Ana Sayfa Blog Sayfa 163

Yasaklarınızı tanımıyoruz, 10 Ekim’de Ankara Garı’nda olacağız!

Hiçbir yasayı tanımayanlar, kendi koydukları hukuku dahi yok sayanlar, bizden koydukları keyfi yasaklara uymamızı bekliyorlar.

IŞİD çetelerine topraklarımızı açan, Suriye savaşını topraklarımıza taşıyan, Ankara Garı önünde katliama göz yuman, ölülerimize, yaralılarımıza gaz bombalarıyla saldıran kendileri değilmiş gibi, güvenlik bahanesi ile eylem yasaklıyorlar.

İstiyorlar ki, eşitlik, özgürlük, kardeşlik isteyenler olarak, insanca ve onurumuzla yaşayacağımız bir ülke/dünya mücadelesi yürütmeyelim.

Ortadoğu’da, emperyalist paylaşım savaşında tetikçilik yaparak halkların kanına girerlerken; bu topraklar, başlattıkları savaşta kan gölüne dönerken; tüm haklarımız bir bir elimizden alınırken; koca bir ülke açık hava hapishanesine dönüştürülürken; işçi cinayetlerinde, kadın cinayetlerinde insanlarımız katledilirken; okullarda çocuklarımız dindar ve kindar nesillere dönüştürülmek istenirken; doğamızın, kentlerimizin yağmasına hız verilmişken bizlerin susmasını, sinmesini, boyun eğmesini istiyor, dayatıyorlar.

Kendi egemenlik kavgalarının yarattığı zeminde çıkarttıkları OHAL’i bu toprakların onurlu insanlarını susturmak için “allahın bir lütfu” olarak kullanıyorlar.

Evlerimize hapsolmamızı, korkuya teslim olmamızı, emekçilerde çaresizliğin, umutsuzluğun derinleşmesini istiyorlar. Baskı, zulüm ve katliamlarla geleceğimizi teslim etmemimizi istiyorlar.

Ankara’da ölümsüzleşen 101 yoldaşımızın düşlerini, mücadelesini takip etmeyelim istiyorlar.

Biz, 10 Ekim 2015’te Ankara Garı’ndan şans eseri sağ çıkanlar; ortak özlemleri için kanı birbirine karışanlar; arkadaşlarını, yoldaşlarını orada bırakan ama asla unutmayanlar; orada olamadığı için suçluluk duyanlar; bu topraklarda ve dünyada sömürü ve zulmün olmadığı, insanca ve onurumuzla yaşayacağımız bir yaşamı hayal eden ve bunun için mücadele edenler;

Bulunduğumuz her ilden, 10 Ekim 2016’da, tam bir yıl sonra yine Ankara Garı’nda olacağız.

Yaşam için ölen ölümsüz ölülerimizin adlarını, anılarını unutturmamak için;

Kölece, insanlık dışı bir yaşama, savaş ve katliam politikalarına boyun eğmeyeceğimizi haykırmak için;

Katillerden hesap sormak, ailelerimizin yanında olmak için;

Kendine insanım diyen herkesi, Ankara Garında buluşmaya çağırıyoruz.

Susmuyoruz, sinmiyoruz, boyun eğmiyoruz!

Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz!

KALDIRAÇ
8 Ekim 2016

“Ara eleman”, “dindar nesil”, ortaçağa uygun eğitim sistemi

İnsanlar, öğrenciler ve veliler, bu “proje okulları” önünde protesto yapıyorlar, coplanıyorlar, gözaltına alınıyorlar. Gösteri yapan direnişçiler, “proje okulu” projesine karşı mücadele ediyorlar. Demek ki, olumlu bir şey değil, tersine olumsuz bir şey oluyor.

Hükümet, 2014 yılının Mart ayında bir yasa çıkardı ve içlerinde gözde devlet okullarının (mesela İstanbul Erkek, Kadıköy Anadolu, Kabataş Erkek, Vefa, Cağaloğlu Anadolu, Ankara Atatürk, Bornova Anadolu Lisesi gibi), bulunduğu bir grup okulu “proje okulu” ilan etti.

Aslında, “proje okulu” sözü, daha çok şu anlama geliyor. Eğer biz bu okulları bitirebilirsek, iki işi bir anda başaracağız, bir, özel paralı okulların yolu daha da açılacak ve iki, imam hatipleştirme süreci daha başarılı hâle gelecek. Proje denmesinin nedeni budur. Kamu eğitimini, “çağdaş” olduğu tartışılır olsa da, çağdaş eğitimi bitirme projesidir bu. Bunu başarabilmek için, bu okullar özel olarak seçilmiştir.

Geçen yıl, öğrenciler, bu projeye karşı mücadeleye başladılar. Liseler, 2015-16 sezonu kapanırken, peş peşe bildiriler yayınladılar. Ve 2016-17 eğitim yılı başlarken, eylemler gelişmeye başladı.

Bazı gazete veya haber başlıkları durumu anlatıyor:

Kabataş Erkek Lisesi öğrencilerinden itiraz: Öğretmenime dokunma!

“Proje okulu” ilan edilen Kadıköy Anadolu öğrencileri: Okulumuz kimliksizleştirilmek isteniyor.

Cağaloğlu Anadolu Lisesi öğrencileri “proje kurbanı” öğretmenlere kliple veda etti.

Bir veda mesajı da Pertevniyal öğrencilerinden: Öyle bir gülümseyin ki sıcaklığınız güneşi kıskandırsın!

Kadıköy Anadolulular seriye otosansür ile katıldı: Işığa koşacağız!

71 öğretmeni gönderilen Kadıköy Anadolu’dan tepki gecikmedi: Asıl Talaş şimdi!

Dört “proje okulunun” mezunları ortak hareket edecek.

Kadıköy Anadolu Lisesi sürgün edilen 52 öğretmenine alkışlarla veda etti.

“Proje okulu”na karşı ses verme sırası Cağaloğlu Anadolu’da, okuluma dokunma!

Tepkiden korkan bazı okullar, tebliğleri bekletiyor.

“Proje okulu” Vefa Lisesi’nden öğretmenlere veda.

TOMA gölgesinde bir eylem de İstanbul Erkek Lisesi’nde: Evlatlarımızın geleceği için haklı feryadımız.

“Proje okulları” bakanın gözbebeği imiş: 15 Temmuz olunca sokağa çıkacak bir nesil istiyoruz.

Kadıköy Anadolu, TOMA gölgesinde eylemde.

Eylemci Kadıköy Anadolu öğrencileri sorguda:Üst aklınız kim?

Bunlar haber başlıkları. Ama durum tüm çıplaklığı ile ortadadır. Devlet, özel okul olmadığı hâlde, paralı okul olmadığı hâlde, iyi eğitim veren ve sınavlarda en yüksek puanla tercih edilen bu okulları dağıtmak istiyor. Bilal efendinin bu projesine, “proje okulları” adı veriliyor. Böylece, mesela Doğa Koleji’ni Fethullah kanadından alan Bilal efendi, daha rahat para kazanacak. Böylece, özel okula gidecek parası olmayanların tümü, imam hatipe gidecek.

Tepkiler karşısında Bakan, İstanbul’da proje okulu ilan edilen okullarda toplam 1492 öğretmen olduğunu bunların sadece 275’inin yerinin değiştirildiğini söylüyor. Bu da %18 demek imiş ve “bu %18 için kıyamet koparmaya değer mi?” diye soruyor.

İşte size dehşet bir zekâ. 21. yüzyılda, ülkemizi ileriye taşıyacak, Musul’u alma hayallerimizi besleyecek, uzaya giden yolu açacak, ufkumuzu genişletecek bir zekâ. %18 için kıyamet koparmaya değer mi?

Madem, bu %18 küçük bir sayıdır, öyle ise, bırak, değer mi, değiştirmeyiver.

Ama Bakan halkı gerizekâlı sanıyor. Zekâ, yaratan tarafından bir tek ona bahşedilmiş diye düşünüyor. Acaba, Bilal kendisine %18 pay verse, değer mi, yoksa değmez mi?

275 öğretmen, iyi öğretmen, kendini yetiştiren öğretmen, salla başı al maaşı yapmayan öğretmen, soru sormayı öğreten öğretmen, işine aşık, mesleğine saygılı öğretmen, insan eğitimini ciddiye alan öğretmen, çok ama çok büyük bir sayıdır.

Biz bu öğretmenleri devrimci mücadele için Kaldıraç saflarına davet ediyoruz. Görün bakın ne kadar değerlidirler.

Mevcut eğitim sisteminde, lisede, en temel sorun, üniversiteye hazırlamaktır. Ülkemizde lise eğitimi, iki temel üzerine yükseliyor. İlki üniversiteye hazırlamaktır. Özel okullar devreye girince, buna bir de yabancı dil, ağırlıklı İngilizce öğretmektir. İşte bu okullar, nispeten daha iyi bir eğitim veriyorlar. Bu okullardaki öğretmen, birçok açıdan kendini de eğiten eğitmenlerden oluşuyor. Ve bu nedenle, özel okul pastasının önünde birer engeldirler. Üstelik de ücretsizdirler. Bu okullar aynı zamanda, devlet okullarının, istenirse, iyi bir eğitim verebileceklerinin de kanıtıdır.

Bu okullardaki eğitim de çok eksiktir. Bu okullarda sanat eğitimi neredeyse yoktur, spor eğitimi çok geridir vb. Ama daha da önemlisi, bu okullar da, MEB‘in eğitim müfredatına tabidir, kitaplarını kendileri seçemezler, ders saatlerini MEB’e göre ayarlarlar vb.

Biz açıkça söylüyoruz.

Ortadaki proje, milli eğitimi Bilal oğlana bağlama projesidir. Bilal oğlan, Doğa Koleji’ni, Mektebim Kolejlerini vb. aldı. Bilal bunları, Metal Yapı ve Ethem Sancak üzerinden alıyor elbette. Ama, sonuçta Bilal oğlanın kârlı bir yatırım alanına girdiği açıktır. Bu okullar, kendilerinden daha iyi bir eğitim veren bazı devlet okullarını tehdit olarak görmektedir. Bilal oğlan bir proje hazırlamıştır. Bunun için bir yasa çıkarılmıştır. Ve sonuçta bir aklı evvel de, bu işe “proje okulları” adını vermiştir.

Eğitim sistemini, özel okul ve imam hatip okulları arasında paylaşma işine “proje” diyorlar, anlaşılan budur.

Erdoğan Bayraktar, bir zamanlar çevre ve şehircilik bakanı idi. Bir iftar yemeğinde, henüz bakan iken, henüz 17-25 Aralık dosyası ile bakanlıktan ayrılmamış, henüz meşhur saati ile tartışılmaya başlanmamış iken, henüz Erdoğan’ı tehdit edip, bu imzaları ben kendi kendime mi attım dememiş iken, bir iftar yemeğinde, “Türkiye Müslüman bir ülkedir”, “konumu itibariyle, Türkiye, mucitler çıkaramaz” dedi. Bunun için, ülkemizin, gençlerini ara eleman olarak yetiştirmeye odaklanması gerektiğini söyledi (Radikal gazetesi, 06.08.2013).

Aslında 4 ay 11 gün sonra, 17-25 Aralık yolsuzluk dosyaları patladığı zaman, gayet güzel olarak gördük ki, bizde de mucitler çıkıyormuş. Bayraktar, “saat kapma mucidi” imiş, bazıları “önüne yatma” mucidi olarak ele alınabilir. Ayakkabı kutularına para saklayan bir banka müdürünü dünyanın neresinde görebilirsiniz, bu mucit değil midir?

Aynı dönemlerde Erdoğan, yani reis olan Erdoğan, “dindar bir nesil yetiştirmekten” söz ediyordu. Henüz daha %50’yi evde tutma konusuna gelmemiş idi. Ama muhtemeldir ki, Beşiktaş iskelesinde Kadıköy vapurundan inen kadınların giysilerine bakma alışkanlığını çoktan edinmiş idi.

Dindar nesil yetiştirme projesi, gerçekte, eskilere dayanır. Muhtemelen mucidi ABD’dir ve Gülen hareketinin altın nesli bundan çok da uzak değildir.

Ama 15 Temmuz darbe girişimi ve ardından gelen OHAL’li darbe sonrasında işler biraz daha değişmiştir. Adını bilmemize gerek olmayan Milli Eğitim Bakanı, proje okulları ile ilgili olarak şöyle diyor: “Bu okullar gözbebeğimiz. 15 Temmuz olduğunda, ‘Vatan senden hizmet bekliyor’ dendiğinde sağına soluna bakmadan sokağa bayrakla çıkabilecek, yeni bir nesli yetiştirmek istiyoruz.”

İşte yeni tarif budur. Ara eleman, Bayraktar’a ait. Bayraktar, her ne kadar saat merakı varsa da, her ne kadar imzalar atsa da, biraz mertçe konuşabiliyor. Erdoğan’dan habersiz hiçbir şey yapmadım, demesi buna bir örnektir. Burada da, açıkça “ara eleman” yetiştirme hedefini koyuyor, ki durum tam da budur.

Dindar nesil yetiştirme, Tayyip’in ulvî amacıdır. Bu nedenle, her yerde imam hatipler açsa, tüm okulları imam hatipe çevirse yetmez. Bunu mutlaka yapacaktır. Çok istiyor. Bunda ne var, “allahın bütün sıfatlarını üzerinde taşıyan adam” olarak, imam hatipleri tüm okulların yerine koysa ne olur ki?

Her şey, kutsal kitapta vardır. Bu sözler, şimdilerde eğitim sistemini dine göre ayarlamak isteyenler tarafından savunuluyor. Aslında bir tek ve yalnız kutsal kitabı okumak, kesinlikle yeterlidir. Onun dışında ise matbaaları ateşe vermek gerekir, kitap basmamak gerekir zira bazı kitaplar maazallah bombadan beterdir.

Ama bu, her şey kutsal kitapta anlatılmış sözü, ortaçağ Avrupası’nda, kilisenin akıl almaz katliamlarının da temelini oluşturuyordu.

Karanlık ortaçağ, 21. yüzyılda yeniden yaşanıyor.

Karanlık ortaçağ dönemine uygun bir eğitim sistemi aranmaktadır.

Buna uygun olarak, adı lazım olmayan, yeni Milli Eğitim Bakanımız, nasıl bir nesil tarifini 15 Temmuz’a bağlamıştır (acaba, FETÖ’cü görünmemek için takiye mi yapıyor, böyle alkış alacak sözler mi bulmaya çalışıyor. İnsan şüphelenmiyor da değil): Bayrakla sokağa çıkacak diyor. Ama bayrak konusunda bir net açıklaması yok. Mesela kızıl bayrakla sokağa çıkacak bir nesil demiyor herhâlde. Haşa, haşa…

Bu yeni tarifimiz, üçüncü tarifimizdir ve nasıl bir nesil konusunda fikir veriyor.

Ara eleman lazımdır. Ama kesinlikle soru soran, aklı olan adam lazım değildir. Neden? Çünkü aklı olan, soru soran, düşünen adam, en başta “allahın tüm sıfatlarını üzerinde taşıyan” adamdan şüphe eder. Oysa, tam anlamı ile itaat edecek, belki onların dışında bir de %10 ile reisin her dediğini yapan, Sedat Peker terbiyesinden geçmiş bir kesim de gereklidir. Bu kadar. Öyle akıllı adam da ne demek? Zaten, akıllı adam, mutsuz adamdır. Aklın mı var derdin var demektir. Aklın yok ise, mutluluğu kesinlikle bulabilirsin. Mutluluk, aklı kıt olanları, hiçbir zaman yalnız bırakmaz. Yani, akıl, en başta kişinin kendisine zararlıdır. Hem sonra sen bir Erdoğan mısın ki, haşa, akıllı olasın? Senin aklını zaten takdir edecek olan kim sanıyorsun, elbette reistir.

Milli Eğitim’in adı lazım değil Bakanı, sokağa çıkmaktan boşuna söz etmiyor. Bugünlerde bu modadır. Melih Gökçek de silâhlanma çağrıları yapmaktadır. Pek çok AK Parti yetkilisi bu çağrıları açıkça yapmaktadır.

Ortaçağ, karanlığı ile ünlüdür.

Bugünlerde bu karanlık, her yolla artırılmak isteniyor.

Bu nedenle, öğrencilerin bu eylemlerinin tümü, birer siyasal eylem olarak algılanıyor. Öğrenciler, sadece ve sadece, kendi haklarını savunmaktadırlar, geleceklerini savunmaktadırlar.

İşte tam da bu nedenle kendilerine “üst aklınız kim” diye sorulmaktadır.

Öyle ya, bir öğrenci, bir veli, bir insan, düşünemez, sorgulayamaz, olup biteni anlayamaz. Ona bir üst akıl lazımdır.

Derler ki, kişi kendinden bilir işi. Kendileri, AK Parti, bir Amerikan projesidir. Bir üst akıla dayanır. FETÖ, bir Amerikan projesidir, bir üst akıla dayanır. İşte buradan hareketle, öğrencilerin okullarını, öğretmenlerini savunmalarını anlayamıyorlar. Tıpkı Gezi Direnişi’nden bir dirhem bir şey anlayamadıkları gibi.

İşte bu durumun bizzat kendisi de, bu ortaçağ karanlığının sonunun kendi içinde saklı olduğunu göstermektedir.

Her gecenin sabahı vardır.

Her karanlığın sonu aydınlıktır.

Düşünen, sorgulayan, direnen, örgütlenen liseli gençliği destekliyoruz, Onların özgür bilimsel eğitim mücadelesini selâmlıyoruz.

Geçmişi kim, neden yüceltmek ister?

O halde tarihi kurcalamalarının sebebi ne? Asla halisane bilimsel/entelektüel kaygılar söz konusu olmadığına göre, olamayacağına göre, bu yerli/yersiz, saçma/sapan çıkışlarla ne amaçlanıyor? Neden sürekli bir “ecdat” güzellemesi/ tekerlemesini gündeme getiriliyor? Gerçekten Osmanlılar Türklerin ecdadı (atası) mıdır? Ya da ne kadar?

Aslında AKP ve onun liderinin “tarih sevdası”, tarihle değil, doğrudan gündelik politikayla, siyasi çıkarlarla ilgili… Bugün ne yapmak istedikleriyle ilgili. Sadece AKP değil, Türkiye’nin tüm dinci odakları (tarikatlar, cemaatler vb.) 1923 sonrasını bir “sapma” olarak görüyorlar ve gönüllerinde “Asr-ı Saadet, Hülafayı Raşidin’ yatıyor… Ne olduğunu bilmedikleri Osmanlı düzenini XXI’inci yüzyılda ihya ekmek istiyorlar. Aslında bu, Türkiye’deki “tüm politik İslamcıların” ortak hedefidir. Bunların ortak özelliği, evrensel değerlerin yeminli düşmanı olmalarıdır. Bunlar aydınlıktan korkarlar… Velhasıl “parantezi” kapatmak istiyorlar… Aslında ne dediklerini bilmiyorlar ve bilmeleri de zaten mümkün değildir. Ahmakça tarihte geriye dönüşün mümkün olduğunu sanıyorlar. Oysa, tarihte geriye dönüş mümkün değildir. Öyle bir şeye tevessül etmek abesle iştigal etmektir ve bu dünyada reel bir karşılığı olması mümkün değildir…

Aslında ‘tutarlı’ olabilmeleri için sadece 1923 sonrasını değil, Batılılaşma tercihinin (ki zorunluydu, başkaca bir seçenekleri yoktu) yapıldığı dönemi, en azından III. Selim, II. Mahmut dönemini de paranteze almaları gerekirdi, ki o zaman da Abdülhamit güzellemesi iyice gülünç olurdu…

Sadede gelirsek, Türkiye’de Suudi Arabistan-Azerbaycan kırması bir tek adam rejimi kurmak isteyen bu zevatın “tarih saplantısı” nasıl açıklanacak? Siyasetçilerin tarihe ilgisinin nedeni hiçbir zaman geçmişi anlama kaygısı değildir. Amaç egemenlik sisteminin ömrünü uzatmaktır. Zira, tarihsel bellek önemli bir ideolojik mücadele alanıdır. Eğer bir toplumun bugününe egemen olmak istiyorsanız, onun dününe egemen olmanız gerekir. Bunun için de tarihi tahrif etmek gerekir. Bu, geçmiş dönemin toplumuna, bugünün egemenlerinin biçtiği elbiseyi giydirmektir. Geçmişte yaşanmış olayları bugünün egemenlerinin ihtiyaçları doğrultusunda yorumlamaktır. Bu durumda tarih sadece tahrif edilen bir şey değil, aynı zamanda bir “fabrikasyondur”. Bu konuda ünlü tarihçi Eric Hobsbawn’ın yazdıklarını hatırlamak öğreticidir. Hobsbawn şöyle diyordu: “Nasıl haşhaş, eroin müptelalığının hammaddesiyse, tarih de milliyetçi, etnik ya da fundemantalist ideolojilerin aslî ögelerinden birisi, belki de aslî ögesidir. Eğer amaca uygun bir geçmiş yoksa, her zaman için yeniden icat edilebilir. Geçmiş meşrulaştırılıyor… Geçmiş, övünülecek fazla bir şey olmayan şimdiki zamana daha şerefli bir arka plan sunar”1 derken tam da bunu ifade ediyordu.

Ecdat güzellemesine gelince, imparatorluk mantığının geçerli olduğu yerde ve durumda, etnik kökene gönderme yapılmaz. İbn-i Haldun’un zarif bir şekilde ifade ettiği gibi, imparatorluğun oluşması, ilk kuruculara yabancılaşmayı varsayar. Dolayısıyla kuruluş tamamlandığında ilk kurucular çoktan denklemin dışına atılmıştır… Netice itibariyle Osmanlı İmparatorluğu bir Türk imparatorluğu değildi: Bir kere, Osmanlı demek, hanedan demekti. Hanedan da evlenmeler yoluyla başlangıçtaki etnik kökene (Kayı Boyu) külliyen yabancılaşmıştı. Nitekim, 36 Osmanlı padişahının sadece beş-alt kadarı Türk anadan doğmuştu… Kaldı ki, bu sadece Osmanlı hanedanıyla ilgili bir şey değildir. Bütün imparatorluklar ve hanedanlıklar, krallıklar… multi-etnik sosyal formasyonlardır ve orada ‘etnik unsurun’ hiçbir önemi yoktur.

Bu durum o zamanın anlayışında son derecede olağan bir şey sayılırdı… O çağlarda bugünkü gibi, ırka, kana, “milliyete”, etnik kökene, soya-sopa vb. gönderme yapan bir anlayış mevcut değildi. Kaldı ki, yegâne referansın devlet olduğu ve devletin de “kutsal” sayıldığı yerde, onun dışındaki kaygıların ve “kriterlerin” hiçbir kıymet-i harbiyesi olmazdı… Bu konuda Niyazi Berkes şöyle yazmıştı: “Osmanlı devleti bir Türk devleti değildir. ‘Türk’ onun imparatorluğuna dahil bir alay reâyadan bir tanesidir.” “Osmanlı hanedanı mensupları için önemli olan, padişahın genetik yapısı veya etnik orijini değil, kutsal gücün sahibi olmasıydı. Durum böyleyken, milliyetçi Türk tarihçilerinin ve bazı politikacıların Osmanlı padişahlarını birer Türk başbuğu olarak görme çabaları, bu şahsiyetlerin milliyetçiliklerinin bile ne kadar tutarsız, sığ olduğunun bir göstergesidir… Osmanlılar kendileriyle şu veya bu etnik unsur arasında bağ kurma, onlarla özdeşleşme gibi kaygılara yabancıydılar. Eğer Osmanlı padişahları illâki ‘başbuğ’ sayılacaksa, Türklerin değil, kapıkullarının başbuğuydular ve kapıkulları Türk orijinli olmak zorunda değillerdi.”2 İsmet Parkmaksızoğlu’nun yazdığına göre, “17’nci yüzyılda imparatorluğu yönetmek üzere iktidara getirilen 62 vezir-i azamdan sadece 9’u Türk asıllı gözükmektedir.”3 Gerçekten, ırka dayalı bir secere zinciri izlenecek olursa, Osmanlı hanedanını oluşturan unsurların en çok yabancılaştıkları ırkın Türk ırkı veya Türk unsuru olduğu sonucuna varılabilir. Netice itibariyle bıktırıcı “ecdat” saplantısının reel bir karşılığı yok…4

Öyleyse neden böylesi beyhude bir zorlamaya girişiyorlar? Ya da “şanlı geçmiş” ihtiyacı nereden kaynaklanıyor? Şanlı geçmiş demek, gurur duyulacak bir geçmiş demektir. Öyleyse o geçmişin “mirasçısı” da şanlıdır, şereflidir! Onunla, “ben önemliyim çünkü geçmişim önemli” denmek istenir. Bu konuda ilginç bir örnek, 12 Eylül askeri darbesinden sonra yaşanmıştı: Dönemin olağanüstü koşullarında, kara borsa, kara para aklama, bankerlik adı altında dolandırıcılık, vergi iadeleri, silah ve uyuşturucu ticareti, kumar vb. ile hızla zenginleşen Turgut Özal’ın “iş bitirici” yeni yetme zenginleri, müzayedelerden Osmanlı paşalarının yağlı boya portrelerini satın alıp, görgüsüzce döşenmiş salonlarının duvarlarına asıyorlardı… Gelen misafirlere sadece zengin olmadıklarını, aynı zamanda ‘soylu’ bir geçmişe sahip olduklarını kanıtlamak istiyorlardı… Böylece kendilerine bir “şanlı geçmiş” vehim ediyorlardı…

İkincisi, ‘şanlı geçmiş’ retoriği tarihte yaşanmış vahşetleri, katliamları, kırımları, zulümleri, ayıpları unutturma işlevi görür. Eleştirmeye, bir şey demeye kalkarsanız, hemen: “Benim ecdadım, benim atalarım onu yapmaz…” cevabıyla karşılaşırsınız… Belki, ecdada hakaretten cezaevini bile boylarsınız… Zira, “şanlı geçmiş” aynı zamanda bir tabudur…

Ve üçüncüsü, şanlı geçmiş, bugün yaşanan kötülükleri de unutturma, değilse gözden uzaklaştırma işlevi görür… İdeolojik bir manipülasyon aracıdır…

O halde ne yapmak gerekiyor? Aslında yapılacak şey belli. Tarihi, kaşarlanmış profesyonel politikacıların, mülk sahibi sınıfların sözcülerinin ve tabii “akademik statünün gardiyanlarının” korunmuş av alanı olmaktan çıkarmak… Yalan, tahrifat ve yok saymaya dayalı resmi tarihin dışında, gerçeğe, ona ihtiyacı olanlar tarafından bakan yeni bir tarih versiyonu oluşturmak. Böyle bir çaba, sadece “saf bir bilimsel-entelektüel” çaba değildir. Aynı zamanda ezilen-sömürülen sınıflara etkili bir mücadele aracı da kazandırılmış olur. Zira başta da söylediğimiz gibi tarih önemli bir ideolojik mücadele alanıdır. Velhasıl, ezilen ve sömürülen sınıflar tarafından yazılmış bir tarih bizi özgürleştirecektir…

 

1 Eric Hobsbawn, Tarih Üzerine, Bilim ve Sanat Yay. 1999, s. 9.

2 Niyazi Berkes, Türkiye İktisat Tarihi I, s. 67.

3 İsmet Parmaksızoğlu, Türklerde Devlet Anlayışı, İmparatorluklar Devri (1299-1789), Başbakanlık Basımevi, 1982, s. 92.

4 Osmanlı devlet geleneğiyle ilgili olarak bkz: Fikret Başkaya, Bir Devlet Geleneğinin Anatomisi (YEDİYÜZ), Öteki Yayınevi, 2014.

 

 

Ankara’da tarih 10 Ekim’de kaldı… Hesabı sorulacak!

Gittik, gördük. Gittik, dönmedik. Saray savaş istiyormuş, gördük, öldük.

10 Ekim 2015’te, Anadolu’nun birçok yerinden devrimciler, işçiler, halklar, öğrenciler, kadınlar, erkekler, çocuklar Ankara’daydı. DİSK, KESK, TMMOB, TTB’nin öncülüğünde yapılan çağrıyla “Barış Mitingi” için Ankara’daydık.

İşçiler ve halklar ve kadınlar ve erkekler ve çocuklar ortalarında patlatılan bombalarla katledildiler/katledildik.

10 Ekim 2015’te, saat 10.04’te, Ankara Garı’nın önünde…

Patlama sesini herkes duydu… İşçi Recep duydu, anne Elif duydu, oğul Ali duydu, Kürt duydu, Arap duydu, Laz duydu, Çerkes, Alevi, Pontos, Ermeni, Tatar, Süryani, Çingene, Rum, Türk, Manav… duydu, kadın duydu, erkek duydu, çocuk duydu, lgbti duydu, İstanbul duydu, İzmir, Adana, Samsun, Eskişehir, Trabzon, Diyarbakır… duydu.

Patlamayı herkes duydu; Saray duydu, burjuva duydu, katil duydu…

Katliamda ölen yüzün üstünde canımız, cananımız, eşimiz, oğlumuz, kızımız, arkadaşımız, ortağımız, yoldaşımızla 10 Ekim 2015’ten beri Ankara Garı’nın önünde duruyor yerdeki kanımız… Flamamız, bayrağımız, sözümüz, eylemimiz…

“Ölenlerin adını unutma…”

Abdülkadir Uyan, Metin Kürklü, Gökhan Akman, Orhan Işıktaş, Gülhan Karlı Elmascan, Yılmaz Elmascan, Nevzat Sayan, Bilgen Parlak, Hacı Kıvrak, Rıdvan Akgül, Fevzi Sert, Hacı Mehmet Şah Esin, Gökmen Dalmaç, Elif Kanlıoğlu, Hakan Dursun Akalın, Ercan Adsız, Ayşe Deniz, Berna Koç, Fatma Esen, Gülbahar Aydeniz, Eren Akın, Canberk Bakış, Tayfun Benol, Nizamettin Bağcı, Kasım Otur, Başak Sidar Çevik, Nilgün Çevik, Resul Yanar, Mehmet Ali Kılıç, Tekin Arslan, Sezen Vurmaz, Dilaver Karharman, Umut Tan, Onur Tan, Sarıgül Tüylü, Dilan Sarıkaya, Ali Kitapçı, İsmail Kızılçay, Muhammet Demir, Korkmaz Tedik, Veysel Atılgan, İbrahim Atılgan, Emine Ercan, Kübra Meltem Mollaoğlu, Meryem Bulut, Seyhan Yaylagül, Ebru Mavi, Ali Deniz Uzatmaz, Ziya Saygın, Vahdettin Özgan, Cemal Avşar, Ahmet Katurlu, Selim Örs, Azize Onat, Dicle Deli, Güney Doğan, Binali Korkmaz, Mehmet Zakir Karabulut, Leyla Çiçek, Metin Peşman, Mesut Mak, Adil Gür, Gökhan Gökbönü, Şebnem Yurtman, Osman Turan Bozacı, İdil Güneyi, Abdullah Erol, Mehmet Hayta, Özver Gökhan Arpaçay, Şirin Kılıçalp, Uygar Coşkun, Ahmed Alkhadi, Nurullah Erdoğan, Gözde Arslan, Aycan Kaya, Yunus Delice, Sevgi Öztekin, Mehmet Tevfik Dalgıç, Sevim Şinik, Emin Aydemir, Fatma Karabulut, Ramazan Tunç, Erol Ekici, Feyyat Deniz, Necla Duran, Osman Ervasa, Ramazan Çalışkan, Vedat Erkan, Abdülbari Şenci, Niyazi Büyüksütçü, Gazi Güray, Sabri Elmas, Erhan Avcı, Ümit Seylan, Serdar Ben, Hasan Baykara, Fatma Batur, Bedriye Batur, Nevzat Özbilgi, Ata Önder Atabay

Ankara’ya, kaldığımız yere…

Ankara katliamının yıldönümünde, düşenlerimizin bayrağını/bayrağımızı yerden kaldırmaya Ankara’ya çağırdık. Bulunduğumuz, varolduğumuz, çalışma yürüttüğümüz, ulaşabildiğimiz her yerden…

10 Ekim Saat 10:04’te Ankara Garı’ndayız!

Şehitlerimizin Bıraktığı Bayrağı Yerinden Kaldırmaya Gidiyoruz!

Standlar açtık, bildiriler dağıttık, afişler-pankartlar astık, çeşitli eylemler örgütledik. Çağrı eylemleri esnasında saldırılara uğradık… Ankara’da eylem yasaklandı. “Yasaklarınızı tanımıyoruz” dedik.

İstanbul, İzmir, Antakya, Adana, Mersin, Kocaeli, Bolu ve Aydın’dan 9 Ekim akşamı yola çıktık. Otobüslerimiz bağlandı, ama yolumuzdan dönmedik. O otobüslerden fotoğraflar gelmeye başladı. O fotoğraflarda, zafer işareti yapan ellerin bağlandığı gövdelerin kafasında, Dicle’nin yüzü vardı. O yüzlerde Veysel’in gözleri, Berna’nın gülümseyişi vardı. “Barış Ankara’da getirebilirsem kızıma sefa olsun.” iradesi vardı.

Kalanlara selâm olsun! Bizi Ankara’ya uğurlayanların selâmı, annelerimizin çocuklarımızı aç bırakmıyoruz kampanyasından kalan yiyeceklerimiz, doyurucu sevgileri vardı. Yollarda otobüslerimizin lastik izleri, otobüslerimizde yoldaşlar, yoldaşların dilinde marşlar, marşlarda direniş vardı…

Ve 10 Ekim 2016’da Ankara’ya vardık.

Ey her şey bitti diyenler…
“Tam bir yıl önce bu meydanda 101 yoldaşımız katledildi… Hepimiz buradaydık… Hepimiz şahidiz… Tıpkı bu Gar gibi… Tıpkı bu taşlar, bu duvarlar, bu ağaçlar gibi… Kıblesi, tanrısı para olanlar barışa savaş açtılar… Halkların kardeşliğine saldırdılar. Kardeşçe, özgürce bir yaşam isteyen bizlere… Emperyalistlerin tetikçiliğini yapan TC, kendi elleriyle beslediği tecavüzcü-katliamcı çetelerine halkı katlettirdi… Bizler boyun eğmeyenler olarak şimdi bir aradayız… Bizler bu saltanata dur diyenler… Bizler bu ablukayı yıkacağız diyenler… Bizler Özgür Anadolu’yu kuracağız… Barışı, özgürlüğü, kardeşliği getireceğiz… Şimdi adım adım örüyoruz direnişi… Her bir yoldaşımızın yerine binler olup geleceğiz. Çünkü şahidiz Şebnem’in gözlerindeki inanca… Çünkü şahidiz Veysel’in barışa olan inancına… And olsun… And olsun! Katilleri de, Vali de duysun!!! Korkun! Çünkü biz öfkemizi kuşandık geldik. Katlettiğiniz her bir yoldaşımızın hesabını sormaya, bayraklarını yerden kaldırmaya geldik… Ey her şey bitti diyenleeeer… Siz efendiler, beyefendiler, kaybedecek neyiniz varsa onları kaybedeceksiniz! Ellerinizdeki binlerce kişinin kanının hesabını vereceksiniz! Öldürdüğünüzü zannettikleriniz de, öldüremedikleriniz de buradayız. Öldüremeyin diye buradayız. Öldüremeyin diye bir aradayız. Onları öldürdük bitti diyemeyin, kanlı ellerinizle yatağınızda rahat uyuyamayın diye buradayız.”

Ankara’da 10 Ekim Anmasına Polis Saldırısı

Devlet, Ankara katliamının yıldönümünde Gar önünde yapılacak eylemi engellemek için elinden geleni yaptı. Ankara Garı barikatlarla çevrelendi, yollar trafiğe kapatıldı. Polis, şehit ailelerinden yaralılara, parti başkanlarından milletvekillerine, sendika temsilcilerinden devrimcilere, anma yapmak için gara gitmeye çalışan herkese saldırdı. Onlarca kişi yaralandı. Onlarca kişi gözaltına alındı.

10 Ekim 2015’te, 101 insanın bombalarla katledildiği Barış Mitinginde yaşamını yitirenler anısına yapılması planlanan anma için şehir dışından gelenlerle birlikte sabahın erken saatlerinde birçok noktada toplanmalar başladı. Ankara Valiliği’nin ‘yasak’ kararını tanımayan binlerce kişi, çelik bariyerler, TOMA’lar, zırhlı araçlar ve yüzlerce polisle çevrelenen Ankara Garı’na doğru yürüyüşe geçti.

DİSK, KESK, TMMOB ve TTB heyeti ile 10 Ekim Barış ve Dayanışma Derneği temsilcileri ve katliamda yaşamını yitirenlerin yakınlarından oluşan bir grup, Talatpaşa Bulvarı üzerinde kurulan polis barikatına geldi. Buradaki polisler, ‘yalnızca temsilci düzeyinde giriş yapılacağı ve katliamda hayatlarını kaybedenlerle aynı soy ismi taşımayanların içeriye alınmayacağını’ söyleyince, emek örgütlerinin temsilcileri polise tepki gösterdi. Bu sırada bazı şehit yakınları sinir krizi geçirdi. Herkesin içeri alınmasını, aksi halde içeri girmeyeceklerini söyleyen tertip komitesi ve aileler, barikat önünde sloganlar atarak beklemeye başladı.

İlk saldırı Kaldıraç kortejine

“Ey barışa savaş açanlar… Kıblesi, tanrısı para olanlar. Korkuyorsunuz, korkun! Hesabınız sınırı aştı… O yüzden korkuyorsunuz. Kara Cumartesi’nin faili bellidir… Katili tanıyorsunuz… Bu hastane şahittir olanlara… Ankara’nın meydanları, Ankara Garı şahittir. Bu hastenin önünde bekledik yoldaşlarımızı, Ankara Garı, Numune Hastanesi şahittir artık… Bu yoldaydık, aynı yoldaydık yoldaşlar… Yoldaşlarımızı kucaklarımızda taşıdık… Şimdi başlar dik, flamalar havada… Dalgalansın şehitlerimizin bayrakları… Yeniden buradayız, yine buradayız… Kan yerde kalmaz, demeye geldik… Yine geldik. Hesap sormaya geldik! Katiller halka hesap verecek…”

Aynı dakikalarda Kaldıraç ve AKA-DER korteji de, yüzlerce kişiyle Numune Hastanesi önünden gara doğru yürüyüşe geçti. “10 Ekim’in hesabı sorulacak”, “Katil devlet hesap verecek”, “Bu abluka dağıtılacak, direnen halklar kazanacak” sloganlarıyla yürüyen kitlenin önü, Talatpaşa Bulvarı üzerinde polis tarafından kesildi. Polis barikatı önünde bir süre slogan atan kitle, tekrar yürüyerek barikata yüklendi. Yaşanan çatışmanın ardından, polisin hedef gözeterek biber gazı ve plastik mermi kullanması sonucu sloganlarla yeniden Numune Hastanesi yönüne çekilindi.

İlk saldırıdan sonra direnişe geçen ve toplu bir şekilde Ankara Garı’na gitmenin yollarını arayan Kaldıraç kortejine polis saldırısı devam etti. Saatin 10.04’ü geçmesinden dolayı Güven Parkta anma programı gerçekleştirildi. Anma programı esnasında tekrar polis saldırısı yaşandı. Kortej saldırıya anma programını Ankara’nın sokaklarına taşıyarak karşılık verdi. Saatlerce saldırıya direnişle karşılık verip, anma iradesini ortaya koyan kitle gar yollarını zorlamaya devam etti.

CHP heyetine tepki

Kaldıraç kortejine yapılan saldırıyla aynı dakikalarda gara girmeyi reddeden ve polis barıkatı önünde bekleyişini sürdüren 10 Ekim aileleri ve emek örgütleri temsilcilerinin yanına gelen CHP heyetinin; polisin önerdiği şekilde, sembolik anma yapmak için aileleri içeri girmeye ikna etme çabası tepki çekti. Bir şehit yakını “Yukarıda arkadaşlarımıza gazla saldırıyorlar, siz burda içeri girelim diyorsunuz. Siz girin, iki fotoğraf çekinin, prim yapın, biz girmeyeceğiz” diyerek tepkisini dile getirdi. Emek örgütlerinin temsilcileri de CHP heyetine tepki gösterdi. Gelen tepkilere rağmen CHP’liler, polis barikatından geçerek ‘sembolik anma’ yapmak üzere gara gitti. Tartışmalar sürerken saatin 10.04 olduğu farkedilince, grup saygı duruşuna geçti. Saygı duruşunun ardından aileler ve tertip komitesi, bulundukları yerden ayrılarak polis barikatı önünde bekleyen kitleyle buluştu.

Kitle, barikat önünde bekleyişini sürdürürken, HDP Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ ile HDP milletvekilleri de barikat önüne geldi. Burada KESK, DİSK, TTB ve TMMOB adına bir açıklama yapan KESK Eş Genel Başkanı Lami Özgen, Ankara Valiliği’nin yasak kararının “keyfi” ve “kasıtlı” olduğuna vurgu yaparak, katliamı önleyemeyenlerin anmayı ve yas tutmayı engellendiğine dikkat çekti.

Açıklamasına; ‘Katliamı yapanlarla yasağı koyanlar aynı zihniyettir’ diye devam eden Özgen, “Bir yıl önce bizi katleden IŞİD zihniyetiyle yasak kararını alan zihniyet aynı zihniyettir” dedi.

Özgen’den sonra konuşan HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, “Bütün bunların hesabını sorduğumuz günler de gelecek. Bu barbar, zorba iktidar geçicidir” diye başladığı açıklamasını şu şekilde devam ettirdi:

‘Ölümden öte köy yok, zulüm edenler hesap verecek!’

“Bu günler geçecek. Bu kepazeliğin üzerine basa basa halk gücü yükselecek. Türkiye’de ezilenler elbette ki bu zulmün faturasını hep kendi evlatlarına çıkarmayacak, bu zulmün faturası siyasi iktidara en güçlü şekilde çıkartılana kadar biz mücadele edeceğiz. Korkmanın zamanı değil, bedel ödemekten geri çekilmenin zamanı değil. Daha fazla nasıl bedel ödeyebiliriz ki… Burada katledilen insanlarımız ve o günden bugüne katledilen binlerce evladımızdan daha fazla nasıl bedel ödeyebiliriz ki… Bunun ötesi yok, ölümden öte köy de yok! Herkes hesabını buna göre yapsın. Korkunun ecele faydası da yok. Varsa halkımız için ödenmesi gereken bir can borcumuz, iktidar sahipleri bilsinler onlar saraylarında korkuyor olabilirler, ama biz cesurca halkımızın yanında mücadele etmeye devam edeceğiz.”

‘Barış şehitlerinin talimatını yerine getireceğiz’

“Bu ülkeyi kan gölüne çevirmiş olan AKP zihniyeti ve onun IŞİD ortakları ödeyecek bunun hesabını. Kürt ve Türk halkının direnen yiğit evlatları kazanacak. Bu ülke kazanacaksa, işte o gün bu meydanda hepimizin onurunu temsil edenler kazanacak. Kimliği, ideolojisi, mezhebi, partileri, örgütleri farklı farklı insanlar, Türkiye’nin 81 ilinden gelip ‘ülkemizde artık barış istiyoruz’ diyenler bize büyük bir miras, emanet bıraktılar. O mirasları bizim için talimattır. O talimatın gereği yerine getirilecektir.”

Polis, Demirtaş’ın ve vekillerin olduğu kitleye saldırdı

Açıklamaların ardından polis, aileler ile Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ ile milletvekillerinin de olduğu kitleye biber gazı ve plastik mermilerle saldırdı. Polisin saldırısına gençlerin karşılık vermesi üzerine çıkan çatışma ise bir süre cadde üzerinde sürdü.

Polisin hedef gözeterek sıktığı biber gazı ve plastik mermilerin isabet ettiği çok sayıda kişi yaralandı. Saldırının ardından kitle “Katil IŞİD, işbirlikçi AKP” sloganlarıyla cadde boyunca yürüyerek, Kızılay’a geçti. Kitleyi takip eden çevik kuvvet polisleri, yakaladığı insanları darp ederek gözaltına aldı.

Daha sonra Yüksel Caddesi’nde toplanan devrimci kurumlar, emek örgütlerinin temsilcileri, aileler ve milletvekilleri; sloganlarla polis saldırısını ve anma yasağını protesto etti. 10 Ekim aileleri adına 10 Ekim Barış ve Dayanışma derneği bir açıklama yaptı. Açıklamada bir yıldır 10 Ekim’le yaşayan ailelerin ve ölenlerin yoldaşlarının anma gerçekleştirmesine izin verilmemesi protesto edildi.

10 Ekim katliamının yıldönümünde Ankara’daki eyleme merkezi çağrı yapan ve merkezi katılım sağlayan Kaldıraç okurları ve AKA-DER üyeleri de Yüksel’de anma programını gerçekleştirdi. Anmaya öfke, coşku ve inat hakimdi. “Halkız biz, yeniden doğarız ölümlerde” yazılı pankartı taşıyan kitle, ölenlerin fotoğraflarının olduğu dövizleri taşıyarak yumruklarını ve ciğerlerini sıkıp, “Bu abluka dağıtılacak, direnen halklar kazanacak” ve “biz kazanacağız” diye haykırdı.

“…Tükenmedik, tükenmeyiz kırmağile… Halkız biz yeniden doğarız ölümlerden. Bu ablukayı dağıtacağız. Bu ablukayı işçiler dağıtacak, bu ablukayı halklar dağıtacak. Bu katliamı boyun eğmeyenler dağıtacak. Bu ablukayı başka bir dünya isteyenler dağıtacak. Bu ablukayı Mahir’in, İbo’nun, Deniz’in yoldaşları dağıtacak. Bu ablukayı özgür bir Anadolu isteyenler dağıtacak. Bu ablukayı devrimci sosyalistler dağıtacak. Bu ablukayı anaların öfkesi, Ali Kıtapçı’nın evladının haykıran sesi dağıtacak. Bu ablukayı boyun eğmeyenler dağıtacak. Bizler Ethem’in, Berkin’in, Hasan Ferit’in yoldaşlarıyız… Bizler Rojava’da düşen Paramaz’ın yoldaşlarıyız. Onların saltanatına boyun eğmeyeceğiz….”

Şiirler okundu, yarım kalan marşlarımız tamamlandı.

“Bu meydan kanlı meydan/Ok fırladı çıktı yaydan/Kalkın ayağa, kalkın/Biz şehirden, siz köyden”;

“Tankların önünden bir dağ düşse toprağa/çoğalır toprakta dağlara gülen yürek/dağlarda, sokakta, fabrikada, tarlada/ Halkız biz, yeniden doğarız ölümlerden” dedi direnenler.

Anma bitirildikten sonra polis ‘insan’lara tekrar saldırdı. Çok sayıda gözaltı yapıldı.

“Biz şimdi sabır sabır işliyoruz direnişi…
İlmek ilmek örüyoruz direnişi…
Umut sende, umut insanda…
Yaşamak direnmektir!
Susma ses ver, boyun eğme!
Bizler Ankara Garı’nda yitirdiğimiz her bir
canın yerine binler olup geleceğiz…”

Egemenlerin çaresizliği

29 Ekim’i, binlerce akademisyen, eğitim ve sağlık emekçisini işten atarak kutlayan egemenler, Diyarbakır belediyesi eşbaşkanlarının tutuklandığı gecenin sabahında, Cumhuriyet gazetesi yönetici ve yazarlarına operasyon başlattı.

Bir ülke topluca açık hava hapishanesine dönüştürülmüşken, gözaltı ve tutuklamalarla toplumsal muhalefeti korkutup, sindireceklerini düşünecek kadar çaresizdirler.

Bu ülkenin insanca ve onurumuzla yaşayabiliriz diyen insanları, 7 Haziran seçimlerinden bu yana, katliamlarla, infazlarla, gözaltı-tutuklama ve işsizlikle sindirilmeye çalışılıyor. Ama işte sonuç ortada; toplumsal mücadelenin tüm dinamikleri bulunduğu yerden direnmeye devam ediyor. Direnmeye devam edecek.

Soluk almadan yürütülen bu saldırılar, bizim direnme eğilimimizi zayıflatmaya, birleşik güçlü bir direniş oluşturma arayışlarımızı akamete uğratmaya, çaresiz hissettirip felç etmeye dönüktür.

Güvendikleri, güvenmek istedikleri tek şey, işçilerin, öğrencilerin, kadınların, doğasını korumak isteyen köylülerin, suça ortak olmak istemeyen akademisyenlerin, kendi gibi yaşamak isteyen Kürtlerin, Alevilerin… direnişlerinin henüz birleşik bir hale dönüşmemiş olmasıdır.

Medyadan yayılan kopkoyu karanlığın içinde, küçücük ışık hüzmelerine dahi tahammülü olmayanların kazanma şansı yoktur.

Sözün gücünün arttığı bir dönemdir yaşadığımız ve bu söz kendini ifade kanalını mutlaka bulacaktır. İşçi-emekçilerin, halkların velhasıl tüm ezilenlerin yakın/uzak mücadele tarihi bunun örnekleri ile doludur.

Bir çözülüş içinde, can havliyle kaybetmemek için saldıran egemenlerin, içerde ve dışarda yürüttükleri savaş politikaları, sömürü ve zulüm üzerine kurulu bu düzeni tamamen çıplak hale getirmiştir.

Egemenlere söylenecek tek söz: “Zulmün artsın padişahım!”

Yel eken fırtına biçer!

KALDIRAÇ
31 Ekim 2016

Kapitalizm çürümüştür. Devrim insanlığın dirilişidir!

Bir avuç, gerçekten bir avuç kan emicinin sahibi olduğu sistem, milyarlarca insanın üstüne karabasan gibi çökmüş, adeta nefesimizi kesmeye çalışıyor.

Emeğin ve doğanın talanı üzerine kurulu kapitalist-emperyalist sistem uzunca bir süredir fazladan ömür sürmektedir. Gelinen nokta artık hiçbir şekilde sürdürülemez bir aşamadır. Doğanın tahribatı, yaşanılacak bir gezegenin kalıp kalmayacağı tartışmalarına neden olmaktadır.

Bu akıldışı düzen, varlığını sürdürmek için insanı bitirmeye uğraşmaktadır. Adeta, bu düzenin sahiplerinin istediğini yapan robotlar haline gelmemize çalışılmaktadır. Cami, kilise, havra, okul, medya, polis mahkeme, hapishane… her türlü araçla insanı insan olmaktan çıkarmaya kilitlenmiş durumdadır.

Onlar adına kölece çalışmamız; onlar adına birbirimizle savaşmamız, öldürmemiz ve bunları sürekli yapacak çocuklar yetiştirmemiz istenmektedir.

SSCB’nin yıkılışından bu yana geçen çeyrek asırlık sürede, kapitalist-emperyalist sistemin insanlığa sunabileceği bir geleceğin olmadığı çok net ortaya çıkmıştır. Bu sistemin artık insanlığa vaat ettiği tek şey katliamlar içinden seçim yapmaktır. Bombalı, bıçaklı, baltalı, yakılarak, kamyonla ezilerek, göç yolunda boğularak, uçakla, tankla ya da topla vurularak…

Bu saldırılardan sağ kalanlar için ise, tüm bunlara alışarak, kölelik koşullarında, hiçbir gelecek beklemeden insanlıktan çıkmış bir şekilde nefes alıp vermektir!

Yaşanan, tek cümle ile uygarlık krizidir! Onların bu boğucu saldırılarına işçi-emekçilerin, halkların yanıtı; İSYAN ve DİRENİŞTİR!

Sistemin dayattığı bu geleceksizliğe karşı, dünyanın dört bir yanında işçi-emekçilerin, halkların isyanları patlak vermektedir.

Ekonomik krizlerin ardından, Yunanistan ve İspanya’da patlayan isyanlar, bölgemizde, Tunus ve Mısır’da, geleceksizliğe, aşağılanmaya, yok sayılmaya karşı isyanlarla devam etmişti.

Ardından, Anadolu’da Gezi parkından yayılan direniş, insanca ve onurumuzla yaşayabileceğimiz bir düzenin hayal olmadığını hepimize göstermişti.

Gezi Direnişi, Brezilya’da patlayan isyan ve direnişe ilham vermiş, isyan dalgası Şili’den Arjantin’e yayılmış; ABD’de siyahların polis şiddetine karşı isyanları olarak devam etmiş, son olarak Fransa’da emekçilerin, öğrencilerin, gençlerin katıldığı isyan dalgası ile kendini ortaya koymuştur.

Bununla birlikte, özellikle Suriye’de, Rojava’da halklar, tüm vahşeti ile süren savaşın içinde, eşit ve özgürce yaşayacağı ortak bir yaşamı savaşarak inşa etmeye çalışmaktadır.

Kendi küllerinden kezlerce doğan Kürt halkının yarım asıra yaklaşan direnişi ile Siyonist İsrail ve arkasındaki emperyalist güçlere karşı yarım asırı aşan Filistin halkının direnişi tüm dünya halklarına ilham vermeye devam etmektedir.

Sosyalizmin özgür adası Küba, bu direnişlerin içinde, dayanışmanın, insan olmanın erdemini göstermeye devam ediyor.

Ezilen işçi-emekçilerin, halkların bu isyan dalgası aynı zamanda, yeni bir düzenin arayışı ile birlikte yürmekte, yeni bir devrim dalgası mayalanmaktadır.

Dünyanın dört bir yanında süren isyan ve direnişler nasıl biribirini etkiliyor, birbirine ilham kaynağı oluyorsa; bu kavganın içinde ortaya çıkan insanca ve onurumuzla yaşayacağımız bir dünya arayışı da aynı şekilde yayılacak, birbirine ilham olacaktır.

Bundan tam 99 yıl önce, 1917’de, Çarlık Rusyası’nda patlayan büyük Ekim Devrimi, insanlığın önüne yepyeni bir ufuk açmış, geleceğe dair büyük umutlar yaratmıştı. 70 gün süren Paris Komünü deneyiminden sonra, 70 yıl boyunca, bu dünyanın insanlarının nefes almasını sağlamıştır.

Şimdi, Paris Komüncülerinin 70 günlük direnişinden sonra, 70 yıl boyunca sürdürülen sosyalizm deneyimimizden çıkardığımız derslerle, insanca ve onurumuzla yaşayacağımız bir dünyayı hep birlikte kurmak için mücadele etme zamanıdır.

Şimdi tarihimizden aldığımız güçle, inatla, sabırla ve dirençle mücadeleyi büyütme zamanıdır.

ONLAR KAYBEDECEK, BİZ KAZANACAĞIZ!
DEVRİM İÇİN İLERİ! YA SOSYALİZM YA ÖLÜM!

Aydınlık ve özgür bir dünya mümkün

Öncesi de vardır. 7 Haziran seçimlerine giden süreç, bunun başlangıcıdır ve demek ki, 1,5 yıla yaklaşık bir süredir. 7 Haziran seçimlerinde, AK Parti, tek başına iktidar olma şansını yitirdi. Ve Saray, hemen devreye girdi. Meclis başkanlığı vb. numaraları ile, Baykal ve Bahçeli yedeklerini devreye sokarak, “seçimler yok hükmündedir”e ulaştılar. HDP’nin aldığı oy oranı, iktidarın tüm bileşenlerini rahatsız etti. AK Parti, CHP, MHP buna göre tutum aldı. Ve 7 Haziran öncesinde başlayan, hatta Dolmabahçe mutabakatının yok sayılması ile başlayan saldırganlık, 7 Haziran sonrasında daha da tırmandırıldı. IŞİD’e bağlı güçler, doğrudan devletin emri ile devreye sokuldu. Diyarbakır mitingi bombalandı, Suruç devreye sokuldu, birçok yerde HDP binalarına saldırılar düzenlendi, Ankara’da barış mitingi bombalandı vb. Binlerce insan öldürüldü. Ve ardından, 1 Kasım seçimleri ile, AK Parti’nin yeniden tek başına iktidar olmasının yolu açıldı. Seçimlerin zaten bir öneminin kalmadığı uygulamalar devreye sokuldu.

Saray, daha doğrudan devreye girdi.

Bir yandan, bölgemizde süren paylaşım savaşımında sürekli saldırgan tutum almaları ve giderek kaybetmeleri, diğer yandan içeride devletin çözülme süreci, daha da sert saldırıları devreye sokmalarına neden oldu.

15 Temmuz darbesi ve ardından Saray darbesi ile OHAL uygulamaları devreye sokuldu. Tüm bu süreçte, halka, halklara, işçi ve emekçilere karşı saldırılar daha da yoğunlaştı.

Suriye’nin üzerine çeteleri süren devlet, giderek çeteleşti. Bugün, Mehmet Ağar bir tarafta, Sedat Peker diğer tarafta, Cübbeli Ahmet Hoca bir tarafta, Menzil tarikatı öbür tarafta, SADAT AŞ bir tarafta, inşaat çetesi bir tarafta, bankacılık çetesi bir tarafta, basın çetesi diğer tarafta, tüm devlet çeteleşmiştir. Eğitimin de bir çetesi var, diyanet işlerinin de. Çeteleşme, aynı zamanda, hukukun rafa kaldırılması veya OHAL uygulamalarının devreye sokulması ile de paraleldir.

Milli irade ile seçilmiş olmanın haklılığını her fırsatta masaya sürenler, belediyelere, seçilmiş başkanların yerine kayyumlar atadılar. Hukuk mu, çete hukukudur. Gülen operasyonu adı altında, binlerce devrimci ve demokratı, binlerce aydını, binlerce barış severi hapislere atıp, cezalandırmaya yöneldiler. Basın üzerine tam bir çete kontrolü organize ettiler. Artık, basın kurulu diyebileceğimiz bir mafya çetesi vardır. Başında Albayrak olduğunu, Albayrak’ın hacklenen emaillerinin ortalığa saçılması yolu ile biliyoruz. Doğan medya grubunun, nasıl bu karanlık organizasyonun içinde yer aldığını tüm açıklığı ile görebiliyoruz.

Tüm bu çeteleşme, bir yandan baskı ve şiddettir. Bir yandan ise karanlık demektir. Artık, halkın haber alma özgürlüğü diye bir şeyden söz etmek mümkün değildir ve Saray, iktidar, devlet, bu konuda bir hassasiyete de sahip değildir. Ne hakkı, ne hukuku, ne basını, ne hürriyeti, ne aydınlığı, ne özgürlüğü diye gürlüyorlar ve buna uygun olarak bir günlük pratik sergiliyorlar.

Yasa denilen şey, tümü ile Saray’ın isteklerine kalmıştır. Ne deniyorsa odur. Kraldan başka gölge kabul edilemez ve bunun için, güneş artık doğmayacak şekilde organize olmaktadırlar.

En son, Kışanak gözaltına alındı. Zaten OHAL yasaları var iken, üstüne bir de 5 günlük hak mahrumiyeti uygulamaya koymuşlardır. Yani, 5 gün boyunca Diyarbakır Belediyesi Eş Başkanları, avukatları da dahil, kimse ile görüşemezler denildi. Bu, yasaların keyfe keder uygulamasının en açık kanıtıdır.

AKUT kurucusu Nasuh Mahruki, bir TV programında, denetimini kaybederek bazı sözler sarf etti ve gözaltına alındı, hakkında dava açıldı. Kendisi, hemen durumu kavrayıp, Erdoğan’dan özür dilese de, dava devam edecek. Erdoğan’ı ikna etmesi için, araya çeteleri, hatırlı kişileri koyması yetmez, tatmin edici miktarda bir para da ödemesi gerekir. Gülen örgütünden dolayı içeri alınan bazı işadamları, mallarını Erdoğan ve Saray çevresine bağışlarlarsa, affedilmişlerdir.

Baskı ve şiddet, sürekli tırmandırılmaktadır.

OHAL uygulamaları, OHAL’i de aşan uygulamalar olarak devreye konulmaktadır. Yakında, süper OHAL diye bir kavramı devreye sokmaları sürpriz olmaz. Ve tüm bunlar olurken, tüm medya, tüm iletişim araçları kontrole alınmaktadır. Bu yolla baskıya, tam bir karanlık eklenmektedir.

Baskı ve karanlık, bu burjuva egemenliğin, bu kan emici iktidarın vazgeçemeyeceği yönetim araçlarıdır.

İstedikleri, halkın tamamen susması, işçi ve emekçilerin tamamen esir olması ve tam bir sessizliktir. İstedikleri, kendilerine hiçbir varlığın muhalif olmamasıdır. Bu nedenle, tüm halkla bir savaşa tutuşmuş durumdadırlar. Devlet, halkla tam anlamı ile bir savaşa tutuşmuş durumdadır.

Ve tüm bu baskı, tüm bu karanlık, aslında giderek daha da güçsüzleştikleri içindir. İktidarlarını, cennetlerini, egemenliklerini kaybetme korkusu ile bu kadar azgınca saldırıyorlar, bu kadar hukuk tanımazlar, bu denli telâşlılar. Korkuyorlar ve korkularını halka bulaştırmak istiyorlar. Bu nedenle acımasız bir terör organize ettiler, ediyorlar. Bu nedenle büyük bir karanlık organize ediyorlar. Bu nedenle tüm bağımsız basın organlarını kapatıyorlar, susturuyorlar.

Ve tüm şiddetli saldırılara rağmen, aydınlık ve özgür bir dünya mümkündür, diyoruz.

Seyretmeye hemen son vermeliyiz. Tüm halkın, olanı biteni seyretme, şaşkınlıkla seyirci kalma durumuna son vermesi gerekir. Bu demektir ki, hemen kolları sıvamalı, hemen örgütlenmeye girişmeliyiz. Seyretmek yok, örgütlenmek gerekir.

Onların basını, onların şiddeti, silâhları, yalanları vb. var. Ama biz de halklarız, milyonlarız ve gerçekte hayatı üreten biziz. Bizim eksiğimiz, örgütsüzlüğümüzdür. Bu nedenle, sessizliğe son vermek demek, en başta örgütlenmek demektir.

Özgürleşmenin yolu, örgütlenmeden geçmektedir.

Sabırla, inatla, bilinçle, adım adım örgütlenmek.

Örgütlenmek, aydınlığın ve özgürlüğün yolunu açacaktır.

Kriz, savaş ve işçi sınıfı üzerine görüşler

Sistemin şu an yaşamakta olduğu krizin başlangıcı, çevre ülkelerde patlak veren 2002-2003 malî krizine tarihlendirilebilir. Bunu önlemek için sistem aktörlerinin attığı her adımın, çöküntüyü ötelemekten ve çapını büyütmekten başkaca bir işe yaramadığını da deneyimler bize gösterdi; 2008 krizinde olduğu gibi… Bunu Marksist, hatta Marksist olmayan iktisatçılar da bize anlatıyor. Örneğin; ABD Merkez Bankası eski başkanı Yellen, mevcut durumdan söz ederken, “Biz ‘yeni normal’ denen şeyle boğuşuyoruz” diyor. “Olağanüstü önlemlerden çıkış gözükmüyor… Belki de bu, asla eve dönülemeyen durumlardan biridir.”2

“Yeni normal”, neo-liberal jargonda kapitalizmin içinde bulunduğu krizden çıkamayacağının ve kriz koşullarının veri kabul edilmesi gerektiğinin itirafı… ‘Merkez bankalarının bankası’ BIS’in (Bank of International Settlement) 2016 raporunda finans dalgalarının seyrini takibe alması3 boşuna değil: mevcut krizin süreğenliğinin kabulü ve de onu (nafile) ‘denetleme’ isteği…

Rosa Luxemburg’dan beri biliriz ki kapitalizm krize girince, başvurduğu çarelerden ilki, “savaş”tır. Yeni kaynaklara erişimi sağlamak, nüfuz alanını genişletmek, enerji koridorları üzerinde denetim sahibi olmak, krizi militarist birikim aracılığıyla aşmak4, “aşırı üretim” krizini savaşın getireceği yıkımla aşma tasarısı; savaş yıkımının ekonominin canlandırılmasına yol açacağı düşüncesi (sadece Türk inşaat firmalarının Ortadoğu’daki savaş ve iç savaşların harap ettiği kentlerin yeniden imarından “kaptığı” pay düşünüldüğünde5, bu kalemin yabana atılmayacak bir meblağ tuttuğu görülecektir)… “Savaşçı” egemenlerin hesaplarındandır…

Mevcut krizde de durum böyle… Emperyalist güçler, 11 Eylül (2001) saldırısının ardından ABD’nin devreye soktuğu GWOT (Terörizme Karşı Küresel Savaş) konseptinden, “Büyük Güçler arası Savaş” konseptine doğru bir yönelişe girdiler. “Büyük güçler”, yani (en kaba hatlarıyla) ABD ile Rusya-Çin kutuplaşması… İleride nasıl bir dizilime dönüşeceği henüz belirlenmiş olmasa da, Ukrayna, Kırım ve son olarak da Suriye’deki “vekalet savaşı” bu “yüksek gerilim”in duraklarını oluşturuyor.

“Yüksek gerilim”in ana sahnelerinden biri, hiç kuşku yok ki, Ortadoğu6… ABD’nin (Önce “Büyük”, sonra da “Genişletilmiş”) Ortadoğu Proje(ler)ini açıklamasından bu yana başlayan yeniden biçimlendirme sürecinin sona ermediği Ortadoğu; özellikle de bugün çeşitli yerel güçlerin bir “vekalet savaşı” yürüttüğü Suriye. ABD’nin Irak petrollerinin taşınmasında kritik önem verdiği; Rusya’nın ise bu tasarımdan hiç mi hiç hoşnut olmadığı Suriye…

Şuna hiç kuşku yok, herkesin Sykes-Picot’nun sonundan bahsettiği; ama yerini alacak yeni düzeni kimsenin kestiremediği Ortadoğu, en azından ABD’nin Irak’a müdahalesinden beri, yeryüzünün en karmaşık savaş bölgesidir… Ve AKP’nin dümeninde olduğu Türkiye, Suriye’de ne idüğü belirsiz ÖSO milislerine verdiği fiziksel destek, Suriye ve Irak topraklarındaki fiili mevcudiyeti, Meclis’teki üç partinin her seferinde tıpış tıpış onayladıkları savaş tezkerelerinin ve Cumhurbaşkanı’nın dozajı her gün biraz daha yükselen efelenmelerinin de tanıklık ettiği gibi, adım adım bu savaşa doğru sürüklenmektedir.

Türkiye’nin eski ve yeni iktisadi ve siyasal elitlerinin ülkenin içine sürüklenmekte olduğu savaşa dair pek çok girift hesabı vardır, kuşkusuz. Kadim ‘bölünme’ korkusuyla Suriye sınırındaki Kürt oluşumunu kırmak, hiç değilse kantonların birleşerek ülkenin güneyinde bir Kürt kuşağının oluşmasını engellemek; “Arap baharı” trenini kaçırmış olmanın düş kırıklığıyla, Suriye’deki rejim değişikliğine daha aktif müdahil olarak pastanın bölüşümünden daha iri bir pay kapmak; bölgede oluşmakta olan Sünnî eksenin liderliğine soyunarak alt emperyalist bir konuma geçmek vd. vd. Bu konjonktür, eski (Kemalist) elitlerin “Misak-ı Mil-  li”yi koruma, yeni (İslâmcı) elitlerin ise Osmanlı İmparatorluğu’nun Ortadoğu’daki nüfuz alanını canlandırma arzularının birbirine eklemlenmesine yol açtı… Simgesel biçimini “Yenikapı mutabakatı”nda bulan bu eklemlenme, gelmekte olan savaşın önlenmesinde egemen blok içerisindeki çelişkilere bel bağlayanlar için hazin bir gelişme; ama bir nesnellik, ne yazık ki…

Bunlar, eskisiyle, yenisiyle egemenlerin arzu ve hesapları. Peki ya emekçiler… İşçi sınıfı? Türkiye’nin sürüklenmekte olduğu bataklıktan onların ne gibi bir hesabı olabilir?

Egemenler, bu sorunun karşılığı için emekçilere dönüp diyorlar ki: vatanı böldürmemek, PKK ‘terörü’ne geçit vermemek, dış güçlerin oyunlarını bozmak, daha güçlü bir Türkiye vb. vb. için “evlatlarımızı feda etmeye hazırız”…

Bunu söyleyen yalnızca yöneticiler, patronlar, politikacılar, havuz medyasının kalemleri vb. değil. Örneğin “sendikacı” Yıldırım Koç da ‘Aydınlık’taki köşesinden aynı teraneyi seslendiriyor7.

Oysa Türkiye’de herkes artık “feda edilecek evlatlar”ın yoksulların, emekçilerin çocukları olduğunu biliyor… Son 15 yıldır PKK ile TSK arasında süregiden çatışmalarda ölenlerin yoksul halk çocukları olduğunu, ekranlardaki “şehit cenazeleri” görüntüleri göstermeye yeter de artar bile…

Ama işçi ve emekçilerin savaşlardan göreceği tek zarar evlatlarının bedenlerini savaş mekanizmasına yakıt etmekten ibaret değil. “Barut ve kan kokularına karışmış ‘ulusal çıkar, milli birlik, vatanın savunulması’ demogojileri arasında işçilerin grevleri yasaklanır, hak alma mücadeleleri bastırılır, politik hak ve özgürlükler için mücadele etmelerinin önü kesilmek istenir. Bütün bunların işçi sınıfına ve emekçi halka faturası sefalet ücretine mahkûm olmak, sosyal ve politik haklardan mahrum olmak, sendikal hak ve özgürlüklerden yararlanamamaktır. Yani işçi ve emekçilerin savaş ve şiddet politikalarından en küçük bir çıkarı olmadığı gibi atılan her kurşun onlara isabet etmektedir.”8

Savaşın halk için anlamını en iyi betimleyen, belki de savaşlarla tarumar olmuş bir çağın ozanı, Bertolt Brecht’in şu dizeleridir: Bu gelen savaş ilk değil./ Çok savaş oldu bundan önce./ Bittiği gün en son savaş/ bir yanda yenilenler vardı gene,/ bir yanda yenenler vardı./ Yenilenlerin yanında/ kırılıyordu halk açlıktan./ Yenenlerin yanında/ halk açlıktan kırılıyordu.

Evet, emperyal amaçlı savaşların halka ait olmadığı, yenen tarafta da olsalar, yenilen tarafta da olsalar onlara kırım, yıkım, açlık, sefaletten başka bir şey getirmeyeceği bundan daha çarpıcı biçimde anlatılamaz.

Yine de anlatmaya çalışayım: Örneğimiz ABD öncülüğündeki koalisyon güçlerinin giriştiği Irak işgali ve savaşın -Irak açısından- insanî bilançosu olsun.

Hatırlayacak oluşanız, ana akım medyanın Irak’ın sivil kayıplarını örtbas ettiği gerekçesiyle, İngiltere’de bağımsız bir girişim başlatılmıştı savaş sırasında: ‘Iraq Body Count (IBC)/ Irak’ta Cesetleri Sayma’. IBC verilerine göre, Mart 2003-Aralık 2011 tarihleri arasında yüzde 79’u sivil olmak üzere 162 bin Iraklı yaşamını yitirdi. Aynı kuruluş, Ocak 2013 sonu itibariyle Irak Savaşı’nda ölen Iraklı sivil sayısını 111 460 ile 121 814 arasında veriyor (2012 itibariyle 32.5 milyon olan Irak’ın nüfusu için bu, nüfusun 300’de 1’i anlamına geliyor!). Bu ölümlerin önemli bir bölümü ise savaş ve işgalin tetiklediği istikrarsızlık ve başıbozukluk koşullarında meydana gelen etnik-mezhepsel çatışmalar, intihar saldırıları ve başıbozuk çetelerinin elinden olmuş.

Veriler, savaş koşullarının en çok kadın ve çocukları vurduğunu gösteriyor her zaman olduğu gibi… İşgal boyunca hayatını kaybeden sivillerin yüzde 44’ünü kadınlar, yüzde 42’sini ise çocuklar oluşturuyor. İşgalin insani maliyeti konusunda Massachusetts Teknoloji Üniversitesi Uluslararası Çalışmalar Merkezi’nin internet sayfasına göre işgal sürecince eşlerini yitiren 86 bin kadın Irak Hükümeti’nden mali destek alıyor. Dul kalan her kadının hükümet desteği almadığı düşünüldüğünde, eşini kaybeden kadınların daha fazla olduğu tahmin ediliyor. Neyle, nasıl geçindikleri ise meçhul… İşgal süresince 4.5 milyon çocuk ise yetim kaldı ve bunların 600 bini sokakta yaşıyor.

Savaşın sıradan insanlara tek maliyeti can kaybı ya da işsizlik, yoksulluk değil. Bir de evinden barkından olup başka ülkelere sığınmak zorunda kalmak var: En iyi, her gün onlarcasının boğulmuş bedenleri Ege’den toplanan Suriyeli sığınmacılardan bildiğimiz bir durum. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (BMMYK) Ocak 2012 tarihli verilerine göre, 1 milyon 428 bin Iraklı, Suriye başta olmak üzere bölge ülkelerine göç etti. Bu ülkelerde mültecilik veya oturum hakkı tanınmayan Iraklılar, eve döndüklerinde ise evlerini yıkılmış buluyor ya da evlerinde başkalarının yaşadığını görüyor. Bu yüzden Iraklıların eve dönüşü bir çözüm yolu olarak görmedikleri belirtiliyor.

Ülke dışına göç edenlerin yanı sıra, 1 milyon 332 bin 382 Iraklı da kendi ülkesinde mülteci hayatı sürdürüyor (nüfusun 30’da 1’i!). Bunlardan 467 bin 565’i ülke genelindeki olumsuz yaşam koşulları sunan 382 farklı yerleşim biriminde yaşıyor. BMMYK’ya göre, 31 milyon Iraklı’dan en az 3 milyonu işgalden olumsuz etkilendi ve hâlen hayat koşulları normale dönmedi. ABD’li uzman Elizabeth Ferris, bu rakama, Suriye’deki çatışmalardan dolayı Ocak 2013 itibariyle ülkelerine dönmek zorunda kalan 65 bin Iraklı’nın daha eklendiğini söyledi.9

Bu insani maliyet, ABD’nin büyük silah şirketlerinin kârları üzerinden okunduğunda, çok daha çarpıcı bir görünüm alıyor: Irak halkı kırılırken Raytheon, Lockheed, BAE Systems, General Dynamics, Nortron Grumman gibi silah devlerinin kazançları katlanıyor:

“11 Eylül’den sonra ABD savunma harcamaları iki kat, savunma sanayi yıllık kârları dört kat artmış. O on yılda ABD, El Kaide peşinde Afganistan ve Irak savaşlarında 1.3 triyon dolar, temel savunma bütçesine ek 4 trilyon dolar harcamış. AP’nin araştırması (2011), son altı ayda, ABD Afganistan ve Irak’tan çekilirken savunma şirketlerinin hisselerinin yüzde 20 gerilediğini, bir altın dönemin kapanmakta olduğunu savunuyordu.”10

İşe bakın ki, ölüm pazarlayan şirketlerin kârları, dolayısıyla da borsa değerleri, ABD Irak’tan çekilme kararını açıkladığında inişe geçiyor. Ancak bir yere kadar. Sıkı durun: bu şirketlerin borsa değerleri, Suriye’nin11 (dış destekli) iç kargaşa sinyalleri vermeye başladığı 2013’ten itibaren yeniden tırmanmaya başlıyor! Bu, dünyanın emperyal heveslerin odağında yer alan coğrafyalarda yaşamaktan başka suçları olmayan insanlarla, onların kitlesel olarak katledilme, yıkıma uğrama, yerinden yurdundan edilme olasılığını “satın alan” bir avuç yatırımcı arasında ikiye bölünmüş olduğunu gösteriyor! Bu ise savaşların önünün alınmasında enternasyonal dayanışmanın önemini büsbütün arttırmakta.

Ama bu konuya girmeden önce, dilerseniz kısaca Türkiye’nin sürüklenmekte olduğu savaşın bu ülkenin sıradan insanlarına neye patlayabileceği konusunda biraz daha kafa yoralım.

Bunun ipuçlarını bir yandan 20 yıla yakındır süregiden “düşük yoğunluklu” Kürt savaşından, bir yandan da bir “savaş provası” olarak OHAL’den izleyebiliriz:

Haydi gelin, insanı, kanı, canı, kültürü, sevdaları, acıları, düşkırıklıklarını… Velhasıl her şeyi ama her şeyi dolar üzerinden maliyet hesabına vuranların dilini kullanalım ve yıllardır süregelen Kürt savaşına onların buz gibi matematiğiyle bakalım.

Dönemin Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı Cemil Çiçek 2008 yılında demişti ki: “PKK terör örgütünün Türkiye’ye verdiği maddi kayıp, 300 milyar doların üzerinde. GAP’ın maliyeti 32 milyar dolar. Bu parayla 10 tane GAP projesi yapılabilir, 3 milyon 800 bin kişiye iş imkânı sağlanabilir.”

Bir başka “hesap adamı”, THK Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ünsal Ban ise 2013 yılında bir araştırmanın sonucunu şöyle aktarıyordu: “30 yılda Teröre harcanan 350 milyar dolarla, Türkiye yeniden inşa edilebilirdi. Hesaplamak güç olsa da; 117 Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) Boru Hattı, 87 Atatürk Barajı, 100 Yavuz Sultan Selim Köprüsü, 70 Marmaray, İstanbul’a yapılacak 3. Havalimanı özelliklerinde 35 havalimanı, 11 Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP), 8 Kanal İstanbul Projesi, 52 bin 500 adet 24 derslikli okul, 3 bin 60 tane 400 yataklı tam teşekküllü eğitim ve araştırma hastanesi yapılabileceği düşünüldüğünde, devletimizin ve halkımızın kaybının ciddi boyutlarda olduğu görülmektedir.”12

Siz bu sızıldanmalara bakmayın, onlar “300 milyar dolar”larını Kürtlerin üzerine yağdırdıkları bombalardan, kurşunlardan, İHA’lardan, gece görüşlü kameralardan, kalekol, askeri havaalanı inşaatlarından, Batı’ya göç etmek zorunda kalmış yüzbinlerce Kürt emekçisinin boğaz tokluğuna emeğinden çoktan çıkardılar.

Peki ya Kürt savaşına harcanan bu 300 ya da 350 milyar dolar kimin cebinden çıktı dersiniz? Yurttaşların, emekçilerin, sıradan insanların ödedikleri vergilerden elbette…

Ama yitirilen yalnızca para mı? Sadece TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu bünyesindeki alt komisyon raporuna göre 1984-2012 arasındaki çatışmalarda 22 101 PKK’li, 7918 (güvenlik güçleri başta olmak üzere) 7918 kamu görevlisi, 5557 sivil yaşamını yitirdi… Bu 35 bin küsur insan arasında pek azı zengin ailelere mensup. Çoğu, yoksul halk çocukları…

Ölümlerin yanısıra, toplam 4000 köy yok edildi, 380 000 ila 1 000 000 arası Kürt köylü evini terk ederek göçmek zorunda kaldı. 119 bin kişi cezaevine girdi…

O zaman altını bir kez daha çizelim; 30 yılı aşkın süredir devam eden Kürt savaşı, Batıda Türkiye emekçilerini her bakımdan daha çok yoksullaştırdı, yoksunlaştırdı. Binlerce evladını genç yaşta toprağa veren aileler, cafcaflı bir şehit cenazesi, ellerine sıkıştırılan üç-beş kuruş, bir madalya ve ardından da sonsuz bir unutuşla baş başa kaldı. Şehitli ya da şehitsiz, aileler daha çok yoksullaştı, sağlığa, eğitime, emekçilerin gereksinimlerine harcanabilecek fonlar, savaş sanayine yöneldi. Şimdiyse efendiler bir kez daha kapılarını çalıp, daha fazla evlat, daha fazla fedakârlık istiyor onlardan…

OHAL’e gelince… 15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminin ardından ilan edilen ve bir nev’i “savaşa hazırlık” olarak da görülebilecek Olağanüstü Hâl, ilk cepheyi işçilere, emekçilere karşı açtı: yasaklanan grevler, yağmaya açılan madenler, ormanlar, toplu işten çıkarmalar, sendikalı işçiler ve sendikalar üzerinde baskılar, sosyal hakların gaspı, muhalif basının susturulması… İktidarın elinde işçilere emekçilere karşı bir savaş aygıtına dönüşen OHAL, grevin, hak aramanın, sendikal mücadelenin ya da en ufak itirazın “vatana ihanet”le eşitleneceği savaş durumunda hayatın emekçiler için nasıl bir cehenneme dönüşeceğini göstermiyor mu?

* * *

Bu durumda, işçi sınıfının ve emekçilerin tepelerinde sallanan savaş tehdidine karşı söylenecek bir sözü olmalı… “Gocuklu celep kaldırınca sopasını”, “hemen sürüye katılanlardan ve adeta mağrur, salhaneye koşanlardan” olmadıklarını gösterecek bir söz, bir duruş.

Türkiyeli emekçiler, ya da ülkenin batısı için bu, estirilen şoven rüzgârlara, milliyetçi teranelere, şanlı ecdat atıflarına, din-iman-şehadet yavelerine prim vermemekle başlar. Doğrudur, bu ülkede şoven ve tekçi bir milliyetçilik el kadar bebeklikten başlıyor yurttaşların beynine zerk edilmeye… Hem formel hem de informel sosyalleşme kanalları, dışında kalmanın vatan hainliğine eş tutulduğu bir cemaat ruhunu aşılıyor yurttaşlara. AKP iktidarının toplumsal yaşamın dokularına derinlemesine nüfuz etmeye koyulduğu son yıllarda milliyetçi-muhafazakâr-cemaatçi ruha koyultulmuş bir dindarlık da eklendi… Bugün tümüyle tek sese indirgenmiş medya da bu dindar şovenizmi var gücüyle körüklemekte…

Bu durum, emek eksenli örgütlenmeleri, sendikaları, işçi-emekçi derneklerini, sosyalist partileri önemli bir görevle karşı karşıya bırakıyor. Bu ülkede solun, sosyalistlerin ne yazık ki günümüze dek çoğunlukla ihmal edegeldiği bir görev. Bir işçi sınıfı karşı-kültürünü biçimlendirme uğraşı… Sınıfsal sömürü ve tahakküme karşı tepkilerin dışa vurulabileceği sınıfa özgü -her türlü ‘kutsallık’ atfından arındırılmış, eşitlikçi, seküler, enternasyonalist, sınıf dayanışmacı, barışçı- bir karşı-kültür.

Bu, bu ülkenin kendini “Türk” olarak tanımlayan emekçilerini, kendilerini “evde/güvende” hissetti(rildi)kleri milliyetçi-mukaddesatçı iklimden uzaklaştırmak, ulusal ya da etnik aidiyeti ne olursa olsun tüm emekçilerin sermaye düzeninden kaynaklanan tahakküm, tehdit ve saldırganlıkla karşı karşıya olduğu, bu nedenle kurtuluşlarının ortak olduğu bilincini açığa çıkarmak için uğraşmak demektir.

Ve kaçınılmaz olarak, milliyetçilikle ve din sömürüsüyle hesaplaşmayı gerektirmektedir.

Akıntıya karşı kürek çekmek pahasına…

12 Ekim 2016, Ankara.

 

 

1 “Savaş sırasında kanunlar susar.” (Çiçeron.)

2 E. Yıldızoğlu; “Bu Kapitalizm… Bu Kriz”, Cumhuriyet, 26 Eylül 2016.

3 Korkut Boratav, “Finans Dalgaları: Batıda, Türkiye’de”, Birgün,19 Ağustos 2016.

4 11 Eylül’den sonra ABD savunma harcamaları iki kat, savunma sanayi yıllık kârları dört kat artmış. 11 Eylül’ü izleyen on yılda ABD, El Kaide peşinde Afganistan ve Irak savaşlarında 1.3 triyon dolar, temel savunma bütçesine ek 4 trilyon dolar harcamış (E. Yıldızoğlu, “GWOT Bitti ‘Büyük Savaş’ Verelim”, Cumhuriyet,19 Eylül 2016).

5 “ABD’nin gündeme getirdiği Ortadoğu’daki ekonomik işbirliği planına göre, dünya müteahhitlik sektöründe zirveye koşan Türkiye, bu alanda ABD ile ortak hareket edecek. İki ülke, Arap baharıyla yıkılan kentlerin yeniden inşasında ortaklık kuracak.” (“Türkiye ‘Arap Baharı’ Pastasına Ortak Oldu”, Haber Kıbrıs, 27 Haziran 2012,http://haberkibris. com/turkiye-arap-bahari-pastasina-ortak-oldu-2012-06-27. html).

6 Yalnızca şu satırlar dahi Ortadoğu’nun dünya güçleri için önemini özetlemiyor mu: “Ortadoğu dünya petrolünün yüzde 36.7’sini üretiyor. Üreticiler içinde net ihracatçının dört Ortadoğu ülkesi toplam net petrol ihracatın yüzde 35’ini gerçekleştiriyor. Net ithalatçı, ABD, Çin, dört AB ülkesi, Hindistan toplam net ithalatın yüzde 60’ını gerçekleştiriyor. Ortadoğu’nun toplam gaz üretimi içindeki payı yüzde 15.7. Ortadoğu’nun tek net ihracatçı ülkesi Katar’ın toplam net gaz ihracatı içinde payı yüzde 14; Rusya’nın payı yüzde 21.4. Net gaz ithalatçısı beş AB ülkesi, toplam net gaz ithalatının yüzde 27’sini gerçekleştiriyor. Gerek ABD ve AB’nin enerji güvenliği, gerekse de yükselen Çin’in enerji gereksiniminin karşılanması açısından bu bölgenin enerji kaynaklarına erişim büyük önem taşıyor. Bu bölgenin önemi, Avrupa’nın petrol ama özellikle Gaz gereksinimi açısından Rusya’ya bağımlılığının azaltılması açısından ayrıca artıyor.” (Ergin Yıldızoğlu, “Boru Hatlarının Jeopolitiğinde…”, Cumhuriyet, 22 Ağustos 2016).

7 Bkz: Yıldırım Koç, “İşçi Sınıfı ve Barış”, Aydınlık, 24 Ağustos 2015.

8 Ahmet Yaşaroğlu, “İşçi Sınıfı ve Barış”, Evrensel, 28 Ağustos 2015.

9 “Irak İşgalinin İnsani Faturası”, Sabah, 16 Mart 2013.

10 Ergin Yıldızoğlu, “GWOT Bitti, ‘Büyük Savaş’ Verelim”, Cumhuriyet, 19 Eylül 2016.

11 Bu arada, bitmemiş Suriye savaşının bilançosu ise çok daha vahim bir tablo sergiliyor: “Guardian gazetesi, Suriye Politika Araştırma Merkezi’nin (SCPR) Suriye’de savaşın yarattığı yıkımla ilgili yeni raporundaki verileri yayımladı. Gazetenin Orta Doğu editörü Ian Black’in imzasını taşıyan haberde raporun, savaşın Suriye’de yarattığı yıkımın boyutunu ortaya koyduğu aktarıldı. Rapora göre Suriye’deki savaşta ülke nüfusunun yüzde 11’i öldü ya da yaralandı.

Haberde özetle şu bilgiler yer alıyor: ‘SCPR tarafından yayımlanan rapora göre Suriye’deki savaşta 470 bin kişi yaşamını yitirdi. Savaş nedeniyle ulusal sağlık sistemi ve ülke alt yapısı neredeyse yok oldu. Rapor, toplamda, krizin başladığı 2011 Mart ayından bu yana nüfusun yüzde 11,5’inin öldüğünü ya da yaralandığını belirtiyor. Yaralananların sayısı 1.88 milyon oldu. Ortalama yaşam süresi 201’da 70 iken bu, 2015’te 55.4’e geriledi. Suriye’nin toplam ekonomik kaybı ortalama 255 milyar dolar oldu. (…)

Haberde rapordaki diğer bazı detaylar özetle şöyle aktarılıyor: “Tüketici fiyatları geçen yıl yüzde 53 arttı… “Çalışma şartları ve ücretler kötüleşti. Güvenlik kaygıları nedeniyle artık daha az kadın çalışıyor… “Yaklaşık 13.8 milyon Suriyeli, geçim kaynağını yitirdi… “Nüfusun yüzde 21 oranındaki düşüşü Türkiye ve Avrupa’ya giden mültecilerin rakamlarını açıklamaya yardımcı oluyor… “Toplamda nüfusun yüzde 45’i yaşadığı yerlerden ayrılmak zorunda kaldı. 6.36 milyon kişi ülke içinde yer değiştirirken 4 milyon fazla kişi ülke dışına çıktı.” (http://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/02/ 160211_suriye_rapor_guardian).

12 Celal Deniz, “Kürt Sorununun Maliyeti”, Marmara Yerel Haber, 7.9.2016, http://m.marmarayerelhaber.com/Celal-DENiZ/46113-Kurt-sorununun-maliyeti

 

Ekim Devrimi ve ekolojik paradigma!

Marx’ın geçmiş toplumsal yaşamı, kapitalizmi ve geleceği ortaya koyma çabalarına, Friedrich Engels ‘doğanın diyalektiği’ üzerine yazdığı makaleler ile destek olur. Engels, “Matematik ve doğa bilimlerinde yenilenmeyi yaparken benim için söz konusu olan şey, doğada sayısız değişikliklerin karışıklığı arasından, tarihte yaşanmış olayların görünürdeki olumluluğunu düzenleyen şey hareket yasalarının, insan düşüncesi tarafından gerçekleştirilen evrim tarihinde iletken bir zincir oluşturarak yavaş yavaş düşünen insanların bilinç alanına giren yasaların aynı yasalar olduğu” noktasına dikkat çekmiştir.

Engels, “Amaç doğanın nesnel diyalektiğini ortaya koymak ve böylece doğabilimde bilinçli materyalist diyalektiğin gerekliliğini kanıtlamak; idealizmi, metafiziği, bilinmezciliği ve kaba materyalizmi bilimden söküp atmak, bilimsel gelişmenin belli başlı sonuçlarını, diyalektik materyalizm açısından genelleştirmek ve böylece materyalist diyalektiğin temel yasalarının evrensel niteliğini göstermektir” yaklaşımıyla felsefe ve doğabilim arasındaki ilişki sorunuyla uğraşarak bunların birbirinden ve toplumsal yaşamdan koparılamayacağını göstermiştir.

Diyalektik materyalizmin ve tarihsel materyalizmin insanların toplumsal yaşamlarına dönük olarak ortaya koyduğu gerçekler önümüzü aydınlatmaktadır. İlk insandan günümüze kadar olan yaşamların analizi materyalist bakış açısıyla ‘bilinmezcilik’ anlayışından koparılmıştır. Diyalektik materyalizmin gücüyle Marx kapitalizmi çözümlemiş ve o müthiş “Komünist Manifesto”yu Engels’le birlikte yazarak geleceğe ışık tutmuşlardır. 1917 Ekim Devrimi bu bilgiler ışığında gerçekleşmiştir.

1917 Ekim Devrimi

V. İ. Lenin, Ekim Devrimi sürecindeki önderliğini ve ortaya koyduğu devrim kuramını Marksizm’den hareketle oluşturmuştu. Ekim Devrimi’yle müthiş bir sosyalist gelişme yaşanmış ve 20. yüzyıla damgasını vurmuştur. 70 gün sürmüş olan Paris Komünü deneyimi dışında pratik anlamda bir mirasa sahip olmayan Ekim Devrimi insanlık tarihinde çığır açmıştır. İç savaş koşullarında, büyük saldırılar ve açlık dönemlerinin içinden geçen Ekim Devrimi’nin, ekoloji sorunlarını başat sorun olarak maalesef ele alamadığı görülmüştür. Lenin, milyonlarca yoksul ve aç insanın yaşamlarını iyileştirebilmek için NEP dönemi gibi geri adımlar atmak zorunda kalınan devrim sürecinde, bütün dikkatini sosyalist devrimi zafere götürmek üzerine oluşturmuştur.

Lenin, kendiliğindenciliği kutsayan anlayışlara karşı çıkarken ideolojik, siyasal ve ekonomik mücadelelerde bütünselliği ortaya koydu. Toplumsal ve bu bağlamda tarihsel bütünün çözümlemesine dayanmayı ve tarihsel bütünün somut olarak ele alınmasını proletaryanın kurtuluş yolu olarak belirlemiştir. Lenin’in sınıfsal anlayışı, ittifaklar politikasıyla proletaryanın bağımsız devrimci çizgisinin oluşumuyla birlikte proletarya, yoksul köylülük, yarı proleterler ile emekçi halk ve ezilen halklar zincirini birbirine bağlamıştır. Tarım ve toprak sorunu ile ulusal sorun, devrimin merkezî alanı haline gelmiş ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını devrim ve sosyalizm zemininde ete kemiğe büründürmüştür.

Kapitalizmin sihirli sözcüğü olan ‘üretim artışı’ 1917 sonrasında SSCB’de de önemsenmiş ve üretimi arttıracak ufak tefek gelişmeler dahi coşku ve heyecanla karşılanmıştır. Ekosisteme zarar verebilecek büyük imar planları ile ülke büyük bir şantiyeye dönüşmüştür. Bu adımlarla tarımsal üretimde ve sanayi üretiminde büyük başarılara imza atılırken, bu geçiş döneminde ortaya konan politikalar bir zorunluluk hali olarak değerlendirilmektedir.

2. Dünya Paylaşım Savaşı’nda Sovyetler’in faşizme karşı gösterdiği başarı sürecinde birçok komünist kadronun yaşamını yitirmiş olması bazı zorlukların aşılmasında partiyi sınırlamıştır. Bu süreçlerin ardından gelen Kruşçev dönemiyle birlikte kapitalist üretimle bir yarış süreci başlatılmış ve bu nedenle dünyanın en büyük gölü Aral’ın kuruması dahil birçok ekolojik felaket zinciri SSCB’nin yıkılmasına kadar devam etmiştir. Elbette şu unutulmamalıdır; toplu taşıma, merkezî ısıtma, üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin ortadan kaldırılması, tarımın modernize edilerek tarım arazilerindeki mülkiyeti ortadan kaldırıp ortak üretim süreçlerinin örülmesi sosyalist deneyimin bize bıraktığı çok önemli miraslardır.

Doğal yaşam, ‘doğaya egemen olma’ arzusu ile kapitalizm tarafından sınırsız hammadde deposu olarak değerlendirilmektedir. SSCB’de benzer uygulamalarla doğal yaşamın, tamamı insan merkezli olarak düzenlenip kontrol altına alınmasıyla birlikte doğa sömürüsü ortaya çıkmış ve buna bağlı doğal hayatta yıkımlar yaşanmıştır. Böyle bir anlayış ne Marx’ın, ne Engels’in ne de Lenin’in hedefi asla olmadı. Marx, kapitalizmin emek ve doğa sömürüsünü at başı sürdürdüğüne yönelik tespitlerde bulunmuştur. SSCB’de doğa sömürüsünün gündeme geldiği ve emeğin özgürlüğü üzerine politikaların temel alındığı bir süreç yaşanmıştır. Doğa sömürüsüne dönük olarak ‘çevrecilikten’ öteye bir politika üretilememesi ise büyük bir kavrayış eksikliği olarak günümüze kadar taşınmıştır.

Nüfus sorunu!

16 ve 18. yüzyıllar arasında Avrupa’nın birçok ülkesinde nüfus artışına büyük önem verildi. Dönemin mutlak iktidarları (krallıklar) nüfus artışını devletin zenginlik kaynaklarından biri olarak gördü. Nüfus artışının beraberinde zenginliği getirdiği ve bu yolla daha fazla işgücü ve daha kalabalık güçlü ordu anlayışı bu dönemin en önemli özelliğiydi. Kapitalizmle birlikte sanayinin gelişimi sonucu yoğun emeğin yerini makinelerin doldurmaya başlaması ile birlikte işsizlik arttı, yoksulluk ve sefalet daha da yaygınlaştı. Bu sonuçların nüfus fazlalığından ileri geldiği düşünülmeye başlandı.

18. yüzyılın sonunda Thomas Robert Malthus nüfus kuramını geliştirdi. Malthus’a göre, nüfus yiyecek maddeleri üretiminden daha hızla artıyordu. Eğer bu hızlı artış düşürülmezse, dünya bir süre sonra üzerinde yaşayanları besleyemez olacaktı. Karl Marx ise Malthus’u eleştirerek, iyi örgütlenmiş bir toplumda nüfus fazlalığının sorun olmayacağını, işsizlik ve yoksulluğun temel nedeninin kapitalizmin işleyiş biçimi olduğunu ortaya koydu. Marx, işsizler ordusunun varlığının ücretlerin yükselmesine engel olduğunu görmüş ve kapitalistlerin düşük ücretli işçi çalıştırarak daha fazla kâr elde ettiklerine, kapitalizmin yıkılıp sosyalizmin kurulmasıyla birlikte işsizlik sorununun ortadan kalkacağı ve yaratılan değerlerin onu yaratanlara geri dönmesiyle birlikte nüfus sorununun ortadan kalkacağına dikkat çekmiştir.

Ekoloji ve sosyalizm!

Marx’ın ortaya koyduğu anlayışa karşın kapitalizmin üretim süreçlerine benzer süreçler özellikle 1950 sonrası SSCB döneminde büyütüldü; yani nüfus artışı daha fazla üretim ve daha güçlü ordu temelinde ele alındı. Bugün bu nüfusu dünyanın kaldıramayacağı noktasında yine tartışmalar yaşanıyor. Kapitalist üretimde emek sömürüsünde ortaya çıkan artı değeri, sermaye birikiminin yeniden değerlendirme sürecine tekrar sokarken hem doğa sömürüsünü büyütmekte hem de aşırı üretim ve tüketimi toplumlara dayatmaktadır. Bu yolla kendisini sürekli yenileyerek ilerlerken doğal yaşamda geri dönülmez gedikler açmaktadır.

Sosyalizmin yeni paradigmalara ihtiyaç duyduğu öncelikli olarak tartışılmaktadır. Engels, “Doğanın Diyalektiği”nde; “Doğa en küçüğünden en büyüğüne dek, küçük bir kum tanesinden güneşe, canlı en ufak hücreden insana dek, sürekli bir varoluş ve yokoluş, sürekli bir akış, sonsuz hareket ve değişim içindedir” sözleri ile dışsal etkilerden uzak doğanın hareketlerine dikkat çeker. Bugün kapitalist üretimlerin yol açtığı doğadaki olumsuz değişimler geri dönülemez ve kendisini yenileyemez noktadadır. Değişime uğrayan doğa, insanı ve beraberinde birçok canlıyı dışlamaya hazır, yeni ‘doğal’ yapıyı ortaya çıkarmaya hazırlanıyor. Bu yeni ortaya çıkacak ‘doğal yapı’ içinde insanın yer alması ise mümkün görülmüyor.

Küresel ısınma ve buna bağlı iklim krizi can alıcı biçimde büyümeye devam ediyor. İnsan soyunun sona yaklaştığı tartışmaları sürerken kapitalistler, bu bağlamda kötü gidişi önlemek adına attıkları her adımda yeni metalaşma ve birikim süreçleri başlatmaktadırlar. Aşırı kapitalist üretimleri sürdürmek adına yoğun enerjiye ihtiyaç duymaktadırlar. Bu enerjiyi ise gelenekselleşen karbon yakımıyla; yani gaz, petrol ve kömür yakan termik santrallerle karşılamaktadırlar. Bundan uzaklaşmak için alınan kararlar ise hiçbir biçimde uygulanmadığı gibi dünya da küresel ısınmaya yol açan karbonun ticaretini yaparak yeni birikim yolları açmışlardır.

Temiz ve nitelikli tüm sular, enerji ve diğer sanayi üretimlerine bağlanırken insanların en temel ihtiyacı olan içme suyu şişeye hapsedilmiştir. Bu da yetmemiş ve örneğin Türkiye’de sular petrol boru hatları gibi borularla dış ticarete konu edilmiştir. Kıbrıs’a döşenen ve İsrail’e kadar taşınacağı bilinen su, boru hatları ile iletilmektedir. Benzer süreçleri Arap Yarımadası’na kadar uygulamaya sokacakları, yaptıkları planlarda görülmektedir. Sermayenin yeni hedefi enerji üretimlerini maden sahalarına taşımaktır. Bu durumda ihtiyaç duydukları sular da aynı yöntemle taşınır kılınmıştır.

Kentlerin su ihtiyaçları da bu yolla karşılanmaya çalışılmaktadır. Konya Karapınar’a sadece enerji üretecek organize sanayi bölgesi kurulmaktadır. Aynı zamanda Karapınar’da susuzluk nedeniyle dönem dönem çiftçilere su verilmemektedir. Bu koşullarda termik santrallerin kurulması hedeflenen aynı bölgeye su taşımanın dışında bir seçenek yoktur. Bu nedenle Sakarya ve Menderes nehirlerine kadar su boru hattı döşenmesi projelendirilmiş ve çevredeki göl suları da bölgeye bağlanmaya çalışılmaktadır.

Bu gelişmeler sonucunda tarım arazilerinin ve doğal ekosistemlerin yok edileceğini ve değişime uğrayacağını görmek mümkündür. Konya’da en yoğun tarımsal üretim, pancar üretimidir. Hükümetin hazırladığı son yasa taslağında Nişasta Bazlı Şeker (NBŞ) kotalarının tamamen kaldırılacağı yer almaktadır. Bu durumda pancardan şeker üretiminin devam etme koşulu ortadan kalkmaktadır. Konya Havzası’nı enerji üretim alanı olarak projelendirenler pancardan elde edilen şeker üretiminin sonlanarak Cargill gibi kapitalist tekellerin bu alanda hâkim olmasını sağlamaktadır. GDO vb. tartışmaları bir yana bıraksak dahi bu süreç Türkiye’de tarıma indirilen en büyük darbedir.

Nüfus sorununa geri dönersek; örneğin Türkiye’de yaşayan 78 milyon insanı besleyecek tarımsal üretim olanakları hem uygulanan tarım politikaları hem de susuzluk nedeniyle hızla yok edilirken, tamamen dışa bağımlılık hayata geçirilmektedir. Hükümet ise bu yaşanan süreçlerde her aileye 3-5 çocuk yapma çağrıların nedeninin, çok sayıda işsiz ile emek gücü ücretlerini açlık sınırının altına çekmek ve savaş politikalarında bol miktarda asker ihtiyaçlarını gidermek olduğu görülmektedir.

Tarih bazı noktalarda sanki tekerrür ediyor! Malthus bu dönemde yaşamış olsaydı birçok kesim tarafından desteklenirdi. Oysa Marx’ın ortaya koyduğu gibi sosyalist bir dünyada nüfus ne kadar çoğalırsa çoğalsın açlık asla yaşanmayacaktır; ancak kapitalizm sosyalizmin bu olanağını hızla tüketirken geleceğimizi karartmaktadır. Kapitalizm koşullarında dünya üzerinde açlık, susuzluk ve buna bağlı kitlesel ölümlerin yaşanacağı günlerin arifesindeyiz.

Enerji ve su!

Bugün Türkiye’de sermaye yapıları geleneksel sanayi üretimlerindeki yatırımlarını en aza indirirken neredeyse tamamı enerji üretimleri gibi sektörlere kayıp rantiye bir ekonomik modelini temel alan bir çizgiye geldiler. Emek yoğun işler artık maden ocakları ağırlıklı olarak devam edeceği anlaşılmaktadır. Kömür madeni yataklarının hızla genişletilmesi hedeflenmektedir. En çok işçiye maden sahalarında ihtiyaç duyacakları şimdiden görülebilmektedir.

Türkiye’de 120 bin MW enerji üretim kapasitesi hedeflenirken bugün bu düzey 77 bin MW’a ulaşmıştır. Bu enerjinin yarısı kullanılırken üretimin diğer kapasitesi dış ticarete konu edilecektir. Bugün devletin elindeki enerji üretim merkezleri ya hiç çalıştırılmamakta ya da çok düşük kapasitelerde çalışmaktadır. Sermaye kesimlerine yol açmak amacıyla bu durum uygulanırken AB dahil tüm çevre ülkelerle enerji entegrasyonu sağlanmış ve Enerji Piyasası Kanunu çıkarılarak 3 kez yenilenmiştir.

1000 MW’lık bir termik santralde 1 saat içinde 7 bin metreküp su kullanılıp buharlaştırılmakta ve aynı zamanda kirletilmektedir. 120 bin MW enerji üretimi içinde, 100 Bin MW üretim termik santrallerle (kömür, doğalgaz, petrol, nükleer vb.) gerçekleştirilmesi amacıyla altyapı çalışmalarını hızla tamamlamaktadırlar. Sadece enerji üretiminde 1 saatte 7 milyon metreküp su kirletilerek buharlaştırılacaktır. Bunun dışında Ortadoğu’da yaşanan emperyalist dizaynın temel nedeni olarak düşünmemiz gereken kayagazı ve kayapetrolü üretimleri için bugün kullanıma soktukları su miktarını katlayan bir su varlığına ihtiyaç duyacaklardır.

Ortadoğu’da 20-30 yıllık ekonomik ömrü kaldığı tespitleri yapılan petrol üretiminin yerini bu süreç alacaktır. Dicle ve Fırat nehirleri çevresinde yoğunlaşan paylaşım kavgası bunun en önemli göstergesidir. Türkiye’de Kürdistan ve Trakya topraklarında olduğu söylenen kayagazı ve kayapetrolü sondajları 5 yıldır sürmektedir. Diyarbakır’da Shell firması üretime hazır olmasına karşın su sorununun çözülmemiş olması ve bölgede süren savaş ortamı nedeniyle beklemektedir. Silvan Barajı bu amaçla projelendirilmiş; fakat gerillanın müdahaleleri nedeniyle henüz bitirilememiştir.

Kürdistan’da yaşatılan yıkımın en önemli nedeni Kürt halkını boyunduruk altına alarak bu süreçleri başlatmak istemeleridir ve beklemeye tahammülleri yoktur. Kayagazı üretiminde bir sondaj kuyusuna ortalama 18 kez ve yaklaşık 900 adet adı sanı bilinmeyen kimyasal katılarak çok yüksek basınçla yerin 2 ile 5 bin metre atına su basılır ve karbon kayaçlar bu yolla patlatılır. Oluşan çatlaklardan çıkan gaz ve petrol yukarı alınır. Bir kuyuda tek seferde yaklaşık 18 bin metreküp su yeraltına basılırken bu işlem 15-20 kez aynı kuyuya uygulanır. Bu nedenle bir kuyuya ortalama 300 bin metreküp su pompalanır. Bu su geri kazanılamaz ve yeraltı sularının bulunduğu akiferler kirlenir ve kullanılamaz hale gelir. Binlerce sondaj hedeflenmektedir ve bunun sonucu bölgede yaşamın son bulması olacaktır.

21. yüzyıl devrimlerinin kalıcı olabilmesi proleteryanın önderliğinde mümkün olacak!

Tüm bu gelişmeleri görmek ve buna göre politikalar belirlemek çok önemli, ancak asla yeterli değil. İşçi sınıfına bilincin ancak dışarıdan verileceği bilinmektedir; fakat bu bilinç sermayeye bağlı kölelik yaşamlarını reddeden ve kendi geleceğini kendisinin kurması gerektiği perspektifi artık işçileri örgütlemekte ve ileri işçiler haline getirmekte yeterli olmaktan uzaktır. Emek ile doğa sömürüsünün at başı devam eden süreçlerine dair tüm dünyanın tartıştığı iklim değişiklikleri ve doğal alanların yok edilmesi sorunu üzerine yoğun tartışmalar yaşanmaktadır. Bu tartışmaların işçi sınıfı içine taşınması ve bu gelişmelerden haberdar edilerek bilinçlenmesi bir zorunluluktur. Bu yolla işçinin kapitalizmden mutlak kurtulması gerektiği sonucuna daha hızla varacağı ise bir gerçekliktir.

Kapitalizmin insan yaşamı ve bildiğimiz biçimiyle doğal yaşamın uçurumun kenarından kurtarılmasını sağlayacak ve buna önderlik edebilecek güç yine işçi sınıfı olacaktır. Bugün işçi sınıfına, hayat yeni bir görev daha yüklemiştir. Doğayla uyumlu yaşamayı düstur edinebilecek ve onu bir hammadde deposu olarak sömürmeyi ‘asla’ aklına getirmeyecek ve onunla birlikte var olabileceğini görerek hareket edebilecek olan tek sınıf, işçi sınıfıdır; ancak o, bugün bu bilincin oldukça dışında bir yerde sadece iş ve iş güvencesi ile ücretler sarmalına sıkışmış durumda kafasını kaldırmaktan uzak bir haldedir.

Son söz!

Sosyalist hareketler bu soruna yanıt bulmak zorundadır. Temel politik paradigmalar içine mutlaka ekolojiyi almak ve bu bağlamda politikalar üretmelidir. Bu süreçlerin sadece Türkiye coğrafyasında yaşanmadığı bir gerçektir. Bu bağlamda tüm dünyada yeni enternasyonalist bir örgütlenmeye olan ihtiyaç can yakıcı boyuttadır. Özellikle içinde yaşadığımız Ortadoğu coğrafyasında yürütülecek faaliyetlerde ‘su ve enerji’ üzerinden yaşanan savaşlar ve yokoluşlar görünür kılınarak yeni ittifaklar ve yeni hedefler ortaya konmalıdır. Çevrecilik söyleminden uzaklaşıp doğal yaşamla uyumlu bir geleceği önermek ve bu öneriler bağlamında sosyalizm hedefinde ve devrim sonrası yaşamda nasıl bir üretim ve tüketim modelinin hayata geçirileceğini tartışmak ve yanıtlar vermek artık ertelenemez bir görevdir.

İşçi sınıfı kapitalizmi alt etmeyi hedeflemekten uzak kaldığı sürece, kapitalizm kendisini sürekli yenileyerek var etmeye devam edecektir; ancak doğa sömürüsü sınırsız değildir ve bugün kapitalizm bu sınırın tam da son noktasında durmaktadır. Bu durumu bertaraf edecek ve yeni bir geleceği sağlayacak mücadeleye önderlik edebilecek tek güç işçi sınıfı ve onun örgütlü gücü olacaktır. Bu gerçeği gören bir yerden ekoloji sorunu ele alınmak zorundadır. Ekim Devrimi 20. yüzyıla damgasını vurmuş ve 21. yüzyılda halen tek seçenek olarak yolumuzu aydınlatmaktadır. 21. yüzyıla damgasını vuracak bir devrim tüm dünyayı kasıp kavuracak ve kapitalizmi tarihin kirli sayfalarına gömecek güçte olacaktır. Yeter ki bu hedefe kilitlenelim ve kapitalizmin yarattığı sorunlara çare üreten, önerilerde bulunan değil onu tam da cepheden ve her yönlü mücadele alanında onu hedef haline getiren politikalar bugün tam da ihtiyacımız olandır.

Yusuf Gürsucu

Öğrenciler, veliler, mezunlar isyanda: Kimsenin projesi değiliz!

2015-2016 eğitim yılı mezuniyet törenleri, İstanbul Erkek Lisesi’nden başlayarak ülke genelinde birçok lisenin ardı ardına bildiriler yayınlayarak ve karanlığa sırtını dönerek ‘proje okul‘ vb. uygulamalara, öğrenciyi ve eğitim emekçilerini nesneleştiren düzenlemelere karşı protestolarına sahne olmuştu.

2016-2017 eğitim yılı ile birlikte proje okul uygulamasını hayata geçirmeye başlayan Milli Eğitim Bakanlığı, bir yandan karanlığa sırtını dönen onurlu lise öğrencilerinden, diğer yandan bu öğrencilerin eğitim sürecinde yer alan eğitim emekçilerinden intikam almaya girişti.

MEB’in yaptığı düzenlemeye göre, ulusal ve uluslararası proje yürüten okul ve kurumlar, doğrudan Milli Eğitim Bakanı’nın onayı ile proje okulu olarak seçildi ve bakanlık merkez teşkilatına bağlandı. Düzenleme ile ‘proje okulların’ öğretmen atamaları ve yönetici görevlendirmeleri doğrudan bakan onayına bağlandı. Bu okullarda öğretmen ve yönetici olarak görevlendirilmek, hiçbir sınav veya ölçüte dayandırılmadı.

Proje okullarda 8 yılını dolduran öğretmenlere atama zorunluluğu getirildi, 4 yılını dolduran öğretmenlerin akıbeti ise okul müdürünün keyfiyetine bırakıldı. Sınavla (liyakat esasına göre) bu okullara atanan öğretmenler sürgün edilmeye başladı.

Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz’ın, ‘Vatan senden hizmet bekliyor’ dendiğinde sağına soluna bakmadan sokağa bayrakla çıkabilecek, yeni bir nesli yetiştirmek istiyoruz” diyerek ilan ettiği proje okul uygulaması; öğretmenlerin rotasyona tabi tutulmasıyla büyük bir kargaşaya yol açtı, birçok okulda derslerin yapılamamasına neden oldu. Bu tablo, TEOG sınavına senelerce hazırlanarak bu okullara girebilmiş öğrencilerin, varını yoğunu çocuklarının eğitimine sevk etmiş velilerin ve okullarının kimliksizleştirilmesine karşı çıkan mezunların isyanıyla karşılandı.

1187 öğretmenin görev yeri değiştirildi

Derslerin başladığı hafta bu okullarda görev yapan 1187 öğretmen ve idareci yönetmelikte belirlenen 8 yıllık görev süresini doldurdukları gerekçesiyle okul ve öğrencilerinden koparılarak başka okullara gönderildi. Bornova Anadolu Lisesi örneğinde olduğu gibi, bazı okullarda 98 öğretmenden 92’si başka okullara dağıtıldı, derslerin büyük bölümünün haftalarca boş geçmesi pahasına eğitim emekçileri sürgüne zorlandı.

Eğitimdeki ticarileşme ve sınıfsal ayrışmayla paralel, eğitim müfredatının her geçen gün içinin boşaltıldığı, imam hatiplerin yaygınlaştırıldığı, emekçi çocuklarının imam hatiplere gitmeye mahkûm edildiği, çocuklarını imam hatibe göndermek istemeyen ailelere özel okullar dışında bir seçeneğin bırakılmadığı koşullarda, görece nitelikli eğitim gören bu okullar da, proje okul saldırısıyla hedef tahtasına oturtuldu.

Proje okullar neyin projesi?

Proje okulların; bilişim, elektronik ve alt yapı olanakları geliştirilerek sermayeye proje üretmesi, devletin bu okullara kaynak aktarmaktan kurtulması ve bu yolla özelleştirilmesi hedeflenmektedir.

Öte yandan kimi vakıflar, bu okulları kendi himayelerine alıp özel okul statüsüne sokmak istemektedirler. Proje okul yapılan liselerin binaları ve arazileri de sermaye açısından değerlendirilebilecek alanlardır. Kadıköy Anadolu Lisesi, İstanbul Erkek Lisesi gibi birçok okulun bulunduğu araziler, sermayenin iştihanı kabartmaktadır.

Eğitim-Sen Danıştay’a dava açtı

Eğitim-Sen’in proje okullarında görevli öğretmenlerin atanmasıyla ilgili Danıştay’a açtığı dava, 13 Haziran’da Anayasa Mahkemesi’ne intikal etti. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, proje okullarının belirlenmesi ile bu okullara yönetici ve öğretmen atanmasında Milli Eğitim Bakanı’na sınırları belirsiz ve herhangi bir ölçüte dayanmayan geniş yetkiler verilmesini Anayasa’ya aykırı bularak Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu.

Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) Danıştay başvurusunu 6 ay içinde karara bağlaması gerekiyor. Halen 2 aylık bir süre kaldı. Eğer AYM, bu sürede karar vermezse Danıştay mevcut dosya üzerinden kendi başına bir karar verebilir.

Ders yok, direniş var!

Öğretmenlerinin ‘norm fazlası’ oldukları gerekçesiyle görevden alınmaya başlanmasıyla birlikte, İstanbul’da Avni Akyol Güzel Sanatlar Lisesi’nden başlayarak Cağaloğlu Anadolu Lisesi, Kadıköy Anadolu Lisesi gibi liselerde öğrenciler eylemler başlattı. Kadıköy Anadolu Lisesi’nde 11 Ekim günü derse girmeyerek oturma eylemi başlatan liseliler, okul müdürü tarafından, haklarında disiplin soruşturması açmakla tehdit edildi. Veliler ise proje okul uygulamasına karşı çıkarak çocuklarına destek verdi.

Veliler, mezunlar, öğrenciler toplanıyor

9 Ekim’de Kadıköy Anadolu Lisesi öğrenci velileri, mezunları ve öğrencileri proje okul uygulamasına karşı toplantı yaptı. Toplantı sonucunda 11 Ekim günü, Sultanahmet’teki Milli Eğitim Bakanlığı İstanbul İl Müdürlüğü önünde bir basın açıklaması yapılması ve velilerin dilekçe vermesi kararlaştırıldı.

18 Ekim’de ise Ankara’ya gidilip bakanlığa toplu başvuru yapılarak proje okulları uygulamasından vazgeçilmesi, sürgüne gönderilen öğretmenlerin eski görevlerine dönmeleri istenecek. Meclis’teki tüm partiler ziyaret edilecek.

Kadıköy Anadolu Lisesi’nde ikna odaları kuruldu

Kadıköy Anadolu Lisesi’nde proje okul uygulamasına karşı direnişe geçen öğrenciler, 13 Ekim’de müdür Halit Çittır tarafından sorguya çekildi.

Edinilen bilgiye göre öğrenciler dönemlerine göre beşer kişilik gruplar halinde müdürün odasına çağırılırken kendilerine üzerinde sorular yer alan bir dilekçe kâğıdı verildi. Öğrencilerden kâğıtlardaki ‘Oturma eyleminde yer aldın mı?’, ‘Eylemi kim düzenliyor?’, ‘Seni eyleme katılmaya zorlayan oldu mu?’ gibi soruları yanıtladıktan sonra, imza atmaları da istendi.

Olayın velilere ve sosyal medyaya aksetmesi üzerine müdür geri adım atmak zorunda kaldı. Öte yandan öğretmenlerin zorla tayinine karşı mücadeleyi sürdüreceklerini belirten veliler, “çocuklarımızı sokakta bulmadık, okul idaresinin her türlü keyfi uygulamasının karşısında olacağız” dediler.

Kadıköy Anadolu Lisesi önünde TOMA ve polis ablukası

‘Proje Okul’ ilan edilmesinin ardından öğrenci ve velilerin büyük tepkisine neden olan Kadıköy Anadolu Lisesi’ni polis 17 Ekim’de abluka altına aldı. Öğrenci ve velilerin ortak eylemlerine sahne olan Kadıköy Anadolu Lisesi önünde polisler uzun namlulu silahlarla nöbet tuttu, öğrenci ve velilerine gözdağı vermeye çalıştı.

Avni Akyol Güzel Sanatlar Lisesi eylemlerini sürdürüyor

18 Ekim’de Avni Akyol Güzel Sanatlar Lisesi öğrenci velileri ve mezunları, proje okul kapsamında okulda sekiz yılı doldurarak norm fazlası ilan edilen ve resen atanan 28 öğretmenine destek vermek için bir araya geldi. Eyleme, İstanbul’daki diğer köklü liselerin mezun ve öğrenci velileri de katıldı. Yaklaşık 50 kişinin katıldığı eylemde ‘proje okul istemiyoruz’ sloganı atıldı.

İstanbul Erkek Lisesi’nde ‘proje okul’ protestosu

İstanbul Erkek Lisesi’nin ‘proje okul’ kapsamına alınmasına ve proje okullara karşı çıkan öğrenci velileri 19 Ekim’de tarihi lisenin önünde bir araya geldi. ‘Projeniz değiliz’ diyerek protesto gösterisi gerçekleştiren veliler, mücadelede kararlı olduklarını belirten bir basın açıklaması gerçekleştirdi.

Velilerin protestosuna, alkışlar eşliğinde okuldan çıkan öğrenciler de destek verdi. TOMA’nın velilerden önce okulun önüne gelmesi ise dikkatlerden kaçmadı.

Projeye karşı balonla yürüdüler

Proje okul uygulamasına karşı çıkan veliler, 21 Ekim’de Cağaloğlu Anadolu Lisesi önünde buluştu. Lisenin mezunlarının da katıldığı eyleme İstanbul’daki diğer liselerin veli ve mezunları da destek verdi.

“Proje Okul İstemiyoruz Komitesi’’ adına konuşan Duygu Yalçıner, “Endişemiz sadece öğretmenlerimizin gönderilmek istenmesinden ibaret değil. Bu okullardaki gençlerin kaderlerinin birkaç kişinin keyfi kararlarına bırakılması” dedi. Cağaloğlu Anadolu Lisesi velileri, “Biz kimsenin yazboz tahtası değiliz” derken, eyleme katılan öğrenciler de okullarındaki dönüşümü, “Bilim afişlerinin yerini ‘Her gün yeni bir dua’ afişi aldı” sözleriyle anlattı.

‘Dağı taşı imam hatip lisesi dolduracağız’

Türkiye’nin en köklü okullarından (proje okul) Kabataş Lisesi’nin çiçeği burnunda müdür yardımcısı, imam hatip öğretmeni Şakir Voyvot’un Bolu Gençlik adlı bir kuruluşta yaptığı konuşmada sarf ettiği sözler tepki topladı.

Şöyle diyor yeni projenin lise müdür yardımcısı: “Bütün okullarımızın imam hatip lisesi gibi olması zamanı geldi.” Yetmiyor, “Elhamdülillah dağı taşı imam hatip lisesi dolduracağız” diyor. Bütün liselerin kapısında Anadolu Gençlik teşkilatının olması gerektiğini söylüyor. Bundan 25 sene sonra İslami hükümlere geçmiş ülkelerin haberlerini kutlayacaklarını da ekliyor.

Öğrencilerden öğretmenlerine veda törenleri

Milli Eğitim Bakanlığının, Proje Okullarda görev yapan öğretmenlerin büyük bölümüne atama yazılarını göndermesi ile birlikte Kadıköy Anadolu Lisesi’nde 89 öğretmenden 52’si, Vefa Lisesi’nde ise 28 öğretmen başka okullarda görevlendirildi. Kadıköy Anadolu’da 23 Ekim’de, Vefa Lisesi’nde ise 28 Ekim’de öğrenciler öğretmenlerine veda törenleri yaparken bu haksız uygulamayı kabul etmeyeceklerini vurguladılar.

Danıştay ‘Proje okulları protesto eden öğrencilere ceza yok’ kararı aldı

Danıştay İdari Dava Daireler Kurulu, Milli Eğitim Bakanlığı mevzuatından ‘izinsiz gösteri, toplantı düzenlemek ve katılmak’ fiilini 25 Ekim’de suç olmaktan çıkardı. Bu kararla, proje okullara karşı çıktığı için ‘ikna odaları’na alınan öğrencilere de disiplin cezası verilemeyecek.

Köklü dört lisenin mezunları: Proje okul yönetmeliğinin değişmesi için bir aradayız

‘Proje okul’ uygulamasına karşı ‘Birlikte daha güçlüyüz’ açıklaması yaparak ortak hareket etme kararı alan Kadıköy Anadolu, Vefa, Bornova Anadolu ve İstanbul Erkek mezunları, öncelikli amaçlarının proje okul yönetmeliğinin değiştirilmesi olduğunu belirtti.

Mezunlar, ayrıca 9 Kasım Çarşamba günü Şişli Kent Kültür Merkezi’nde akademisyen ve hukukçuların katılacağı bir panel düzenlemeyi planlıyor.

Kitapları PDF’den okuyun

Okullar açıldıktan sonra geçen bir aya karşın öğrencilerin çok büyük kısmının halen ders kitapları yok. İlkokul 1’inci sınıfların “Okumaya Başlıyorum” kitabı, 2’inci sınıfların “Türkçe” kitabı ile birlikte birçok kitap öğrencilere ulaştırılamadı. Ortaöğretim ve lise öğrencilerine pek çok temel dersin kitabı verilmedi. Öğretmen ve öğrencilere sunulan çözüm önerisi ise, “PDF” formatında kitaplardan yararlanın’ oldu.

Öğretmen yok

Türkiye’de şu anda 920 bin öğretmen görev yapıyor. 28 bin öğretmen ihraç edildi, 11 bin 301 öğretmen sendikal nedenlerle açığa alındı. Bakanlık öğretmen açığını sözleşmeli ve ücretli öğretmenlerle kapatmaya çalışıyor ama mevcut istihdam politikasıyla açığın kapatılması mümkün görülmüyor. Kamudan ihraç edilen ve her yıl emekli olan öğretmenler hesaba katıldığında sadece bu yıl için ilk etapta en az 120 bin öğretmen atamasının yapılması gerekiyor.

28 Ekim 2016