Ana Sayfa Blog Sayfa 19

Filistin soykırımı, İsrail’in savaşı yayma hamleleri

“Çocukları öldürmek” mübahtır, zira onlar büyüdükçe “terörist” olacaklardır, diye buyuran epeyce tanınmış isim var. Kimisi “yazar”dır, kimisi “aydın” olarak tanınıyor. Filistin halkına karşı soykırım olduğunda seyreden, sesini çıkartmayan tanınmış, ünlü kişileri saymak mümkün değil. Sayıları çoktur. Belki de bunların sayılarının bu denli çok olması, bazı ünlülerin Filistinli çocukların ölümünü mübah gördüklerini açıklamalarını kolaylaştırmaktadır.

Maskelerini indiriyorlar. Bunun esas nedeni, savaşın durumudur. Ama yine de utanılası sessizlik de bunda büyük bir katkıya sahiptir.

Her fırsatta, “insan hakları” konusunda şampiyonluk yapan, NATO yanlısı ve ABD beslemesi ünlüler, konu Filistin olunca susuyorlar. “İnsan hakları” ne Kürtler söz konusu olunca hatırlanıyor, ne de Filistin halkı söz konusu olunca. Gerçekte, NATO tedrisatından geçmiş “ünlü”ler, insan olmaktan da çıkmış oluyorlar ve bu nedenle, “insan haklarını” ancak Batı medeniyetinin hâkimiyetine, Beyaz Adam’ın imparatorluğuna karşı bir direniş varsa, ancak o zaman hatırlıyorlar. Onların ağzında “insan hakları”, aslında emperyalist egemenliğin devamı için bir manipülasyonun aracıdır.

Hangisi daha büyük alçaklıktır; çocukları büyüyünce terörist olacaklar diye öldürmeyi açıktan savunmak mı, yoksa bir soykırım karşısında sessiz kalarak gizlice onay vermek mi? Doğrusu karar vermek kolay değil.

Filistin’e karşı İsrail saldırıları onlarca yıldır sürüyor.

Bu son saldırı, 8-9 aydır sürmektedir. Gazze yerle bir edilmiştir ve bununla yetinilmemiş, diğer Filistin toprakları da dümdüz edilmektedir. İşlenen insanlık suçlarının haddi hesabı yoktur. Ve buna karşı direnen, buna karşı duran herkes, gençler, işçiler, kitleler tüm Batı merkezlerinde coplanmakta, tutuklanmaktadır. “Gelişmiş demokrasi”nin ana üsleri olan Batı merkezlerinde, her gösteriye karşı devletin Nazi dönemi politikaları devreye sokulmaktadır.

Devletler, kendi karakterlerini böyle dolaysızca ortaya koydukça, onların demagogları, ideologları da (adına “aydın” diyorlar), bu duruma uygun davranıp, Filistinli çocukların, Kürt kadınların vb. nasılsa terörist olacakları için katledilmelerine onay alacak kamuoyu faaliyetleri yürütüyorlar. İşte size Batı değerleri, işte size demokrasi!

O denli ileri gitmiş durumdadırlar ki, Batı “demokrasi”lerinde seçmen, faşist partilerle “merkez” partiler arasında hiçbir fark görmez hâle gelmektedir. Öyle ya, CDU ile AfD arasında, Yeşiller arasında ne fark var? Faşistin sarı ya da yeşil ya da mavi renkli olması, durumu değiştirir mi?

Tüm bu soykırım politikasına rağmen, İsrail, gerçekte “zafer” naraları atamıyor. İsrail içinde gelişecek iç savaşı durdurmak için, savaş politikalarına tam gaz yüklenen egemenler, savaş kabinesini bile ayakta tutamıyorlar. Ama bu savaş politikaları, İsrail halkının protestolarını zayıflatıyor. Protestolar, protestocuların “hain” damgasını yemesi ihtimalini de yükseltiyor. Konu İsrail olunca, İsrail işçi sınıfı diyebileceğimiz kesimin de ağırlıklı Filistinli olması nedeni ile, süreç daha karmaşık yürüyor. Bir yandan dini tıpkı Türkiye’de olduğu gibi azgınca kullanan İsrail egemenleri bu yolla sınıf savaşımını gizleyebiliyor, diğer yandan ise İsrail’de çalışan Filistinli işçilerin her direnişini de zaten “Filistinli” kimliği nedeni ile, iç çelişkilerini örtmeyi başarıyor. Böylece, İsrail’in yürüttüğü savaş, içeride iç savaşa dönüşürken, bu örtüler, egemen yararına işe yarıyor.

İsrail egemenleri, arkalarına ABD ve İngiltere’yi almıştır ve bu destekle, saldırganlıklarını artırmakta sınır tanımıyorlar.

İsrail savaşı İran üzerine yayma hamlelerinde bir adım olsun geriye düşmüş durumdadır. Bu nedenle, Türkiye’deki Saray Rejimi’nin savaş düzenlemelerine hız verilmesini istiyorlar. Türkiye içinden gelen tepkiler, sözüm ona ticareti kesme kararlarına neden olmuş durumdadır. Ama iş göründüğü gibi değildir. Türkiye’deki NATO savaş kabinesi, askerî olarak İsrail’e her türlü desteği sağlamakta tereddüt etmiyor. Ticaretin kesilmesi ise tamamen yalandır. Yunanistan üzerinden Türkiye’nin ihracatı olduğu gibi, tüm hızı ile devam ediyor. Dün Türkiye limanlarından yapılan ihracat, şimdi Yunanistan limanları üzerinden yapılmaktadır. Ama İsrail, Türkiye’nin daha fazla devreye sokulması, İran’a karşı savaş planlarının hızla devreye sokulması yönünde hareket etmektedir. ABD ve İngiltere başta olmak üzere tüm NATO, bu savaş planlarını desteklemektedir.

Ancak iş o kadar da kolay değildir.

Tüm soykırım savaşına rağmen, Filistin’de direniş sürmektedir.

Ve Lübnan’a dönük İsrail saldırıları, Lübnan Hizbullahı’nın karşı saldırıları ile yanıt bulmaktadır. Doğrusu, Hizbullah’ın askerî gücü konusunda konuşabilecek durumda değiliz. Ama biliyoruz ki Hizbullah’ın gücü, Filistin’deki direniş gruplarından daha fazladır ve İsrail’in bazı karşı saldırılarda epeyce yara aldığı söylenmektedir. 120 km’yi aşan bir sınır bölgesinde Hizbullah’ın saldırılar yapabildiği söylenmektedir. Dahası, İsrail’in Demir Kubbesinin Celile’de delindiği hatta Meron üssünün birkaç defa vurulduğu haberleri gelmiştir. Irak’ta bu cepheye katılan grupların Hayfa’ya kadar etkili saldırılar yapabildiği de söylenmektedir. Hizbullah’ın SİHA’larına karşı Demir Kubbe’nin önleyici olmadığı, bizzat İsrail yöneticileri tarafından açıklanmıştır. Ve İsrail savaş kabinesinde istifalar görülmüştür.

İran Konsolosluğuna saldırı sonrasında İran’ın verdiği yanıtın, süpersonik füzelerle İsrail’in askerî hedeflerini vurması olduğu da bilinmektedir.

Bu durumun, İsrail’in savaşı büyütme planlarına da bir çeşit engel oluşturduğu analizleri yapılmaktadır.

Öte yandan, tüm Batı desteğine rağmen, İsrail uluslararası alanda ciddi prestij kaybetmiş durumdadır.

Tüm bunlar, gerçekte, bugün sürmekte olan savaşın Ortadoğu bölümünün durulacağı anlamına gelmemektedir.

ABD ve onun denetiminde NATO, dünyanın her yerinde savaşı büyütmek için uğraşmaktadır. Filipinler üzerinden Tayvan meselesi ile Çin’e karşı gerilim politikası, Ukrayna üzerinden Rusya’ya karşı uzun menzilli silahlarla saldırma planları ve daha başkaları, ABD’nin savaşı yaymaktan geri durmayacağını göstermektedir.

ABD, savaşı kendi toprakları dışında sürdürme isteğine uygun olarak, Avrupa’yı savaş sahası hâline getirmek istemektedir. Avrupa, neredeyse tüm Avrupa, ABD emrine girmiş gibi davranmaktadır. Almanya, Fransa, Rusya’ya karşı savaş çağrılarını günlük faaliyet hâline getirmiş durumdadır. NATO genel sekreteri de bir savaş kundakçısı olarak, her fırsatta savaş naraları atan konuşmalar yapmaktadır.

Bu şartlar altında, Ortadoğu’da savaş planlarının geri çekileceğini ummak gerçekçi değildir. İsrail, tüm bu savaş politikalarını, daha büyük savaş hedefi ile sürdürmektedir. ABD ve NATO, Kafkaslarda birçok hazırlık yürütmektedir. Bu hazırlıklar, sadece Kafkasları karıştırarak Rusya’yı kuşatma siyaseti değildir, bunlar aynı zamanda, Kafkaslarda üslenerek oradan İran’a karşı savaşı besleme girişimleri de demektir.

Böylece, tüm Ortadoğu sahası, Kafkasları da içerecek biçimde savaşın alanı hâline getirilmek istenmektedir. Ve bu sürecin içine TC devletinin tetikçi olarak kullanılması da ilave edilmelidir. Planlarda bunun da olduğu biliniyor.

Öte yandan Çin ve Rusya’nın direnişi, ekonomik alanda ortaya çıkan gelişmeler, BRICS’in gelişim eğilimleri vb. de Ortadoğu’da ABD müttefiki olarak görülen ve öyle bilinen ülkelerin de bu eğilimlere yakınlık göstermesi, normal koşullarda savaşı önleyecek bir etki olması gerekirken, gücünü korumak isteyen ABD’nin buna savaşı yayma adımları ile yanıt verdiği de görülmektedir.

ABD, tüm gücü ile savaş politikalarına hız verme yolu ile çıkış aramaktadır. Hegemonyasını korumak için, tek çıkış yolunu burada görmektedir. Bu politikalar ile Avrupa’yı tam olarak “teslim” almış iken, buradan geri adım atmasını beklemek, pek de gerçekçi değildir.

Elbette karşı cephe, Rusya ve Çin, dünya savaşını önlemek için çeşitli hamleler yapmaktadır, yapacaktır. Bunun bir sonuç vermesi, ABD’nin geri çekilmesi olanaklı gibi durmamaktadır.

Tüm bu durum, yani hem dünyadaki hem de bölgemizdeki durum, İsrail’in tüm zorluklarına rağmen savaş politikalarına, Filistin halkına karşı soykırıma devam edeceğini göstermektedir.

Dünyanın her yerinde çatışma eğilimleri yükselmektedir.

Ortadoğu, bu çatışma dinamiklerinin daha da öne çıktığı alanlardan biridir. Enerji meselesi, bu konudaki ABD kontrolünün zayıflama eğilimleri, Ortadoğu’yu zaten savaş alanı hâline getiren nedenlerin başında gelmektedir. Bu nedenle, ABD, NATO, Anglosakson ittifakı, İsrail’in savaş politikalarını desteklemeye devam edecektir. Görünen budur.

Savaşı durduracak tek şey, sosyalist bir devrimdir. Ortadoğu’da en örgütlü güç olan Kürt hareketi, bu nedenle NATO’nun hedefinde olmaya devam edecektir. Ve NATO, Türkiye’nin bu alandaki politikalarını sadece pasif biçimde desteklemekle yetinmeyecektir. Zaten kimyasal silah kullanımı, NATO onayı ile mümkün olmaktadır.

Savaşı durduracak güç, bir sosyalist devrimler dalgası ise, bu durumda Ortadoğu’da, tüm bölgede devrimci hareketlerin ortak hareket kabiliyetlerini geliştirmesi de önem kazanmaktadır. Bu durum, bölgemizdeki devrimci hareketler için bir görevdir de.

Elbette bölgemizdeki devrimci güçler, çok farklı örgütlülük düzeylerine sahiptirler. Bu durum, elbette ki birçok zorluğun temelidir. Her ülkedeki devrimci hareket, işçi sınıfının kurtuluşu ve halkların kardeşliğini temel alan bir hatta sahip olmak durumundadır. Elbette bu her devrimci hareketin kendi hattını geliştirmesine engel değildir, olamaz. Her devrimci hareket, karşısında sadece kendi ülkesindeki egemenleri bulmuyor. Sadece onlara karşı savaşmıyor. Her ülkede emperyalist efendilerin egemenliği de söz konusudur. Bu nedenle, sadece kendi ülkemizde yürüyen devrimci mücadele bile, uluslararası karakterdedir. Zaten özü gereği sosyalist hareket, işçi hareketi enternasyonalisttir. Ama bunu bizim bölgemizde daha fazla besleyen emperyalist efendilerin egemenliğine karşı savaş da hesaba girmektedir. Emperyalist efendilerin her ülkedeki işbirlikçileri farklı olsa da, savaşın bu yönü çok önemlidir. Bu nedenle, her devrimci hareketin, bölgedeki devrimci mücadelenin bir parçası olduğunu söylemek abartılı olmaz.

Tüm dünyada devrimci hareket zayıftır, alması gereken daha çok yol vardır. Ama biz, hareketin, gelişimin eşitsiz ve bileşik olduğunu biliriz. Bu nedenle enternasyonalizm, farklı büyüklüklerine rağmen her devrimci hareketin ortak tutumu olmalıdır. Savaşı önlemek, emperyalist efendileri ve onların bölgemizdeki ortaklarını alaşağı etmek ile mümkündür. Bunun dışında savaşı önlemenin bir yolu yoktur.

Irkçılığa, sömürüye, savaşa karşı; Yaşasın işçilerin birliği halkların kardeşliği!

Kayseri’de 30 Haziran gecesi 5 yaşındaki bir kız çocuğuna istismar görüntülerinin servisi ile başlayan ve başka şehirlere yayılarak büyüyen bir ırkçı ve göçmen karşıtı şiddet ve propaganda dalgasıyla karşı karşıyayız. Saldırılarda öncelikle Kayseri’deki Suriyeli göçmenler hedef alınmış, dükkânları ve evleri yakılmış ve hasar görmüştür. Yapılanlara meşruiyet kazandırmak ve desteklemek üzere sosyal medya üzerinden büyük bir göçmen karşıtı ve ırkçı propaganda yayılmış ve göçmenlerin yaşadığı saldırılara katkıda bulunulmuştur. Saldırılar Suriyeli göçmenlerin işçi-emekçi kesimlerinedir. Gecenin ardından yapılan paylaşımların %37’sinin bot hesaplardan olduğunu açıklayan İçişleri Bakanı Yerlikaya, daha sonra gözaltına alınan 474 kişinin 285’inin insan kaçakçılığı, yaralama, uyuşturucu, yağma, hırsızlık, mala zarar verme, cinsel taciz, dolandırıcılık, parada sahtecilik, tehdit, hakaret, kişiyi hürriyetinden yoksun bırakma gibi suçlardan sabıkalı olduğunu da belirtmiştir. En büyük trol ve çete koordinatörü olan devletin İçişleri Bakanı olarak konuşan Yerlikaya’nın açıklamaları olaylarda rejimin parmağının olduğunun itirafı niteliğindedir. 

Organize edilenlerin siciline bakıldığında, yaşanan ırkçı saldırıların kız çocuğu ile ilgili olmadığı açıktır. Göçmenlerin üzerine salınanlar, Marx’ın “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”nde tarif ettiklerine uygundur. Burjuvazinin yöntemleri 150 yılı aşkın bir süredir hep aynıdır.

Toplumda gelişen ve geliştirilen bu ırkçı ve göçmen karşıtı taban, sadece bizim coğrafyamıza özgü değildir. ABD’de geçen hafta gerçekleşen başkanlık seçimleri münakaşasında Trump’ın birçok sorunu ülkeye gelen göçmenlere yıkması ve belki de dünyanın en çok izlenen siyasi tartışmasında göçmenleri terörist, tecavüzcü ve katil ilan etmesi; Avrupa’da son seçimlere damgasını vuran ve Fransa ve Almanya’da iktidarı zorlayan, göçmenleri sınır dışı etme gibi planlarla yarışan Neonazi ve aşırı sağ partilerin yükselişi, dünyada egemenlerin yeni siyasi politikalarından önemli birine işaret etmektedir. AB’de ifşa edilen aşırı sağ partilerin ortak toplantısı, görünürdeki siyasi hatların benzerliğinin ötesinde, uluslararası bir koordinasyon ve iletişimi göstermektedir. Ülkemizde bu siyasi programın uzantılarına sadece son yaşanan olaylarda değil, deprem sürecinde göçmenlere karşı Ümit Özdağ tarafından yayılan yalanlarda ve sonrasında gelişen seçim sürecinde de rastlamıştık. 

Kapitalist-emperyalizmin gittikçe artan krizleri ve savaşları, yarattığı sömürü sistemi, yaşanan göçlerin altında yatan temel nedendir. Emperyalizm savaşlarla, talanla ve sömürüyle dünyanın önemli bir kısmını yaşanmaz hâle getirirken, göçmen işçileri de emperyalist merkezlerde yerli nüfusa kıyasla mahrum bırakıldıkları haklar, ırkçılık ve güvencesizliklerine dayanarak büyük bir sömürüye maruz bırakmaktadır. Yasin Aktay’ın 2021’deki Suriyeliler giderse ekonomi çöker açıklaması sadece TC için değil emperyalizmin genel göçmen sömürüsü için de doğruluğunu koruyan bir açıklamadır.

Derinleşen ekonomik kriz, yaratılmaya çalışılan yeni milliyetçilik ve Saray Rejimi’nin ABD emperyalizminin tetikçisi olarak derinleştirdiği savaş politikalarının konsolidasyonunda “yerlilik” üzerine bir göçmen karşıtlığı egemenler için etkili bir siyasi programdır. Böylece Saray Rejimi’nin görünürde farklı parçaları arasında işçileri ayrıştıran ayrımlar geliştirilip, sorunun kökeni olan sermaye egemenliği ve onun herkes için yarattığı esaret ve sefalet sistemi de saklanmaktadır. Halkın büyüyen tepkisi aslında sistemin en derin mağdurlarından olan göçmen işçilere karşı nefrete kanalize edilmektedir. Tarihi halkların inkârı ve imhası üzerine dayalı olan TC devleti için bu tanıdık bir stratejidir.

Milliyetçiliğe, göçmen karşıtlığına, ırkçılığa ve bu argümanlar üzerinden geliştirilen savaş politikalarına karşı işçilerin birliği halkların kardeşliğini günlük yaşamda örmek ertelenemez bir görevdir. 

Bütün gelişen saldırılara, ırkçı söylem ve propagandalara karşı görünenin altında yatan sorunun ana kaynağını ortaya koymak ve göçmen işçilerle dayanışma içinde olmak önümüzdeki dönemde daha da önemli hâle gelecek bir nokta olacaktır. Enternasyonalizm şu an, coğrafyamıza gelmiş bütün halklardan emekçiler temelinde de geliştirilip, halkların kardeşliği yerli ve göçmen ayrımının reddine dayalı olarak savunulmalıdır. 

Yaşadığımız topraklarda ve tüm dünyada sömürü, baskı ve savaşa dayanan sermaye düzenine, kapitalist-emperyalist sisteme karşı ortak mücadeleyi geliştirmek tek kurtuluş yoludur.

Yaşasın işçilerin birliği, halkların kardeşliği!

Devrim için ileri; ya sosyalizm ya ölüm!

Kaldıraç

4 Temmuz 2024

Fransa Yeni Halk Birliği

Haziran ayının ilk hafta sonunda gerçekleşen Avrupa Parlamentosu seçimleri ırkçı partilerin yükselişine solun ise güç kaybedişine tanık oldu. Bu durum beklenmeyen bir sonuç değildi. Özellikle Birliğe sonradan eklenmiş olan post komünist ülkelerde hayli zamandır gözlenen bir olgu idi ırkçı eğilimlerin yükselişi. Ancak Fransa’da alınan sonuçlar gerçek bir deprem etkisi yarattı bu ülkede. Seçimlerin Fransa ayağında ırkçı “Ulusal Cephe” partisi birinci parti oldu. 

Marine Le Pen adlı ırkçı kadının yönlendirdiği bu siyasal oluşum Fransa’nın yakın gelecekteki çizgisini belirleyecek güce ulaştı.

Bu gelişme üzerine Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron yasal yetkisini kullanarak meclisi feshetti ve erken seçim kararı aldı. Fransa 30 Haziran ve 7 Temmuz tarihlerinde yeni parlamento üyelerini belirlemek için sandık başına gidecek. 

Avrupa’da ve özel olarak da Fransa’da yükselen ırkçı hareketin niteliği ve gücü özel olarak incelenmesi gereken bir konu. Bu yazının amacı bunları sorgulamak değil sadece Fransa’da meydana gelen gelişmeye odaklanmak. 

Irkçı “Ulusal Cephe” partisinin hayli zamandan beri güç kazanmakta olduğu bilinmekte idi. 2022 yılında yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bu partinin adayı Marine Le Pen  güçlü bir rakip olarak ikinci tura kalmış ve bu turda solun Macron’u desteklemesi sonucu seçimi kaybetmişti. Seçimler sonrasında ise Macron kendisini koltuğa oturtan sola sırtını dönmüş ve ırkçı partinin desteğini alacak politikalar üreterek bunları uygulamaya sokmuştu(Emeklilik yaşının yükseltilmesi, ülkede yerleşik yabancıların bazı haklarının kısıtlanması vb.). 

Bu gelişmeler Le Pen’e ve onun temsil ettiği siyasi akıma prestij kazandırırken Macron’un etkisini azaltacak mahiyette idi. 

-İslamofobi,
-Homofobi,
-Ukrayna’dan gelenler dışındakilere yönelik mülteci karşıtlığı,
-Yeniden telaffuz edilmeye ve giderek güçlenmeye başlayan anti-semitizm,
-AB eleştirileri ve ayrılma eğilimleri,
-Vatandaş olarak değil etnik olarak Fransızların yüceltilmesi,
-Etnik Fransızların toplumda ayrıcalıklı konuma gelmesi,
-Fransa’nın geçmişteki büyük gücüne tekrar ulaşması,
şeklinde özetlenebilecek ulusal cephe hedefleri toplumda karşılık bulunca “Ulusal Cephe” birinci parti durumuna geldi. 

Her ne kadar seçimlere katılım oranı %50’ler seviyesinde olsa da ortaya çıkan tablo seçmen eğilimini göstermek açısından dikkate değer bir durum arz etmekte idi. Temsil ettiği neo-liberal çizginin güven kaybettiğinin açıkça belli olması üzerine Macron parlamentoyu feshederek erken seçim kararı aldı. Bu kararı almasındaki amaç bir yandan güven tazelemek bir yandan da (eğer başarabilirse) partisi Renaissance’ın parlamentoda daha güçlü bir grupla temsil edilmesini sağlamaktı. 

Ancak hedeflerine ulaşabilmesi zor görülüyor. Eğer erken seçimden Avrupa Parlamentosu seçimlerine benzer bir sonuç çıkarsa neo-liberal bir Cumhurbaşkanı ve ırkçı bir meclisten oluşacak ikili yapı yönetecek Fransa’yı üç yıl boyunca. Bu durumda Macron neo-liberal politikalarını uygulayabilmek için ırkçı Ulusal Cephe Partisi’ne daha çok taviz verecek. Böyle bir senaryonun gerçekleşmesi halinde Ulusal Cephe Partisi’nin daha da güçlenmesi ve Marine Le Pen adlı ırkçı kadının üç yıl sonra yapılacak seçimlerde Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturması adeta kaçınılmaz olur. 

Fransa solunun önde gelen partisi “Boyun Eğmeyen Fransa” tehlike karşısında derhal reaksiyon vererek “Yeni Halk Cephesi” oluşumunu hayata geçirdi (2022 seçimleri öncesi kurulmuş olan Cephe Sosyalist Parti’nin İsrail’in Filistin politikasını desteklemesi nedeni ile askıya alınmıştı.)

 Yeni kurulan cephede önceki cephenin tüm ortakları (Boyun Eğmeyen Fransa, Komünist Parti, Yeşiller ve Sosyalist Parti)  dışında Fransa solunda boy gösteren 16 oluşum yer almakta böylece Fransa solunun tüm renklerinin temsil edildiği bir cephe oluşturuldu. Aralarındaki pek çok görüş ayrılığına rağmen kendilerini “sol” olarak tanımlayan bu kadar çok siyasi oluşumun bir araya gelmesi kurulan cephenin sadece bir “seçim ittifakı” mahiyetini taşıdığı ve uzun ömürlü olamayacağı izlenimi uyandırmakta. Yine de solun tüm renklerinin bir araya gelmesi “Ulusal Cephe” Partisi’nin yükselişini engelleyebilecek tek güç olduğu için sadece solcular tarafından değil Afrika asıllı göçmenler tarafından da destek gördü. 

10 Haziran’dan itibaren faaliyete geçen “Yeni Halk Cephesi” oluşumu 30 Haziran ve 7 Temmuz’da gerçekleşecek seçimlerde başarılı olduğu takdirde Fransa’daki ırkçı hareketin önüne önemli bir engel çıkacağı gibi bu başarı AB’nin diğer ülkelerindeki ırkçılık karşıtı hareketlere de güç ve cesaret verecek. 

Yeni Halk Cephesi bu gerçeğin farkında. Bu nedenle seçimlere tüm gücü ile asılıyor ve Fransa halkını oy vermeye çağırıyor. 

Başarılı olmaları dileği ile. 

Merhaba ortaklar | Serdar Oğuz

Merhaba ortaklar,

Mektup yazmayalı uzun zaman olmuştu, burada vakit bol olunca edebi türlerin hangisinde yetenekli olduğunu görmek için de fırsat oluyor. Kiminizin burayı kafa dinleme yeri olarak gördüğünü de biliyorum allahsızlar 😊

Buradaki 14 günlük gözlemim ile aslında dışarıda olup hapis hayatı yaşayan milyonların olduğunu söyleyebilirim. Burada şartların harika olmasından değil dışarıda hayatta kalmanın zorluğundan dolayı söylüyorum bunu.

Biz içeride 6 ortak bedenlerimiz tutsak olsa bile zihinlerimiz özgür yaşıyoruz. Birkaçımız eksildi diye şimdilik aranızdan, yavaşlamadan küreklere daha sıkı asılın.

Hepinize kolay gelsin, kucak dolusu selam olsun ortaklarıma.

Serdar Oğuz

Silivri F Tipi Kapalı Hapishanesi | C-32

Kürt halkını kayyumlarla yönetemediniz, yönetemeyeceksiniz. Halkların ortak mücadelesi kazanacak!

31 Mart yerel seçimlerinde, Saray Rejimi özellikle Şırnak ve Hakkâri’ye binlerce asker-polis “seçmen” getirerek seçimleri açık bir hile ile almaya, Kürt halkının iradesini bu yolla en başından gasbetmeye çalışmıştı. Tüm bu “çabalar” Şırnak’ta sonuç vermiş ancak Hakkari’de taşıma “seçmenlere” rağmen halkın iradesi gasbedilememişti.

Seçimlerin hemen ertesinde, Van’da denenen gasp girişimi Kürt halkının direnişi ve dostlarının dayanışması ile geri püskürtülmüştü. O günden bu yana kayyumlar için yol arayan Saray Rejimi, en sonunda 10 yıldır süren bir davayı iki gün içinde bitirerek Hakkâri Belediye Eşbaşkanı Sıddık Akış’a 19,5 yıl ceza verip “hukuksal zemine” kavuşturmuş oldu!

Gezi ve Kobanȇ Davalarından bildiğimiz “hukuk”un ilk örneklerinden olan, 2010’lu yıllardaki KCK davalarından verilen ceza, Saray’ın bir iç savaş hukuku işlettiğinin açık kanıtıdır.

2023 Mayıs seçimlerinde emperyalist efendilerin eliyle kurulan savaş hükümetinin “normalleşen” icraatlarıdır yaşananlar. Saray Rejimi, içeride-dışarıda savaş ilan etmiştir.

İçeride İngiliz vatandaşı Maliye Bakanı Mehmet Şimşek eliyle oluşturulan modern Düyûn-ı Umûmiye ile ekonomik krizin tüm yükünü işçi-emekçilere yıkıyorlar. Buna karşı gelişecek her itirazı, direnişi de 1 Mayıs’ta Bozdoğan Kemeri’ne kurdukları barikatta, 1 Mayıs direnişçilerini tutuklamalarında gördüğümüz gibi bastırmaya çalışacaklar. 

Dışarda ise, ABD emperyalizminin bölgemizdeki savaş politikalarının tetikçisi olarak kendisine verilen her görevi hayata geçirmek için büyük bir heves içindedir. Soykırımcı, işgal devleti İsrail ile her türlü ilişkiyi sürdürürken, ABD’nin İran’a dönük savaş politikalarına uygun olarak Irak’ta yeni operasyonların hazırlıklarını yapmaktadır. Tam da bu dönemde, Hakkari’de taşıma seçmenle yapamadıklarını, bildikleri ve her defasında geri tepen kayyuma başvurarak yaptılar.

Elbette tüm bunlar, ”beka” için, elbette “milli menfaatler” için! Efendilerin kâhyalarının “bekası”,  emperyalist efendilerin çıkarlarıdır. “Milli menfaatler”, ABD emperyalizminin menfaatleridir. Bilinir, çiftliğin kâhyası, efendinin kırbacını elinde tutandır.

Yağma, rant ve savaş ekonomisi üzerine inşa edilen Saray Rejimi, kıramadıkları Kürt halkının direnişinden korkmaktadır. İşçi-emekçilere dayatılan sefil yaşama karşı gelişecek isyan ve direnişten korkmaktadır. Saldırıları gücün değil güçsüzlüğün göstergesidir. 

Sömürüye, baskıya ve savaş politikalarına karşı işçilerin, halkların örgütlü mücadelesini büyütmek tek çıkış yoludur.

Kurutuluş yok tek başına! Ya hep beraber ya hiçbirimiz! 

Kaldıraç

6 Haziran 2024

Filistin soykırımı: Her savaş bir iç savaştır ya da savaş ve sınıf savaşımı

Sokrates, ölüm cezasına çarptırılır ve ölüme gitmektedir. İdam, sıradan bir ceza değildir. Eşi bağırmaktadır: “Sokrat, seni suçsuz yere idam edecekler.” Sokrat yanıt verir, “İyi ya, suçlu olarak mı idam edilseydim?”

Gerçek böyledir.

İşçi ve emekçiler, halklar masumdur ve suçsuzdur.

İşçi ve emekçiler için savaşan onların devrimci öncüleri, sistem onlara hangi suçları yüklerse yüklesin, suçsuzdurlar. İşte bu nedenle idam edilirler. Amaç, sömürülenin ayaklanmasını önlemektir. Çoğunluk olan işçi sınıfını, bir avuç burjuvanın kontrol altında tutması için, hem zor (yani şiddet) hem de her türlü yolla akıllarını karıştırma (rıza üretme), her türlü önyargı ve inancı kullanma metotları devreye sokulur.

Devrimciler, en önde öldüklerinde, arkasındaki en yakınlarının ilk aklına gelen, “suçsuz yere öldürüldü” olur. Çünkü bu “yakınlar”, düzenin kurallarını, yasaları burjuvaları koruyan şeyler olarak değil de, başkaldırılmayacak kutsal şeyler olarak görürler. O nedenle, sistemin genel düşünüş tarzına uygun düşünürler ve devrimci yakınlarını tanıdıkları için, onların suçsuz olduklarına yemin etmek isterler.

Sorun yok.

Ama onlar, tarihin hiçbir döneminde, suçlu oldukları için öldürülmezler. Tersine, öldürülmeleri için, onlar, suçlu ilan edilirler. Ve egemenin yasalarını tanımadıkları için, asla kendilerini suçlu vb. hissetmezler. Hissetmezler, çünkü egemene isyan suç ise, bunu bilerek, bilinçle, gönüllüce yaparlar. Çünkü egemen, insanın insan tarafından sömürülmesi suçunu zaten işlemiştir ve onlar da buna karşı isyan etmektedirler.

Belki Filistin meselesi söz konusu olunca ya da daha yakınımızda Kürt meselesi söz konusu olunca, kimin suçlu olduğunu, bu çerçeveden görmek, anlamak mümkündür. Suçlu olan, insanın insan tarafından sömürülmesine dayalı sistemin egemenleridir. Suçlu olan emperyalist merkezlerdir. Suçlu olan hiçbir insanlık değerini tanımadığı hâlde, “insan hakları” nutukları atanlardır.

Filistin soykırımı, 7. ayını doldurdu. Tüm dünyanın gözü önünde, bir halka açık bir soykırım uygulanıyor. Kürt halkına karşı yöneltilen savaş, kirli bir savaş olarak, zaman zaman soykırım politikalarına varıyor. Ve yine, tüm dünyanın gözü önünde.

Hamas 6-7 Ekim’de İsrail’e karşı bir saldırı eylemi başlattığında, hemen liberallerimiz, “Hamas-İsrail savaşı” demeye başladılar. Hamas’ın sizin ile aynı ideolojide olmaması, Hamas’ın sağlam bir geçmişinin olmaması, aslında onun egemene, zalime karşı eylemini sıfırlamaz.

İşte o zaman biz, aslında İsrail’in soykırımı ve Filistin’deki direnişi, işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki sınıf savaşımının bir parçası, son tahlilde sınıf savaşımının bir biçimi olarak görmek gerektiğini söylemiştik. Ve bazı dostlarımız, bu vurguda biraz abartı bulmuşlardı.

Bugün, Mayıs 2024’te, dünyanın her yerinden Filistin direniş haberleri geliyor. ABD’de öğrenciler, direnişi destekleme eylemlerini ortaya koyarken, devlet saldırıları ile, bunun nasıl bir biçimde sınıf savaşımının bir parçası olduğunu ortaya koyuyor.

Ve bu daha başlangıçtır.

İsrail, ardında ABD, İngiltere, onların bir arka sırasında neredeyse tüm Avrupa ve yanlarında başta Türkiye, Ürdün, Katar, Suudi Arabistan ve diğerleri. Hepsi birlikte, Filistin halkına karşı açık bir soykırım savaşını yürütüyor.

Kürt halkına karşı savaşanlar da bunlardır.

Savaşı İsrail yürütüyor olabilir ama arkasındaki bu tekmili birden tüm NATO’yu, tüm Batı’yı görmeden, durumu anlamak mümkün değildir. Aynı biçimde, Kürt özgürlük hareketinin karşısında da tüm Batı ve tüm NATO mekanizması vardır.

Elbette, halklardan söz etmiyoruz Batı derken. Batı derken, egemenlerden, devletlerden, tekellerden, yağmacılardan, emperyalist efendilerden söz ediyoruz.

7 aydır, İsrail bir soykırım yürütmektedir.

7 aydır, TC devleti, İsrail ile ne ekonomik ne de askerî ilişkilerini kesmemiştir.

Ve utanmadan bugün, Saray Rejimi, aslında artık bir ticaret yapmıyoruz, durdurduk, diyorlar. Yalandır.

Birincisi, askerî ilişkiler sürmektedir. Kürecik kapatılmadıkça, TC devleti İsrail’e karşı tutum almış olmaz. Türkiye hava sahasını İsrail’e kapatmazsa, eğitimlerini burada yapmalarını sonlandırmazsa, İsrail’e karşı tutum almış olmaz.

İkincisi, ticari ilişkiler sürmektedir. Sadece rota değişmiştir. TC devleti, ticareti Azerbaycan üzerinden mi yapıyor? Saray Rejimi, ticareti Ürdün üzerinden mi yapıyor? Saray Rejimi, ticareti çok sevmiştir ve olduğu gibi sürdürmektedir. Her alanda oldukları gibi, bu alanda da kolpacıdırlar.

Tarzıdır Erdoğan’ın.

ABD’ye eleştiriler getirir. İyi ama ABD ne derse yapar.

İsrail’e terörist der ama kendisi İsrail’i desteklemek için, ticari, askerî her yolu dener, bulur ve çalıştırır.

Herhangi bir konuyu ele alın, inceleyin, Erdoğan’ın sadece sözlerine bakmayın (zaten sözlerine bakmak mümkün değildir. Hemen hemen her sözünün ama her sözünün tam tersi sözü de vardır. Dolayısıyla bunlara bakmak mümkün de değildir.) onun davranışlarına da bakın. Göreceksiniz ki, Erdoğan, NATO’ya bağlıdır İslam’dan çok daha fazla, dolara bağlıdır yaradandan daha fazla, ABD’ye bağlıdır ülkesinden çok daha fazla ve İsrail’e bağlıdır ailesinden de fazla. Sadece İsrail karşıtı eylemlere davranışlarına bakın, göreceksiniz.

Bugün, İsrail, TC devleti içinde, İsrail’de olduğundan daha da güçlüdür. İsrail’in kendi ülkesinde bu denli rahat olduğunu söylemek mümkün değildir.

Filistin halkına karşı soykırım, açık, gözler önünde bir prosedürdür. Toplama kampları, Nazi işkencehaneleri sadece farklı biçimde tezahür etmektedir. “Çocukları öldürün” diye bağırıyorlar İsrail’in egemenleri. Dinci ve faşist çeteleri ile, bir çocuğun yarın büyüyünce savaşçı olacağını ilan ediyorlar. Öte yandan, onların efendileri, ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, Kanada, İtalya, Japonya hiç utanmadan insan haklarından söz ediyorlar.

Ve Türkiye de içinde tüm Batı, İsrail’i protesto eden eylemlere vahşice saldırıyor, saldırmaya da devam edecek.

İsrail polisi, İsrail halkının direnişine, protestolarına, aynı vahşilikle saldırıyor. İsrail’de yüz binlerce insan, İsrail saldırılarını protesto ediyor. İsrail, soykırım ile suçladığı Nazi artıklarına benzemekte hiç tereddüt etmiyor.

Bu savaş, elbette İsrail’de de bir iç savaştır, öyle gelişecektir, öyle gelişmektedir, sadece bu daha uzun bir yol alacak gibidir.

Ve elbette, Filistin halkının direnişi, daha da gelişecek ve dinî örtüden kurtularak, siyasal bir yol olarak sosyalizm mücadelesine evrilecektir.

Ve elbette, bugün dahi, Filistin direnişi, tüm kapitalist-emperyalist dünyayı, metropolleri sarsmaktadır. Evet, bu çok şiddetli bir deprem sarsıntısı değildir. Ama tüm emperyalist efendilerin maskelerini düşürmeye yetecek kadar da etkilidir.

Tüm kapitalist dünyadaki Filistin yanlısı gösteriler, elbette o ülkelerde işçi ve emekçileri, öğrencileri ve kadınları daha da örgütlü bir mücadele için eğitecektir.

Filistin’de çocukları, kadınları, erkekleri, tüm halkı hedef alan bu saldırı, İsrail eli ile yürütülen, NATO ve Batı emperyalizminin ortak saldırısıdır. Ve bu savaş, onların içinde de iç savaş olarak ortaya çıkacaktır.

On binlerce insanı, binlerce kadını, binlerce çocuğu katleden İsrail, ABD ve İngiltere başta olmak üzere, tüm Batı’nın desteğine güvenerek hareket etmektedir. Ama İsrail’in savunulması artık daha da zor hâle gelecektir. Netanyahu rejimi, açık olarak İsrail halkından da korkmaktadır. Ve dünya gençliği, üniversiteleri, bu soykırıma karşı haykırışlarla doldurmaktadır. Onurlu insanların ne yapması gerektiğini, üniversite öğrencileri açık olarak göstermektedir. ABD’de başlayan öğrenci tutuklamaları, aslında bunu önlemek içindir.

Öğrencilere bakıp, “bunlar suçlu değil” demeye gerek yok. Zaten suçlu olamazlar. Suçlu, emperyalist efendilerdir. BM kararlarına rağmen, Filistin halkına karşı girişilen bu soykırımı destekleyenlerdir suçlular. Tek başına Netanyahu’nun yargılanması yeterli değildir, elbette ABD ve diğer Batılı ve NATO güçlerinin de yargılanması gereklidir.

Görüldüğü gibi, Filistin’e karşı soykırım ve buna direniş, iki sınıfın ve iki cephenin varlığını ortaya koymaktadır. Eğer denizi, sadece denizin üzerine bakarak anlamayı alışkanlık hâline getirmişseniz, derindeki yaşamı anlayamazsınız. Kuşkusuz bu bir soykırımdır. Kuşkusuz, savaşlar iki devlet arasında ortaya çıktıklarında, onların da savaşıdırlar. Ama derinde, sınıflar arasındaki savaşım vardır.

Filistin soykırımını seyreden, İsrail’i destekleyen güçler, sıra “insan hakları” konusunda ders vermeye gelince kimseye söz bırakmıyorlar. Sanki insan hakları denilen şey onların tekelinde gibidir. Ama biliyoruz ki, onların “insan hakları” dedikleri şey, elbette emperyalist egemenlikleri ve uluslararası tekellerin çıkarlarıdır.

Yeryüzünde hiçbir zaman emperyalist Batı, bir halka, bir insan topluluğuna yardım etmez. Ancak onu egemenliği altına almak için, müthiş yalanları ile maskesini takınır. Kürt halkına karşı bugüne kadar NATO mekanizması, her zaman devrede olmuştur. Bu sadece Saray Rejimi’nin savaşı değildir.

Her savaş, şu ya da bu düzeyde bir iç savaştır. Ve her iç savaşta, sonuçta sınıflar arası savaşımın izlerini, ister açıkta, ister derinde bulmak mümkündür.

Bu nedenle, tüm yeryüzünde, emperyalist egemenliğe, kapitalist sisteme, sömürüye karşı ortak bir savaş, enternasyonalist bir savaş yürütmek gerekir. Bu bir zorunluluktur.

Saray Rejimi’ne savaş düzeni ayarı

22 Mayıs 2024 tarihli Resmî Gazete’de, 52 sayfalık, “savaş hâli yönetmeliği” yayınlandı. Elbette beklenendir. Ama yine de öyle geçiştirilecek, beklenen olduğu için üzerinde durmaya gerek yok denecek bir gelişme değildir.

Yönetmelik 52 sayfadır.

Dördüncü bölümü, “Seferberlik ve Savaş Hâli” başlığını taşıyor. Aktarıyoruz:

“Madde 24 – (1) Cumhurbaşkanı, aşağıda belirtilen hâllerde genel veya kısmi seferberlik ilanına karar verir:

a) Savaşı gerektirecek durumun baş göstermesi.

b) Ayaklanma olması veya vatan veya Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışmanın veya ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten ve/veya dıştan tehlikeye düşüren davranışların ortaya çıkması.

(2) Seferberlik ilanı kararında, seferberliğin genel veya kısmi oluşu, kısmi seferberlikte kapsayacağı yerler, seferberliğin yürürlüğe gireceği tarih ve saat belirtilir.”

Burjuva medyamız, doğrudan Saray beslemesi olsun, dolaylı olarak devlet destekli (CHP kontrolünde) medya olsun, bu haberi, seferberlik kararının, Bakanlar Kurulundan alınarak Cumhurbaşkanı’na bağlanması yönü ile verdiler. Yani, onlara göre, Bakanlar Kurulunda bu seferberlik ilan yetkisi olsa, Cumhurbaşkanı’nda olmasından daha iyidir.

Oysa bu tümü ile işin üstünü örtmeye yönelik, CHP’nin üstlendiği göreve uygun olarak, meseleyi karartmanın bir yoludur, “yalan”dır.

Demek, gerçeğin bir bölümünü yanlış olarak öne çıkartmak, aslında o şeyin gerçek karakterini örtmek anlamına geldiği için, yalan olarak adlandırılabilir.

Bu olaya bakalım.

Eğer, seferberlik yetkisinin Bakanlar Kurulunda olması hâli olsaydı, ne fark ederdi? Hiçbir şey. Çünkü, Bakanlar Kurulu diye bir şey, gerçekte yoktur. Mesela Milli Eğitim Bakanı diye bir Bakan, aslında kâğıt üstünde vardır, MEB, Saray’a bağlıdır ve Saray’da Bilal tarafından yönetilmektedir. İster Bilal tarafından yönetilsin, isterse Bakan tarafından, zaten Saray’dan bağımsız hiçbir şey yapamaz. Bunu herkes biliyor. Biz de, bilerek Milli Eğitim Bakanlığını (MEB) örnek veriyoruz. Çünkü bugünlerde “yeni müfredat” çalışması tartışılıyormuş gibi yapılıyor. CHP, Milli Eğitim Bakanı’na karşı konuşuyor. Oysa, Bakan, bir kukladan daha alttadır. Kukla olan Erdoğan’dır ve Bakan, onun da kuklasıdır. Kuklanın kuklasıdır. Bu durumda, sözüm ona muhalefet, Bakan’a karşı sözler ederse, havaya konuşmuş olur, ki amaçları da budur. Oysa en yüksek merci Saray’dır ve ona karşı konuşmak gerekir.

Seferberlik yetkisi, Bakanlar Kurulunda olsa, yine, Saray’da olmuş demektir. Yani, aslında bir şey fark etmez. Dolayısıyla haberin ilgi çekici yönü burası değildir.

Saray’a verilmesi de önemsiz değildir. Ama bu, haber olacaksa, şöyle sorulmalıdır: Hayırdır, Erdoğan bir yere mi gidiyor, yeni gelecek olan için yönetmelik mi çıkartılıyor? Sorudur.

Ve dahası, Cumhurbaşkanı’na verilmesi, seferberlik meselesinin bir çeşit güncellenmesidir.

Şimdi, yasaya bakalım.

“Madde 24 – (1) Cumhurbaşkanı, aşağıda belirtilen hâllerde genel veya kısmi seferberlik ilanına karar verir:

a) Savaşı gerektirecek durumun baş göstermesi.

b) Ayaklanma olması veya vatan veya Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışmanın veya ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten ve/veya dıştan tehlikeye düşüren davranışların ortaya çıkması.”

“Savaşı gerektirecek durumun baş göstermesi” ne demektir? Savaş hâli değil de, bu yönde bir durumun baş göstermesi yeterlidir. “Baş göstermek”, aslında bir eğilimi gösterir ve birileri “baş gösterdi” diyebilir. Demek ki, savaş hâli olması şart değil, “baş göstermesi” yeterlidir.

“b) Ayaklanma olması veya vatan veya Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışmanın veya ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten ve/veya dıştan tehlikeye düşüren davranışların ortaya çıkması.”

Ve bu ikinci bölüm, daha da ilgi çekicidir. Burada durumlar var: İlki ayaklanma olması durumudur. Bozuk Türkçedir, zira Saray artık dille ilgili değildir. Ayaklanma durumunda denilebilirdi.

“vatan veya Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışmanın veya ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten ve/veya dıştan tehlikeye düşüren davranışların ortaya çıkması.”

Demek, “kuvvetli ve eylemli bir kalkışma” önemli.

Neye karşı? Vatan veya Cumhuriyete karşı. Devlete karşı ayaklanma biliniyor, “vatan”a karşı ayaklanma, tuhaf bir dil olmalı. Tümü ile subjektif değerlendirmelere bağlıdır. Devamında, “içten ve/veya dıştan tehlikeye düşüren davranışlar” denilmektedir, tümü ile yoruma bağlıdır.

Aslında burjuva basın, rahatlıkla bu konuyu ele alabilir ve tartışabilir. Çünkü şu ana kadar söylediklerimizde, burjuva basının kapsamını aşan bir şey yok.

Ama mesele de tam da burada başlıyor. Ele alamazlar, zira bu yönetmeliğin yenilenmesi, bizzat, savaş hâli ilanı anlamına gelmektedir. Ve burjuva basın, muhalifleri de dâhil, bunu hemen hisseder. Hissetmişlerdir. Bu nedenle, konuyu ele almak istemezler. Sadece haber olsun diye, halk ayağını denk alsın diye, seferberlik yetkisi Erdoğan’a verildi, demekle yetinirler. Böylece, Saray’ın beklentisini yerine getirmiş olurlar. Yoksa korku nasıl yayılacak?

Biz, Kaldıraç Hareketi olarak, Mayıs 2023 seçimlerinin hemen ardından, Saray Rejimi’nde değişen yönleri vurgulamaya başladık. İlki, ekonominin bir konsorsiyuma devredilmesiydi. Bu konsorsiyum, alacaklılardan oluşmaktadır ve bizim anladığımız kadarı ile anlaşma, Mart 2023’te yapılmıştır. Anlaşmanın içinde yerel seçimler de vardır. Bu nedenle CHP, “işimiz belediye” sloganını atmaktadır. Bir diğer önemli nokta olarak, seçimlerle birlikte oluşan yeni “kabine”nin, “savaş kabinesi” olduğunu söyledik.

Demek ki, Saray Rejimi’nin güçlendirilmesi diye adlandırdığımız sürecin detaylarını anlatmaya çalışıyoruz. Şimdi belki biraz daha nettir. Anlamak istemeyen için elbette anlamak mümkün olmaz. Ama Saray Rejimi’ni kavramak isteyen için, bizim Kaldıraç dergisinde, 1 yıldır yazdıklarımızı okumalarını önermemizi fazla bulmamalısınız.

Saray Rejimi’ne savaş düzenlemesi yapılmaktadır.

Savaş düzenlenmesinin gerekleri vardır.

Önce “yerel seçimler” yapılmış, anlaşmanın bu bölümü de hayata geçirilmiştir. Ardından Saray “yumuşama” adı altında, 1 Mayıs ablukasının ardından, Özgür Özel’i kucaklamıştır. Kucaklanmış olan CHP, “yumuşama” yerine “normalleşme” sözünü öne çıkartmıştır. Bu arada, yeni anayasa tartışmaları devreye sokulmuştur.

Tüm hamleler, aslında %50’yi bir arada tutma politikaları ile, savaşa gidilmesinin mümkün olmaması nedeniyledir. Savaş, %50’nin karşı çıktığı bir süreçte, sürdürülemez, kaldı ki %50 yalandır, Saray’a ve savaşa karşı olanların oranları %50’yi çok geçmektedir. Böylece Saray, adına “gerilim politikaları” denilen uygulamalardan “yumuşamaya” geçeceğini ilan eder gibi yaptı. Ama bu arada savaş yasaları, yönetmelikleri çıkmaya başladı.

Yumuşama, Kobanȇ Davası’nda, 1 Mayıs Taksim kutlamaları girişiminde devreye girmedi. Yumuşama, CHP ile görüşme, Özel’i kucaklama ile sınırlıdır.

Ve bu süreç son derece hızla savaş hazırlıklarının artırılması ile devam etmektedir. Savaş kabinesi, aslında Saray Rejimi’nde bir değişim değildir. Ama savaş kabinesi, Saray Rejimi’nin içeride ve dışarıda savaşı sürdürme politikalarının, Almanya ve ABD arasındaki anlaşmaların gereğidir.

Saray Rejimi, içeride ve dışarıda savaş politikalarından bir dirhem geri adım atmıyor. Tersine, savaş daha da sıcak hâle geliyor. Hem emperyalist efendiler, NATO tetikçilik rolünün devamını sağlama isteğindedir hem de Türkiye burjuvazisi kanlı parayı çok sevmişe benzemektedir. Bu nedenle bölgenin her noktasında savaşı körüklemek için ellerinden geleni yapmaktadırlar. İşte bu yeni yönetmelik, bu savaş hazırlıklarının, hem fiilî hem yasal hem de psikolojik hazırlığı için devrededir.

Egemen, en çok, bir toplumsal ayaklanmadan korkmaktadır. Dikkat edilsin, genel anlamı ile “toplumsal tepki”den söz etmiyoruz. Yönetmelik de öyle demiyor, doğrudan ayaklanma diyor.

Dikkat edilsin, egemen, Saray Rejimi, içeride bir devrimi, bir ayaklanma riskini görüyor ve buna karşı önlemler alıyor.

İçeride ve dışarıda savaş politikası dememizin nedeni budur.

Bizim liberal solcularımıza duyurulur; devlet, bir toplumsal ayaklanmadan korkuyor. Otoriter şeyleri sevmeyen ve bu nedenle de örgütlü mücadeleyi hiç ama hiç sevmeyen, yürekleri kurumuş, kafaları kurtlu liberal solcularımız bilirler ki, ayaklanma, son derece otoriter bir şeydir.

Belki de Saray, bu solcularımızı, bir toplumsal ayaklanma durumunu önlemek üzere göreve çağıracaktır ya da çağırmıştır.

Gezi Direnişi’nin 11. yıldönümünde, 15-16 Haziran’ın 54. yıldönümünde, egemen, ayaklanma olasılığından söz eden yönetmelikler çıkartmaktadır.

Mesele açıktır.

Gelişmeler, maskeleri indirmektedir.

Kimse artık maskeli baloyu sürdürebilecek hâlde değildir. Egemen kendi gerçek yüzünü hiçbir engel tanımadan ortaya koymakta, kendine bağlı liberalleri, sözüm ona sol aydınları, liberal solcuları da maskesiz bırakmaktadır.

1 Mayıs barikatından Kobanȇ Davası’na Saray Rejimi seçimle gitmez

Belki 5 yıldır, belki daha çok zamandır, sürekli olarak vurguluyoruz: Saray Rejimi, TC devletinin olağanüstü örgütlenmesidir ve seçimle gitmez.

Bu bizim “seçim sevmez” olmamız ya da parlamenter mücadeleyi küçümsememiz nedeni ile vurguladığımız bir şey değildir. Tersine, sistem, bizzat kendisi sandıkları gömmüştür. 2015’ten bu yana, hiçbir seçim, sandıklara bağlı olarak sonuçlanmamıştır. Hepsi hilelidir. Bu nedenle, seçim bir meşruluk aracı ise, hiçbiri meşru değildir, burjuva sistem açısından bile meşru değildir. Saray Rejimi, parlamentoyu yok etmiştir. Ortada burjuva sistem açısından, kurallara uygun bir parlamento yoktur.

Ülkemizde, “demokrasi severlik”, bir çeşit karşılıksız aşk gibidir. Daha çok platonik bir aşka benzemektedir. Geniş bir kesim, “demokrasi” adına, ellerinde kalan tek şey olduğunu söyledikleri seçimlere, büyük değer atfetmektedir. CHP, elbette böyle davranacak. İYİ Parti, Deva Partisi, Gelecek Partisi vb. elbette böyle davranacak. Onlar, MHP gibi iktidar olanaklarının ortakları olmasalar da, iktidarın ortağıdırlar. Saray adına, sistemi meşrulaştırma görevi yapmaktadırlar. Muhalif olmaları gerçek değildir.

Ama bizim sol hareketlerin de seçimlere verdiği bu abartılı önem, bu nedenle CHP kuyruğuna takılmaları, abartılı bir “iyimserlik”tir. Oysa onlar da her seçimden sonra, seçimlerin hileli olduğunu söylerler. Ama bir sonraki seçim gündeme geldi mi, yine aynı tutumu alırlar. Şaşırtıcı derecede bir iyimserliktir bu, hem de en hafif deyimi ile.

“Demokrasi” sevenler, aslında demokrasinin sadece seçim ve belli aralıklarla sandığa gitmek demek olmadığını da söylerler. Ama yine de, elimizde kalan tek şey seçimdir tekerlemesini sürekli söylerler.

Hem derler ki, parlamento gerçek bir parlamento değildir. Kabul. Ama öyle davranmazlar. Parlamento sadece önemsiz değildir, aynı zamanda mevcut Saray Rejimi’nde en üst organ da değildir. Mesela parlamentoya gidip, “baroların bölünmesi yanlıştır” demek işe yaramaz. Çünkü, doğru adres parlamento değil, Saray’ın kendisidir.

Hem derler ki, hukuk yok. Hem de her davada “Türk hukuk sistemine güveniyoruz” derler. Sanki onlar, “bak biz senin anladığın gibi, sisteme, devlete karşı değiliz” demek isterler. Ve bu yolla, aslında Saray Rejimi’ne destek verirler.

Oysa ülkemizde hukuk vardır. Bu hukuk, bazı hukukçuların söylediği gibi, “düşman hukuku”dur. Bizim tarifimizle bu iç savaş hukukudur. Bu nedenle yasalar, kişilere göre, duruma göre uygulanırlar. Sen, suçlusun, ama aynı yasaya göre başka birisi de suçsuzdur.

Hem derler ki, Saray anayasayı çiğniyor. Elbette doğrudur. Ama aynı Saray ile, yeni bir sivil anayasa yapalım görüşmeleri yaparlar. Umutları şudur; artık Saray da hukukun gereğini anlamıştır. Her zaman, gel barışalım, biz senin suçlarını unutalım ama sen de “normal”leş.

İyi ama bu rejim, bir olağanüstü rejimdir.

Taksim 1 Mayıs kutlamalarına karşı devletin aldığı tutum, olağan tutum mudur? Beklenendir ama olağan değildir.

Peki Kobanȇ Davası? Dava, siyasal bir davadır ve kararı önceden verilmiştir. Ve şimdi, Adalet Bakanı, temyiz yolunun açık olduğunu söylemektedir. Al sana yeni bir “umut çubuğu” daha. Umut, çubukla tutulacak bir şey değildir. İktidarın, sistemin uzattığı çubuğa tutunan, her zaman aldatılacaktır.

Davanın kararı açıklandı. Yüzlerce yıllık cezalar ortaya konmuştur. IŞİD bu davanın diğer ucundadır ve IŞİD’e karşı mücadele edenler, mahkûm edilmişlerdir. Sistemin ne yaptığı son derece açıktır. IŞİD’i, Ankara Gar katliamında, Suruç katliamında kullananlar, mahkeme salonunda da IŞİD’e karşı mücadele edenleri cezalandırmaya karar verdiler. Özeti şudur, “sen kimsin ki, egemenin işine çomak sokuyorsun!”

Saray Rejimi’ne karşı mücadele eden Kürtler ve Batı’da devrimciler, aynı sonuçlarla karşı karşıya kaldılar, kalacaklar da. Bundan, onurlu olan kimsenin “merhamet” dileyecek bir tutuma yöneleceği sonucu çıkmaz. Ama herkese, ayağınızı denk alın, bir kere daha, denilmiştir. Sadece Kürtlere değil, direnen işçilere, direnen kadınlara, direnen gençlere karşı da tehditlerini savurmuş, kılıçlarını bir kere daha göstermişlerdir.

Burada biraz duralım. Duralım ve 1 Mayıs barikatı ile Kobanȇ Davası arasında bir bağ kurmaya çalışalım. Çünkü 1 Mayıs’ta Bozdoğan Kemeri’nde barikat kuranlar, kemerin zirvesine keskin nişancılar yerleştirenler ile, Kobanȇ Davası’nda cezalar açıklayanlar, aynı Saray Rejimi ve onun destekçileridir.

Şöyle sorabilir miyiz: 1 Mayıs’ta o barikat aşılsaydı ve Taksim on binlerce işçi ve direnişçi tarafından geri alınmış olsa idi, acaba Kobanȇ Davası’nda bu cezalar, böyle verilebilir miydi? Sorudur.

Diyelim ki siz, bu soruyu çok abartılı buluyorsunuz. Olsun. Yine de düşünmeye değer bir sorudur.

1 Mayıs’ta Taksim’e karşı kurulan barikatlar aşılsaydı, Kobanȇ Davası’nda bu denli rahat olamazlardı.

Saray Rejimi, Kürt hareketine karşı savaşı, Batı’da devrimci harekete karşı savaş ile birlikte yürütüyor. Ve dikkat noktaları, her iki tarafta mücadele edenlerin, pratikte ortak bir anlayışla mücadele etmelerinin önlenmesidir. Bu konuda dün milliyetçilik ve dini daha etkili kullanıyorlardı. Bugün, bu etki, eskisi kadar güçlü değildir. Kullanıla kullanıla etkisi de azalmaya başlamıştır. Gar katliamı ve Suruç katliamı, başkaları da içinde, aslında dinin ve milliyetçiliği ideolojik etkisinin aşınması nedeni ile, şiddetin devreye sokulmasıdır. Böylece, mücadeleyi durdurma, yavaşlatma, korkuyu yeniden egemen kılma olanakları elde ettiler. Ve elbette, bir süreliğine.

Sadece durumu hayal edin. 1 Mayıs’ta İstanbul’da barikatlar aşılmış, on binler Taksim’e çıkmış olsun. Bu durumda, Saray’ın Kobanȇ Davası’ndaki tutumu nasıl etkilenir?

Mesele, en genel anlamı ile, Saray’a karşı mücadelenin genişletilmesi ve daha etkili hâle getirilmesidir. Yoksa, mesele mutlaka, kapsamlı bir ortak mücadele meselesi de değildir. Her iki alandaki mücadelenin her kazanımı, aslında ortak kazanımdır. Bunun kavranması gereklidir.

Elbette Saray’ın hem Kobanȇ Davası’ndaki cezaları hem de Taksim’i kapatmak için kurduğu barikatlar, bugün Saray için kazanım olarak görülse de, gerçekte, Saray’ın artan korkularının ürünüdürler. Bu ayrı bir konudur. Yel eken fırtına biçer. Bu noktada bir sorun yok. Ama kimin ne denli güvenilir ve ne denli sağlam olduğuna bakmaksızın, pratikte mücadeleyi geliştirmek, doğru bir politikadır.

Saray, tam da 1 Mayıs öncesinde, 2 Mayıs’ta Özgür Özel ile görüşeceğini ilan etmiştir. Tam da Kobanȇ Davası öncesinde, parti ziyaretleri ile yeni anayasa tartışmalarını açmıştır. Ve şimdi, Kobanȇ Davası sonuçları ortaya çıkınca, adına “yumuşama” dedikleri şeyin ne olduğu ortaya çıkmıştır. Oysa bu zaten önceden de belli idi.

Saray Rejimi, içeride ve dışarıda savaş politikalarını, artan ekonomik kriz içinde, eskisi gibi, “%50’yi gerilim politikaları ile manipüle” ederek, yürütemez. Savaş politikaları, salt gerilim politikaları ile yürütülemez. Bu nedenle “yumuşama” ya da “normalleşme”den söz ediyorlar.

Nasıl bir yumuşamadır bu?

Bu nasıl bir “normal”dir? İstanbul’u ablukaya almak, nasıl bir normalliktir? İşçilere Taksim’i yasaklamak nasıl bir “normalleşme”dir? Kobanȇ Davası nasıl bir “normal”dir?

Saray Rejimi, olağan yöntemlerle yönetememenin, olağanüstü bir devlet örgütlenmesinin kendisidir. Olağanüstü rejimin “olağan” politikaları tam da bunlardır. Bu egemenin (yani emperyalist efendiler, NATO diyelim ve onların yerli uşaklarının) bir çeşit geçici çaresi değildir. Bu kalıcıdır ve olağanüstü devlet örgütlenmesidir.

Çürüme-fakirleşme-zihinsel fukaralaşma

Çürüme üzerine birçok şey söyleniyor. Kimisi çürüme denildi mi, sistemin otomatik yıkılacağının kastedildiğini sanıyor. Kimisi, bunun bir ahlâkî değerler alanında yozlaşma olduğunu, sadece bu olduğunu varsayıyor. Ama giderek, daha fazla, kapitalist sistem ve çürüme üzerine yazıldığını görüyoruz.

Çürüme sadece bizim toplumumuza ya da sadece herhangi bir toplumun belli bir anına özgü değildir. Çürüme kendi içinde bir süreklilik taşıyor. Tekeller çağı çürüme çağıdır.

Bizim, az okumuş-hiç anlamamış, devrimci saflarda emaneten yer almış solcularımız, “çok okumuş adamlar”ı, bu çok okumuş olanlardan da en çok burjuva yalakası olan “aydın”ları, çok ama çok dinlerler. Onlar da söylerler, “Marksizm, tekeller çağı çürüme çağıdır, der. Der ama hani nerde? Kapitalizm ayakta duruyor işte.” Bizim saflarda emaneten duran, geçici bir sosyal medya pozu vermek için kareye giren az okumuş-hiç anlamamış solcularımız, bunun üzerine atlarlar. Çünkü onlara, mücadele etmemelerine temel olacak açıklamalar gerekir ve bu yöndeki her açıklamanın üzerine atlarlar. Sibel Hoca’nın, Temel Hoca’nın ve Deniz Adalı’nın üzerinde durdukları post modernizm de dâhil, devrim için mücadele etmeyi önermeyen, yani işlerine yarayan ne varsa, hemen alıverirler.

Tıpkı, “hani devrim olacaktı” diyen samimi ya da gayrisamimi insanların sorularına benzer bir hâldir bu. Hani, tekeller çağı çürüme demek idi, o hâlde niye yıkılmadı?

Biz Kaldıraç Hareketi olarak, 10 yılı aşkın zamandır bir savaştan, üçüncü dünya savaşından vb. söz ediyoruz. Bize, bugünlerde gelip, “hani savaş diyordunuz, savaş nerede” diye soranlar oluyor. Çünkü, onlara göre savaş, ancak kendi evlerine bomba düştüğü zaman savaştır. Öyle ya, biraz başlarını dikleştirip, gözlerini çevreye çevirseler, “savaş nerede” diye sormaktan utanırlar.

Bir sistem çürüyorsa, onu yıkmak için bir özne gerekir. Yoksa sistemin çürümesi, kendi kendine yıkılacağı anlamına gelmez. Tamam, mücadele etmek istemiyorsunuz ve söylenenleri hep öyle anlıyorsunuz. Ama çürümeyi otomatik yıkıma götürecek bir şey yoktur, ona mutlaka bir özne gerekir. Bazan çok güçlü, bazan son derece sıradan bir özne. Devrim olacaksa, kendi kendine olmaz. Otomatik kuluçka makinası değildir toplum. Devrim, mutlaka bir özneye ihtiyaç duyar ve eğer bir insan devrimci ise, dürüst ise, “devrim olmuyor, acaba neyi hatalı yapıyoruz” diye sorar. Yoksa, başkalarının devrim yapmasını bekleyerek “devrim olmuyor işte” demez. Deneyeceksin, soyunacaksın, işe koyulacaksın, bu yolda yanacaksın, yoksa devrim olsa bile sana ne ki?

Tekelci kapitalizm, çürüme ile birlikte vardır. Tekelci egemenlik çürüme de demektir. Artık çürüme süreklidir. Artık sürekliliği olan bir çürüme tüm toplumu, tüm kapitalist dünyayı sarmıştır, sarmaktadır.

Eğer siz çürümeyi, belli bir dönem görmüyorsanız, bunun nedeni, çürüme hâline alışmanız, çürüme hâlinin “normalleşmesi”dir. Sürekli lağım kenarında yaşayan bir insan, orasının kokusuna alışır ve eğer koku yeniden yükselip yeni bir zirve yapmamış ise, durumun normal olduğu sanılır. Bir gün bölgeden dışarı çıkıp tekrar geri gelirseniz, o zaman kokuyu fark edersiniz.

Demek ki artık çürüme olağan hâldir.

Buna rağmen, bugün bizim ülkemizde yaşanan çürüme, yeni bir zirvedir ve buna alışana kadar çürümeyi fark edenlerin sayısı artacaktır.

Çürüme sadece krize ait değildir. Kriz, onu daha da artırmaktadır. Mesela Kürtlere karşı sürdürülen kirli savaş, çürümenin bir dönem zirvesidir. Kriz, çürümeye yeni zirveler yaptırır. Ama savaş, bu konuda daha ağır katkılar yapar.

Dünyada ve bölgemizde sürmekte olan savaş, çürümeyi daha da artıracaktır, artırmaktadır.

Egemenin bunalımı, tüm toplumu sarmaktadır.

Egemenin ve sistemin çürümesi, tüm toplumsal kesimleri de etkisi altına almaktadır.

Ekonomik kriz, işçi ve emekçilerin fakirleşmesine yol açmaktadır. Yaşamak pahalı hâle gelirken, ölüm ucuzlamaktadır. İnsanlar, yaşamak için satabilecekleri her şeyi satmakta, düşebilecekleri en ağır durumlara razı olmakta, en olmadık çalışma koşullarında çalışmaya mahkûm hâle gelmektedir. Bu sadece fakirleşme değildir, bu aynı zamanda bir uçta değerlerde bir çürümeye de neden olmaktadır.

Saray çalıp çırptıkça, sokaktaki herkes, bu yağmadan pay alabileceği koşullar, “şanslı hâller” arama işine girişmektedir. Saray, her çeşit lümpen için bir sığınak, her çeşit tecavüzcü için bir korunak, her çeşit katil için ekmek kapısı, her çeşit müptela için askerlik yeri hâline gelmektedir. Ve çürüme, tüm bu tablonun içinde, her yönü ile, zirveler yapmaktadır.

Bu koşullarda, akıl sağlığını korumak, özel bir öneme sahiptir.

Ülkemizde, Saray Rejimi, öyle bir siyasal pratik göstermektedir ki, hiçbir komedi bu kadar rezil bir şan elde edememektedir. İşte artan itibar bu olmalıdır.

Bahçeli’nin Yeşilçam’ın en çapsız ve arabesk şarkıcıların en pespaye kliplerini birleştirerek elde ettiği, bahçede yürüyen yalnız adam klibi bir örnektir.

Bir başkası ise, Özgür Özel ile Erdoğan görüşmesinde, “boş koltuk” fotoğrafıdır.

Mehmet Uçum’un açıklamaları, Selvi’nin yazıları, Diyanet İşleri Başkanı’nın araba merakı Saray’ın “uzmanları” ile, Saray’ın soytarıları arasındaki farkın ne denli ortadan kalktığını göstermektedir. Soytarı uzman olurken, uzman soytarı hâline gelmektedir.

İşte bu koşullarda akıl sağlığını korumak önemli.

Şimdi, bizim liberal solcularımız, eylemsizliği eylem hâline getirmiş her şeyi bilen solcularımız, aydın adı takılan cehaletin temsilcisi hâline gelmiş korkak yazarlarımız, iktidarın yalaka uzmanları, dolara biat eden profesörlerimiz, sözüm ona muhalif gazetecilerimiz, hepsi ama hepsi, bu sahneler üzerine beyin egzersizi yapıyorlar.

Ne yapalım, onların egzersizleri de bu. Gerçeği örtmek için ya da tersine bir bulmaca çözer gibi uzmanlıklarını sergilemek için sürekli konuşuyorlar.

Efendim, acaba, Bahçeli bu video klipte kime sesleniyormuş, Erdoğan’a mı, sevgilisine mi, yoksa başka birisine mi? Mesela kime, Şenkal Atasagun’a mı? İşte size büyük tartışma. Konu yok ya! Başka konuşacak bir şey yok ya, sahneye konan bu saray imalatı video klip, esas gündem olmalıdır. Kime mesaj göndermiş?

Beyinlerini çalıştırmak mı istiyorlar? Bilemiyoruz. Ama başlıyorlar, “efendim, elbette bu video klip Erdoğan’ı hedefliyor.” Öyle mi, sahi mi?

Ama şöyle bir soru yok; arkadaş bu ne, bu nasıl bir mesaj, bu nasıl bir siyasal tutum, bu nasıl bir komedi? Kime ise bu mesaj, neden kendisine legal ya da illegal yollarla iletilmiyor da, bir Yeşilçam bozması video klip devreye sokuluyor? Hepsi, kameraların arkasında gülüyorlar, kimisi masanın başında, kimisi bir köşede ağzını kapatarak, kimisi bir tuvalette kameralara görünmemeye çalışarak gülüyorlar. Ama sonra TV kameralarının karşısına çıkıp, büyük bir ciddiyetle, video klibi tartışıyorlar.

Ne diyelim, egzersiz iyidir ama bu kimsenin akıl sağlığını korumaz. Tersine, varsa biraz akıl, onu da alıp götürür.

Mesela şöyle sorabilirsiniz; acaba, bu video klip ile, Sinan Ateş dosyası (o da ayrı bir tiyatrodur) arasında bir bağlantı var mı? Eğer öyle ise, Bahçeli’nin video klip denemesi, çok zayıf bir yanıttır. Sinan Ateş dosyasının, Atasagun ve Bahçeli için bir tehdit olduğunu bilmeyen yoktur. Ama bunun karşısında ne istendiği, henüz açıklanmamıştır.

Bu bir olay, başkaları da var.

Özgür Özel, Erdoğan ile 2 Mayıs’ta görüştü.

1 Mayıs’ta Saraçhane’ye gelip, 10 dakika kalıp, tuhaf açıklamalar yaparak giden Özel, Erdoğan ile görüşmeye gitti. Koşarak. Video klibi çekilse, Bahçeli burada hangi şarkı ile yürürdü?

Efendim, görüşmede “boş koltuk” varmış. Fotoğraf böyle verilmiş. Başlıyorlar; acaba bu boş koltuk niye var? Boş koltuk ile Erdoğan ne mesaj vermek istemiş? İşte size büyük tartışma. Özel’i nezaketsiz bir biçimde mi ağırlamış?

İyi ama, Özel, görüşmenin içeriğini niye açıklamıyor? Özel “gizli bir görüşme” mi yapıyor? Bu sorular yok. Öyle ya, Özel, birinci parti olarak çıkmıştır seçimlerden ve Erdoğan’a “sizi tanıyorum” ziyareti mi yapıyor? Böylece, 28 Mayıs seçimleri, gayrimeşru seçimler, tüm sonuçları ile meşrulaştırılıyor mu?

Ama bunu konuşmak yok.

Acaba o koltuk niye boş? Efendim, koltuk boş, çünkü Erdoğan, böylece Özel’e nezaketsiz davranmış oluyor. Neden ki, mesela koltukta bir saksı olsa, nezaket kurallarına uymuş mu olurdu? Tutmadı mı, egzersize devam. Koltuk niye boş, acaba, o koltuk, hep boş mudur? Öyle ya, başkaları ile de görüşürken Erdoğan, o koltuğu hep boş tutuyor. Peki, mesajı ne bu koltuğun?

Peki, acaba Özgür Özel’in yanındaki kişi, Tan, neden oradadır? Tan, dün AK Partili mi idi? Peki bugün Tan, CHP’li midir? Acaba Tan ile Özgür Özel arkadaş mıdır? Dahası, Özel ile Tan acaba ne zaman ve kaç kere kahve içmiştir de, şimdi birlikte Erdoğan’ın karşısına çıkmaktadırlar? Yoksa Tan, Özel olur da görüşmeye gelmekten vazgeçer diye, bir korucu olarak mı devrededir? Ve acaba Tan, boş koltuktan daha mı “değersiz”dir? Tan, yerine boş koltuğun tartışılması, çok mu anlamlıdır?

Acaba koltuk fotoğraf verilirken mi boş? Fotoğraftan sonra koltuğu birisi mi dolduruyor? Öyle ya, koltuğun hep boş olduğundan emin miyiz? Bunlar da bizim sorularımız olsun. Neden Erdoğan ne mesaj veriyorsa, bunu şifre ile veriyor? Tartışma olsun ve “uzmanlar” bunu tartışsın diye mi? İyi ama mesaj kime? Kimse mesajı anlamıyorsa, bu nasıl bir mesaj? Acaba o koltuk öylesine mi boş kalıyor? Her görüşmede bir boş koltuk olması yeni diplomasi midir? Acaba Özgür Özel, bir o koltuğa bir de öbürüne mi oturuyor? Yoksa Erdoğan, Cumhurbaşkanı şapkası ile başka, başka şapkası ile başka koltuğa mı oturuyor? İyi ama bu durumda, AK Parti başkanı koltuğu, Varlık Fonu başkanı koltuğu, BOP eş başkanlığı koltuğu vb. de gerekli değil mi? Yoksa boş koltukta bir ruh mu oturuyor? Eğer öyle ise, kimin ruhudur bu? Yoksa o koltuk Sultan Abdülhamid döneminden mi geliyor? Koltuğun, dinî bir anlamı var mı?

Demek ki sorular çoğaltılabiliyor.

Peki görüşme ve onun içeriği ne oldu? Arada mı kaynadı?

Özgür Özel, Saray Rejimi’nin doğal parçası olan CHP’nin yeni başkanı olarak, Saray Rejimi’ne güç vermek istiyor olmasın?

CHP, mayıs seçimlerinden bu yana, “güçlendirilmiş parlamenter sistem” diye bir vurguyu yapmaz hâle geldi. Böylece, güçlendirilmiş Saray Rejimi için hazırlıklar başladı. Olamaz mı? Acaba Özel, yeni kazandıkları belediyelerle birlikte, sadaka dağıtım sistemini yürütme görevini yerine getirmek için, Saray’dan ek bütçe ve destek mi istedi? Tan, acaba orada, savaş hazırlıkları ve İran’a karşı operasyonlar konusunda bir görüş birliği oluşturmak için mi vardı?

Anayasa tartışmaları da bir başka örnektir.

Yeni anayasa tartışmaları gündeme geldi. Ve CHP, “mevcut anayasaya uymuyorlar, yenisini mi yapacaklar” dedi. Dedi ama, Taksim’e yürümek için toplanan kitlelerin önüne kurulan barikatlara şöyle karşıdan bir bakış bile atmadı. Sarnıcın tepesine yerleştirilmiş dürbünleri, keskin nişancıları görmemek için gözlerini yumdu. Ve ardından, soluğu Erdoğan’la görüşmede aldı. Oysa Özel, Bozdoğan Kemeri’nin en üstündeki keskin nişancıları görseydi, hiç değilse Erdoğan’a, “efendim çok korktum” diyebilme olanağına kavuşurdu.

Olaylar son derece açıktır.

Saray Rejimi, çürümenin yeni zirvelerini ortaya koymaktadır.

Fakirleşmek, sadece ekonomik bir olgu değildir. Aynı zamanda zihinsel bir fakirleşme ile birlikte yürümektedir. Saray Rejimi’nin çürümesi, tüm toplumu sarmaktadır.

1 Mayıs 2024’te ortaya konan devlet ablukası ve OHAL sahnesi, aslında gerçeğin dışa vurumudur. Bu sahne, ancak ve ancak, kriz ve savaş politikaları ile anlamlıdır. Savaş politikaları, içeride ve dışarıda tüm hızı ile devam etmektedir. Krizle birleşmiş bu savaş politikaları, sadece emperyalist efendilerin TC devletine biçtiği tetikçi rolünün ifadesi değildir, aynı zamanda burjuvazinin, tekellerin çıkış yoludur. Onlar, tıpkı efendileri olan emperyalist Batı güçleri gibi, savaş dışında bir yol görmüyorlar. Savaş müptelalığının geçici olduğunu düşünmek büyük hatadır. Savaş, hem sistemin hem de efendilerinin çıkış yolu hâline gelmiştir.

Tüm bu sahne, aslında bu savaş politikalarının ve krizin yarattığı çürüme hâlinin ifadeleridir.

Aklı temiz tutmak gerekir.

Bunun yolu, direnmekten, devrimci pratikten, örgütlenmekten geçmektedir. Örgütlenmeden kaçarak, direniş hattına girmekten uzak durarak, bir çeşit egzersiz ile akıl sağlığını korumak mümkün değildir.

Akan su, eninde sonunda berraklaşır. Akmak gerekir. Yürümek, yola koyulmak gerekir. Yol ise, devrime giden yoldur. Devrime giden yol, bugün, kitlesel direniş ve örgütlenme yoludur. Basitçe, sadece bir mücadeleci olarak saf tutmadan, temiz kalmak, insan olarak kalmak mümkün değildir.

Sistemi baştan ayağa saran devrim korkusu, 1 Mayıs alanında kurulan barikatta kendini açığa vurmuştur. Egemen korktukça, korkutma politikalarına daha fazla başvuracaktır. Güç gösterilerinin arkasındaki bu korkuyu görebilmek için, barikatın bizim tarafımızdaki saflarında yer tutmak gereklidir.

1 Mayıs’ta Bozdoğan Kemeri’nin önünde TOMA’lar, polisler, keskin nişancılar ile, tüm İstanbul’da ortaya konan olağanüstü hâl ve abluka görüntüleri, evet bu tablo, devletin güç gösterisidir ve komiktir. En ucuz malzeme ile, yamalı bohça gibi hazırlanmış sahne dekoruna benzemektedir. Ve 1 Mayıs 2024’te devletin ortaya koyduğu şey, kendi korkusudur. Çürümenin bir başka görünümüdür bu.

Ne diyelim. Korkuyorlar ve bu konuda haklıdırlar. Ülkemizin her yanında bir devrim, komünizm hayaleti dolaşıyor. Saray’ın odalarına girip çıkıyor. Şimdi mesele, bu hayaleti, bir canlı vücut ile ortaya koymaktır.

İşte örgütlenme ve direniş hattı burada çözücüdür.

Devrimci hareketin birliği ve birlikte hareket edebilme kabiliyeti, bu açıdan yol açıcı olacaktır.

Bugün, bize gerekli olan, birleşik emek cephesidir.

Gezi’nin 11. yıldönümü, yaşasın direniş, yaşasın Birleşik Emek Cephesi

Gezi’nin 11. yıldönümündeyiz. Bu, aynı zamanda 15-16 Haziran’ın 54. yıldönümüdür.

Bu topraklarda, 15-16 Haziran ve Gezi Direnişi, kitlesel hareketin kendiliğinden patlamasının iki zirvesidir. Her ikisinin de kendine özgü özellikleri var. Her ikisi de umut olmuştur. Her ikisi de iktidara korku salmıştır. Her ikisi de egemenin kâbusu olmuştur.

Ve öyle görünüyor, her ikisini de birleştirmek gerekir. Bunun tek yolu vardır, o da örgütlü bir ayaklanmadır.

22 Mayıs 2024’te, Saray Rejimi, savaş düzenlemelerine bir yenisini ekleyecek bir yönetmelik yayınlamıştır. Bu yönetmelikte, “ayaklanma”dan söz ediyorlar.

Gezi Direnişi yargılanmıştır.

Kendiliğinden bir sosyal patlama, Saray Rejimi tarafından yargılanmıştır.

Kime ceza vereceklerini bilemediklerinden, öne çıkan tanınmış aydınlara cezalar yağdırmışlardır. Bu, hem yargı sistemlerinin artık iç savaş hukukuna göre şekillendiğinin ilanıdır, hem de bu yolla kitleleri, aydınları değil, kitleleri korkutmayı amaçlamışlardır.

11 yıl geçti aradan. O günlerde ilkokula başlamış olan bir çocuk, şimdi delikanlıdır ve muhtemelen üniversite öğrencisidir. O günlerde babasının omuzunda alana gelen çocuk, şimdi üniversite harcını, ev kirasını ödeyemez hâldedir.

Aradan 11 yıl geçti.

Bizim liberal solcularımız, “bak Gezi Direnişi oldu da ne oldu, devrim mi oldu” demekten geri durmuyorlar. Oysa Saray, egemen, devlet, hâlâ Gezi Direnişi’ne cezalar basma peşindedir. Hâlâ Saray’ın koridorlarında Gezi hayaleti dolaşmaktadır. Hâlâ çıkarttıkları yasa ve yönetmeliklerde toplumsal ayaklanmadan söz etmektedirler.

Aradan 11 yıl geçti.

Gezi Davası’ndan içeride yatanlar, tüm olgunlukları, tüm ciddiyetleri ile insan gibi yatmaktadırlar ve Gezi Direnişi’nin onuruna uygun davranmaktadırlar.

Aradan 11 yıl geçti.

11 yıl sonra, Taksim’de 1 Mayıs’ı kutlamak isteyen kitleleri durdurmak için, Saray, evlere şenlik bir trajikomiklikle barikatlar kurmaktadır. Kemerin üzerine keskin nişancılar, kemerin yola basan ayaklarının arasına TOMA’lar vb. yerleştirerek, kendi korkularının tarifsiz hâlini trajikomik biçimde dışa vurmaktadırlar.

Aradan 11 yıl geçti.

11 yıl sonra, sendikalarımız, işçi sendikası hâline gelmek yerine, daha çok devletin kontrolüne girmeye meylettiler. CHP kuyruğunda, devlete sığındılar. Devletin barikatlarının önünde, işçi sınıfını ve direnişi durdurmak için, barikatlar kurmaya başladılar. İşçi sınıfından korkmak yerine, devletten korkmayı daha uygun bulmaktadırlar.

Aradan 11 yıl geçti.

11 yıldır, ülkede direniş, hiçbir biçimde durdurulamadı. TOMA’lar, hapisler, coplar, tutuklamalar, mahkemeler, okuldan ve işten atmalar, gazlar vb. insanların direnişi sürdürmelerini engelleyemedi. Ve bu süre içinde birçok olumlu direniş örneği ortaya çıktı.

Direniş, parça parça, yerel alanlarda, fabrikalarda, işyerlerinde, sokaklarda, okullarda, meydanlarda, daha az sayıda kitlelerle birlikte olsa da, sürekliliğini kaybetmedi.

Bugün, 11 yıl sonra, maskeler daha fazla düşmüştür ve herkes kendi yüzünü daha net ortaya koymaya başlamıştır.

Bugün, Gezi’nin 11. yılında, ülkede ekonomik kriz, toplumsal bunalım daha da derinleşmiştir. Egemen, ekonomik krizin faturasını, elbette, karakterine uygun olarak, işçi sınıfına, emekçilere, kadınlara, gençlere yıkmak istemektedir. Ve buna karşılık, işçiler, emekçiler, kadınlar ve gençler, direnişlerini sürdürmektedirler.

Aradan 11 yıl geçti ve bugün egemen, toplumsal ayaklanmadan söz etmektedir.

Egemen, devrimin hayaletini görmekte, ondan korkmaktadır.

İşçi sınıfı ise, devrimci hareket ise, bu devrim hayaletini yeryüzüne, toprağın üzerine, eti ve kanı ile indirme, gerçek bir güce çevirme görevi ile karşı karşıyadır.

İşçi sınıfı, devrimcileşme, devrimci örgütlenmesini geliştirme görevi ile karşı karşıyadır. Başka türlü işçi sınıfı, toplumsal mücadelenin, devrimin öncüsü hâline gelemez.

Kadınlar ve gençler, tüm toplumsal muhalefet, direniş hattını geliştirmek, direnişi yaymak ve bunları yaparken örgütlenmek ve örgütlenmek zorundadır.

Gezi’nin 11. yılında, Saray Rejimi, içeride ve dışarıda savaş politikalarını tüm gücü ile devreye sokmuş durumdadır.

İçeride ve dışarıda savaş politikaları, devrimcileri hedef almaktadır.

Devrimci hareketler, ortaklaşa mücadeleyi geliştirmek, kendilerini daha örgütlü hâle getirmek zorundadır. Kendini örgütlemek ile, ortaklaşa, birlikte mücadele etme yeteneğini geliştirmek, çelişkili değildir.

Devrimci hareket direniş hattını geliştirmek, direnişi yaymak zorundadır.

Bunun biricik yolu Birleşik Emek Cephesi’dir.

Devrimci hareket, her türden milliyetçiliği aşarak, savaşa karşı durmak zorundadır. Devrimci hareket, en yakınından en uzağına kadar, dünyadaki tüm devrimci hareketlere, enternasyonalist bir ruhla yaklaşmak zorundadır.

Yaşasın direniş.

Yaşasın Birleşik Emek Cephesi.

Yaşasın proletarya enternasyonalizmi.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...