Ana Sayfa Blog Sayfa 18

Sınıf savaşımı, deneyim-birikim ve pratik

Toplumsal mücadele dediğimiz zaman, aslında, bir noktadan sonra, sınıf savaşımından söz ediyor oluruz. Bu nokta eğer dikkatiniz içinde ise, sınıf savaşımı yerine “toplumsal mücadele” kavramını kullanırsanız, büyük bir soruna yol açmazsınız. Bizde, özellikle 12 Eylül yenilgisi ve ardından SSCB’nin çözülmesinin ardından, sınıf savaşımı demek, sanki (a) şiddeti yüksek ve sansürü umursamayan bir kullanım anlamına geliyor, (b) sanki sınıf savaşımı denildi mi toplumsal mücadeleye göre daha dar bir kullanım gerçekleşiyor. Sanki “toplumsal mücadele” daha kapsamı geniş bir kavram gibidir.

Oysa biliyoruz, sınıflı toplumlarda, hemen her mücadele, döner dolanır, sınıf savaşımına dayanır. Başka bir deyişle, sınıf savaşımının çok farklı görünüm biçimleri vardır. Bu nedenle denmiştir ki, “sınıflı toplumların tarihi, sınıf savaşları tarihidir.”

Elbette, sınıf savaşımı geri düştüğünde, kendini çok farklı biçimlerde ortaya koyar ve bunlara “sınıf savaşımı” demek de zor hâle gelir. Ama gerçekte bunlar da sınıf savaşımının kendini ortaya koyuş biçimlerindendir.

Yine de bu bağ unutulmazsa eğer, toplumsal mücadele, daha geniş anlamda kullanılabilir, daha az çıplak sınıf savaşımıdır bu.

Öğrencilerin akademik ve demokratik mücadeleleri acaba sınıf savaşımının dışında mıdır? Değildir. Ama yine de toplumsal mücadele denmesinde çok da büyük sakınca yoktur.

Öğrenciler, ister özgür bilimsel eğitimden söz etsinler, ister üniversite yönetimine katılmaktan, aslında sınıf savaşımının bir parçası olurlar. Sadece kendi sorunları ile ilgilenmekle yetinseler bile. Ama eğer sadece kendi sorunları ile ilgililer ve asla diğer sorunlara ilgi duymuyorlarsa, aslında kendi mücadelelerini zayıflatırlar.

Biliyoruz, doğada ve toplumda, şeyler birbirinden kopuk ve yalıtık değildir. Bir öğrencinin akademik ve demokratik sorunlara ilgi duyması, zaten onun toplumun eğitim meselesine de ilgi duymasıdır. Ve zaten mesela fizik biliminin nasıl öğrenileceği konusunda bir tutum alması, görsün ya da görmesin onu holdinglerle, tekellerle karşı karşıya getirir. Öğrenci, nihayetinde ya kadındır ya erkek. Her durumda, kadın sorunu ile de ilgilidir. Öğrenci, büyük ölçüde bir fakir ailenin çocuğudur. Değilse, eğer zengin bir ailenin çocuğu ise ya da orta hâlli bir küçük burjuva aileden geliyorsa, onların eğilimlerini de kendisi ile birlikte taşır. Elbette, öğrenci, toplumsal kurallar ve toplumsal bilinç tarafından, henüz tam anlamı ile esir alınmış değildir ve hangi sınıftan gelirse gelsin, daha özgürlüğe ve yeni fikirlere açık hâldedir.

Ama eğer öğrenci, kendisi dışındaki sorunlara gözünü kapama eğilimini aşıp, toplumsal sorunlara duyarlı bir yola gönüllü olarak, bilinçle girmiş ise, işte o zaman gerçek anlamda öğrenci sorunlarına da doğru yaklaşım geliştirebilir. Ve elbette bu noktadan sonra, o, işçi ve emekçilerle aynı safta yer aldıkça, onlara siyasal bilinç taşımaya yöneldikçe, karşısında egemen sınıfı bulur ve kendisi istese de istemese de, artık doğrudan devrim savaşımının içinde kendini bulur.

Demek ki, öyle sınıf savaşımı denildi mi hemen ürkmeyelim. Diyelim ki doğayı korumak için bir ilçede, bir köyde mücadeleye başladınız. Kendinizi şöyle kandırmayın, “ben siyasal bir eylem yapmıyorum, devlet bana bir şey yapmaz.” Bu kendini kandırmak olur. Öyle değil durum. Çünkü siz, aslında doğayı, maksimum kâr amaçlı bir faaliyeti yaşam temeli hâline getirmiş olan bir kapitalist işletmenin doğayı yağmalamasına karşı mücadele ediyorsunuz. Yani tekellere, para babalarına, burjuvalara karşı mücadele ediyorsunuz. Öyle ise, karşınızda polisi bulacaksınız, mahkemeleri, burjuva basını vb. bulacaksınız. Şöyle sorabilirsiniz, “yahu, doğayı yağmalayan, yok eden bir adam, bir şirket var. Bu suçlu olacağı yerde, ona dur dediğim için ben suçlu oluyorum.” Çok haklı bir sorudur bu. Şimdi, o şirket, kişi, egemen sınıfın üyesidir ve öyle, o güçle oraya geliyor. Devlet onun devleti. Peki, sen kim olarak karşı çıkıyorsun? Orada yaşayan, sıradan bir insan olarak mı? Duyar gibiyim, “evet” diyorsun. İşte sorun burada. Bu tutum nedeni ile o seni istediği zaman terörist ilan edebiliyor. Oysa elinde silahı, copu, TOMA’sı, biber gazı, hapishanesi, hukuku ile dikilen bu karanlığın kendisi, bu devlet, teröristtir. Senin elinde hiçbir silah yok ama silahlı bir kişi muamelesi görüyorsun. Oysa “orada yaşayan, doğanın yağmalanmasına karşı çıkan sıradan bir insan” olma ve gel işçi ve emekçi sınıfın bir üyesi ol, gel sömürülen sınıfın bir üyesi ol ve şimdi kendi sınıf çıkarların gereği, karşısına bir örgütle çık. Belki de şimdi, tüm bu süreç sana farklı görünecektir.

Diyelim ki sen deprem yaşamış bir yerdesin, mesela Hatay’da, Maraş’ta, Antep’te, Adıyaman’da, Malatya’dasın. Kardeşini, dostunu, arkadaşını, ailenin bir parçasını, tanıdıklarını, mahalleni, sokağını, evini kaybetmişsin. Sen, sesini duyduğun ama devletin tutumu nedeni ile ölüme terk edilen bir alanda yardım edemediğin insanların çığlıkları ile yaşıyorsun. Ve sana yardım eli uzatacak bir devlet arıyor ya da bekliyorsun. Yanlış bekliyorsun. Sorun sende. Olup biteni anlamıyorsun. Deprem öldürdü sanıyorsun. Oysa deprem toprağı yardı, evi salladı ama öldüren kapitalist sistemdir ve elbette bu ölümü daha berbat hâle getiren, katliama çeviren Saray Rejimi’dir. Oysa sen devleti, “baba” sanıyorsun. Canımı kaybettim, bana ev, diyorsun. Oysa gerçek o kadar değil. Sen canını kaybettin, evini de kaybettin. Ve bilmelisin, seni orada ölüme terk edenler, sana ev vermeyecekler. Sen, kendi evini, varsa paran yeniden alabilirsin. Evini kaybettin. Sen şimdi sadece kendi sorunlarınla ilgilenmekle yetinmek mi istiyorsun?

Seçim senin.

Ama bilesin ki, sen toplumsal sorunlara ilgi duymuyor olabilirsin ama toplumsal sorunlar sana ilgi duyuyor, senin yakanı bırakmıyor. Öyle ise, durup bir kere daha kendine bakmalısın. Mücadele, direniş, örgüt olmadan, çıkış yolu var mı? Ölene kadar böyle yaşamak dışında, bir de devrimci mücadeleye dalmak vardır.

12 Eylül darbesi gerçekleştiğinde, karşı-devrim galip geldiğinde, mücadeleyi bırakmaya karar veren “yoldaş”larımız gelip, “ben siyaseti bırakacağım, mücadeleyi bırakacağım” derdi. Biz de, herhâlde çok sayıda böylesi şeyler geldiğinden olacak, pratik bir yanıt bulmuştuk, “peki sen bırak ama acaba siyaset seni bırakacak mı?” Sen toplumsal sorunlara ilgi duymak istemiyorsun, işine, okuluna, fabrikana gidip, başını öne eğerek eve dönmek istiyorsun, hiç toplumsal süreçlere ilgi duymak istemiyorsun, kesilen ağaca, yağmalanan doğaya aldırmak istemiyorsun, aç yatan arkadaşına, çığlıklar içinde yardım isteyen koca dayağı mağduruna, işsiz kalan komşuna, senin gibi çok parası varmış gibi havalı dolaşan fakir kardeşine ilgi duymuyorsun. Okuyamayan, hastahaneden randevu alamayan, parasızlık nedeni ile hastalıktan kurtulamayan kişileri duymak istemiyorsun. Sömürüyü, insanın insana kulluğunu anlamak istemiyorsun. Evsizleri, açları görmek istemiyorsun. İyi ama acaba onlardan tamamen kurtulup, mesela Mars’ta mı yaşayacaksın? Onlar gelip sana varlıklarını hissettirmeyecek mi?

Sınıf savaşımı, biz istediğimiz için yok.

Biz, Marksistler-Leninistler, sınıf savaşımını yaratanlar değiliz. Sınıf savaşımı, bizden çok önce vardı. Ve eğer sosyalist devrimi gerçekleştirip, dünyaya yayamazsak, dünyada komünizm kurulmazsa, bizden sonra da sınıf savaşımı var olacaktır. Sınıfları ortadan kaldırana kadar.

Biz Marksistler-Leninistler, sınıf savaşımının, zorunlu olarak, kapitalizmin yıkışına götüreceğini, bunun gerçekleşmesi için, varlığı başka bir sınıfın varlığına bağlı olmayan işçi sınıfının, devrimcileşerek, kapitalist sistemi yıkacağını keşfettik. Hepsi budur. Ve dahası, biz bunun için, tüm varlığımızla, militan bir mücadeleye girdik ve hâlâ bu mücadelenin içindeyiz. Farkımız budur. Bu size “suç” geliyorsa, öyle düşünün, bu size “delilik” olarak görünüyorsa öyle düşünün, ama sınıfları ve onların savaşımını biz yaratmadık.

Tüm sınıflı toplumların tarihi, sınıf savaşlarının tarihi olarak özetlenebilir. Öyledir de.

Sınıf savaşları içinde egemen sınıf ve emekçi sınıflar, iki kutup olarak vardırlar. Egemen sınıflar ya da egemen sınıf, üretim araçlarını da elinde tutan sınıftır. Devlet, onun örgütüdür. Devlet, egemen sınıfın en gelişkin örgütüdür. Devlet, egemen sınıfın egemenliğini sürekli kılmakla görevli, bir baskı makinasıdır. Bu baskı, sadece copla, sadece silahlı adamlarla, sadece mahkemeler ve hapishanelerle sağlanmaz, bu baskı aynı zamanda toplumsal rıza ile, önyargılarla, kör inançlarla, ideolojik araçlarla, din ile, eğitim ile vb. sağlanır.

Biz işçilerin, emekçilerin, yönetilenlerin ise, böylesi bir devleti yoktur. Bu nedenle biz işçilere, devrimcilere, bu egemenin düzenini yıkmak için, onların cenneti bizim cehennemimiz olan bu düzeni yerle bir etmek için kendi bağımsız, devrimci örgütlenmemiz dışında yol yoktur.

Egemen, sınıf savaşımından öğrenir. Nasıl öğrenir? Bu öğrenmeyi ona sağlayan, en başta, birçok örgütünden daha önde, devletidir. Devlet onundur ve tüm sınıf savaşımı deneyimlerinden öğrenir.

Paris’te işçi ve emekçiler Paris Komünü’nü kurdular. Egemen, bu kalkışmayı bastırdı. Nihayetinde Paris Komünü’nü bastırdı. Ve egemen, bunun tüm sürecini, kendi kadroları ile analiz etti; bu kalkışmayı, bu devrimi kendi yararına olacak şekilde baştan sonra inceledi. Bunu, “bilim adamları” ile, onun kendi aydınları ile, onlara devlet olanakları sunularak yaptı. Bu sürecin derslerini, ordusu, polisi vb. ile analiz edip, gerekli örgütlenmeleri devreye soktu. Bunu analiz edip, ona uygun yeni hukuk yarattı.

Ve Fransız Devrimi’nin tüm süreçlerinden, mesela Prusya egemenleri de öğrenmeyi başardı. Alman burjuvazisi, İngiliz burjuvazisi, Fransız Devrimi’nden öğrenerek anladılar ki “bilimi özgür bırakmak” çok tehlikeli imiş, anladılar ki “gerçek halka söylenemez.” Anladılar ki aslında kendileri birer emekçi aileden gelen asker ve polisleri, ciddi bir ideolojik baskı altına almak şarttır, yoksa silahlarını egemene çevirebilirler. Anladılar ki eski egemen sınıf olan feodal soyluluğu radikal biçimde alaşağı etmek, işçi ve köylülerde, tüm mülkiyete karşı bir savaş ilan etme isteği yaratıyor. Ve buna önlemler aldılar.

Ve elbette, işçi sınıfı adına, bu deneyimleri ele alacak, deneyim hâline getirecek, sınıf savaşımından öğrenmeyi en ileri düzeyde gerçekleştirecek devrimci, enternasyonalist bir örgüt gereklidir.

Egemen, kendi devletini şekillendirirken, elbette kendi egemenliği altındaki alanda süren sınıf savaşımından öğrenir. Ama bu arada aynı egemen sınıf, tüm dünyadaki sınıf savaşımından da öğrenir. Ve devlet, kendini buna uygun olarak geliştirir.

İşte işçi sınıfının da buna uygun olarak kendini örgütlemesi, kendi deneyimlerinden, dünya işçi sınıfının deneyimlerinden öğrenmesi gerekir.

İşte bu noktada, bize en önce bir devrimci örgüt lazımdır ve ardından (ya da öncesinden ya da aynı anda) bize bilim, Marksizm-Leninizm gerekir.

* * *

Gerçekte, insan kendi eyleminden, yaşanan toplumsal süreçlerden, mücadeleden, olaylardan, süreçlerden öğrenir. İstese de öğrenir, istemese de öğrenir.

Mesela, talihsizlik yaşayan bir insan, belki kendini toplumsal ön kabullere uygun şekilde talihsiz, bedbaht, kadersiz ilan edebilir. Yıkılır ve böyle düşünebilir. Ama bir başkası, aslında yaşanan talihsizliğin nedenini anlayabilir ve bir sonraki için kendi adına bir önlem alacak eylem geliştirebilir. Bu ikisi de öğrenmektir. Ve çok farklı oldukları da açık.

Aslında insanlar, salt bireyler değildirler. Toplumsal bir varlıktır insan. Eğer toplumsal varlık olma hâlini unutursanız, zaten niye bir toplumda yaşadığınızı da düşünmüyorsanız, siz nesne hâline gelmişsiniz demektir. Velev ki kendinizi kimseyi takmayan “özgür” kişi olarak görebilirsiniz. Ama aslında nesne hâline gelmişsiniz, özne olmaktan çıkmışsınız. Sadece canlısınız ve canlı olarak, reflekslerinizi de minimize etmekle meşgulsünüz demektir.

Toplumsal bir varlık olarak insanın öğrenme süreci de toplumsaldır. Evet, aynı toplulukta herkes aynı tarzda öğrenmez. Ama herkesin öğrenimi de toplumsaldır.

Diyelim ki bir Filistin soykırımı yaşanıyor. Siz eğer seyrediyorsanız farklı öğreniyorsunuz, eğer siz Filistin örgütlerinin işgal altındaki direnişini terör olarak ele alıyorsanız, siz egemen gibi öğrenirsiniz. Aslında onların size ihtiyacı yoktur, siz egemen ideolojiye, ortalama toplumsal bilince uygun öğreniyorsunuzdur. Siz, Filistin halkının direnişini desteklemek için, küçük ya da büyük bir şey yapıyorsanız, siz farklı öğrenirsiniz. Siz eğer bu küçük veya büyük işleri bir örgütlülük içinde yapıyorsanız, daha da farklı öğrenirsiniz.

Bugün, bizim yaşadığımız ülkedeki mücadelenin yakın tarihinde, 4 büyük olay var. Bu 4 büyük toplumsal olaydan-süreçten öğrenmek, işçi sınıfı adına çok önemlidir.

İlki 12 Eylül karşı-devrimidir. Bizim bir bölümümüz, 12 Eylül darbesi karşısında, daha ilk günden yenilgiyi kabul edip, evinde kitaplarını yakmakla, arkadaşlarını görmekten kaçmakla işe başladı. Buna rağmen tutuklandı ise, “suçlarını” itiraf edip, birkaç da isim verdi. Ve eğer bunu kendi içine sindirebildiyse, ardından dönek olmaya başladı ve o saatten itibaren, devrime, mücadeleye sövmek, insana güvensizliği propaganda etmek dışında bir yolu kalmadı.

Bir bölümümüz, işkencehanelerde, her türden işkenceye dayandı, düşmanın gözünde anlaşılmaz bir deli, tehlikeli bir komünist oldu. Dışarı çıktığında, önünde iki yol vardı, ya yeniden ve tekrar başlamak ya da bu kadar yeter, benim sağlam kalan tek yerim kulağımın arkasıdır, onu da cennete götüreceğim, diyerek içine kapanmak.

Bir bölümümüz, gönüllü olarak düşman saflarına koştu. Her devrin adamı olmanın acemice yolu, düşmana sığınmak olmalıdır. Bir bölümü öyle yaptı ve düşman tarafından hunharca kullanıldılar. Kendilerini insan olmaktan çıkarttılar.

Bir bölümü, kazasız belasız bu süreci atlattı ve “bir daha mı asla” diyerek toplumsal mücadeleden, devrimden, devrimci mücadeleden, birilerine güvenmekten uzak durmayı seçti. Onlar, insandan vebalı diye kaçan insanlar oldular. Ne zaman devrimden söz eden birilerini gördülerse, sessizce oradan uzak durmaya çalıştılar. Kendi vücutlarının, kendi dünyalarının efendisi olabildiler mi? Sanmıyoruz.

İkincisi SSCB’nin çözülmesidir. Birincisinin üzerine binmiştir ve ilki ile birleştiği ölçüde, insanî, ideolojik, örgütsel erozyona yol açmıştır.

Üçüncüsü, Kürt Devrimi’nin yükselişidir. Bu iki yenilgi ve ters akıma karşı Kürt Devrimi’nin yükselişi, ancak en temiz, en diri, en sağlam olanları düşündürdü, onlar için bir pozitif etki yarattı.

Dördüncüsü, bu satırları okuyan hemen her kişi için bilinendir ve Gezi Direnişi’dir. Gezi Direnişi’nden de herkes, umdukları, beklentileri, harekete katılım tarzları, tutumları ölçüsünde farklı farklı öğrenmiştir.

İster kişisel olsun, ister toplumsal olsun, yaşanan her aksilikten, sadece uzak durmayı, bir daha o yola girmemeyi, deyim uygun düşerse tövbe etmeyi öğreniyorsanız, siz iyi bir yolcu, iyi bir yürüyüşçü değilsinizdir.

Yenilgilerden bir şey yapmamayı, uslu durmayı öğrenenler, elbette Kürt Devrimi ve Gezi Direnişi’nden de mücadele etmeyi öğrenmezler. Bir kere boyun eğmeyi, sadece ve sadece kendini korumayı öğreniyorsanız, aslında insan olarak bakma yeteneğinizi de kaybediyorsunuz demektir. Yaşamak bu olmasa gerek.

12 Eylül yenilgisinden devrimci mücadeleye kalkışmamayı, ömrünü sessizce sürdürmeyi, etliye sütlüye dokunmamayı öğrenen, örgütsüzlüğün en iyi şey olduğunu öğrenen kişi, kendini özne olmaktan da çıkartıyor demektir. Bu durumda mesela Gezi Direnişi’nden ne öğrenebilirsin ki?

Mücadele, sınıf savaşımı, size ters geliyorsa toplumsal mücadele, herkesi eğitir. Ama en az, seyreden öğrenir. Hele ki, başıma bir iş mi gelecek, diye korkarak seyreden, seyrederken görmekten korkan, aslında insan olma hâlinden çıkmaktadır.

“Aydın” diyelim, okumuş yazmış kişiler, kendi bireysel zekâları ile, tehlikeyi görmeyi öğrenenler, düşmana şirin gözükmek için tutum alırlar. Ve zekâları buna el verir. El verir ama nereye kadar, olayların, sınıf savaşımının izin verdiği ölçüde. Sanırlar ki o düşmana sırnaşık hareketleri, o şirin gözükmek için düşmana yaklaşımları, gerçekten anlaşılmıyor. Oysa düşman, egemen, epeyce deneyime sahiptir ve TC devletinden söz ediyorsak, bu tutumları anlamakta küçümsenemez bir deneyime sahiptir. Gün gelir, ya o cepheden ya da bu cepheden yana tutum almak zorunda kalırsınız. İki ayağınızı, zekânızla, iki tarafa da değdirerek yürümeniz zor hâle gelir ve taraflardan birisi, o taraftaki ayağınıza bir darbe indirir. Ve bu darbeyi aldığınızda, öbür tarafta da kalamazsınız.

Eğer siz, mesela 12 Eylül karşı-devriminden, ciddi bir devrimci, bir Marksist olarak öğrenmeyi aklınıza koyarsanız, o zaman, kendi hatalarınıza, kendi eksikliğinize, işçi sınıfının durumuna odaklanırsınız. Bu durumda, düşmanın hayal edemeyeceği derinlikte, yeniden mücadelenin yollarını bulmaya başlarsınız.

Çok şükür, böyleleri var.

Var, çünkü yaşam, her ülkede olduğu gibi, burada da diyalektik işliyor. Bir şey, sadece kendisi olarak var olmuyor, karşıtını da getiriyor, karşıtına da dönüşebiliyor.

* * *

Şimdi, bu öğrendiklerimiz, deneyimlerimiz, birikimlerimiz, bizim yeni mücadele yolumuzda nasıl ele alınabilir?

Eğer siz, tüm doğru ve ciddi, derin ve sağlam analizlerinize rağmen, yola yeniden koyulmuyorsanız, bu öğrendikleriniz, çok gri tonlar olarak kalacaktır.

Biraz daha açmaya çalışalım.

Aslında mücadeleden öğrenmek, mücadele etmeyenler için ne denli olanaklıdır? Elbette, mücadele etmeyen, kişi olarak var olan, devrimci ideallerini koruyan birçok aydın ya da kişi, birçok deneyime sahiptir ve bu deneyimler, hiç de küçümsenmeyecek deneyimlerdir. Ama eğer bu deneyimler, mücadelenin bizzat içinde, yolda kullanılmıyorsa, pratiğe aktarılmıyorsa, birçok kusuru da içlerinde taşırlar.

Peki mücadele edenler, deneyimlerinden tam ve eksiksiz mi öğrenirler? Elbette bunu söylemiyoruz. Eksiksiz öğrenme yoktur. Ama sürekli olarak öğrendiklerini mücadeleye aktaranlar, onları yeniden pratiğin sınavına sokmuş demektir ve işte bu yol, öğrenmenin doğru yoludur.

Bir insan, isteyerek ya da istemeyerek, devrimci mücadelede “örgütsüz” bir süreç içine girebilir ve bu süreçte, gerçekten de mücadelenin birçok deneyimini taşımayı başarıyor olabilir. Ama bu deneyimler, deyim uygun düşerse, yontulmamış, yeni süreçlerin sınavlarına girmemiş demektir. Mesela bir devrimci, örgütlü mücadelede eleştiri ve özeleştirinin çok önemli olduğunu kavramış ve bunun geçmişte eksik yönlerini görmüş olabilir. Ama bizzat bir mücadele içinde bu eleştiri-özeleştiri silahını kullanmıyorsa, her gün yeniden ve yeniden kullanmıyorsa, onun o mükemmel bilgisi-deneyimi, kuru hâlde demektir. Aslında mücadele, herkesi biraz yontar. Ve bu, mükemmel bir yüzey elde etmek için, zorlu, zahmetli, acılı bir yoldur. Bu yoldan geçilince, işte o zaman, büyük bir alçakgönüllülükle, birikimini militan bir mücadeleye aktarmak mümkün olur.

Öğrenme süreci, diyalektik materyalizmin, diğer akımlardan ayrılmasında önemli bir alandır. Öğrenme, önce dıştan başlıyor. Görünüşten öze doğrudur bu öğrenme süreci. Görünüş sadece özü büyük ölçüde hatalı yansıtmakla kalmaz, yine de öz ile bağlantılıdır. Ama görünüşle başlayan öğrenme süreci, daha derindeki öze ulaştıkça, şeyin ya da sürecin gerçekliğini kavramak, onu bütünsel kavramak daha olanaklı hâle gelir. Bu sürekli işleyen bir süreçtir. Örnek olsun, ülkemizde işçi sınıfının durumunu ve ruh hâlini anlamak için, en dışta ortaya çıkan görüntülerden, derindeki öze doğru öğrenmek, ancak, eylemli bir kişinin işidir. Hattâ bu, tek bir kişinin işi de değildir, öznenin işidir diyelim.

Demek ki öğrenme sürecindeki özne de toplumsal bir karakterdedir.

Bilgisini edindiğimiz şey, belli bir tarihsel ve toplumsal süreç içinde, öğrenmenin konusu hâline gelmiştir.

Öğrenme süreci, toplumsal bir süreçtir ve sınıf savaşımının ya da toplumsal eylemin içinde olan, bunu daha sağlıklı yapabilir.

Kaldı ki öğrendiğimiz şey, gerçek hakkındaki bilgimiz, yeni bir eylemlilik sürecinde, isterseniz buna yeni pratik süreci de diyebilirsiniz, yeniden doğrulanır/yanlışlanır. Pratik, eylem ya da emek, burada aynı anlamda kullanılabilir.

Bugün, ülkemizde sınıf savaşımı giderek daha açık biçimler almaktadır. Sadece açık biçimler almıyor, aynı zamanda, mücadele daha da sert biçimlere bürünüyor. Mücadelenin daha da sertleşeceği, daha çok sınıf mücadelesinin öne çıkacağı bir süreçten geçiyoruz. Bu mücadele, işçi sınıfı cephesinden, belli bir deneyim ve birikime sahip insanların açık, net, organik bir tutum alarak, katkılarına ihtiyaç duymaktadır. Kimin bu birikimini, deneyimlerini nerede, ne zaman ve ne için kullanacağını ayrı bir konu olarak bir yana bıraksak da, bu ihtiyacı görmemek mümkün değildir.

Kişinin kendi birikimini devrimin emrine sunmaması, bir bahane ile geçiştirilemez. En çok bulunan bahane, “devrimci ve güçlü bir örgüt yok”tur. Bu kendi içinde çelişkili bir tutumdur. Zaten güçlü bir devrimci örgüt olursa, belki de size de ihtiyaç bu denli olmazdı. Gel ki, daha güçlü bir özne ortaya çıksın.

Denilebilir ki, biz geçmişte birçok özne gördük ve buralarda yaşanan sorunlar, bu birikimi aktarmamıza uygun değildir. Bu elbette çok yanlış hattâ kibirli bir tutumdur. Hiçbir mücadele, kendini size göre şekillendirmez. Zaten öyle olursa, siz burada bir hata olduğunu düşünmelisiniz. Diyelim ki siz, iyi bir tarım uzmanı, mühendisi vb.siniz. Devrim olmuş ve siz de bu birikiminizi tarımsal alanda ortaya koymak istiyorsunuz. Elbette, siz oraya vardığınızda, bizzat tarlada çalışanlar, sizin düşüncelerinizi, kendilerine yabancı bulacak ve sizi dinlemekte isteksiz olacaklardır. Ama siz, elinize deyim uygun düşerse kazmayı alırsanız, bir süre sonra, söylediklerinize kulak kabartanların artacağını görmeniz pekâlâ mümkün olacaktır. Yoksa, siz, sürekli bekler ve sürekli bekleyerek sizi çağırmalarını istersiniz. İnanın, bu süreçte kaybedilecek şey, sizin “sözünüzün dinlenmemesi” nedeniyle uğrayacağınız kayıptan çok daha fazla olacaktır.

Biraz farklı bir yere taşıyarak tartışırsak:

Bilim ve sanat, aslında günlük düşünme biçiminden ya da günlük düşünceden ayrılmak, kopmak demektir. “Güneş’in doğudan doğduğu” günlük bilinçte tamamen doğrudur. Ama biz biliriz ki, Güneş hiç batmaz ve Dünya, gezegenimiz, hem kendi etrafında hem de aynı anda Güneş’in etrafında döner. Bu dönme nedeni ile Güneş “batar” ve “doğar” gibi görünür. Günlük düşünceden bir üst düzeye, bilimsel ve sanatsal düşünceye ulaştığımızda, aslında gerçeği daha farklı görürüz, gerçek hakkındaki bilgimiz derinleşir. Şimdi, bu bilgiyi, bu düşünceyi, bizim, bilim ve sanatla uğraşanların, yeniden sosyal pratiğe uygulamaları, aktarmaları gereklidir. Bu ise, yeniden o günlük yaşamla daha derin bir bağ kurmak demektir. Pratikle daha sağlam bir bağ kurmak, örgütlü bir pratik ya da emek süreci demektir. Bu süreç, bilim ve sanatla uğraşanın, bu bilgiye ulaşanın, yeni bir pratikte, deyim uygun düşerse, yeni bir sürtünme yaşaması demektir.

Pratik, isterseniz eylem deyin, isterseniz emek, geniştir. Sadece bir çeşit pratik yoktur, olamaz. Yani herkesin yaratıcı bir tarzda kendini sınıf savaşımının içinde var etmesi, bunu kolektif bir tarzda var etmesi olanaklıdır. Evet, bazı dönemler, mücadelenin bazı yöntemleri çok öne çıkabilir. Ama her zaman, mücadelenin tüm yöntemleri için iş yapmak önemlidir. Mücadelenin tek biçimine takılmak, özne için büyük hatadır. Elbette, öne çıkan mücadele yöntemleri, kapitalist toplumun değer yargıları ile, diğerlerini “önemsiz” gibi gösterebilir. Ama biz biliriz ki, aslında bu dönemseldir ve her tür mücadele aracı, mücadelenin zaferi için değerlidir.

İki şeyi biliyoruz; ilki, mücadelenin her tür araç ve yolla yürümesi esastır ve bu açıdan her emek değerlidir. İkincisi, kişi, verdiği emekle yetinmemelidir, daha fazlasını yapmak gerekir ve bu mümkündür. Ne kadar çok emek verilebilirse, daha fazlası da verilebilirdir. Daha çok emek vermek, emek vermeyenlere söylendiğinde bir şey ifade eder mi bilmiyoruz ama emek verenlere çok şey ifade eder.

Marksizm-Leninizm, bize, teorinin önemini gösteriyor. Devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz, tam da bu anlamda önemlidir. Ama devrimci teori, bizzat mücadelenin içinden çıkar, çıkmıştır, çıkmaktadır. Ve en mükemmel teori, ancak mücadele edenlerin elinde gerçekten yaşayan bir varlığa dönüşür, maddeleşir. Bu nedenle, hareket esastır.

Bunu sınıf savaşımının bizde biriken deneyimlerine uygulamamız mümkündür. Bu deneyimler, gerçekten de savaşın içinden süzülüp gelmektedir. Ve çok değerli olduklarını vurgulamaya bile gerek yoktur. Ama bu deneyimler, yeniden mücadele ederken gerçek rollerini oynayabilirler.

Tüm insanlık tarihi bize gösteriyor ki, tarih boyunca, öznenin rolü daha öne çıkmakta, daha önemli hâle gelmektedir. Kapitalizmin bugün içinde bulunduğu aşama, durum, onun aşılması için nesnel tüm koşulların oluşmuş olduğunu göstermektedir. 1917 Ekim Devrimi günlerinden öte, mesela paranın ve meta ufkunun, devrimin hemen ertesinde hızla aşılabilmesi için, maddî olanaklar çok daha fazladır. Evet, egemen daha örgütlü, burjuva devlet, tekelci polis devleti, çok daha gelişmiş bir egemenlik aygıtıdır. Ama 1917 ile karşılaştırıldığında, hem devrimin yayılması olanakları daha fazladır hem de komünizme geçiş olanakları çok daha gelişmiştir. Bu durum, öznenin rolünü daha da önemli hâle getirmektedir. Bu hem tarihsel olarak böyledir hem de kapitalist sistemin bugünü nedeniyle böyledir.

Ve tüm bunlar, tüm bu görüşler, tüm bu gerçekler, ancak devrimci mücadele içinde, mücadele etmek isteyenler için anlamlıdır.

Evet biliyoruz, kapitalizm, insanın insan tarafından sömürüsü er ya da geç yıkılacaktır. Ama bunun bir tek gün olsun, daha erken olması, çok değerlidir. Bunun için, bilimin ve bilginin, deneyimin ve birikimin devrimin emrine sokulması gerekir. Bunu yapmamak, rahatını kaybetme korkusu ile karışık bir kibir, bir çeşit öğrenmeden kaçınmaktır. Oysa birikimimiz biz daha iyi öğrenciler olursak anlam kazanacaktır.

“Özgürlük!” ama kim(ler) için?

“Bir liberal dilenci gördüğünde
sistemin işlemediğini söyler.
Bir Marksist ise işlediğini!”[1]

Liberalizm, bir sınıf olarak burjuvazinin yükselişiyle ilişkili bir ideolojidir. İlk kuramcılarından biri, John Locke’un tanımıyla, insanların doğal olarak “herhangi başka bir bireyin iznine ya da iradesine tabi olmadan eylemlerini uygun gördükleri şekilde düzenleme hususunda noksansız özgürlük hâli”nde oldukları savına dayanır. İnsanın sınırsız bir “özgürlük (ve de eşitlik) hâli”nde yaşadığını ve bu özgürlüğün ancak meşru bir gerekçeyle (toplumsal sözleşme) sınırlandırılabileceğini varsayan Aydınlanma filozofları (Hobbes, Locke, Rousseau, Kant…) bu anlamda liberalizmin “kurucu ataları” arasında sayılmaktadır… Çoğunu bugünün standartları çerçevesinde “liberal” olarak nitelemek mümkün olmasa da… (Gaus, Courtland, ve Schmidtz 2020)

Liberalizmin Teorisi

“Yurttaşlığımız bir başka gurur vesilesidir!
Yoksullar için zenginlerin kudretini ve boşgezerliklerini
destekleme ve sürdürme uğraşıdır.
Bu görevlerini yasaların köprü altında uyumayı,
sokaklarda dilenmeyi, ekmeğini çalmayı
hem zenginler hem de yoksullar için yasaklayan
yasaların muhteşem eşitliği
zemininde yerine getirmelidirler.”[2]

Kapitalizmin şafağında, “özgürlük”ün iki toplumsal kesim için temel sorunsal hâline gelmesinin haklı gerekçeleri vardır.

  1. Geç feodalite sürecinde dikkate değer bir ekonomik güce dönüşen ve bu güçlerini siyasal etkiye tahvil etmek isteyen[3] kentli tacirler, serbest meslek sahipleri, imalatçılar, işletme sahipleri, tefeciler, bankerler, kentlere yerleşmiş çiftlik sahipleri vb. açısından özgürlük, bir “efendi”nin, hele ki Kilise ile ittifak hâlindeki (feodal bey ya da kral) mutlak ve keyfî iradesine tabi olmama anlamına gelmekteydi.
  2. Toprakta çalışan kırsal emekçiler, yani serfler için ise, özgürlük benliğiyle, bedeniyle bir “efendi”ye ait olmamak, örneğin bütün bir yıl çalışıp da ürününün sadece hayatta kalabileceği kadarını elinde tutup geri kalanını beye, rahibe, krala kaptırmamak, savaş zamanı zorla silah altına alınmamak, salınan keyfi vergi ve haraçlarla açlığa mahkûm kalmamak, angaryaya tabi tutulmamak demekti. Ortaçağ boyunca Avrupa’nın büyük bölümünü kasıp kavuran “köylü isyanları”nın temel talepleri bu mealdeydi… (bkz. Engels 2018)

Evet, kapitalizmin şafağında, iki toplumsal kesim, farklı “özgürlük” kavramları uğruna mücadele ediyordu; iktisadî faaliyetiyle kentsel mekânın denetimini büyük ölçüde ele geçirmiş olan burjuvazi, monarkın tasarruflarını keyfî ve mutlak olmaktan çıkartarak onu üzerinde uzlaşılmış, ortak, aklî bir zemine yerleştirmek… Ki bunun prototipi, İngiltere’de baronlarla Kral John arasındaki uzun ve yıpratıcı çatışmaların ardından, kralın tasarruflarının yasal temele dayanması gereğini kabul ettiği yolunda varılan bir dizi uzlaşma, Magna Carta’dır (1215) Magna Carta’yla birlikte uyruklar, yasaların koruması altındaki “yurttaşlar” statüsüne kavuşur. Monarkla burjuvazi arasında bir uzlaşmaya varmanın olanaksız olduğu durumlarda ise, hanedanlar devrilip, yerini Cumhuriyet rejimlerine bırakacaktır. Her durumda kentli varlıklı sınıf, burjuvazi için işin özü, ya da Gray’in ifadesiyle “tüm çeşitlemeleri içinde liberal devletin olmazsa olmaz koşulu, hükümet iktidar ve yetkesinin bireysel özgürlük ve yasanın egemenliği altında kişilerin eşitliğinin saygı gördüğü anayasal kural ve pratikler sistemi tarafından sınırlandırılmış olmasıdır.” (akt. Letseka, 2013: 68)

Bütün varyantlarıyla[4] liberalizm, nihayetinde, geç feodalite içinde kabuğunu çatlatarak boy veren, palazlanan burjuvazinin “özgürlük” tasarımından kaynaklanır. Ve bu “özgürlük”ün sınırları emekçilerin “özgürlük” talep ve mücadeleleriyle çizilmiştir.

Peki, nasıl bir özgürlüktür, liberalizmin öngördüğü?

Öncelikle bireyseldir. Bu, insanın liberalizmin Aydınlanma düşünürlerinden kalıttığı, toplumsal-öncesi doğal durumunda içkin olarak özgürlüğe sahip olduğuna ilişkin temel varsayımından kaynaklanır. Özgürlük, bireyin doğal hâlidir. Bu bakımdan, ancak kendi rızasıyla girdiği toplumsal sözleşme tarafından ve özüne dokunulamayacak şekilde kısıtlanabilir. Bireyin özgürlüğü, ancak bir başkasının özgürlüğünü ihlal etme olasılığı çerçevesinde sınırlandırılabilecektir. Bunun güvencesi ise, “toplumsal sözleşme” ya da Anayasa’dır.

Liberalizmin bireysel özgürlükleri, kamusal, siyasal, domestik, iktisadî… velhasıl toplumsal yaşamın bütün alanlarında Anayasa ve yasalarla güvence altına alınmalıdır. Kamusal alanda düşünce ve ifade, basın, inanç ve ibadet, örgütlenme, yaşayacağı yeri seçme, seyahat, işkence ve kötü muamele görmeme özgürlüğü, adil yargılanma hakkı… Siyasal alanda yöneticileri seçme ve seçilme hakkı, kamu görevlerine erişim hakkı… Kurumsal alanda sağlık, eğitim vb. hizmetlere erişim hakkı… domestik alanda eşini seçme özgürlüğü, domestik şiddete uğramama hakkı, cinsiyet temelli ayırımcılığa uğramama hakkı… Ve en kritik “özgürlükler” alanı: iktisadî özgürlükler… özel mülkiyet hakkı, ticaret özgürlüğü, girişim özgürlüğü, işgücünü serbestçe satabilme özgürlüğü, sendikal özgürlükler…

Kuşku yok ki liberalizmin kapsamı iki yüzyılı aşkın tarihi boyunca gelgitlerle de olsa genleşti. Bugün liberal doktrinlerin doğal kabul ettiği birçok “özgürlük” liberalizmin fikir babalarının tahayyül alanlarının dışındaydı: farklı cinsel yönelimler, domestik şiddetten arınma, hatta eşit ve genel oy (19. yüzyıl liberalleri için mülk sahiplerinin, eğitimlilerin ve erkeklerin oy hakkına sahip olması yeterliydi) sendikalaşma… İlginçtir, liberalizmin “özgürlükler” tahayyülünün genleşmesinde, bir başka deyişle özgürlüklerin genişlemesinde temel etken, emekçilerin mücadeleleri olmuştur.

Bir alan dışında: liberal doktrin(ler)in en kritik noktasını, iktisadî özgürlükler oluşturmaktadır; özellikle “özel mülkiyet” edinme özgürlüğü ve bununla bağlantılı olarak ticaret ve girişim özgürlüğü. Liberal kuramcılar genellikle özgürlüklerin en vazgeçilmezi olarak gördükleri özel mülkiyet edinme” özgürlüğü”nün[5] çoğunlukla mülk sahibi olmayanları “özgürlüksüz” bırakmasını sorunsallaştırmazlar. Ve de tüm bu özgürlüklerin gerçekleştiği zemin olan kapitalizmin mantığının, sürekli olarak bir avuç “mülk sahibi”nin, topumun geri kalanını mülksüzleştirmesine dayandığını görmezden gelirler. Marx ile Engels’in liberalizme yönelik eleştirilerinin özü, tam da budur.

Marx ile Engels’in dönemlerinin liberalizmine yönelttikleri eleştirilere geçmeden önce liberalizmin kendi vaatlerine ne denli bağlı olduklarına, bir başka deyişle “liberal pratiğe” bir göz atalım. Nimtz’in (2019) anlatımıyla, her ikisi de Marx ile Engels’in çağdaşı olan liberal doktrinin iki “ağır topu” Alexis de Tocqueville ve J. S. Mill bu bakımdan çarpıcı iki örnek oluşturuyor.

Pratiği: Liberaller nereye kadar “Liberal”? (Tocqueville Örneği)

 “Demokratik kurumlar aklımı çeliyor ama içgüdüsel olarak aristokratım,
çünkü güruhlardan tiksiniyor ve korkuyorum.
En temel düzlemde, özgürlük, yasallık, haklara saygıya tutkunum, ama demokrasiye değil. (…)
Ne devrimci ne de muhafazakâr partiye aidim.
Ama son tahlilde, ilkindense ikinciye daha fazla eğilimliyim;
çünkü muhafazakârlarla amaçlar değil, araçlar konusunda ayrışıyoruz;
ama devrimcilerden hem araçlar hem de amaçlar konusunda farklı düşünüyorum.”[6]

 Aristokrat kökenli, Fransız liberal düşünür ve siyasetçi Tocqueville’in (1805-1859) siyasal fikirleri, 1789 Devrimi’ni izleyen restorasyon yıllarında, özellikle de 1824’de tahta geçen Kral X. Charles’ın gerici yönetimi döneminde biçimlenmişe benzer. Tocqueville, 1830’daki, kralın devrilmesine ve yerine, yükselen burjuvazi tarafından desteklenen Bourbon hanedanından Louis Philippe’in geçmesine yol açan üç günlük halk ayaklanmasını alkışlarla karşılamıştır. Ancak bu, çalkantılı 19. yüzyıl Fransa siyasal tarihinde alkışladığı ilk ve son halk ayaklanması olacaktır… Entelektüel yaşamı, bundan böyle devrimlerden ve “ayak takımı”nın etkisinden arınmış bir demokrasinin mümkün olup olmadığı sorusunun yanıtını aramaya adanacaktı. Bunun yanıtına ise, dokuz ay boyunca yerinde inceleme olanağını bulduğu Amerikan demokrasisinde ulaşacaktı. Ve Tocqueville’e göre, Amerikan demokrasisini mümkün kılan, Hıristiyan eşitlikçiliğiydi: “Amerikalıların en önemli avantajı, demokratik bir devrime katlanmak zorunda kalmaksızın demokrasiye erişmiş olmalarıdır; sonradan eşit hâle gelmek yerine, öyle doğmuşlardır.” (akt. Nimtz, 2019: 19) Tocqueville’in “Amerikan demokrasisi” güzellemesinde ne yedi yıllık kanlı İç Savaş’ın rolüne yer verilir ne de siyahî ve yerlilere yönelik kronik ayırımcılık dikkate alınmaktadır. “Siyahîsiz ve yerlisiz” bir demokrasi, öyle görünüyor ki Tocqueville için yeterince “mutlak ve uçsuz bucaksız”dır…

“Ayak takımı”nın siyasal sahnede etkin bir rol üstlenmesine yol açan ayaklanma ve devrimler karşısındaki nefreti, bir parlamento üyesi olarak karşılaştığı 1848 “Avrupa Baharı”nda aldığı pozisyonda iyice açığa çıkacaktı. Bir parlamento üyesi olarak kaleme aldığı Cezayir’deki Fransız sömürgeciliğini hararetle savunan raporun[7] “sabıkası”na eklenen “ayak takımı” nefreti…

1848 Devrimi’nde Tocqueville Fransa Dışişleri bakanı ve devrimi bastırmaya çalışan Milli Muhafızlar’ın subaylarındandı. Devrimin şafağında, 29 Ocak 1848’de Millet Meclisi kürsüsünden vekillere şöyle seslenecekti: “İşçi sınıfının tutkularının siyasaldan toplumsala kaydığının farkında değil misiniz? Yalnızca şu ya da bu yasayı, şu ya da bu bakanı, hatta şu ya da bu hükümeti değil de toplumu devirmeyi, üzerine yerleştiği temelleri yıkmayı savunan görüş ve fikirlerin saflarında yayılmakta olduğunu görmüyor musunuz? Bu gibi görüşler beraberinde eninde sonunda devrimlerin en dehşetlisini getirecektir” (Nimtz, 2019: 36)

Tocqueville’in korktuğunun başına gelmesi, -ya da en azından onun öyle sanması- uzun sürmeyecektir. 1848 Avrupa devrimlerinin ilk dalgası, Şubat ayında patlak verir. Karl Marx’ın “burjuvazinin egemenliğinin pekiştirilmesi” olarak gördüğü bu olay, Tocqueville için, sosyalist fikirlerin zaferidir. Ve bu devrim, ani ve şiddetli bir karşı harekâtla bastırılmalıdır!

İlk dalganın iktidara taşıdığı geçici liberal hükümetlerin kent yoksullarına istihdam sağlayan bayındırlık faaliyetlerini durdurma kararı, Fransa’da Haziran ayaklanmalarını tetikleyecektir. Paris proletaryasının Haziran ayaklanmasında uğradığı yenilgiyi Tocqueville, “Bu kader günleri Fransa’daki devrim ateşini söndüremese de, en azından bir süreliğine Şubat Devrimi’nin yaptıklarına son verdi. Ulusu Parisli işçilerin tahakkümünden kurtarıp, kendi yazgısının kontrolünü yeniden ona verdi.” (Nimtz, 2019: 47)

Ve Tocqueville Haziran ayaklanmasının bastırılmasında aktif bir rol üstlendi: Yalnızca “Cezayir Fatihi” Cavaignac’ın diktatörlüğünü hararetle desteklemekle kalmadı, Meclis’ten aldığı yetkiyle Paris’i sokak sokak dolaşıp Milli Muhafızları Cavaignac’ın yayınladığı kararnameler konusunda bilgilendirme görevini de üstlendi… İşçiler yenildiğinde 3.000 tutsağın katledilmesine ise bir itirazı olmadı…

Haziran sonrası, Tocqueville daha da muhafazakâr bir hatta doğru kayacak, iş gününün 10 saatle sınırlandırılması, tuz vergisinin kaldırılması, ikame yerine zorunlu askerliğin kabulü, tüm yurttaşlara eğitim, istihdam ve sosyal yardım hakkı tanınması gibi önerilere, “sosyalizme kapı araladığı” gerekçesiyle muhalefet edecekti.

Haziran ayaklanmasının bastırılması, hükümete demokratik alanı daraltma fırsatını vermişti – tüm siyasal kulüplerin kapatılması, basına sansür uygulanması ve sıkıyönetim: tüm bu antidemokratik tedbirler, Tocqueville tarafından hararetle destekleniyordu. “Özgürlüğü korumanın tek yolu, onu kısıtlamaktır,” sözleri ona aittir (Nimtz, 2019: 55). Tocqueville bununla da kalmadı – “Cumhuriyeti korumak” adına, Aralık 1851’de Louis Bonaparte’ın parlamentoyu lağvederek imparatorluğunu ilan etmesine giden yolun döşenmesine de, “yürütmenin güçlendirilmesi” adına destek verdi: 20. yüzyıl ortalarında “Bolşevizm tehdidi”ne karşı Hitler ve Mussolini’yi destekleyen (Pareto ve von Mises gibi) epigonlarının yolunu da böylece açmış oldu…

…Ve John Stuart Mill

“Ben soyut hakikâtten yanayım,
ne kadar soyut, o kadar iyi.”[8]

Klasik liberalizmin önde gelen kuramcılarından Britanyalı filozof John Stuart Mill, Fransa’da 1789 İhtilalinin ve 1830 devrimci dalgasının (St. Simoncuların yanında) destekçileri arasında yer alsa da, kendi ülkesinde devrimci çıkışları desteklemek bir yana, Lordlar Kamarası’nda oy hakkının genişletilmesi yönündeki önergeye karşı çıkması, Bristol bölgesinde patlak veren “devrimci durum” karşısında, “en iyisi sinip fırtınanın geçmesini beklemek” tutumuyla, ya da kendisinden destek isteyen Chartist harekete desteğini “sadece kitap bağışı”yla sınırlı tutmasıyla (Nimtz 2019: 78-80) temayüz etmektedir. Fransız “ülküdaşı” Tocqueville gibi 1848 devrimci dalgasının karşısında yer almamakla birlikte, yazılarında “komünizm tehdidi”ne karşı uyarmakta, ve bu tehdidin ancak işçilere istihdam ve doyurucu ücretler vererek bertaraf edilebileceği”ni savunmaktadır. Fransa’daki 1848 devrimci dalgasının sonunda bastırılması ise onu hoşnut etmiş gözükmektedir; özellikle “tek damla kan dökülmemesi”ni memnuniyetle karşılar. (Oysa “Cezayir Fatihi” Cavaignac, isyancı işçilere kendi mezarlarını kazdırıp sonra da topa tutmasıyla ünlenmiştir… Bu suretle en az 1.500 işçinin katledildiği Encyclopaedia Britannica’da kayıtlıdır.)[9] Louis Bonaparte’ın darbesinden ise, “plebisiti sorumlu tutmaktadır” (Nimtz, 2019: 81)

Mill’in liberalizmi iki alanda su götürmez biçimde tezahür eder: ABD’de köleciliğin ilgası için mücadeleye verdiği (gecikmeli de olsa) destek ve Amerikan İç Savaşı sırasında Britanya’nın köleci Güney’i desteklemekten vazgeçmesi için verdiği uğraş (Britanyalı tekstil sanayicileri, köleciliğin ilgasının pamuk fiyatlarını yükseltmesinden endişe etmektedir); ile kadınların oy hakkı mücadelesini (Süfrajet hareketi) sahiplenmesi…

Ancak, bu ikincisi, koşulludur. Mill, yalnızca eğitim görmüş kadınların oy hakkını savunur. Kadınları kapsasın kapsamasın, genel oya karşıdır: cahil güruhlar seçim sandığından uzak tutulmalı, “çoğunluğun tiranlığı”ndan kaçınılmalıdır. Bir başka deyişle Mill, köle ve kadın haklarına gösterdiği duyarlılığı işçi sınıfından esirgemektedir… Ona (ve çoğu klasik liberale) göre “alt sınıflar”ın orta sınıf entelektüellerinin yol göstericiliğine ihtiyacı vardır. Ve Engels’e yazdığı bir mektupta, uyarmaktadır Marx: “mürekkep yalamışlar, burjuva sınıfı mensupları ve yarı-aydınlar harekete dâhil olduğunda daha da dikkatli olmak gerek…” (Nimtz, 2019: 118)

  1. yüzyıl liberalizminin bu iki “klasik” örneği, Tocqueville ile Mill’in en belirgin yönü, görüldüğü üzere, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadeleleri karşısında duydukları derin korkudur. “Liberalizm”lerinin, “demokratlık”larının sınırı – Tocqueville’in parlamenter kariyerinin bolca kanıtladığı üzere, budur; bir işçi sınıfı devrimi olasılığı karşısında tercihlerini otoriter rejimlerden yana kullanmak. Çünkü nihayetinde liberal düşüncenin olmazsa olmazı, “mülkiyet özgürlüğü”dür; bu “özgürlük” için tehdit oluşturan her şey, tüm diğer özgürlüklerden vazgeçmeye sevk eder.

Marx-Engels ve Liberalizm: Teorik Eleştiri

 “İnsan dinden özgürleşmedi, din özgürlüğü elde etti.
Mülkiyetten özgürleşmedi, mülkiyet özgürlüğü elde etti.”[10]

Marx’ın (ve Engels’in) liberalizm karşısındaki tutumunu anlayabilmek için öncelikle, onun bu ideolojiye yönelik kuramsal eleştirilerine bakmak gerek.

Marx’ın eleşirileri, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi (1843), ve burjuva “haklar” sorununu irdelediği Yahudi Sorunu (1845) başlıklı çalışmalarında yoğun biçimde ortaya çıkar.

Hegel’in devlet felsefesi, bireylerin kendi bencil çıkarlarının peşinde koştuğu, çelişki ve çatışmalarla yüklü bir “sivil toplum” ile bencilliklerini aşarak “kamusal yurttaşlar” olarak davrandıkları “siyasal toplum” arasındaki ayırımdan hareket eder. Hegel’e göre bu çelişki çözümsüz değildir; özel çıkarların azamîleştirilmesi çabası ile tarafsız ve kamusal yurttaşlık talepleri arasındaki çelişki, modern devletin yüce iradesi çerçevesinde çözümlenmektedir; tikel çıkarların üzerinde yer alan tarafsız ve üst bir irade olarak devlet (siyasi toplum) bireysel çıkarlar ile kamusal yükümlülükler arasındaki çelişkilerin çözümlendiği locus’dur. (Femia, 1992: 16)

Marx Hegel’in bu yaklaşımındaki idealizmi kıyasıya eleştirir. Ona göre, burjuva toplumunda yalnızca sivil topluma ait özel kişi, ya da “ekonomik insan” gerçek, somut varoluşa sahiptir. Yurttaş olarak bir soyutlamadan, siyasal cemaatten, insanın öz imgesinin kamusal bir varlık olarak fantastik bir yansıtmadan ibarettir. Bu bakımdan, Hegel’in siyasal tahlili amprik kurumları “İdea”nın, “tarihin özü”nün ya da “nihaî neden”in gelişiminden türetme yolundaki idealist girişimden malûldür: “En demokratik kisvesi altında dahi modern devlet, hiçbir şekilde toplumsal bölünmelerin üzerinde tarafsız bir hakem değildir. Sivil toplumun bölünmüşlüğünü aşmak şöyle dursun, özel varoluşun rekabetçiliğini ve mülkiyetin tahakkümünü güçlendirerek bu durumu süreğen kılar.” (akt. Femia 1992: 18)

Marx, Hegel’in hukuk felsefesi eleştirisinde, “siyasal toplum” görüsünün varsaydığı “yurttaş”ın bir soyutlamadan, bir imgelem ürününden ibaret olduğunu vurgularken, burjuva devletin bireyi (örneğin Antik Yunan’da olduğu üzere) cemaati ile ilişkilendirmek bir yana, onun “cemaatinden, giderek kendisinden ve diğer insanlardan ayrılmasını temsil ettiğini öne sürer. Şu hâlde liberal demokrasi, yabancılaşmayı üç bakımdan sergilemektedir:

“1) İnsanı siyasal yaşamı ‘aktüel bireyselliğinden uzak’ gören ‘tahayyül edilmiş bir egemenliğin tahayyül edilmiş bir üyesi’ kılarak toplumundan kopartır; 2) Bir ‘bellum omnium contra omnes’ (herkesin herkesle savaşı) alanı olan sivil toplumda insanın insanla mücadelesini hem yansıtır, hem de yaptırıma bağlar; 3) İnsan kişiliği içinde özel çıkarla komünal yükümlülük ya da bağlılık arasında bölünmeyi besler – kapitalizm koşullarında kaçınılmaz olarak bencillik lehine çözümlenen bir uyumsuzluktur bu. Şu hâlde burjuva toplumunda insanlar toplumsal doğalarına yabancılaşmış ve bu toplumun değer ve kurumları aracılığıyla, çatışkılı basınçlar tarafından parçalanmış ve hem kendi insanlıklarına, hem de diğer insanlara yabancılaşmış izole ‘monad’lara dönüşmüşlerdi.” (Femia 1992: 20-21) Yani kapitalist toplumun “birey”i, aslî özüne, toplumsallığa yabancılaşmış, soyut, izole, tekil bir monad’dır. Marx’ın insanın tanımlayıcı özelliği olarak gördüğü “türsel varlık”ın[11] uzağındadır.[12]

Bir kez daha vurgulamak gerek; Marx’a göre insan doğası, “toplumsal”dır. Bu nedenledir ki insanın “toplum-öncesi” durumundan kaynaklanan “doğal haklar” söylemi, ona yabancıdır. (Shoikhedbrod, 2017: 28) Bu nedenledir ki, “politik haklar” söylemine sahip çıktığı ölçüde, soyut olarak kurgulanmış “İnsan Hakları” söylemini eleştirir: “Sözde insan hakları”…

“Herşeyden önce, sözde insan haklarının, droits de citoyen’den (yurttaş hakları) farklı olarak droits de l’homme (insan hakları)’un, sivil toplum üyesinin haklarından, yani bencil insanın, öteki insanlardan, cemaatten ayrılmış insanın haklarından başka bir şey olmadığını kaydediyoruz. En radikal Anayasa’nın, 1793 Anayasası’nın sözleriyle:

İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi, Madde 2 – “Bu haklar vb. (doğal ve devredilmez haklar) eşitlik, özgürlük, güvenlik ve mülkiyettir.”

Peki, özgürlük nedir?

Madde 6- ‘Özgürlük insanın başkalarının haklarına zarar vermeyen herşeyi yapabilme yetisidir,’ ya da, 1791 İnsan Hakları Bildirgesi’ne göre, ‘Özgürlük, başkalarına zarar vermeyen herşeyi yapabilme yetisidir.’

(…) Herhangi birinin bir başkasına zarar vermeden eyleyebileceği sınırlar, yasayla tanımlanır (…) Bu izole bir monad olarak, içine çekilmiş bir insanın özgürlüğüdür. (…) Ama insanın özgürlük hakkı insanın insanla ilişkisi üzerine değil, insanın insandan ayrılması üzerine temellenir. (…)

İnsanın özgürlük hakkının pratik uygulaması, insanın özel mülkiyet edinme hakkıdır. (…) İnsanın özel mülkiyet (edinme) hakkı, bu nedenle kişinin kendi mülkiyetinden yararlanma ve onu dilediğince (a son gré), başkalarına kulak asmaksızın, toplumdan bağımsız olarak tasarruf edebilme, öz-çıkar hakkıdır. Bu bireysel özgürlük ve uygulaması, sivil toplumun temelini oluşturur. Her insanın, bir başkasında kendi özgürlüğünün gerçeklenmesini değil, ona ket vurulmasını görür…

Bu nedenle bu sözde insan haklarının hiçbiri, bencil insanın, sivil toplum üyesi olarak insanın, yani kendi içine, özel çıkarlarının, özel kaprisinin sınırları içine çekilmiş, cemaatinden ayrılmış bireyin ötesine geçemez. O, insan haklarında türsel bir varlık olarak kavranılmanın çok uzağındadır; tersine, türsel yaşamın kendisi, toplum, bireylere dışsal bir çerçeve, özgün bağımsızlıklarının bir sınırlaması olarak görünür. Onları bir arada tutan yegâne bağ, doğal zorunluluk, gereksinim ve özel çıkar, mülkiyetin ve bencil benliklerinin korunmasıdır.” (Marx, 1844)

Yahudi Sorunu ile Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Marx’ın Hegel’den hareketle benimsediği “sivil toplum/ siyasal toplum” ayırımı ile, Yahudi Sorunu’nda vurguladığı “sözde insan hakları”nın “soyut ve atomize bireye taalluk ettiği” saptaması birlikte ele alındığında, çarpıcı bir saptamaya ulaştırır bizi…

Marx’ın, Yahudi Sorunu’nda (siyasal alana tekabül eden) “yurttaş hakları” ile (sivil alana tekabül eden) “sözde insan hakları” arasında bir ayırım gözettiğini gördük. Yurttaş hakları (siyasal haklar), ancak başkalarıyla ilişki içerisinde gerçekleştirilebilecek haklara (oy hakkı, basın özgürlüğü, adil yargılanma hakkı vb.) tekabül ederken, Marx’ın deyişiyle “sözde insan hakları: eşitlik, özgürlük, güvenlik, mülkiyet) “bencil piyasa toplumunda atomistik bireyleri birbirinden ayıran sınır işaretleri”ne (Shoikhedbrod, 2019: 59) denk düşmektedir. “İnsan hakları”nın çerçevesini çizen Bildirgeler’e [1791 tarihli Déclaration des droits de l’homme et du citoyen ile 1793 tarihli Declaration of the Rights of Man and of the Citizen] göre her bir birey, (başkasına zarar vermeyeceği) kendi sınırları dâhilinde özgürdür…

Sorun şuradadır ki, burjuva liberalizmi siyasal alanda “eşitliği” varsayar ya da öngörürken, sivil alanda (iktisadî) eşitsizlik üzerinde temellenir. Çünkü “mülkiyet”i temel alan bir özgürlük, eşitliği zorunlu olarak dışlar. “Kapitalist piyasa içinde ‘yurttaşlık eşitliği’ olamaz.” (Femia, 1992: 41) Mülk sahibi olan ile olmayan, kâğıt üzerinde “eşit” haklara sahip olsa da “İnsan Hakları”nın güvence aldığı haklardan yararlanma olanakları eşit değildir. “Anatole France’ın deyişini biraz değiştirecek olursak, liberal mülkiyet hakları dilencilerle şirket yöneticilerinin her ikisinin de malikâne satın alma hakkına sahip olduğu anlamına gelir.” (McManus, 2020) Mülk sahibi olan/ zenginin güvenliğe, sağlığa, eğitime, siyasal karar alma mekanizmalarına, ikamete, “adil yargılanma”ya, düşüncelerini ifade araçlarına… ya da herhangi bir Anayasa ya da Temel Haklar Bildirgesi ile güvence altına alınmış her türlü hak ve özgürlüğe erişim olanağı, mülksüz/ yoksula göre elbette ki çok daha fazladır.

Marx’ın burjuva liberalizmine yönelik temel eleştirisi, budur: “politik alan” ile “sivil alan” arasındaki, mevcut sistem içerisinde çözülmesi olanaksız uyumsuzluk. Sivil toplum, yani somut bireylerin mülkiyet ilişkilerinin farklı taraflarında konumlandıkları gerçek yaşamdaki eşitsizlikler, siyasal alandaki “eşitlik” kurgusunu boşa çıkmaktadır. Bu konuda Marx, tikel ve evrensel çıkarların özdeşleşmesi, bir başka deyişle yabancılaşmanın ilgasıyla, insanın “türsel varlığı”na, “toplumsal öz”üne dönüşü veya “özel ile kamusal arasındaki liberal ayırımın ortadan kaldırılması” (Femia, 1992: 27) gereğinin altını çizmektedir.

Ne ki mevcut kapitalist toplumda bunun çözümlenemeyeceğinin bilincindedir. Çünkü kapitalist sistem, Marx’ın işaret ettiği “siyasal alan” ile “sivil alan” arasındaki çelişkiyi, kendisini yeniden üretecek şekilde temellük etmiştir. Politik alandaki “sözde eşitlik” (yasalar önünde eşitlik, eşit oy, “evrensel haklar”a erişimde eşitlik vb. sivil toplumdaki eşitsizlikleri (mülkiyet “özgürlüğü”nün yarattığı eşitsizlik) lağvetmek üzere değil, pekiştirecek tarzda işlemektedir: Tarih boyunca her bir üretim tarzı iktisaden başat sınıfın çıkarlarını kollayıp ilerletecek uygun siyasal örgütlenmeyi yaratagelmiştir. Modern kapitalizm açısından bu örgütlenme, demokratik cumhuriyettir. “Bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki sınırsız despotizmi” (Marx, 1966); “bir sınıfın diğeri tarafından tahakkümü aracı” (Engels, 1967)… Hiç kimse, seçilmiş parlamenterlerin varlığından dolayı yanılgıya kapılmamalıdır, çünkü onlar da “ürkünç sınıf tahakkümü mekanizmasına içkindirler. Genel oy, güçlerin ‘gözbağı’dır ve halk tarafından parlamenter sınıf yönetimini birkaç yılda bir seçmek üzere başvurulur. Parlamenter ‘business’ ile birlikte seçimler, “uzak bir devlet parazitleri, iyi para kazanan dalkavuklar ve arpalıktan beslenenler takımı olan devlet bürokratlarının ve profesyonel siyasetçilerin kontrolü altındadır – bunlar cepleri kapitalist efendilerinden kopardıkları ganimetlerle dolu, halkın çalımlı efendileri geçinirler. Bu nedenledir ki, parlamenter demokrasi ezilenlerin kurtuluş aracı olması mümkün değildir.” (Fransa’da İç Savaş) (akt. Femia 1997: 46-47)

Bir başka deyişle, burjuva liberalizminin öngördüğü “sözde” eşitlik, siyasete katılımda “eşitlik”, örneğin herkes için eşit oy hakkı (ki liberalizmin buna ikna olması da pek kolay olmamıştır!) gerçek yaşamda eşitliği sağlamak bir yana, mülksüzlerde siyasete katılıyorlarmış” yanılsaması yaratarak eşitsizliğin sürdürülmesi mekanizmalarına destek olmalarını sağlar. “Demokrasinin hükümet açısından avantajlarından biri,” diyordu Bertrand Russel, “ortalama insanın hükümeti kendisine aitmiş gibi görmesini sağlayarak kandırılmaya daha yatkın kılmasıdır.” (akt.: Haque, 2011)

Öte yandan, burjuva liberalizmi “eşitlik”in kapsam ve eriminin gayet iyi farkındadır. Örneğin günümüzde bütün “liberal demokrasi”ler siyasal yöneticilerin yurttaşların eşit oyla katıldığı seçimlerle göreve gelip gitmesini öngörürken, liberalizmin şampiyonluğunu yapan hiçbir piyasa aktörü, diyelim ki şirket yönetimlerinin çalışanların eşit oy hakkına sahip olduğu bir seçimle iş başına gelmesini, bırakın dile getirmeyi, aklından dahi geçirmez!

Özetle, Marx ile Engels, kapitalist toplumda bireyin feodal ve teokratik boyunduruklardan kurtularak “özgürleşme”sine işaret eden burjuva “özgürlük” kavramının ve onunla bağlantılı “haklar” söyleminin, insanlığın kurtuluşuna vb. değil, bir başka boyunduruk sistemine, ücretli kölelik sistemine kapıyı açtığını vurgulamaktadırlar. Bu bakımdan liberalizmin “özgürlük” vaadi, ücretli kölelik sisteminin ilgasını içermediği sürece, yerine getiril(e)meyecek bir vaad olarak kalacaktır.[13] “Özgürlük”ün temeline mülkiyet edinme özgürlüğünü yerleştiren her vaad, her zaman boşa çıkmaya yazgılıdır. Çünkü “Marx’a göre liberal teori, “bireysel ve toplumsal özgürlükler ancak siyasal ve iktisadî adalet ve hakları birbiriyle ilişkin kılarak anlamlı bir tarzda bağlantılandıklarında gerçekleşebileceği için, başarısızdır.” (Martin E. ve M. Pimentel 2015.)

Bireysel ve toplumsal özgürlükler siyasal ve iktisadî hakları birbiriyle ilişkin kılarak bağlantılandıklarında, yani burjuva toplumuna özgü olan eşitlik ve adaletin iki farklı alanda iki farklı tezahüre bürünmesi (siyasal “eşitlik” ile iktisadî eşitsizlik) durumuna son verildiğinde ise “haklar” söylemi, yerini Marx’ın “herkesin yeteneğinden herkesin ihtiyacına” ilkesine bırakacaktır. Bu ise, liberal düşünceye içkin birey-toplum karşıtlığının ortadan kaldırılarak, her bir bireyin özgür gelişimini, herkesin gelişiminin bir unsuru kılınması anlamına gelir. (McManus 2020) Ya da, Marx’ın kendi sözleriyle, “insanın kurtuluşu, ancak gerçek, bireysel insan soyut yurttaşı kendinde massettiğinde, tekil bir insan olarak gündelik yaşamında, çalışmasında ve ilişkilerinde bir tür varlığı hâline geldiğinde, ve kendi kudretlerini (öz güçlerini) bu gücü siyasal erk olarak kendinden ayırmayacak şekilde toplumsal güçler olarak tanıdığında tam olacaktır.” (Marx, 1844)

Marx ve Engels: Demokrasi Mücadelesi

 “İşçi sınıfı devriminde ilk adım, demokrasi mücadelesini
kazanmak için proletaryayı yönetici sınıf konumuna yükseltmektir.”[14]

 Marx (ve Engels)’in liberalizme yönelik tüm eleştirileri, onların “anti-demokrat” oldukları anlamına gelmez. Nimtz (2019: 115) “demokratik mücadeleye katkıda Marx ve Engels’le yarışacak kişiler varsa, ondokuzuncu yüzyıl liberalizmi saflarında aramak nafiledir,” derken abartmamaktadır.

Marx ile Engels, liberal demokrasinin biçimlenişine tanık oldular. Komünistler ile liberallerin, ya da “radikal demokratlar” ile “liberal demokratlar”ın ayrıştığı 1848 devrimlerine dek, birçok alanda liberallerle birlikte yürüdüler. Örneğin Marx’ın ilk yazılarına sayfalarını açan, liberal bir yayın organı olan Rheinische Zeitung idi. Ancak basın özgürlüğünü savunmada liberallerin tutarlı yol arkadaşları olmadığını, Prusya despotizminin gazeteyi yasaklama kararına karşı gazete sahiplerinin ve liberal destekçilerinin hiç direnç göstermemesiyle anlayacaktı. Benzer “düşkırıklıkları” Marx ile yandaşlarının ısrarlı ve tutarlı savunucuları olduğu ve ilerletmek için uğraştıkları adil yargılanma hakkı, emekçilerin örgütlenme özgürlüğü, oy hakkının yaygınlaştırılması gibi alanlarda da yaşanacaktı. Bir başka deyişle, (zamanın tanımıyla) “radikal demokratlar”la liberallerin yol arkadaşlığı, sorunlu bir ilişkiydi. İki örnek üzerinden gidelim: Amerika kıtasında köleliğin ilgası ile Batı Avrupa’da genel oy hakkı mücadelesi…

19. yüzyıl sonlarında Kuzey Amerika’yı sarsan ve ABD’nin biçimlenişine yol açan köleliğin ilga mücadelesi ve bunun yol açtığı iç savaş, Avrupa liberallerince “kayıtsızlıkla” karşılanmıştı. Özellikle İngiliz liberalleri, ucuz köle emeğinin devredışı kalmasının tekstil sanayiinin hammaddesinin maliyetini yükselteceği kaygısıyla, İç Savaş’a Britanya’nın Güney’in yanında müdahil olmasına (utangaç da olsa) destek vererek John Stuart Mill’i bu alanda yalnız bırakmışlardı[15].

Buna karşılık, “Marx’ın partisi”, Kuzey Amerika’daki radikal demokrat Alman göçmenler, ilk anından itibaren İç savaşta aktif biçimde ayrılıkçı Güney’e karşı Kuzey’in yanında yer aldılar, iç savaşa Kuzey saflarında katıldılar. Marx ise Avrupa’da erişebildiği yayın organlarında, köleliğin ilgası lehine ateşli bir propaganda sürdürüyordu.

Oy hakkının “mülksüz sınıflara, eğitimsizlere doğru genişlemesi talebi, Avrupalı liberaller ile radikal demokratlar (komünistler) arasındaki farklılıkların çok daha vurgulu hâle geldiği bir başka mücadele alanıydı.

Modern demokrasiler, kadınların oy hakkına sahip olmadıkları, kimlerin oy verebileceğinin, özgür yurttaş ve mülk sahibi olma ve/veya eğitim kriterlerine göre belirlendiği, antik Yunan demokrasisinden daha kapsayıcı olmayan yönetimlerdi. Örneğin Fransa’da 1792’de kabul edilen oy hakkı, yalnızca yetişkin erkekleri kapsıyordu; Almanya’da 1848’den itibaren yalnızca “yoksulluk yardımından yararlanmayan” yetişkin erkekler oy hakkına sahip olmuştu. Britanya’da oy hakkı çok daha gerilere gider. 1265 yılından itibaren mülk sahibi erkekler parlamento seçimlerinde oy kullanabiliyorlardı. Erkek oylarında mülkiyet kriteri 1918’de lağvedilecek, ve eşit ve evrensel oy hakkı (kadın ve erkekler için) ancak 1928’de kabul edilecekti. ABD’de ise eyaletlerin çoğunda yalnızca mülk sahibi, beyaz, yetişkin erkekler oy kullanabilmekteydi. “Irk” kriteri 1870’de, cinsiyet kriteri ise 1920’de kaldırıldı, vb.

İşin ilginç yanı şudur ki, liberal kalemlerden pek azı (bunlardan biri de Stuart Mill’dir) kadınlara oy hakkı tanınmasından yana tutum alırken, oy hakkının mülkiyet (ve eğitim) koşuluna bağlanmasına hiçbir 19. yüzyıl liberali karşı çıkmaz, hatta (Tocqueville örneğinde gördüğümüz gibi) bunu şiddetle savunur.[16]

Yine de radikal demokratlar, ya da komünistler, “nihai hedef” olarak görmeseler ve burjuva demokrasisinin sınırlarının bilincinde olsalar da, ırk, din, cinsiyet, mülkiyet, eğitim vb. kriterleriyle sınırlandırılmayan eşit ve genel oy hakkı talebiyle çıkmışlardır yola. Engels, Fransa’da “oy hakkının genişletilmesine yönelik kampanya üzerine Kasım 1847 tarihli bir makalesinde şöyle diyordu: “Yalnızca ‘Radikaller’ genel oyu ve Cumhuriyet hükümetini savunuyor, ve yalnızca tek bir gazete, Réforme salt emekçi sınıfları eskisi gibi sefil koşullarda bırakacak olan siyasal reformları değil, çok kesin bir dille ifade edien toplumsal reformları destekliyordu.” ( Engels, 1847)

Oysa burjuvazinin siyaset alanındaki temsilciliğini üstlenen liberaller açısından sorun, toprak sahibi aristokrasinin ayrıcalıklarını lağvetmek, ve otokratik yönetimlerin baskılarını azaltmaktan ibarettir. Ve Levin’in (1989: 12) de işaret ettiği üzere,

“Bu bakımdan iktidarı aşağıya doğru yayan bu çeşitli hareketlerin her biri ve hepsi, niyet itibariyle demokratik olarak nitelenebilir- monarşik iktidara karşı parlamenter iktidar, oy hakkının genişletilmesi, emekçilerin kolektif örgütlenme hakkı, liberalizm, sosyalizm, komünizm ve anarşizm mücadeleleri. 1844 Silezyalı Dokumacıların İsyanı, 1848 Frankfurt Parlamentosu, Britanya’da Chartism ve Owencilik, 1834 Lyons isyanları, 1847’de Paris’deki seçim reformu gösterileri- bunların tümü aynı kapsamlı ve tehditkâr demokratik eğilimin farklı yansımaları olarak görülebilir. Taktiksel farklılıklar, toplumsal kökenler ya da nihai hedefe ilişkin niyetler hareket içerisinde ciddi siyasal antagonizmalara yol açmıyordu. Restorasyon destekçilerinin kendilerine yakıştırdığı “düzen düşmanları” yaftası radikal hareketle bilinçli bir enternasyonalist özdeşleşimle eşleşiyordu. Eric Hobsbawm ‘belirli bir noktaya kadar tüm Avrupa ve Amerikan solu aynı düşmanlara karşı mücadele etmeyi, ortak özlemler beslemeyi ve ortak bir programa sahip olmayı sürdürdü… En bilinçli proleter komünistleri dahi kendilerini hâlâ genel radikal ve demokratik bir hareketin aşırı sol kanadı olarak görüyor ve normal olarak ‘burjuva-demokratik’ cumhuriyetin kazanımlarını sosyalizme doğru ilerletebilecek vazgeçilmez bir girizgâh addediyorlardı.”[17]

“Kopuş” 1848 devrimleriyle birlikte geldi… 1848 Baharı, Avrupa’nın pek çok ülkesinde liberalleri iktidara taşıdı. Alttan gelen ayaklanma tehdidiyle karşı karşıya kalan hanedanlar, burjuvaziyle uzlaşma yolunu seçecekti. Burjuvazi, özgürlükler alanının işçi sınıfına ve köylülere doğru genişletilmesinin yeni yeni yerleşmeye başladığı iktidarı için ne denli tehlikeli olabileceğini sezinlemişti. Bu bakımdan, iktidarı eski muarızlarla, aristokratlarla, kralcılarla, otokratlarla paylaşmak daha akıllıca bir iş gibi gözüküyordu. “Meşruti monarşiler” çağı başlamıştı. Burjuvazi, hedefine büyük ölçüde ulaşmış, ülkelerinin yönetiminde etkin pozisyonlara sahip olmuş, serfliği önemli ölçüde tasfiye etmiş, ticaret serbestliğini güvence altına almış, gümrük ve vergi politikalarında belirleyicilik kazanmıştı. Artık eşitlikçi özlemlerle sokaklara dökülen eski müttefiklerinin, işçilerin, köylülerin taleplerine sırt çevirebilirdi. “Tek bir bürokrat ya da subay görevden alınmadı,” diye yakınıyor, Engels. “Eski bürokratik idari sistemde en ufak bir değişiklik bile gerçekleştirilmedi.” (akt. Levin, 1989: 25)

“İdeolojik kopuş”u kısa sürede örgütsel ayrışma izleyecekti. “Hem Almanya hem de Fransa’da liberaller proletaryayı terk etti, bu ikinci de iltifatı iade etmekte gecikmeyecekti. Böylece, Nisan 1849’da Köln İşçi Derneği oybirliğiyle Almanya Demokratik Dernekler Birliği’nden çekilip Almanya İşçi Dernekleri Birliği’ne katılma kararı aldı. (Levin, 1989: 30) Bu örneği, Fransa ve İngiltere’deki işçi örgütleri izledi. İşçi sınıfı, burjuva liberalizmi ile yolları ayırıyordu…

1848 Avrupa devrimlerinin bastırılması ve izleyen baskı politikaları bu yarılmayı telafisi imkânsız hâle getirdi. Burjuvazinin kutsal “özel mülkiyet özgürlüğü”nü tehlikede gördüğü an, şeytanla işbirliği yapmaktan kaçınmayacağı net bir biçimde açığa çıkmıştı… Louis Bonaparte ya da Adolf Hitler… İşçi sınıfı kendi eşitlik ve özgürlük tanımıyla kendi rotasını çizmek, kendi bağımsız hattını oluşturmak zorundaydı. Bir sömürü ve tahakküm biçimini bir başkasıyla ikame etmeyi hedefleyen ve soyut “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” çağrısını somut bir sınıf tahakkümüyle boşa düşüren[18] bir “demokrasi” sevdasından, her türlü sömürü ve tahakkümün ortadan kalktığı, sınıfsız ve sınırsız bir dünya tahayyülüne…

1871 ve 1917 bu yolun ilk durakları olacaktı…

V. İ. Lenin Dersleri

 “Liberal burjuvazi bir eliyle reformları bahşederken,
öbür eliyle onları geri alır, hiçe indirger,
onları işçileri köleleştirmek, bölmek
 ve ücretli köleliği sürekli kılmak için kullanır.”[19]

 1917 Sovyet İhtilali, bir yanıyla da liberalizmle teorik olduğu kadar, pratik bir “kopuş” olmuştur. V. İ. Lenin ve Bolşeviklerin mücadelesi, Çarlık otokrasisine olduğu kadar, Rusya topraklarına kapitalizmi yerleştirmeye çalışan liberallere de karşıydı. Ve bunu her vesileyle ikircimsiz, net ve kesin bir dille ifade edegelmişlerdir:

“Varsın liberaller ve kafasızlaşmış entelektüeller, özgürlük uğruna ilk gerçekten kitlesel meydan savaşından sonra cesaretlerini yitirip, korkakça şöyle desinler: Bir kez yenildiğiniz yere gitmeyin, bu uğursuz yola tekrar ayak basmayın! Sınıf bilinçli proletarya onlara şu yanıtı verecektir: Tarihin büyük savaşları ve devrimin büyük görevleri ancak, ileri sınıflar tekrar tekrar saldırıya geçtikleri ve yenilgi deneyimiyle akıllanmış olarak zaferi kazandıkları için yapılabilmiş ve çözülebilmiştir,”[20] diyen V. İ. Lenin’in, “Bir liberalin genel olarak demokrasiden söz etmesi doğaldır. Bir Marksist ise, ‘Hangi sınıf için?’ diye sormaktan hiçbir zaman geri kalmayacaktır,”[21] eleştirisiyle müsemma liberalizm ile sosyalizm iki ayrı dünyadır.

Liberalizme/ liberallere karşı tavır konusunda, “Bir liberal kendisine kötü muamele edildiği zaman, tanrıya şükür dayak atmadılar diye düşünür. Dayak yediği zaman ise, öldürülmediği için tanrıya şükreder. Ve iş ölüme gelecek olursa, bu defa ölümsüz ruhu fani vücudundan kurtarıldığı için tanrıya şükredecektir,”[22] diye dalga geçen V. İ. Lenin’in tavrı nettir!

Hem de “Liberaller işçilere ‘Sizler toplumun sempatisini kazandığınızda güçlü olursunuz,’ derken Marksistler işçilere farklı bir şey söylerler, onlara şöyle derler: ‘Güçlü olduğunuzda toplumun sempatisini kazanırsınız’!”[23]

Bu kadar da değil; dahası da var: “Genel olarak liberal burjuvazi ve özel olarak liberal burjuva aydınları, özgürlük ve meşruiyet için mücadele ederler; çünkü bunlar olmaksızın burjuvazinin egemenliği tam, bütün ve güvenilir değildir. Ama burjuvazi gericilikten çok, yığınların hareketinden korkmaktadır. Liberallerin siyaset alanındaki çarpıcı, şaşırtıcı zayıflığı, mutlak iktidarsızlığı bu yüzdendir. Yığınların desteğini kazanabilmek için demokrasiye oynamak zorunda olan, ama aynı zamanda derinliğine anti-demokratik, yığınların hareketine, yığınların inisiyatifine, geçen yüzyılda Avrupa’da yer alan yığın hareketlerinden birini anlatırken Marx’ın söylediği gibi ‘yeri göğü sarsmalarına’ derinliğine düşman olan liberallerin bütün siyasetine egemen olan bitip tükenmez dalavereler, ikiyüzlülük, yalan ve korkakça kaçamaklar bu yüzdendir.”[24]

Evet, “Kapitalizm, ekonomik ve dolayısıyla toplumsal eşitsizlik ile biçimsel eşitliği birleştirir. Bu, kapitalizmin burjuvazinin yandaşlarınca, liberallerce, yalanlarla gizlenmeye çalışılan ve küçük-burjuva demokratlarca anlaşılmayan temel özelliklerinden biridir,” der ve yine ekler V. İ. Lenin (1970b: 73):

“Devrim bir kez başladıktan sonra, liberaller ve devrimin diğer düşmanları tarafından bile tanınır; ama çoğunlukla bunu, aldatmak ve ihanet etmek için yaparlar. Devrimciler ise devrimi, devrimden önce öngörürler, kaçınılmazlığını fark ederler ve kitlelere bunun gerekliliğini anlatırlar, yol ve yöntemlerini açıklarlar.”

Tüm bunlara karşın, “Marksizm, pek çok kavramını kendisinden önceki ekonomi politikçilerden dolayısıyla liberallerden devralmıştı. Ancak Marx, işçi sınıfının toplumu dönüştürücü gücünü görmüştü ve klasik ekonomi politiğin eleştirisini geliştirdi. Ancak bugün algılananın aksine Marx, kendi düşüncesini liberalizm karşıtlığı üzerinden kurmadı, o kapitalizmin işleyiş yasalarını ve bunun içinde işçi sınıfının bir toplumsal devrim aracılığıyla toplumu değiştirebileceğini gösteriyordu. Marx’tan sonraki Marksistler için de aynı durum geçerliydi. Örneğin; Lenin ve Bolşevikler belirli koşullar altında Rusya’daki Çarlık Rejimi’ne karşı liberallerle işbirliği yapmayı dahi uygun görüyorlardı. Ayrıca liberal demokrasilerin kendisinden daha gerici rejimlere karşı savunulması Marksistler açısından vazgeçilmez bir görevdi. (…) Sosyalistler bir yandan özgürlükler için gerekirse liberallerle de yan yana gelerek mücadele eder, bir yandan da somut bir gerçeklik olan neo-liberalizmin yıkımına karşı mücadele ederler çünkü kapitalizme karşı mücadele somut bir mücadeledir,” (Özinanır 2010) tarzı cümleler kurabilmek, “günü kurtarmak” adına Marx’ı, Lenin’i tahrif etmek değil midir? “Yetmez ama evet liberalizmi”yle Karl Marx’ı, V. İ. Lenin’i birlikte telaffuz etmek mümkün olabilir mi?

Eleştirel Değiniler

“Eleştirel düşünce yok olmaz.[25]

Carl Edward Sagan’ın, “Eğer ki, bize bazı şeylerin doğru olduğunu iddia edenlere otorite sahiplerinden şüphe duymanızı sağlayan şüpheci sorular sorma becerisinde değilsek, bu durumda önümüze gelen ilk şarlatan politikacı veya dindara kanmaya açık oluruz,” uyarısı kapsamında ele alınması gereken liberalizm için Jean Paul Sartre’ın “Liberal iğrenç bir sözcüktür,” deyişi kadar ileri gitmeyeceğiz.

Ancak Murathan Mungan’ın ifadesiyle, “Pastörize edilmiş sağcılara liberal deniyor”ken; Noam Chomsky (2013: 135) de, “Burjuva liberalizm ekollerinin övdüğü bireyci, bencil, süfli ve uydurma özgürlük”e dikkat çeker!

Emile Zola’nın (1992: 48), “Bugün de burjuvazi, liberalizm çılgınlığıyla, yakıp yıkma hırsıyla, halka yaptığı dalkavuklukla aynı budalaca rolü oynuyor”; Friedrich Nietzsche’nin, “Liberalizm, insanın sürü hayvanına indirgenmesidir”; Yuval Noah Harari’nin (2017), “Çağımızın en yaygın dini olan liberalizm, bireylerin öznel hislerini kutsal olarak gördüğü gibi üstün otoritenin de kaynağı olarak kabul eder,” sözleri, liberalizmin yalnızca Marksistler nezdinde değil, geç modern çağ düşünürlerinin çoğu nezdinde hiç de muteber olmadığını gösteriyor!

Sahi Liberalizm Nedir?

“İnsan aklın
sınırlarını zorlamadıkça
hiç bir şeye ulaşamaz.”[26]

Lewis Wolpert’in, “Doğru olduğu varsayımı herhangi bir temele dayanmıyorsa, bir önerme doğru kabul edilemez,” saptamasıyla örtüşen liberalizm nedir (mi)?

Serbest rekabetçiliğiyle, de facto toplumsal adaletsizliğe ve eşitsizliğe yol açan liberalizmin aç karnına savunulması mümkün değildir; o, tokların, sömürenlerin ideolojik hattıdır.

Paranın güç anlamına geldiği ideolojidir. Doğası gereği servetin belirli ellerde toplanması garantidir.

Michel Foucault’nun (2015: 266), “Kuşkusuz, liberalizmin kökeninde ekonomik analizden daha ziyade hukukî analiz de yatmıyor. Liberalizmi doğuran, sözleşmeye dayalı politik bir toplum fikri değil. Fakat liberal yönetim teknolojisi arayışı kapsamında, hukuki biçimli düzenlemenin yöneticilerin bilgeliğinden ya da makullüğünden çok daha etkili olduğu ortaya çıktı. (Fizyokratlarsa hukuka ve hukukî kurumlara şüpheyle yaklaştığından, bu düzenlemeyi kurumsal olarak yetkileri sınırsız olan despotun uymak zorunda olduğu apaçık bir hakikat olan ‘doğal’ ekonomik kanunlarda aramaya yönelmişti.) Liberalizm bu düzenlemeyi ‘kanunda’ aradı. Fakat bu kendi altyapısında hukukçuluk olduğundan değil, kanun, özel, bireysel ve istisnaî müdahaleleri ortadan kaldıran genel müdahale biçimleri belirlediği ve parlamenter düzende yönetilenlerin kanunun hazırlanmasına iştiraki en etkin yönetim ekonomisi olduğu için,” notunu düştüğü liberalizm kurtla kuzunun aynı ağıla konmalarını, herhangi birinin müdahalesi olmaksızın “özgürce” yaşamalarını savunan bir düşünme biçimidir.

Hatta kuzular güçlenmeye başladığı zaman ağıl sahibinin kurtlara yardım etmesinde bir soru(n) görmezler.

Teoride savundukları hiçbir zaman pratiğe uymamıştır. Görünürde devletin etkisine karşı çıkarlarken, dünyanın her yerinde sermaye sahiplerinin devleti etkilemesine, hatta bizzat devlet olmasına yolu açmışlardır. Kazançlarını artıracak yasalar çıkartırlar. Geriletilen işçi hakları, vergi indirimleri, teşvikler, ihaleler, batan bankalara yardımlar söz konusu olduğunda devlet müdahalesinden hiç rahatsız olmazlar. Devlet müdahalesine sadece alt ekonomik sınıflar için bir şey yapıldığında karşı çıkarlar.

Aynı muhafazakârlar gibi dünyayı yalnızca kendi pençelerinden görürler. Halkın yüzde 5’inin zenginliğini, dünyadaki 200 ülkeden taş çatlasa 5-10 tanesinin refahını kendi ekonomik sistemlerinin başarısı olarak görürler.

Dünyanın geri kalanındaki fakirlik ve ölümler pahasına var olan zenginliği, yeri geldiğinde kendi içinde Evanjelizm ve KKK, yeri geldiğinde de Taliban, El Kaide gibi oluşumların önünü açan devlet politikalarını özgürlük illüzyonuyla pazarlarlar.

Adam Smith, David Ricardo, John Locke, Thomas Hobbes, John Stuart Mill, Ludwig Von Mises, Friedrich August Von Hayek, Milton Friedman, Bryan Çaplan, Michael Huemer, Joseph Salerno, Robert Murphy, Murray Rothbard, Hans-Hermann Hoppe, Gordon Tüllock, Jeffrey Tucker, Anthony De Jasay, Edward Stringham, Walter Block gibi onlarca liberal teorisyen ve tilmizleri benzer kafadadırlar. Gerekli gördüklerinde ne Nazilerle işbirliği içine girmekten çekinmişlerdir, ne de Augusto Pinochet’yi desteklemekten!

Yeri geldi neo-liberal politikaların fikri babalarından Friedrich Hayek’in, Reagan iktidara geldikten sonra verdiği bir röportaja bakalım: 1981’de Şili’de yayımlanan ‘El Mercurio’ ile yaptığı röportajda “özgürlükçü” Hayek, Şili’de sosyalist Allende hükümetini deviren Pinochet darbesini şöyle savunuyordu:

“Şunu söyleyebilirim ki, uzun dönemli kurumlar olarak diktatörlüklere tamamıyla karşıyım. Fakat diktatörlük bir geçiş dönemi için zaruri bir sistem olabilir. Kimi zaman bir ülke için, şu veya bu biçimdeki bir diktacı gücün bir süreliğine mevcut olması zorunludur. Sizin de anlayacağınız üzere, bir diktatörün liberal yoldan yönetimde bulunması mümkündür. Aynı şekilde, bir demokrasinin de liberalizmden tamamıyla yoksun olarak yönetimde bulunması mümkündür. Şahsen ben, liberal bir diktatörü, liberalizmin olmadığı demokratik bir yönetime tercih ederim. Kişisel izlenimime göre – Güney Amerika için de geçerlidir bu – örneğin Şili’de, diktacı yönetimden liberal bir yönetime geçişe tanık olacağız. Bu geçiş dönemi boyunca belirli diktacı yetkilerin daimî olarak değil de, geçici bir düzenleme biçimi olarak muhafaza edilmeleri zorunlu olabilir.”[27]

Devam edelim: “Ortak çıkar, bireylerin insanlıklarına dayalı değildir; bencilliklerine dayalıdır. Akşam yemeğimizi soframızda bulmamızın sebebi, kasabın; biracının veya fırıncının cömertliğinden değil, onların kendi çıkarlarına olan düşkünlüğündendir,” diyen Adam Smith’in (1985) “gizli eli” ile kontrol edildiği “iddia” edilen liberal dictum, yani “serbest piyasa” mülkü olanı koruyup; parası ve gücü olanların önünü emekçileri rahatça sömürmesi için açacak doğrultuda çalışır.

Yani Friedman’ları, Hayek’leriyle Margaret Thatcher’ı yaratan liberal öğreti için “güçlü birey”, “zayıf devlet”, “hukukun üstünlüğü”, “kuvvetler ayrılığı”, “ifade özgürlüğü”, “din özgürlüğü”, “basın özgürlüğü”, “mülkiyet hakkı”, “şeffaflık”, “hesap verebilirlik”, “tolerans”, “insan hakları”nın sınıfsal anlamı vardır; “genellemeleri” beyhude ve pazarlığa tabidir!

Kısaca büyük balığın küçük balığı yemesi demektir. Her koyun kendi bacağından asılır sistemidir.

Özetle sermayenin kendini koruma biçimlerinden birisidir liberalizm ve zenginler için özgürlüktür.

“Serbestliği özgürlük,” diye yutturma; güçlünün zayıfı yediği orman kanunlarını uygar göstermedir.

Zenginin daha da zenginleşmesi, yoksulun daha da yoksullaşması ve yoksunlaşmasıdır. Daha fazlası ya da azı değil!

Liberalizm, “Herkes kendinden sorumludur,” deyip; işin içinden çıkar. Hâlden anlamaz. “Özgürlük anlayışı” negatiftir.

Sosyal Darwinizmi savunur: Toplum koşullarına ayak uyduramayan bireyler, yok olurlar, bundan da kimseyi sorumlu tutamazlar. Bunun sorumlusu da sadece kendileridir.

Bunların yanında liberalizm her zaman muhafazakârlıkla el ele gitmiştir.

Margaret Thatcher partisi’nin adını nedir? Muhafazakâr Parti!

Ronald Regan hangi partiden seçildi? Muhafazakârların oy verdiği Cumhuriyetçi Parti’den!

“Yerli” versiyonlarında, Rasim Ozan Kütahyalı ile Nagehan Alçı liberaldir! Besim Tibuk, Cem Toker de öyle…

Ve Heywood C. Broun’a göre, “Liberal, kavga çıktığında sıvışan kimsedir.”

Bu coğrafyadaki epigonların bolca sergilediği üzere, Mehmet Barlas’lı, Engin Ardıç’lı, Atilla Yayla’lı omurgasız muğlaklıktır.

Yani “Liberallik nasıl bir şeydir”in tanımı çok geniştir!

Kimilerine göre de, nasıl tahayyül ediyorsa öyledir!

Bu tabloda “Gerçek liberalizm bu değil,” çırpınışları bir şey anlatmaz!

“Gerçek liberalizm şudur,” izahatları sadece zaman kaybıdır!

Özgürlük Değil; Serbesti!

Dolar ile yaşam
karşı karşıya geldiler
dolar kazandı.”[28]

“Görünmez -denilen- el”in kadife içindeki demir yumruğu/ veya ökçesi olarak liberalizm ekonomik olarak bireyin çıkarlarını önde tuttuğunu “iddia” ederse de; “Hangi bireyin çıkarı?” sorusuna yanıt veremez!

Bertolt Brecht’in, “Özgürlük neye yarar, yaşarsa bir arada özgürlerle tutsaklar?” dizelerinden bihaber liberalizmde aslî özgürlük zenginin fakiri sömürme özgürlüğüdür.

İnsanlara aç kalma kaydıyla çalışmama özgürlüğü tanıyan liberalizm özgürlükten bahsedip durur da; özgürlüğün sınıfsal olduğunu “es” geçer.

Evet bireysel özgürlükten bahseder, ama toplumsal özgürlük en büyük düşmanıdır. Ekonomide devlet müdahalesini istemez; fakat her krizde sıkışınca devletten medet umar. Örneğin liberalizmin “mabedi” ABD’de devlet her yerdedir ve çıkarına/ bekasına uygun olmayan her şeye müdahale eder, özgürlükleri askıya alır.

Özetle “Liberalizm = özgürlükçülüktür” formülü, asılsız bir genellemedir.

Burada yeri gelmişken, İşaya Üşür’ün (2018: 4) önemli uyarısını aktaralım: “Liberty’nin karşılığı ‘serbestiyet’tir; ‘özgürlük’ değil.”

İfade edilen “serbestiye” de, insanlar için değil sermaye için öngörülen bir kavramdır. Liberalizmin temeli, toplum bireylerinin değil sermayenin önündeki engelleri kaldırarak yeni pazarlar yaratma düşüncesidir ki bunun da zaten insan özgürlüğüyle doğrudan bir ilgisi yoktur.

Ancak unutulmamalıdır: Sermaye özgürse, özgür birey yoktur; özgür olan sermaye sahipleri vardır; bir de özgür olamayan mülksüzler! Bireyin özgürlüğü toplumda iştigal ettiği yer ve konumla bağlantılıdır, buna da sınıfsal konum deniliyor.

John Locke, John Stuart Mill’iyle liberalizmin, “Ekonomide kişisel serbestlik ile bireysel davranışlarda özgürlüğü savunduğu” görüşü, yaygın ve kocaman bir yalandır. O özgürlük değil serbestlik vaat eder, gücü olana. Çünkü liberalizmin “zengin olabilme hakkı” denilen şeydir aslında.

Özel mülkiyet ile üretkenliği kutsayan serbest teşebbüsün liberalizmi sömürme, yağmalama ve talan özgürlüğünden başka bir şey ol(a)madı, olamazdı da.

Kaldı ki tüm sosyal bağlardan kopmuş, her türlü koruma ve sosyal güvenceden yoksun, emeğini satmadığı zaman aç, kaderi sermayenin insafına terkedilmiş, ekonomik planda özerk olmayan, meta denizinde boğulmamak için sürekli debelenen bireyin özgürlüğünden, oradan hareketle de toplumsal refahtan söz edilebilir mi? Evet, liberaller için özgürlük kocaman bir yalandan ibarettir.

Örneğin “Bağımsız ABD’nin ilk 36 yılının 34’ündeki başkanlar köle sahibiydi… Köle ticaretinden büyük servetler edinenlerin bir de liberalizm şampiyonu sayılmaları ne anlama gelebilirdi?”[29]

Özetle liberalizm, kapitalistlerin insanlara sunduğu sahte bir özgürlük vaadi, bir “Amerikan Rüyası”dır.

Bir şey daha: “Faşizm özüne indirgenmiş liberal devlettir,”[30] der François Chatelet ve “Neo-liberal faşistler”den[31] söz eder Komutan Yardımcısı Marcos da! “Neo-liberal sermaye birikim rejimi” ve “kapitalist devlet” şahsında liberalizm deyince bunlara da kafa yormak gerekmez mi?

Kapitalizmin tarihi, “serbest piyasa ekonomisi”nin işleyişinin tehlikeye düştüğü her momentte, “özgürlükçü”lükten vazgeçerek faşizm sopasına sarılan pek çok liberale tanıklık etti. Nihayetinde Marx zamanından bu yana, liberalizmin “özgürlükler” gündeminde sermayenin özgürlüğü birincil ve tek önceliği oluşturmuyor mu?

Bir başka deyişle, liberalizm ile faşizm arasındaki tarihsel bağ kapitalizmdir.

Coğrafyamızda, Son Yıllarda…

Biz aykırıya,
ayrıntıya, ayrıksıya,
azınlığa tutkunuz.”[32]

Ya coğrafyamızda mı? Hiç kuşku yok ki özellikle 12 Eylül darbesi “zor”uyla (neo-) liberal ekonomiye geçiş yaptığımızdan bu yana, liberalizmin kaypak dengelerini deneyimle olanağını fazlasıyla bulduk.

Yüzünü hep sağa dönerek “demokrasi” aramak!

Sonra “Elveda” çığırtkanlığı!

Ve “Yetmez ama evet” AKP’ciliği!

Yani Birikim Dergisi’nin AKP’nin iktidara geldiği 3 Kasım 2002’de “Muhafazakâr demokrat inkılâp”[33] manşetiyle çıktığını; Ahmet İnsel’in (2002) de, “3 Kasım seçimlerinin ortaya çıkardığı tablo, beklenmedik biçimde, 12 Eylül rejiminden çıkış kapısını araladı… 12 Eylül’den çıkışın, Türkiye cumhuriyet tarihinin başat kutuplaşmasının etkisini kaybetmesiyle, yerini daha olağan kutuplaşma ve çatışma dinamiklerine bırakmasıyla birlikte gerçekleşmesi, çok önemli bir dönüşüm eşiğidir,” saptamasını bilmeyen, duymayan var mı hâlâ?

Uzatmayıp, duralım burada!

Tarih 1 Nisan 2013’de AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşcu, “10 yıllık iktidar dönemimizde bizimle şu ya da bu şekilde bizimle paydaş olanlar, gelecek 10 yılda bizimle paydaş olmayacaklar. Onlar da şu ya da bu şekilde her ne kadar bizi hazmedemeseler de; diyelim ki liberal kesimler, şu ya da bu şekilde bu süreçte bir şekilde paydaş oldular ancak gelecek inşa dönemidir. İnşa dönemi onların arzu ettiği gibi olmayacak,” dedi ve bu bir işaret fişeğiydi.

2002-2015 kesitinde en parlak zamanlarını yaşayan liberaller ve kimi “muhafazakâr demokratlar”, 2015’ten sonra AKP’nin bir kenara itmesiyle sudan çıkmış balığa döndüler.

İzzet-i itibar, iktidar çevrelerinden peşi sıra gelen konuşma davetleri, STK’larına aktarılan kaynakları ile vb’leri bıçak gibi kesildi. Sonra da AKP iktidarına karşı kendilerini muhalefete eklemleme çabasına giriştiler. Bunun için özeleştiri yapma gereği de duymadılar. Onlara göre kendileri değil iktidar değişmişti; ne güzel “açıklama” değil mi?

Aslında soru(n) şuydu: Liberaller sadece AKP’ye mi destek verdi? Turgut Özal’a, Fetullah Gülen’e, tarikatlara verilen destek neydi?

Özetle, Türkiye “nihayet vesayet rejiminden kurtulup serbest piyasa ekonomisini kuruyoruz” sevincindeki liberallerin desteğiyle siyasal İslâmcı bir rejime yönelen ilk örnek olarak tarihe geçti!

Son Not

Tutkularınızdan ve hayallerinizden
vazgeçmeyin. Eğer vazgeçerseniz,
bedeniniz bu dünyada var olsa da,
yaşamınız son bulur.”[34]

“Kimse özgür olduğunu sanan köleler kadar ümitsizce köleleştirilmemiştir,” der Johann Wolfgang von Goethe; ki liberallerin kapitalizm ile ilişkisi de bu kapsamda ele alınmalıdır…

Elbette aklın ve eleştirinin öne çıkması baskıcı kurumlarla çatışmayı zorunlu kılar. Ancak baskıcı kurumları var eden ekonomi-politiğe karşı mücadele pratiğiyle birlikte, elbette…

O hâlde kapitalist düzenin ekonomi-politiğine karşı radikal tavır almadıkça düzen-içi muhalefet ufkunun fevkalâde sınırlı olduğu, sosyalist muhalefetin de bu noktayı göz ardı etmemesi yaşamsal önemdir.

Yerküre ile coğrafyamızda yaşananlar, muhalefet açısından “gökkubbe altında kaos var, koşullar mükemmel” sözünü anımsatırken; cesaretin önemini bir kez daha vurguluyor.

Tam bu noktada liberaller gibi -olup olmayacağı da şaibeli!- erken seçim talebi yerine, kapitalist rejimde ortaya çıkan istikrarsızlığı, iç kavgayı; “Bütün peygamberler çobandı. Hepiniz çobansınız, hepiniz sürünüzden mesulsünüz,”[35] diyen totaliterliği gözeten bir yerden ele almak gerekmiyor mu?

Gerçeğin ne olup olmadığının izahında ve olması gereken yolda değiş(tiril)mesi için görme ve gösterme praksisi olarak radikal sosyalizm açısından asılsız/imkânsız liberal demokrasi yaygaraları yerine Che Guevara’nın ifadesiyle, “Yapılacak başka bir devrim yoktur, devrim ya sosyalisttir ya da bir karikatürdür,” (Löwy 2004) duruşu biricik çözüm yoludur; Marx’dan, Lenin’den beri…

26 Ağustos 2021 11:59:32, İstanbul.

 KAYNAKÇA

Başkaya, Fikret (2020) Eko-Sosyalist Paradigma- Komünist Topluma Giden Yol, Yordam Kitap, 2020.

Chomsky, Noam (2013). Anarşizm Üzerine, çev: Tamer Tosun, Agora Kitaplığı.

Duncan, G. (1973). Marx and Mill. Cambridge.

Engels, F. (1967) Ailenin, Özel Mülkiyetin, Devletin Kökeni. Sol Yayınları.

– (2018). Alman Köylü Savaşı. Yordam Kitap.

– (1847) “The Reform Movement in France, Collected Works, c.6.

Erkin, Aytunç (2021). “Erdoğan Karşıtı ‘Liberalin’ Tarihi”, Sözcü, 6 Mart 2021.

Femia, Joseph V. (1992). Marxism and Democracy, Clarendon Press.

Foucault, Michel (2015). Biyopolitikanın Doğuşu, çev: Alican Tayla, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., 2015

Gaus, Gerald, S. D. Courtland ve D. Schmidtz (2020). “Liberalism”, The Stanford Encyclopedia of Philosophy. Edward N. Zalta (ed.), https://plato.stanford.edu/archives/fall2020/entries/liberalism/.

Haque, M. Mohibul (2011). “Beyond Liberalism: Contemporary Relevance of Marxism”, Indian Journal of Political Science c. 45: 1-2.

Harari, Yuval Noah (2017). Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens, çev: Ertuğrul Genç, Kolektif Kitap.

Hayward, Jack (1991). After the French Revolution: Six Critics of Democracy and Nationalism (New York: New York U.P.)

İnsel, Ahmet (2002) “Olağanlaşan Demokrasi ve Modern Muhafazakârlık”, Birikim Dergisi, No: 163-164, Kasım/Aralık 2002.

Lenin, V.I. (1913). “Marxism and Reformism”, Lenin Collected Works, Progress Publishers, 1977, Moskova, c. 19, ss. 372-375.

–                  (1906). “The Government’s Falsification of the Duma and the Tasks of the Social-Democrats” içinde: Lenin Collected Works, Progress Publishers, 1965, Moskova, C. 11: 383-388.

– (1995). Gericilik ve Yeniden Yükseliş Yılları (1908-1914), Seçme Eserler: Cilt: 4, çev: İsmail Yarkın, İnter Yay.

– (2013). Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, Çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay.

– (1970a). İşçi Sınıfı ve Köylülük, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay.

– (1970b). Sosyalizm ve Savaş, Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin Savaşa Karşı Tutumu, Çev: N. Solukçu, Sol Yay.

Letseka, Moeketsi (2013). “Liberalism vs. Marxism-Leninism and the Future of Education in South Africa”. Mediterranean Journal of Social Sciences, Vol 4 No 3.

Levin, Michael (1989). Marx, Engels and Liberal Democracy, Palgrave, Macmillan.

Löwy, Michael (2004). Che Guevara’nın Düşüncesi: Devrimci Bir Hümanizm, çev: Aynur İlyasoğlu, Yazın Yay.

Martin E. ve M. Pimentel (2015). “Revisiting Marx and Liberalismhttps://www.counterpunch.org/2015/04/08/revisiting-marx-and-liberalism/

Marx, Karl (1844). “On the Jewish Question”, https://www.marxists.org/archive/marx/works/1844/jewish-question/

– (2005). 1844 El Yazmaları. Ekonomi Politik ve Felsefe. Sol Yayınları.

– (1966). Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i. Sol Yayınları.

Marx, Karl ve Friedrich Engels, (1976). Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Sol Yayınları.

McManus, Matt (2020). “What Karl Marx Really Thought about Liberalism” https://jacobinmag.com/2020/10/karl-marx-liberalism-rights-igor-shoikhedbrod-review

Nell, Edward J. (1967). “Economic Relationships in the Decline of Feudalism: an Examination of Economic Interdependence and Social Change.” History and Theory C. 6, No. 3: 313-350

Nimtz, August H. (2019). Marxism versus Liberalism, Comparative Real-Time Analysis, Palgrave-McMillan, 2019.

Özinanır, Can Irmak (2010). “Liberalizm Efsanesi”, https://www.sosyalistişçi.org/ındex.php/arşiv/76-402-12-kaşm-2010/907-liberalizm-efsanesi

Shoikhedbrod, Igor (2019). Revisiting Marx’s Critique of Liberalism. Rethinking Justice, Legality and Rights. Palgrave, MacMillan.

Smith, Adam (1985). Ulusların Zenginliği, çev: Ayşe Yunus-Mehmet Bakırcı, Alan Yay.

Üşür, İşaya (2018). Ekonomi Politik Zarif Mezar Taşları: İşaya Üşür’e Armağan, Ahmet Arif Eren-Mesut Sert (der.), Siyasal Kitabevi.

Zola, Emile (1992). Germinal, çev: Adnan Cemgil, Engin Yayınevi, 1992.

N O T L A R

[1] Bill Livant.

[2] Anatole France, The Red Lily

[3] “15. yüzyıl sonlarına doğru tüm Batı Avrupa’da çok farklı bir toplum biçimlenmişti. (…) Siyasal örgütlenme, etkili çıkarların eskiden olduğu gibi tümüyle toprak ve askeri gücü elinde tutan sınıfın elinde toplanmış olmaktansa, çok çeşitlenmiş olması açısından, çok daha karmaşıktı.(…) Değişim genel olarak şu terimlerle karakterize edilebilir: 11. yüzyılda tek bir başat elitin siyasal ve iktisadî konumu zor araçları üzerindeki denetiminden kaynaklanıyordu; 15. yüzyıl sonlarında ise, rakip farklı elitlerin iktisadî konumları ya üretimin şu ya da bu biçimi üzerindeki denetimleri, ya da ticaretteki başat konumlarına dayanmaktaydı ve askeri güç büyük ölçüde toprağın kontrolüne bağlı olmayan bir ekonomik kudretle ilişkilenmişti.” (Nell, 1967)

[4] Çünkü liberalizmin pek çok “varyant”ı vardır: klasik, eşitlikçi, etik, hümanist, deontolojik, mükemmeliyetçi, demokratik, kurumsal, iktisadî, sosyal, yeni… Öyle ki, yorumcuları “liberalizmler ailesi”nden (Simhony), “liberalizmler çoğulluğu”ndan (McKay), “çok sayıda liberalizm”den (Rawls) söz eder. (Letseka, 2013)

[5] “Klasik liberaller -‘eski’ liberaller- için özgürlük ve özel mülkiyet birbiriyle yakın bir ilişki içerisindedir. Onsekizinci yüzyıldan günümüze, klasik liberaller yalnızca özel mülkiyete dayalı bir iktisadî sistemin, herkesin -emeğini ve sermayesini kullanma dahil- yaşamını dilediği gibi yaşamasına olanak sağlamakla, bireysel özgürlükle bağdaştığını vurgulayagelmişlerdir. Gerçekte, klasik liberaller ve liberterler özgürlükle mülkiyetin gerçekte bir bakıma aynı şey olduğunu öne sürmüşlerdir; örneğin, özgürlük hakları dahil olmak üzere tüm hakların mülkiyet biçimleri olduğu öne sürülmüştür; başkaları bizatihi mülkiyetin bir özgürlük biçimi olduğunu savunmuştur. Böylece, özel mülkiyete dayalı bir piyasa düzeni, özgürlüğün ete kemiğe bürünmesi olarak görülmüştür. İnsanlar sözleşme yapıp işgüçlerini satamadıkça, gelirlerini diledikleri gibi tasarruf edip yatırıma dönüştüremedikçe ve sermaye oluşturdukları ölçüde girişim özgürlüğüne sahip olmadıkça, gerçekten özgür olamazlar.” (Gaus, Courtland, ve Schmidtz 2020)

[6] De Tocqueville, aktaran: Hayward (1991: 149).

[7] Fransız sömürgeciliğine karşı patlak veren isyanın lideri Abdül Kadir’in ayaklanmasına karşı uzlaşmasız bir savaş çağrısı yapılan rapor, şu cümleyle başlıyordu: “Afrika’daki tahakkümümüzün tavizsiz bir biçimde sürdürülmesi gerektiğini kabullenmeliyiz…” Raporda “yerli halkın fethedilmiş uyruklar muamelesi görmesi gerektiği ve kendilerine hiçbir şekilde ‘bizim yurttaşlarımız ve eşitlerimiz’ oldukları izlenimine kapılmalarına izin verilmemesi gerektiği konusunda çok netti. Tocqueville’in raporda demokrasiye çaktığı tek selam, Cezayir’deki Fransız yerleşimcilerin liberal demokratik haklarının savunusuydu.” (Nimtz, s. 22)

[8] John Stuart Mill.

[9] https://www.britannica.com/place/France/The-Second-Republic-1848-52

[10] Karl Marx, Yahudi Sorunu, çev: Sol Yayınları Yayın Kurulu, Sol Yay., Ekim 1997.

[11] “İnsan, salt teori ve pratikte türü (kendisininki ve diğer şeylerinki) kendi nesnesi kabul ettiği için değil, aynı zamanda -ki bu, bunun başka tarzda ifade edilmesinden başka bir şey değildir- kendisine aktüel, canlı bir tür; evrensel, bu nedenle de özgür bir varlık muamelesi yaptığı için de böyledir. (Marx, 2005)

[12] “(…) böylelikle Marx’a göre gerçek insanlık, dayanışma yoluyla ötekilerle bağlılıktan geçer, yani ‘Gattungswesen’ ya da kendini tüm türle özdeşleştiren varlıktan.” ( Martin ve Pimentel, 2015)

[13] Marx, liberal Anayasalarda öngörülen “özgürlük” vaadlerinin her bir maddede, genel özgürlük vaadinin hemen ardından, nasıl “kamu güvenliği” gerekçesiyle lağvedildiğini, 1851’de Chartist’lerin Notes to the People dergisinde yayınlanan “4 Kasım 1848’de Kabul Edilen Fransız Cumhuriyeti Anayasası” başlıklı makalesinde gözler önüne seriyor. Böylelikle, örneğin kamu güvenliği çerçevesinde tanınan dernek kurma hakkı, hükümetin onaylamadığı derneklerin faaliyetlerini bir yıl boyunca yasaklama yetkisi veren yasayla sıfırlanır. Basın özgürlüğü, ‘devrimci basını tümüyle ortadan kaldıran utanç verici mali sınırlamalar çerçevesine yerleştirilir. (…) Eğitim bir haktır (madde 9), ama kimse ‘sivil ve ruhani yetkelerin izni olmaksızın öğretmenlik yapamaz’. Oy hakkı doğrudan ve geneldir (madde 24) ama 1850’de nüfusun üçte ikisini oy hakkından yoksun bırakan ikamet sınırlamaları getirilmiştir. Dahası, siyasal ya da adi suçlardan mahkûm olan kişilerin oy hakkı ellerinden alınmıştır. Temsilciler dokunulmazlığa sahiptir, (madde 33-8) ama borç nedeniyle vekillikten ihraç edilip tutuklanmalarını öngören bir yasa geçirilmiştir, böylelikle yalnızca alacaklılar dokunulmazlıktan yararlanabilecektir… (Levin, 1989: 60) “Fransız citoyen’in (yurttaş) mutlak hakkı ilan edilen her bir özgürlük için ‘başkalarının eşit haklarını ve kamu güvenliğini -yani Anayasa’nın öngördüğü hâliyle burjuvazinin güvenliğini- ihlal etmemesi kaydıyla’ kenar notu düşülmüştür. Anayasa kendi antitezini (…) içermektedir, yani genel bir cümleyle özgürlük, kenar notunda ise özgürlüğün yürürlükten kaldırılması.” (Marx, 2003: 26)

[14] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.

[15] Mill, yıllar sonra Otobiyografi’sinde şunları yazmıştı: “Ülkemin neredeyse tüm orta ve üst sınıflarının, hatta liberal geçinenlerin dahi, dehşet bir Güney-yandaşlığına kapılmaları beni şaşkınlığa uğrattı; bir tek işçi sınıfı ve bilim ve sanat adamlarından bazıları bu çılgınlığın dışında kalabilecekti.” (Akt. Nimtz, 2019: 91)

[16] “Eğitimli ile eğitimsiz arasındaki fark, kabaca zengin ile yoksul arasındaki farka tekabül eder, bunun sonucu ise, bir açıdan üstün bir liyakatın korunması gibi görünen şey, bir başka açıdan mülkiyetin savunusuna dönüşür.” (Duncan, 1973: 281.)

[17] “… Bu süreçte komünistler tüm pratik parti konularında demokratlar olarak sahaya çıkarlar. Bütün uygar ülkelerde, demokrasinin zorunlu sonucu, proletaryanın siyasi yönetimidir ve proletaryanın siyasi yönetimi komünist önlemlerin ilk koşuludur. Demokrasi elde edilmediği sürece komünistlerle demokratlar yan yana mücadele ederler ve demokratların çıkarlarıyla komünistlerinki aynıdır. O zamana dek, bu iki taraf arasındaki farklılıklar salt teorik düzlemdedir ve ortak eyleme herhangi bir zarar gelmeksizin, kuramsal bir düzlemde tartışılabilir.” (Engels’in Karl Heinzen’e yanıtı, akt. Levin, 1989: 20-21)

[18] “Liberalizm 400 yıllık varoluşu içinde zaman zaman değişime uğramış olsa da, her zaman içsel olarak kapitalizmle bağlantılı olmuştu. Liberalizm hiçbir zaman kapitalizmin meşum pençesinden ari olmamıştır. Gerçekte kapitalizm liberalizmin tüm üstyapısının üzerinde yükseldiği temeldir. Bu nedenle liberalizm kapitalizmden ayrı olarak anlaşılamaz.” (Haque, 2011)

[19] Lenin (1913)

[20] Lenin (1995).

[21] Lenin (2013).

[22] Lenin (1906).

[23] V. İ. Lenin, Collected Works, C. 18, Progress Publishers, Moskova, 1977.

[24] Lenin (1970a: 235-236).

[25] Herbert Marcuse.

[26] Albert Einstein.

[27] Erkin (2021: 15).

[28] Leo Huberman.

[29] Başkaya (2020: 112).

[30] Maria Antonietta Macciocchi, Faşizmin Analizi, çev: Cemal Süreya, Payel Yay., 1979.

[31] Komutan Yardımcısı Marcos, “Yeni Bir Sağın Doğuşu: Liberal Faşizm”, Birikim, No:139, Kasım 2000, s.51-59.

[32] Edip Cansever.

[33] Birikim Dergisi, No: 163-164, Kasım/Aralık 2002.

[34] Henry David Thoreau.

[35] Selda Güneysu, “Erdoğan: Hepiniz Çobansınız”, Cumhuriyet, 25 Haziran 2021, s.5.

T.C.’yi nasıl bilirsiniz?

Mustafa Kemal Atat¸rk Fotoraf ve Objeler

“Amicus Plato, sedmagisamicaveritas”
(“Eflatun’u severim ama, gerçeği daha çok severim” anlamına gelen Latin atasözü…)
“Siyasal iktidar denen şey, bir sınıfın başka bir sınıfı ezmekte kullandığı örgütlü güçten başka bir şey değildir.” Friedrich Engels

T.C. Osmanlı İmparatorluğu’nun doğrudan devamıdır. Rivayet edildiği gibi Cumhuriyet bir kopuş değildi… Kendi iç çelişkileri ve kapitalizmin aşındırması sonucu varlığı tehlikeye giren imparatorluğu yaşatmak için önce Osmanlı tebâsına mensup milletler (etnik, dinî, mezhepsel, kültürel vb. kimlikler) arasında bir eşitlik sağlayacak ittihad-ı anasır veya bir Osmanlı Milleti oluşturma projesi gündeme geldi. Aslında ittihad-ı anasır paradigması, daha çok Osmanlı İmparatorluğu’nun bütünlüğünün korunmasında çıkarı olan dönemin hegemonik gücü Britanya ve onun en önemli rakibi durumundaki Fransa’nın önerisiydi… Dolayısıyla, söz konusu tercih, Osmanlı yönetici sınıfının özgün bir “çözüm arayışı” değildi…

Aslında farklı kimlikler arasında yatay eşitlik yaratarak imparatorluğun varlığını koruyup-ömrünü uzatma, bu amaçla da hukuk sistemini yenilemeyi esas alan ittihad-ı anasır paradigması, beklenenin aksi yönünde sonuçlar doğurdu… Osmanlı “ailesine” mensup farklı etnik, dinî, mezhepsel, kültürel vb. kimlikler arasında dayanışma ve işbirliği sağlamak yerine imparatorluğun dokusunu çatlattı…

Daha sonra Padişah II’nci Abdülhamid döneminde ittihad-ı anasır paradigmasının yerini, Batılılar tarafından Panislamizm olarak adlandırılacak olan Tevhid-i İslam paradigması alacaktı… İmparatorluk dâhilinde ve haricindeki tüm Müslüman halkları kapsayacak bir birlik oluşturma söylemi, her zaman kesin ve açık bir tarzda olmasa da Balkan Harbi bozgununa kadar yaklaşık otuz yıllık bir sürede geçerli olacaktı…

Tevhid-i İslam projesinin de işe yaramadığı anlaşılınca, İttihatçılar (“İttihat ve Terakki Fırkası”) ırk temeline dayalı, panturanizmi esas alan yeni bir yaklaşım benimsediler… Jön Türkler (İttihatçılar), ne olduğu pek açık olmayan Osmanlılık ideolojisinden hareketle, devlet nasıl kurtulur sorusuna cevap arıyorlardı… Ama söylemlerinde asıl özgürlüğe, demokrasiye, sosyal eşitliğe ihtiyacı olan emekçi halk kitlelerine gönderme yapmıyorlardı… Onlara göre halk hiçbir şey yapamazdı… Öyleyse halkı kurtarma misyonu “halkın yararını” bilen despotların eseri olabilirdi… Aslında mutlaka gözden kaçmaması gereken önemli husus, yenilikçi-Batıcı Jön Türklerin halktan bahsettikleri zaman bile asıl kastettikleri, bir fetiş hâline getirdikleri kutsal devletleriydi… Halkın demokratik yönetime hazır olmadığını düşünüyorlardı. Öyleyse o işi, halk adına bir “siyasal önderlik” üstlenmeliydi. Bu iş için en uygun durumda olanın da kendileri olduğuna inanmışlardı… Esasen bu mantık köklü ve yaygın bir anlayışı temsil ediyor: Halk henüz demokrasiye hazır değil, eğitilmesi gerekiyor. Eğitecek olan da kendileri olduğuna göre, buradan halkın hiçbir zaman demokrasiye hazır olmayacağı sonucu çıkar… Oysa, daha Jön Türkler bu dünyada yok iken bir Alman düşünürü ve devrimcisi asıl “eğitenlerin eğitilmeye ihtiyacı vardır” demişti… Bu, o kadar köklü, iflah olmaz bir hastalıktır ki, Jön Türklerin macerasından yaklaşık yarım yüzyıl sonra, 1961 Anayasası için yapılan referandum öncesinde, asgarî lise mezunu olmayanların oy kullanmaması gerektiği tartışılabiliyordu…

Eğer, yegâne çıkış yolu, ırk temeline dayalı milliyetçilik ise, öncelikle öyle bir projenin önünde duran engellerin bertaraf edilmesi gerekirdi… Türk ırkına dayalı bir milliyetçilik için sorun yaratabilecek unsurlar, Anadolu’nun otantik halkları olan Ermeniler, Anadolu ve Pontus Rumları, Asuriler, Keldaniler… Harb-i Umumi’den Cumhuriyetin ilanına giden süreçte soykırım, katliam ve sürgünlerle tasfiye edildiler… Bidayette Kürtler “temizlik hareketi” dışında tutuldu. Müslüman olduklarına göre asimile edilebilecekleri düşünülüyordu… Fakat hesap tutmayacaktı… Kürtler asimilasyona izin vermediler… Bidayetten itibaren direndiler… Yüzyıldır da direnmeye devam ediyorlar… Esasen kimliği, haysiyeti, özgürlüğü için mücadelede kararlı hiçbir halkı dize getirmek mümkün değildir…

Aslında Millî Mücadele’de ve Cumhuriyetin ilanına giden süreçte kitlelerin dahli son derecede sınırlıydı… Cumhuriyet bir darbeyle kurulmuştu, 1923 sonrası rejim de zaten adı konmamış II. İttihatçı iktidarıydı… Cumhuriyeti ilan eden kadro, II. Meşrutiyet darbesini yapan kadroydu. O kadronun ideolojik dağarcığı, kapitalizmin ve “modernitenin” yanlış, değilse eksik kavranışına dayanıyordu. Onlar için gerçek dünyada olup-bitenler, “biçimlerden”, “görüntülerden”, kimi “çağdaş” denilen kurumlardan ve söylemlerden ibaretti… Biçimlerin, görüntülerin, kurumların geresindeki asıl belirleyici dinamikleri ve harekete geçirici temel dinamikleri ve unsurları anlamaktan acizdiler… Sonuçları nedenler gibi görüyorlardı… Aslında “kurtuluştan” kastettikleri kutsal devletlerinin kurtuluşuydu…

Türkiye’de “biçimsel anlamda” bile bir cumhuriyet ne kelimenin Latince anlamında (respublica), ne Yunanca anlamında (demoskratos), ne de Arapçadaki anlamda (cumhuriyet) hiçbir zaman geçerli olmadığı hâlde insanlar Türkiye’deki rejimin 1923’ten beri cumhuriyet olduğuna inanıyor… Oysa cumhuriyet demek halkın kendi kaderini belirler durumda olması demektir… Bir cumhuriyette ilişkinin yönü halktan devlete doğrudur. Bizde hep devletten halka doğruydu… Kitleler politik sürecin öznesi değil, hammaddesi olmaya devam etti… Geride kalan dönemde emekçi halk kitlelerinin politik süreç üzerinde etkili olmasına izin verilmedi. “Padişahın kulu” “vatanın kulu” oldu ama maalesef demokratik bir cumhuriyetin “yurttaşı” olamadı… Bu rejim oldum olası halk tarafından gelen hiçbir talebe olumlu cevap vermez… O yol açılırsa kutsal devletlerinin sırrının çözüleceğini düşünürler… Kategorik olarak özgürlük, demokrasi ve temel insan haklarının tanınmasını varlıkları için büyük tehlike sayarlar…

Esasen bizde siyaset kaşarlanmış profesyonel politikacıların korunmuş alanıdır… Bütçenin, hazinenin ve müştereklerin (herkese ait olan, olması gereken, “ortak zenginliğin”) yağma ve talanı için yapılan bir şey… Yağma ve talanın hızı, yoğunluğu ve kapsamı dinci AKP iktidarında skandal boyutlara ulaştı… Yağmalanmamış, talan edilmemiş bir şey bırakmadılar… Herhâlde geride kalan dönemin hiçbir iktidarı o konuda dinci AKP ile yarışamazdı…

Siyaset profesyonel politikacıların işi olmaya devam ettikçe, emekçi kitlelerin sürece etkin müdahalesi olmadan, çöküş derinleşmeye devam edecektir… O hâlde yapılması gereken bir sır değil: Radikal bir perspektif ve paradigma değişikliğini vakitlice ete-kemiğe büründürecek politik özneyi yaratmak…

Militarizmin zaferi Avrupa Parlamentosu Seçimleri üzerine bir analiz denemesi* – Murat Çakır

9 Haziran 2024’te toplam 361 milyon seçmen 720 sandalyeli Avrupa Parlamentosu’nu oluşturmak için seçime davet edilmişti. Ortalama olarak seçmenlerin yarıdan biraz fazlası davete icabet etti. Tek tip seçim sistemi olmadığından, Avrupa Birliği üyesi ülkelerdeki seçim sonuçlarını genelleştirerek değerlendirmek pek kolay değil – kanımızca anlamlı da değil. Ancak gerek burjuva medyası gerekse de muhalif basın, partilerin ülkelere göre aldıkları oylar üzerinden seçim okuması yapmakta ve seçimlerin genel anlamda “aşırı sağ” partilerin başarıyla sonuçlandığını öne çıkartmaktalar. Salt oy oranları üzerinden bakıldığında doğru sayılabilecek böylesi yorumlarla Avrupa çapındaki siyasi, iktisadi ve toplumsal dönüşümü açıklamak yeterli olmamaktadır. O nedenle tek-tek ülkelerdeki oy oranlarıyla yer doldurmadan, kuş bakışıyla seçim sürecini ve bundan itibaren doğuracağı sonuçları ele almanın yararlı olduğu düşüncesindeyiz. Okumakta olduğunuz bu makale böylesi bir analiz denemesidir.

Eğer tek cümleyle Avrupa Parlamentosu Seçimlerini değerlendirmek olanaklı olsaydı, o zaman emperyalist saldırganlığın kitle tabanının oluştuğunu ve parlamento seçimlerinin militarizmin zaferiyle sonuçlandığını belirtebilirdik. Sahiden de Avrupa Birliği genelinde seçmenlerin, bilhassa bağımlı çalışan sınıfların çoğunluğu yayılmacı, saldırgan, ırkçı-milliyetçi ve militarist politikaları oylarıyla onaylamış durumdadır. Bu sonucun öngörülebilir olduğunu da söyleyebiliriz.

Perşembe’nin gelişi…

Doğru, sonuçlar emekten ve barıştan yana olanlar açısından tam anlamıyla bir felaket. Özellikle Avrupa Birliği’nin büyükleri olan Almanya, Fransa ve İtalya’da seçmenlerin ezici çoğunluğu, kendi çıkarlarına ters bir şekilde savaş kartelini desteklediler. Elbette bu destek tam anlamıyla egemen siyasetin her dediğine “evet” demek anlamına gelmiyor. Ancak seçmenler egemen sınıfların politikalarını, nihâyetinde sosyal ve demokratik haklarda kısıtlamalara yol açacağını bilerek, en azından kabullenmişlerdir. Çünkü yayılmacılığın kendilerine yaradığının ve imtiyazlı coğrafyada yaşadıklarının farkındadırlar. Bununla birlikte 9 Haziran seçimleri İkinci Emperyalist Dünya Paylaşım Savaşı sonrasında Avrupa’daki egemen sınıflar ile burjuva toplumlarının kabul ettikleri “demokratik mutabakatın”, yani ırkçı-faşist siyasi formasyonların mutabakat dışı bırakılması kararının feshedilmesi anlamını da taşımaktadır. Sonucunda içinden geçmekte olduğumuz çağ kırılması ve 1989/1990 sonrası ivme kazanan küresel karşı devrim süreci 9 Haziran seçimlerinin sonucunu hazırlamıştır.

Aslına bakılırsa Avrupa’daki seçmenler Avrupa Parlamentosu’nun özünde “kâğıttan kaplandan” farksız olduğunun ve asıl kararların Avrupa Birliği Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvelerinde alındığının bilincindedir. Örneğin geçen seferki seçimlerden sonra parlamentodaki grupların aday olarak önerdiği ve aynı zamanda “Avrupa Halk Partisi” çatısı altında birleşen muhafazakâr partiler grubunun lideri konumunda olan Manfred Weber’in yerine Ursula von der Leyen’in Devlet ve Hükümet Başkanlarının kararıyla AB Komisyon Başkanlığına getirilmiş olması hâlâ hafızalarda. Seçimlerden sonraki ikinci günden itibaren burjuva medyasının dahi seçim sonuçlarına haber değeri vermemesi, Avrupa Parlamentosu’nun önemini veya daha doğru bir deyimle, önemsizliğini kanıtlamaktadır.

Ancak Avrupa Parlamentosu egemen sınıflar için önemli bir araçtır. Bilhassa otoriter neoliberal uygulamalara, paternalist yönetim anlayışına, demokratik ve sosyal hakların erozyonuna karşı gelişen toplumsal hiddeti sisteme zararsız alanlara kanalize edebilmek için kullanılan bir nevi paratoner olarak! Avrupa çapında ırkçı-faşist formasyonların güç kazanmasını da bu bağlamda ele alabiliriz.

Özgür basında “Avrupa’da faşizm tehlikesinin arttığına” dair görüşler çoğunluk kazanıyor olsa da bu görüşlere tam katılmadığımızı belirtmeliyiz. Bu tip yorumların faşizmi ve ırkçı-faşist hareketlerin karakteristik özelliklerini izafileştirmesi bir yana, asıl resmin görülmesini engellediği düşüncesindeyiz. Sanki iktidardaki veya parlamentolarda muhalefet rolünü oynayan burjuva partilerinin politikaları hiç ırkçı, milliyetçi ve faşizan değilmiş gibi…

Daha önceki yazılarımızda -Almanya örneğini vererek- tekelci burjuvazinin henüz açık faşist diktatörlüğe gereksinim duymadığını, faşist hareketleri her zaman yedeğinde tuttuğunu ve artık parlamenter diktatörlüğe dönüşmüş olan burjuva parlamenter demokrasilerini çıkarlarını kollamak için yeterli gördüğünü örneklerle açıklamaya çalışmıştık. O açıdan günümüzde ırkçı-faşist formasyonların oy patlaması yapmış olmaları da bu gerçeği değiştirmemektedir.

Peki, bu oy patlamasının nedenleri nelerdir? Bir kere korku toplumuna dönüşmüş burjuva toplumlarının yoksulluğun yaygınlaşması, artan hayat pahalılığı, reel ücret kayıpları, savaş ve kriz masraflarının sırtlarına yüklenmesi nedeniyle etabile partilere duydukları hiddet önemli bir neden olarak görülmelidir. Egemen siyasetin iktisadi ve toplumsal sorunların günah keçisi olarak göçmen ve mültecileri hedef yapması, ırkçı ve ayrımcı yasaları sertleştirmesi ve savaş naraları atması, güvensizlik ve belirsizlik ortamını derinleştirmiştir. Aynı şekilde iklim korunması adı altında salt sermayeye yarayan pahalı dönüşüm adımları -aynı Corona Pandemisi dönemindeki sert uygulamalar gibi- paternalist yönetim biçimi olarak algılanmış ve ciddi tepki toplamıştır. Sosyal demokrat ve Yeşiller gibi partilerin muhafazakâr ve liberal partilerle aynı cephede yer almaları, reformist solun sefaletiyle birleşince, seçmenler “yukarıdakilere gününü göstermek” için ırkçı-faşist formasyonları alternatif olarak görmeye başlamışlardır.

Sırası gelmişken şunu da eklemeyi gerekli görüyoruz: Sömürgecilik tarihi ile emperyalist yayılmacılığın nimetlerinden (!) faydalanan Avrupa burjuva toplumlarının çoğunluğu – ki, buna işçi sınıfının imtiyazlı kesimlerini de dahil ediyoruz – hâlâ “beyaz” ve dünyanın geri kalanından üstün oldukları düşüncesindedirler. Yaşadıkları refah coğrafyasının ayakta kalması için, dünya çapında hammadde ve enerji kaynaklarına engelsiz ulaşımın, üretilen zenginliğin Avrupa’ya akmasının ve bunu sürdürebilmek içinse “Batının” hegemonyasının gerekli olduğunun bilincindedirler. Bu gerçeğin ırkçı-faşist formasyonların işini kolaylaştıran bir faktör olduğunu söyleyebiliriz.

Diğer taraftan Avrupa’daki reformist toplumsal ve siyasi sol sınıf mücadelesi yerine kapitalizmin (ama sadece Avrupa’da) sivriliklerini törpülemeye ve parlamenter kretenizme karar vererek, Ukrayna-Rusya savaşı ile İsrail’in saldırıları konusunda NATO’nun yanında saf tutmasıyla, toplum nezdinde kendini alternatif olmaktan çıkarmıştır. Aksine, reformist sol bugün etabile akım olarak algılanmaktadır. Nihâyetinde ırkçı-faşist formasyonlar toplumun korkuları ve hiddeti üzerinden geliştirdikleri ve burjuva partilerinin de yeniden ürettikleri popülist söylemler sayesinde başarı sağlamışlardır.

Doğu’dan Batıya, Kuzeyden Güneye – Avrupa’daki ırkçı-faşist formasyonlar istisnasız ne NATO’ya ne militarizme ne emperyalist saldırganlığa ne de neoliberal politikalara karşı çıkmaktadırlar. Aksine -Rusya konusundaki kimi farklı yaklaşımlarına rağmen- hepsi egemen siyaseti desteklemekte ve daha militarist, daha ırkçı, daha neoliberal ve daha saldırgan olması için sağdan baskı uygulamaktadırlar. Bu ise, zaten göç ve mülteci politikalarını bir egemenlik aracı olarak kullanan egemen sınıfların işine gelmekte, çıkarlarını kollamaktadır.

Quo vadis, Evropa?

9 Haziran seçimleri, her ne kadar partilerin aldıkları oylar açısından üye ülkelerdeki gelişmeler belirleyici olsa da Avrupa genelinde ırkçı-faşist pozisyonların olağan hâle geleceğine işaret etmektedir. Bu da önümüzdeki dönemde göç ve mülteci politikaları üzerinden toplumsal rıza üretimini hızlandıracaktır. Özellikle iş, konut, emeklilik ve diğer sosyal alanlardaki dağılım mücadelesinin sertleşeceği ve adaletsizliğin, güvencesizliğin ve belirsizliğin derinleşeceği ortamlarda, demobilize edilmiş toplumsal direniş mekanizmalarının eksikliği altında günah keçisi siyasetine ivme kazandıracaktır. O açıdan önümüzdeki dönemde yapılacak ulusal parlamento ve/veya eyalet/bölge seçimlerinde ırkçı-faşist partilerin yeni seçim başarılarının şimdiden öngörülebilir olduğunu söyleyebiliriz. Bunların en yakın örneğini Haziran sonunda Fransa’da yapılacak ulusal parlamento veya Eylül ayında Almanya’da gerçekleştirilecek eyalet seçimlerinde görebileceğiz.

Peki, yakın gelecek için öngörülebilir olanlar nedir? Öncelikle yeni oluşturulacak AB Komisyonu beklenecek gelişmelere ışık tutacaktır. Ursula von der Leyen’in yeniden Komisyon Başkanı seçilmesinden ve en azından İtalya’daki ırkçı-faşist Meloni hükümetinin açık destek vereceğinden hareket edebiliriz. Bunun sonucunda da Avrupa Birliği’nin dünya çapında düzen koyucu ve koruyucu güç olabilmesi için silahlanmaya daha fazla bütçe ayrılacağını ve küçük üye devletler üzerindeki militarist baskının artırılacağını bekleyebiliriz. Avrupa genelinde yaşamın her alanının askeri-sınai kompleksin hizmetine açılmasının, Rusya ve Çin’e yönelik iktisat savaşının daha da tırmandırılmasının ve Ukrayna yardımları üzerinden Avrupa Birliği ordularının Rusya’ya karşı savaşa doğrudan katılmalarının önünün açılmasının işaretleri çoktan verildi zaten. Avrupa toplumları da buna ikna ediliyor. Örneğin eski Alman Dışişleri Bakanı SPD’li Sigmar Gabriel verdiği bir demecinde “Sovyetler Birliği’ni nasıl dize getirdiysek, Rusya’yı da öyle dize getirecek güce erişmeliyiz” derken, SPD’nin liste başı adayı Katarina Barley “Avrupa Birliği kendi nükleer silahlarına sahip olmalıdır” talebini yükseltiyordu. Avrupa Parlamentosunda oluşmuş olan şimdiki çoğunluğun bu militarist siyasi hattı tam destekleyeceğini söyleyebiliriz.

İktisadi açıdan bakıldığında, özellikle Çin ile olan rekabet açısından, Avrupa çapında büyük sermaye fraksiyonlarının şimdiye kadarki “Green New Deal” denilen ekolojik yenilenme ve iklim koruması politikalarından geri adım atma kararını verdiklerini görebiliriz. Bilhassa Fransa ve Almanya’da nükleer enerji kullanımına geri dönülmesi konusunda baskılar artmaktadır. Zaten Haziran sonunda gerçekleştirilecek olan Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi tarım sektöründe iklim korunması yönetmeliğinin yumuşatılmasını ve enerji sorusunu gündemine almış durumda. Oy oranları zayıflayan Yeşil partilerin hükümetlerde kalabilmek uğruna taviz vermeye hazır oldukları sinyalini veren demeçleri şimdiden okumak mümkün. Çünkü muhafazakâr ve liberal parlamento grupları, sosyal demokrat ve Yeşil grupların bu değişim politikasını desteklememeleri durumunda “ılımlı aşırı sağ” ile iş birliğine hazır olduklarını gösterdiler. Kaldı ki, Almanya örneğinde görülebileceği gibi, Yeşiller iktidar için yeterince oportünist ve “esnek” olduklarını kanıtladılar.

Avrupalı emperyalist güçlerin çatı örgütü olan Avrupa Birliği’nin, dolayısıyla üye devletlerin otoriter neoliberalizmi, yayılmacı militarizmi ve sermaye çıkarlarının korunmasını sürdürülebilir kılabilmeleri için gerekli gerekli olan diğer taşıyıcı sütun, demokratik ve sosyal hakların daha da kısıtlanmasıdır. Rusya-Ukrayna savaşı ve İsrail’in saldırıları bağlamında tüm Avrupa’da demokratik hak ve özgürlüklerin nasıl kısıtlandığına son dönemde şahit olduk. Bundan sonra da “Rusya ve Çin gibi despotik ülkeleri desteklemek” veya “İsrail karşıtlığı yaparak Antisemitik söylem kullanmak” gerekçesiyle, her türlü düşünce özgürlüğünün rafa kaldırılacağından, basın-yayın alanında tek tipleştirmenin yaygınlaşacağından ve eğitim-öğretim sisteminin “devlet aklı-devlet çıkarları” tarafından biçimlendirileceğinden hareket edebiliriz.

Sonuç yerine

Nihâyetinde Avrupa’daki emperyalist güçler ilân edilmemiş Üçüncü Dünya Paylaşım Savaşındaki yerlerini aldılar ve “vatan cephesini” buna hazırladılar. Ancak gerek ABD’nin stratejik çıkarları gerekse de dünyanın geri kalanının eskisi gibi boyun eğmemesi, tüm güçlerine rağmen istediklerini gerçekleştirmelerini zora sokmaktadır. İktisadi ve sosyal sorunlar, çoklu kriz ortamlarının meydan okumaları ve uluslararası durum Avrupalı emperyalistleri hem geriletmiş hem de daha saldırganlaştırmıştır. Bu ise Avrupa’yı işbirlikçisi olan rejimlere daha fazla taviz vermeye zorlamaktadır. 9 Haziran seçimlerinin bir diğer meşum sonucunun Orta Doğu’da yeni savaşlara ve kırımlara yol açacağını öngörmek pek zor değil.

* Politikahaber.com – 24 Haziran 2024

Geçm(em)işin imkânı: 15-16 Haziran 1970

“sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı
bir şafak vakti değişmiş olur,
bir şafak vakti karanlığın kenarından
onlar ağır ellerini toprağa basıp
doğruldukları zaman.”[1]

Federico Fellini’nin ‘Amarcord’unda (1973), “Dedem duvar örerdi. Babam duvar örerdi. Ben duvar örüyorum. Peki niçin hâlâ bir evimiz yok?” diye sorar bir işçi!

Bertolt Brecht’in, “İşçi sınıfının insanlığa karşı hiçbir borcu yoktur. İnsanlık ona borçludur,” uyarısı eşliğinde sınıflı-sömürücü toplum tablosunda, yerkürenin en haklı sorusudur bu! Üstüne üstlük Bronson Alcott’un, “Emek insanlaştırır, yüceltir,” gerçeğini anımsarken…

* * * * *

Girizgâhta aktardıklarım eşliğinde burada konuşacağımız -ve daha önce de defalarca ifade ettiğim[2]– 15-16 Haziran 1970 meselesi sadece tarihsel değil, aynı zamanda da güncel soru(n)larımızdandır.

Kolay mı?

Geçmiş, bugün, gelecek arasında kurulan bir köprü olarak tarih, günceli kavrayarak geçmişe açılan kapıdır. O kapıdan girer, geçmişte neler yaşandığının izini sürer, bugünümüzü aydınlatır ve geleceğin yol haritasını çizeriz. Geçmişini unutan, geleceğe uzanan sağlam köprüler kuramaz. Tarih bilgisi ve bilinci, işçi sınıfının mücadelesinin olmazsa olmazıdır. Sınıfının tarihini öğrenip sınıf bilinciyle donanmayan işçi, sermaye sınıfı karşısında güçlü duramaz.

Yeri geldi, ifade etmeden geçmeyeyim: 15-16 Haziran, geçmişte kalmış tarihsel bir anımsama öğesi değildir. O, dünden bugüne ışık tutup, geleceğimizi aydınlatıyor.

Bugünlerde “Ne ve nasıl yapacağız?” sorusuna yanıtlar aranırken, 15-16 Haziran’ın güncelliğini koruduğuna ve kolektif işçinin iradesi ortaya çıkaran 15-16 Haziran’ın hâlâ yolumuzu aydınlattığa dikkat çekmek gerek. Tam da bunun için direnişi derinliğine incelenip, kavranması gerek.

Evet, günümüzde 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’nin derslerini hatırlamak çok büyük önem taşıyor; o günlerde coğrafyamız işçilerin eylemiyle çalkalandı ve cesaretin bulaşıcı olduğunu dalga dalga büyüyen işçi eylemleri tereddütsüzce ortaya koydu.

En önemlisi de 15-16 Haziran’da işçi sınıfı “Hakkımı elimden alıyorlar; direnirim,” dedi. Öylesine haklıydı ki, ardından 12 Mart darbesi devreye sokuldu.

İşçi sınıfı mücadelesi verenler açısından 15-16 Haziran gelecek için yeniden okunmalı. Bizlere düşen, mirası hamasetle değil, ileriye yönelik olarak yaşatmakken; 15-16 Haziran’ın, işçi sınıfının kendisinin, “kendisi için sınıf olma” yolunda attığı tarihsel bir adım olduğu da unutulmamalı.

15-16 Haziran hareketinden, İşçi sınıfının onurlu direnişi şahsında çıkarılacak, kullanılacak dersler vardır. Eksikli bir eylemler bütünü olmasına rağmen işçi sınıfının devrimci dinamizmini, devrimci disiplinini ve devrimci öncünün olmadığı eylemlerin nasıl sonlanacağını, kifayetsiz sendikacıların neler yapabileceğini gösteren önemli dersleri çıkarmamız gereken bir kalkışmadır.

* * * * *

“15-16 Haziran 1970’in anlamı nedir?” mi!

Direnişle ilgili bazı gazetelerde yer alan, “İstanbul yeniden fethedildi,”[3] ifadeleri her şeyi anlatmıyor mu?

Evet, sözünü ettiğimiz kapitalistlere korku salan; işçilere kararlılık ve mücadele azmi aşılayan iki uzun gün, 15-16 Haziran 1970’i işçi sınıfının şanlı mücadele günleridir. İşçi sınıfının devlet güdümündeki sermaye sendikacılığına itirazını haykırdığı -öncesi ve sonrasıyla- iki uzun gündür…

Yani sermayenin direktifleri ile harekete geçen Süleyman Demirel hükümetinin çalışma yaşamını ve temel sendikal hakları düzenleyen 274 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası ile 275 sayılı Sendikalar Yasası’nda değişiklik yaparak 11 Haziran 1970’de yürürlüğe koyduğu yasayla boğmaya çalışılan zorbalığa meydan okumadır.

Ya da işçilerin sendikal haklarını, özgürlüklerini ve haysiyetlerini koruma eylemidir…

Bu özellikleriyle 15-16 Haziran sadece burjuvaziye değil, özellikle “sosyalizm” adına konuşan reformist akımlara karşı konulan devrimci tavırdır.

Bu anlamıyla XXI. yüzyılda gelecek için yeniden okunmalı ve yorumlanmalıdır…

* * * * *

Bir geleceği olduğu konusunda hiçbir tereddüde düşülmemesi gereken 15-16 Haziran’ın, elbette bir arka planı da vardı.

Kaldı ki işçilerin mücadeleleri ne 15 Haziran sabahı başlamıştı ne de 16 Haziran gecesi sona erdi. Kurulduğu 1967’den üç yıl gibi kısa bir süre sonra DİSK’in Türkiye’yi sarsan büyük direnişin öncüsü hâline gelişi, toplumsal yaşamda meydana gelen büyük sarsıntıları bir sismograf gibi yansıtır.

Kolay mı?

15-16 Haziran kapitalizmin saldırısına karşı işçilerin politik direnişiydi ve işçiler 17 Haziran günü değilse de sonunda kazandılar. Hızla aktaralım:

1963’te 2 milyon 745 bin olan işçi sayısı 1971’de 4 milyon 55 bine yükselmişti.

1963’te 296 bin olan sendikalı işçi sayısı ise 1971’de 1 milyon 200 bindi.

Aynı dönemde sendikalaşma oranı üç kat artışla yüzde 10.8’den yüzde 29.6’ya yükseldi.

1963’te imalat sanayinde ücretlilerin büyük bir kesimi 10 kişiden az işçi çalıştıran iş yerlerinde çalışıyordu. Toplam 354 bin işçi 158 bin işyerine dağılmıştı; 1968’deyse 100’den fazla işçi istihdam eden işyerlerinde çalışan işçilerin sayısı 1963’e göre yüzde 50 artarak 252 binden 360 bine çıktı.

Sermayenin üretim maliyetlerini yükselttiğinden sürekli o]arak yakındığı ücretlerin maliyet içindeki oranı yalnızca yüzde 10,53’tü. Aynı dönemde iş kazalarıyla kaybolan işgünü sayısı grev ve direnişlerin yol açtığı kayıpların 8 katıydı.

Resmi sayılara göre 1963’te 7 olan grev sayısı 1969’da 82’ye, 1970’de ise 111’e yükseldi.

Greve katılan işçi sayısı 1963’te 1374 iken 1970’de 27 bine yükseldi.

İşçiler “kendisi için sınıf” oluyordu.

1970 yazına gelirken İstanbul 2 milyon 849 bin nüfusuyla 35 milyon nüfuslu Türkiye’nin en büyük kentiydi. Ülkede üretilen toplam sermayenin yüzde 50’si, büyük ölçekli sanayi işletmelerinin yüzde 43’ü, sanayi işçilerinin yüzde 35’i İstanbul’da yoğunlaşmıştı. Madeni eşya, kimya, konfeksiyon ve elektrikli aletler sanayinin de yüzde 50’den fazlası İstanbul’daydı.

1970 yazında 20’den fazla işçi istihdam eden 700 büyük işletmede 116 bin 605 işçi çalışıyordu. 4 büyük işletmede 3’er bin, 26 büyük işletmede 3 bin dolayında işçi istihdam ediliyor; 250 kadar işletmedeyse 100 ile 500 arasında işçi çalışıyordu. İstanbul’daki merkezileşmiş ve yoğunlaşmış büyük ölçekli modern sanayi işletmeleri bu yapılarıyla modern sanayi işçilerinin ve onların sınıf mücadelelerinin üretken zeminiydi.[4]

Sonrası geldi… 1963’teki Kavel direnişiyle başlayan bir başka gelenek Demir-Döküm’de, Sungurlar’da, Singer’deki işgallerde yeniden doğdu. Fabrikalar çevresindeki yerleşmelerde, mahallelerde yaşayanlar direnişin içinde yer aldılar; işçilerle dayanıştılar. İşçilerin kardeşleri ve eşleri de mücadelenin içine girdiler. 1969 Demir-Döküm işgalini kırmak üzere fabrikaya saldıran polis güçlerine çevredeki gecekondu halkı işçilerle birleşerek karşı koydu.

Özetle 15-16 Haziran 1970, işçi hareketinin bir sosyal gerçekliği ve maddi gücü olduğunu, sendikal düzeyi aşan bir mücadele yeteneğine sahip olduğunu kanıtladı. İşçi merkezli politik ve entelektüel paradigmaya hayat verdi; coğrafyamızın zihin haritasını ebediyen değiştirdi.

* * * * *

Hatırlanır: 15-16 Haziran, kamuoyunun gündemine, Türk-İş’in Erzurum’da yapılan kongresinde AP’li Çalışma Bakanı Seyfi Öztürk ’ün “yakında DİSK’in çanına ot tıkanacak” sözleriyle ile girmişti.

Gerçekten, bu konuşmadan kısa bir süre sonra AP iktidarı Sendikalar Kanunu ’nu temelden değiştiren, DİSK ve bağlı sendikaları yok etmeyi amaçlayan değişiklik tasarısını TBMM’ne sundu.

Malum, coğrafyamızdaki, kökeni Osmanlı dönemine kadar uzanan sendikal mücadeleyi, 1950’li yıllardan itibaren Amerikan modeli Türk-İş sendikacılığına mahkûm etme anlayışı, 1967’de kurulan Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) ile aşıldı.

Bu nedenle, 1960’lı yılların sonlarına doğru, işçilerin DİSK’e yönelimi yoğunlaşınca, dönemin sağcı iktidarı bunu çıkardığı bir yasa ile önlemek istedi.

1970’te Adalet Partisi (AP) ve Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) milletvekilleri 274 sayılı Sendikalar Kanunu ile 275 sayılı Grev ve Lokavt Kanunu’nda değişiklik yapılması için ayrı ayrı taslak hazırladı. “Güçlü sendikacılık yaratılması” iddiasıyla gündeme gelen değişikliğin asıl amacı sendikal örgütlenmenin ve grev hakkının kısıtlanmasıydı. Değişiklik, işçilerin sendika seçme özgürlüğünü önemli ölçüde kısıtlıyor, sendika değiştirmeyi güçleştiriyordu. Yasa 11 Haziran 1970’te Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın onaylamasıyla yürürlüğe girdi. Kanunlaşan tasarı esas olarak Türk-İş’ten DİSK’e işçi akışını önlemeyi amaçlıyordu. DİSK ve bağlı sendikalar yeni yasaya tepki gösterdi.

Görüşmelerden bir sonuç alınamayınca DİSK, 14 Haziran 1970’te eylem kararı aldı. 15-16 Haziran’da bir çok kentte işçiler şalterleri indirip, işyerlerini, fabrikaları boşaltarak gün boyunca sokaklarda hükümeti protesto ettiler.

Direniş İstanbul’la sınırlı kalmadı, Ankara, İzmir, İzmit başta olmak üzere tüm yurda yayıldı. İstanbul’da 200 kadar büyük fabrikadan yaklaşık 150 bin işçi iş bırakmış, sokakta sendikal örgütlerine sahip çıkmak için protesto gösterileri yaparken, DİSK’in örgütlülüğü dışında kimi fabrikalarda çalışan işçilerin DİSK’lilerle buluşmasını engellemek için fabrika kapıları kilitlenmiş, dışarı çıkamayan işçiler de gün boyu üretimi durdurmuşlardı. İstanbul’un her iki yakasında, işçiler birleşmesin diye vapur seferleri iptal edildi, Galata Köprüsü kaldırıldı. Askeri birlikler seferber edilerek merkezi yerlerde, özellikle Vilayet önünde işçilere karşı tanklar ve zırhlı araçlarla barikatlar kuruldu.

DİSK’li sendikacıların ve yöneticilerin tepkileri, 15 Haziran 1970 sabahı, İstanbul’un belli başlı merkezlerine doğru yürüyüşe geçmeleriyle yeni bir evreye girdi.

Anadolu Yakası’nda Ankara Asfaltı (E-5 Karayolu) üzerinde bulunan fabrikaların işçileri, Kartal’a doğru yürüyüşe geçti. Eylemlere Avrupa yakasındaki işçiler de katıldı. Eyüp bölgesindeki işçiler Topkapı’ya yürüdü. Bakırköy’deki fabrikalarda çalışanlar Londra Asfaltı’nı trafiğe kapattı. Levent bölgesindeki işçiler de Şişli-Taksim yönüne yürüdü. İstanbullu işçiler eylemler sırasında gözaltına alınan iki arkadaşlarını da protestolarla serbest bıraktırdı.

İşçiler Başbakan Süleyman Demirel’in kardeşi Şevket Demirel’in ortağı olduğu Haymak fabrikasını işgal edince Kartal Maltepe’deki 2. Zırhlı Tugay’a ait birlikler fabrikayı kuşattı. Tuzla-Çayırova fabrikalarından çıkan işçiler de yolu keserek Gebze’ye doğru yürüyüşe geçti. İzmit bölgesindeki işçiler de iki koldan İzmit’e yürüdü.

15 Haziran günü önemli bir çatışma çıkmamış, DİSK’in verilerine göre 75 bin sanayi işçisi İstanbul ve Kocaeli’nde yürümüştü. İşçiler 16 Haziran günü tekrar iş bırakıp sokaklara çıkma kararı aldılar. Bu arada DİSK binalarında bir telaş hâkimdi. Hiçbir şekilde eylemlere müdahil olamıyorlardı. Basına, devlete, polise olayla ilgilerinin olmadığını anlatmaya çalışıyorlardı. Daha sonra tutuklanan DİSK yöneticileri olaylarla hiçbir ilgileri olmadığını ısrarla vurguladılar. Dahası 16 Haziran günü -daha büyük bir kalkışmanın yaşandığı gün- radyodan DİSK Başkanı Kemal Türkler işçilere şöyle sesleniyordu:

“İşçi kardeşlerim! İşçi sınıfının bilinçli temsilcileri! Sizlere sesleniyorum. (…) Bizler anayasaya sımsıkı bağlı işçiler olduğumuzdan hiçbir hareketimiz Anayasa’ya aykırı olamaz. (…) hatta kötüsü, gözbebeğimiz şerefli Türk ordusunun bir mensubuna kötü maksatla taş atabilir, tahrikler yapabilirler. DİSK Genel Başkanı olarak sizi uyarıyorum.”[5] (İfadeler DİSK yönetiminin ruh hâlini ve yöneticilerin siyasal tercihlerini yansıtıyordu!)

16 Haziran, 15 Haziran’a göre daha kalabalıktı. Kimi verilere göre işçi sayısı 150 bini geçmişti ve Türk-İş yasanın arkasında olduğunu açıklasa da eyleme katılan Türk-İş üyesi işçilerin sayısı da bir hayli fazlaydı.[6]

Anadolu Yakası’nda iki koldan yürüyüş yapılırken Üsküdar yönüne yürüyen işçiler polis barikatının kurulması üzerine polisle çatıştı. Polisin silah kullanmasına karşın dağılmayan işçiler barikatı aşarak yola devam etti. Katılımlar sürekli artarken çok büyük bir işçi kitlesi Kartal’a girmeyi başardı. Bir diğer kol Şaşkınbakkal’a geldiğinde buradaki polis barikatını aşarak yoluna devam etti. Fenerbahçe stadyumu önünde kurulan barikattan ise işçilere ateş açıldı. Burada çıkan çatışmada çok sayıda işçi yaralandı. Kadıköy İskelesi civarında da polis işçilere silahla ateş açtı. Açılan ateş nedeniyle ölen işçiler oldu.

16 Haziran akşamüstünde İstanbul ve Kocaeli’de 60 günlük sıkıyönetim ilan edildi. DİSK ve bağlı sendikaların yöneticilerinin pek çoğu sıkıyönetim mahkemelerince tutuklandı ve yargılandı. 5 binin üzerinde işçi önderi işten atıldı. Yasa değişikliğine direnen pek çok fabrikanın işçisi üretimi durdurma eylemine devam etti. Bu nedenle bazı sanayi bölgeleri askeri birlikler tarafından denetim altına alındı.[7]

Kadıköy’de meydana gelen olaylarda Mutlu Akü Fabrikası işçisi Yaşar Yıldırım, Vinileks işçisi Mustafa Bayram, Cevizli Tekel Fabrikası işçisi Mehmet Gıdak olmak üzere 3 işçi, esnaf Doğukan Dere ve polis memuru Yusuf Kahraman hayatını kaybetti. Eyleme bağlı direnişlerde ise 2 işçi daha yaşamını yitirdi. Gıslaved işçilerinden Lastik-İş sendikası üyesi işçi Hüseyin Çapkan ve Aliağa rafinerisi inşaatında çalışan ve greve giden Yapı-İş Sendikası Genel Başkanı Necmettin Giritlioğlu hayatını kaybetti.

15-16 Haziran olayları değerlendirilirken nedense Ankara’da gerçekleştirilen destek eyleminden pek bahsedilmez. Oysa Ankara’da da işçi ve öğrencilerin birlikte yapmak istedikleri yürüyüş, polis tarafından dağıtılmış ve bir kısım işçi ve öğrenci tutuklanmıştır.

Akşam saatlerinde İstanbul ve Kocaeli’de sıkıyönetim ilan edildi. Sıkıyönetime rağmen bazı fabrikalarda işçiler bir hafta işbaşı yapmadılar. Pek çok işçi gözaltına alındı, yargılandı. TİP İl Merkezi ve DİSK binalarında aramalar oldu.

Bu büyük direnişin sonunda Anayasa Mahkemesi 19 Ekim 1972 tarihli Resmi gazetede yayınlanan kararıyla, 274 ve 275 sayılı yasalarda yapılan değişikliği iptal edecekti.[8]

* * * * *

Evet, coğrafyamızda işçi sınıfı gerçeğinin altını çizip, sosyalist harekette bir zihniyet devrimine yol açan 15-16 Haziran’ın önemi, coğrafyamızı yöneten kapitalistlerin, düzen partilerinin, askerlerin, bürokrasinin tabandan yükselen bir toplumsal hareket karşısında ne kadar kırılgan olduğunu ortaya koymasıydı. Bunu da o dönemin Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç daha sonraları “Toplumsal gelişme iktisadi gelişmeyi aştı” diyen ünlü cümlesiyle özetlemişti.

O hâlde şimdi devrimci sınıf mücadelesi verenlerin, 15-16 Haziran’ı, geçm(em)işin imkânlarını kavrayıp aşabilmeleri için Karl Marx’ın Birinci Enternasyonal Tüzüğü girişindeki, “Emeğin kurtuluşu yerel ya da ulusal değil, modern bir toplumun var olduğu bütün ülkeleri bir arada bağrına alan toplumsal bir meseledir (…) ve Avrupa’nın en çok sanayileşmiş ülkelerinde işçi sınıflarının bugünkü uyanışı bir yandan yeni umutları ayağa kaldırırken hem bir kez daha eski hatalara düşülmesine karşı ciddi bir uyarı gönderiyor hem de hâlâ bir birinden kopuk duran hareketleri derhâl bir araya gelmeye davet ediyor,”[9] uyarısını kulaklarımıza küpe edip…

Nâzım Hikmet’in, “Ve elbette ki, sevgilim, elbet,/ dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,/ dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla/ bu güzelim memlekette hürriyet”…

“Paranın padişahlığını,/ karanlığın, yobazın/ ve yabancının roketini/ yenecek işçi sınıfına selam!” dizelerini terennüm etmek gerekiyor…

27 Mayıs 2024 18:04:47, İstanbul.

N O T L A R

[*] 2 Haziran 2024’de (Türkiye Saati: 21.00 Avrupa Saati: 20.00) Denge Kürdistan TV sosyal medya hesapları Facebook, YouTube ve Xeta Sor X Twitter’da canlı olarak yayınlan söyleşide yapılan konuşma… Birleşik İşçi Kurultayı’nın 22 Haziran 2024 tarihinde İzmir’de düzenlediği ‘15-16 Haziran İşçi Direnişi Yolumuzu Aydınlatıyor’ Etkinliği’nde yapılan konuşma…

[1] Nâzım Hikmet.

[2] Bkz: i) Temel Demirer, “Tanktan Duvar(lar)ı Yıkan 15-16 Haziran’ın Hatırlattığı”, Kaldıraç, No:157, Temmuz 2014… ii) Temel Demirer, “15-16 Haziran’dan Günümüze İşçiler”, Kaldıraç, No:171, Ekim 2015… iii) Temel Demirer, “Öncesiyle 15-16 Haziran’dan Bugün(ümüz)e”, Rojnameya Newroz, Temmuz 2018… iv) Temel Demirer, “40 Yıl Sonra 15-16 Haziran’dan Tek-El’e”, Kaldıraç, No:112, Temmuz-Ağustos 2010… v) Temel Demirer, “15-16 Haziran İşçi Sınıfınındır; Öğreten Tarihimizdir”, Kaldıraç, No:228, Temmuz 2020… vi) Temel Demirer, “1970 Haziran’ının 15-16’sı”, Sosyalist Mezopotamya, No:12, Haziran 2022… vii) Temel Demirer, “15-16 Haziran, Gezi İsyanı Yolumuz; Sosyalizm de Geleceğimizdir”, Kaldıraç, No: 252, Temmuz 2022…

[3] Tuğçe Yılmaz, “Mehmet Karaca 16 Haziran’ı Anlatıyor”, 16 Haziran 2022…https://bianet.org/haber/mehmet-karaca-16-haziran-i-anlatiyor-263348

[4] Ertuğrul Kürkçü, “Bir İşçi Sınıfı Kazanımı Olarak 15-16 Haziran”… https://bianet.org/yazi/bir-isci-sinifi-kazanimi-olarak-15-16-haziran-263306

[5] A. Esin Sur, “İşçi Sınıfı ve Sendikal Hareket”, No:53, Aralık 1996.

[6] Sırrı Öztürk, Gelenekten Geleceğe 15-16 Haziran, Sorun Yay., 1996.

[7] Sungurlar işçisi Cafer Durak ise yaşanan çatışmayı ve Eyüp Karakolu’nun kuşatılmasını şöyle aktarıyor:

“Eyüp Sultan’a gelirken orada bir okul vardı, halen duruyor o okul. Onun orada bir inzibat merkezi [Askerlik Şubesi] vardı. O günlerde oralarda yol yapım çalışması var. Albay çıktı birkaç askerle bizim önümüzü kesmeye çalıştı. Orada sivil polisler işçilerden bir kişiyi [iki] aldı. Aşağıda tarihi bir karakol vardı oraya götürdüler. İşçiler onu görünce albayın, askerlerin silahlarını alıp mezarlığa attılar, geçip gittik karakolun önüne.’Ya o adamı verirsiniz, ya burayı yakarız’ falan diye bağrışmalar oldu. Arkadaşı aldık.” (Zafer Aydın, “İşçiler Eyüp Karakolunu Kuşatıyor”… https://bianet.org/haber/isciler-eyup-karakolunu-kusatiyor-225777)

[8] Alpaslan Işıklı, Sendikacılık ve Siyaset, İmge Kitabevi, 1990.

[9] https://anarsizm.org/birinci-enternasyonal-tuzugu-18641866/

Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti (devamında SSCB) ile Kuvayımilliye yönetimi (devamında TC) arasındaki ticari, sınai ve askerî ilişkiler*

Yazı başlığı hayli uzun ve galiba biraz da karmaşık oldu. Farkındayım. Ancak tarihteki yaşanmışlıkları daha kısa bir biçimde tanımlayabilecek bir başlık üretmeye sözcük bilgim de zekâm da yetmedi. Bu nedenle yazıyı okuyacak olanlardan özür dileyerek başlayayım işe.

Öncelikle şu hususu belirtmem gerek:

1917 devrimi sonrasında kurulan devlet SSCB değildi. Yaklaşık olarak bugünkü Rusya Federasyonu toprakları üzerinde kurulmuş olan devletin adı RUSYA FEDERATİF SOVYET SOSYALİST CUMHURİYETİ idi (Yazının bundan sonraki bölümlerimde Rusya olarak anılacak). SSCB’nin resmî kuruluş tarihi ise 30 Aralık 1922’dir. Her ne kadar RFSSC SSCB’nin kurucu devletlerinden biri olsa da bu sonuncunun resmen kurulmuş olduğu tarihe kadar Anadolu’daki mücadele hareketleri ile ilgilenen ve bu hareketlere destek veren devlet Rusya idi. Rusya’nın Anadolu’da gelişen hareketler karşısındaki politikası son derece net bir görünüm arz etmekte idi. İtilaf devletleri ve onlarla birlikte hareket eden Yunanistan’ın Anadolu’da gerçekleştirmiş olduğu işgale karşı mücadele eden tüm hareketlere elden gelen desteği vermek bu politikanın temel taşını oluşturuyordu. Bu nedenle işgale karşı direnen güçler arasında bir ayrım yapmaksızın bütün hareketlere eşit yakınlıkta idi. Dolayısı ile Anadolu’da kurulmuş ilk sosyalist devlet olarak tanımlayabileceğimiz “Erzincan Şurası”na da Eskişehir ve çevresinde faaliyet gösteren sosyalist gruplara da yardım etmekte idi. Bu durumda Anadolu üzerinde en büyük iddia sahibi olan iki hareket İttihat ve Terakki ile Kuva-yımilliye hareketlerine yardımı da kaçınılmazdı. Rusya’nın politikası Anadolu’daki işgale son verilmesi için mücadele eden grupları desteklemek iken yukarıda sözü edilen iki grup kendi aralarında kıyasıya bir iktidar mücadelesi içinde idiler. Bu mücadelede Rusya’yı yanlarına almak için de özel bir çaba söz konusu idi. Bu amaçla İttihatçılar Bakü’de sahte bir Komünist Parti kurmuşlar, İttihatçı solu diye adlandırabileceğimiz bir hareket başlatmışlardı (İttihatçıların kurmuş olduğu sahte Komünist Parti Mustafa Suphi tarafından tasfiye edilmiştir). Benzer şekilde Kuvayımilliyeciler de Rusya ile ilişkilerini düzgün tutabilmek için Yeşil Ordu hareketinin kendi saflarına katılmasına izin vermiş, ilk meclis bünyesinde solcu, sosyalist milletvekillerinin yer almasına göz yummuş, daha da ileri giderek resmî bir Komünist Parti (Elbette sahte bir komünistlik söz konusu idi) kurulmasını organize etmişlerdi. Kuvayımilliyeciler mücadele süresinde güç kazandıkça Anadolu’da oluşan sol hareketleri birer birer tasfiye ettiler. Bu arada Yunanistan ordularına karşı birbiri ardına kazanılan iki meydan savaşı sonrasında İttihatçılar da asıllarına rücu ederek anti-komünist kimliklerine büründüler ve Orta Asya’da anti-komünist mücadeleye katıldılar. Artık Anadolu’da meydan Kuvayımilliyecilere kalmıştı. Bu andan itibaren Rusya (devamında SSCB) sadece Kuvayımilliyecilerle (devamında TC) ilişkilerini sürdürdü.

Bu yazının amacı birinci büyük paylaşım savaşı sonrası Anadolu’da ortaya çıkan kaotik durumu tartışmak değil. Bu nedenle daha fazla detaya girmeden Kuvayımilliye hareketi (devamında TC) ile Rusya (devamında SSCB) arasındaki ekonomik ilişkilere ve karşılıklı yardımlaşmanın sonuçlarına odaklanmanın doğru olacağını düşünmekteyim.

Bahse konu ilişkilerin beş farklı dönem içerdiğini pek de derinlemesine bir arama yapmaksızın görebilmek mümkün. Bu dönemleri şöyle sıralayabiliriz:

1- Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkması ile başlayıp TC’nin kurulduğu 29 Ekim 1923’e kadar olan dönem.

Bu dönemde Kuvayımilliye hareketine yapılan askerî ve ekonomik yardımlar ağırlıktadır. Anadolu’daki sınai gelişmeye de destek verilmiş ancak bu destek savunma sanayii yatırımları ile sınırlı kalmıştır. Bu yardımlar karşılığında Rusya’ya (devamında SSCB) sebze ve meyve ihracı gerçekleşmiştir.

2- İki ülke arasındaki ekonomik ilişkilerin zirvede olduğu 1923-1939 arası dönem.

3- İkinci emperyalist paylaşım savaşı öncesinde Türkiye’nin sözde tarafsız kalıp gerçekte ise SSCB karşıtlığını seçtiği ve bu nedenle ekonomik ilişkilerin zayıflayıp siyasal gerginliklerin arttığı dönem (1953 sonuna kadar devam etti).

4- 1953 yılı sonlarından itibaren başlayıp 1964 yılına kadar süren ilişkileri normalleştirme çabalarının etkili olduğu ancak düşük düzeyde sürdürüldüğü dönem.

5- 1964 yılında ABD-Türkiye ilişkilerinin gerginleşmesi sonucu TC’nin tekrar SSCB’ye yakınlaştığı ve ekonomik ilişkilerin yeniden geliştiği dönem (Bu dönem SSCB’nin dağıldığı 1991 yılına kadar devam etti).

Yukarıda kısa tanımları verilen her dönemin başlama ve bitmesine neden olan siyasal olaylar söz konusu elbette. Yazı ağırlıklı olarak ekonomik ilişkileri inceleme odaklı olmakla birlikte bahse konu dönemlerin başlama ve bitmelerine neden olan siyasi olaylara da kısaca değinilecektir.

Bu uzun giriş sonrasında yukarıda kısa tanımları verilmiş olan dönemleri ayrıntıları ile inceleyebiliriz.

1- Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkması ile başlayıp TC’nin kurulduğu 29 Ekim 1923’e kadar olan dönem.

Mustafa Kemal’in Samsun’a gitmek üzere yola çıktığı andan itibaren kafasındaki düşünce gayet belirgindi. “Anadolu’da bir Türk burjuva devleti kurmak.” Üzerinde yaşadığımız coğrafyada birden fazla devlet kurma arzusundaki İtilaf devletleri ile arasındaki çelişki bundan ibaretti. Onun verme kararında olduğu mücadelenin anti-emperyalist yanı da bu kadarla sınırlı idi. Anadolu’da Türklerin egemenliğinde kurulacak bir devletin kapitalist düzenin ayrılmaz bir parçası olacağı hususunda İtilaf devletlerini ikna etmekten başka bir düşüncesi yoktu. Ancak İngiliz/Fransız emperyalizmini bu konuda ikna edebilmek için manevralara ihtiyacı vardı. Emperyalist sömürü zincirini koparmayı başarıp sosyalist bir yapı inşa etmeye başlamış olan Rusya ile kurulacak bir ittifak ona hem geniş bir manevra alanı yaratacak hem de sürdürmeyi düşündüğü mücadele için gerekli olan maddî/askerî desteği sağlayacaktı. Anadolu’nun muhtelif yerlerinde başlamış olan direniş hareketlerini koordine edip kendi belirlemiş olduğu amaca yönlendirebilmesi için de bu ittifaka gereksinimi vardı.

Mustafa Kemal Samsun’a ulaştıktan sonra düşüncelerini yakın çevresinde olanlarla paylaşınca küçümsenmeyecek bir direnç ile karşılaştı. Ancak hareketin içinde bulunduğu durumun gerçekleri bu direnişin çabuk kırılmasına yol açtı. Rusya ile temas kuruldu ve Mahmudov isimli bir Bolşevik yetkili gözlemci olarak Sivas Kongresine katıldı. Bunun ardından Halil (Kut) Paşa Moskova’ya gönderildi. Halil Paşa buradaki temasları sonucunda sağlamış olduğu önemli miktarda para ve askerî malzemenin Trabzon üzerinden Anadolu’ya ulaşmasını sağladı.

Ancak, Rusya’nın Kuvayımilliye hareketine sağlamış olduğu büyük yardımların 1920 yılından itibaren gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Sovyet Bilimler Akademisi üyesi Boris Potskhveria’nın aktardığı kadarı ile Rusya’nın Anadolu’ya aktardığı askerî ve maddî yardımın dökümü şöyledir:

– 1920 yazında, 6000 tüfek, 5 milyondan fazla fişek ve 17 600 mermi

– 1920 Eylül ayında, 200, 6 kg külçe altın

– 1921 Ocak, Şubat aylarında 1000 bomba, 4000 el bombası

Bu dönemde Rusya’nın desteği bununla da kalmamış ve Ukrayna Kızıl Ordusu kurucusu General Kliment Efremoviç Voroşilov askerî bilgisiyle savaşın taktik ve stratejisine katkıda bulunması amacıyla Ankara’ya gönderilmiştir. İnönü meydan savaşlarının kazanılmasında Voroşilov’un taktiklerinin yadsınamaz bir katkısı olduğu düşüncesindeyim.

1921 Mart ayı iki ülke arasındaki ilişkilerin resmîleşmesine tanık oldu öncelikle. 16 Mart 1921’de imzalanan “Dostluk ve Kardeşlik Anlaşması” Kuvayımilliye yönetiminin kuzeydoğu sınırlarını güvenceye aldı. Böylelikle buradaki birliklerin batıya nakledilmesi mümkün oldu.

Anlaşma kapsamında Rusya 2021-2022 yıllarında aşağıda dökümü verilen yardımları yaptı:

10 milyon altın ruble (iki taksitte ödendi), 33275 tüfek, 57986 fişek, 327 mitralyöz, 54 top, 129479 mermi, 1500 kılıç, 20000 gaz maskesi, iki küçük savaş gemisi

Yukarıdaki dökümün dışında, anlaşma sonrası Anadolu’dan çekilen Rusya birlikleri de kendilerine ait silah, teçhizat ve diğer askerî malzemeyi Kuvayımilliye askerlerine bırakmışlardır (Konu ile ilgili olarak farklı kaynaklarda değişik bilgiler bulunduğundan bahse konu malzemenin tatmin edici bir dökümünü veremiyorum).

Rusya’nın yardım ve desteği bununla da kalmamıştır.

13 Aralık 1921’de Kızıl Ordu komutanı General Mihail Vasilyeviç Frunze Ankara’ya geldi.

Bir aydan daha uzun süre kaldı burada. Beraberinde getirdikleri var, yapılan anlaşmalar var. Ancak ziyaretin gerçek amacı bu yardımı getirmek değil. Eğer askerî yardım malzemesi getirme amaçlı bir ziyaret söz konusu olsa idi bu kadar önemli bir asker Ankara’ya gelip uzun bir süre orada kalmazdı. Daha önemli bir şey var:

Mustafa Kemal ile çalışıp Sakarya muharebesinin planlarını hazırladılar.

Muharebenin kazanılmasında yadsınamayacak bir emeği vardır Frunze’nin.

Savaş devam ederken bir desteği daha oldu Rusya’nın. Ankara’da kurulan iki fişek fabrikası ile bir barut fabrikasına teknik destek sağlandı Rusya tarafından. Bu fabrikalar daha sonra TC savunma sanayiinde çok önemli bir yeri olacak MKE’nin (Makine Kimya Endüstrisi) çekirdeğini oluşturdular.

Rusya neden bu kadar büyük destek vermişti Kuvayımilliye hareketine?

Rusya’nın (devamında SSCB’nin) Ankara’daki ilk büyükelçisi olan Şemyon İvanoviç Aralov “Bir Sovyet Diplomatının Anıları” adlı çalışmasında, Lenin’in kendisine “Anadolu’daki mücadelenin sosyalist karakterli olmadığını, Mustafa Kemal’in de sosyalist olmadığını ama verilen mücadelenin anti-emperyalist ve bağımsızlıkçı bir mücadele olduğunu, dolayısıyla bu mücadeleye destek verilmesinin gerekli olduğunu” ifade ettiğini belirtir. Bu ifadeyi Rusya’nın resmî görüşü olarak da yorumlamak mümkün kanımca.

Bu arada şunu da belirtmek gerekiyor; Kuvayımilliye hareketi de bahse konu dönemde yaşanan iç kavgalar ve üretim yetmezliği nedeni ile gıda maddesi sıkıntısı çeken Rusya’ya hububat göndermiştir (Ağustos ve Eylül 1921’de Kuvayımilliye Meclisi kararı ile Rusya’ya 30 ton buğday, 30 ton mısır ve 80 ton çeşitli hububat ve baklagiller gönderilmiştir). Gönderilen ürünlerin kaynağı ise Kuvayımilliye güçlerinin kontrolü altındaki topraklarda yaşamakta olan Anadolu halkıdır.

İki ülke arasındaki diplomatik ilişkilerin 100. yıldönümü nedeni ile Rusya Federasyonu Ankara Büyükelçiliği tarafından hazırlanan broşürde aktarıldığına göre Mustafa Kemal, o dönem kıtlık içinde bulunan Rusya’ya yardım yapılmasıyla bizzat ilgilenmiş, zahire depolarındaki hububatın yüzde 40’ına el konularak Karadeniz kıyılarında bulunanların açlığını hafifletmek üzere Rus milletine armağan edilmesini emretmiş ve Lenin’i bu konuda bilgilendirmiştir.

Bu durumda Mustafa Kemal’in emri ile Anadolu halkı açlığını Rusya ile paylaşmış diye düşünülebilir.

Kuvayımilliye döneminde başlayıp gelişen ilişkiler TC’nin kuruluşu ile birlikte daha da gelişmiş ve Cumhuriyetin ilk yıllarında adeta doruk yapmıştır.

2- İki ülke arasındaki ekonomik ilişkilerin zirvede olduğu 1923-1939 arası dönem

İzmir İktisat Kongresi ile birlikte TC kapitalist sistemin içinde kalacağının işaretlerini vermekle birlikte Batı dünyası ile sorunlarını tam olarak çözememişti. Osmanlı devletinden kalan borçlar büyük bir mali yük oluşturuyor, henüz Merkez Bankası kurulamadığı (1930’da kuruldu) için ulusal para basılamaması iç ve dış ticarette de kambiyo işlemlerinde de büyük sorunlar yaratıyordu. Bunun dışında İngiltere ile Musul sorunu çözülememişti. Devlet henüz gümrük kapılarına da egemen değildi (Lozan hükümlerine göre TC gümrük kapılarında Osmanlı devletinin gümrük rejimini uygulamaya devam edecekti). İç politikada ise Mustafa Kemal muhalifleri giderek güçlenmekte idiler. Bunun dışında Kürt isyanları hayli baş ağrıtmakta idi (1923-1938 yılları arasında 17 Kürt isyanı gerçekleşmiş, Bunlardan biri Ağrı’da yaklaşık 2 yıl devam eden bir Kürt devletinin kurulması ile sonuçlanmıştır).

Böyle bir durumda yaşayabilmesi için bir can simidine gereksinimi vardı TC’nin. SSCB ihtiyaç duyulan can simidi oldu. Bu dönemde TC, SSCB ile ticaretini geliştirerek uluslararası ticaretin bazı kurallarını devre dışı bırakmayı başardı. Bunun yanında Batı ülkelerine her an SSCB ile ilişkilerin gelişebileceği mesajı verilerek TC’ye yönelik sorunların bir yumuşama politikası izlenerek çözülmesinin her iki tarafın da yararına olacağı algısı yaratıldı. Bu değerlendirmelerin ışığında Rusya (devamında SSCB) TC’nin sadece kuruluş aşamasında değil, kuruluş sonrasında karşılaştığı güçlüklerle mücadele aşamasında da çok önemli bir rol oynamıştır diyebiliriz.

Bu dönemde SSCB’nin başta İstanbul olmak üzere Anadolu’nun pek çok yerleşim yerinde ticari temsilcilikler açması ve buralarda görev yapan SSCB vatandaşlarına diplomatik dokunulmazlık hakkı verilmesi iki ülke arasındaki ticari ilişkilerin gelişmesinde büyük rol oynamıştır. TÜİK arşivindeki verilere göre iki ülke arasındaki ticaret hacmi aşağıdaki şekilde seyretmiştir :

YIL | İHRACAT (MİLYON $) | İTHALAT (MİLYON$)

1923 | 1,04 | 1,82

1924 | 1,04 |3,30

1925 | 2,61 |3,26

Günümüz ölçülerine göre çok küçük olan bu rakamlar, o günün koşullarında önemli tutarları ifade etmekte.

Daha donra karşılıklı ticaret büyüyerek devam etmiş ve 1929 yılında dünyayı kasıp kavuran “Büyük Buhran” bile iki ülke arasındaki ticaret hacminin artmasını engelleyememiş ve ticaret hacmi 1929 yılında 10 milyon USD seviyesine çıkmıştır.

Bu dönemde Vneştorgbank (SSCB’nin dış ticaret bankası) İstanbul’da bir şube açmış TC dış ticaret işlemlerinde yaşamış olduğu kambiyo sorunlarını bu banka aracılığı ile çözmüş ve ticari ilişkilerde rahatlık sağlanmıştır.

Bunların dışında TC’nin planlı ekonomi uygulamalarına geçişi de SSCB’nin yönlendirmesi ile gerçekleşmiştir. Kapitalist sistemin tümünü büyük bir felakete sokan 1929 büyük krizi SSCB’yi nerede ise hiç etkilememişti. Durumu fark eden TC ekonomi bürokratları “Sovyet Mucizesi”ni yerinde incelemek üzere Moskova’ya gittiler, karşılığında da SSCB bilim insanlarından oluşan bir grup Ankara’ya geldi. Bu grup Anadolu’da bir süre çalıştıktan sonra sınai gelişimin hangi doğrultuda gerçekleşmesi gerektiği konusunda bir rapor hazırladı. Daha sonra bu rapor esas alınarak hazırlandı SSCB bilim insanları ve TC ekonomi bürokratlarının ortak çalışması ile bir sınai kalkınma planı hazırlandı. Bu çalışma “Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı” adı ile 1934 yılında uygulamaya konuldu.

Sovyet uzmanların yönlendirmesi ile hazırlanmış olan bu çalışma. Her ne kadar adı sanayi planı olsa da tarım ve ticaret alanlarına da yer verilmişti planda. Dolayısı ile gerçek anlamda bir kalkınma planı idi bu. TC planlı kalkınma geleneğine SSCB’nin yönlendirmesi ile kavuşmuştu. Bu gelenek Demokrat Parti iktidarında terk edildi.

TC’nin 1929 büyük buhranının etkilerinden kurtulabilmesi “devlet ekonomisine geçiş” olarak tanımlayabileceğimiz bu plan sayesinde mümkün olabilmiştir.

Bu başlık altında incelemekte olduğumuz dönemde SSCB’nin Türkiye’deki sınai yatırımlara da aktif destek verdiğini görmekteyiz.

Şöyle ki:

– 1925 yılında Haliç kıyısında, bugünkü Miniatürk açıkhava müzesinin bulunduğu arazide, TC’nin ilk savunma sanayii özel sektör işletmesi kurulmuştu. Şakir Zümre adlı Bulgaristan göçmeni bir müteşebbis tarafından. Cumhuriyetin kurucu kadroları desteklemişlerdi bu girişimi. Birtakım ekonomik teşvikler verildi müteşebbise. Teknolojik destek ise SSCB’den geldi. Sovyet mühendislerin ve Bulgar işçilerin çabaları ile üretim gerçekleştirdi fabrika tam beş yıl boyunca. Bu arada Türk işçi ve mühendisleri de eğittiler. Fabrika 1930’da tamamen Türkler tarafından işletilebilecek duruma geldi. Yıl 1930.

Uçaklar ve denizde kullanılan savaş araçları için bombe üretmekte idi fabrika. 2000 kişilik istihdam kapasitesine ulaştı, dört farklı ülkeye ihracat gerçekleştirdi.

Ve ABD’nin baskısı üzerine üretimine son verdi fabrika. Yıl 1946.

Şakir Zümre soba üretti bu tarihten sonra. Bugün Anadolu coğrafyasının yaşlıları onu soba üreticisi olarak bilirler, gençler ise adını bile duymamışlardır.

Yıl 1936. Demiryolları projelerini başarı ile tamamlayan ve bu nedenle de Demirağ soyadı verilen Nuri Bey (Nuri Demirağ) havacılık sektörüne girmeye karar verir. Uçak ve planör fabrikası kuracak, ayrıca paraşüt üretecektir. Deneme üretimi için Beşiktaş’ta devasa bir atölye kurulur. Deneme uçuşları yapmak için de Yeşilköy’de büyük bir arazi satın alınır (Bu arazi daha sonra Yeşilköy Havalimanı olacaktır). Yeşilköy’de bir de pilot okulu açılır. Demirağ’ın parası var. Peki teknoloji? Burada yine SSCB devreye girer. Gerek uçak üretiminde gerekse pilot okulunda Sovyet mühendisleri, teknisyenleri ve öğretim görevlileri çalışırlar.

Bu işlerde görev alacak Türk meslektaşlarını da yetiştirirler bir yandan. 1944 yılına kadar yüzden fazla uçak üretir, 240 pilot yetiştirirler. Planör ve paraşüt üretimi de başarı ile devam etmektedir. Yurt dışından teklifler almaya başlamışlardır.

Yine ABD müdahale eder 1844 yılında. Sudan bir gerekçe ile üretim izinleri iptal edilir. İhracat yapmaları da yasaklanır. Fabrika kapanır, Yeşilköy’deki arazi düşük bir bedel karşılığı kamulaştırılır kamulaştırma bedelinin üçte biri tutarında vergi kesintisi yapılır, kalanın da 20 yıla yayılan taksitlerle ödeneceği ifade edilir ve bu para da ödenmez.

Havacılık endüstrisi macerası böyle biter TC’nin. Sonrasında Fransa ve ABD’den hurdaya çıkmış uçaklar alınır.

Yukarıdaki iki olayı ayrıntılı olarak yazma nedenim öncelikle Marshall yardımının TC’ye nasıl bir maliyetinin olduğunu açıklamak ardından da SSCB’nin sadece devlet girişimlerine değil, özel girişimlere de destek verdiğini ifade etmekti. Özel girişimlere maddî yardım yapmamış ancak teknoloji ve insan kaynağı desteğinde bulunmuştur SSCB.

İş kamu teşebbüslerine gelince bu kez finansal destek de gelmiştir, teknoloji ve İK desteği yanında. Şimdi de bunları özetlemeye çalışalım:

1932 yılında İsmet İnönü SSCB’yi ziyaret etmiştir. Bu gezi esnasında yapılan bir anlaşma ile SSCB Türkiye’ye sekiz milyon USD tutarına kredi vermeyi taahhüt eder. Kredinin şartları aşağıda:

– Kredi tamamen sınai tesislerin kurulmasında kullanılacak.

– Faizsiz olacak ve 20 yılda TC’nin SSCB’ye ihraç edeceği tarımsal ürünlerle ödenecek.

Biraz fantezi yapacak olursak “SSCB TC’den domates almış karşılığında ise fabrika vermiştir” diyebiliriz. Bu kredi ile neler yapıldığına gelince; Kayseri Bez Fabrikası, Nazilli Basma Fabrikası bu kredilerle gerçekleştirildi. Tesisler sadece fabrika değil, sosyal tesisleri de olan birer yerleşke olarak planlanmıştı. Bunların dışında da Sümerbank Bakırköy Bez fabrikasının yenilenmesi, Bursa Merinos ve Gemlik Sunîipek fabrikalarının kuruluş aşamalarında teknik destek verilmesi süreçlerinde rol aldı SSCB. Dolayısı ile TC’nin ilk yıllarının tekstil devi olan Sümerbank’ın büyümesinde önemli bir rol oynadı.

SSCB’nin TC desteği bununla da kalmadı. Karabük Demir Çelik fabrikasının fizibilite etüdü SSCB uzmanları tarafından gerçekleştirildi. Fabrikanın fizibilite raporunda belirtilmiş olan diğer görüşlerin ışığında ise Zonguldak’ta antrasit fabrikasının kuruluşu gerçekleşti.

Yukarıda sözünü ettiğimiz “Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı” içinde başka fabrikalar da kuruldu Anadolu coğrafyasında. Bunların her birinin ayrı önemi vardır.

1935 yılında kurulan Keçiborlu Kükürt Fabrikası Etibank’ın kuruluşunu tetikledi. TC’nin madencilik ve metalürji devi olan Etibank böyle ortaya çıktı. 1935 yılında.

Etibank’ın kuruluşu ile birlikte Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı’nda öngörülmüş olan devletleştirme politikaları ivme kazandı. Bu kapsamda Ergani Bakır İşletmesi Almanlardan, Zonguldak havzasındaki kömür ocaklarının işletme hakkı Fransızlardan alınarak Etibank’a devredildi. 1937 yılında gerçekleşen bu devletleştirme işlemleri sayesinde kamusal sınai yatırımlar ekonominin yönlendirilmesinde önemli rol oynadılar.

Bunların dışında 1935 yılında kurulan Paşabahçe Şişe Cam 1936 yılında İzmit’te kurulan SEKA (Selüloz ve Kâğıt Fabrikası) 1939 kurulan Malatya iplik ve bez fabrikası da bahse konu sanayi planının ürünleridirler.

Sınai bir yatırım olamamasına karşın TC’nin ilk yıllarında ekonomik gelişmesine önemli katkı yapan İzmir Fuarı da SSCB yardımı ile kuruldu. Toplam 360 dönüm olan arazinin bir kültürpark ve fuar alanı olarak düzenlenmesi dönemin Moskova Sovyeti Başkanı Nikolay Bulganin tarafından görevlendirilen SSCB mimarları tarafından gerçekleştirildi.

Bütün bu yazılanlardan da anlaşılabileceği gibi TC’nin ilk dönemlerinde sınai ve/veya ticari yatırım olarak dişe dokunur ne varsa SSCB desteği bulunmaktadır. Finansal destek, teknolojik destek, insan kaynağı, planlama, yönetim kısaca bir işletmenin gereksinimi olan tüm alanlarda kimi zaman tümünde kimi zaman bir kısmında ama her zaman bir biçimde SSCB’nin yardım ve desteğini almıştır TC.

Bu başlık altında incelemeye çalıştığımız dönemde iki ülke arasındaki ticari ilişkiler sürekli artan bir seyir izlemiştir. Bahse konu döneme ait TÜİK verileri iki ülke arasındaki ticaret hacminin 1933’te yıllık 5.000.000 $ seviyesine ulaştığını göstermekte. Bu hacim 1936 yılında ise yıllık 11.000.000 $ seviyesine ulaşmıştır. TC bu dönemde SSCB’nin verdiği desteğe teşekkür etmek amacı ile iki jest gerçekleştirdi. Bunlardan ilki İstanbul Taksim’de bulunan Cumhuriyet Anıtı’nda iki Sovyet generali Frunze ve Voroşilov’a yer verilmesi (1929), ikincisi ise İzmir’in en güzel caddelerinden birine Voroşilov’un adının verilmesidir (1934).

Sözü daha fazla uzatmadan 1935 yılında SSCB’nin TC’ye tarımsal ürün karşılığında satmış olduğu 100 adet ZİS marka şehir içi ulaşım otobüsü sayesinde büyük şehirlerde şehiriçi toplu taşımacılık faaliyetinin başlamış olduğunu belirterek, bu kadar hızla yükselmiş ilişkilerin nasıl kırıldığını incelemeye çalışalım.

3- İlişkilerin kırılma dönemi

İki devlet arasında soğuk rüzgârların esmesi Çanakkale ve İstanbul boğazları üzerindeki egemenlik konusunun tartışıldığı Montreux Konferansı esnasında başladı. İki ülke burada görüş ayrılığına düştüler. Sonuçta uzlaşma sağlanıp sözleşme imzalandı. Ancak soğukluk ticari ilişkilere yansıdı ve TC ile SSCB arasındaki ticaret hacmi konferans öncesinde yıllık 11.000.000 $ iken iki yıl içerisinde 5.8 milyon $ seviyesine düştü.

Bu düşüşte, o tarihlerde başlamış olan ikinci büyük paylaşım savaşının da etkisi olmakla birlikte SSCB’nin TC’ye yönelik bazı taleplerinin de önemli rol oynadığını düşünebiliriz.

Savaş sürecimde TC tarafsız görünmeye özen göstermiş ancak ülkeyi yönetenler tercihlerini alenen kapitalist ekonomiden yana kullanmışlardır. Bu tercihin SSCB nezdinde TC’ye karşı duygusal bir tepki yaratmış olduğu düşünülebilir. Özellikle Marshall yardımının alınabilmesi için TC’nin verdiği ödünler (Şakir Zümre ve Nuri Demirağ fabrikalarının kapatılması, köy enstitülerinin faaliyetlerinin durdurulma kararı alınması vb.) SSCB’nin TC politikalarını etkilemiş olabilir. Bunun dışında Doğu ve Orta Avrupa’da kurulu pek çok devletin sosyalizmi benimsemiş olması bir yandan SSCB’nin müttefiklerini arttırmış bir yandan da dayanışma içine gireceği ülkelerin sayısını arttırmıştı. Böyle bir konjonktürde TC’ye olan ilginin azalması da doğaldı.

Ancak ilişkilerin nerede ise kopma noktasına gelme nedenlerinde, SSCB’nin TC’ye yönelik taleplerinin de rolünün olduğunu ifade etmeliyiz.

İki ülke arasında en son 1935 yılında on yıl için yenilenen “Dostluk ve Kardeşlik Anlaşması”nın tekrar uzatılabilmesi için SSCB TC’den Ardahan ve Artvin’in kendisine verilmesini ayrıca Montreux Anlaşması’nın revize edilmesini talep etmiş, bu talep üzerine ilişkiler iyice gerilmiştir. TC bu taleplere yanıt olarak İzmir’deki Voroşilov Caddesi’nin adını Plevne Bulvarı olarak değiştirdi ve NATO’ya girme çabalarını arttırdı.

İki ülke arasında iyice gerilen ilişkiler sonucu TC, ABD’ye daha çok yakınlaştı. Bu gerilim 1953 yılına kadar devam etti.

Burada şu hususu belirtmekte yarar görmekteyim. SSCB’nin talepleri iki ülke arasında ilişkilerin gerilmesine neden olmakla birlikte TC’nin kapitalist devletçi karma ekonomi politikasını terk ederek kamunun ekonomideki rolünü altyapı yatırımları ile sınırlandıran, ithal ikamesi politikalarını terk eden, özel sektörü temel alan ve kaynak temininde dış finansmanı önceleyen bir yol izlemesinin başlıca nedeni değildir. Bu tercih tek parti döneminde CHP içindeki egemenlik mücadelesinden özel sektöre ağırlık verilmesi yanlısı olan kesimin galip çıkması sonucu oluşmuştur. Bahse konu kesim daha sonra DP saflarında örgütlenmiş ve 1950 yılında yönetime gelmiştir.

4- İlişkileri normalleştirme çabaları

1950’li yılların ilk yarısının ortalarında SSCB uzun süreden beri devam eden planlı ekonomi modelinin başarılı sonuçlarını elde etmiş, savaşın ortaya çıkardığı yaraları sarmış ve güçlü bir devlet olarak kendini dünyaya kabul ettirmişti. Bu durumun bir sonucu olarak ülkenin dış politika stratejilerinde de değişim yaşandı. SSCB, TC’ye bir nota gönderdi:

“Sovyet Hükümeti, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye karşı hiçbir toprak iddiasında olmadığını beyan eder.”

30 Mayıs 1953 tarihinde gönderilen bu nota iki ülke arasında yaşanan gerginlik nedeni ile dibe vurmuş ilişkilerin canlandırılabilmesi için bir vesile olmuştur. Tekrar kurulan ilişkiler iki ülke arasındaki ticaretin gelişmesini sağlamış olmakla birlikte bu ilişkiler 1960’lı yılların başına kadar ikinci büyük paylaşım savaşı öncesindeki seviyeye ulaşmamıştır. Bu durumun başlıca nedeni ise DP’nin ekonomik tercihlerinin yanında bu partinin komünizm düşmanlığı fikrini bir iç politika malzemesi olarak kullanmasıdır. Yine de DP’nin uyguladığı ekonomi politikaları ülkeyi bir çıkmaza sürükleyip yaşanan ekonomik kriz nedeni ile “bıçak kemiğe dayanınca” DP yönetimi son çare olarak SSCB ile ilişkileri geliştirme çabasına girmiş ve bu çaba SSCB tarafından olumlu karşılanmıştır. Bu gelişmeler sonucunda:

– 1957 yılında SSCB Türkiye İş Bankası ile bir anlaşma yaparak bir cam fabrikası kurulması için 3 yılda ödenmek üzere yıllık %3 faizli 3,5 milyon ruble kredi vermiş ve 2,5 yıl boyunca bu fabrikanın gerçekleştireceği ürünleri satın almayı taahhüt etmiştir. Bu anlaşmaya göre TC vatandaşı mühendis ve teknisyenler bir süre SSCB’de eğitime tabi tutulacak, fabrika üretime geçtikten sonra ise Sovyet mühendis ve uzmanlardan oluşan bir grup, gerçekleşecek üretim faaliyetlerine teknik destek vermek amacı ile fabrikada görevlendirileceklerdir.

– 1958 yılında Sümerbank ile bir anlaşma yapılmış ve bu sayede Beykoz Deri ve Kundura fabrikasının genişleyip büyümesi ayrıca Sümerbank’a bağlı bir tekstil işletmesi daha kurulması imza altına alınmıştır.

Giderek düzelen ilişkiler iki ülke arasında gerçekleşen ticaretin de tekrar canlanmasına yol açmış ve 1958 yılında dış ticaret hacmi 18.000.000 $ seviyesine ulaşmıştır.

DP’nin bir askerî darbe ile iktidardan uzaklaştırılması ilişkilerde bir etki yaratmamış, 1960 yılında Deri Kundura Fabrikası genişletme çalışmaları sürdürülmüş, 1961 yılında ise Çayırova cam fabrikası üretime başlamıştır.

Düşük bir hızla da olsa gelişen ilişkilerin gelişme hızının yükselmesi için 1964 yılının gelmesi gerekmektedir.

5- İlişkilerin yeniden parlaması

1964 yılında Kıbrıs’ta yaşanan gerginlikler TC ile Yunanistan’ın arasını açmış TC iki ülke arasında mevcut olan seyrisefain (ikamet, ticaret ve dolaşım) anlaşmasını tek taraflı bozarak İstanbul’da yaşamakta olan Yunanistan uyruklu İstanbul Rumlarını sınır dışı etmişti. Bu olay Yunanistan ile TC’nin arasının iyice açılmasına neden oldu. ABD devreye girdi dönemin devlet başkanı Lyndon Johnson Ankara’yı sert sözlerle uyaran bir mektup yazdı. Ankara bunun altında kalmayacağını göstermek için sert bir yanıt verdi. Dönemin başbakanı İsmet İnönü “Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye yerini alır” diyerek göstermelik bir restleşme gerçekleştirdi.

Yaşanan olaylar TC ile SSCB arasındaki ilişkilerin hızla gelişmesine vesile oldu. TC geleneksel politikasını gerçekleştirmiş ve Batı ile anlaşmazlıklarını çözebilmek için SSCB’ye yanaşmıştı.

1964 yılında yaşanan bu olaylardan sonra TC’de yönetim değişti Suat Hayri Ürgüplü kabinesi iş başına geldi ancak politika değişmedi. Yeni başbakan bir adım daha ileri giderek Ağustos 1965’te SSCB’ye bir ziyaret gerçekleştirdi. Bu ziyaret sonrası hız kazanan ikili ilişkiler SSCB’nin dağıldığı tarihe kadar hız kesmeden devam etti. Özellikle 1980 darbesine kadar artarak gelişen ilişkiler 1980 darbesi sonrasında TC’deki radikal politika değişiklikleri ile duraklamış olsa da iki ülke arasında herhangi bir sürtüşme yaşanmadı. Bu süreçte TC’de de iki askerî darbe yaşanmış olması pek çok hükümet değişikliğinin gerçekleşmiş olması hattâ 1980 darbesi sonrasında Anadolu coğrafyasında solculara adeta “soykırım” denilecek bir uygulama sürdürülmesi bile iki ülke arasındaki ilişkileri önemli ölçüde etkilemedi. Bu durumun nedenlerini tartışmak ve (eğer gerekiyorsa) eleştirisini yapmak bu yazının odaklandığı konular değil. Bu nedenle yeniden iki ülke arasındaki ekonomik ilişkilerin seyrine dönelim.

Öncelikle iki ülke arasındaki ticaret hacminin devasa bir gelişme gösterdiği gözlemlenmekte incelemeye çalıştığımız dönemde. Nitekim TÜİK arşivlerindeki göstergeler bu gelişmeyi doğrulamakta. Buna göre iki ülke arasında 1965 yılında 36.000.000 $ olan ticaret hacmi 1971 yılında 95.000.000 $ seviyesine yükselmiştir (rakamlar tarafımdan yuvarlatıldı -HT) devamında büyüyen ticaret hacmi 1980 yılında 330.000.000 $ seviyesine çıkmış, SSCB’nin dağıldığı 1991 yılında ise 1,7 milyar $ seviyesine çıkarak zirveye ulaşmıştır. Rakamların karşılaştırılması sonucu bu bölümde incelemeye çalıştığımız 26 yıllık dönemde iki ülke arasındaki ticaret hacminin 47,2 kat arttığını görmekteyiz.

Yine aynı dönemde ticaret hacminin artması dışında SSCB’nin teknolojik ve finansal olanakları ile de TC’nin sınai gelişmesine katkı vermiş ve pek çok sınai tesisin hizmete girmesini sağlamıştır. Bunlardan da söz etmeye çalışalım.

Aralık 1966’da SSCB Bakanlar Kurulu Başkanı Aleksey Kosigin, Ankara ziyareti gerçekleştirmiş, bu ziyaret esnasında iki ülke arasında önemli bir anlaşma imzalanmıştır. Bu anlaşma çerçevesinde SSCB Türkiye’de bazı sanayi tesisleri kurulması için 15 yıl vadeli %2,5 faizle 225 milyon dolar değerinde kredi vermeyi taahhüt etti.

Bu anlaşma kapsamında İskenderun Demir Çelik Fabrikası, Seydişehir Alüminyum Fabrikası, Manavgat Hidroelektrik Santrali, Aliağa Petrol Rafinerisi, Bandırma Asit Fabrikası ve Oymapınar Hidroelektrik Santrali projeleri hayata geçirildi. Bahse konu projeler gerçekleştirilirken sadece yukarıda sözü edilen finansal desteği değil aynı zamanda materyal ve vasıflı işgücü desteği de verdi.

Aralık 1972’de iki ülke arasında İskenderun Demir Çelik fabrikası kapasitesinin iki katına çıkarılması için anlaşma imzalandı. Kapasite artırımı için gerekli olan finansman ve teknik destek her zaman olduğu gibi SSCB tarafından karşılandı.

Haziran 1978’de dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’in Moskova ziyareti sırasında imzalanan anlaşma ile SSCB TPAO’nun kullanımına 50.000.000 $ değerinde araç gereç temin etmeyi taahhüt etti.

Haziran 1978’de yapılan bir başka anlaşma ile SSCB, TPAO tarafından gerçekleştirilecek petrol arama faaliyetlerine teknik destek vermeyi taahhüt etti.

Mart 1981’de iki ülke arasında “Seydişehir Alüminyum Fabrikası” kapasite artırımı sözleşmesi imzalandı. Bu sözleşme iki ülke arasındaki sınai işbirliği konusunda imzalanan son sözleşme oldu.

Bu tarihten sonra iki ülke arasında yapılan tüm anlaşmalar ikili ticareti geliştirmeye ve büyütmeye yönelik anlaşmalar oldu. Bu değişimin nedeni son derece açık; 12 Eylül darbesi ile birlikte TC sanayi yatırımlarına dayalı kalkınma yaklaşımını terk etmiş ve özel sermayenin sınırsız tahakkümüne dayalı neoliberal ekonomi modeline teslim olmuştu.

Neoliberal ekonomiye teslimiyet ile birlikte kamu kesimi yatırımcı olma vasfını yitirdi. Peşinden de o ana kadar yapılmış olan fabrikaların özelleştirme adı altında sermayeye peşkeş çekildiği süreci yaşamaya başladık. 1986 yılında Özal döneminde başlayan süreç günümüzde hâlâ devam etmekte. Tabii artık özelleştirmenin hızı iyice azalmış durumda. Bu durum da elde avuçta özelleştirilecek varlık kalmamasından kaynaklanıyor.

Kuvayımilliye döneminden başlayarak SSCB’nin dağıldığı 1991’e kadar iki ülke arasındaki ilişkileri incelemeye çalıştığımız bu yazıyı bahse konu dönemdeki ilişkilerin değerlendirilmesi sonucu derhal göze çarpan bir olguyu paylaşarak bitirmek istiyorum:

TC sınai yatırım yaptığı her dönemde SSCB onun yanında olmuş ve bu yatırımlara elinden gelen her türlü desteği vermiştir. TC’nin baş müttefiki olan ABD her daim TC’nin ağır sanayi hamlelerini engellemeye çalışırken, ticarette korumacı politikalardan uzaklaşmasını önerir ve ülkede fabrika yerine askerî üsler kurarken, yatırım olarak sadece ticari işletmeler açıp Anadolu’da yaratılan değerleri ülke dışına çıkarmanın hesaplarını yaparken, SSCB TC’nin ekonomik bağımsızlığının sağlanabilmesi için gerekli olan sınai tesislerin kurulmasına öncülük etmiş, gerek verdiği kredilerde gerekse sağladığı yardımlarda ticari kazanç sağlamayı düşünmemiş ve her daim TC’nin ekonomik bağımsızlığını kazanması için çaba sarf etmiştir. Bahse konu iki ülkenin (ABD ve SSCB) TC’ye yaklaşımları arasındaki fark kapitalist-emperyalist sistemle sosyalist sistem arasındaki farkın ikili ilişkilere yansımasından başka bir şey değildir.

TC’nin sanayileşmesinde yadsınması mümkün olmayan bir payı bulunan SSCB’nin bu alanda yapmış olduğu katkının maddî değerinin ölçülmesi ise pek mümkün görülmemektedir.

* İki ülke arasında yaklaşık yetmiş yılık bir sürede gerçekleşen ticari ve sınai ilişkileri ayrıntılı bir biçimde yansıtacak bir çalışma, bir dergi sayfalarına sığabilecek şekilde tasarlanmış bir yazı için son derece güç hattâ belki de imkânsız bir uğraş. Bu nedenle yazı, bahse konu ilişkileri bütün yönleri ile tartışmaktan daha çok bir fikir verme amacı ile hazırlandı. Konu ile ilgili okumalarım devam etmekte. İleride bu yazıda sözünü ettiğim beş dönemi de ayrı ayrı inceleyecek yazılar yazmayı planlamaktayım.

YARARLANILAN KAYNAKLAR

Türkiye’de Sol Akımlar Cilt 1-2, Mete Tunçay, İletişim Yayınları, İstanbul 2009.

Türkiye Sol Tarihine Notlar, Mete Tunçay, İletişim Yayınları, İstanbul 2017.

İstiklal Harbimiz Cilt 1-2, Kazım Karabekir, YKY, İstanbul 2008.

S. İ. Aralov, Bir Sovyet Diplomatın Türkiye Anıları, İş Bankası Yayınları, İstanbul 2008.

Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi 1908-2009, İmge Kitabevi, Ankara 2015.

Yavuz İrs, Türkiye ile SSCB Arasındaki Ekonomik İlişkiler 1920-1991, Bilim ve Aydınlanma Akademisi Dergisi, Mayıs 2021.

Türkiye-Rusya İlişkilerinin 100. Yılı, Rusya Federasyonu Ankara Büyükelçiliği, Ankara 2017.

Ferruh Özder, Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı Ekseninde Atatürk Dönemi Türk Sovyet Ekonomik İlişkileri, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Sayı 60, Ankara 2017.

Çağlar Benhür, 1920’li Yıllarda Türk Sovyet İlişkileri Kronolojik Bir Çalışma, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Bahar 2017 Konya.

Tuğba Korhan, Türkiye Cumhuriyetinin İlk Yıllarında Türk-Rus Ticari ve Ekonomik İlişkileri Üzerine, İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı 24, Bolu 2018.

htpps://www.odatv.com. “Komünist akademisyenden yeni iddia” Eylül 2015.

https://tr.wikipedia.org/wiki

Devrimci gençliğin anti-emperyalist mücadelesi: Tarihimiz ve Filistin

“Ben her zaman boğanın
tarafını tuttum, matadorun değil.
Ve hâlâ aynı taraftayım.”[2]

Eduardo Galeano’nun, “Bu günlerin şansızlığı delilerin körleri yönetmesidir”; Albert Camus’nün, “İnsanlara boyun eğdirmek isteyenin kulağı sağırdır”; Jean Baudrillard’ın, “Bu muhteşem gereksizlikte bulantı verici özel bir şey var: Hızla çoğalan, aşırı şişen; ama doğuramayan bir dünyanın bulantısı,”[3] notunu düştükleri berbat bir tablo ile burun buruna yaşadığımız bir “sır” değil.

Tam da bu koordinatlarda “Tarih bilinci olmadan, dünyayı değiştiren sınıf bilinci olmaz,” diyerek, Nâzım Hikmet Ran’ın, “Yine kitapları, türküleri, bayraklarıyla geldiler,/ Dalga dalga aydınlık oldular,/ Yürüdüler karanlığın üstüne./ Meydanları zapt ettiler yine,” dizelerindeki geleneğ(imiz)i anımsamak “olmazsa olmaz”dır.

Kimsenin inkâr edemeyeceği üzere coğrafyamızın anti-emperyalist geleneği, 68 kuşağının ABD emperyalizmine karşı başkaldırısı ile yükseltilen mücadele sancağıdır.

Ernesto Che Guevara’nın, “Bizim her eylemimiz emperyalizme karşı bir savaş çağrısı ve insanlığın düşmanı ABD’ye karşı halkların birliği için savaş marşıdır…” “Mazlum halkların her zaferi emperyalizmin bağrına saplanmış bir hançerdir,” ifadesiyle müsemma 68 gençliğinin kırmızıçizgisi ABD emperyalizmi idi.

Yerküreye damgasını vurup, toplumu değiştiren en uzun yıl 68, etkisini dünya ölçeğinde hissettiren, yakın zamanların en kapsamlı devrimci dönemidir.[4]

Fransa’da, o dönemki üniversite koşullarını değiştirmek için başlayan, öğrenci ya da daha doğru bir tarifle gençlik hareketleri, kısa sürede tüm dünyaya yayılmıştı. 68 hareketi, öğrencilerin eğitim talepleri olarak başlayıp daha sonra içerisine ABD emperyalizmi, cinsiyet eşitliği, kimlik talepleri, cinsel özgürlük de dahil edilerek küresel bir isyana dönüşecekti.[5]

Coğrafyamızın 68’i genel ve kronik hâle gelmiş siyasal ve iktisadi bunalımın içinde yükselen kitle hareketinin bağrında doğdu. İktisadi-politik ve sosyal sorunlarla çalkalanan ülkede işçi ve emekçilerin mücadelesinin bir parçası olarak, onun gelişmesinin sürecinde ve onunla bağlı şekilde ortaya çıktı ve sonraki yılların mücadelelerine önemli dersler bıraktı.

Coğrafyamızın yaşadığı tarihsel olayların kronolojik bir dökümü yapılacak olursa, bu listede üniversite menşeli hareket ve vakaların hiç de küçümsenemeyecek ölçüde yer işgal ettiği görülür. Aslını söylemek gerekirse bu sadece coğrafyamıza özgü bir durum da değildir.

“Devrimciler Ölür, Devrimler Sürer” gerçeğinin kanıtı olarak 1968, coğrafyamız solunun her kesimi bakımından büyük bir sıçrayış, aynı zamanda da altüstlük dönemiydi.

Yusuf Aslan’ın, “Savaşımız, çağımızın yüzkarası emperyalizme ve onun işbirlikçilerine karşıdır; ezilen dünya halklarının direnişinin bir parçasıdır ve emperyalizm Ortadoğu’dan kovulana, dünyadan yok olana kadar sürecektir,” sözlerinde ifadesini bulan anti-emperyalizm emekçi halkın belleğinde yer etmiş ve özellikle gençlik mücadelesini kucaklamıştır.

“Ya emperyalist boyunduruk ya anti-emperyalist mücadele” ikilemiyle karakterize olan 68’in mirasına devrimci mücadeleyi yükselterek sahip çıkmak halen asli bir görevken; söz konusu hakikât dolaylı ya da dolaysız olarak çarpılmıyor da değil!

İşte ne idiğü “sır” olmayan (ve farklı oldukları “iddia”sındaki benzer!) üç örnek:

İlki Kerem Ünüvar’dan: “Herhangi bir sol/sosyalist öğrenci derneği tüzüğünde dahi mevcuttur anti-emperyalizm vurgusu. Kullanıla kullanıla artık üzerinde düşünülmekten vazgeçilmiştir. Devralınan mirasta meskundur; dünya halklarının sömürülmesine karşı çıkmayı, emperyalistlerin gerektiğinde kan ve gözyaşı dökerek elde etmeye çalıştıkları yeni güç alanlarına, ülkelerin işgaline karşı durmayı barındırdığı varsayılır. Sosyalistlerin dünya tahlillerine bir araç olarak gireli 150 yılı geçmiştir. Lenin’in Emperyalizm’inde analiz edilmiş bir tahakküm sistemine karşı çıkmayı da zaten ‘anti’liği ile üzerinde taşımaktadır. I. Dünya Savaşı sırasında sosyalistlerin işçileri savaşa karşı çıkmaya davet ettiği koşullarda, savaş ülke egemenlerinin çıkarınayken, egemenlerin duraksamadan yazıldıkları bu savaşa işçiler de kendi ulusal ‘çıkarları’ gereğince destek verip milyonlarcası ölürken de tedavüldedir. Dünya üzerinde 1930’lu yıllardaki kimi muhalefet ittifaklarının taktik olarak kullandığı, 1960’larda Güney Amerika’da Küba Devrimi, Amerikan’ın Vietnam’ı işgali, öğrenci hareketlerinin yükselişi ile anti-emperyalizm tarihindeki en sık kullanıma ulaşmıştır”![6]

İkincisi Mahfi Eğilmez’den: “Sonu çok kötü bitmiş bir başkaldırı olarak tarihe geçti bizde 68 kuşağının öyküsü. İşkenceler, cezalar, yargılanmalarla geçti koskoca dönem. Ve idamlarla noktalandı. Türkiye, ne yazık ki bu kuşağın başkaldırısının eşitlik, özgürlük, barış amaçlı olduğunu anlamamakta ısrarla direndi. Bugün, aynı gereksinimler hâlâ artarak devam ediyorsa o günlerin anlayışsızlığının bunda katkısı çok fazladır…

Bugünün küreselleşmiş dünyası 68’lerin dünyasından bile daha az eşitlikçi, daha az özgür, daha az barışçı bir dünya. Üstelik tek tük çabaları bir kenara bırakırsak, dünyanın hiçbir yerinde daha eşitlikçi, daha barışçı, daha özgürlükçü bir dünya için 68 kuşağının ateşlediği kıvılcımı ateşlemeye mecali olan bir kuşak görünmüyor”![7]

Üçüncü de Doğu Perinçek’ten: “1968 gerçeğine ters olan maceracılık ve bireysel terör, 1971 sonrası süreçte 1968 imgesine damgasını vurdu. Şöyle de söylenebilir: 1968 gerçeği, daha sonra efsaneye dönüştürülürken, 1971 kılığına büründürüldü.

Her efsane, aynı zamanda bir ideolojik kırılmadır. Gerçekler, efsaneye dönüşürken, yüzen gezen ideolojinin müdahalesine uğrarlar. 68’in başına gelen de budur.

Demek ki, bir 68 gerçeği vardır, bir de 68 efsanesi.

68 efsanesi, 68 gerçeğinin, ‘1971 Direniş Ruhu’ denen ideolojik değerlerle yeniden imal edilmesiyle oluşmuştur.

Oysa 68 gerçeği ile ‘71 Direniş Ruhu’, birbirine karşıttır. 68 efsanesi, 68 gerçeğini 71’e göre yeniden üretirken, bir bakıma karşıtına çevirmiştir”![8]

Özetle Edip Cansever’in, “Biz aykırıya/ ayrıntıya/ ayrıksıya/ azınlığa/ tutkunuz,” dizeleriyle de betimlenmesi mümkün olan 68 bunların hiçbiri olmaması yanında; ifade edilenlerin tam tersiydi!

68’Lİ ÖĞRENCİ HAREKETİ(MİZ)

Fransa’da 68’i deyim yerindeyse 68’e dönüştüren asıl gelişme, işçilerin öğrencilere ve halka destek verme kararı ile genel greve çıkmasıydı. Yaklaşık 9.5 milyon işçinin greve gitmesi üzerine Fransa Hükümeti, i) Kapatılan okulların yeniden açılması, tutuklanan öğrencilerin serbest bırakılması; ii) Erkek ve kadın öğrencilerin yaşam tarzları üzerindeki baskıların sonlandırılması; iii) İşçilerin çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve ücretlerine zam yapılması gibi konularda öğrencilerin ve işçilerin taleplerini karşılayacağını garanti etmişti.

Bu çerçevede başka bir dünyanın mümkün olduğuna ilişkin bilincin tohumları ‘68 gençliği ve işçi hareketinin birlikteliği ile atılmıştı. Aynı birliktelik farklı ölçülerde de olsa coğrafyamızdaki 68 gençliği ve işçi hareketi için de geçerli olmuştur.

Coğrafyamızın bağımsız bir dış politikaya sahip olmasını, gelir adaletinin sağlanmasını, eğitimin herkes için eşit bir hak olarak parasız olmasını, demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla yerleşmesini ve aynı çerçevede işçilerin sendikal hak ve özgürlüklerini sonuna kadar kullanmalarını cesaretle savunan 68 gençliği; Temmuz 1968’de, çalışan işçilerin sendikalarını özgürce seçmelerinin engellenmesi üzerine Derby Lastik Fabrikası’ndaki eyleme destek olmuştu…

Benzer biçimde, Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) kapatılmasını öngören kanun tasarısına karşı 15-16 Haziran 1970’de eyleme geçen DİSK ve Türk-İş üyesi işçilere destek veren de, işçilerin emek ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’larda alanları işçilerle dayanışma içinde dolduran da aynı kuşağın özverili binlerce üyesiydi.

Ancak şunu altını çizmeden geçmeyelim: 68 tartışılırken çok şey söyleniyor, ne ki, 68’in ana aktörü devrimci gençlik hareketinin anti-emperyalizminin pek az sözü ediliyor. Oysa coğrafyamızın 1968’ine anti-emperyalist kitle eylemleri damgasını vurmuştur. Bu konuda en önemli sembolik olay, 17 Temmuz 1968 günü, öğrencilerin İstanbul Dolmabahçe önünde demirlemiş 6. Filo’nun sahile çıkan erlerini denize dökmesidir.

Dolmabahçe’de ABD donanmasının erlerinin denize dökülmesi elbette bir boşluk içinde aniden ortaya çıkan bir eylem değildi. Devrimci gençlikte uzun süredir birikmekte olan bir öfkenin en etkili biçimde patlak vermesiydi. 1960’lı yılların başından itibaren coğrafyamızın ilerici gençliği politize oldukça emperyalizme karşı ciddi bir tepki geliştirmeye başlamıştı. Başlangıçta üniversite kantinlerinde Coca Cola’ya karşı eylemler, zamanla petrolün millileştirilmesi gibi daha etkili birtakım taleplerin desteklenmesine dönüşecekti.

İlk önemli kitle eylemlerinde öğrenciler işçilerle birlikte yer alıyordu. Kasım 1966’da Türk-İş Ankara’daki Amerikan üslerinde çalışan işçilere yapılan baskıları protesto etmek üzere bir miting düzenledi. Bu mitinge 1965’te eski düzenin örgütlerinden ayrılarak sosyalist bir doğrultuda örgütlenen Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) işçilerin yanında katıldı. Bu gösteride “Kahrolsun Amerika!”, “Türkiye sömürge değildir!”, “Yankee go home!”, “İşçi gençlik el ele!” gibi sloganlar atılıyordu. Yürüyüş kolu Kızılay’a vardığında FKF gençliği Ankara’nın en merkezi yerinde olan USIS (ABD Enformasyon Merkezi) binasını kuşatarak protesto etti. Daha sonra gelecek olayların bir habercisi olarak Başbakan Demirel’in Adalet Partisi’nin adamları ile devrimci gençler arasında kavga çıktı. Sağ, emperyalizmin fedaisi rolünü üstlenmeye başlamıştı!

Bu eylemi, 1967’deki ilk 6. Filo protestosu izledi. 6. Filo, ABD ile Türkiye hükümetleri arasındaki yakın askeri ilişkilerin bir ifadesi olarak 60’lı yılların başlarından itibaren Türkiye limanlarına ikmal ve askerlerine moral gerekçeleriyle gelmeye başlamıştı. Elbette bu gerekçelerin ardındaki daha da önemli saik, Türkiye ve genel olarak Ortadoğu halklarına silah göstermekti.

Erler karaya çıktıklarında şehirde gürültülü biçimde dolaşıyor, o zamanlar “pavyon” adı verilen ve “konsomatris”lerin çalıştığı yarı batakhanelerde “eğleniyor”du. 6. Filo’nun geliş tarihi ilan edilir edilmez bu batakhaneler kapılarına “Nays görlz, friş bir/ Güzel kızlar, soğuk bira” türü duyurular asıyordu. O zamanlar Beyoğlu’nun arka sokaklarından birinde, Abanoz Sokağı’nda bulunan genelevler sağlık kontrolünden geçiyor, duvarlarına badana yapıyor, Amerikan ordusuna hazırlanıyordu. Kısacası, 6. Filo’nun ziyaretleri, biraz onuru olan insanlar için bir ulusal utanç vesilesi olmuştu. 1967 Haziran’ında düzenlenen ilk 6. Filo eylemine 10 binin üzerinde insanın katılması sorunun toplumda ciddi bir tepki aldığının kanıtıydı. 1968 Temmuz’undaki denize dökme olayının koşulları adım adım hazırlanmaktaydı.

6. Filo’nun ulusal gururu yaralayan yanı apaçık olmakla birlikte, gençliğin anti-emperyalizminin daha etraflı, daha derin bir açıklaması da olmalıdır. Bu kadar ahlâksız bir durum olduğu hâlde sağcılar, muhafazakârlar, İslâmcı çevreler olan bitene tepki göstermek bir yana, ABD’yi ve 6. Filo’yu sonuna kadar savunacaklardı!

Evet, coğrafyamızda sosyalist nitelikli anti-emperyalizm tarih sahnesine adımını atıyordu; bu bir dönemeçti!

BİZİM 68(’İMİZ)

Denize dökme eyleminden sadece bir ay önce, 12 Haziran 1968’de gençlik Deniz Gezmiş’in en önde yer aldığı bir eylemle İstanbul Üniversitesi’ni ve ardından İstanbul Teknik Üniversitesi’ni işgal etmişti. Bu eylem gençliğin devletle doğrudan doğruya karşı karşıya gelmesinin ve ülkenin siyasi hayatında bir aktör niteliği kazanmasının miladıdır. Gençlik, 27 Mayıs ile göbek bağını burada kesmişti.

İşçi sınıfının ve gençliğin ‘68 Başkaldırısı’nın, tüm dünyada kapitalizmin insanlık dışı sistemini yıkıp, yeni bir toplum yaratma özlemini yeniden canlandırdığı, hataları ve doğruları ile sonrasındaki tüm siyasal, toplumsal gelişmeler üzerinde derin izler bıraktığı açıktır.

68 denince akla hep yükselen gençlik hareketi gelir. Ancak gençlik hareketindeki bu yükselişin asıl zeminini oluşturan işçi hareketindeki yükseliş de unutulmamalı. 68 Mayıs’ı ile simgelenen dönem, bir gençlik isyanından, sokak çatışmalarından, üniversitelerin işgalinden ibaret değildi. Söz konusun dönemde, işçi sınıfı başta olmak üzere toplumun geniş kesimleri ayağa kalkmış ve pek çok ülkede devrim/karşı-devrim kamplarında kutuplaşma belirginleşmişti.

Kitleselleşen mücadeleler, fabrika, toprak ve üniversite işgalleri ile giderek radikalleşecekti. Bu rüzgârdan elbette coğrafyamız da etkilenecekti. Coğrafyamızda devrimci mücadele, 60’lar boyunca ilerleyen işçi sınıfı mücadelesi zemininde yükselirken; işçi sınıfı tarihin sahnesine çıkıyordu. Adım adım sıralayacak olursak: i) TİP’in Kuruluşu; ii) Saraçhane Mitingi; iii) Kavel Grevi; iv) Kavel’den DİSK’in Kuruluşuna yönelen süreç; iv) Söz konusu güzergâhta bir dönüm noktası olarak Paşabahçe Grevi; v) DİSK’in kuruluşu; vi) Üniversite ve fabrika işgalleri; vii) 15-16 Haziran 1970…

O hâlde gençlik hareketleri işçi sınıfının mücadelesi üzerinden yükseldiğini belirterek ekleyelim: Devrimci, anti-emperyalist gençliğin mirasçısı olduğu mücadele tarihinin kökleri derinlerdedir.

Özellikle 1960 sonrası gençlik hareketinin sadece gençliğin mücadelesi açısından değil, aynı zamanda devrim tarihi açısından da önemi büyüktü.

60’lı yılların ikinci yarısında yükseköğrenim gençliği, özgürlük ve demokrasi istemlerini güçlü ve tutarlı biçimde öne sürdü. Boykot, işgal, gösteri ve kitlesel yasa-dışı hareketler biçimini alan öğrenci eylemleri hızla “özerk üniversite” talebini aşarak tutarlı anti-faşizm ve anti-emperyalizm düzeyine yükseldi. Gençlik bu dönemde faşist hükümete, dinci gericiliğe ve ABD emperyalizmine karşı yiğitçe dövüştü.

Aslı sorulursa gençliğin örgütlenmesi ve bağımsız ve kitlesel örgütlerin kurulmasında da 60’lı yıllar ilk ve köklü adımların atıldığı yıllar olmuştu.

Denilebilir ki gerçek devrimci “kitle önderleri” tipi ülkemizde ilk kez 68’in gençlik önderleriyle doğdu. Bu önderlerin devrimci kişilik, cesaret, uzlaşmazlık, halka ve devrime adanmışlık ile yüksek özverililikleri, geleneksel uzlaşmacı, “salon sosyalisti” tipolojisine güçlü bir darbe vuracaktı.

Onların olağanüstü devrimci kişilikleri sonraki kuşaklar için de halka, devrime, sosyalizme ve yoldaşlara bağlı sayısız devrimci militanın yetişmesinde ilham kaynağı olmuştur.

Tüm bunlarla 68, coğrafyamızda da zorbalığa karşı bozkırı tutuşturan bir kıvılcım olarak müthiş bir yangını başlattı. Burada sözü Dev-Genç Başkanı Ertuğrul Kürkçü’ye bırakmakta yarar var:

“Hikâyemiz çok başkaydı. Birincisi, kendimizin bir kuşak olduğu hakkında hiçbir fikrimiz yoktu. Bir davranışta bulunuyorduk, hayata dair eyleme girişiyorduk, dünyayı değiştirme konusunda bir irademiz, arzumuz vardı, fakat bunu bir kuşağız diye yapmıyorduk. O zaman yaptığımız şey, bugün hâlâ dünyada tarihsel bir öneme sahip olarak, Türkiye’nin yakın tarihinde oldukça önemli bir hat çizdi ve o hat üzerinden esaslı ayrışmalar oldu. Bu başlangıç noktası bizim için çok önemli. Şahsen benim için çok önemli olmaya devam ediyor. Ama, ‘68’lilerin çoğu kez sonradan gelen kuşaklara söyledikleri gibi, bizim sahip olduğumuz erdemlerle, bambaşka insanlar olmamızla ilgisi yoktu bunun. Daha çok, olmak istediğimiz gibi olabilmemizi sağlayan tarihsel koşulların birikmesiyle ilgisi vardı.

Dünyanın tamamında, çok esaslı bir şeyin, atmosferde yaygınlaşmış, görünmeyen bir buhar gibi her tarafı kuşattığını görebilirdiniz. Bunun kısaca ‘değişim’ olduğunu söyleyebilirim. Bu sadece öğrencileri ve gençliği, sadece muhalefeti saran bir şey değildi. Aynı zamanda, dünyanın hâkim tepelerini tutanlar, Türkiye’de iktidarı elinde tutanlar için de, değiştirmek, ileriye gitmek, yeni bir şey elde etmek konusunda yaygın bir inancın mevcut olduğunu söyleyebilirim. Bugün içinde yaşadığımız postmodern çöküntü koşullarındakinden farklı bir ruhun, farklı bir umudun dünyada kol gezdiğini söyleyebiliriz. Tabii ki bu, bütün sosyal güçleri, kutuplaşmanın iki tarafında yer alanları eşit ölçüde etkilemedi ya da ikisinin değişimden beklediği aynı şey değildi. Liberallerin istediği, kapitalizm çerçevesinde bir dönüşümle ileriye gitmekti. Sosyal muhalefetin, sosyalistlerin istediği ise başka bir dünya kurmaktı.

Bu iki iradenin çarpışmasından dünyanın her tarafında anlamlı bir sonuç doğdu. ABD’de, Batı Avrupa’da, Sovyetler Birliği’nde, Çin’de, Latin Amerika’da, Filistin’de, Uzakdoğu’da, Vietnam’da, her yerde, içinde oldukları hayatı değiştirmek, onu başkalaştırmak, kendi istediği gibi yaşamak, özgürleşmek, yoksulluktan kurtulmak, sözünü söylemek, sesini duyurmak gibi binbir sebeple milyonlarca bireyin, bunların oluşturdukları sınıfların, büyük kitlelerin ileriye doğru atıldıklarını görebilirdiniz. Türkiye bu büyük akıntıdan etkilenmeksizin edemezdi…

Türkiye’nin 1968’i, Batı Avrupa’dan ve ABD’den farklı olarak, bir-iki yıl sürmedi. Fransa’da aşağı yukarı 1970’e gelindiğinde hemen hemen her şey alabileceği şekli almış, istikrar yeniden kurulmuştu. Fakat Türkiye’nin ‘68’i, 1980’e kadar sürdü. ‘68’deki öğrenci hareketinden doğan ve başka sosyal ve uluslararası koşullarla birleşen momentum, sınıf çatışmasına yakın bir ritmde 1980’e kadar geldi.

Son derece ağır bir bilanço var geride. Başarılamamış bir devrim, gerçekleştirilememiş bir devrimci zafer var…”[9]

Bir diğer deyişle, emperyalist metropollerde, yani Batı’da öğrenci hareketlerinin yükseldiği ve özellikle de Paris ayaklanmaların yaşandığı 1968, coğrafyamızda da  eylemliliğin yükseldiği  yıl oldu.

Öğrenci gençlik hareketinin anti-emperyalist nitelikli kitleselleşmesi ve ayrı bir koldan gelişen işçi, emekçi köylü hareketiyle zamandaş ve çoğu kez de birleşme yollarının arayışı içerisinde omuz omuza ilerlemesi başlamıştı. Toprak işgalleri ve ve yaygın grev dalgaları öğrenci gençliğin anti-emperyalist eylemleriyle bir araya geldiğinde, 68’in coğrafyamız tarihinin en önemli devrimci dönemlerinden olduğu görülürken; 68 genel ve kronik hâle gelmiş siyasal ve iktisadi bunalımın içinde yükselen kitle hareketinin bir parçası olarak doğar.

Ayrıca 68’i coğrafyamız açısından dönüm noktası kılan gelişmelerden birisi de öğrenci hareketinin kendi içerisinde siyasal olarak aşılması ve radikal hareketlerin oluşmasıydı.

Dar anlamıyla 68 coğrafyamıza Fransa’dan bir ay sonra geldi. Mayıs 68’de Paris öğrenci eylemleri ve tarihin gördüğü en büyük genel grevle sarsılmıştı. Haziran 68’de sıra Türkiye üniversitelerinindi.

Başta İstanbul Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) olmak üzere, Türkiye’nin üniversiteleri Haziran ayında büyük bir boykot ve işgal dalgası yaşıyordu. Bunu Temmuz’da ABD Donanması’nın 6. Filosu’na bağlı askerlerin Dolmabahçe’den denize dökülmesi izledi.

Eylül ayında ‘Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın (TÖS) ‘Devrimci Eğitim Şurası’ düzenlendi.

Ekim ise Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde (ODTÜ) boykot ayıydı.

Anti-emperyalist eylemler FKF’yle başlayan ve daha sonra Dev-Genç ismini alan gençlik örgütünün öncülüğünde yayıldı. İstanbul’da Deniz Gezmiş’in öncülüğünde Dolmabahçe’de Amerikan 6. Filosundan çıkan Amerikan bahriyelilerinin denize dökülüşünü, Türkiye’ye Büyükelçi olarak atanmış Kommer’in arabasının ODTÜ’de devrimci gençler tarafından yakılması takip etti.[10]

Bu eylemlerin yanında İzmir’de Kordonboyu’nda 6. Filoya karşı yapılan eylemler ve Balgat’ta ‘Amerikan İktisadi Yardım Teşkilâtı’na (AİD) düzenlenen sabotaj o dönemin önemli anti-emperyalist eylemlerindendi.

Vietnamlı komünistlerin mücadelesiyle ABD emperyalizminin ağır yaralar aldığı küresel konjonktürde devrimci öğrenciler, “6. Filo Defol” diye haykırıyorlar, NATO karşıtı kampanyalar örgütleyip, anti-emperyalist eylemliliği yükseltiyorlardı.

17 Temmuz 1968’de, 6. Filo karşıtı eylemleri örgütleyen öğrencilerin kaldığı İTÜ yurdu polis tarafından basıldı. Çatışmalarda 3 öğrenci yaralandı. Polis Vedat Demircioğlu’nu yurdun penceresinden attı.

Ertesi gün, 18 Temmuz’da toplanan kitle Taksim Meydanı’na yürüdü, oradan da 6. Filo’nun demir attığı Dolmabahçe’ye aktı. Kitle polis tarafından durdurulamadı ve ABD askerleri kaçma fırsat bulamadan denize döküldü. Ertesi gün protestolar Ankara’ya da sıçradı. 6. Filo ziyaret programını tamamlamadan İstanbul’dan ayrılmak zorunda kaldı.

24 Temmuz’da, 68 kuşağının devrimci öğrencilerinin anti-emperyalist mücadelesi ilk şehidini verdi. İTÜ yurduna yapılan polis baskını sırasında yaralanan Vedat Demircioğlu hayatını kaybetmişti. Onun katli öğrenci hareketini daha da militanlaştıracaktı.

1968’in sonbaharında okulların açılmasıyla beraber boykot ve işgaller yeniden başladı. Dolmabahçe’de 6. Filo’nun denize dökülmesiyle eşdeğer etki yaratan bir başka eylem, Ankara’da Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde gerçekleşti.

1 Ocak 1969’da, kendisine yönelik tepkilerin çığ gibi büyüdüğü bir dönemde, Vietnam’da CIA görevlisi Robert Kommer’in ODTÜ ziyaretinde arabası ters çevrilerek yakıldı.

10 Şubat 1969’da 6. Filo Türkiye’yi tekrar ziyaret edecekti. Bunu duyan öğrenciler durumu çok sert karşıladılar. Ankara’da öğrenci eylemine polisin müdahalesi sırasında yaşamını yitiren Atalay Savaş ve Vedat Demircioğlu’nun ölümleri hâlâ taze idi. 16 Şubat’ta Beyazıt’tan Taksim’e öğrenci kuruluşlarının çoğunluğunu oluşturduğu, sendikalar ve işçi kuruluşlarının da aralarında bulunduğu “Emperyalizme ve Sömürgeye Karşı İşçi Yürüyüşü” düzenlendi. Aynı gün Mehmet Şevki Eygi’nin Bugün Gazetesi’nde yayınlanan “Namaza Çağrı” yazısı üzerine toplanan Sağcı grup da Beyazıt ve Dolmabahçe’de toplu namaz kıldı.

Yazısında Eygi “Cihada hazır olunuz” diyordu. Çıkan çatışmalar sırasında TİP üyesi Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan öldürüldü, 200’ün üzerinde öğrenci yaralandı. Olay tarihe “Kanlı Pazar” olarak kaydedilecekti.

Üniversite içerisinde de çatışmalar etkisini göstermekte gecikmeyecekti. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne 15 Mart 1969’da duvarlara afiş yapıştırmak isteyen komandolar ile devrimci öğrenciler arasında çatışma yaşandı.

17 Mart günü komandoların üniversiteyi basmasıyla devrimci gençlerle aralarında silahlı çatışma çıktı. Ardından üniversite senatosu toplandı ve bazı kararlar alarak çatışmaları durdurmaya çalıştı.

19 Mart’ta Deniz Gezmiş adam yaralamak ve silah bulundurmaktan tutuklandı. Nisan ayına gelindiğinde ODTÜ ve AÜ’de birçok fakülte işgal edildi.

ODTÜ öğrencilerinin işgale devam etmesi sebebiyle 13 Nisan gecesi jandarma ve polis üniversiteye girerek işgali kaldırdı. Öğrenciler isteklerinin karşısında bir cevap almak yerine sürekli olarak güvenlik güçleriyle karşılaşıyorlardı. Geri adım atmak bir yana, bu durum öğrencileri daha fazla kışkırtıyordu. Haziran ayındaki olaylarda İstanbul ve Ankara’da bulunan üniversitelerinde görev yapan bazı akademisyenler istifa etti.

İstanbul Üniversitesi’nden bir grup öğrenci de fakülteleri işgal etti. 1969 yılı tam olarak üniversitelerde boykot yılıydı. Bu yıl gelişen öğrenci olaylarının konusu üniversite içi sorunlar olmaktan çıkarak yönetim biçimi ve toplumun sorunları ve onlara çare arayışı hâline dönüştü.

Haziran ayında Beyazıt’tan Sultanahmet’e yürüyen öğrenciler eylemlerin artık siyasi nitelik taşıyacağını söylüyorlardı. Deniz Gezmiş ve arkadaşları Filistin’e gittiler.

23 Eylül 1969’da İstanbul Üniversitesi Öğrenci Birliği Kongresi sırasında Taylan Özgür sırtından vurularak öldürüldü. “Faili (belli) meçhul”lerin dozu arttı.

9 Aralık 1969’da Mehmet Büyüksevinç, 14 Aralık’ta da Battal Mehetoğlu öldürüldü. Bu ölümler üzerine 16 Aralık’ta Türk Silahlı Kuvvetleri’nden bir grup subay bir bildiri yayınlandı. “69 Subay Bildirisi” olarak anılan yazıda gençlerin “Bağımsız Türkiye” istedikleri için öldürüldükleri söylendi. Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç bu konu ile alâkâlı olarak TSK’nın hiçbir “aşırı cereyanı” destekleyemeyeceğini vurgulayarak, bildiriye imza atan personel hakkında soruşturma başlatıldığını bildirdi.

5 Ocak 1970’te Ankara’da, Belediyenin indirimli öğrenci pasolarının öğrenci derneklerince verilmesine dair yapılan anlaşmayı bozması üzerine öğrenciler otobüslere el koydu.

Öte yandan, öğrencilerin emekçi kesimlerle dayanışması genişliyordu. Dev-Genç 26 Ocak 1970 Akhisar’da tütün mitingi düzenledi. Bu mitingi Ankara, İstanbul ve İzmir’den gelen öğrenciler köylere dağılarak köylü-öğrenci dayanışmasına dönüştürdüler. Artık gençliğin tek derdi üniversite ve yönetim değildi. Memleketin diğer sorunlarını da gençliğin ilgi alanıydı. 16 Mart’ta Dev-Genç “Bağımsızlık Haftası”nı başlattı.

Hacettepe Üniversitesi öğrencileri, öğrencilerin ve asistanların eşit oy hakkına sahip olduğu sistemi kabul ettirdiler.

Toparlarsak: 68 kuşağının ODTÜ’de yaktığı yalnızca “Vietnam Kasabı” Kommer’in arabası değildi; o, aynı zamanda anti-emperyalizmin enternasyonalist meşalesiydi.

Sözünü ettiğim mücadele sancağı yükseltenler Denizler-Mahirler-İbrahimler ile yoldaşlarıydı.

Aslı sorulursa 1960’da Beyazıt Meydanı’ndaki protestolarda polisin katlettiği Turan Emeksiz ile fitili ateşlenen öğrenci hareketi, sonraki yıllarda müthiş bir ivme kazandı.

Sözünü ettiğim kesitte sosyalizm düşüncesi öğrenci hareketini etkilerken; 1968 kapıyı çaldı.

1968 Mayıs’ında “Bütün iktidar hayal gücüne!” haykırışıyla üniversiteleri işgal edip barikatlarda düzene karşı ayağa kalkan gençlik ve Fransa işçi sınıfının kapitalizme karşı isyanı tüm yerküreyi sarsacaktı.

1968, düzenin, dünyanın değiştirebileceği kanaatini kitlelere mal etti. Bu da sınıf mücadelesini, öğrenci hareketini alevlendirdi. Üniversite işgalleri, mitingler, grevler, fabrika işgalleriyle meydanlar zapt edildi.

1968 hareketinin ardında emperyalizme karşı uzlaşmaz, militanca mücadele gerçeği yatarken; 1960’larda ezilen halklar Vietnam’da, Küba’da, Afrika’da emperyalizme başkaldırıyordu.

Filistinliler işgalci Siyonist İsrail’e karşı gerilla mücadelesini, farklı coğrafyalardan enternasyonalist devrimcilerle omuz omuza yükseltiyorlardı.

1968’de öğrenci hareketinin başını çeken devrimciler, yüzlerini devrime dönerek mücadele ettiler. Deniz Gezmiş ve yoldaşları Filistin’e gidip direniş kamplarında bulundular. Siyonizme sözde değil, pratikte karşı durdular.

Denizlerin yoldaşları Kürecik’teki ABD üssünü basmaya giderlerken katledildi.

Denizlerin mücadele stratejilerinden çıkartılacak sayısız sonuç vardır. Bugünün devrimcileri eleştirel bir şekilde onların mücadelesini değerlendirmeli ve bugün için dersler çıkarmalıdır. Ancak Denizleri eleştirmeden önce, yüzünü devrime dönen, ezilen halkın geleceği için hayatlarını hiçe sayan, “Yankee go home” diye haykıran ve bunun için de darağacına “Yaşasın Marksizm-Leninizm’in yüce ideolojisi, kahrolsun emperyalizm” diyerek yürüyen bu devrimci önderlerin anısı önünde saygıyla eğilmek gerekir.

Unutulmamalıdır ki 68, coğrafyamızda 1960’lı yılların başında ilk kıpırtıları görülen, 1960’lı yılların ikinci yarısında emekçi sınıfların ve ezilenlerin neredeyse tamamının hareketlendiği bir mücadelenin parçasıydı. Bu geniş anlamıyla 1968, 12 Mart askeri müdahalesi ve izleyen dönemde yaşanan mücadelelerle taçlanacaktı. Bir kez daha vurgulanmalı; 68, Türkiye’de sosyalizmin tarihi açısından bir dönüm noktasıdır. Bugün hepimiz doğrudan ya da dolaylı olarak 1968’in çocuklarıyız.

Yeri gelmişken bir şeyi anımsatmadan geçmeyelim: Öğrenci gençlik hareketi mücadelesinde iki farklı dönem, doğal olarak iki farklı örgütlenme yarattı. “Emperyalizme karşı Tam Bağımsızlık ve Gerçek Demokrasi” mücadelesi veren birinci dönem ile onun devamı “Emperyalizme ve Faşizme Karşı” mücadele eden ikinci evre…

Görülmesi gerek: İki dönemin dünya ve coğrafyamızın koşullarındaki farklılık mücadele anlayışlarına da yansıdı. İlk evre 60’lı yılların Latin Amerika ve Asya ülkelerinde antiemperyalizmin yükseldiği yıllar, Afrika’da da beyaz egemenliğine başkaldırının güçlendiği dönemlerdi. Tüm dünyada esen özgürlük rüzgârı ve savaş karşıtlığı coğrafyamızın gençliğini etkileyecekti.

İkinci evre ise 78 gençliğiydi: 70’li yılların devrimci gençliği bir önceki kuşağın devrimci ideallerini paylaşıyordu. En az onlar kadar militan, onlar kadar kararlı ve fedakârdı. Büyük bir mücadele yürüttüler.

Bir önceki devrimci kuşağın başta öğrenci gençlik içinde olmak üzere, toplumda yarattığı etki ve birikim kısa bir duraklamanın ardından yeniden ortaya çıkacaktı. 12 Mart Askeri Cuntası devrimci kuşağın toplum içinde yarattığı saygı ve etkinliği silemedi. Tam tersine devrimci hareketlerin 71 direnişleri onları toplumda daha popüler hâle getirdi.

1973’de kurulan İDYÖD, Kasım 1974 yaptığı “NATO’ya Hayır” kampanyası ve Ankara’da ADYÖD yönetiminin düzenlediği üniversitelerde “Kissinger Boykotu” 12 Mart sonrasının ilk anti-emperyalist eylemleriydi.

12 Mart cuntasına karşı direnen ve önderleri katledilen THKP, THKO ve TKP-ML/TİKKO’dan siyasete devam eden kadrolar, bu ortamda yaşadıkları dağınıklıktan da çıkmaya başladılar.

Ordunun 12 Eylül 1980’deki müdahalesi sadece coğrafyamız tarihi için değil; uygulamaları ve sonuçları düşünüldüğünde dünyadaki pek çok benzerinden çok daha iddialı sayılabilecek bir askeri darbeydi. Kapitalist sistemi korumak ve kollamak için üretilen faşist darbenin ilk gündem maddelerinden birisi de hiç kuşkusuz son yıllarda hızla politikleşmiş ve bir o kadar da emekçi kitlelerin mücadelesine eklemlemiş olan geniş gençlik yığınlarını sindirmek olmuştu.

FİLİSTİN’DEKİ DEVRİMCİLER(İMİZ)

Coğrafyamızda bunlar yaşanırken, Filistinliler işgalci Siyonist İsrail’e karşı gerilla mücadelesini yükseltiyor; coğrafyamız devrimcileri de bu kavgada yerlerini alıyorlardı.

Noam Chomsky’nin, “Kendilerini İsrail’in destekçileri olarak adlandıran insanlar aslında ahlâki yozlaşma ve nihai yıkımın destekçileridir,” notunu düştüğü Siyonist saldırganlık karşısında; Mahmut Derviş’in, “Bir Filistin vardı,/ bir Filistin gene var!” dizelerindeki ısrarla direnen Filistin direnişi 1970’li yıllar, coğrafyamızın yaşadığı devasa alt üst oluşla ilintili bir tarihti.

Söz konusu kesitte devrimciler, kent ya da kır gerillalığı için devrim pratiğini öğrenip zenginleştirmek ve enternasyonal dayanışma amacıyla Filistin’e gittiler. (O günlerin önemli eylemlerinden birisi, dönemin İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom’un 17 Mayıs 1971’de THKP-C lideri Mahir Çayan ve yoldaşları tarafından kaçırılmasıydı.)

1960 sonrasında Filistin Kurtuluş Örgütlerinin kamplarında ilk gerilla eğitimi alanlar (1 Ekim 1968 tarihinde gitmişlerdi) G. Antepli Abdülkadir Yaşargün ile hemşerisi Mustafa Çelik ile Celal Özcan oldu.

4 aylık eğitimden sonra İsraillilerle çatışmalara girdiler. 8 Haziran 1969’daki çatışmada Mustafa Çelik öldü(rüldü). Yaşargün bir süre sonra hastalanınca yurda dönecekti. Ancak bu sefer Hüseyin İnan ve 13 arkadaşını Filistin’e götürdü. Dönüşte yakalandı. Cezaevinden çıktıktan sonra 12 Mart darbesi olunca soluğu yine Filistin topraklarında aldı. 1972’de dönüş yolunda Samandağ’da yakalanıp idamla yargılanır ve 15 yıl hüküm giyer. Hapiste 5 yıl yatıp çıkar.

Deniz Gezmiş de, ailesine Kuşadası’na gideceğini söyleyerek evden ayrılıp Filistin’in yolunu tuttu. Hüseyin İnan daha sonra, yani 1969’da Filistin kamplarına gitti. Arkadaşlarıyla birlikte yurda dönerken yakalanıp Diyarbakır’da yargılandılar.

Bir süre sonra tahliye edildiler. Malatya Kürecikli halk önderi Teslim Töre, Filistin’e gidişleri 1971 sıkıyönetiminden sonra örgütledi.

Bu dönem, Deniz’in öncülüğünü yaptığı Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun (THKO) kurulmasını izleyen sürecin bir devamıdır. 1972’de bireysel geçişler, kitlesel bir hâl aldı. Gidenlerden bir grup Hatay’da yakalanacaktı.

Maoist çizgiyi benimseyen devrimcilerden Faik Bulut, kendi olanaklarıyla bireysel geçiş yapıp Arafat liderliğindeki El Fetih örgütü kamplarında eğitim gördü.

Birkaç ay sonra eski arkadaşları Bora Gözen, Kerim Öztürk, Cafer Topçu, Ahmet Özdemir, Yücel Özbek, Ali Kiraz, Şükrü Öktü ve Gürol İlban’ın bulundukları Lübnan’daki askeri kampa gitti.

Oradan Avrupa’ya geçilecek ve Türkiyeli işçiler arasında faaliyet gösterilecekti. Fakat 21 Şubat 1973 gecesi kampın İsrail savaş gemilerince ve helikopterlerce bombalanması sonucu 8 kişi yaşamını yitirdi.

Ali Ergün ve Hüseyin Tüysüz saldırıdan yaralı olarak kurtuldu. Faik Bulut ise ağır yaralanmıştı. İsrail hava komandoları tarafından esir alınarak uluslararası kurallara aykırı biçimde İsrail’e kaçırıldı. Filistin Kurtuluş Örgütü üyesi olması suçlamasıyla hüküm giydi ve 7 yıl 2 ay İsrail zindanlarında tutuldu.[11]

Özetle onlar hamasi nutuklar atmadılar. Klakson çalıp sokak sokak gezmediler. Onlar coğrafyamızın Filistin’e gözünü kırpmadan giden ve Yaser Arafat’la yan yana çarpışan ilk devrimcileriydiler…

Bilindiği gibi 1960’larda anti-sömürgeci bağımsızlık mücadeleleri, çözümü sosyalizmde arıyordu. Filistin’deki sol tandanslı hareketlerin İsrail karşısında verdiği bağımsızlık mücadelesi de dünyada bu anti-emperyalist çerçevede destekleniyordu. Coğrafyamızdan Filistin direnişine de her görüşten solcular gönüllü olarak gittiler. Devrimciler Filistin için ölürken, İslâmcılar onları “terörist” olarak yaftalamakta beis görmüyordu!

EMPERYALİZM PARANTEZİ

Burada uzun bir parantez açıp, devrimcileri savaştığı emperyalizmin ne olduğu bir kere daha hatırlatalım!

V. İ. Lenin’in, “Emperyalizm tekelci kapitalizmdir,”[12] vurgusuyla eklediği üzere: “Emperyalizmin olabildiğince kısa bir tanımı istenseydi, emperyalizmin, kapitalizmin tekelci aşaması olduğunu söylemek gerekirdi. Böyle bir tanım, meselenin özünü içerirdi; çünkü bir yandan mali sermaye, tekelci sanayi birliklerinin sermayesiyle iç içe geçip kaynaşmış az sayıdaki tekelci büyük bankanın sermayesini ifade eder; öte yandan dünyanın paylaşılması da, henüz hiçbir kapitalist güç tarafından ele geçirilmemiş bölgelere rahatça yayılan bir sömürge politikasından, tümüyle paylaşılmış yeryüzü topraklarını tekelci egemenlik altına alan sömürge politikasına geçişi ifade eder. (…)

Bir tanım, bir olgunun çok yönlü bağıntılarını tüm açılımlarıyla birlikte hiçbir zaman kapsayamayacağından, genel olarak bütün tanımların ancak sınırlı ve göreli bir önem taşıdıklarını unutmaksızın aşağıdaki beş maddeyi içerek bir emperyalizm tanımı yapmak gerekir:

  1. Üretim ve sermayenin yoğunlaşması, ekonomik yaşamda belirleyici rolü oynayan tekelleri yaratacak kadar yüksek bir gelişme aşamasına ulaşmış olması.
  2. Banka sermayesiyle sanayi sermayesinin iç içe geçip kaynaşması ve bu ‘mali sermaye’ temelinde bir mali oligarşinin oluşması.
  3. Meta ihracından farklı olarak sermaye ihracının özellikle büyük bir anlam kazanması.
  4. Dünyayı kendi aralarında paylaşan uluslararası tekelci kapitalist birliklerin oluşması.
  5. Yeryüzü topraklarının kapitalist büyük güçler arasında paylaşılmasının tamamlanması”…

“Emperyalizmin olanaklı en kısa tanımını yapmak gerekseydi, şöyle derdik: Emperyalizm, kapitalizmin tekelci aşamasıdır”…

“Emperyalizmi, bir geçiş kapitalizmi, daha doğrusu can çekişen bir kapitalizm olarak tanımlamak gerekir”…

“Ekonomik açıdan bu sürecin en temel özelliği, kapitalist serbest rekabetin yerini, kapitalist tekellerin almasıdır. Serbest rekabet, kapitalizmin ve genel anlamda meta üretiminin temel özelliğidir. Tekel ise serbest rekabetin doğrudan karşıtıdır; ama serbest rekabet, gözlerimizin önünde tekele dönüşmeye başladı: Büyük ölçekli üretimi yarattı ve küçük işletmeleri saf dışı bıraktı, büyük işletmelerin yerine daha da büyüklerini geçirdi, üretim ve sermayenin yoğunlaşmasını öyle ileri bir noktaya götürdü ki buradan tekeller doğdu ve doğmaktadır; yani karteller, işveren birlikleri, tröstler ve onlarla iç içe geçmiş, milyarları çekip çeviren bir düzine bankanın sermayesi. Aynı zamanda tekeller bağrından çıktıkları serbest piyasayı yok etmezler, tam tersine onun üzerinde ve yanında varlıklarını sürdürürler ve böylece bir dizi çok keskin ve şiddetli çelişki, sürtüşme ve çatışma yaratırlar. Tekel, kapitalizmden daha yüksek bir düzene geçiştir”…

“Tekelci ve emperyalist aşamasına vardığında kapitalizm, genel olarak olgunlaşmakta, bağrındaki emek sermaye karşıtlığının ağırlaşması, gericilik ve şiddet eğiliminin yoğunlaşması ile kalmaz, yeni uzlaşmaz karşıtlıkların ortaya çıkmasına da yol açar”…

“Emperyalizm, genel anlamda, kapitalizmin bazı özelliklerinin gelişimi ve doğrudan doğruya devamı olarak ortaya çıkmıştır. Ama, kapitalizm, kapitalist emperyalizm hâline ancak gelişmesinin belirli ve çok yüksek bir düzeyinde, kapitalizmin esas özelliklerinden bazıları kendi karşıtlarına dönüşmeye başladığı zaman; kapitalizmin yüksek bir ekonomik ve toplumsal yapıya geçiş döneminin bazı öğeleri bütün gelişme çizgisi boyunca biçimlenip belirdiği zaman gelebilmiştir. Bu süreç içinde, ekonomik yönden de önemli olay, kapitalist serbest rekabetin yerine kapitalist tekellerin geçmesidir”…

“Emperyalizm, tekellerin ve mali sermayenin egemenliğinin ortaya çıktığı; sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı; dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir”…

“Kapitalizm, emperyalizm aşamasında, üretimin en kapsamlı toplumsallaşmasının eşiğine götürmekte, kapitalistleri deyim yerindeyse bilinç ve iradeleri dışında, serbest rekabetten tam toplumsallaşmaya geçişi temsil eden yeni bir toplumsal düzene çekmektedir. Üretim toplumsallaşıyor, fakat mülk edinme özel kalmaya devam ediyor”…

“Tekeller kapitalizmin bağrındaki çelişkileri arttırmış, yoğunlaştırmış ve derinleştirmiştir”…

“Bir tekel bir kez kurulup milyarları çekip çevirmeye başladı mı siyasal rejimden ve daha başka ayrıntı sorunlarından bağımsız olarak karşı konmaz biçimde toplumsal yaşamın bütün alanlarına sızacaktır”…

“Mali-sermaye, tekeller çağını yarattı. Tekeller ise her yere kendi ilkelerini götürüyor: kazançlı alışveriş işlemleri için, açık piyasada rekabetin yerini gitgide ‘ilişkiler’in alması bundandır”…

“Kapitalizm, kapitalizm olarak kaldıkça, sermaye fazlası, belli bir ülkede yığınların yaşam düzeyini yükseltmeye değil -çünkü bu durumda kapitalistlerin kazançlarında bir azalma söz konusudur-, dış ülkelere, geri kalmış ülkelere sermaye ihracı yoluyla, bu kârları artırmaya yönelirler. Geri kalmış ülkelerde, kâr her zaman yüksektir çünkü buralarda sermaye pek az, toprak fiyatı nispeten düşük, ücretler az, hammadde ucuzdur”…

“(Kapitalizmin) gelişmesindeki eşitsizlik, yığınların yarı aç yaşıyor olması, bu üretim tarzının koşulu ve kaçınılmaz, temel öncülüdür”…

“Kapitalizm, evrensel bir sömürgeci baskı sistemine, bir avuç ‘ileri’ ülkenin, dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu mali yönden boğduğu bir sisteme dönüşmüştür”…

“Emperyalizmin kendine özgü siyasal özellikleri şunlardır: Mali oligarşinin baskısı ve serbest rekabetin ortadan kaldırılması yüzünden her alanda gericilik ve artan ulusal baskı”…

“Emperyalizmin başlıca ekonomik temeli, tekeldir. Bu tekel, kapitalisttir, yani kapitalizmden doğmuştur ve kapitalizmin, meta üretiminin, rekabetin genel koşulları içinde, bu genel koşullarla sürekli ve çözülmez bir çelişki hâlindedir. Bununla birlikte, bütün tekeller gibi, kapitalist tekel de şaşmaz bir biçimde bir durgunluk ve çürüme eğilimine yol açar. Tekel fiyatlarının, geçici olarak bile sabit tutulması, bir noktaya kadar, ilerlemedeki itici öğeleri yok eder, bunun sonucu olarak da bütün ilerlemeleri frenler”…

“Gelişmesine küçük tefeci sermaye ile başlayan kapitalizm, gelişmesini dev tefeci sermaye ile sona erdirmektedir”…

“Kapitalizm, evrensel bir sömürgeci baskı sistemine, bir avuç ileri ülkenin, dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu mali yönden boğduğu bir sisteme dönüşmüştür. Ve bu ganimet, kendi ganimetlerini paylaşmak için kendi savaşlarına bütün dünyayı sürükleyen, tepeden tırnağa silahlı, en güçlü, iki ya da üç canavar (Amerika, İngiltere, Japonya) arasında paylaşılmıştır”…

“Sermaye ihraç eden ülkeler, dünyayı, sözcüğün mecaz anlamıyla, aralarında paylaşmıştı. Ama mali-sermaye, yeryüzünün, doğrudan paylaşılmasına götürdü”…

“Kapitalizm koşullarında, çıkarların, nüfuz alanlarının, sömürgelerin vb. paylaşılmasının temeli olarak, bu paylaşıma katılanların gücünden, bunların genel ekonomik, mali, askeri vb. gücünden başka bir şey düşünülemez. Paylaşıma katılanların gücü ise eşit bir biçimde değişmez, çünkü kapitalizmde tek tek işletmelerin, tröstlerin, sanayi dalları ve ülkelerin eşit bir gelişimi olanaksızdır”…

“Soru şu: Bir yandan üretici güçlerin gelişmesi ve sermaye birikimi ile öte yandan sömürgelerin ve mali sermayenin ‘nüfus bölgelerinin’ paylaşılması arasındaki oransızlığı ortadan kaldırmak için kapitalist zeminde, savaştan başka hangi araç olabilirdi?”

“Savaşımın biçimleri değişebilir… ama savaşımın özü, onun sınıfsal içeriği, sınıflar var oldukça değişmez”…

“Mali sermaye özgürlük istemez, egemenlik ister”…

“Emperyalizm zor kullanmadan, talan etmeden, kan dökmeden ve katletmeden yaşayamaz; o bu nedenle emperyalizmdir”…

“Dünyayı paylaşmak için savaşım veren emperyalist devletler arasındaki uzlaşmaz karşıtlıkların yoğunlaşması da bu eğilimi kuvvetlendirmektedir. Ve böylece emperyalist gelişimin belirli özellikleri başka ülkelere göre, İngiltere’de çok daha önce görülebildiği için, ilkin ve en açık biçimde orada kendini gösteren emperyalizm ve oportünizm arasındaki bağ yaratılmıştır. (…) Gerçekte oportünizmin gelişmesindeki olağanüstü hız ve özellikle iğrenç nitelik, hiç de onun zaferinin sürekli olacağının güvencesi değildir; sağlıklı bir bedende bir çıbanın hızla büyüyüp baş vermesi, nasıl yalnızca o çıbanın daha çabuk patlaması ve organizmanın iyileşmesi sonucunu doğurursa, bu da, tıpkı öyle. Bu bakımdan, emperyalizme ve oportünizme karşı savaşım, sıkı sıkıya birbirine bağlı olarak yürütülmedikçe, birincisinin de boş ve yalan bir sözden ibaret olacağını bir türlü anlamak istemeyenler, en tehlikeli kimselerdir”… [13]

Tüm bunlar kavrandığında devrimci gençliğin anti-emperyalist mücadelesinin nedenleri de yerli yerine oturtulabilir!

ANTİ-EMPERYALİST MÜCADELE

“V. İ. Lenin’in emperyalizm analizi eskidi mi?” Hadi canım sizde!

  1. İ. Lenin’in görüşlerinin “yeni durumu açıklamaktaki yetersizliği” düşüncesindekilere inat işçi sınıfı temelli bir anti-emperyalist mücadelenin devrimci politik çizgisi onun teorisiyle inşa edilirken; anti-emperyalizm kavramının yeniden popüler hâle gelmesi söz konusu. Aynen Marksizm’e ve sınıf mücadelesine özgü diğer konu ve kavramların benzer biçimde popüler hâle gelmesi gibi.
  2. İ. Lenin’in emperyalizmin anlaşılabilmesindeki katkısı ve emperyalizme karşı mücadele edecek ilerici ve devrimci güçleri ortaya koyması dünyayı değiştirmiştir ve bu iki teori bugün hâlâ geçerliliğini korumaktadır.

“Emperyalizm ilhaklara, ulusal baskının artmasına ve dolayısıyla direnişin de artmasına yol açıyor,” diyen V. İ. Lenin’i büyük ölçüde özetleyen Karl Marx’tan iki alıntı yapmak mümkündür: “Başka ulusu ezen bir ulus özgür olamaz” ve “Siyah tenli emeğin aşağılanıp damgalandığı yerde, beyaz tenli emek kendisini özgürleştiremez.”

Anti-emperyalist mücadele anti-tekelci kapitalizm mücadelesinden kesinlikle ayrılamaması gereken hâldir ve de anti-emperyalist mücadelenin anti-kapitalist bir mücadele olması gerektiği doğrudur. Ama burada şu temel gerçek de göz önünde bulundurulmalıdır: Günümüz kapitalizmi tekelci kapitalizmdir ve anti-emperyalist mücadele de işte bu yönüyle tekellere karşı yürütülen mücadele olmasıyla kapitalizme karşı da bir mücadeledir.

Emperyalizmin dünya yüzeyinde yarattığı acılar gitgide daha gözden saklanamaz hâle geldikçe, nicedir unutturulmaya çalışılan emperyalizm kavramı da doğal olarak tekrar su yüzüne çıkmaya başladı. Afganistan’a, Irak’a saldırı ve işgaller, Filistin’e yönelik acımasız saldırı ve katliamlar, sayıları artık milyonlarla ölçülen ölümler, tarifi zor maddi ve manevi yıkımlar, bütün bunlar yaşanan vahşeti artık “örtmece” denilen türde kavramlarla saklanamayacak raddeye getirdi. Böylece anti-emperyalizm kavramının da yeniden canlanışı için elverişli bir ortam doğdu.

O hâlde Erich Fromm’un, “Gerçek hiçbir zaman şiddet tarafından çürütülemez”; Friedrich Nietzsche’nin, “Gerçeğin dağlarına umutsuzlukla çıkılmaz,” uyarılarını “es” geçmeden; 68’in biz(ler)e öğrettiği, verdiği ders, “Devrimci olmayan zamanlarda da gelecekteki devrimi büyütmenin adımları atılabileceği”dir.

Tam da bunun için bizlere düşsen, John Berger’in, “Ben galiplerin değil, onların korktuğu mağlupların arasındayım. Galiplerin devri her zaman kısadır; mağlupların ise anlatılamayacak kadar uzun”; Ludwig Wittgenstein’ın, “Ancak kendinde devrim yapabilen devrimci olur,” betimlerini kulağımıza küpe edip, “imkânsız” denilen(?!) yolumuzu açmaktır!

21 Haziran 2024 17:55:14, Muğla.

N O T L A R

[1] 9 Temmuz 2024 tarihinde Özgür Üniversite Hareketi Yaz Kampı’nda yapılan “Gençliğin Anti-emperyalist Mücadelesi: Tarihimiz ve Filistin” başlıklı konuşma.

[2] Eduardo Galeano.

[3] Jean Baudrillard, Kötülüğün Şeffaflığı, çev: Emel Abora-Işık Ergüden, Ayrıntı Yay., 1995, s.37.

[4] “… ‘Liaisons’ adlı polis dergisi 1968 Mayıs’ıyla ilgili özel sayı yayımladı. Teşkilâtlarına mensup 1912 görevli barikat savaşlarında yaralanmış, 298 polis aracı tahrip olmuş, 96 adet ağaç devrilmiş, 9 polis karakolu eylemcilerce dağıtılmış.

Kuşkusuz Mayıs 1968’i en iyi simgeleyen rakam şu sonuncusu: Yaklaşık 10 bin metrekarelik alana yayılı parke taşları, güvenlik kuvvetlerine fırlatılmak üzere yerinden sökülmüş. Bir tarafta cop, göz yaşartıcı gaz ve basınçlı su, diğer tarafta 10 bin metrekare cadde ve sokak karşılığı parke taşı. Futbol sahasının 7 bin 300 metrekare olduğunu düşünürsek neredeyse 1.5 top sahalık alan. (Sabetay Varol, “… ‘68 Türkiye’deki Öğrenci Hareketleri Nasıldı?”, 18 Mayıs 2008… https://www.milliyet.com.tr/yazarlar/sabetay-varol/68-turkiye-deki-ogrenci-hareketleri-nasildi-545562)

[5] 1968 İsyan, Devrim, Özgürlük, Derleyen: Ömer Turan, Tarih Vakfı Yurt Yay., 2019.

[6] Kerem Ünüvar, “Türk Solunun Türk Sağına Armağanı: Anti-Emperyalizm”… https://birikimdergisi.com/dergiler/birikim/1/sayi-214-subat-2007-sayi-214-subat-2007/2397/turk-solunun-turk-sagina-armagani-anti-emperyalizm/3640

[7] Mahfi Eğilmez, “68 Kuşağı”, 26 Mart 2016… https://www.mahfiegilmez.com/2016/03/68-kusag.html

[8] Doğu Perinçek, “FKF’den DEV-GENÇ’e Uzanan Pratiğin Teorik Mirası”, Teori Dergisi – Mart 2002… https://oncugenclik.org.tr

[9] “Türkiye’nin 12 Yıl süren 68’i Ertuğrul Kürkçü”, 27 Mayıs 2018… https://birartibir.org/turkiyenin-12-yil-suren-68i/

[10] Kommer, Vietnam’da komünist direnişini kırmak için görevlendirilmiş “Honço/ Kasap”, “Vietnam kasabı’ da denilen bir pasifikasyon uzmanıydı! Bu dönem özellikle coğrafyamızda gelişmekte olan anti-emperyalist hareketlerin pasifize edilmesiyle görevlendirilmişti…

[11] Faik Bulut, “Filistin’e Giden Türkiyeli Devrimcilerin Serencamı (1)”, 13 Şubat 2020… https://www.indyturk.com/node/131871/

[12] V. İ. Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin Savaşa Karşı Tutumu, çev: N. Solukçu, Sol Yay., 1970, s.109.

[13] V. İ. Lenin, Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, çev: Cemal Süreya, Sol Yay., 1969.

“Yumuşama”, “normalleşme”, kayyum politikası

Biz Saray Rejimi diyoruz.

Saray Rejimi, parlamentonun, siyasi partilerin anlamını yitirdiği bir sistemdir. Saray Rejimi’nde iktidardaki partilerin de, muhalefetteki burjuva partilerin de “ortak” rolleri vardır. Saray Rejimi’nde burjuva partiler, iktidarın uzantısı gibidir.

Saray Rejimi, burjuva hukuk sisteminin “iç savaş hukuku”nu uyguladığı bir rejimdir.

Saray Rejimi, basın üzerinde tam kontrol ve basının kolluk kuvvetlerinin uzantısı hâline getirilmesi demektir.

Saray Rejimi, her türlü direnişin baskı ve şiddetle, iç savaş uygulamaları ile, tüm devlet çarkını karşısında bulması demektir.

Saray Rejimi, ipsiz-sapsız lümpenlerin, uyuşturucu şebekelerinin, katillerin, tecavüzcülerin kolluk kuvvetlerinin organizasyonu ile trol orduları, paramiliter gruplar hâlinde örgütlenmesi demektir.

Saray Rejimi, yargı sisteminin kolluk kuvvetlerinin uzantısı hâline gelmiş olması demektir.

Saray Rejimi, emperyalist efendilere bağımlılığın, “tetikçilik” hâline getirilmesi, NATO mekanizmalarının tüm sistemi kontrol altına alması demektir.

Saray Rejimi, burjuva diktatörlüğün olağanüstü örgütlenmesi demektir.

Günümüz kapitalist sisteminin burjuva devleti, burjuva diktatörlüğü, tekelci polis devletidir ve bizdeki saray rejimi, bu devletin olağanüstü örgütlenmesidir.

Saray Rejimi, hem Kürt Devrimi’ni boğmak için olağanüstü bir savaş yürütmektedir, hem de Batı’da, Gezi Direnişi ile başlayan direnişi bastırmak için hareket etmektedir.

Saray Rejimi, emperyalist efendilerin, NATO’nun, ABD’nin tetikçisidir. Bu tetikçilik, içeride Kürt Devrimi’ni ve işçi sınıfının direnişini bastırmaya çalışma ile atbaşı gitmektedir.

İçeride ve dışarıda savaş budur.

Bunları unutarak Saray Rejimi’ne karşı mücadele edilemez.

Bugün, yerel seçimlerin ardından, Erdoğan ve Özgür Özel arasında 2 Mayıs 2024’te ilk ziyaretle başlayan, adına “yumuşama” ya da “normalleşme” dedikleri süreç gerçekte bu “içeride ve dışarıda savaş” politikasının devamıdır.

CHP, 2023 Mayıs seçimlerindeki uzlaşma gereği, seçimleri meşrulaştırmak için iş görmektedir.

CHP, belediyeler eli ile, Saray’ın sadaka politikasını devam ettirmekle görevlendirilmiştir.

CHP, Kürt hareketini ve sol hareketi yerine çakılı hâle getirmek, düzenle bağlarını sağlamak üzere iş görmektedir.

CHP, 2023 Mayıs seçimlerinden bu yana, tek bir kere dahi, “parlamenter demokrasi” sözünü bile etmemektedir. Evet, onların “parlamenter demokrasi” vaadi bir aldatmaca idi, öyledir de. Ama artık bunu ağızlarına bile almıyorlar.

Bu program, Saray Rejimi’ni güçlendirme programıdır.

Saray, gerilim politikaları ile, %30’u kendine bağlama politikaları ile, seçim süreçlerini yönetmeyi denemiştir.

Ama bu politika seçim konusunda bile iflas etmiştir. Bu nedenle her seçimde hile yapmaktadırlar ve meşru değildirler.

Oysa şimdi, iş daha da ilerlemiştir.

Şimdi bir savaş hazırlığı söz konusudur.

2023 Mayıs seçimlerinden bu yana; (a) ekonomi bir alacaklılar konsorsiyumuna devredilmiştir, (b) bir savaş kabinesi kurulmuştur.

İsrail’in Filistin halkına karşı uyguladığı soykırım için kurmuş olduğu savaş kabinesinden önce, NATO denetimli bir savaş kabinesi Türkiye’de kurulmuştur.

Bu nedenle, Saray bugün daha geniş bir meşruiyet peşindedir. Bu nedenle, CHP göreve çağrılmıştır. CHP, bir yandan muhalifmiş gibi yaparak, diğer yandan Saray’ı meşrulaştırmak işini yapmaktadır. Bu iki işi birlikte yapmaktadırlar. Sadece Saray’a destek vermesi işe yaramaz, inandırıcı olmaz. Bu nedenle, ikili bir görevi yerine getirmektedir. Böylece, kitlelerin Saray Rejimi’ne, sürmekte olan düzene karşı direnişlerini, düzen kanalları içine hapsetmeye çalışmaktadır.

Öyle %50’yi bloke ederek savaş hazırlıkları yapılamaz. Bu nedenle, Saray Rejimi, işçilerin, öğrencilerin, kadınların direnişini durdurmak için yollar aramaktadır. Denilebilir ki, durumun ciddiyetini görmektedirler. Çünkü savaş hazırlıkları yürütmektedirler.

Eğer, Filistin direnişi ve ardından gelişen süreç olmamış olsaydı, belki bu savaş çoktan sahneye konmuş olacaktı.

Yerel seçimlerin hemen ardından, adına “yumuşama”, adına “normalleşme” denilen bir süreç ortaya konmaya başlandı. Sanki Erdoğan, iki olumlu söz söylerse, hem Kürtlere karşı hem de işçi hareketine karşı “yumuşamış” olacaktı.

Ama bu, durumun gerçekliği ile uyuşmuyor. Ve bugünlerde, egemenin her politikası, birkaç ay içinde deşifre oluyor.

DEM Parti’nin kazandığı belediyelere “kayyum” atanmayacağı konusunda Erdoğan tarafından DEM Parti’ye verilen sözler, bizzat DEM Parti tarafından da ciddiye alınmıştı.

Oysa daha seçimlerin tazeliği korunurken, “kayyum” politikası devreye sokuldu.

Anlaşılan, bu konuda daha temkinli bir politika yürütmek niyetindedirler.

Önce 1 belediye ile başladılar. Savunuları şudur: DEM Parti de “suç”a bulaşmamış adaylar koysaydı. Bu, liberal sol tarafından da gizli gizli söylenmektedir. Oysa bu, Saray Rejimi’ni anlamamaktır. Saray Rejimi, bir anda, en temiz kişiyi dünyanın en suçlusu ilan edebilecek bir rejimdir. Bu, ülkemizin tanınmış kişileri için de açık olmalıdır. Kendilerine “aydın” diyenler, bir günde suçlu ilan edilebileceklerini gayet iyi bilmektedirler. Bu nedenle, dillerini bükmekte, sürekli “devlete” bağlılıklarını ilan etmektedirler.

“Kayyum” politikası, açık olarak yerel seçimlerin sonuçlarının da tanınmadığının kanıtıdır. Hile yetmiyor ve devreye “kayyum” giriyor.

Rejimin kendisi de öyledir.

Efendiler, emperyalist merkezler, uluslararası tekeller, Türkiye ekonomisine bir “kayyum” atamışlardır. Mehmet Şimşek bir memurdur.

Artık, Saray’ın her yeni politikasına “bir umut, yumuşuyoruz, normalleşiyoruz” diye bakanların Saray ile bağlı olduklarını kavramak gerekir.

Biz devrimciler, işçi sınıfının, kadınların, gençlerin direnişini önlemek için Saray’ın hamlelerini boşa çıkartmakla görevliyiz. Halkı uyanık olmaya çağırmalı, her politikalarını deşifre etmeliyiz. İşçi ve emekçilere gerçeği söyleme sorumluluğu, en asgarî devrimci sorumluluktur. Bu direnişleri önemsiz ve küçük görme anlayışını, nereden gelirse gelsin, Saray’a hizmet eden bir anlayış olarak görüyoruz.

Evet, işçilerin, öğrencilerin, kadınların direnişi, daha çok yol almak, gelişmek, büyümek ve daha örgütlü hâle gelmek zorundadır. Evet, daha alınacak çok yol vardır. Ama kimsenin bu direnişi, en küçük bir biçimde küçümsemesini affedilmez olarak görüyoruz.

Devrimciler, Saray’dan gelecek “müjdeli” haberlerle, CHP’den gelecek açıklamalarla kitlelerin aldatılmasına karşı açık ve net bir tutum almak zorundadırlar.

ABD hegemonyası çözülürken… Devrimci kalkışmanın olanakları artıyor

Biz, Kaldıraç Hareketi olarak, bir paylaşım savaşımına, 5 emperyalist gücün dünyayı yeniden paylaşma savaşımına uzun süredir dikkat çekiyoruz. Bu elbette bir dünya savaşı da demek oluyor. Bu nedenle, birçok dostumuz, kuşkunuz olmasın hâlâ dostlarımızdırlar, bize, birden çok kere “hani savaş nerede, abartıyorsunuz” diye uyarılarda bulunmuşlardır. Elbette konunun iki yönü var; birincisi, savaşı evinde görmediğin zaman savaş yokmuş gibi düşünmek bir büyük hatadır. İkincisi, savaşın, 21. yüzyılda ya da başka bir zaman diliminde, düz bir yol izleyeceğini düşünmek bir yanılgı olur.

Bugün, Haziran 2024 itibari ile, artık, savaşın gerçekliği, hemen her duyarlı insanın (sadece devrimcilerin değil) gündemine girmiş durumdadır.

Bu nedenle, bugünkü durumu bir kere daha ele almak, belki dikkatini geleceğe vermiş olanlar için ilgi çekici bulunabilir. Zira epeyce tartışacak konu var.

Yugoslavya’nın, Avrupa’nın göbeğinde parçalanarak bölüşülmesi, ABD’nin Afganistan işgali, ardından Irak işgali, ardından Libya’nın dağıtılması deyim uygun düşerse, savaşın önceki evresi sayılabilir.

Çünkü Suriye savaşı ile birlikte, yani 2011 yılı demek oluyor, durum değişmişti. Rusya sahaya inmişti ve artık savaş daha farklı bir yol izleyecek gibi duruyordu.

Paylaşım savaşımını temelleyen gelişmeler iki yönden ele alınabilir. Birincisi, ABD hegemonyasının çözülmeye başlamasıdır. Bu aynı zamanda, hikâyenin öbür ucundan, diğer 4 emperyalist güç başta olmak üzere, diğer emperyalist Batı güçlerinin, ABD hegemonyasını zorlamaya başlaması da demek oluyor. Almanya ve Japonya, ekonomik gelişim yolunda, üstelik askerî sanayileri önde olmaksızın, ABD ekonomisini zorlamaya başlamışlardı. 1971 krizi, ardından petro-dolar sisteminin kurulması, aslında G7 içindeki güçlerin ABD’nin karşılıksız dolar basmasına ve bunun sonuçlarına tepkilerini durdurmadı. Özellikle Almanya ve Japonya, İkinci Dünya Savaşı’nın yenik güçleri olarak, askerî açıdan kontrol altında olsalar da, ekonomik olarak hızlı bir gelişme yakalamışlardı. Bu durum ABD ekonomisini zorluyordu. Bu da ABD hegemonyasının içten içe çözüldüğünü gösteriyordu. IMF, Dünya Bankası, NATO vb. gibi örgütler, ABD kontrolünü hâlâ ayakta tutmakta etkili olsalar da, durum buydu. 1990’ın başında, ikinci etken diyeceğimiz bir gelişme yaşandı, SSCB çözüldü. Bu durum, başında ABD’nin bulunduğu anti-komünist dünya emperyalist sistem örgütlenmesinin bir açıdan zaferi olarak sunuldu, ama aynı anda, emperyalistler arasındaki paylaşım savaşımını da hızlandırıcı bir rol oynadı. Yugoslavya örneği tam da bunu anlatır. Tüm G7 ülkeleri, pastadan uygun paylar aldılar. Doğu Avrupa’nın “halk demokrasi”leri, “özgür kapitalist dünya”nın parçası olarak paylaşıldılar. Tüm iradeleri ellerinden alındı. Ama bu irade kaybı, NATO iradesine boyun eğmek olarak ele alındığından, çok da tartışılmadı. Ta ki Ukrayna krizine kadar.

Suriye savaşı, ardından Ukrayna’nın 2014’te bir darbe ile ABD kuklası hâline getirilmesi, savaşın gelişim yollarını da değiştirdi. Suriye sahasına, emperyalist güçler, daha çok da ABD adına tetikçiler devreye sokuldu. Buna “vekâlet savaşları” da denildi. Suriye, pandoranın kutusunun açılması anlamına da geliyordu. Suriye’yi, Rusya’nın sahaya inmesini takiben, Ukrayna izledi. Ve bu ikisi arasındaki bağ, sanıldığından çok daha güçlüdür.

Bu arada ise, iki kayda değer gelişme unutulmamalıdır.

İlki, Çin’in, 2004 başlangıç olarak alınırsa, dünya pazarındaki rolünün değişmeye başlamasıdır. Çin, “dünyanın fabrikası” idi. Hâlâ da dünyanın fabrikası olarak kalacak olsa idi, Batı emperyalist sistemi, küresel sermaye bunda bir sorun görmezdi. Ama 2000’lerin başında, biz 2004 diyelim, Çin, kendi markaları ile pazara girmeye karar verdi.

Konunun anlaşılması için bir hatırlatma yerinde olur. Boeing şirketi, üretimi büyük ölçüde Çin’e kaydırmıştı. 1990’ların ortalarında, CIA yetkilisi bir kişi, Boeing’in CEO’suna, Boeing’in üretimini Çin’e kaydırmasının doğuracağı güvenlik tehlikeleri hakkında bir mektup yazmıştı. Mektup, Çin’in Boeing’i kopyalaması tehlikesine dikkat çekiyordu. CEO, bu mektuba yanıtında, CIA yetkilisi ile dalga geçer ve bu noktanın çoktan aşılmış olduğunu söyler (“21. Yüzyıl ve Kapitalist-Emperyalizm” çalışmasına bakabilirsiniz). Aslında Çin, mesela Apple’ın ana üretim üssü olmaya devam edebilirdi, iyi ama Çin, Huawei ya da başka telefonları ya da diğer alanlardaki kendi teknolojisini pazara sürmeye kalktı. İşte bu durum, Batı sermayesini, uluslararası tekelleri çok rahatsız etti. Yani mesele, Çin’in ve diğer Uzak Asya ülkelerinin dünyanın fabrikası hâline gelmesi değildi. Tersine sorun, Çin’in pazara girmesi idi.

Ve buna ek olarak, 2008’de, büyük bir ekonomik kriz ortaya çıktı. Kriz, önceleri “finansal alanda kriz” olarak ele alındı. Ama mesele daha da derindeydi. Ve birkaç sene sonra, durum daha net anlaşılmaya başlandı.

Bu iki gelişme paylaşım savaşımına eklenmelidir. Zira fiiliyatta eklenmiştir. Bunlar olmadan, durumun ciddiyeti, boyutları anlaşılamaz.

İşte, Suriye ve Ukrayna savaşları, bu iki gelişmeyi de hesaba katarak ele alınmalıdır.

ABD, savaş stratejisini yeniden yapılandırdı. Obama dönemine denk gelir dersek yanlış olmaz. Gel ki, böylesi gelişmeleri, ne kesin bir tarihe, ne de kişilere göre dönemlemek çok zordur. Ama ABD, bir yerden sonra, durumu gözden geçirdi ve yeni bir yol bulmaya başladı.

Bu yeni yol, Rusya ve Çin’i düşman ilan ederek, diğer emperyalist güçleri birleştirmekti. Böylece, aralarında savaşa tutuşmuş emperyalist güçleri yeniden kendi hegemonyasına ikna etmiş olacaktı.

Daha öncesinde de ABD, kendi eli ile Sovyetler’i kuşatma siyaseti içinde geliştirdiği radikal İslamî kesimleri, “ortak düşman” olarak öne sürmüştü. Ortak düşman, Batı’yı birleştirmenin, ABD şemsiyesi altına almanın önemli bir aracı idi. Ama İslamî radikalizmin nasıl doğduğu ve geliştiği, nihayetinde diğer emperyalist güçler için de sır değildi.

Oysa Rusya ve Çin, ortak düşman olarak daha etkili olabilirdi. Suriye savaşı bunun için yeterli değildi.

Ukrayna böyle tezgâhlandı.

Ukrayna rejimi, kendi topraklarını yok yere bir savaş sahası hâline sokacak kadar ABD kuklası olmuştu. Ve ardından gördük ki, tüm Doğu Avrupa ülkeleri ya da bunların çoğunluğu, bağımsız bir devlet iradesine sahip değildi, değildir.

ABD, bir yandan Çin’in ekonomik yükselişini durdurmanın tek yolunun kendileri olduğunu Batılı ortaklarına anlatmakta zorluk çekmedi. Öte yandan ise, Ukrayna’da sahneye konan oyun, tüm Avrupa’nın denetimi, neredeyse bir çeşit işgali için büyük bir olanak olarak ortaya çıktı. Avrupa, artık ABD iradesi altına girmişti. Ukrayna savaşında ABD’nin ilk günlerde netleşen kazancı bu oldu. Ve bu durumun, ABD ekonomisine krizi aşmak konusunda büyük yardımları olacağı varsayıldı.

Kabaca, dünyanın efendileri, en azından kendilerini öyle gören Batılı emperyalist güçler, Çin ve Rusya’yı, (a) önce birbirinden koparmak, (b) her ikisini de sömürge hâline getirmek niyetleri ile bir araya geldiler. Alman Şansölyesi, Avrupa’yı kastederek “biz Rusya ile başa çıkmalıyız ki, ABD Çin’i hâlledebilsin” yolunda cümleler kurdu.

İşte şimdi, bu savaşın neresinde olduğumuzu tartışmak mümkündür.

1

Çin, 2003 yılında, dünyanın 500 büyük firması listesinde tek bir firması bile yer almayan bir ülke idi. Bugün, dünyanın 500 büyük firması arsında en fazla firması bulunan ülkedir.

Çin, birçok alanda, henüz tüm alanlarda olmasa da çoğu alanda, teknolojik olarak da ABD’yi ve diğer Batılı güçleri geride bırakmıştır. Satın alma gücü paritesi açısından dünyanın en büyük ülkesidir.

ABD’nin tüm yaptırım vb. oyunlarına rağmen, Çin, hâlâ büyümeyi sürdürmektedir.

Çin, bu süre içinde, “kuşak yol” projesi ile, Batı’nın birçok önlemini geride bırakacak hamleler yapmaktadır. Ukrayna, Suriye vb. savaşlar, aslında biraz da bu “kuşak yol” projesini önlemeye dönüktür. Esas olan bu olmasa da, bu da içindedir.

Bugünlerde Çin, mesela elektrikli araç pazarında, açık ara liderdir ve kendi markaları sektörün öncülerindendir.

Tüm tehditlere rağmen, Çin ile Rusya arasındaki “dostluk” bozulmamaktadır. Bu nedenle ABD, Çin’e karşı Tayvan üzerinden saldırgan bir politika izlemektedir ve bu politikasını daha da aktifleştirmektedir. Bu amaçla, Filipinler başta olmak üzere Güney Kore, Avustralya gibi ülkeler üzerinden, Çin’i engellemeye çalışmaktadır.

Mayıs sonunda Çin Savunma Bakanı ile görüşen ABD Savunma Bakanı, diplomatik üslubu ayaklar altına alarak, maskesini indirerek, anlaşamadıklarını, “tek çıkışın savaş” olduğunu ilan etmiştir. Elbette ABD’den “tek bir Çin” politikasına bağlı oldukları yollu açıklamalar da gelebilmektedir. Ama savaş planları daha yenidir ve açıktır.

Özetle, tüm engellemelere rağmen, Çin’in dünya pazarındaki etkinliği artmaktadır ve teknolojik olarak da Batı ülkelerinin bir hayli önündedir. Bu durumda ABD’nin Çin’i durdurmak için savaş kundakçılığı yapması, önümüzdeki dönem de tırmanarak sürecektir.

2

Rusya, Ukrayna’da zorlu bir çatışmanın içine çekilmiştir. ABD, bu yolla, Rusya ile Avrupa arasındaki her türlü, ekonomik, siyasal, kültürel vb. işbirliğini engellemekte büyük aşamalar kaydetmiştir. Buna rağmen, Rusya’nın adına “özel askerî operasyon” dediği savaş, giderek Batı için bir çıkmaz hâline gelmektedir.

Rusya, sanıldığı gibi, izole olmamıştır. Elbette bu konuda Çin ile ortak politikalar geliştirmesi, önemli bir durumdur. Ama aynı zamanda, dünyanın her ülkesinde olmasa da, NATO ülkeleri dışındaki her ülkesinde, ilişkilerini geliştirmiştir. Rusya izole edilememiştir. ABD ve NATO politikaları işe yaramamıştır. En azından bugün durum budur. Dahası, bugün birçok ülkede Rusya ile ilişkiler daha canlı hâle gelmektedir.

St. Petersburg (Leningrad) Forumu, 2024 yılında büyük bir ilgi odağı olmuştur. O kadar ki, “izole olmak” bu ise, olmamak nedir bilinebilir değildir.

Rusya bu forumda, “Kuzey Deniz Yolu”nu tartışmaya açmıştır. Öyle anlaşılıyor ki, Süveyş Kanalı’na alternatif bir yol ortaya çıkmış gibidir ve bu yolun, tüm Latin Amerika’ya ulaşımı en az 2 hafta daha kısaltacağı söylenmektedir. Ve yolun açılması için, 5 yıllık bir süre öngörülmektedir.

Askerî açıdan ABD ve Batı, savaşı daha da yoğunlaştırmak istemektedir. Ukrayna’nın savaşı sivil halka doğru evriltmesi, aslında Rusya için zorlayıcı olmaya devam etmektedir. Ukrayna’ya dönük özel askerî operasyonu zorlu hâle getiren bir konu, Rusya’nın, kendi halkının bir parçası ya da kardeşi olarak gördüğü Ukrayna halkına zarar vermeme, belki bir yere kadar da altyapıyı tahrip etmeme isteğidir. Bu, savaşı uzatmaktadır. Ama aynı zamanda, İsrail’in Gazze’de ortaya koyduğu gibi bir soykırımın da olmaması için bir çaba verildiğinin de işaretidir. Savaşın uzaması, başlangıçta Batı için “olumlu” olarak görülüyordu. Ama bugün, savaşın uzaması Batı için işi zorlaştırıcı bir hâle gelmiştir. Belki de bu durum, Rusya’nın isteklerinden de biridir. Savaşın ilk günlerinde, aylarında, Rusya’nın Ukrayna’yı yenemediğini söyleyen “uzman”lar, şimdilerde farklı konuşmaktadır.

Oysa Ukrayna’da, Rusya ve NATO savaşı söz konusudur.

Rus ekonomisi, değil küçülmek, Dünya Bankası raporlarına göre, satın alma gücü paritesi açısından, dünyanın 4. ülkesi hâline gelmiştir, yani Almanya ve Japonya’yı geride bırakmıştır. Elbette bu, tek başına büyük bir olay değildir ama Batı’nın akıl almaz yaptırımlarının çok da işe yaramadığının kanıtıdır.

Rusya, bu süre içinde, “deprivitasyon” adı verilen, yeni bir çeşit kamulaştırma sürecini de başlatmıştır. Bu elbette ki sosyalist bir ekonominin kurulması anlamına gelmiyor. Hayır, sadece, özelleştirme süreçlerinin sonunun geldiğinin ve tersine bir eğilimin nesnel bir zorunluluk hâline geldiğinin kanıtıdır. Putin, açık olarak, bunun Sovyetler’in geri getirilmesi demek olmadığını ilan etmektedir. Zaten Sovyetler böyle geri gelmez. Devrim olmadan, sosyalizm yeniden ayağa kalkmaz.

3

Bugün, BRICS ülkeleri, sayıları 11 olsa gerek, G7 ülkelerinden daha büyük bir ekonomik yapıdır. Bildiğimiz kadarı ile, 59 ülke BRICS üyesi olmak için sıradadır. Ve BRICS, bugüne kadar bir hegemonya üzerine dayalı bir gelişimi ifade etmemektedir. Ama BRICS, ülkelerin bağımsız bir varlık olarak davranma eğilimlerini güçlendirmekte, Batı emperyalizmine karşı durma eğiliminde bir ivme yaratmaktadır.

Çin ve Rusya, birlikte yeni bir uluslararası ödeme sistemi üzerinde çalıştıklarını ilan etmiştir. Bu durum, doların egemenlik alanının daralması da demektir. Zaten hâlihazırda BRICS içinde, doların egemenlik alanı daralmış durumdadır.

Avrasya Ekonomik Birliği ile, Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği arasında ekonomik ilişkilerin gelişmekte olduğu, bu konuda yeni adımların atılmaya başlandığı da biliniyor. Bu iki birlik arasında serbest ticaret anlaşmasının imzalanması için hazırlıklar yapıldığı biliniyor. Konu, son Petersburg Forumu’nda ele alınmıştır.

Tüm bu gelişmeler, fiilî olarak dünyada “tek kutuplu”, ABD hegemonyasına dayalı dünyanın bittiğinin işareti olarak ele alınabilir. Sanırım bu abartı olmaz.

Buna Afrika’daki gelişmeleri de eklemek mümkündür.

4

Tüm bunları ABD hegemonyasının çöküşünün engellenemediğinin kanıtı olarak ele almak mümkündür.

ABD, ekonomik krizi sömürge ülkelere, hattâ Avrupa’ya ihraç etmekte başarılıdır. Doların egemenlik alanı, buna olanak tanımaktadır. Tek başına bu da değil, ama hâlâ Batı’da doların egemenlik alanı, bir hayli gelişkindir.

ABD ekonomisinde bir toparlanmadan söz edilmektedir. Ancak bu daha çok silah sanayiinin gelişimine de dayanmaktadır. Karakteristik özelliği savaş sanayii olan ABD ekonomisi, bu açıdan, bugün bir avantaja sahip gibidir. Ama bu durum, krizin aşıldığı anlamına gelmiyor. Tersine, ABD ekonomisinin daha da dibe doğru gittiğinin de kanıtıdır. ABD, dünyanın en borçlu ülkesidir ve bu durum sürdürülebilir midir? Bu soruya “evet sürdürülebilirdir” demek kolay değildir. Bu nedenle, ABD dünyanın her yerinde savaş politikalarına daha fazla yüklenmektedir.

ABD seçimlerinin sonuçları da bu durumu değiştirmeyecektir. Kazanan kim olursa olsun, ABD dış politikası ve onun savaşa dayalı hâli ortadan kalkmayacaktır.

Bu nedenle ABD, bugün Filistin’de İsrail’in soykırım politikasının başlıca savunucusudur. Bu politika, Filistin halkını Ortadoğu’nun “yerli”leri, Kızılderilileri olarak gören bir politikadır ve ABD için Kürtler de Ortadoğu’nun Afrika kökenli Amerikalılarıdır. Elbette bu, onların bakışıdır. Halkların imhası politikası, ABD ve NATO’dan bağımsız ele alınamaz, düşünülemez.

ABD, dünyada bugüne kadar tek nükleer silah kullanan ülkedir. Ukrayna da dâhil birçok ülkede seyreltilmiş uranyum kullanmaya devam etmektedirler ve bu konuda İngiliz emperyalizmi ile yarışmaktadır; ortaktırlar ve yarış içindedirler.

ABD, 21. yüzyılın dünya savaşını organize etmeyi çözüm olarak görmektedir. Kendi hegemonyasını korumak, ABD’nin esas hedefidir. Bu amaçla Avrupa’yı savaş alanı hâline getirmek üzere planlar yapmaktadır.

Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında ABD, kendi topraklarında savaş yürütmemiştir. Bugün de aynı yolu izlemek istiyor. Ama dünyanın durumu, silahların gelişmişliği, buna izin vermeyecek ölçüdedir.

Tam bu noktada, ABD’de gelişecek bir iç savaşın çok uzak bir ihtimal olmadığı da hesaba katılmalıdır.

5

İngiltere, bu savaş politikalarında, yer yer ABD’den de daha histerik tutumlar almaktadır. Dünyanın eski sahibi pozu ile, bir sonraki sahibi olmayı hedefliyor olması mümkündür. The Great Reset, yani yeni dünya düzeni, bu açıdan İngiltere’nin üzerinde aktif çalıştığı bir konudur. 1945 sonrası kurulan yeni dünya düzeni, IMF’si, Dünya Bankası, dolara dayalı sistemi, hattâ NATO’su ile ömrünün sonuna yaklaşmaktadır. İngiltere, İngiliz sömürgeciliğinin birikimi ile bir sonraki dünya düzeninin önemli bir aktörü olmaya heveslidir. Bu konudaki ihtirası, saldırganlığını beslemektedir.

İngiltere’nin ekonomik gücü, bu konuda bir “umut” vermemektedir ama sömürgecilik deneyimi küçümsenecek gibi değildir. Bu nedenle ABD’nin gönüllü kışkırtıcısı olmayı görev edinmiş durumdadır.

İngiliz ekonomisi, eğer Londra’nın finans piyasalarındaki rolü bir yana bırakılırsa, çok da avantaj olarak ele alınamaz. Ama finans piyasalarındaki konumu, hareket sahasını bir hayli artırmaktadır. Hele ki mevcut uluslararası kapitalist sistemin finansal piyasaları öne çıkartmış olması düşünülürse, bu bir avantaj olarak ele alınabilir. Finansal sermayenin daha saldırgan tutum alması da, her zaman sanayi sermayesinden daha olanaklıdır.

Bugün İngiltere, daha çok ABD’nin arkasına takılmış gibi görünse de, kapı arkasında ABD’nin savaş kışkırtıcılığında önemli bir partneridir.

6

Avrupa ekonomisinin motoru Alman ekonomisidir, dersek, sanırım hata yapmayız. Ama bugün Almanya, daha çok ABD politikalarına boyun eğmiş durumdadır. Fransa da benzer durumdadır. Ancak Fransa’nın siyasal olarak daha aktif olma durumu vardır. Bunun bir nedeni, Rothschild hanedanlığı olarak ele alınabilir. Özellikle bugünkü Macron yönetiminin, bir sürü anayasa ihlalini göze alarak uyguladığı politikalar, aslında bu Rothschild bankerliğinin saldırganlığı ile bağlantılıdır. Ayrıca, Fransa, Almanya gibi, İkinci Dünya Savaşı sonunda mağlup ülkelerden biri değildir ve bu nedenle askerî sanayii ve ordusu üzerinde ABD etkisi daha az egemendir.

Ama bu, durumu kaale alınır biçimde, anlamlı bir farklılık yaratacak biçimde etkilememektedir, Almanya ve Fransa, ABD politikalarına boyun eğmiş durumdadır.

Alman ekonomisi, sanayileşmenin ileri safhasında olmasına rağmen, Ukrayna savaşı ile birlikte ABD’ye teslim olan politikalar sayesinde, Alman kimya sanayiinin liderlerinin ifade ettiği gibi “deindustrializasyon” sürecine girmiştir. Alman endüstrisi irtifa kaybetmektedir, diye kaydedebiliriz. Bunu hemen her sanayi alanında görmek mümkündür.

Yeşiller partisinin Nazi partisi hâline gelmesi, AfD ile yarışır pozisyona girmesi, aslında Almanya’da savaş çığırtkanlığını beslemektedir. Ama bu durum, ekonomik açıdan büyük maliyetler de demektir. Şimdiden Alman ekonomisi bir hayli irtifa kaybetmiştir.

Bu durum, aslında 2008 krizinin ardından, ABD’de ortaya konan senaryolarda, Avrupa’nın yarımdan daha düşük bir güç olarak ele alınması ile de örtüşmektedir. Yani, tüm Avrupa, ABD savaş senaryolarında, yarımdan da küçük bir güç olarak ele alınmaktadır.

Rusya’ya ve Çin’e karşı yaptırımlar, Alman ekonomisini doğrudan vurmaktadır. Bir yandan artan enerji maliyetleri Alman ekonomisini vururken, diğer yandan Rusya ve Ukrayna pazarının kaybedilmesi, Almanya için büyük bir kayıp hâline gelmiştir. Bu nedenle, Alman endüstrisi, Rusya’ya yaptırımları delmek için, birçok dolaylı yola başvurmaktadır.

Böylece kapitalist sistemi sarmış olan ekonomik kriz, Avrupa’da daha şiddetli hissedilmektedir.

Alman sanayiinin, savaş sanayiine dönük eğilimleri, bu alanda gelişme yolları araması, ABD’de olduğu gibi sonuçlar doğurmaktan da bir hayli uzaktır. Öte yandan Avrupa, savaş alanı hâline gelmeye çok yakındır. Avrupa, başta Almanya ve Fransa olmak üzere, savaşı kendi topraklarından uzak tutma becerisine, hiç ama hiç sahip değildir. Zira kendilerine ait bir politikaları olduğu, hele hele Almanya için bu tamamen doğrudur, söylenemez.

7

Tüm bunlar, NATO ve Batı emperyalizminin, savaş politikalarına daha da yükleneceğinin kanıtları olarak ele alınabilir. Ancak bu savaş politikalarının onları kurtaracağı söylenemez, bu gerçeklikten uzaktır.

Böyle olunca, savaş, savaşın içindeki her ülkede bir iç savaş olarak ortaya çıkma eğilimindedir. Bunun hangi boyutlarda olduğu ayrı bir tartışma konusudur. Ama her birini etkileyeceği ise açıktır.

Filistin halkına karşı İsrail eli ile yürütülen soykırım, tüm dünyada ciddi protestolarla karşılanmaktadır. ABD’de başlayan öğrenci eylemleri, okulların kapanmasına kadar, tüm Batı dünyasını sarmıştır.

Bu gösteriler karşısında, ister İngiltere, ister Almanya, ister Fransa, ister ABD ele alınsın, devletlerin tutumu, iç savaş hukukunun devreye sokulduğunun kanıtıdır. Anlı şanlı “demokrasi beşiği” olarak anılan ülkeler, tüm maskelerini indirerek, birer tekelci polis devleti olarak ortaya çıkmaktadırlar. Her biri, dün NATO mekanizmaları içinde besledikleri Nazi artıklarını yeniden açık olarak sahaya sürmeye başlamışlardır. Ve elbette ki buna karşı, bu ülkelerdeki işçi sınıfının, emekçilerin direnişi de ortaya çıkmaktadır, daha da çıkacaktır.

Dünyanın sadece metropollerinde, gelişmiş ülkelerinde değil, sadece emperyalist ülkelerinde değil ama her yerinde kitlesel eylemler gelişmektedir ve daha da gelişecektir.

Bazı sömürge ülkelerde halk, mevcut iktidarlara karşı ciddi eylemlere kalkışmaktadır. Henüz, bu ülkelerde kalıcı bir zaferden söz edemeyiz. Bu kitle eylemleri hâlâ örgütsüzdür. Ama dün Seattle’da başlamış olan gösterilerden oldukça farklı bir süreçtir bu. Eylemler, kitlesel direnişler, kendiliğinden patlamalarla ortaya çıksa da, giderek içlerinde örgütlülük nüvelerini geliştirmektedirler. Postmodern anlayış, kapitalizmi daha yaşanır bir sisteme dönüştürme hayallerini pompalayanlar, bu kitlesel hareketlerin gelişimini elbette anlamaktan uzaktırlar. Onlar sınıf savaşımının bir çeşit bittiğini ilan eden liberallerin kuyruğuna o kadar takılmışlardır ki, olup biteni görme yeteneklerini de kaybetmişlerdir.

Tüm dünyada bir devrimci kabarışın, daha çok örgütsüz olsa da ilk göstergeleridir bunlar.

Dünya devrime, bir sosyalist kalkışmaya gebe hâle gelmektedir. Bu nedenle, dünyanın her yerinde burjuva devletler, biz bunlara tekelci polis devleti diyoruz, iç savaş hazırlıklarına yönelmiştir. Bugün, hemen hepsinde bir düzeyde, az ya da çok, iç savaş hukuku devreye sokulmuştur. Kendi yasalarını ellerinin tersi ile itmektedirler. Evet, onlarda, bizdeki gibi olağanüstü devlet örgütlenmeleri, henüz gelişmemiştir. Ama eğilim bu yöndedir.

Elbette, dünya proletaryasının buna tepkileri de gelecektir.

Öte yandan bir sosyalist devrim dalgası olmadan savaşa son vermenin olanağı da yoktur. Rusya ve Çin’in direnişi, sosyalist dönüşüm demek değildir. Burada yanılgıya düşmemek gerekir. Çözülen ABD hegemonyası, devrimci atılımlar için eşsiz bir olanak da demektir. Ama bunun gerçekleşmesi, proletaryanın, muhtemelen Rusya ve Çin dışında bir sosyalist başkaldırısı ile mümkün olacaktır.

Elbette hiç kimseye devrimin yarın olacağını söylemiyoruz. Yine hiç kimse sözlerimizden, devrimci kalkışmanın sorunsuz ve kolay olacağını söylediğimiz sonucunu çıkartmasın. Bunu söylemiyoruz. Tersine, devrimci kalkışmanın olanaklarının arttığını söylüyoruz. Elbette, bu devrimci sosyalist başkaldırı, ancak devrimci örgütlenme ile gerçekleşir. İşçi sınıfının devrimcileşmesi dışında bir zafer olanaklı olmaz. Ancak bunun olanakları, düne göre çok daha fazladır.

Elbette, görmek isteyen gözler için, görmeye cesareti olanlar için.

Savaşın yıkıntıları arasından devrimci doğuşun olanakları da yükselmektedir.

Saray Rejimi’ne karşı direniş, Birleşik Emek Cephesi

Bir yıl önce genel seçimler, gayrimeşru seçimler ve birkaç ay önce yerel seçimler yapıldı. Biz, bu seçimlerin öncesinde, uluslararası sermayenin, ülke ekonomisine doğrudan el koyduğunu söylüyoruz. Gelişmeler bizi doğruluyor.

Bu geniş bir anlaşmadır. Bir yandan ekonominin yönetimine “alacaklı” sıfatı ile el koyuyorlar. Diğer yandan bir savaş kabinesi oluşturuyorlar. Seçim sonrasında Saray Rejimi’ne bir “savaş kabinesi” değişimi yapılmıştır. Bu yeni düzenlemedir. CHP’li belediyeler, her biri anlamında değil, genel olarak bu savaş düzeninin sonucudur.

Efendiler, egemenleri tetikçi olarak bir savaşa sürmek istiyorlar. Elbette TC egemenleri, devlet, Saray Rejimi bu konuda çok histerik isteklere de sahiptir. Bir yandan Kürt adına ne varsa yok etmek istiyorlar, diğer yandan da Kerkük-Musul-Suriye toprakları üzerinden hayaller kuruyorlar.

Yani, savaş sadece ABD ve NATO’nun isteği değildir; istek oradan geliyor, düzenek öyle kuruluyor ve buna bağlı iç düzenlemeler yapılıyor. Savaş kabinesi dediğimizde anlaşılması gereken budur. Deniz Adalı, hemen seçimlerin ardından, bu durumu kaleme almıştı. Bugün, daha anlaşılır duruyor.

Elbette Ortadoğu’da, hele hele İran’a karşı bir savaşta tetikçi olmak, aslında karşılıklı yıkımı kabul etmek, kendi topraklarını da savaş alanı hâline getirmeyi kabul etmek demektir. İsrail’in Filistin soykırımı savaşı, Filistin cephesinin tüm güç eksikliğine rağmen, öyle kolay zaferler vadetmiyor. Türkiye’nin İran savaşı söz konusu olunca, yıkımın boyutlarını hesaplamak çok zor olmasa gerek.

Yerel seçimlerden bu yana Saray Rejimi, bizim liberallerin alkışlarını alacak, “burjuva demokrat”larımızın “haydi inşallah” diye iç geçirmelerine neden olacak, NATO’cu ve demokrasi sever “aydın”larımızın “ohh nihayet demokrasiye geçeceğiz” demelerine yol açacak şekilde, “yumuşama”dan söz ediyor.

Saray Rejimi’nin iktidar kanadı “yumuşama” diyor. Saray Rejimi’nin muhalefet rolündeki kesimleri ise “normalleşme” demeyi tercih ediyor. Kürt hareketi için Barzanici kesimler “çözerse Erdoğan çözer” sözleri ile yeni ittifak döneminden söz edebiliyor.

Peki bunun nedeni nedir?

Bizim Kaldıraç Hareketi olarak vurgularımız, bu noktada önemsenmelidir. Özetle şöyle diyoruz: “Yumuşama” ya da “normalleşme” dedikleri şeyin asıl nedeni, bazılarının sandığı gibi, “demokratikleşme” falan değildir. Tersine, savaş planlarıdır. Savaş, toplumun bir kesimini kutuplaştırarak yürütülemez. Toplumun diyelim ki %30’unu, %50’sini kutuplaştırma ile, iktidarın savaş politikasına bağladınız, iyi ama bu arada kalanını da savaş karşıtı hâline getirme riskiniz ne olacak? İşte, bu nedenle söylüyoruz, tüm bu “yumuşama” makyajları, sahtekârlıktır.

Saray Rejimi’nden herhangi bir olumluluk, “demokrasi” vb. beklemek, her şey bir yana, bu ülkede yaşayın yaşamayın, “tuhaf” bir hâldir. İnsanın, mesela bir “aydın”ın, bir solcunun, bir devrimcinin, mesela bir Kürt’ün, sıradan bir insanın, bu yalan-dolana inanması için, gerçeklerden kopuk, “çocuk akıllı” olması gerekir. Öyle değil ise, gerçekte Saray Rejimi’nin doğrudan ya da dolaylı savunucusu, görevlisidir.

Saray Rejimi’nden yalan, daha fazla yalan, karanlık, daha fazla karanlık, baskı, daha fazla baskı, tehdit, şantaj vb. dışında bir şey beklemek, olumlu herhangi bir şey beklemek, aslında Saray Rejimi’ni, TC devletini hiç ama hiç anlamamaktır.

Egemen, yani emperyalist efendiler ve onların yerli uşakları, tüm hızla bir savaş politikasını devreye sokmuşlardır ve biz buna “içeride ve dışarıda savaş” diyoruz.

Savaş hukuku uygulanmaktadır ve bunu her gün görüyoruz.

Tüm bu uygulamalar, katliamlar, bombalamalar, tutuklamalar, iç savaş hukukuna uygun yargılamalar, hepsi ama hepsi, bir kişinin “histerik” isteklerinin, Erdoğan’ın kişisel isteklerinin sonucu değildir. Hayır, tüm bunlar bir devlet politikasıdır, tüm bunlar Saray Rejimi’nin organizasyonudur. Öyle geçici şeyler değildir. Yani, bir çeşit ileri-geri hareket demek değildir. Tersine, kalıcı şeylerdir, katı şeylerdir.

Bu nedenle, CHP ve bazı “muhalif” kesimlerin “anayasa” vb. tartışmaları da, gerçekte, savaş politikaları gereği, işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin, kısacası toplumsal muhalefetin tepkisini kontrol altına almak içindir. Yani, Saray Rejimi’nin bitmez tükenmez oyunlarının bir devamıdır. TC devletinde oyunlar bitmez.

İster Kürt hareketi içinde bazı kesimlerin, ister sol ve devrimci hareket içinde bazı kesimlerin, bu manevraları anlama zorunluluğu vardır. Bunu görmemek, aslında, niyetiniz ne olursa olsun, Saray Rejimi’ne karşı mücadeleyi engellemektir.

Saray Rejimi seçimle gitmez.

Buna birinci nokta demeliyiz.

Peki ne ile gider? Mesela fal açarak mı, tanrılara dua ederek mi, emperyalist efendilerin bizi Erdoğan’dan kurtarması yolu ile mi, evinde oturarak mı; ne ile gider?

Bu sorunun da yanıtlanması gerekir.

Saray Rejimi, direnişle gider, devrimci direnişle.

Bunun da yolu açıktır.

Gezi Direnişi’nden bu yana, ülkede, TC devletinin tüm baskı, yalan, tehdit vb. politikalarına rağmen, direniş hiç durmamıştır. Elbette, Gezi’deki tarzında sürmemiştir, zaten süremez de. Ama ülkenin her yerinde, işçilerin, emekçilerin, kadınların, gençlerin vb. direnişi sürmektedir. Yerel direnişler, ister az sayıdaki insanla, ister daha büyük kalabalıklarla ortaya çıkmış olsun, sürmektedir.

Saray Rejimi, TC devleti, emperyalist efendiler vb. nasıl bir düşman cephe olarak analiz ediliyorsa, buna karşı direnişler de, ne denli size zayıf görünürse görünsün, analiz edilmek zorundadır. Hattâ dikkat noktası buraya kaydırılmalıdır, diye vurgulamamızın nedeni de budur.

Evet, direnişler sürmektedir, yerel, daha dar kapsamlı ama belli bir süreklilikle bu direnişler sürmektedir.

Direnişler, daha çok kendiliğinden karakterdedir, daha az örgütlüdür. Bu, bugünkü direnişlerin gerçeğidir. Örgütlülüğü zayıftır ve bu nedenle yerelden genele gelişme eğilimleri de eksik kalmaktadır.

Direnişler, demek ki, daha örgütlü, daha fazla sayıda, daha süreklilik kazanacak tarzda, daha tüm toplumu saracak tarzda bir eğilim içine girsin diye, devrimci hareketin görevleri vardır. Bu, aslında devrimci hareketin görevidir. Yoksa, direnişlerin zayıf yönleri üzerine konuşmanın ne anlamı olur?

Tüm direniş hareketinin en kararlı, en sağlam ama en az örgütlü kesimi, işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı, devrimci örgütlenmeden hâlâ uzaktır. İşçiler, kendi sendikalarına bile sahip değildirler. İşçi sendikalarının büyük çoğunluğu, uzun süredir, işçi sendikası değildir. 1 Mayıs 2024’te, bu durumun sahaya yansımalarını en net biçimde gördük. Ama bu, dünden gelen durumdur. Bugün ise, başka bir eğilim de ortaya çıkmıştır. Bazı sendikalar, daha az kalabalık olsalar da, daha güçsüz sendikalar olsalar da, bir mücadeleyi ortaya koymaktadırlar. Ve dahası, son birkaç yıla baktığımız zaman, bu mücadeleci sendikaların hem nicel hem de nitel olarak gelişme eğiliminde olduklarını görebiliriz. Bazı sendikalar üye kaybederken, bu “mücadeleci sendikalar” güç kazanmaktadır. Bu sendikalara mücadeleci sendikalar, gerçek anlamı ile işçi sendikaları demek doğrudur.

İşte toplumsal muhalefetin en kararlı unsuru olan, sosyalist devrim mücadelesinin öncü gücü olan işçi sınıfının durumu bu biçimde ele alınabilir, böyle özetlenebilir.

Toplumsal mücadele içinde işçi sınıfının yanı sıra, direngen bir mücadele yürüten, kadınlar ve öğrenciler de sayılmalıdır.

Sol içinde CHP kuyrukçuluğu, bu direniş mücadeleleri karşısında beklenilen etkiyi göstermekten uzaktır. Solun sağa doğru kayışı, ülkemizdeki kitlesel hareketin sola doğru kayışı nedeni ile sıkışmış bir durum yaratmaktadır. Artık, CHP kuyrukçuluğunun deşifre olduğunu, kitlelerin bu yolun bir yol olmadığını anlamaya başladığını söylemek mümkündür.

İşte bu koşullarda, devrimci hareketin birlikte hareket etme yeteneği ilk nokta olarak öne çıkmaktadır. İkinci nokta ise, kitlesel hareketin daha örgütlü, daha sürekli hâle getirilmesidir.

Bu iki nokta önümüzdeki dönem, sınıf savaşımı açısından büyük önem taşımaktadır.

İşte Birleşik Emek Cephesi, tam da bu iki soruna birlikte çözüm oluşturma iradesi demektir. Birleşik Emek Cephesi (BEC), sadece seçim dönemlerinde oluşturulan ittifaklar gibi bir dar anlamlı ortak mücadele zemini demek değildir. Tersine, kalıcı, uzun süreli bir mücadele için, devrimci hareketin savaş arkadaşlığının geliştirilmesi ve kitlesel direniş hareketinin yükseltilmesini hedefleyen bir tutumdur.

Elbette sadece kısa dönemli eylemler için farklı ittifaklar da geliştirilmesi önemlidir. 1 Mayıs için oluşturulan birliktelikler ya da ortaya çıkmış olan bir eylemlilik için geliştirilen platformlar gibi organizasyonlar her zaman yapılmaktadır, yapılmalıdır. Ama her devrimcinin, BEC üzerine düşünmesi ve kalıcı, uzun soluklu bir savaş arkadaşlığının gelişimi için atılması gereken adımları ele alması gerekir. Bu, Birleşik Emek Cephesi’dir. Elbette bunun örgütlenmesi, düz bir pratik süreç ile başarılamaz. Bir yandan devrimci örgütlenmelerin birlikte hareket kabiliyeti, diğer yandan ise çeşitli kitle örgütlenmelerinin ortaklaşa hareketi, farklı çözümler ve gelişim yollarını gerektirir. Her iki alanın da karakteri farklıdır. Ancak mücadelenin gerekleri, bize farklı denemelere de hayat fırsatı vermemizi dayatabilir. İlke, her iki alanı birden gözeterek hareket edebilmektir. Doğrusu, bunun olanakları vardır. Bu hem gereklidir hem de olanaklıdır.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...