Haziran ayı itibarıyla 126 milyar liraya yaklaşırken, topladıkları fon yani mevduat ise 11.2 milyar liradan 75 milyar liraya dayandı. 5 katılım bankasının faaliyet gösterdiği sektörde kullandırılan fonlar yani krediler ise 10.4 milyar liradan 82.3 milyar liraya yükseldi.[63]

‘Bloomberg’in derlediği verilere göre aralarında Birleşik Arap Emirlikleri ve Katarlı bankaların da bulunduğu Körfez bankalarının bu yılın ilk yarısında Türkiye’deki kurumlara sağladığı sendikasyon kredileri 2.4 milyar doları buldu. Bu rakam, 2009’dan beri bu yana kaydedilen yıllık rakamlardan daha fazla bir seviyeye işaret etti…

3 yıl içinde Türk kurumlarının Körfez bölgesindeki en büyük finansörü ‘National Bank of Abu Dabi’ oldu. Banka 2015 yılında Türkiye’deki kurumlara 571.3 milyon dolar kredi sağladı. Abu Dabili ‘First Gulf Bank PJSC’, 566.3 milyon dolar, Bahreynli ‘ABC’ ise 313 milyon dolar sendikasyon kredisi verdi.

2015 yılında Türkiye’de sendikasyon kredileri 2014 yılına kıyasla yüzde 37 artışla 31.4 milyar dolara çıktı. Sendikasyon kredilerinin yüzde 8’ini Körfez bankaları verdi. Bankalar Birliği verilerine göre Türkiye’de kurulmuş 4’ü Körfez sermayeli 14 yabancı sermayeli banka bulunuyor.

Standard & Poor’s’nin İslâmi Finans raporuna göre İslâmi finans sektörü gelecek on yılın önemli bir bölümünde 3 trilyon dolara ulaşacakken;[64] Türkiye’de bankaların ortalama kârlılıkları 2010’da yüzde 18’ken, 2011’de 14.2, 2012’de 14.4, 2013’de 13.1, 2014’de 11.6, 2015’de yüzde 10.5 oldu.[65]

Hızla kimi verileri aktaralım:

  • Vakıf Bank, 2015 yılını 1 milyar 930 milyon TL net kâr ile kapattı.[66]
  • Halk Bank’ın 2015 yılı net kârı 2.3 milyar lira oldu.[67]2016’nın ilk çeyreğinde de net 680 milyon TL kâr elde etti.[68]
  • Garanti Bankası 2016 yılının ilk çeyreğinde 1 milyar 57 milyon 133 bin lira net kâr elde etti.[69]
  • ING Bank, 2016’nin 3. çeyreğinde 415 milyon TL kâr elde etti.[70]
  • Akbank’ın 2016’nın 9 aylık kârı 3.7 milyar TL oldu.[71]
  • 2016 yılında İş Bankası’ndan 4.7 milyar TL kâr.[72]
  • Koç Holding, 2015 yılının ilk yarısında konsolide bazda toplam 32.1 milyar TL gelir elde ederken, 1.8 milyar TL vergi öncesi kâr ve 1.3 milyar TL ana ortaklığa ait net dönem kârı gerçekleştirdi.[73]

Yine Koç Holding, 2016 yılının ilk çeyreğinde konsolide bazda toplam 14.1 milyar TL gelir elde ederken, 515 milyon TL ana ortaklık payı net dönem kârı gerçekleştirdi.[74]

  • “Sabancı’nın 2016’nın ilk 9 ay kârı 1.8 milyar lira oldu.[75]
  • Vestel’in 2015 yılında 70 milyon TL olan kârı 2016 yılının ilk çeyreğinde 111 milyon TL olarak gerçekleşti.[76]
  • Pegasus, 2016’nın ilk 9 ayında 43.3 milyon TL kâr etti.[77]
  • Bimeks, 2015’te faaliyet kârını yüzde 29 artırdı. Satışlarını da yüzde 25 artıran Bimeks’in net kârı 9.4 milyon TL oldu.[78]
  • Turkcell, 2016’nın ilk 9 aylık verilerine göre gelir ve kârlılıkta tüm zamanların rekorunu kırdı. Şirket, 3’üncü çeyrekte gelirlerini yüzde 8.8 artırarak 3 milyar 658 milyon liraya ulaştırdı.[79]

Gelin, bu verileri, “Çok çalışarak zengin olunsaydı, eşeğin semeri altından olurdu,” diyen Fransız atasözünün altını çizerek noktalayalım!

 

II.3) YOKSULLUK(UMUZ)!

 

“Milyonlar yoksulluğa mahkûm”;[80] “Çalışan hep yoksul”;[81] “Türkiye’de 18 milyon aç, 60 milyon yoksul,”[82] ibareleriyle betimlenmesi gereken Türk(iye) ekonomisinin yoksulluk alt başlığı, hepimize Walter Bagehot’un “Yoksulluk zenginlerin gözünde bir anormalliktir. İnsanların yemek istedikleri zaman neden çıngırak çalmadıklarını anlamak çok zordur,” sözünü hatırlatır.

“Nasıl” mı?

Bir örnek her şeyi özetler gibi: Samsun’da rahatsızlığı nedeniyle hastaneye kaldırılan iki buçuk aylık bebek beslenme yetersizliği nedeniyle yaşamını yitirdi.

Komşularının verdiği yemeklerle karınlarını doyurmaya çalıştıklarını söyleyen Necla B. “Sütüm yok. Çayla insanın sütü olur mu? İki günden beri tenceremde yemek yok. Komşularım bir tabak yemek getirecek de çocuklarım yiyecek” diye konuştu.

2008 yılında vinç düşmesi sonucu sağ ayağının bilekten aşağısı kopan baba Murat B. ise, iş kazası nedeniyle çalışamadığını vurgulayıp, “Çalışamadığım için evime ekmek getiremiyorum. Kızımın ölme sebebi açlık. Durumumuzun ne olduğu belli. Yardım bekliyoruz. İki tane daha çocuğum var. Bakamıyorum, muhtacım. Elimden bir şey gelmiyor,” dedi.

Bir şey daha: Niğde’nin Yeşilgölcük kasabasından iki patates üreticisi sosyal medyada yaptığı paylaşımla borçlarından dolayı böbreğini satılığa çıkardı. Ersin Özden, Facebook’taki paylaşımında, ”Çiftçi mağdur durumda, borçlarından dolayı böbreklerini satılığa çıkardı” diyerek iki cep telefon numarası verdi.[83]

Türkiye’de her 5 kişiden ikisi yardıma muhtaç![84]

Kolay mı? Türkiye’de 2015’te yüzde 19.11 olan sefalet endeksi 2014 yılında yüzde 19.83’e ulaştı!

Evet, Türkiye’de 2012’de yüzde 15.36 olan sefalet endeksi, 2013’te yüzde 17.1, 2014’te yüzde 18.27, 2015’te yüzde 19.11, 2016’da yüzde 19.83’e çıktı. Sefalet endeksi ABD’de yüzde 6.4, Avro bölgesinde yüzde 10.9, OECD’de ortalama yüzde 7.6 düzeyinde bulunuyor. Buna göre Türkiye’de sefalet yüzde 19.83 ile ABD ortalamasının üç, OECD ortalamasının ise 2.5 katından fazla.

Türkiye ayrıca tradingeconomics.com’un sıraladığı dünyanın en büyük 48 ülkesi içinde sefalet endeksinin yüksekliği bakımından dokuzunca sırada bulunuyor. Sefalet oranı en yüksek ülkeler yüzde 188.2 ile Venezüella, yüzde 49 ile Arjantin, yüzde 33.7 ile Güney Afrika, yüzde 32.38 ile Nijerya, yüzde 32 ile Mısır, yüzde 22.2 ile Yunanistan, 21.3 ile İran, 20.41 ile İspanya ve 19.83 ile Türkiye olarak sıralanıyor.[85]

TÜİK hanehalkı tüketim harcamaları anketinde temel geçim kaynaklarına göre yardımla geçinebilen hane sayısındaki artış hızı toplam hanehalkı artış hızının 2.98 katı, ücret ve maaşla geçinen hane sayısındaki artış hızının 2.48 katı, emekli maaşıyla geçinen hanelerdeki artış hızının 3.92 katı, rant geliriyle geçinen hanelerin sayısındaki artış hızının 4.58 katı oldu.

Devam edelim: İstanbul Avrupa Yakası’ndaki 4.2 milyon elektrik abonesinin yüzde 35’i düşük gelir seviyesi yüzünden faturasını geciktiriyor.[86]

1.2 milyon kişi yoksullukta dip yaptığı Türkiye’de ‘Kalkınma Bakanlığı’nın verileri Türkiye’deki sağlık, eğitim, çalışma yaşamındaki acı tabloyu ortaya koydu.

Verili hâlde TUİK’in gelir araştırmasına göre, 2015’te en zengin yüzde 20’lik dilimin gelir oranı artmış. Geriye kalan yüzde 80’in gelirleri azalmış…

Mutlak yoksulluk artmış ve 12.5 milyon olmuş…

Memleketin yüzde 70’i borçla yaşıyor…

Ekstra bir masrafı, bir haftalık tatili karşılayamayanların oranı yüzde 70’i aşmış…

Nüfusun en fakir yüzde 5’lik diliminde yıllık kullanılabilir gelir 2.999 TL. Yani yüz binlerce kişi aylık 250 lira ile geçiniyor. …

Söz konusu gelir araştırması diyor ki: Nüfusun en yoksul yüzde 20’sindekiler çocuklarının eğitimi için aylık 4 TL ayırıyor. En üsteki yüzde 20 ortalama 350 TL…

Fark 80 kat! Nasıl eşit yarışacaklar bu çocuklar…

“Düşük eğitimlilerin yüzde 25’i yoksul” diyor araştırma. Yüksek eğitimlilerin ise sadece yüzde 1.5’i![87]

İşte tam da burada durup; Friedrich Nietzsche’nin, “En insani davranış; bir insanın utanılacak duruma düşmesini önlemektir,” saptamasının altını çizerek çocuklar(ımız)ın hâline göz atalım…

 

II.4) ÇOCUKLAR(IMIZ)

 

‘Gündem Çocuk Derneği’ tarafından açıklanan, ‘Türkiye’de Çocuğun Yaşam Hakkı 2015 Raporu’na göre, 2015 yılında en az 875 çocuk önlenebilir sebeplerden dolayı yaşamını kaybetti[88] coğrafyamızdaki 20 milyon çocuğun 7 milyonundan fazlası şiddetli maddi yoksunluk içerisinde yaşıyor. Çocukların yüzde 40’ı imkânsızlıklardan dolayı et yiyemiyor.[89]

Çocuklara bakılamayan Türkiye’de, yardıma muhtaç çocuk sayısı 2005’te 19 bin 735 iken, 2015 yılında bu sayı 101 bin 561’e yükseldi;[90] OECD, Türkiye’de çocukların dörtte birinin yoksul olduğu gerçeğini bir kez daha gözler önüne serdi.

OECD’nin güncellediği ‘Gelir Eşitsizliği Raporu’na göre yoksulluk oranı yüzde 17.2 olan Türkiye’de, 18 yaş altı çocukların yüzde 25.3’ü yoksul. Oran, 18-25 yaş arası gençlerde yüzde 14.1 iken, 26-65 yaş arası yetişkinlerde 12.9 olarak belirlendi. Yaşlılarda yoksulluk oranı yüzde 18.9, çalıştığı hâlde yoksul olanların oranı yüzde 15.6 oldu.

Rapora göre 2014 itibarıyla, nüfusun en altta yer alan yüzde 10’luk dilimi toplam gelirin yüzde 2.3’ünü, en altta yer alan yüzde 20’lik dilimi toplam gelirin yüzde 6.1’ini, en altta yer alan yüzde 40’lık bölümü toplam gelirin 16.8’ini elde ederken, üstte yer alan yüzde 40’lık dilim toplam gelirden yüzde 67.9, üstte yer alan yüzde 20’lik dilim toplam gelirden yüzde 45.9 ve en üstte yer alan yüzde 10’luk dilim, toplam gelirin yüzde 30 pay alıyor.[91]

Hâl buyken; “Doğurun” diyor sadece “Dictator perperit liberas/ Çok çocuk doğurtma diktatörü”; “Doğan çocuklar ne durumda” diye dönüp bakmıyor bile!

 

II.5) İŞSİZLİK FELAKETİ

 

OECD Raporu’na göre, “İşsizlikte beşinci sırada”[92] olan Türkiye genelinde, iş bulmaktan umudunu kesenler de dahil “geniş tanımlı işsizlik” kapsamına girenlerin sayısı 2015-2016 yıllarında 6 milyonu geçti.[93]

TÜİK verilerinden bir hesaplama yaparsak 1990-2002 yılları arasında ortalama işsiz sayısı 1 milyon 764 bindi. İşsizlik oranı yüzde 7.9 seviyesindeydi. Umutsuzların da dâhil edildiği geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 9.9’du.

2003-2015 kesitindeki AKP’li yıllarda ise işsiz sayısı ortalama 2 milyon 603 bini buldu. Ortalama işsizlik oranı yüzde 10.6’ya ulaştı. Geniş tanımlı işsizlik ise ortalamada yüzde 16.7 oldu. Yani işsizliğin 2001 krizi ile artan ateşi hiç düşmedi.

2016 yılının Ekim dönemi için işsiz sayısı açıklandı. Resmi işsiz sayısı 3 milyon 600 bin kişiyi aşmış durumda. Bu rakam cumhuriyet tarihinin en yüksek işsiz sayısına işaret ediyor. Son dört dönemdir işsiz sayısı rekor üstüne rekor kırıyor.

İşsizlik oranı içinde tablo farklı değil. Ekim 2016 dönemi için açıklanan Yüzde 11.8’lik oran 2009 krizi Ekim dönemindeki rekor (metodolojik düzeltme sonrası yüzde 12.2) orana yaklaşmış durumda.

Bir de daha gerçekçi rakamlar var. DİSK-AR verilerine göre 2016 Ekim dönemi için geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 19.6. İşsiz sayısı ise 6.5 milyonu bulmuş durumda.[94]

Nihayet İşsizlik oranı Ocak 2017’de, Mart 2010’dan beri en yüksek seviye olan yüzde 11.8’e çıktı. TÜİK’e göre işsiz sayısı 3.65 milyon kişiye çıktı.[95]

Bir felaket dönüşen işsizlik konusunda üç noktaya dikkat çekmek gerek.

İlki Kürt illerindeki durum: İktisatçı Mustafa Durmuş’un, “Kürt illerindeki işsizlik oranı Türkiye genelinin 2 katından yüksek,”[96] notunu düştüğü hâldir.

Gerçekten de 2015 yılı işsizlik oranı verilerine göre, en yüksek işsizlik oranı yüzde 24.8 ile Mardin-Batman-Şırnak-Siirt’te seyrediyor. Bu illeri yüzde 17.5’la Ş. Urfa-Diyarbakır izliyor.[97]

İkincisi kadınların durumu: Ekonomik kriz en fazla çalışanı vuruyor. Temmuz-Ağustos 2016 arasındaki bir aylık sürede sigortalı çalışan 20 bin kişi ve 18 bin kamu emekçisi işten çıkarıldı.[98]

Türkiye nüfusunun 2015 yılında yüzde 49.8’ini oluşturan kadın nüfusunun yüzde 11.3’ünü 13-19 yaş grubunda bulunan genç kızlar oluşturdu. Hanehalkı İşgücü Araştırması, 2015 sonuçlarına göre, 15-19 yaş grubu genç kızlarda işsizlik oranı yüzde 18.4 iken erkeklerde yüzde 15.6 olarak gerçekleşti. Genç kızlarda işsizlik oranı bir önceki 2015 yılına göre 2.3 puan arttı.[99]

Ve nihayet gençler: 5 gençten birinin işsiz olduğu[100] coğrafyamızda “Genç işsizlik oranında patlama”[101] söz konusudur. 2005’ten itibaren, Türkiye’yi teğet geçtiği ileri sürülen kriz yılları hariç yüzde 17 civarında görülen genç işsizliği yüzde 22.6 oldu. İşsiz sayısının kriz yıllarını bile geride bıraktığı kasım döneminde en büyük artış, kentli genç kadın işsizliğinde görüldü. Tarım dışı genç kadın işsizliği 7.8 puan birden artarak 33.9’a yükseldi.[102]

 

II.6) EMEĞİMİZE DE, EKMEĞİMİZE DE EL KOYUYORLAR!

 

Tablo buyken; emeğimizi gasp edenler, ekmeğimize de el koyuyor!

“Nasıl” mı?

Et fiyatları 2015 yılı başından Mayıs 2015’e yüzde 35 artarken asgari ücretliye ilk altı ay için yapılan zammı 6’ya katladı. Et fiyatları bir ayda dünya ortalamasından iki kat fazla arttı.[103]

Bunun yanında dünyada başta tahıl, et ve şeker olmak üzere gıda fiyatları 55 ayın en düşük seviyesini görürken Türkiye’de zirveyi zorluyor.

‘Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’ (FAO), ‘Küresel Gıda Fiyatları Endeksi’nin 2015 Şubat’ında 179.4 puana gerilediğini ve böylece endeksin 2010 Temmuzu’ndan bu yana en düşük seviyeye gerilediğini açıkladı. Türkiye’de ise 2005’ten sonra hızla daralan tarım arazilerinin üzerine 2007 ve 2014’te yoğun etkisi görülen don, sel, fırtına ve kuraklık gibi iklimsel değişimler tarım ürünlerinde rekolteyi düşürdü, gıda fiyatları, ona bağlı olarak da enflasyon arttı.[104]

Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB) Genel Başkanı Bayraktar, 2015’in Mart ve Nisan ayında olduğu gibi Mayıs’ta da üretici-market fiyat farkında ilk sırada yer alan kuru incirde, farkın yüzde 498’i geçtiğini bildirdi.

Ürün grupları itibarıyla bakıldığında, üretici-market fiyatları arasındaki farkın maydanozda yüzde 437.25, nohutta yüzde 181.34, pirinçte yüzde 142.76, zeytinyağında yüzde 85.28 ve sütte yüzde 178.84’e kadar çıktığına işaret eden Bayraktar, 2015’in mart ve nisan ayında olduğu gibi mayısta da üretici market fiyat farkında birinci olan kuru incirde, farkın yüzde 498’i geçtiğini aktardı. Bayraktar, kuru incirin 6, maydanozun 5.4, salatalığın 4.9, kabağın 4.6, karpuzun 4.4, sivri biberin 4.2, kuru kayısının 3.1, marulun 3.1, domatesin ise 3 katı fiyata satıldığını belirterek, şöyle devam etti:

“Bu kadar fahiş fiyat farkı olur mu? Üreticide 5 lira 50 kuruş olan kuru incir, markette 32 lira 90 kuruştur. Yine tarlada adedi 17 kuruş olan maydanoz, markette 91 kuruşa satılmaktadır. 34 kuruşluk salatalığın fiyatı 1 lira 66 kuruşa, 49 kuruş olan kabağın fiyatı 2 lira 26 kuruşa, 55 kuruş olan karpuzun fiyatı 2 lira 43 kuruşa, 55 kuruş olan sivri biberin fiyatı ise 2 lira 30 kuruşa çıkmaktadır. Bu düzene son verilmeli, aradaki zincir kırılmalı, fiyat makası daralmalı, üretici kazanmalı, tüketici de fahiş fiyata ürün tüketmemelidir.”[105]

 

II.7) BORÇ(LANMA) BATAĞI

 

Devletin iç ve dış borçları 752 milyar lirayı aşmışken; Türkiye’de doğan her bebek dünyaya gözlerini 9 bin 570 lira borçla açıyor.[106]

TMMOB ‘Makine Mühendisleri Odası’nın raporuna göre, Türkiye’nin dış borç stokunu milli gelirinin yüzde 50’sine, 400 milyar dolara kadar çıktı.[107]

“Borç AKP’yle üçe katlanır”ken;[108] 2016 yılında borçların özkaynak içindeki payı yüzde 60.5’e çıktı.[109]

Borcu borçla çevirerek ayakta kalmaya çalışan vatandaşların, bankalara borcu ise 1 yılda 428 milyar liraya çıktı.[110]

Evet dış borcu 2015 yılı sonu itibariyle 398 milyar dolar olarak gerçekleşen Türkiye’nin dış borcu 2002 yılında 129 miyar dolarken, 2015 sonu itibariyle yüzde 206 oranında artış gösterdi ve 2003 yılından sonra ilk defa Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH)-Dış Borç oranın yüzde 50’yi aşarak, yüzde 55 oldu.[111]

Borçlanmaya dayalı tüketim sarmalındaki Türkiye’de,[112] 2015 Temmuz sonu itibarıyla özel sektörün uzun vadeli borcu 2014 yılı sonuna göre 10.4 milyar dolar daha arttı.[113]

Yani Türkiye’deki kapitalist firmaların dış borçları 210 milyar dolar civarındayken; devlet, firmalar, haneler borçlandıkça, borçlanıyorlar.[114]

Bu durumda özel sektörün yurtdışından sağladığı uzun vadeli kredi borcu, 2016 yılı Haziran sonu itibarıyla, 2015 yıl sonuna göre 12.5 milyar dolar artarak 208 milyar dolara yükseldi.

Merkez Bankası verilerine göre, 2015 yıl sonuna göre bankaların kredi biçimindeki borçlanmaları 2.1 milyar dolar, tahvil ihracı biçimindeki borçlanmaları 1.5 milyar dolar arttı.[115]

2015 yılı Ağustos sonu itibarıyla, özel sektörün yurtdışından sağladığı uzun vadeli kredi borcu 13.8 milyar dolar artarak 181.5 milyar dolara ulaştı. Özel sektörün, uzun vadeli dış borcu, 5 yılda yüzde 51 artmış oldu. 5 yıllık dönemde, özel sektörün Suudi Arabistan’a uzun vadeli borcu 10 katına, Birleşik Arap Emirlikleri’ne (BAE) borcu 22 katına çıktı.[116]

Bu borçlanma sarmalında; Thomas Fuller’in ifadesiyle, “Yoksulun borcu büyük gürültü koparır”ken; Türkiye’de 27 milyon sade vatandaşın banka gibi finansal kurumlara 500 milyar liralık bireysel kredi ve kredi kartı borcu var. Reel kesim dahil toplam kredi borcu ise 1.9 trilyon lira… Her on kişiden sekizi devlete, bankalara ve şahıslara borçlu ve borcunu ödeyemiyor.[117]

Borç(lanma) batağı dememiz tam da bundandır!

Evet, 15 yılda bireysel borçları 67 kat arttı… Türkiye’nin en son dış borç rakamları kişi başına dış borcun 5221 dolar olduğunu gösteriyor.

AKP, 3 Kasım 2002’de iktidara geldiğinde Türkiye’nin dış borcu 129.6 milyar dolarmış. O gün nüfusun 65 milyon olduğunu hatırlarsak, kişi başına borcun 1994 dolarla, 2 bin doların az altında seyrettiğini anlarız.

AKP döneminde kişi başına dış borç yüzde 262 arttı. 2002’den beri tüketici kredileri tam 150 kat, kredi kartı borçları 20 kat artarken; toplamda hane halkının borçları ise 67’ye katlandı.[118]

 

III. AYRIM: İSRAF VE TALAN

 

Bir zamanların Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a bile, “İsrafın önünü alsak sizden vergi almamıza gerek kalmaz. 13 yıllık iktidarımızın her tarafı altın yazılarla, başarıyla doludur. Ama israf konusunda karnemiz kırıktır,”[119] dedirten bu yıkım tablosundaki israf ve talan gerçeğine gelince…

Birkaç şeyin altını çizerek hatırlatalım!

  • 11 uçak, 3 helikoptere sahip Başbakanlık hava araç filosu 1 yılda 2 bin 575 saat uçuş gerçekleştirdi. Masrafı dudak uçuklatıyor: 25 milyon 900 bin TL.[120]
  • 2015 yılında 6 milyar 208 milyon TL gideri olan Diyanet, sadece personel için 4 milyar 629 milyon TL harcadı. Diyanet, çalışanlarına 62 milyon TL de “yolluk” verdi.[121]
  • 2015’in Mayıs ayı bütçe rakamlarının açıklanması ile 2015’in ilk 5 ayda devletin “temsil ve ağırlama” faslından 51 milyon 740 bin lira harcama yaptığı ortaya çıktı.[122]
  • 2015’in Mayıs ayı bütçe rakamlarının açıklanmasıyla birlikte, 2016 yılın ilk beş ayında, devletin, “temsil ve ağırlama” faslından yaptığı harcama toplamını da öğrendik: 51 milyon 740 bin TL… Peki, “temsil ve ağırlama” kalemine neler dahil? Cenaze ve kutlamalarda gönderilen çiçekle başlayıp “bahşiş”e kadar giden geniş bir harcama alanını kapsıyor.[123]
  • 2015 yılında yemek, çiçek, kutlama, açılış, hediye, konferans gibi temsil harcamalarına 252 milyon TL harcanacağını planlayan Maliye’nin karşısına, tam 439.4 milyon TL’lik bir fatura çıktı! (ODTÜ’nün aynı yıl bütçesi 364 milyon TL’ydi.) 2014 yılına göre 187 milyon TL daha fazla harcanmış. (Boğaziçi Üniversitesi’nin 2015 bütçesi 192 milyon TL’ydi) 2014 yılına göre, yüzde 135 oranında bir artışa, bütçedeki bir başka harcama kaleminde rastlamak biraz zor.[124]
  • 2015 yılı bütçe verilerini incelediğimizde, TC’nin yıldan yıla daha temiz bir devlet hâline geldiğini görmek mümkün mesela. Devletimizin yıldan yıla ne kadar temiz- titiz olduğunu anlamak için, 2014 ile 2015 rakamlarını karşılaştırmayı deneyebiliriz… 2014’te temizlik hizmet alımlarına, 1.6 milyar TL (1 milyar 638 milyon TL) ödenmişken bir yıl sonra bu ödeme, yaklaşık 400 milyon TL artışla 2 milyar TL’ye (1 milyar 993 milyon TL) yükselmiş… Temizlik hizmeti ile malzeme alımları üzerinden toplama baktığımızda, 2015’te 2014’e göre yüzde 20’nin üzerinde bir harcama artışından söz etmek mümkün.[125]
  • Ekonomi Bakanlığı temsil ve tanıtma giderleri Eylül 2015 tarihi itibarıyla 16 milyon 4 bin 857 liraya yükseldi.[126]
  • 2009’da bütçeden 169.5 milyon TL ile başlayan özel güvenlik harcaması, 2014’e gelindiğinde 846 milyon TL’ye yükselerek beş yılda 3 milyar TL’yi geçti. (2009:169.5, 2010:275.1, 2011: 375.2, 2012: 534.6, 2013: 701.3, 2014:846 milyon TL.)[127]
  • 2016’nın Kasım ayında silah ve savaş teçhizatı harcamaları, önceki 2015’in Ekim ayına göre, rekor düzeyde arttı. Örtülü ödenekten “savaşa” sadece bir ayda 836 milyon ayrılırken, 2016’da silaha harcanan para 3.5 milyar liraya fırladı.[128]
  • AKP istihbarata bütçeden 10 yılda 4 milyar harcadı.[129]
  • Gençlik Spor Bakanlığı, seçim ekonomisi nedeniyle harcamaları kısıp birçok federasyonun ek ödenek talebini geri çevirirken, AKP’den torpilli müsteşarı Faruk Özçelik biri Halk Bankası’ndan, toplam 5 lüks makam aracı kullanıyor, korumayla dolaşıyor.[130]
  • Muğla Büyükşehir Belediye Başkanı CHP’li Osman Gürün’ün yaklaşık 770 bin lira değerindeki 2015 model Mercedes S 350 BlueTEC makam aracı, kentte tartışma konusu oldu.[131]
  • Günlük 40 bin araç garantisi verilen Osmangazi Köprüsü’nün geçiş rakamları açıklandı. 2017’nin Ocak ayında köprüden geçen araç sayısı günde 12 bin olurken, halk 2017 yılının ilk 50 günü için köprüye cebinden 225 milyon TL ödeyecek.[132]
  • Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından Atatürk Orman Çiftliği (AOÇ) arazisine inşa edilen Ankapark projesi için satın alınan dinozorlar için 8 milyon 664 bin 992 lira ödeme yapıldığı ortaya çıktı.[133]

 

III.1) “ÖRTÜLÜ ÖDENEK” FASLI!

 

Bu kadar değil! Bir de “örtülü ödenek” faslı var! İşte çarpıcı veriler…

  • Örtülü ödenek harcamaları 2015’in Şubat ayında 2014’in aynı ayına göre 7.5 kat arttı. Bir aylık artış 2 kat oldu. 2015’in Ocak’ında 109.8 milyon lira olan örtülü ödenek harcamaları Şubat’ında 214 milyon liraya ulaştı. 2014’ün Şubat’ında örtülü ödenekten 28.9 milyon lira harcanmıştı. Ahmet Davutoğlu’nun başbakan olarak görev yaptığı 6 ayda ise örtülü ödenekten yapılan harcamanın miktarı 661.7 milyon liraya ulaştı.[134]
  • 2015’in sekiz ayında 1.2 milyar TL harcanan örtülü ödeneğin, 2.3 milyar TL’ye kadar yolu varken;[135]CHP’li Sezgin Tanrıkulu, Başbakan Davutoğlu’na, 1.4 milyar liraya ulaşan örtülü ödeneğin, Cumhurbaşkanı tarafından hangi görevleri için kullanıldığını sorup, Başbakanlıktan sonra Cumhurbaşkanlığına da harcama yetkisi verilen örtülü ödeneğin 2015’in ilk 10 aylık döneminde yüzde 58 artarak 1.4 milyar liraya ulaştığını belirtti.[136]
  • Ekim 2015’e kadar gizli hizmet giderleri için bütçeden 150 milyon 99 bin lira harcama yapıldı. 2014 yılında “örtülü ödenekten” yapılan harcama 1 milyar 78 milyon lira oldu.[137]
  • Maliye’nin açıkladığı 2015’in Aralık ayı rakamlarıyla birlikte, 2015’te örtülü ödenek harcaması, toplam 1 milyar 773 milyon 235 bin TL’ye ulaştı. Bu rakam, 2014 yılına göre 695 milyon TL fazla harcamayı ifade ediyor. (2014’te 1 milyar 78 milyon TL örtülü ödenek kullanıldı.)…

Örtülü ödenekteki asıl “büyük resim”, AKP’nin iktidar süresine bakıldığında ortaya çıkıyor. Maliye ve Başbakanlık verilerinden yola çıkarak yapılan hesaplamaya göre 13 yılı geride bırakan AKP iktidarı boyunca kullanılan toplam örtülü ödenek harcaması, 9.2 milyar TL’yi geçti…

2003 Mart’ında Başbakan olan Erdoğan, bu görevi cumhurbaşkanı seçildiği Ağustos 2014’e kadar sürdürdü. Resmi verilere göre, bu süre zarfında Erdoğan’ın örtülü ödenekten kullandığı toplam tutar 7 milyar 93 milyon TL’ye ulaştı.

2002 Kasımı’nda iktidara gelen AKP’nin ilk bütçe yılı olan 2003 yılında, örtülü ödenek harcaması 103 milyon TL’ydi. 2015’e gelindiğinde açıklanan 1.8 milyar TL, 13 yıl boyunca örtülü ödenekte 17 katın üzerinde bir artışı ifade ediyor.[138]

  • Meclis’teki Torba Kanun görüşmeleri sırasında, sabaha karşı yapılan tek maddelik yasa değişikliğiyle, artık sadece Başbakan değil, Cumhurbaşkanı da “gizli hizmet” harcaması yapabiliyor. Para nereye gitti? 15 Haziran 2015’de açıklanan bütçe gerçekleşmelerine göre Mayıs’ta 109 milyon 121 bin TL örtülü ödenek harcaması yapıldı. Bu tutar, nisan ayındaki 51.5 milyon TL’lik harcamanın iki katından fazla.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Mayıs ayı boyunca 7 Haziran seçimleri için yaptığı mitingleri düşündüğümüzde, bu artışın bir kısmının, mitinglerin finansmanı için kullanıldığı, uzak bir olasılık değil. Mayıs ayıyla birlikte 2015’in ilk beş ayındaki örtülü ödenek harcamaları toplamda 628 milyon 874 bin TL’ye ulaştı.[139]

  • Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ın, bütçedeki “ortak gizli cep”ine dönüşen örtülü ödenek, 2016’ya hızlı giriş yaptı. Maliye’nin açıkladığı bütçe verilerine göre, “gizli hizmet giderleri” (örtülü ödenek) kaleminden, ocak ayında 103 milyon 432 bin TL kullanıldı. İki yılın harcama eğilimine bakıldığında; aylık harcama ortalamasının, 2014’te 90, 2015 yılında ise 147 milyon TL düzeyine oturduğunu görüyoruz. Bu düzey, örtülü ödenek kaleminden “bazı kaynaklara”, adeta düzenli aktarım yapıldığı işaretlerini taşıyor.[140]
  • Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başbakan Yıldırım’a kullanma yetkisi verilen “örtülü ödenekten” 2017 yılın ilk ayında (Ocak) 163.8 milyon lira harcama yapıldı.[141]

“Ne örtülüymüş be?!” dedirten bu israf ve talan bakan Mehmet Şimşek için “çerez parası”dır!

 

III.2) CUMHURBAŞKANI’NIN GİDERLERİ!

 

Ve bir de cumhurbaşkanı’nın giderleri!

Duymuş olabilirsiniz: Cumhurbaşkanı 29 Kasım 2016’da israftan yakındı; “Hayata baktığımız zaman israf ekonomisi almış başını gidiyor” dedi. Haklıdır…

Bakın, en basitinden temsil harcamalarına göz atalım…

Temsil ve tanıtma giderlerini bilirsiniz. Özel günlerde çiçek yollama, törenlerde çaylar, kahveler ve bilumum ikramlar, ulusal gün törenleri, sanatçı konserleri diye uzayıp giden bir liste. Falanca bakanlık il müdürlüğünden, Cumhurbaşkanlığı makamına uzanan kamu yönetimi alanındaki bu harcamalar nereden ödeniyor olabilir?

Ekim ayı verilerine göre, devlet bir önceki Eylül ay temsil ve ağırlamaya 128.2 milyon TL harcamış. Bu rakam, bir Ağustos ay harcamasının 10 katından fazla.[142]

 

KALEM KALEM SAYIŞTAY RAPORLARINA YANSIYAN

CUMHURBAŞKANLIĞI SARAYI’NIN BİR YILLIK HARCAMALARI[143]

Erdoğan’ın örtülüsü 150 milyon TL Raporda “Cumhurbaşkanlığı’nın Gizli Hizmet Gideri” 150 milyon TL olarak belirlendi. Yani 27 Mart 2015’te yapılan yasal düzenleme ile gizlenen Cumuhrbaşkanlığı örtülü ödeneği için 150 milyon TL harcandı. Yasaya Mart 2015’te koyulan bir madde ile Cumhurbaşkanlığı bütçesindeki ödeneklerin Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile belirlenmesi ve uygulanması düzenlemesine gidildi. Bu da Cumhurbaşkanlığı örtülü ödeneğinin gizli kalması olarak yorumlandı.
Şahsi ödeneği 43 bin TL Erdoğan’ın kendisine 525 bin TL ödeme yapıldı. Cumhurbaşkanı ödeneği hanesine yazılan bu tutardan, Erdoğan’ın aylık maaşının 43 bin 750 TL olduğu anlaşıldı. Saray’ın personeline 2015 yılı içinde 67 milyon 255 bin 79 TL harcandı.
Suya 3 milyon, deterjana 155 TL Bir yıl içinde “kullanmaya yönelik su tüketimi aboneliği” için 3 milyon 2 bin 878 TL harcandı. Buna karşılık, “Sabun, deterjan ve temizlikte kullanılan kimyevi maddeler ile bu amaçlarla kullanılmak üzere diş macunu, diş fırçası, kova, força, paspas” alımına ile sadece 155 TL harcanması dikkat çekti.
Aylık ısıtma 266 bin TL Saray’ın ısıtılması için bir yılda toplam 3 milyon 200 bin 196 TL harcandı. Bu da Saray’ın aylık ısıtma giderinin 266 bin 666 TL olduğunu gösterdi. Saray’ın kullandığı taşıtların akaryakıt ve yağ alımları için ise 4 milyon 330 bin TL harcandı.
Parıltıya aylık 806 bin TL Sarayın bir yıllık elektrik tüketim bedelinin ise 9 milyon 672 bin 688 lira olduğu görüldü. Yani Saray’ın aylık elektrik faturası yaklaşık 806 bin TL.
Organizasyonlara 30 milyon TL Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın takdiri ile temsil ve ağırlamanın gerektirdiği her türlü tören, fuar ve organizasyon giderleri için bir yılda 30 milyon 648 bin 492 TL harcandı.
Derneklere 4 milyon Dernek, birlik, kurum, kuruluş, sandık gibi kurullara 4 milyon 150 bin TL para transfer edildi.
Vatandaşa 3.5 milyon Bir dönem çok tartışılan Saray yardımı da Sayıştay’ın raporunda yer aldı. Raporun “hane halkına yapılan transferler” kaleminde 3.5 milyon TL para transfer edildiği görüldü.
İnternete 580 bin TL Telefon abonelik ve kullanım ücretlerine 1 milyon 214 bin 306 TL harcandı. Anadolu Ajansı aboneliği ile birlikte internet servis sağlayıcılara abonelik ve internet erişimi karşılığında ödenen ücretler için ise 580 bin 155 TL harcandı.
Uydu telefonuna 2 bin TL Saray’ın uydu haberleşmesine ilişkin abonelik ve kullanım ücretleri için ise 2 bin 946 TL kaydedildi.
Ankara dışı görevlere 10 milyon TL Erdoğan’ın yurtiçi gezilerinde geçici olarak görevlendirilen Cumhurbaşkanlığı personeli için 3 milyon 799 bin 644 TL harcandı. Yurtdışı geçici görevlendirmeler için ise yaklaşık 6 milyon TL harcandığı görüldü. Yani Cumhurbaşkanlığı’nın Ankara dışı masrafı yurtiçi ve yurtdışı olmak üzere toplamda 10 milyon TL’ye yaklaştı.
Kiralık araca 8 milyon TL Cumhurbaşkanlığı 2015 yılı içinde 8 milyon 767 bin lira harcayarak taşıt kiraladı. Saray, 40 bin TL harcayarak da yüzer taşıt kiraladı.
Gazete ve dergiye 204 bin TL “Hizmetin gerektirdiği kalem, silgi, zımba teli, topluiğne, ataç, disket, CD, flash disk, toner, mürekkep, klasör, dosya, basılı kâğıt, defter kırtasiye alımlarına 1216 TL harcandı. Saray; “gazete, resmi gazete, dergi, bülten gibi belirli sürelerde basılan yayınlar” için ise 204 bin 953 TL ödeme yaptı.
Hayvanlar için 2 bin 448 lira Canlı havyan alım bakım ve diğer giderleri için 2 bin 448 TL harcandı. Bu gider için hizmette kullanılan hayvanlar dışında, her cins ve çeşit hayvan alımı, hayvanların koruması, bakımı, kurtarması ve dağıtımı” tanımlaması yapılıyor.

 

Birkaç şey daha ekleyelim!

  • Yıllık 18.5 trilyon dolar milli gelir yaratarak dünyanın en zengin ülkesi olan ABD’nin başkanı Trump, “yeni bir First One uçağı yapımını ve alımını” durdurdu. Çok pahalı buldu…

Türkiye’nin yıllık milli geliri 850 milyar dolar ile 720 milyar dolar arasında değişiyor. Türkiye’den yaklaşık 20 kat daha zengin ABD’nin başkanı Trump yeni bir VIP uçak yaptırmayı geri çevirirken Türkiye’nin Cumhurbaşkanı ise Tunus’un devrik diktatörü Zeynel Abidin Bin Ali’nin VIP uçağına 77.8 milyon dolar ödeyerek satın aldı.

Milli gelirin! ABD’nin 20’de 1’i… VIP iştahın! Trump’ın 20 katı![144]

  • Cumhurbaşkanlığı sarayına 2016 yılı için 434 milyon liralık ödenek ayrılmıştı bu para 6 ayda bitti. Ödenek 712 milyona çıkarıldı. Yani 278 milyon lira ekstradan verilecek.

Niçin bu yüzde 65’lik artış? Net bir bilgi yok. Kayıtsız, kuralsız harcama… Lükse, şatafata.[145]

 

III.3) KAÇ-AK SARAY LÜKSÜ, ŞATAFATI

 

“Lüks, şatafat” deyince, Kaç-AK Saray’dan söz etmemek mümkün mü?

Kaç-AK Saray’ın oda sayısının 2250 olduğunu açıklayan Mimarlar Odası (MO) Ankara Şube Başkanı Tezcan Karakuş Candan, “Kaç-AK Saray, internet ansiklopedisi Wikipedia’da dünyanın en büyük sarayı olarak gösteriliyor. Listede, Topkapı 13’üncü sırada, Beyaz Saray ise yok,”[146] dedi.

 

DÜNYADA SARAYLAR
SIRA NERESİ NEREDE KAÇ METRE KARE
1 Kaç-AK SARAY Ankara 289 bin
2 Hofburg Sarayı Viyana 240 bin
3 Louvre Sarayı Paris 210 bin
4 İstana Sarayı Brunei 200 bin
5 Vatikan İtalya 162 bin
6 Yasak Şehir Çin 150 bin
7 Kraliyet Sarayı İspanya 135 bin
8 Quirinal Sarayı Roma 110.5 bin
9 Falaknuma Haydarabad 93.9 bin
10 Venaria Sarayı İtalya 80 bin
11 Buckingham İngiltere 77 bin
12 Prag Kalesi Prag 70 bin
13 TOPKAPI SARAYI İstanbul 70 bin
14 Versay Sarayı Fransa 67 bin
15 Stockholm Sarayı İsveç 61.2 bin
16 Caserta Sarayı İtalya 61 bin
17 St Petersburg Sarayı Rusya 70 bin
18 Christiansborg Danimarka 51 bin
19 Windsor Kalesi Londra 45 bin
20 Serail Sarayı Beyrut 39.9 bin
26 Kremlin Sarayı Moskova 24.1

 

Ayrıca Kaç-AK Sarayı içinde inşa edilen 3 bin kişilik dev cami de açıldı. Kocatepe Camisi ve Diyanet’in VIP camisinden sonra Ankara’nın en büyük 3. camisi olan ve oturum alanı 5 bin 177 metrekareyi bulan Beştepe Millet Camisi’nde yalnızca imamın oturması için yapılan kürsünün (mahfil) 40 bin TL’ye mal olduğu öğrenildi. Camide, tıpkı Saray’da olduğu gibi altın varaklı süslemeler de bulunuyor.[147]

Kaç-AK Saray’ın “en büyük” olmasından öte, temel özelliği Kaçak olmasıdır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Gücünüz yetiyorsa gelin yıkın” sözleri ile savunduğu Kaç-AK Sarayı’nın, Orman Çiftliği (AOÇ) arazisi üzerinde yapılmasına olanak tanıyan imar planı iptal edilince; başbakanlık, mahkemeye gönderdiği savunmada arazi üzerinde uygulama imar planlarının yapılmadığını, bu yüzden alanın yapılaşmaya açık olmadığını itiraf emişti.[148]

SİT alanı olan AOÇ arazisine kaçak olarak inşa edilen Kaç-AK Saray’la ilgili Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, SİT alanına Saray yapılmasının önünü açan Koruma Kurulu’nun ilke kararını oy birliğiyle reddetti. Böylece Kaç-AK Saray ikinci kez kaçak durumuna düşmüştü.[149]

Özetle 1 milyar 370 milyon TL’lik maliyetiyle tartışma yaratan Kaç-AK Sarayı’nın kaçak olduğu bir kez daha tescillenirken; Danıştay söz konusu kararında, “Tarihi sit alanlarının doğal yapısıyla birlikte korunması gerektiğinden; bu alanlarda bitki örtüsünü, topoğrafik yapıyı, silüet etkisini bozabilecek, tahribata yönelik inşai ve fiziki müdahale yasağı getirilmiştir,” dedi.[150]

Ancak bunlara rağmen Ankara İdare Mahkemesi, SİT alanında olduğu için inşaatı durdurma kararı aldığında Erdoğan “Binayı yapar açarız, sıkıysa gelin yıkın” dedi; öyle de yaptı.

Gerek inşaatı, gerekse işletmesi, büyük, çok büyük ve gereksiz bir israfı yansıtıyor: 1 milyar 370 milyon lira olduğu söylenen saray 1000 odalı olduğu söylendi…

Erdoğan buna karşı çıktı, kamuoyuna nispet verir gibi: “Hayır, 1000 değil, 1150 odalı,” dedi![151]

Sonrası malum… Kaç-AK Saray, yasalar çiğnenip, müthiş bir israf örneği olarak inşa edildi!

Mesela AOÇ’deki Kaç-AK Saray yerleşkesine inşa edilen Cumhurbaşkanlığı konutunun dekorasyonunda, ‘Bizassa’ adlı dünyanın en pahalı mozaiği kullanıldı. İtalyan cam mozaiğin metrekare fiyatı çeşidine göre, 3 bin ile 10 bin Euro arasında değişiyor. MO Ankara Şube Başkanı Candan, “Lüks villalar çizdik, binalar yaptık ama böyle bir malzemeyle ilk kez karşılaşıyoruz,” dedi.

MO Ankara Şubesi, ‘Yavru Saray’ dedikleri konutun hamam, havuz, fin hamamı, SPA merkezi, sauna gibi bölümlerinde İtalya menşeli Bizassa cam mozaiğin kullanıldığını açıkladı. Ultra lüks yapılarda kullanılan ve metrekaresi 3 bin Euro olan mozaiğin fiyatının, 10 asgari ücretlinin bir aylık maaşına denk geliyordu.[152]

Ayrıca 15 bin metrekare alana inşa edilen Erdoğan’ın konutunda 250 oda, 100 bin TL değerinde bir kasa, 600 metrekare mutfak varken; konut 2 normal kat ile 2 bodrum kattan oluşuyor.

Konutta “fitness center, masaj odaları, özel dekorasyon hamamlar, şok duşları, 80 metrekarelik 2 yüzme havuzu, jakuzi, sauna, özel dekorasyon buhar odaları, kar çeşmesi, buz çeşmesi, akvaryum, 600 metrekarelik mutfak, servis hizmetleri için özel kiler, 1800 metrekare büyüklüğünde bir de teras, tenis kortu, basketbol, voleybol ve halı saha gibi spor tesisleri” bulunuyor. MO’na göre konutun sadece 600 metrekarelik özel tasarım mutfağının maliyeti 6.5 milyon TL.

Candan’ın, “Kaç-AK Konut” olarak adlandırdıkları yapı içerisinde 100 metrekareden büyük bir 19 kişilik özel sinema olduğunu ve bunun bedelinin 300 bin TL civarında olduğunu söyledi.[153]

Birkaç şey daha!

  • Kalkınma Bakanlığı’nın kamu yatırımlarını hızlandırma amacıyla kullandığı ödenekten üç yılda saray inşaatına aktarılan kaynağın 1.5 milyar lirayı aştığı ortaya çıktı.[154]
  • Kaç-AK Saray’ın aylık mutfak gideri 6.5 milyon TL.[155]
  • MO, “Kaç-AK Saray’da 29 kişilik iftar masasının fiyatının 6. 5 milyon lira olduğu”nu açıkladı.[156]
  • Kaç-AK Saray’da 200 civarında yapay elmaslı avize var, sadece bunların maliyeti 35 milyon TL’ye çıkıyor. Kaç-AK Saray’ın toplam maliyet 20 milyarı geçti.[157]
  • MO’nın açıklamasına göre, Kaç-AK Saray’ın peyzaj maliyetlerinin 2.5 milyar lirayı bulduğunu ve peyzaj bitkilerinin yüzde 80’inin yurtdışından ithal edildiğini açıkladı. BBP Genel Başkanı Mustafa Destici de 29 Nisan 2015 tarihli açıklamasında Kaç-AK Saray’a 60 TIR’la Hollanda’dan ağaç ve çiçek getirildiği iddiasında bulunup, “Bir TIR’ın maliyeti 23 bin Avro” dedi.[158]
  • Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kızı Sümeyye Erdoğan için Kaç-AK Saray’a manej (at pisti) yapılacağı iddia edildi.[159]
  • Kaç-AK Saray’da 200 milyon liralık lambri kullanıldığı da ortaya çıktı. Kaç-AK Saray’ın camları 701 milyon lira. Soma’da işten atılan işçilerin tazminatları ise 42 milyon lira. Sarayın camlarına harcanan para ile işçilerin tazminatı 17 kez ödenirdi.[160]
  • AOÇ arazisine mahkeme kararları dikkate alınmayarak kurulan Kaç-AK Sarayı’na 1265 asgari ücretlinin 1 aylık maaşına denk gelecek masa ve koltuk yaptırıldı.[161]

Toparlarsak: Dönemin ‘Habertürk’ yazarı Fehmi Koru’nun dahi itiraz ettiği[162] Kaç-AK Saray’a, AKP’nin birçok kamu kurumunda üst düzey görev verdiği Ali Babacan’ın danışmanı bürokrat Şeref Efe’de, “Cumhurbaşkanlığı Sarayımızın Müslümanlığa sığmadığını aslında anlatmaya hiç gerek yok. Kur’an’dan kendimize bir ölçü arayacak olursak bu saray inşası ile ilgili Allah’ın hoş karşılamadığı kibir, gurur ve israf gibi pek çok husus ile karşılaşırız,”[163] sert eleştiriler yönetti.

Bu israf karşısında “Kaç-AK Saray’la ne yapılabilirdi?” sorusunu yanıtlamadan olmaz!

Madenlerde 40 işçinin sığabileceği yaşam odalarının maliyeti 250 bin dolar, yani 500 bin lira… 1 milyar 370 milyon liraya 2 bin 740 adet yaşam odası yapılabilir ki bu da, 109 bin 600 madenci için yaşam odası anlamına geliyor…

Asgari ücretin 846 lira olduğunu göz önüne alırsak, Kaç-AK Saray yapımı yerine 1 milyon 619 bin 385 işçinin ücreti ödenebilirdi.

2012 yılında 4+4+4’ün devreye girmesiyle yeni okulların yapımı da gündeme gelmişti. Aynı yıl 800 okulun yapımına başlanmıştı. İşte o 800 okulun toplam maliyeti 1 milyar 900 milyon lira idi. Yani bir okulun maliyeti 2 milyon 275 bin liraydı. Kaç-Ak saray için harcanan 1 milyar 370 milyon liralık parayla toplam 602 okul yapılabilirdi.

400 yataklı bir hastanenin ortalama maliyeti 100 milyon lira. Yani bu paraya 14 hastane yapılabilirdi.

Duble yollarla, yapılan Marmaray ve yapımı devam eden 3. köprüyle övünen Türkiye’de bir metro hattının kilometre başına maliyeti 140 milyon lira civarında. 9 kilometrelik metro hattı döşenebilir ki bu da Göztepe’den Ümraniye’ye yapılan metro hattı kadar eder![164]

Lafı daha da uzatmadan sözü Mustafa Halif’in birkaç kez okunması gereken satırlarına bırakalım:

“Yeni Şafak gazetesi beni güldürdü, Allah da onları güldürsün. Niye güldün derseniz anlatayım. Manşetlerinin üzerinden bir haber vermişler. Şöyle ki; ‘Beştepe’deki (yani Kaç-AK Saray) sade ve doğal yaşam Emine Erdoğan sayesinde öne çıkıyormuş.’

Peki nasıl oluyormuş bu, gazete haberinde anlatıyor: ‘Mutfaktaki limon ve elma kabukları çöpe atılmıyor, onlardan yapılan sirke temizlikte kullanılıyor. Sofrada bir kap yemek oluyor. En çok tüketilen içecek Rize’nin beyaz çayı.’

Şimdi bu haberin neresinden tutalım? Bak arkadaş, Emine Hanım ne tutumlu, limon ve elma kabuklarını bile attırmıyor desek…

1100 odalı, maliyetinin tamamı ‘tepki büyür’ diye bir türlü açıklanmayan (1.3 milyar dolardan 3 milyar dolara kadar tahmin var) bir Saray yaptırıp içinde oturacaksın, sonra limon kabuğu edebiyatı yapacaksın.

Bir kap yemek yeniyormuş Saray’da. Bir kâse çorba veya bir çeşit yemek ve salatayla kurulan sofralar varmış. Ülkenin hâlâ on binlerce evinde yatağa aç giden çocukların, insanların olduğunu unutup ‘bir kap yemek bir de salata’yı büyük tevazu diye nakletmek.

Tüm bunların ardına da ‘Saray’da en çok tüketilenin dünyanın en pahalı çayı olduğunu, muhtemelen bilmeden itiraf etmek’: Bol bol Rize’nin beyaz çayı tüketiliyor. Beyaz çayın fiyatından bir örnek vereyim. Çaykur Genel Müdürü İmdat Sütlüoğlu, beyaz çayı 20 gramlık kutularda satacaklarını, kilosunun 4 bin TL olduğunu açıklamıştı. Yani haber ‘Nereden tutsan elinde kalıyor.”[165]

Kaç-AK Saray’ın ve orada ikamet edenlerin hikâyesi bu ve böyle!

 

  1. AYRIM: YALANA KARŞI

 

“Evet” ekonomisi yalanının hâl-i pür melali bu!

Emekçilere, “istikrar” diye sunulan bu yalan (ve egemenliği) karşısında Çiçeron’un, “Ne fidem habueris homini blandienti/ Yalancıya güvenme!” uyarısı ile Halil Cibran’ın, “Baskıya başkaldırmayan kişi kendine karşı adaletsizdir,” sözleri anımsanmalıdır.

“Yalan” deyip geçmeyin!

Adolf Hitler’in, Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı Joseph Goebbels’in, “Yalan söyleyin, mutlaka inanan çıkacaktır, olmazsa yalana devam edin. Bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız, insanlar ona o kadar fazla inanır. Söylediğiniz yalan ne kadar büyük olursa o kadar etkili olur ve insanların o yalana inanması da o kadar kolaylaşır. Halk büyük yalanlara, küçük yalanlara göre daha çabuk inanır. Büyük yalancılar büyük sihirbazlardır. Birisine yalan olsa bile, o söylemi sürekli tekrarlarsanız, o söylemin nereden geldiğini unutur ve kendi fikri gibi benimser ve savunur. Önemli olan aydınlar değil kitlelerdir, çünkü onları kandırmak daha kolaydır,” sözlerini anımsamak dahi, yalanın egemenliğinin ne anlama geldiği yeterince net olarak sergiler…

Doğru olmadığı bilinmesine rağmen, kişi ve toplumun doğru olarak algılamasını amaçlayan davranış veya anlatım olarak tanımlanması mümkün olan yalan konusunda Josh Billings, “Yalanın babası şeytandır ama patent almayı unuttuğu için bu buluşunu iş dünyasına kaptırmıştır,” derken Fyodor Dostoyevski de ekler: “Yalan öyle nüfuz etmiş ki insanların diline, ‘doğruyu söylemek gerekirse…’ diye bir kalıp vardır.”

Aşağıda olanlar, düşmekten korkmayanlar yani başkaldıranlar yalanı yenebilirler!

Bu noktada anımsanması gereken Epiktetos’un, “Tu di bêjî ezê sibê bibim mirovek din. Çima ji îro ve dest pê nakî/ Yarın bambaşka bir insan olacağım diyorsun. Niye bugünden başlamıyorsun?” sorusudur!

 

9 Mart 2017 13:50:33, Ankara.

 

N O T L A R

[1] Ümit Yaşar Oğuzcan.

[2] “2 Bin Dolar Zenginleştik”, Hürriyet, 13 Aralık 2016, s.8.

[3] “Müjdeler Olsun Zenginleşiverdik!”, Birgün, 13 Aralık 2016, s.11.

[4] Mustafa Çakır, “TÜİK Rakamlarla Oynadı Zenginleştik”, Cumhuriyet, 13 Aralık 2016, s.9.

[5] Johann Wolfgang von Goethe, Genç Wertherin Acıları, çev: Nihat Ülner, Can Yay., 2016.

[6] Orhan Bursalı, “Çöken Ekonomi: 6 Yılda 70 Bin Dolar Varlık Erimesi”, Cumhuriyet, 17 Kasım 2016, s.6.

[7] Aslı Aydın, “İşsizlik Artıyor, Esnaf Kepenk Kapatıyor, Borç Batağı Büyüyor”, Birgün, 2 Şubat 2017, s.11.

[8] Pelin Ünker, “Küresel İflas Riskinde İlk Ondayız”, Cumhuriyet, 10 Ağustos 2015, s.9.

[9] Ergin Yıldızoğlu, “Her Tarafı Dökülüyor”, Cumhuriyet, 1 Aralık 2016, s.9.

[10] Orhan Bursalı, “Referandum: Bir İhtimal Daha Var, O da Ekonomi mi Dersin…”, Cumhuriyet, 30 Ocak 2017, s.6.

[11] Abdurrahman Yıldırım, “Yüksek Borç, Düşük Tüketim”, Haber Türk, 24 Haziran 2016, s.9.

[12] Pelin Ünker, “TL’nin Yarısı Eridi”, Cumhuriyet, 1 Ocak 2017, s.8.

[13] Çiğdem Toker, “Ya İstikrar Olmasaydı”, Cumhuriyet, 27 Ocak 2017, s.8.

[14] “HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş: ‘60 Saray’ ile Yüklendi”, Cumhuriyet, 4 Mart 2015, s. 6.

[15] Pelin Ünker, “60 Saray Parası Kadar Konuştu”, Cumhuriyet, 2 Mart 2015, s. 13.

[16] Mustafa Çakır, “Memur Maaşı 2008’e Döndü”, Cumhuriyet, 24 Kasım 2016, s.9.

[17] “Sanayide Çalışma Saatleri Arttı, İstihdam Azaldı”, Cumhuriyet, 28 Şubat 2017, s.9.

[18] “Güvence de Yok, Umut da”, Birgün, 31 Mart 2016, s.4.

[19] Şehriban Kıraç, “40 Bin Kadın İşsiz Kaldı”, Cumhuriyet, 27 Şubat 2017, s.9.

[20] “Kartta Alışveriş Rekoru Yasaklılarda”, Cumhuriyet, 24 Eylül 2016, s.9.

[21] “Batık Krediler 66 Milyar Liraya Çıktı”, Cumhuriyet, 15 Aralık 2016, s.8.

[22] “Batık 16 Milyar Arttı”, Cumhuriyet, 16 Şubat 2017, s.8.

[23] Güngör Uras, “Karşılıksız Çek Durgunluk İşareti”, Milliyet, 10 Temmuz 2015, s.7.

[24] “2 Milyon Çek Karşılıksız Çıktı”, Cumhuriyet, 18 Şubat 2017, s.8.

[25] Şehriban Kıraç, “Esnaf Kepenk İndiriyor”, Cumhuriyet, 30 Ocak 2017, s.9.

[26] “Vatandaş Zengin Halk Çok Yoksul”, Evrensel, 3 Aralık 2016, s.5.

[27] “Dış Açık 50 Milyar Doları Aştı”, Cumhuriyet, 31 Aralık 2016, s.8.

[28] Erinç Yeldan, “Borç Tuzağındaki ‘Yeni Türkiye’…”, Cumhuriyet, 9 Mart 2016, s.9.

[29] “Ekonomide Gizemli 10 Milyar Dolar”, Cumhuriyet, 12 Şubat 2016, s.8.

[30] Mustafa Çakır, “Yurttaş Borçla ‘Ev’lendi”, Cumhuriyet, 24 Kasım 2016, s.9.

[31] Ayfer Arslan, “Takipteki Kredi Kâbusu Hortlayacak”, Cumhuriyet, 5 Aralık 2016, s.8.

[32] Engin Esen, “Türk Milyonerler Kaçıyor”, Sözcü, 26 Şubat 2017, s.7.

[33] Korkut Boratav, “Dış Kırılganlıklar Artıyor mu?”, Birgün, 29 Ocak 2016, s.5.

[34] Pelin Ünker, “Yabancı Yatırım Değil Sıcak Para Geldi”, Cumhuriyet, 19 Ağustos 2016, s.8.

[35] Hurşit Güneş, “AKP İktidarının OHAL’i Ekonomiyi de OHAL’e Soktu!”, Birgün, 30 Ocak 2017, s.11.

[36] Çiğdem Toker, “OHAL’le Gelen Büyük Servet Transferi”, Cumhuriyet, 25 Ocak 2017, s.8.

[37] Ayfer Arslan, “OHAL Ekonomiyi ‘Devletleştirdi’…”, Cumhuriyet, 16 Aralık 2016, s.11.

[38] Erinç Yeldan, “Yandaş Kapitalizmi”, Cumhuriyet, 8 Şubat 2017, s.9.

[39] Ergin Yıldızoğlu, “Bir Mülksüzleştirme Makinesi: TVF”, Cumhuriyet, 9 Şubat 2017, s.8.

[40] José Saramago, Kabil, Çev: Işık Ergüden, Kırmızı Kedi Yayınevi, 4. Basım, 2012, s.123.

[41] Olcay Büyüktaş, “Krizin Ayak Sesleri”, Cumhuriyet, 29 Ocak 2017, s.9.

[42] “Krizin Ayak Sesleri”, Cumhuriyet, 15 Ocak 2017, s.9.

[43] “AKP’nin Tehlikeli Seçim Oyunu”, Cumhuriyet, 1 Mart 2017, s.8.

[44] Pelin Ünker, “13 Bin Şirket İflas Edecek”, Cumhuriyet, 12 Şubat 2017, s.9.

[45] “30 Milyar Dolarlık Gizem”, Evrensel, 13 Şubat 2016, s.5.

[46] “10 Milyar Dolarlık Gizemli Para”, Gündem, 12 Şubat 2016, s.4.

[47] “5 Ayda 2.6 Milyar Dolarlık ‘Gizemli Para’…”, Milliyet, 14 Temmuz 2016… http://uzmanpara.milliyet.com.tr/haber-detay/gundem2/5-ayda-2-6-milyar-dolarlik-gizemli-para/52000/52100/

[48] “Türkiye’den 11 Banka Vergi Cennetindeki Hesaplarda 142 Milyar Lirayı Yönetiyor”, Cumhuriyet, 3 Mayıs 2016… http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ekonomi/526984/_Turkiye_den_11_banka_vergi_cennetindeki_hesaplarda_142_milyar_lirayi_yonetiyor_.html

[49] Çiğdem Toker, “Bayraktar İHA’larının Bütçeye Maliyeti?”, Cumhuriyet, 7 Eylül 2016, s.8.

[50] Güntay Şimşek, “Altay Tankı İhalesinde İpi Kim Göğüsler?”, Haber Türk, 17 Kasım 2016, s.10.

[51] Sadi Özdemir, “Savunma Rekoru”, Hürriyet, 28 Şubat 2015, s.22.

[52] “Savunmada Hedef Yüzde 20 Büyüme”, Sabah, 28 Şubat 2015, s.19.

[53] Güngör Uras, “Savunma Sanayii Önem Kazanıyor”, Milliyet, 9 Eylül 2015, s.9.

[54] Tamer Arda Erşin, “59 Milyar TL Savaş Aygıtına”, Evrensel, 7 Ağustos 2015, s.5.

[55] “TOMA Üreticisi Tarihinin En Yüksek Kârını Elde Etti”, Radikal, 10 Mart 2016… http://www.radikal.com.tr/turkiye/toma-ureticisi-tarihinin-en-yuksek-krini-elde-etti-1526784

[56] “Dünyanın En Büyük 500 Şirketi Arasında Türkiye’den Tek Şirket”, Cumhuriyet, 22 Temmuz 2016, s.8.

[57] Pelin Ünker, “Servet Azalırken Borçlar Katlandı”, Cumhuriyet, 26 Kasım 2016, s.8.

[58] Pelin Ünker, “Milyonerler Kriz Dinlemedi”, Cumhuriyet, 7 Şubat 2017, s.8.

[59] “İşte Türkiye’nin En Zenginleri”, Hürriyet, Mart 2017… http://www.hurriyet.com.tr/galeri-40382547

[60] “Bankadaki Tüm Paraların Yarısı Milyonerlerin Cebinde”, Birgün, 1 Aralık 2016, s.13.

[61] Şehriban Kıraç, “Boğaz’da 500 Milyon Dolarlık Yalı Yaşamı”, Cumhuriyet, 10 Nisan 2015, s.8.

[62] “Nakit Kredilerde Dev Sıçrama!”, Radikal, 22 Şubat 2016… http://www.radikal.com.tr/ekonomi/nakit-kredilerde-dev-sicrama-1515247

[63] Ayfer Arslan, “İslâmı Finansman 10 Yılda Şahlandı”, Cumhuriyet, 26 Eylül 2016, s.8.

[64] “Türk Bankalarına 2.4 Milyar Dolar Körfez Fonu”, Cumhuriyet, 21 Ekim 2015, s.8.

[65] Güngör Uras, “Kredilerin Artışı Özkaynağa Bağlı”, Milliyet, 30 Mart 2016, s.9.

[66] “Vakıfbank’ın Kârı 1.93 Milyar TL”, Milliyet, 12 Şubat 2016, s.8.

[67] “Halkbank’ın 2015 Net Kârı 2.3 Milyar Lira”, Sabah, 25 Şubat 2016, s.13.

[68] “Halkbank’ta Aktif Büyüklük 195 Milyar TL”, Milliyet, 30 Nisan 2016, s.11.

[69] “Garanti’nin Çeyrek Kârı 1 Milyarı Aştı…”, Milliyet, 29 Nisan 2016, s.10.

[70] 2016’nin 3. Çeyreğinde ING Bank’dan 415 Milyon TL Kâr”, Hürriyet, 14 Kasım 2016, s.10.

[71] “Akbank’ın 2016’nın 9 Aylık Kârı 3.7 Milyar TL”, Cumhuriyet, 23 Ekim 2016, s.9.

[72] “2016 Yılında İş Bankası’ndan 4.7 Milyar TL Kâr”, Cumhuriyet, 15 Şubat 2017, s.9.

[73] “Bayrağı Daha da Yukarı Taşıyacağız”, Hürriyet, 15 Ağustos 2015, s.10.

[74] “Koç Holding’den 14 Milyar TL Gelir”, Cumhuriyet, 7 Mayıs 2016, s.6.

[75] “Sabancı’nın 2016’nın İlk 9 Ayı Kârı 1.8 Milyar Lira”, Cumhuriyet, 5 Kasım 2016, s.8.

[76] Necla Dalan, “1 Yılda Ulaştığı Kârı 3 Ayda İkiye Katladı”, Vatan, 20 Mayıs 2016, s.7.

[77] “Pegasus 2016’nın İlk 9 Ayında 43.3 Milyon TL Kâr Etti”, Hürriyet, 14 Kasım 2016, s.10.

[78] “Bimeks 2015’i Kârla Kapattı”, Milliyet, 10 Mart 2016, s.8.

[79] “Turkcell’den Tüm Zamanların Rekoru”, Sabah, 4 Kasım 2016, s.14.

[80] “Milyonlar Yoksulluğa Mahkûm”, Özgürlükçü Demokrasi, 26 Şubat 2017, s.3.

[81] Mustafa Çakır, “Çalışan Hep Yoksul”, Cumhuriyet, 9 Aralık 2016, s.9.

[82] Neva Balkan, “Türkiye’nin Tablosu: 18 Milyon Aç, 60 Milyon Yoksul”, Atılım, Yıl:4, No:246, 21 Ekim 2016, s.15.

[83] “Niğde’de Borçlarını Ödeyemeyen İki Çiftçi Böbreklerini Satışa Çıkardı”, Birgün, 8 Şubat 2017… http://www.birgun.net/haber-detay/nigde-de-borclarini-odeyemeyen-iki-ciftci-bobreklerini-satisa-cikardi-149968.html

[84] Olcay Büyüktaş, “Türkiye’de Her 5 Kişiden İkisi Yardıma Muhtaç”, Cumhuriyet, 7 Ekim 2016, s.9.

[85] Pelin Ünker, “Yurttaşın Payına Yine Sefalet Düştü”, Cumhuriyet, 10 Ocak 2017, s.9.

[86] Şehriban Kıraç, “1.5 Milyon Kişi Faturasını Zamanında Ödeyemiyor”, Cumhuriyet, 23 Ekim 2016, s.8.

[87] Bülent Falakaoğlu, “Her Şey ‘Ivır Zıvır’ Olursa…”, Evrensel, 3 Ekim 2016, s.5.

[88] Burcu Cansu, “Bir Yılda 875 Çocuk Öldü”, Birgün, 26 Nisan 2016, s.2.

[89] “7 Milyon Çocuk Şeker Bile Yiyemiyor”, Cumhuriyet, 23 Nisan 2016, s.9.

[90] Olcay Büyüktaş, “Muhtaç Çocuk Sayısı Yüzde 500 Arttı”, Cumhuriyet, 16 Nisan 2016, s.9.

[91] “OECD Yoksulluk Haritası”, Cumhuriyet, 29 Kasım 2016, s.9.

[92] “OECD Raporu: Türkiye, İşsizlikte Beşinci Sırada”, Umut, No:38, 15 Temmuz 2016, s.10.

[93] “DİSK-AR İşsizlik Raporu: İşsiz Sayısı 6 Milyonu Aştı”, Evrensel, 21 Eylül 2016, s.5.

[94] Serkan Öngel, “İşsizlikte Bitmeyen Kriz”, Birgün, 18 Ocak 2017, s.13.

[95] “İşsiz Kuyruğu 6.5 Milyonu Geçti”, Cumhuriyet, 17 Ocak 2017, s.9.

[96] Deniz Nazlım, “Savaşın Faturası Yoksula Kesilecek”, Gündem, 27 Mayıs 2016, s.14.

[97] Hayri Kozanoğlu, “Farklı Boyutlarıyla İşsizlik”, Birgün, 29 Mart 2016, s.5.

[98] Şehriban Kıraç, “Bir Ayda 20 Bin Sigortalı Çalışan İşini Kaybetti”, Cumhuriyet, 5 Aralık 2016, s.9.

[99] “Genç Kızlarda İşsizlik Oranı Genç Erkeklerden Daha Yüksek”, Cumhuriyet, 2 Temmuz 2016, s.8.

[100] “Emekçiye Darbe… İşsizlikte Büyük Patlama”, Cumhuriyet, 20 Eylül 2016, s.8.

[101] “Genç İşsizlik Oranında Patlama”, Evrensel, 20 Eylül 2016, s.5

[102] Olcay Büyüktaş, “Kentli Genç Kadın İşsizlik Kıskacında”, Cumhuriyet, 17 Şubat 2017, s.9.

[103] Pelin Ünker, “Türkiye Et Fiyatında Dünyayı İkiye Katladı”, Cumhuriyet, 8 Mayıs 2015, s.9.

[104] “Gıda Dışarıda Eridi, İçeride Yakıyor”, Cumhuriyet, 6 Mart 2015, s.13.

[105] “İncir Markette Yüzde 500 Farkla Satılıyor”, Cumhuriyet, 1 Haziran 2015, s.8.

[106] Başak Kaya, “Her Çocuk 9 Bin 570 Lira Borçla Doğuyor”, Sözcü, 30 Ocak 2017, s.7.

[107] “Yabancı, Ranta da Kâra da”, Evrensel, 10 Mart 2015, s.5.

[108] Erinç Yeldan, “Borç AKP’yle Üçe Katlandı”, Cumhuriyet, 27 Temmuz 2016, s.9.

[109] “Borçların Özkaynak İçindeki Payı Yüzde 60.5’e Çıktı”, Sözcü, 9 Ağustos 2016, s.6.

[110] Mehtap Özcan Ertürk, “Vatandaşın Borcu 1 Yılda 428 Milyar Liraya Çıktı”, Sözcü, 14 Ağustos 2016, s.6.

[111] Deniz Nazlım, “Sermaye İçin Kriz Yaşanmasa da Emekçi Krizde”, Gündem, 25 Mayıs 2016, s.14.

[112] Erinç Yeldan, “Borçlan, Tüket, Büyü!”, Cumhuriyet, 22 Haziran 2016, s.9.

[113] “Kredi Borcu Tavan”, Birgün, 15 Eylül 2015, s.5.

[114] Yaşar Aydın, “Gelir Adaletsizliği Kapitalizmde Çözülmez”, Birgün, 24 Eylül 2016, s.14.

[115] “Şirketlerin Dış Borcu 227 Milyar Doları Aştı”, Cumhuriyet, 16 Ağustos 2016, s.9.

[116] Mithat Yurdakul, “Araplara ‘Özel’ Borç Patladı…”, Milliyet, 17 Ekim 2015, s.10.

[117] “Her 10 Kişiden 8’i Borçlu!”, Evrensel, 27 Ekim 2016, s.5.

[118] Hayri Kozanoğlu, “Borçluyum Borçlusun Borçluyuz”, Birgün, 7 Mart 2017… http://www.birgun.net/haber-detay/borcluyum-borclusun-borcluyuz-149682.html

[119] “Bülent Arınç’tan Özeleştiri: İsraf Konusunda Karnemiz Kırıktır”, Cumhuriyet, 18 Nisan 2015, s.4.

[120] Sinan Tartanoğlu, “THY Değil BHY… İktidar Hava Yolları”, Cumhuriyet, 8 Mart 2017… http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ekonomi/694281/THY_degil_BHY…_iktidar_Hava_Yollari.html

[121] Hüseyin Şimşek, “Diyanet’in Personel Gideri Aylık Cari Açığa Denk: 4 Milyar 629 Milyon TL”, Birgün, 13 Ekim 2016, s.6.

[122] “İlk Beş Ayda Bütçeden Temsil ve Ağırlama İçin 52 Milyon Lira Harcanmış”, Evrensel, 18 Haziran 2015… http://www.evrensel.net/haber/253994/ilk-bes-ayda-butceden-temsil-ve-agirlama-icin-52-milyon-lira-harcanmis

[123] Çiğdem Toker, “Çiçek Parası”, Cumhuriyet, 17 Haziran 2015, s.8.

[124] Çiğdem Toker, “Temsil Harcamaları Uçtu”, Cumhuriyet, 18 Ocak 2016, s.6.

[125] Çiğdem Toker, “… ‘Temiz’ Devlet Gururu”, Cumhuriyet, 20 Ocak 2016, s.8.

[126] “Zeybekci’nin Tanıtım Giderinde Rekor Artış”, Sözcü, 28 Ekim 2015, s.7.

[127] Çiğdem Toker, “Özel Güvenliği Ödüllendiren Kimdi?”, Cumhuriyet, 4 Nisan 2015, s.8.

[128] Nurcan Gökdemir, “Savaş Harcamaları Uçtu”, Birgün, 16 Aralık 2016, s.9.

[129] “Sıfır Güvenlik”, Birgün, 22 Temmuz 2015, s.10.

[130] Arif Kızılyalın, “Müsteşarın Makam Aracı Saltanatı”, Cumhuriyet, 31 Mart 2015, s.12.

[131] “CHP’li Başkanın 700 Bin TL’lik Makam Aracı Muğla’yı Karıştırdı”, Cumhuriyet, 31 Mart 2015, s.12.

[132] “Osmangazi Köprüsü 50 Günde 225 Milyon Lira Zarar Etti”, haber.sol.org.tr, 3 Mart 2017… http://haber.sol.org.tr/toplum/osmangazi-koprusu-50-gunde-225-milyon-lira-zarar-etti-187610

[133] “Ankara Büyükşehir Belediyesi’nden Dinozora Sekiz Buçuk Milyon”, Cumhuriyet, 7 Mayıs 2015, s.5.

[134] Mustafa Çakır, “Davutoğlu 7.5 Kat Fazla ‘Örtüldü’…”, Cumhuriyet, 17 Mart 2015, s.6.

[135] Çiğdem Toker, “Örtülü Ödenek ve Hazine Yardımı”, Cumhuriyet, 19 Eylül 2015, s.8.

[136] “Erdoğan 10 Ayda Örtülü Ödenekten 1.4 Milyar Lira Harcadı”, Evrensel, 24 Kasım 2015, s.8.

[137] Mustafa Çakır, “Örtülü Ödenekten 9 Ayda 1.3 Milyar Lira Harcandı”, Cumhuriyet, 17 Ekim 2015, s.9.

[138] Çiğdem Toker, “İktidar ‘Örtülü’ Harcamayı Sevdi”, Cumhuriyet, 16 Ocak 2016, s.8.

[139] Çiğdem Toker, “Seçimde İki Kat Örttüler”, Cumhuriyet, 16 Haziran 2015, s.19.

[140] Çiğdem Toker, “Örtülü Ödenek Kaç Maaş Eder?”, Cumhuriyet, 17 Şubat 2016, s.8.

[141] Mustafa Çakır, “Örtülü Ödenek Yıla Hızlı Başladı: 163.8 Milyon Lira”, Cumhuriyet, 16 Şubat 2017, s.8.

[142] Çiğdem Toker, “Cumhurbaşkanı Haklıdır”, Cumhuriyet, 30 Kasım 2016, s.8.

[143] Sinan Tartanoğlu, “Saray Para Yutuyor”, Cumhuriyet, 12 Ekim 2016, s.11.

[144] Necati Doğru, “İşçinin Hak Arayışına Darbeci General Dönemi Yasağı Getirildi!”, Sözcü, 23 Ocak 2017, s.3.

[145] Bülent Falakaoğlu, “Zenginler Para, Fakirler Çocuk Yapsın Diye!”, Evrensel, 24 Ekim 2016, s.5.

[146] “AK Saray, 2250 Oda ile Dünya Şampiyonu”, Cumhuriyet, 13 Nisan 2015, s.4.

[147] “İmama 40 Bin Liralık Kürsü”, Cumhuriyet, 4 Temmuz 2015, s.6.

[148] “Başbakanlık Kaçak Yapıyı İtiraf Etti”, Cumhuriyet, 4 Ağustos 2015, s.6.

[149] Alican Uludağ, “Danıştay Noktayı Koydu… ‘Saray Hâlâ Kaçak’…”, Cumhuriyet, 27 Mayıs 2015, s.6.

[150] “Danıştay Bir Kez Daha Tescilledi: Saray Hâlâ Kaçak!”, Birgün, 27 Mayıs 2015, s.3.

[151] Emre Kongar, “Bir Simge Olarak ‘Saray!’…”, Cumhuriyet, 9 Temmuz 2015, s.4.

[152] “20 Yıllık Mimarım Böyle Lüks Görmedim”, Zaman, 16 Nisan 2015, s.1-13.

[153] Ozan Çepni, “Bu da Saraycık… Sadece Mutfak 6.5 Milyon”, Cumhuriyet, 22 Aralık 2015, s.5.

[154] Fırat Kozok, “Bir Bakanlık Sadece Saray İçin Çalışmış”, Cumhuriyet, 28 Eylül 2014, s.5.

[155] “Sade Mutfak 6.5 Milyon TL”, Cumhuriyet, 31 Mart 2015, s.4.

[156] “Saray’dan 6.5 Milyonluk Masa Açıklaması”, Cumhuriyet, 24 Haziran 2015, s.14.

[157] “Saray 20 Milyarı Geçti”, Cumhuriyet, 3 Haziran 2015, s.5.

[158] “Saray’a 60 TIR İthal Çiçek”, Cumhuriyet, 1 Mayıs 2015, s.7.

[159] “Sümeyye Erdoğan İçin Saray’a At Pisti İddiası”, Cumhuriyet, 19 Mart 2015, s.6.

[160] Yavuz Alatan, “AK Saray’a 200 Milyonluk Lambri”, Sözcü, 14 Mayıs 2015, s.15.

[161] “Kaçak Saray’a Milyonluk Koltuk”, Evrensel, 19 Mart 2015, s.5.

[162] “Fehmi Koru: Bence Erdoğan Saray’ı Kendiliğinden Boşaltmalı”, Radikal, 22 Haziran 2015… http://www.radikal.com.tr/politika/fehmi_koru_bence_erdogan_sarayi_kendiliginden_bosaltmali-1383381

[163] “Ali Babacan’ın Danışmanı: AK Saray Müslümanlığa Sığmaz!”, Radikal, 22 Haziran 2015… http://www.radikal.com.tr/politika/ali_babacanin_danismani_ak_saray_muslumanliga_sigmaz-1383359

[164] Gözde Tüzer, “O Parayla 602 Okul Yapılabilirdi”, Evrensel, 6 Kasım 2014, s.5.

[165] Mustafa Halif, “Elma Kabuğunu Atmıyor, En Pahalı Çayı İçiyor…”, Cumhuriyet, 30 Mart 2015, s.4.

Komedinin zavallıcası: Hollanda tiyatrosu

Bu nedenle olsa gerek, oyunlar, belli gruplara ayrılırlar. Mesela bazı oyunlar, komedidir. Bazı oyunlar ise trajedi adını alır. Elbette amacımız burada, tiyatro konusunda bilgi vermek de değildir. Ama bazı oyunlar, traji-komiktirler.
Ama ne olursa olsun, bir tiyatro eserini sahnelemek, her seferinde, ustalık ister, içinde enerji, içinde sevgi, içinde emek içermelidir. Yoksa, çok iyi bir oyunu çok kötü sahnelemek de mümkündür. Ya da komedi diye öylesine berbat bir oyun ortaya çıkarmak mümkündür ki, insanın aklı şaşar. Sahne, canlı performans demek olduğu için, riskleri de çok yüksektir.
Ama henüz tiyatro, “zavallı-komedi” diye bir şey bulmadı. Evet bazı komedi oyunları sahneye konmuş olabilir ve çok da kötüdürler. Ama “zavallı-komedi” yaratma işi, siyasi alana aittir.
Türk siyaseti, bugünlerde “komedinin zavallıcası”nı sahneye koymaktadır. Gülmek mümkün değil, ama kesinlikle bir komik durum olduğu da kesindir. İçinden acemilik akan, her yanından acemilik dökülen bir “danışıklı” oyun tarzı, komedi ile istemeden birleşince, ortaya bu durum çıkıveriyor.
Referandum çalışmaları temelinde, Hollanda’da ortaya konulan oyun, gerçekte, bir insan kendini ancak bu kadar küçük düşürebilir denilecek cinstendir. Küçük düşmek için, bunca para ödenmesi ise, tamamen komedidir. Tiyatrocular bizi affetsin, “ucuz komedi” terimi buna uymaz. Muhtemelen çok pahalıdır. Ama giden de kendi paraları değil, halkın parasıdır.
Enerji Bakanı’nın, ABD’de bir kişiye, 530 bin dolar verip, bir makale yazdırması, daha tazedir. Muhtemelen bu 530 bin dolar, “örtülü ödenek”ten, “Damat Berat” eli ile aktarılmış ve muhtemelen adı, “lobicilik” olarak konmuştur. Amerika’da, Türk lobisi, örtülü ödenekten Damat Berat eli ile verilen paralarla mı organize ediliyor?
Aynı Damat Berat, Hollanda tiyatrosunun bir yerinde, kendini göstermeye meraklı “yazar”lar gibi, sahnede görünmüştür.
Hollanda tiyatrosu, “Hollanda ile diplomatik kriz” olarak ele alınıp tartışılmaktadır. İşin bu yönü, daha da vahimdir.
Tiyatroya dayalı bir durum, bir “gerçek” olarak ele alınıp, gerçek bir olay olarak analiz edilmektedir. Bu durum, modern kapitalizm olmadan gerçekleşmezdi. Modern kapitalizm, tekelcidir. Modern kapitalizmde devlet, tekelci polis devletidir. Modern kapitalizm, medyanın karanlığı ile ayakta durmaktadır. Modern kapitalizm, insanı tüketmektedir. Modern kapitalizm, çürümüş bir sistemdir.
İşte Hollanda tiyatrosu, onun ardından konuşulan “gerçek”lik, bu çürümenin açık ifadesidir.
Erdoğan, Hollanda “diplomatik krizini”, Hollanda seçimlerine bağlamıştır. Üç gün sonra yapılacak seçimlerde, sağın yükselişine karşı hükümet, sağ bir konum alarak dur demek istemiş anlamına gelmektedir.
Demek ki, biz bilmesek de Erdoğan, sağın yükselişine karşı imiş.
Erdoğan, “hele bu seçimler geçsin, yanıt vereceğiz” demiş. Demek Erdoğan, Hollanda hükümetine yardım etmek istiyormuş.
Erdoğan, “Hitler” benzetmesini yaptı. Demek Erdoğan, sanıldığının tersine Hitler’i takip etmiyor, tersine eleştiriyormuş. Faşist sözünü de kullandı. Demek ki, onun danışmalarından, muhtemelen Mehmet Uçum, Erdoğan ile bir anti-faşist cephe kurma hazırlığındadır. Öyle olmalıdır.
Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, Hollanda Başbakanı’na “Sen ne lalesin” demiş. Lale, cinsel bir aşağılama, bir küfür olarak kullanılmaktadır. Doğrusu, Saray çevresinde iyi bilinen bir argo olduğuna kanaat getirdik. Çünkü, bizim “sen ne lalesin” sözünün anlamını araştırmamız gerekti.
Yıldırım, Hollanda’yı seçim çalışmaları nedeni ile bu tarzda tuhaf davranışlar sergilemekle suçladı.
Bir AK Parti milletvekili, Hüseyin Kocabıyık, “krizin ardından evet oylarının %2 arttığını” söyledi. Yıldırım’ın açıklamalarının tam tesini söylemiş oldu. Demek, “evet oylarını artırmak için” Hollanda’nın yardımları devreye girdi. Hollanda, bunun karşılığında ne elde etti? Yoksa, Amerikalılara verilen paralar gibi, örtülü ödenekten, Damat Berat eli ile, bir lobicilik harcaması mı yapılmıştır?
CHP ve MHP, Hollanda ile ilişkiler kesilsin çağrısında bulundu.
Ekonomi Bakanı, bir ekonomik önlem almayacaklarını beyan etti.
Binali Yıldırım, acaba, bir ekonomik önlem alıp, gemicilikle ilgili sert uygulamalara gider mi? Mesela Hollanda’da kurulmuş olan Zealand Shipping’e TC devleti el koyar mı? Belki el koysa, biz de bu şirketin sahibinin Binalı Yıldırım mı, yoksa oğlu mu olduğunu öğrenmiş olurduk.
Bu arada, AK Parti basını, Doğan medyası, “toplantı özgürlüğü”, “basın özgürlüğü”, “ifade özgürlüğü” gibi kavramları anmaya başladı. Elbette, ülkemizde OHAL koşulları altında, bu özgürlüklerden söz edilince, traji-komik oluyor ve komedinin zavallıcası türü “saf”lığını kaybediyor.
Mesela bugüne kadar, kaç hayır mitingine, kaç hayır toplantısına, mesela kaç hayır afişine, kaç hayır bildirisine yasak koydular? Kaç kişiyi gözaltına aldılar? Acaba, üniversite öğretim üyelerinin yaşadıkları nelerdir? Acaba, işçilerin bir haksızlığa karşı açıklama yapma girişimleri, bir özgürlük değil midir? Acaba, kaç grev “ulusal güvenlik” yalanı ile ertelenmiştir? Acaba, kaç gazeteci, haber yapma özgürlüğünü sürdürebilmektedir?
Erdoğan, “benim vatandaşlarıma, atları ile itleri ile saldırdılar” dedi. Demek, TOMA’ların işçilerin, öğrencilerin halkın üzerine sürüldüğü ülke Türkiye değil. Demek şehirleri yıkılan, bombalanan ülke burası değil. Demek, Gezi Direnişi’nde halka saldıran, gençleri öldüren polislere “ikinci Çanakkale destanı” yazıyorsunuz diyen Erdoğan değil.
Uzatmak mümkün elbette.
Ama Hollanda tiyatrosu, gerçek anlamı ile çürümenin, çaresizliğin, zavallılığın da göstergesidir. Egemenlerin politik derinliği bu kadardır.
Halka karşı saldırganlıkları, işçilere karşı saldırganlıkları, kadına, öğrenciye karşı saldırganlıkları, gerçekte, korkularının ne kadar büyük olduğunun göstergesidir.
Hollanda tiyatrosuna bakınca, içerideki saldırganlıklarının, devlet terörünün yanında, ne kadar akıllı olduklarını da görebiliyoruz. Büyük ustalık bu olsa gerek: Bas parayı, bul karayı.

İşçi sınıfı devrimci ise her şeydir, değil ise hiçbir şeydir

Öyle ise, aslında herkesin bildiği bir gerçekten söz ediyoruz demektir. Örgütsüz işçi sınıfı, hiçbir şeydir. Hiçbir biçimde dikkate alınmaz. Toplumun büyük çoğunluğunu oluştursa da, esamesi okunmaz. İsmi, ancak ölüm haberlerinde, iş cinayetlerinde geçer. Ne zaman oy gerekecekse, o zaman, o da yalanlarla hatırlanır. Ne zaman savaşçı gerekirse, işte o zaman egemenler işçi çocuklarına gözlerini dikerler, zira “vatan” için ölecek, “şehitlik mertebesine” ulaşacak adaylar gerekir. Vatan için ölmek gerekti mi, zengin çocukları, egemenlerin çocukları, muktedirlerin evlatları akla gelmez. Onlar, durmadan, “şehit olmak yüksek mertebedir, allah herkese bunu nasip etsin” derler, ama bunun için bir aceleleri olduğu görülmemiştir. Cephelere mehmetçik sürülür, zengin çocukları değil. Ülkemizi ziyarete gelen Soros gibi zenginler “deha” olarak tanıtılırken, açık konuşurlar; “sizin en değerli ihraç malınız askeriniz” derler ve yanlarında üniformalı generaller, bu sözlere şaşırmış gibi bile yapmazlar.
Oysa işçi sınıfı örgütlü olunca, devrimci olunca, herşey değişir. Egemenlerin korkulu rüyasıdır bu. Örgütlü işçi sınıfı, onlar için, çan saatinin çalındığı, selânın okunma zamanının geldiği anlamına gelir.
Bu dünyada sürdükleri cennet hayatı kaybetme korkusudur işçi sınıfın devrimcileşmesi. Buna var güçleri ile karşı çıkarlar.
Onların cenneti, işçilerin yaşadığı cehennem üzerine kuruludur.
İşçiler çalışır, sömürülür ve onlar cennet bir yaşam sürerler. Bunun da yaradanın bir lütfu olduğunu söylerler. Onların yaradanı, asla eşit değildir, hep onları düşünür.
Türkiye işçi sınıfı örgütsüzdür, devrimci değildir ve bugünlerde hiçbir şeydir. Ne demek hiçbir şey olmak, bir kaç madde ile özetleyelim. Hepimizin yaşadığı yaşamın, bu cehenneme benzeyen hayatın kendisidir bu.

– Bu ülkede işçi aileleri, emekçi ailelerinin nüfus içindeki payı %65’tir. Bu, aile bazında böyledir. Eğer tek tek kişiler olarak sayarsak, işçi-emekçi aileleri daha kalabalık olduğundan, bu oran %75’e çıkmaktadır.
Ama buna rağmen, bu ülkede, işçiden yana, emekçiden yana hiçbir karar alınmaz. İşçiler ve emekçiler, tüm karar süreçlerinin dışındadırlar. Kendi gelecekleri ile ilgili hiçbir karar veremezler.
İşçi ve emekçilere örgütlenmek, işçi ve emekçilere siyaset, yasak gibidir. En basit bir sendikal örgütlenme çalışmasında işten atılırlar ya da bu tehditle karşılaşırlar. En sıradan bir hak arama eyleminde coplu polislerle, TOMA’larla, tazyikli sularla karşılanırlar.

– İşçi ve emekçi çocukları, gerici, bilimdışı ve kalitesiz bir eğitime mahkûmdurlar.
Bu ülkede, en çok vergiyi ödeyen işçilerdir. Onların maaşlarından vergiler peşin kesilmektedir. İşverenler gibi vergi kaçırma olanakları, devleti soyma olanakları yoktur. Yetmez, KDV gibi dolaylı vergiler de sürekli yükselmektedir. Bugün, ülkemizde dolaylı vergilerin GSMH’ye oranı, yaklaşık %13’tür. Sermayenin altın yılları olan AK Partili dönem öncesinde bu oran %8 idi. Bu vergilerden de en büyük yükü çeken işçi ve emekçilerdir.
Peki, bu vergiler ne oluyor?
Eğitimi ele alalım. Bugün, ülkede eğitim baştan aşağıya bilimden uzak, kalitesi düşük bir hâle getirilmiştir. Bu nedenle, aileler, eğer paraları varsa çocuklarını özel okullara göndermektedir. 2016 yılı sonu itibarı ile özel ilk ve ortaokullara gidenlerin sayısı 900 bindir. Diğerleri, yıllık 30-40 bin TL veremediklerinden, çocuklarını devlet okullarına göndermektedir. Ve devlet okullarının hepsi imam hatip okullarına çevrilmiştir, çevrilmektedir.
Ne kadar para, o kadar eğitim.
Ne kadar para, o kadar sağlık.
İşte işçi ve emekçilerin çocuklarının geleceği böylece ellerinden alınmaktadır. İşçi aileleri, kendi çocuklarının “başarısız” olduğuna inandırılmaktadırlar.
Aslında bu büyük çaplı bir aşağılanmadır da. Erdoğan’ın sık sık kullandığı “ayak takımı”, “çapulcular” sözleri, bu aşağılanmanın dile getirilişidir.

– İşçinin çalışma koşulları insanlık dışıdır. Ülkemiz gerçeği budur.
Her yıl, iş cinayetlerinde 2000’e yakın işçi ölmektedir. Aileler, çalışan bireylerini sabah işe gönderirken, “fıtrat”ında ne var diye akşama canlı dönüp dönmeyeceklerini beklemektedirler. Madencinin “fıtrat”ında ne olduğunu Erdoğan, Soma’da söyledi. Camilerden cuma hutbesi olarak, “işyerlerinde çok önlem almak, allahın işine karışmaktır” yollu hutbeler okundu. Nedense, Erdoğan, binlerce koruma ile cami ziyaretine giderken, “fıtrat” dinlemiyor ve “allahın işine karışmak”tan geri durmuyor.
Din, büyük ölçüde, iş cinayetlerini örtmek için kullanılmaktadır.
İşçilerin, ülkemizde çalışma saatleri, ortalama haftalık 49 saati geçmektedir. 50 saat ve üzerinde çalışanların sayısı 7 milyona yakındır.
4 milyon işçi sigortasız çalışmaktadır. Bu sayı, Suriyeli işçileri içermemektedir. Ve gerçek sayısının 6 milyon olduğu sanılmaktadır. Sigortasız çalışmak demek, hiçbir sosyal güvenceye sahip olmamak demektir.

– İşçi ücretleri düşüktür, işçilerin sosyal hakları tırpanlanmıştır, yok edilmiştir.
İşçi ücretleri son derece düşüktür. İşsizlik bu sürecin bir parçasıdır. İşçiler, sayısı 10 milyona varan işsizler ordusu nedeni ile, yok pahasına çalışmaya zorlanmaktadırlar. Örgütsüz oldukları için, sendikaları olmadığı için ya da var olan sendikaları, devletin ve mafyanın denetiminde olduğu için, işsizlik tehdidini çok daha fazla hissetmektedirler. Ülkenin milli geliri büyüdü diye söyleyenler, işçilerin gerçek ücretlerinin düşüşünü açıklamazlar. İşçiler, giderek daha ağır çalışma koşullarına ve daha düşük ücretlere mahkûm edilmektedirler.
Bu durum nedeni ile, işçilerin borçlanmaları artmıştır. AK Partili dönemde bu borçlanmanın 8-9 kat arttığı hesaplanmaktadır. Bir işçi ailesinin ayı çıkartabilmesi, büyük bir cambazlık gibidir.

– Ülkemizde 12 Eylül öncesi sendikalaşma oranı, %30’larda idi. Bugün, bu oran, %5 olarak hesaplanmaktadır. Bu sendikalı işçilerin içine, grev hakkı olmayan kamu emekçileri de dahildir.
Bu, son derece düşük bir örgütlülük demektir. Sendikal örgütlülük bu denli geri iken, var olan sendikaların önemli bir bölümü, büyük bir çoğunluğu, devletin ve mafyanın denetimi altındadır. Bunlara işçi sendikası demek bile mümkün değildir.
Sendikal örgütlenme tamamen bitirilmiş gibidir.
Buna bağlı olarak taşeronlaşma korkunç boyutlarda artmıştır. Taşeronlaşma, işçinin tüm haklarını kaybetmesi de demektir. Zaten, işçilerin sosyal hakları tek tek budanmış iken, taşeronlaşma ile, işçi tümden esir hâle getirilmektedir.
Taşeronlaşma, sadece özel sektörde değil, kamuda da yaygındır. Tüm özelleştirme süreçlerinin bir diğer yüzünde, taşeronlaşma da vardır.
Taşeronlaşma, işçinin olası örgütlenme çabalarını yok etme girişimidir.
Bugünlerde “özel istihdam büroları” uygulaması yaygınlaştırılmak istenmektedir. Bu taşeronlaşmanın, daha da kalıcı hâle getirilmesi, işçi kiralama sisteminin yaygınlaştırılması demektir.

– Grev işçilerin elinden bir silah olarak alınmıştır.
Bu süreç 12 Eylül ile başlamıştır. Bugün, AK Parti hükümetleri eli ile en uç boyuta taşınmıştır. Son 15 yılda, gerçekleşen grev sayısı 356’dır. Anlaşılması açısından, sadece 1990 yılında gerçekleşen grev sayısının bundan %30 civarında fazla olduğunu bilmek yeter. 1990 yılında, bir yılda daha fazla grev gerçekleşmiştir.
Bu, sendikalaşmanın geri düşmesinin, işçi sınıfının bilincinin geri düşmesinin en çarpıcı sonuçlarından biridir.
Grev, işçilerin kendi haklarını aramak için giriştikleri bir eylem iken, artık, sendikaların, patronun amaçlarına uygun grevler örgütlediğine de şahit olmaktayız. İşçiler, kendi çıkarlarını korumak için, düzgün bir sendika önderliğinde greve çıktıklarında ise, devlet, bu grevleri “milli güvenlik” gerekçesi ile yasaklamaktadır.

– İşyerinin içinde de, çalışma ortamında da koşullar giderek ağırlaşmaktadır. Kadın işçiler tacize uğramakta, işçiler dövülmekte, aşağılanmaktadır.
Tüm bunlar, işçi sınıfının devrimci olmadığı zaman, işçi sınıfının örgütlü olmadığı zaman yaşadığı durumu, “hiç” olma durumunu göstermektedir.
Ve bunu değiştirmek, her şeye rağmen, baskılara, saldırılara vb. rağmen, bizim elimizdedir. İşçilerin elindedir. İşçi sınıfının kurtuluşu, kendi eseri olacaktır. İşçi sınıfının kurtuluşu, tüm toplumun da kurtuluşu demek olacaktır.
İşçi sınıfı, toplumu kurtarabilecek yegâne güçtür.
Bunun için eksik olan şey, sınıf bilincidir. Tek tek işçiler, kapitalist sistem karşısında güçsüzdür. Patronlar, burjuvalar ve onların devleti, işçilerin tek mücadelesi ile yıkılamaz. İşçi sınıfı, ancak bir sınıf olduğunun bilincine varırsa, toplumun çoğunluğunun kendisi olduğunun bilincine varırsa, hayatı üretenin kendisi olduğunun bilincine varırsa, tüm işçileri kendi sınıf kardeşi olarak görme bilincine ulaşırsa, işte o zaman “ayaklar baş” olacaktır, “çapulcular” özgürlük savaşçısı olacaktır.

İşçi sınıfı, örgütlenirse, her şey demek olacaktır.

Özgürlüğe giden yol: Direniş

Ama buna rağmen, referandum sürecinde, onlar istemese de, tüm sorunlar kendini hissettiriyor ve tartıştırıyor.
Hemen hemen herkes için, şiddet ve baskılar bir sorundur. Toplumun çoğunluğunu oluşturan, işçi ve emekçiler için yaşam artık dayanılmaz noktadadır. Açlık, işsizlik, hayat pahalılığı, hepsi üst üste binmekte ve yaşam artık sürdürülemez hâle gelmektedir.
Devlet, halkın karşısına bir baskı aygıtı, tüm dişlilerini gösteren bir ezme makinası olarak çıkmaktadır.
Yakın döneme bakalım. 7 Haziran’da, AK Parti, tek başına iktidar olma şansını kaybetti. Erdoğan-Saray, hemen harekete geçti. Baykal ve Bahçeli desteği ile ya da CHP ve MHP desteği ile, parlamentoyu feshetti. Milli irade diye bağırıp çağıranlar, bir anda, halkın oylarını yok saydılar. Hilelerine rağmen, seçim sonucunda parlamento çoğunluğunu kaybettiler. Erdoğan, o günlerde herhâlde ecel terleri dökmüştür. “Bu işin fıtratında da bu var, yersin, cukkayı doldurursun ama her işin bir sonu var” diyerek beklemedi. Tersine, Baykal ve Bahçeli’yi “ikna” ederek, parlamentoyu feshetme olanağını elde etti.
7 Haziran’dan bu yana, ülke kan gölüne çevrilmiştir. Kürt şehirleri, Suriye ve Irak şehirlerini aratmaz hâle geldiler. Kürt halkının üzerine tüm silâhları ile saldırdılar. Bunu yaparken, aynı zamanda Batı’da, baskı ve şiddeti artırdılar. TV kanallarını, tüm basını ya kendilerine bağladılar ya da susturdular.
15 Temmuz darbesi ile, kendi darbelerini bir adım daha ileri götürdüler. Bu kez, OHAL uygulamasına başladılar. OHAL uygulaması ile, ülkede zaten ayaklar altına alınmış olan hukuk, tümden askıya alındı. Savaş hâli, olağan hâle getirildi. Yakma, yıkma, katletme politikaları, günlük sıradan politikalar hâline getirildi.
En küçük bir eylemi bastırmak için, tüm güçleri ile, vahşice saldırdılar. Ülkeyi kana boyadılar, devlet terörünü tüm açıklığı ile ortaya koydular.
İşte, devletin baskı aygıtı olarak tüm dişlilerini ortaya koyması, bu sürecin sonucudur.
Gerçekte, bu durum, sokakta her türlü eyleme TOMA ile saldırmak, üniversitelerde barış isteyen öğrencilere saldırmak, barış imzası toplayan akademisyenlerin işlerine son vermek, kadın haklarından söz eden kadınlara “faşist-mafya çeteleri” ile saldırmak, her farklı düşüneni tehdit etmek, AK Parti bünyesinde paralı çeteler oluşturmak, dinci-çeteler oluşturup sahaya sürmek vb. gerçekte bu durum, devletin güçsüzlüğünün işaretidir.
TC devleti, egemenler, artık ülkeyi istedikleri gibi yönetemedikleri için, eski yöntemlerin işe yaramadığını gördükleri için, bu denli açıktan saldırıyorlar, kan döküyorlar, katliamlar yapıyorlar, her hak arama eylemine bir korku ile, isteri ile saldırıyorlar.
Saray-Erdoğan, 7 Haziran gecesinde bu korkuyu tanımıştır.
İster Saray ve Erdoğan etrafındaki yeni elitleri ile egemenler, isterse Ergenekon ve yüz yıllık devlet geleneği ile egemenler, hangisinden söz edersek edelim, korkuyorlar ve kendi korkularını yenebilmek için, halka saldırıyorlar.
Eskisi ile, yenisi ile, TC devletinin egemenleri, aynı mayadan gelmektedirler. İster Ergenekoncuları olsun ister İslamcıları, ister liberalleri olsun ister ulusalcıları, ister Erdoğan olsun ister Perinçek, hepsi ama hepsi, tüm egemen sınıf, anti-komünizm ve halklara düşmanlık ile yıkanmışlardır. Bunların zemzem suyu, komünizm korkusudur. Böyle eğitilmişlerdir. Halklara düşmanlık ve komünizme karşı mücadele, TC devletinin karakterini anlamak açısından çok önemlidir.
Bugünlerde, eski ve yeni egemenlerin ittifakına bakınca, göreceksiniz ki, bu iki şey üzerine ittifak etmektedirler. Anti-komünizm, her zaman ortak paydalarıdır, halklara düşmanlık, bugünlerde Kürt halkına karşı düşmanlık olarak ortaya çıkmaktadır.
İşte devletin, tüm baskı aygıtları ile, açıktan halklara, işçi ve emekçilere karşı “seferberlik” ilan ederek saldırması, bu korkuları nedeni iledir.
Bugünlerde, referandum tartışmaları içinde, gerçekte, ne TV kanallarında, ne de mitinglerdeki söylevlerde, hiçbir şey tartışılmıyor.
Ama halkın içinde, tabanda, en altta, ülkenin tüm gerçek sorunları üzerine, düşük ses tonu ile bir tartışma yürüyor.
İşçiler, hangi partiye oy vermiş olursa olsun, işçiler, kendi geleceklerinin ellerinden alındığını görüyorlar. İşçiler, artan işsizliği, doğrudan biliyorlar. İşçiler, enflasyonun gerçekte %8 olup olmadığını yakından biliyorlar. İşçiler, çocuklarının eğitim alamadığını biliyorlar. İşçiler sağlık sisteminin nasıl işlediğini biliyorlar. İşçiler kendi maaşlarından yapılan kesintilerin ne demek olduğunu doğrudan biliyorlar.
İşçiler, diyelim ki, inançlı birer Müslüman olsunlar, yine de ülkenin, kendi emeklerinin, kendi vergilerinin nasıl yağmalandığını biliyorlar.
İşçiler, vatan aşkı ile dolu olsunlar, kendilerine söylenen “vatan millet” yalanlarının gerçek yüzünü bizzat yaşayarak biliyorlar.
Artık, din ve vatan tüccarlığı işe yaramıyor. Artık, işçiler ve emekçiler için, her şey ortaya çıkmaya başlamıştır.
İşte bu nedenle, karşılarında devletin baskı aygıtını, polisi ve orduyu, TOMA’yı ve copu buluyorlar. İşte bu nedenle, her işçi eylemine büyük bir korku ile saldırıyorlar.
Devlet, artık korkutmak, sindirmek dışında bir yolu kalmamış bir vahşet makinasına dönmüştür. Kürt şehirlerinin yakılıp yıkılması, sokakta en sıradan bir demokratik hakkın kullanılmasına saldırılması, kadınlara dönük şiddet, erkek çocuklarının Ensar Vakfı gibi vakıflarda tecavüze uğraması, grevlerin yasaklanması vb. bunun açık kanıtlarıdır.
TC devleti, halkı, işçi ve emekçileri, kendine düşman olarak görmektedir. Bunun sayısız beyanını ağızlarından sayısız kere kaçırdılar. Çapulcular dediler, ayak takımı dediler vb. İşçi ve emekçileri sürekli bastırmak, sürekli korkutmak istiyorlar.
Bir korku imparatorluğu yaratmak istiyorlar.
Bu korku imparatorluğunu, din ile maskelemek istiyorlar.
Bu korku imparatorluğu ile, kendi yönetimlerini sürekli kılma peşindedirler.
Bunca hınçla, bunca şiddetle saldırıyorlar, çünkü, iktidarlarını zor ayakta tutabiliyorlar. İşçilerin geliştireceği bir direnişten korkuyorlar. Ayakların baş olmasından, halkın doğrudan iktidara el koymasından korkuyorlar.
İşte bu nedenle böyle saldırıyorlar.
Her sokakta, her işyerinde, her evde, en çok da her işçinin, her emekçinin, her yoksulun, her kadının, her öğrencinin kafasında, bu saltanata nasıl son verilir sorusu yankılanıyor.
Referandum tartışmalarında, kürsüden bunlar ne derse desin, içeride, herkesin kafasında, bu düzen nasıl yıkılır, insanca yaşam nasıl kurulur soruları var.
Tüm bu baskı ortamı içinde, tüm bu medya karartması içinde, insan aklına pranga vurma hevesi vardır. Egemenler, düşünmeyi yok etmek, engellemek istiyorlar. Ama yazık, buna güçleri yetmiyor.
Onlar da biliyorlar ki, işçiler, emekçiler, sokaktaki herkes, işyerindeki herkes, başka bir dünya mümkün mü diye soruyor. Onlar da biliyorlar ki, her genç, her işçi, her kadın, her öğrenci bu soruları içten içe tartışıyor.
Bu nedenle, medyası ile, Saray’ı ile, baskı makinaları ile, silâhları ile, yalanları ile, umudu yok etmek istiyorlar.
Bu referandum sürecinde de umudu yok etmeye oynuyorlar.
Gerçekten de, umutlu olmak, gerçekten de, yeni bir dünya kurabilmek, gerçekten de insanın insan tarafından sömürülmesine son vermek, gerçekten de her türlü ayrımcılığı tarihe gömmek, gerçekten de özgür bir toplum kurmak, gerçekten de savaşsız-sömürüsüz bir dünya kurmak mümkün müdür?
İşte bu umut var oldukça, onların baskıları, onların silâhları bir bir eskiyecektir.
Yaşam, düşünüldüğünden çok daha sadedir.
Soru, hepimiz için açıktır.
Ne istiyoruz? Özgürlük, eşitlik, savaşsız sömürüsüz bir dünya, kadın ve erkek herkesin eşit olduğu bir dünya, hiçbir ayrımcılığın ve aşağılamanın olmadığı bir dünya mı? İsteyebiliyorsak, gerçekleştirmek mümkündür.
Mesele ne ölçüde istediğimizdedir.
Gerçekten istiyorsak, bunun bilinen bir tek yolu olduğunu da bilmeliyiz. O yol, direniştir. Direniş, uzun bir yoldur, sabırla, emekle, an be an örülerek geliştirilir. Direniş, bu yola çıkarken üzerimizde taşıdığımız, mevcut düzenden kalma pislikleri de atmanın yoludur. Direniş, güzelleşmek, yeniden insan onuru denilen şeyi kazanmak, paylaşmayı öğrenmek, kendi gücünü tanımak demektir. Direniş, en zor koşulda, sadece kendini değil, tüm ezilenleri düşünmeyi öğrenmektir. Direniş, öğrenmektir. Direniş, özgürleşmektir.
Direniş, umudu kapalı bir kafeste korumak değil, umudu doğanın içinde özgürce büyütmek demektir.
Referandum sürecinde, bir kere daha baskıyı, bir kere daha hileyi, bir kere daha despotluğu, bir kere daha egemen sınıfların adaletini görüyoruz.
Onlar, tüm güçleri ile saldırıyorlar. Çetelerini, polislerini, ordusunu, yargısını halkın üzerine sürüyorlar. TOMA’sı, panzeri, yasakları hep karşımıza çıkıyor. Bu yolla, korkutmaya, umutsuz kılmaya çalışıyorlar.
İşçiler, emekçiler, öğrenciler, kadınlar, kısacası direnişçiler, her çatışmadan sonra, biraz daha öğreniyorlar. Ama direnişe aktif katılmayanlar, her eylemden sonra, biraz daha korkuyorlar, biraz daha umutlarını kaybediyorlar.
Referandum süreci, seyirci olmaktan çıkmak için, büyük küçük demeden direnişe katılmak için bir araç olmalıdır.
Elbette, referandum sonucu ile iş bitmeyecektir. Tersine, direniş daha da büyük önem kazanacaktır. Sonuç ne olursa olsun, egemenler, iktidarlarını teslim etmeyeceklerdir. Bu nedenle, işçi ve emekçilerin direniş dışında bir yolu yoktur. Ve elbette, direniş, geliştikçe, büyüdükçe zaferi getirecektir.
Hiçbir baskı, hiçbir katliam, hiçbir silâh, umudu yok edemez, direnişi yok edemez.

Paylaşım savaşımı ve Kürt Devrimi üzerine

Ama bu arada, aynı anda, 10 yılı aşkın bir süredir, Ortadoğu da içinde, dünyanın yeniden paylaşımı savaşımı yürüyor. Ve bu paylaşım savaşımı, Suriye savaşı ile birlikte bir yeni evreye doğru evriliyor. Dünyanın paylaşımı savaşımında Suriye savaşı bir yeni evredir. Bu yeni evre, Ortadoğu’nun paylaşılması söz konusu olduğunda daha da belirgin hâle gelmiştir.
Ve bu paylaşım savaşımı öncesinde başlayan Kürt Devrimi, bu paylaşım savaşımı sürecinden de etkilenerek, kendi yoluna devam ediyor.
Bu üçlü süreci bir anda biraraya getiren kritik gelişme, Barzani’nin, Erdoğan’ın daveti ile, Türkiye ziyareti oldu. Barzani’nin ziyareti, bir yandan, “çobanlık” referandumu ile ilgilidir, bir yandan Kürt Devrimi’nin bugünü ile ilgilidir, bir yandan da Ortadoğu’nun paylaşılması savaşımı ile ilgilidir. Bunları biraraya getirmeden, bu ziyaretlerin derinliğini anlamak zor olur.
Kürt Devrimi’nden başlamalıyız.
Kürt Devrimi, 1980’lerden bu yana, PKK önderliğinde, bir yandan sömürgecilere karşı bir mücadele yürütürken, diğer yandan da, Kürt toplumunu dönüştürüyor. Zaten doğal olanı da budur. Her devrim, egemenleri alaşağı etme mücadelesi olduğu kadar, yeni insan yaratma mücadelesidir de. Kürt Devrimi’ni anlamak için, onunla birlikte gelişen kültür ve sanata, Kürt kadınlarındaki değişime vb. bakmak yeterli olur. Kürdistan’ın Türkiye parçasında, Kürt Devrimi, feodalitenin kalıntılarını parçalayarak gelişiyor.
Elbette, aynı zamanda, 4 parçadaki Kürt uyanışının gelişimine de tanıklık etmekteyiz. Bu da doğal olandır.
Bizim düşüncemize göre, 1992 yılında, Kürt sorunu “dar anlamda” çözülmüştür. Biz bunu o yıllarda da yazdık ve hâlen aynı görüşteyiz. “Dar anlamda” çözülmüştür ne demek? Ulusal kimlik, ulusal uyanış anlamında çözülmüştür. O tarihte de söylediğimiz gibi, artık Kürt halkının, Kürt dilinin vb. asimilasyonu mümkün değildir. Bir uyanış gerçekleşmiştir, bir bilinç ortaya çıkmıştır. Ama bu “çözüm”, 4 parçalı bir sömürge olması, dünyanın içinden geçtiği konjonktür, dünyanın yeniden paylaşımı savaşımı vb. nedenlerle, bir “ulus-devlet” şekline bürünmemiştir.
Bu tespit, sorunun, ulusal bilinçlenme anlamında çözüldüğü tespiti yapıldı mı, hemen karşımıza iki yol çıkmaktadır. Birincisi, mücadeleye katılmak zorunda kalan, Kürt orta sınıfları ve Kürt aşiretlerinin nihaî hedefi olan, nasıl olursa olsun bir Kürt ulusal devleti kurulmasına razı olmak ya da mücadeleyi daha ileri taşıyarak, sosyalist bir yönetimin, belki bölge devriminin de bileşeni olacak bir sosyalizmin gelişimine yönelmek.
O tarihlerden bugüne, bu iki yönelimi de görüyoruz. Barzani yönetimi, uluslararası sermayeye bağlı, bölgede süren paylaşım savaşının bir aracı olmayı da kabul ederek, Kürtlerin kendi egemenliği altında, yeni tarzda bir sömürge olmasını istiyor. Onların ufku budur. Hem aşiret ufku ile, hem burjuva perspektifle, hem de uluslararası sermayenin istekleri ile uyumludur.
İkinci çizgi, devrim çizgisidir. Ne olursa olsun bir “ulus-devlet”e razı olmak değil, özgür ve sosyalist bir Kürdistan hayal eden çizgidir.
IŞİD’in saldırılarını hatırlayalım. IŞİD, Şengal’e saldırırken, Barzani-Türkiye-ABD yönetimleri, oradaki Kürtlere, Ezidilere, tüm halklara, özetle “bize biat edin sizi kurtaralım” demeye getiriyorlardı. Barzani yönetimi, katliamların ilk günlerinde elini bile kıpırdatmadı. Ne zaman ki PKK hareket etmeye başladı, müdahaleye başladı, ondan sonra, geri kalmamak için Barzani güçleri de isteksizce devreye girdi.
Bugün, Barzani yönetimi, kendi bölgesinde, Kürdistan’ın Irak parçasında, yasadışı bir tarzda yönetimini sürdürmektedir. Görev süresi bittiği hâlde, orada durmaktadır ve demokratik seçimlerin yapılmasını engellemektedir. Bu konuda, TC den, Almanya’dan, İsrail’den, ABD’den, Fransa’dan, İngiltere’den yardımlar almaktadır. Durum, Barzani için hiç de iç açıcı değildir. Erdoğan, Barzani’yi çok iyi anlamaktadır. Çünkü 7 Haziran’dan sonra kendisi ne yaptı ise, Barzani de onu yapmaktadır. PKK ve diğer Kürt grupların, Kürtler arasında çatışmayı önleme politikası, Barzani’yi artık çok rahatsız etmektedir. Barzani, TC devleti ile birlikte, Erdoğan’ın “çobanlık” macerasına uygun olacak tarzda, Şengal bölgesine, Kandil bölgesine saldırı hazırlığındadır.
Kürt hareketi içinde bu iki çizgi nettir. Elbette bu iki çizginin arasında birçok oluşum vardır. Ama eninde sonunda bu iki çizgi kalıcıdır. Bunlardan biri, Kürdistan’ı yeni tarzda, yeniden bir sömürge olarak örgütleme hevesindedir. Bunun yolu, emperyalizm ile, bölgedeki güçler ile işbirliği yapmalarıdır. Bu yol, Barzani yoludur. Paylaşım savaşımına son derece bağlı ve Kürt halkını yeniden köle yapma yoludur. İkinci yol, zor ve uzun bir yol olsa da, özgürleşme ve sosyalizm yoludur. Kürt işçilerinin, emekçilerinin, köylülerinin kurtuluş yoludur.
Son yıllarda ise, FETÖ ve AK Parti işbirliği ile, devlete bağlı, İslamcı bir kontra örgütlenme, özellikle Türkiye Kürdistanı’nda yeniden kotarılmak istenmektedir. Bunun öncesi olduğu için, “yeniden” diyoruz. SADAT AŞ’nin ana faaliyet alanı, bu doğrultuda Kürt şehirleri olmuştur. Saray, Kürt halkında derinliği olan tarikatları kullanarak, tüm ticareti eline almaya çalışmakta, buna uygun da bir yarı mafya, yarı kontra çeteler organize etmektedir. Ama eninde sonunda bu gerici yapılanma, Kürt toplumu içinde Barzani yolunun bir versiyonu olur.
ABD-İngiltere-İsrail-Türkiye-Katar-Suudi Arabistan, elbette başka güçleri de yanına alarak, tüm Suriye ve Irak sahasını IŞİD’in at oynatma sahası hâline getirdiler. Ama beklemedikleri iki şey oldu; ilki, Suriye rejiminin Rusya’nın desteği ile direnmesi. Rusya ve Çin’in, Libya’da olduğu gibi seyirci olmayı sürdürmemesi. İkincisi ise, Rojava bölgesinde, Kobanê’de Kürtlerin geliştirdiği direniş. Suriye Kürtlerinin geliştirdiği mücadele, IŞİD’i kendi bölgelerinden temizlenmelerinin ardından, ABD gibi güçlerin de dikkatini çekti. Ama aynı ABD’nin, başlangıçta Barzani denetiminde bir bölge arzu ettiğini unutmamak gerekir.
Elbette, Kürt Devrimi, kendi çizgisini, dünya devriminin bir parçası, bölgede özgürleşme ve ortakçı toplum, sosyalizm mücadelesinin bir kaldıracı olma çizgisini sürdürdüğü sürece, emperyalist güçlerin ve onların bölgedeki tetikçilerinin planlarını bozabilir. Ve elbette bu çizgi sürdüğü sürece, çok çeşitli saldırılara da maruz kalmaktadır, kalacaktır.
Halep’in IŞİD ve benzeri çetelerden kurtarılması, Suriye savaşının bir yeni aşamasıdır. Halep sonrasında, El Nusra, Türkiye’nin kendilerini sattığını iddia etmiş, öyle anlaşılıyor ki, Erdoğan ve çeteleri tarafından zar zor ikna edilmişlerdir.
Erdoğan yönetiminde TC devleti, bir yandan içeride “çobanlık” sistemine destek olacak tarzda bir Suriye işgali politikasını sürdürüyor, yazboz tahtasına dönen, iflas etmiş olan dış politikalarını “zafer” olarak göstermeye çalışıyor, diğer yandan ise, ABD’ye, kendilerine ihtiyacı olduğunu, iş görebileceklerini vb. göstermeye çalışıyor. Erdoğan yönetiminde TC devletinin IŞİD diye bir sorunu yoktur, Suriye’nin dağılması için mücadele eden TC devleti, şimdi Kürtlerin imhasına gözünü dikmiştir. TC devleti, Kürt varlığını en büyük tehdit olarak gören bir politika etrafında, eski ve yeni Ergenekon kadrolarını biraraya getirmektedir. Eski Ergenekon kadroları, “önce Kürtleri hâlledelim, sonra laikliğe bakarız” derken, Erdoğan, önce “Kürtleri hâlledelim sonra Ergenekon kadrolarını hâlletmek kolay” demektedir. Bahçeli’nin, Erdoğan mı, Perinçek mi, sorusunun arkasında, Ergenekon kadrolarının Erdoğan’ı teslim aldığı düşüncesi vardır. Perinçek, Erdoğan’ı desteklemek, Perinçek’i desteklemektir, derken, bu gerçeği ifade etmektedir.
Demek oluyor ki, Suriye işgali politikası, ülkenin iç politikasının önemli bir parçası hâline gelmiştir. Bu da Pakistanlaşma denilen sürecin kendisidir.
Sincar ve Kandil’e operasyon planları, bu gerçeğin bir başka düzeyde ifadesidir.
Ve elbette Barzani’nin daveti de. Barzani’nin daveti, Kürt adını duyunca deliye dönen TC yöneticilerinin, aslında hangi Kürt’ten nefret ettiklerinin de kanıtıdır. Barzani ailesi, Erdoğan ailesi ile ortak işler yapmaktadır. Ama iş daha derindedir. Barzani ile Erdoğan’ın kader birliktelikleri, her ikisinin de ülkedeki yasaları çiğneyerek iktidarda kalmaları da değildir. Erdoğan ve Barzani kardeşliği, her ikisinin battığı yolsuzluklar nedeni gelişmiş olsa da, esas dayanak bu değildir. Esas mesele, Kerkük petrolleridir.
Bu petroller, Türk egemen sınıflarının iştahını kabartmaktadır. ABD bunlara izin verdiği için. Yoksa, ülke sınırları içindeki petrolleri de hedefleyebilirlerdi. Ama şimdi saha hareketlidir ve TC devleti, Barzani kartını sahaya sürmektedir.
Erdoğan, bu hamle ile, kendi imparatorluğu için de hamleler yapmaktadır.
Erdoğan, hem Barzani ile, PKK’ye karşı operasyon hazırlıkları yapmaktadır. Bu yolla Kürt Devrimi’ne darbe indirme peşindedir. Ama öte yandan, kana buladığı, yerle bir ettiği Kürt şehirlerinde yaşayan Kürtlere, gelin bana destek verin, ben size bir gelecek sunabilirim, demeye çalışıyor.
Bu vesile ile bir halk, değil ki Kürt halkı, herhangi bir halk, başka bir gücün kendisine sunacağı “geleceğe” bel bağlarsa, çok ama çok ağlar. Dünya tarihi bunun örnekleri ile doludur. Ne ABD, ne Türkiye, bugüne kadar hiçbir halka bir dirhem özgürlük sunmamıştır.

Saray’ın halk korkusu

Hepsinin halk korkusu vardır. Her burjuva iktidarın halk korkusu vardır. Bu nedenle, en çok “koyun” cinsinden olan “insan”ı severler. Düşünen, soran, hesap soran insanı sevmezler. İtiraz eden, kendine güveni olan kişiyi sevmezler. Değerleri olan, her şeyi üç kuruşa satmayacak olanı sevmezler. Onuru olanı sevmezler. Kapitalist devletlerin hepsinde bu böyledir. Hep boyun eğeni severler, hep kula kulluk edeni severler. Bunun dışında, insandan korkarlar, halktan korkarlar.
Ama bazılarındaki halk korkusu daha büyüktür. “Ayak takımı”, “hepsini vurun”, “çapulcular” gibi sözler, bu korkunun ürünüdür.
Sadece, ayaklarının arkadan birleştiği yeri halkın tekmesinden koruma korkusu değildir bu.
Bu seferki, Erdoğan’daki daha şiddetlidir.
Erdoğan, ömür boyu yargılanmaktan kurtulmak istiyor.
Erdoğan, ömür boyu Saray’ında oturmak istiyor.
Gelin görün ki, aslolan öbür hayat, yani ahirettir, ama, o, bu dünyadan yargılanmadan göçmek istiyor.
Erdoğan, kendi yakınlarına da zırh vermek istiyor. Onların da yedi neslini güvene almak istiyor.
Peki, kim onların yedi nesli için korku kaynağıdır? Kim, Erdoğan’a sonsuz iktidar şansını vermeyecek?
İşte bu yanıt önemlidir. Erdoğan, ABD projesidir ve her zaman efendilerinin emrinde olarak yaşamaya uygundur. Bugüne kadar öyle yapmıştır. Efendilerine sadakati tamdır. Onun için, efendileri ile, bir yolunu bulur ve barış içinde iktidarını sürdürür.
Ama Erdoğan, “çapulculardan”, “ayak takımından” korkuyor.
Zira, anti-komünizm zehiri ile yetiştirilmiştir. Halkı, bu ülkeyi bir dirhem sevmez. Sevdiği, efendileridir ve ideolojisi anti-komünizmdir. İslam dini, anti-komünizme hizmet ediyorsa uygundur, değilse, onun da canı cehenneme. Erdoğan’ın ideolojisi budur. Gerisi, paradır, kasalarını doldurmak, dünyanın ücra köşelerinde adalarda para saklamak vb.dir.
Ama eğer, işçiler, eğer emekçiler, bir gün olur da, “koyun” olmaktan vazgeçerlerse, halk, bir gün olup da “kulluk” etmekten vazgeçerse, Erdoğan için, cehennemden dahi kötü günler başlayacaktır. Bu durumda, “Kabataş yalanları”, cami yalanları da işe yaramayacaktır. Ayakkabı kutularındaki paraların sırları gün ışığına çıkacaktır.
İşte Erdoğan’ı saran korku budur.
Şimdi, TC devleti, Saray, kolluk kuvvetleri, savcıları, hakimleri, basını, ordusu, din adamları vb. ile, referandumdan “Hayır” çıkmaması için seferber olmuşlardır.
Hayır diyeni tutukluyorlar.
Hayır afişi yapanı gözaltına alıyorlar.
HDP milletvekilleri hapistedir.
Gazetecileri, “hayır” diyecek diye işlerinden atıyorlar.
Hayır propagandası yapanları fişlediklerini ilan ederek, korku yaymaya çalışıyorlar.
Ortada bir referandum var ve HAYIR demek yasak havasındalar.
Oysa Erdoğan, yüksek seçim kuruluna bir emir verir, “içinde hayır kelimesi geçen tüm oy pusulaları yasaktır, geçersizdir” ve iş biter. Böylece, sandıktan iki tür oy çıkar, içinde evet olanlar ve içinde hayır olduğu için geçersiz hatta suç olanlar. Hayırlar iptal edilir ve kalan oylarla, referandum sonucu ilan edilir. Erdoğan “ben yaptım oldu” der. Araştırma şirketleri yanılmış olur ve %100 ile, Kenan Evren Anayasası’nı geçen bir anayasa oylaması hayata geçirilmiş olur. Burhan Kuzu sevinçten havaya sıçrar.
Ama yine de bunlar Erdoğan’ın korkularına çare olur mu? Kuzu havaya sıçrarken, belini incitmez mi? Erdoğan, doktorların çare bulamadığı bu halk korkusu nedeni ile cinci hocalara görünürse, acaba derdine bir çare bulunabilir mi?
Halk korkusunun çaresi yoktur.
Hayır diyeni tutuklayın.
Hayır afişi asanı gözaltına alın.
HDP milletvekillerini tutuklayın.
TV kanallarını hayır diyene kapatın.
Hayırlı akşamlar, hayırlı günler vb. hepsini yasaklayın.
Kısacası bugün zaten yaptıklarınızı yapın. Yine de korkularınız sona ermeyecek. Size garanti veriyoruz ki, korkularınız artarak sürecek.
Bu korku, ülkesini, halkını, vatanını satanların korkusudur. Hiçbir korkuya benzemez.
Ve bu ülkenin işçi ve emekçileri, her adımda, her süreçte, her gün, bir adım daha örgütlenecek, bir adım daha iktidara yaklaşacaktır. İşçi ve emekçiler, ağır ağır da olsa devrimcileşecektir. Ve sizi bu korkulardan biz kurtaracağız, korkularınızı gerçekleştireceğiz.
Referandum gününe iki hafta kaldı. Bugüne kadar, Saray ve devletin kampanyalarında gördük ki, çok ama çok korkuyorlarmış. Bizim düşündüğümüzden de çok korkuyorlarmış. Kampanyaları bunun ispatıdır.
Derler ki, korkunun ecele faydası yoktur.
Bu nedenle, Erdoğan’a önerimiz, bizzat kendisinin de HAYIR oyu kullanmasıdır.

Perspektif

Savaş, kriz, işçi sınıfı ve direniş hattı

Haziranın ortasında, daha önceden sık sık vurgulandığı, herkesin biraz olsun beklediği gibi, İsrail İran’a saldırdı. Saldırı, ABD ve İngiltere başta olmak üzere, tüm Batı’nın,...