Çorum, Mezarı
Haki Karer ve Dörtler’in de anıldığı eylem AKA-DER, DHF, Devrimci Parti, ESP, HDP, Kaldıraç, Partizan ve SODAP tarafından örgütlendi. Alınteri ve BDSP de katılım sağladı.
Mezar anması için giden otobüs Sungurlu çıkışında polis tarafından durdurularak arama yapıldı.
Mezara sloganlarla yürüyüş gerçekleştirildi. Sık sık “İbrahim Kaypakkaya ölümsüzdür”, “Dörtler yaşıyor, kavga sürüyor”, “Haki Karer ölümsüzdür” sloganları atıldı. Kaypakkaya’nın köyünden gerçekleşen yürüyüş sırasında şehit düşenlerin isimleri söylenerek “Yaşıyor!” denildi. Mezar başına gelindiğinde Geyiksuyu şehitleri, İbrahim Kaypakkaya, Haki Karer, Dörtler ve tüm devrim şehitleri için saygı duruşuna geçildi. Saygı duruşunun ardından ortak basın açıklaması okundu.
Basın açıklamasında İbrahim Kaypakkaya’nın Kürt özgürlük mücadelesine bakış açısının öneminin altı çizilirken gündem hakkında da Kürt halkına yapılan katliam girişimlerinden de bahsedildi.
Dörtlerin Kürt Hareketi direnişinin kıvılcımı oldukları söylenerek “Faşizmin Eylüllü günleri sürerken Amed zindanlarında teslimiyetin değil başkaldırının dört güzel insanı olarak karanlığı aydınlatan Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Mahmut Zengin ve Necmi Öner’in bedenlerinde tutuşan ateş, on yıllardır süren Kürt ulusal mücadelesi yangınının ilk kıvılcımlarındandır. Kıvılcımın yangına dönüştüğü süreçte nice Ferhatlar, Eşrefler, Mahmutlar ve Necmiler bu mücadeleye can vermiş, Dörtlerin isyan bayrağı yere düşürülmemiştir.” denildi.
Haki Karer’in Kürt mücadelesinde önderleşmesiyle birlikte “O, Kürt Hareketinin önder kadrolarından birisi olarak bu topraklarda 30 yılı aşkındır sürdürülen savaşın mimarlarından olmuştur. Haki Karer heval, başta TC’nin ulusal zulmüne karşı isyanı kuşanan Kürt ulusu olmak üzere, çeşitli ulus, milliyet ve inançlardan halkımızın yüreğinde yaşamaya devam edecektir.” denildi.
Kartal – İstanbul
İbrahim Kaypakkaya, Haki Karer ve Dörtler Kartal’da da kitlesel basın açıklaması ile anıldı.
Partizan’ın çağrısı ile kartal Ahmet şimşek koleji önünde toplanan kitle ajitasyonlarla ve sloganlarla ”devrim şehitleri ölümsüzdür” ”kahramanlar ölmez mutlak hesap sorulacak” diye haykırdı. Kartal meydana yapılacak olan yürüyüşe kitleyi 2 TOMA 3 Akrep tipi zırhlı araç ve yüzlerce çevik kuvvet ile ablukaya alan polisin izin vermemesi üzerine açıklama Ahmet şimşek koleji önünde okundu.
HDP adına okunan açıklamada İbrahim Kaypakkaya’nın Amed zindanlarında baş eğmeyen direnişi yolumuzu aydınlatmaya Dörtler’in yaktığı direniş ateşi umudumuzu büyütmeye devam ediyor denilerek, Kürt kentlerinde yaşanan katliamlara karşı direnişe vurgu yapıldı.
Partizan tarafından okunan basın açıklamasında ser verip sır vermeyen İbrahim Kaypakkaya’nın geleneğinin sürdürüldüğü belirtildi. Cumhurbaşkanı’nın ”Ya baş eğeceksiniz ya baş vereceksiniz” sözleri hatırlatılan açıklamada ‘baş versek de baş eğmeyeceğiz’ denildi.
Partizan’ın çağrısı ile yapılan anmaya Kaldıraç, HDP ve Alınteri de katılarak destek verdi.
1 Mayıs Mahallesi – İstanbul
1 Mayıs Mahallesi’nde 18 Mayıs şehitlerini anma yürüyüşüne polis saldırırken kitle ara sokaklara dağıldı.
Komünist önder İbrahim Kaypakkaya, Haki Karer ve Dörtler’i anmak üzere 30 Ağustos Lisesi önünde bir araya gelen kitle “Bu çelik aldığı suyu unutmayacak! İbrahim Kaypakkaya ölümsüzdür!” pankartı açtı. Partizan, YDG, DHF, SODAP, HDP, KALDIRAÇ, AKA-DER ve KÖZ’ün çağrıcısı olduğu eyleme polis saldırdı.
TOMA ve zırhlı araçlarla saldırının sonucu kitle ara sokaklara dağıldı. 2 kişinin gözaltına alındığı öğrenildi.
Özgür Gelecek / Direnisteyiz
İbrahim Kaypakkaya kavgamızda yaşıyor
Gezi’nin üçüncü yılında: Direnişe devam!
29 Mayıs Abbasağa Parkı:
“Bir aradayız, Buradayız!”
Gezi Direnişi’nin yıldönümünde geçen yıl olduğu gibi bu yılda da anma için bir park etkinliği organize edildi. 29 Mayıs Pazar günü Beşiktaş Abbasağa Parkı’nda Taksim Dayanışması tarafından organize edilen etkinlik öğlen toplanmaya başlayıp gece geç saatlere kadar devam etti.
“Bir aradayız, buradayız” sloganıyla düzenlenen etkinlik atölyelerle başladı. Sergi ve açılan standlar ilgi gördü. Gezi’de yaşamını yitirenlerin ailelerinin de katıldığı anma, tiyatro sanatçısı Murat Akdağ’ın Gezi Direnişi’ni anlatan tek kişilik oyununu sergilemesiyle başladı.
Yaklaşık bir saatlik oyun gösterimi sonrası Taksim Dayanışması’ndan Ahmet Kaya’nın moderatörlüğünde forum başladı. Forumda ilk sözü alan barış bildirisine imza attığı için tutuklanan ve daha sonra serbest bırakılan akademisyenlerden Muzaffer Kaya, Barış için Akademisyenler’in attıkları imzayla farkında olmadan Gezi’yi çağırdıklarını dile getirerek, cezaevinde oldukları sürede kendileri için tutulan özgürlük nöbetlerinde ve davalarının görüldüğü gün dayanışmaya gelenlerin desteğiyle tekrar Gezi ruhunu hissettirdiklerini ifade etti.
Taksim Dayanışması’ndan Mimar Mücella Yapıcı da “Artık yirmişer yirmişer, yüzer yüzer vuruluyoruz, artık kentlerimizin parkları yıkılmıyor, kentlerimiz içinde insanlar varken vuruluyor; Sur, Cizre, Nusaybin’de… Artık kentlerimiz tamamen satılıyor; ama mücadeleye de devam edeceğiz” dedi.
Forumda Gezi Direnişi’nde yaşamını yitirenlerin ailelerinin yaptıkları konuşmalarda 3 yıldır adaletin sağlanamadığı ve adalet arayışının sürdürüleceğini belirterek çocuklarının davaları için kamuoyu yaratılması çağrısında bulunuldu.
Ardından Ferhat Tunç, Pınar Aydınlar’ın da aralarında bulunduğu sanatçı ve grupların konserleri ile etkinlik geç saatlere kadar sürerken, 31 Mayıs’ta Gezi Parkı’nda yapılacak eyleme çağrı ile sona erdi.
31 Mayıs Gezi’nin 3. Yıldönümü
Gezi’nin ardından geçen direniş ve eylemliliklerle dolu üç yıl ardından, bu yıl da yeni gündemler ve her zamanki direniş ruhuyla; yıldönümünde, 31 Mayıs’ta sokaklara çıkıldı:
Taksim
Gezi Direnişi’nin yıldönümü nedeniyle Taksim Dayanışması öncülüğünde saat 19.00’da Gezi Parkı’nda “Bir aradayız buradayız” sloganıyla yapılacak açıklama öncesi, Gezi Parkı ve Taksim Meydanı polis ablukasına alındı.
Taksim Dayanışması’nın çağrısıyla Gezi Parkı’na gitmek isteyenler, İstiklal Caddesi’nde toplandı. Mimarlar Odası; 31 Mayıs’ta, saat 19:00’da Gezi Parkı’nda basın açıklaması yapacaklarını duyurmuştu; ancak Gezi Parkı ve Taksim anıtı çevresi polis barikatlarıyla kapatıldı.
“Bu Daha Başlangıç Mücadeleye Devam”
Taksim Dayanışması bileşenleri ve siyasi parti yöneticileri, Makine Mühendisleri Odası önünde biraraya gelirken, Mis Sokak’tan ve Galatasaray Lisesi önünden de açıklamanın yapılacağı alana yürüyüş düzenlenmek istendi. Taksim sokaklarından “Bu daha başlangıç mücadeleye devam” sloganları yükselirken, polis yürüyüş yapmak isteyen grupları ablukaya aldı. Polis ablukası oturma eylemi ile protesto edildi.
Polisin ablukayı kaldırması sonucu açıklamanın yapılacağı Fransız Kültür Merkezi önüne geçildi ve burada basın açıklaması okundu. Taksim Dayanışması adına konuşan Mücella Yapıcı, Taksim Meydanı’nın ve Gezi Parkı’nın kapalı olmasına tepki gösterdi.
Taksim Dayanışması adına Mücella Yapıcı basın açıklamasından bölümler okudu: “Suruç’ta, Diyarbakır’da, Ankara’da, İstanbul’da, Bursa’da patlayan bombaların, yaşatılan katliamların, komşularımızla yaratılan savaş ikliminin, iş cinayetlerinin, kiralık işçiliğin, taciz ve tecavüz ortamının, kadın cinayetlerinin, ihalelerin, rüşvetlerin, komisyonların, rantın, HES’lerin, orman katliamlarının, siyasal İslam dayatmalarının, diktatörlük yöneliminin yarattığı kakafonik ortama rağmen, berrak ve duru bir sesle direnişin ve umudun şarkısı her yerden duyulmaya devam edecek” dedi.
“Gezi’nin de direnişin olduğu her yerde umudu diri tutanların dillerinden düşmeyeceğini artık herkes biliyor” denilen açıklamada, Gezi Direnişi’nde yaşamını yitirenler de anıldı: “Mehmet Ayvalıtaş, Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert, Ali İsmail Korkmaz, Haşan Ferit Gedik, Medeni Yıldırım, Ahmet Atakan ve Berkin Elvan nasıl ki, bizlerden ayrıldıkları yaşta kalacak ve nasıl ki onları hep o gülen yüzleri ve kararlı direnişleri ile hatırlayacaksak; işte Gezi de bu gençler gibi yaşlanmayacak.”
Basın açıklamasının ardından eylem sona erdi. Kitle Galatasaray Meydanı’na doğru yürüyüşe geçti. Bu esnada kitle sık sık, “Taksim bizim İstanbul bizim”, “15’inde bir fidan Berkin Elvan” ve “Ali İsmail Korkmaz ölümsüzdür” sloganları attı.
Eylemcilerin dağıldığı esnada bir grubun attığı slogan üzerine polis müdahalede bulundu. Kısa süreli arbede yaşandı.
Ankara
Gezi Direnişi 3. yıldönümünde Gezi’de hayatını kaybedenler Ankara’da da anıldı. “Ethem’in ailesi ve yoldaşları” adıyla biraraya gelen çok sayıda siyasi parti Yüksel Caddesi’nde toplandı.
Yapılan yürüyüşün ardından Sakarya Caddesi’nde yapılan açıklamada basın metnini okuyan Murat Can Çoban, 3 yıl önce Gezi Parkı’nın talana açılmasına karşı bir avuç insan tarafından başlayan inatçı direnişin Türkiye’nin tüm illerine yayılan bir halk isyanına dönüştüğünü söyledi.
Ortak bir program etrafında birleşilemediği, örgütsel bir karakter kazanamadığı için Gezi’nin toplumsal bir harekete dönüşemediğini belirten Çoban, “Ama o artık hiçbir şeyin eskisi gibi yürüyemeyeceğinin tarihe düşülmüş görkemli bir şerhi olarak hak ettiği yeri aldı” dedi.
Çoban, “Şimdi o günlerden daha karanlık bir tabloyla boğulmak isteniyoruz. Fakat biliyoruz ki en karanlık anlardan fışkırır hayat aydınlığı, renkleri. Şimdi Haziran’daki o anlamları kana kana içmeye, çoğaltmaya dün olduğundan daha fazla ihtiyaç duyuyoruz. Gezi’nin var ettiği değerler hala ayakta” diye konuştu.
İzmir
İzmir emek ve demokrasi güçleri, Gezi Direnişi’nde devlet tarafından katledilenleri anmak için Gündoğdu Meydanı’nda basın açıklaması düzenledi.
Açıklamada, “Eşitlik, özgürlük, adalet, daha fazla Gezi daha fazla direniş” yazılı pankart taşınarak, sık sık “Onlara sözümüz barış olacak ” ve “Gezi’ye selam direnişe devam” sloganları atıldı.
Devrim şehitleri ve mücadelede yitirilenler anısına yapılan saygı duruşunun ardından grup adına TMMOB Yöneticisi Melih Yalçın açıklama yaptı.
“Eşitlik, adalet ve özgürlük için; daha fazla Gezi daha fazla direniş” sözleriyle biten açıklamanın ardından, yaşamını yitirenler için denize karanfiller bırakıldı.
Direnisteyiz.org
Adana
Gezi Direnişi’nin 3.yılında HDK ve KESK’in çağrısıyla saat 18.00’de Atatürk Parkı’nda basın açıklaması düzenlendi. Basın açıklamasının ardından halaylarla eylem sonlandırıldı.
Antakya
Gezi Direnişi’nin yıldönümünde 31 Mayıs günü, ortak bir anma yapıldı, 3 Haziran’da da Abdullah Cömert’in vurulduğu yerde anma etkinliği gerçekleştirildi
16 Mart Beyazıt katliamı şehitleri anıldı
16 Mart 1978’de İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nde yaşamını yitiren 7 devrimciyi anmak üzere Merkez Kampüs’te toplandık, Beyazıt Marşı’nı söyleyerek Eczacılık Fakültesi’ne yürüdük.Bugün Reyhanlı’yla, Suruç’la, Kürdistan mahalleleriyle, Ankara’yla, Sultanahmet’le, Taksim’le sürmekte olan 16 Martlara boyun eğmeyeceğimizi belirterek gerçekleştirdiğimiz basın açıklamamıza 78liler Dayanışması da katılım sağladı.
Tayyip Erdoğan ve AKP’nin Suudi aşkı…
Bu dünyada Suudi Arabistan, kadınlara zulmetme konusunda açık ara birincidir. Suudi Krallığı’nda sadece çağdaş kavramların değil, kadınların da esamesi okunmaz. Orada kadının adı yoktur… Kadına yönelik ayrımcılık kurumsaldır ve kadınlar kendilerini koruma araçlarından mahrumdurl. Mesela bir kadın tek başına hastaneye kabul edilmez, kocasından habersiz bir yere gidemez, araba kullanması yasaktır. Bir yere ancak bir erkek eşliğinde gidebilir ki, o erkek ya kocası, ya babası, ya da erkek kardeşi olabilir… 2002 yılında Mekke’deki bir yatılı kız okulunda yangın çıkmıştı. İtfaiyeyle aynı anda yangın mahalline gelen krallığın din polisi Mutava , sabahın o saatinde kızların giyiminin “uygun olmadığı”, ve onlara eşlik edecek erkek de olmadığı gerekçesiyle kızların tahliyesine izin vermemiş, 15 kız öğrenci yanarak can vermiş, 50 kadarı da yaralanmıştı… Batı medyası bu utanç verici durumu, bu insanlık suçunu sorun etmedi… Neden mi? ABD’nin “ulusal çıkarının” ve bir bütün olarak emperyalizmin ‘yüksek menfaatlerinin’ bir gereği olarak…
Bir İslam tarikatı olan Vahâbilik, XVII yüzyılın ortalarında Arap Yarımadası’nın merkezinde ortaya çıktı. Kurucusu Muhammed İbn-i Abdülvahap’tı. Kutsallık atfedilen Kitâb el Tewhit’in yazarıydı. XX. yüzyılın son on yıllarında sahneye çıkan “Politik İslam”ın kurucu babası sayılan İbn-i Taymmiya’nın da ateşli bir çırağı ve sürdürücüsüydü. İslam’ın sapkın, bağnaz, kaba bir yorumu olan Vahâbi tarikatı ve hareketi, İngilizler tarafından da desteklenmişti. İngilizler o dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgede ilerlemesini ve yayılmasını engellemek amacıyla Vahabi hareketini desteklemişlerdi. Bidayetten itibaren dinci gericiliğin arkasında İngilizler vardı. İngiliz Oryantalistleri de Suudi-Selefi bir İslamî hareketin peydahlanmasında önemli bir işlev görmüşlerdi. Aslında bu din fanatiklerinin iki amacı var: 1. Dünyayı İslamlaştırmak, dar-ül harp dedikleri dünyanın geri kalanını dar-ül İslam yapmak. Bu niteliği itibariyle Vahabilik enternasyonalist bir akım ve politik bir harekettir; 2. Halen Müslüman olan ülkeleri de ‘yeniden İslamlaştırmak’! Zira mevcut İslam versiyonu muteber sayılmıyor… Şimdilerde ‘Cihatçı’ denilen tüm hareketler ve örgütler Vahabilikten besleniyor, ideolojik geri planı şu veya bu ölçüde Vahabiliğe dayanıyor.
Suudi Krallığı, I. Dünya Savaşı sonrasında, 1932 yılında İngiliz parası ve silahıyla kuruldu. İngilizler Vahabiliği, Orta-Doğu’da ve Batı sömürgesi olan diğer İslam ülkelerinde yükselen uluscu, seküler, ilerici, sosyalizan, sosyal eşitlik ve demokrasi talebiyle sahneye çıkan anti-kolonyalist ve anti-emperyalist hareketleri püskürtmek amacıyla desteklemişlerdi. Suudi hamiliği II. Dünya Savaşı sonrasında dönemin tartışmasız hegemonik gücü olan ABD tarafından devralınacaktı… Nitekim, 14 Şubat 1945’te Süveyş Kanalı’nda demirlemiş ABD savaş gemisi USS Quincy’de, Başkan Franklin Roosevelt’le İbn-i Suud adıyla maruf Kral Abdülaziz İbn-i Suud arasında bir “stratejik ittifak” imzalandı. Anlaşmaya göre petrolün yönetimi Amerikalılara bırakılacak, karşılığında da ABD Suudi Krallığının askeri korumasını, hamiliğini üstlenecekti. O anlaşma bugün de geçerli olmaya devam ediyor. O kadar ki, 11 Eylül 2001 faciasına rağmen! Amerikalılar, yükselen Arap milliyetçiliğini, özellikle de Cemal Abdül Nasır’ın cumhuriyetçi, pan-Arap, anti-emperyalist, anti -kolonyalist çıkışını etkisizleştirmek amacıyla Vahabi gericiliğini ve selefiliği desteklediler. Nitekim Mısır Lideri Cemal Abdül Nasır: “Arapların Kudüs’ten önce Riyad’ı kurtarması gerekiyor.” diyordu… Ve maalesef ilerici-seküler hareketleri ve rejimleri etkisizleştirmeyi başardılar…
Suudiler, ilerici, seküler, anti-kolonyalist, anti-emperyalist bir Arap Birliği’nin oluşması ihtimalinden son derecede rahatsızdılar. Nitekim Mayıs 1962’de Kral Faysal Mekke’de bir İslam Zirvesi gerçekleştirdi. Dünyada Suudi etkisini artırmak ve Sünni -Selefi fanatizmini yaymak üzere bir irşad harekeki başlattılar… Aynı yılın sonunda da Dünya İslam Birliği teşkilatını kurdular. [ El Rabıta el İslam el Alemî]. Daha sonra da onu tamamlayan “İslam Konferansı Örgütü” kuruldu. 1972 ‘de de Cidde’de Dünya Müslüman Gençlik Meclisi [ World Assembly of Muslim Youth, (WAMY) ] kuruldu. Amaç dünya gençliğine kendilerinin temsil ettiği “gerçek İslam”ı öğretmekti! 1973’te İslam Konferansı Örgütü üyesi olan 7 ülke tarafından İslam Kalkınma Bankası kuruldu. Onu, “faizsiz bankacılık” da denilen finans kurumları izledi…
Özellikle petrol fiyatlarında peş peşe büyük artışların olduğu 1973 sonrasında, Suudi Krallığı’nın eli iyice güçlenmişti. Artık yüz milyarca petro-doları dünyada Vahabiliği yaymak için harcayabilirlerdi. Sadece Avrupa’da cami yapımını finanse etmek için 45 milyar dolar harcamışlardı. Dünyanın başka ülkelerinde 1500 cami inşa edilmiş ve 2000 kadar da İslam Merkezi kurulmuştu. Ülkelere nüfuz etmenin araçları, hayır kurumları, Kur’an okulları ve/veya Kur’an kursları, kültür merkezleri, vb. idi. Aslında “hayır etkinliği” başlı başına bir amaç, masum bir şey değil, politik amaçlara ve hedeflere ulaşmanın bir aracıydı. Ne demek istediğimi görmek için Türkiye’de dinci çevrelerin hayır adı altında neler çevirdiklerini hatırlamak yeter… Orada hayır işleri politik İslam’ın, ülkelere ve kitlelere nüfuz etmenin, kitleleri aldatmanın, dinci gericiliği yaymanın, iktidarı ele geçirmenin etkin bir aracı olarak görülüyordu… Petro-dolarlar dünyanın her yerinde çaresiz yoksulları, politikacıları, bürokratları, generalleri, din “alimlerini”, gazetecileri, akademisyenleri, yayıncılık dünyasını, vb. satın almak, on binlerce cihatçı militan savaşçıyı eğitip, besleyip, silahlandırıp ülkeleri istikrarsızlaştırmak, rejimleri çökertmek, Vahabiliği yerleştirmek üzere her tarafa saçılıyordu. Geride kalan yaklaşık 30-40 yılda İslami yayınların bu ölçüde büyümesi cömertçe harcanan Suudi petro-dolarları sayesinde mümkün olmuştu… Suudi Arabistan Vahabiliğin beşiğidir ve 40 yıldır ‘radikal İslam’ ihraç ederek dünyayı istikrarsızlaştırmaya devam ediyor. Ve bütün bunları da ‘uygar Batı’nın’ (emperyalizmin densin) açık desteğiyle yapıyor…
ABD’nin, Sovyetler Birliği’ni kuşatma (containment), Suudilerin ilerici hareketleri ve rejimleri çökertme ve Vahabiliği yayma hedefiyle, Türkiye mülk sahibi sınıflarının solun ve demokratik hareketin önünü kesme ve iktidarını koruma amacı çakışmıştı. Aslında ABD’nin komünizm düşmanlığı, onun Üçüncü Dünya Ülkeleri düşmanlığından bağımsız değildi. Eğer yeni bağımsızlığa kavuşmuş ülkeler kendi ayakları üstünde durmayı başarır, sahip oldukları kaynakları kendi refahları için kullanırlarsa, bu; emperyalizmin ‘suyunun kesilmesi’ demeye gelirdi. Sermayenin değerlenme alanı dışına çıkmak anlamına gelirdi… Bu yüzden her türlü yolu (darbe, komplo, provokasyon, işgal, savaş, vb.) deneyerek, ilerici, sola açık Üçüncü Dünya Rejimleri çökertildi ve söz konusu ülkeler yeniden kompradorlaştırıldılar. Başka türlü söylersek, kolonyalizm yeni giysisiyle yeniden arz-ı endam etti… Ve bu süreçte şu veya bu ölçüde dinci gericiliğin de hep bir dahli vardı…
Türkiye’deki İslamcı Hareket, esas itibariyle Vahabi -Selefi etkisi altında peydahlandı. İdeolojik geri planında da Müslümam Kardeşler (İhvan-ı Müslimin) üyesi de olan Seyyid Kutub, Pakistanlı El Mavdudi , bir de XIV’üncü yüzyılda yaşamış bir hukukçu olan İbn-i Taymiyya vardı. İlk ikisi Avrupa Modernitesi ve Aydınlanması tarafından “lekelenmemiş” saf İslamı temsil ettiklerini ileri sürüyorlardı… Bilindiği gibi Selefilik, yedinci yüzyıldaki İslamî toplumsal yaşam biçimini ihya itmeyi amaçlıyor. Çözümü 1400 yıl kadar geride arıyorlar. Tabii o amaçla da “geçmiş” yüceltiliyor. Oysa bu güne ait sorunları düne ait yöntem ve araçlarla çözmek mümkün değildir. Bu, bir şeyi olmadığı yerde aramaktır! Kırk yaşındaki adama sekiz yaşındaki çocuğun ceketini giydiremezsiniz. Kaldı ki, geçmişi ihya etmeye çalışmak beyhude bir çabadır ve üstelik arzulanır bir şey de olmamalıdır. Elbette bunu söylemek geride kalan her şey kötüydü demek değildir. Eğer iyi şeyler varsa, ki mutlaka vardır onları çözüme dahil edersiniz ama geçmişi aynı tarzda ihya etme çabasının bir karşılığı olmaz. Bu yüzden de “Politik İslam’ın” bir toplum projesi yok…
Erdoğan ve AKP iktidarı Türkiye’yi Suudileştirmeye yeminli görünüyorlar. Laik-seküler olan her şeye savaş açmış durumdalar. Türkiye’yi bir İmamistan yapmak istiyorlar. Eğer bunu başarabilirlerse, ilelebet iktidar olmayı hayal ediyorlar… Aynı karanlıkçı Suudi Arabistan’daki gibi… “Aç tavuk kendini darı ambarında görürmüş.” denmiştir… Fakat onların Suudi muhabbeti sadece ideolojik ortak paydaya dayanmıyor. Suudi parası da aşklarını büyütüyor… Lakin gözden kaçırdıkları bir şey var: Bu ülkenin ilericileri, cumhuriyetçileri, sosyalistleri, komünistleri, anarşistleri, demokratları, laikleri, ateistleri, çevrecileri, dinin bir zenginleşme aracı haline getirilmesini içine sindiremeyen Müslümanları, dini kullanarak ülkenin varını yoğunu yağmalayan/yağmalatan bu Suudi severlere pabuç bırakmaya niyetli değiller… Günü geldiğinde lâyık oldukları yere yollanacaklardır… Fakat bu karanlıkçı din tacirlerinden kurtulmak yetmez. Artık farklı-yeni bir rotaya girme zamanı geldi. Zira burjuva uygarlığının iflası tescillenmiş bulunuyor…
1 Mayıs 2016 ders(ler)i
“Post factum / Olay olduktan sonra” konuşmuyoruz; Şişli-Mecidiyeköy-Bakırköy güzergâhında olayın tam da içindeydik; 2007’den beri olduğu üzere…
Tanık olduklarımız hakkında “Divê ewil rastî bê zanîn. Rastî bê zanîn xeletî jî tê zanîn. Lê pêşî xeletî bê zanîn nagihêjî rastîyê/ Önce doğruyu bilmek gerekir. Doğru bilinirse yanlış da bilinir. Ama önce yanlış bilinirse doğruya ulaşılamaz.” diyen Farabi’nin uyarısının altını ısrarla çizerek belirtelim: Tedirgin, coşkusuz, ruhsuzdu… Yaptığına inanmayıp da yapacak başka bir şey olmadığı sanısının umarsızlığında sıkışmış insanların yaptıkları tüm işler gibi… Bir yasak savmaca… “Her an bir bomba patlayabilir.” tedirginliğiyle, “Neden şu an Taksim’e girmek için kavga edenler arasında değilim?” pişmanlığının iflahsız karışımı…
Bakırköy 1 Mayısı’ndan söz ediyoruz! Üç kez polis aramasından geçerek ulaşılan, Tanrı’nın terk ettiği bir yerde, dış kapının dış mandalında bir köhne meydan; göstericilerin kendileri bağırıp yalnızca kendileri duyabilecekleri… Etrafta boylu boyunca polis barikatları, “bir açığınızı yakalarsak yakarız çıranızı” bakışlı kolluk güçleri…
Kürsüden kitleyi coşturmak için gırtlağını parçalayan, bu arada da ortama bir curcuna havası katan kadın ve erkek sunucuya inat, bir an halaya durup hemen dağılıveren, sloganları bir kere yarım ağız atıp susan, tek hoşnutlukları, günlerdir, aylardır, yıllardır görülmeyen eş-dostla ayaküstü sohbet olanağını bulmuş olmak olan 1 Mayıs insanları. Sahnede 1 Mayıs Marşı söylenirken kayıtsız, Enternasyonal’de umursamaz… Sendika liderleri konuşmaya başlar başlamaz kitleler hâlinde alanı boşaltan… (Alandan ayrılanların kendi aralarında sendika yönetimlerine küfür kıyamet saydırmaları da cabası…)
2016’nın İstanbul 1 Mayısı’ndan herkesin, ama öncelikle çağrıcı örgütlerin çıkarması gereken önemli dersler var; Bernard Shaw’ın, “Tecrübelerimizle biliyoruz ki kimse tecrübelerden ders almıyor.” uyarısını “es” geçmeyerek!
Dünyanın her yerinde 1 Mayıs’lar kentlerin yüreklerinde; işçilerin, emekçilerin en görünür olabileceği meydanlarda kutlanır. Moskova’da Kızıl Meydan; Viyana’da Opera Meydanı; Paris’te Nation ve Republique; Londra’da Trafalgar; Astana’da (Kazakistan) Kazak Eli Meydanı; New York’da Union Meydanı… İstanbul için ise İşçi Sınıfının Birlik, Mücadele ve Dayanışma günü kutlamalarının tek ve tartışmasız adresi, meşruluğunu 1977 katliamıyla daha da pekiştiren Taksim Meydanı’dır. Kentin yüreği… Ve her 1 Mayıs’ta egemenler için bir karabasana dönüşen… Sıkıyönetimlerin, 12 Eylül rejiminin ve şimdiyse AKP iktidarının zorbaca gasp ettiği, emekçilerinse her seferinde geri almak için egemenlerin sınır tanımaz şiddetine göğüs gerdiği Taksim…
Spinoza’nın, “İktidarın kitlelerin kederine ihtiyacı vardır.” uyarısını görmezden gelerek; “Taksim’i fetişleştirmeyelim.” diyenler (birkaç yıldır kimi sol çevrelerde başvurulan bir klişe oldu bu…) Taksim’in hem emekçiler ve devrimciler hem de egemenler için bir “simge”, hem de hayli yüklü bir simge değeri üstlendiği gerçeği üzerinden atlıyorlar. Emekçiler ve devrimciler için, ülkenin en önemli meydanında kendini görünür kılmak… “Yaşamı üreten biziz; biz haklıyız, biz kazanacağız!” diye haykırabilecekleri, insanca, eşit, özgür ve adil bir yaşama olan özlemlerini dillendirebilecekleri, sayılarından ve örgütlülüklerinden kaynaklanan güçlerini dosta düşmana gösterebilecekleri ve kendilerini bu ülkedeki işçi sınıfı mücadelelerinin tarihine bağlayabilecekleri, Taksim’de katledilmiş yoldaşlarını anabilecekleri bir meydan, ama en önemlisi bir simge…
Egemenler için ise işçi sınıfını, emekçileri, devrimcileri “devletin gücü” karşısında simgesel olarak alt edecekleri, görünmezleştirecekleri, “kamu güvenliğine yönelik bir tehdit” olarak kriminalize edecekleri, meşruluk savlarını boşa çıkartacakları ve işçilerden, emekçilerden, kendi deyimleriyle “marjinal unsurlar”dan, albenili, parlak ve steril burjuva yaşamına yönelik her türlü tehditten “arındırdıktan” sonra muhteşem bir rant kaynağına dönüştürülebilecek bir mekân… Kentsel “soylulaştırılması” için amele tayfasından, işsiz güçsüzlerden, “potansiyel teröristler”den arındırılıp paralı Arap turistlerin salınımına açılacak bir rant meydanı…
Evet, emekçilerin Taksim’i geri kazanma savaşımı, kent yaşamına kimlerin, hangi sınıfın damgasını vuracağına ilişkin (yüksek ölçüde simgesellik ihtiva eden) bir mücadeledir. Taksim’in 1 Mayıs coşkusuna açılması, aynı zamanda AKM’nin AVM’leştirilmesine, Gezi Parkı’nın sıradan insanlara, torunlarını gezdiren dedelere, romatizmalı bacaklarını güneşe tutan teyzelere, okul kaçkını genç aşıklara, efkârlı işsizlere, ders çalışan tıbbiyelilere, ağaçların altında bir süre soluklanan temizlik işçilerine kapatılıp Topçu Kışlası gibi bir garabete dönüştürülmesinin önlenmesi anlamına gelir. 1 Mayıs Taksim’i, işçilerin, emekçilerin, sıradan insanların “Bu kent bizim!” diyebilmesidir…
Sendika yönetimleri bu yıl Bakırköy’e razı olarak AKP ve sermayenin saldırganlığı karşısında (yine yüksek ölçüde simgesellik ihtiva eden) bir geri adım attı. Ve kitlesini kentin saçaklarında, demir bariyerlerle çevrili bir yalıtılmışlığa mahkûm etti. Üstelik de 1 Mayıs Alanı’nı en fazla sahiplenmesi gereken DİSK’in ağzından önce “2016’da merkezî ve tek alanda, Taksim’de kutlama”, ardından “Hem Taksim hem de bütün alanlarda” ve nihayet “Bu seferlik Bakırköy olsun.” diye kendisiyle adeta dalga geçerek…
“Ama IŞİD, ama canlı bombalar…” diye itiraz edenler çıkabilir, onlara sormalı: Bakırköy’ün güvencesi neydi? Yazılarını beğenmediği pankartları alana almayan, alandakilere diş bilediği meymenetinden belli polis mi? (Bir dostumuzun müstehzi bir gülümsemeyle söylediklerini aktarmadan edemeyeceğiz: “Şu an Taksim çevresinde çatışanlar bizden daha güvende. Onlar hiç değilse sadece polis saldırısıyla karşı karşıya. Bizse hem polis hem de IŞİD saldırısı riski altındayız!”)
“Bakırköy’ün güvenliği”ne kitleler de pek ikna olmuş değildi ki, alandaki kitle 20-25 bin kişiyi geçemedi. (CHP’nin “1 milyon”unun nerede toplandığını bilmiyoruz!) İşin ilginç yanı, bunların pek azı sendikalı işçilerden oluşuyordu… Daha da ilginci, alandaki örgütlerin bir bölümü, kitlelerinin bir bölümüyle aynı anda Taksim’i kazanabilme mücadelesi vermekteydi! Yani DİSK-KESK-TTB-TMMOB Bakırköy yerine Taksim çağrısı yapmış olsaydı “hazirun”un en az yarısı bu çağrıya uyar ve Taksim’i kazanmak için mücadele ederdi.
Taksim’e girebilir miydik? Belki evet, mümkündür ki hayır… Ama en azından AKP’nin ve sırtını bu partiye yaslayan sermayenin kentsel gangsterliğine karşı durduğumuzu, otokrat keyfîliğine boyun eğmeyeceğimizi, bu ülkede emekçilerin, ezilenlerin sesini duyurmak, taleplerini haykırmak için her şeyi göze alabilen direngen bir damarın, bir ısrarın, bir vazgeçmezliğin varlığını bir kez daha dosta düşmana haykırır; kendi meşruluğumuza sahip çıkma irademizi sergileyebilirdik. Ve -korkarız ki- önümüzdeki yıl Bakırköy’ü dahi bize çok görüp Yenikapı dolgu alanını gösterecek olan bir iktidar karşısında, “Senin çeviklerin, TOMA’ların, akreplerin, biber gazın, plastik mermilerin, alperenlerin karşısına çıplak elle dikilebiliriz.” cüret ve kararlılığıyla Taksim’e bir adım daha yaklaşabilirdik.
Unutulmasın, Taksim 2010’da kitlelere 2007, 2008, 2009 boyunca 1 Mayıs Meydanı’na kavuşmak için mücadele eden kararlılık sayesinde açılabilmişti…
Ne mutlu ki İstanbul 1 Mayıs’ında bu ısrarı, bu kararlılığı sergileyenler de vardı. Bir avuç olmalarına bakmadan, karşısına dikilen dişinden tırnağına zırhlı-kalkanlı-miğferli-gaz maskeli-silahlı-TOMA’lı yüzlerce polislere çıplak elleriyle kafa tutan, zulme başkaldıran genç insanlar, isyancılar vardı… Yüzlerce, belki binlerce… Çatışma aralarında sığındıkları kahvelerde “Yakalarlarsa bizi kaç gün tutarlar?” geyiği yapıp, biraz soluklandıktan sonra arka sokaktan yeniden polisin karşısına dikilen aşkıyalar vardı…
DİSK Genel Başkanı belki farkında değil, ama Bakırköy Meydanı’nda yaptığı konuşmada “Taksim’den vazgeçmiş değiliz; Taksim 1 Mayıs alanıdır!” derken bu “laf”ı “laf” olmaktan çıkartacak olan, bu inat, bu ısrar, bu vazgeçmezliktir!
Çünkü gelecek 1 Mayıs, 1977’nin 40. yıldönümü!
Ve 40. yılda ya topyekûn Taksim’e yürüyeceğiz; ya da Friedrich Wilhelm Nietzsche’nin, “Korkarak yaşarsan, yalnızca hayatı seyredersin.” uyarısındaki eleştirinin muhatabı olacağız 2016 1 Mayıs’ındaki yanılgılarla!
2 Mayıs 2016, Ankara.
Gerçekten de nedi̇r “terör”?[1]
Cumhuriyet Savcısı Ramazan Dinç’in hakkımda hazırladığı 2015/51160 esas, 2015/3321 sayılı iddianame ile “PKK/KCK Silahlı Terör Örgütü Propagandası yapmak” suçlaması ve TMK 7/2. maddesi gereği cezalandırılmam talebiyle hakkımda açılan dava nedeniyle, “savunmamı yapmak” üzere karşınızdayım.
Ama itiraf edeyim ki, bunu nasıl “yapacağımı” bilmiyorum. Çünkü hakkımda ilgili yasa gereği bir yıldan beş yıla kadar ceza talep eden savcının beni “neyle” suçladığını -ne yazık ki!- anlayabilmiş değilim.
İddianameyi dikkatle ve şaşırarak okudum. Savcı Ramazan Dinç 53 satırlık iddianamesinin 21 satırında PKK/KCK ve bağlantılı örgütlenmeler hakkında bir takım tarihsel bilgiler veriyor. Geri kalan 32 satırda ise, hakkımda facebook sayfamda “PKK/KCK silahlı terör örgütü adına paylaşımlar yapmak suretiyle halkı kin ve isyana sürüklediğim yolunda ihbar bulunduğu belirtip, facebook sayfamda mezkûr örgütün propagandasını yapmak suretiyle atılı suçu işlediğim iddiasıyla cezalandırılmamı talep ediyor.
Savcı Ramazan Dinç Ankara Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi’nin Facebook sayfamda “PKK/KCK terör örgütünün propagandası”nı yaptığımı “kanıtlayan” paylaşımlarının fotoğraflarını da eklemiş. Tam 16 adet fotoğraf.
Ancak, bu fotoğrafların neden, hangi şekilde “terör örgütü propagandası” oluşturduğunu belirtmemiş.
Burası ilginç.… Çünkü söz konusu fotoğraflardan HİÇBİRİ, iddianamede belirtilen PKK/KCK örgütlenmesiyle ilgili değil!
Dilerseniz tek tek ele alarak belirteyim.
Paylaşım 1: “Yönetmeliğiniz sizin olsun, isyan bizimdir” lejandıyla verilen fotoğraf. İktidar partisinin 5 Ağustos 2015 günü Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren ve temel bir anayasal hak olan toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkını idarî amir ve kolluk kuvvetlerinin keyfî sınırlama ve yasaklamalarına terk eden, “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun Uygulanmasına Dair Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik”e yönelik bir paylaşım… PKK/KCK’yla uzaktan yakından ilişkisi yok. Yeri gelmişken belirteyim; 17 Mart 2016 günü Ankara 35. Asliye Ceza Mahkemesi’nde bu paylaşımdan dolayı yargılandım ve beraat ettim.
Paylaşım 2: “Ne Yaptı?” başlığıyla paylaştığım, “NeYaptıBizeBuDevlet” hashtag’iyle sunulan ve üzerinde Çorum, Roboskî, Gazi, Dersim, Sivas gibi yakın tarihimizin bir kısmı devlet güçleri tarafından gerçekleştirilmiş, bir kısmı ise failleri yargı önüne getirilmeden örtbas edilmiş katliamların eleştiri konusu edildiği bir resim. Yine PKK/KCK’yla uzaktan yakından ilişkisi yok.
Paylaşım 3: 20 Temmuz 2015’te Suruç’ta Kobanê’nin yeniden inşasına katkıda bulunmak üzere bölgeye giden sosyalist gençlerin basın açıklaması sırasında IŞİD militanlarınca düzenlenen intihar saldırısı ile 34 gencin öldürülmesini protesto amacıyla yapılmış bir paylaşım. Yine PKK/KCK’yla uzaktan yakından ilişkisi yok.
Paylaşım 4: 1980 Çorum katliamının yıldönümü vesilesiyle, Alevî yurttaşlara yönelik katliamı anımsatmak üzere yaptığım paylaşım. Yine PKK/KCK’yla uzaktan yakından ilişkisi yok.
Paylaşım 5: Alevîlere ve aydınlara yönelik Sivas Katliamı’nın 22. Yıldönümünde Datça Demokrasi Platformu’nca düzenlenen basın açıklamasında çekilmiş bir fotoğrafım. Yanımdaki kişi, Datça’da hediyelik eşya satan demokrat bir arkadaşımdır. Yine PKK/KCK’yla uzaktan yakından ilişkisi yok.
Paylaşım 6: Aynı basın açıklamasından bir başka kare. Yine PKK/KCK’yla uzaktan yakından ilişkisi yok.
Paylaşım 7: O günlerde Meclis’te tartışılan, silah kullanma dahil polisin yetkilerini arttıran ve bu yetkilerin keyfi kullanımının önünü açan İç Güvenlik yasa tasarısını protesto için 28 Şubat 2015 tarihinde Ankara/Sakarya Caddesi’nde düzenlenen protesto gösterisinden çekilmiş bir fotoğrafım. Yanımdaki şahıs eşim Temel Demirer’dir. Yani yine PKK/KCK’yla uzaktan yakından ilişkisi yok.
Paylaşım 8: “Aşk” lejantıyla paylaşılmış, elele tutulmuş biri kadın, diğeri erkek iki gencin resmi. Üzerinde İngilizce “Revolution” (Devrim) ve Ece Ayhan’ın “aşk örgütlenmektir” dizesi yer alıyor. İddianamede neden yer aldığını hiç anlamadım. Tabii yine PKK/KCK’yla uzaktan yakından ilişkisi yok.
Paylaşım 9: Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, konumu gereği kendisini hiç ilgilendirmemesi gereken parlamento seçimlerinde aktif propaganda misyonu üstlenmesini ve “Başkanlık sistemi” taleplerini hicveden bir karikatür. Yine PKK/KCK’yla uzaktan yakından ilişkisi yok.
Paylaşım 10: Kırıklar F Tipi Cezaevi’nde yatmakta olan mahkûm Seçkin Savaş’ın karikatürlerine, dayanışma amaçlı olarak yaptığım paylaşım. Bir kez daha PKK/KCK’yla uzaktan yakından ilişkisi yok.
Görüldüğü üzere, “PKK/KCK örgütü propagandası” yaptığıma kanıt olarak gösterilen ve Terörle Mücadele Şubesi’nden polislerin facebook hesabımdan rastgele seçtiği, Savcı’nın ise inceleme yapmaksızın dosyama koyup hakkında iddianame hazırladığı fotoğraflardan 10 tanesini, kişi havsalasını ne denli zorlarsa zorlasın, PKK/KCK ile ilişkilendirmenin olanağı yok. Bu nedenle, bu on paylaşım hakkında, dosyada yer almalarını anlamsız bulduğum dışında bir şey söylemeyecek, bunları savunmama dâhil etmeyeceğim. Bir de tabii, bir savcının insanlar hakkında yıllarla ölçülen hapis cezaları talep ederken daha özenli olması gerektiğine ilişkin kanaatimi belirtmeliyim.
Gelelim, iddianamede yer alan ithamlarla daha ilişkiliymiş “gibi” duran 11.-15. paylaşımlara…
Bu paylaşımların bazılarında (Paylaşım 11, 12, 13 ve 15) gerilla üniformalı, silahlı, bayraklı figürler yer alıyor. Ama bunlar PKK/KCK değil, IŞİD’e karşı savaşan YPG/YPJ militanları.
Burada IŞİD’in “ne” olduğunu ya da ona neden karşı olduğumu anlatmama sanırım gerek yoktur. Ya da Suriyeli Kürtlerin partisi PYD’nin silahlı kolu YPG/YPJ’nin Kobanê’yi IŞİD’in elinden alarak Türkiye’nin Suriye sınırının tümünde IŞİD’in Suriye ve Irak’ta kurmayı hedeflediği İslâm Devleti ile komşu olmasını engellemesine -bir kadın olarak- neden sevindiğimi açıklamama gerek var mı?
Yine de bir-iki cümleyle de olsa belirteyim. İşgal ettikleri topraklarda kendi din anlayışları dışındaki, hatta Kur’an surelerini ezberden okuyamayan herkesi kurşuna dizen, savaş tutsakları diri diri yaktıkları, ciğerlerini söküp çiğ çiğ yedikleri, kestikleri kellelerle futbol oynadıkları görüntüleri videoya çekip sosyal medyada paylaşan, kız çocuklara, kadınlara topluca tecavüz edip cariye pazarlarında satan bir cani sürüsüyle komşu olmayı, akl-ı selim sahibi kim ister?
Evet, YPG ve YPJ’nin, özellikle de genç Êzîdî ve Kürt kadınların bu cani sürüsüne karşı verdikleri savaşı bu ülkedeki ve dünyadaki milyonlarca kişi gibi ben de destekledim; Kobanê’nin IŞİD’li katillerden temizlenmesini coşkuyla karşıladım.
“Milyonlarca kişi” dedim; hemen belirteyim; bunlar arasında, partisinin Diyarbakır il örgütünün kongresinde “Kobanê’ye selam ediyorum!” vurgusuyla, “Türk ve Kürt kardeşler birlikte Kudüs’ün, Şam’ın özgürlüğü için çalışacaklar. Çözüm sürecini hiç aksamayan bir mekanizması çerçevesine oturttuk. Yeni Türkiye için tekrar yola çıkmışken 6-7 Eylül olaylarını çıkardılar. Kobanê için çıkmadı o olaylar. Kobanê’ye buradan selam ediyorum. Kobanê’deki her kardeşlerimin alnından öpüyorum. Kobanê bize tarihin emanetidir,” diyen Başbakan Ahmet Davutoğlu[3] da bulunuyor.
Tekrar edeyim, iddianamede sözü edilen resimler, PKK/KCK’ya değil, YPG/YPJ’ye ait.
Burada “mugalata” yaptığım, PYD’nin PKK’nin Suriye kolu olduğu, dolayısıyla PYD (ve onun askeri kanatları YPG ve YPJ) = PKK/KCK= terör örgütü olduğu ileri sürülebilir. Gerçekten de Türkiye’de iktidar, bir süredir PYD’nin PKK ile irtibatlı bir “terör örgütü” olduğu tezini işliyor; hem içeride, hem de dışarıda.
Ancak bu problemli bir tez. Hem de birkaç bakımdan.
1) Öncelikle benim paylaşımları yaptığım tarihlerde PYD (ve YPG) devlet tarafından “terör örgütü” kabul edilmiyordu. Bu kabul (eğer resmen gerçekleştirildiyse) çok sonraları olmuş olmalı. Basında yer alan haberlere bakılırsa, 21 Ekim 2015 tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısından sonra… Haberlere göre bu toplantıda:
“… PYD ve YPG’nin uluslararası alanda da ‘terör örgütü olarak kabul edilmesi’ için yoğun çalışma yürütülmesine karar verilmişti. Toplantıdan sonra yayınlanan bildiride, ‘Birleşmiş Milletler Genel Kurulu ve Terörizmle Mücadele Zirvesi’nde ele alınan konular hakkında kurula bilgi sunulmuştur. Bölücü terör örgütünün Suriye’de uzantılarının uluslararası alanda terör örgütü kapsamında tescilinin gerekliliğinin altı çizilmiştir’ görüşlerine yer verilmişti.”[4]
Nitekim yine basında yer alan haberlere göre, “İçişleri Bakanlığı, Antep 2. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderdiği gizli ibareli belgede YPG ve PJAK’ın “terör örgütleri listesi”nde yer almadığını” bildirmiştir. Haber şöyle devam ediyor:
“Antep’te görülen bir dava ile ilgili Antep 2. Ağır Ceza Mahkemesi, İçişleri Bakanlığı’na “YPG ve PJAK’ın terör örgütü olup olmadığını” sordu. İçişleri Bakanlığı’nın mahkemeye 8 Eylül 2015 tarihinde gönderdiği gizli ibareli cevapta, Partiya Jiyana Azad a Kurdistan/Kürdistan Özgür Yaşam Partisi (PJAK) ve Yekîneyên Parastina Gel/Halk Savunma Birlikleri’ne (YPG) ilişkin bilgi verildi.
2015/207 sayılı dosyaya giren belgede, PJAK ve YPG’’nin “terör örgütleri listesinde” olup olmadığını, ayrıca her iki örgütün lider kadrosu ve yöneticilerinin Türkiye’ye yönelik eylemlerinin olup olmadığı, var ise bunun kronolojik liste hâlinde talep edilmesine ilişkin sorulara İçişleri Bakanlığı cevap verdi. Bakanlığın cevabında şu görüşlere yer verildi:
‘Adalet Bakanlığı Uluslararası Hukuk Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü Sözleşmeler Bürosunun 25.02.2015 tarihli ve 64905974-3-5-13- 2012-88/16707 sayılı yazısında terörün finansmanıyla mücadele eylem planını 3.1.1 numaralı uluslararası kurumları ve ülkelerin listelerine eklenecek terörle bağlantılı kişi ve örgütlerin belirlenmesi eylem maddesi kapsamında alınan listelere eklenmesi düşünülen kişi ve örgütler ile ilgili olarak Yargıtay 1. Başkanlığı’nın 09.02.2015 tarihli ve 21167910/1412 sayılı yazı ekinde alınan ve tarafımıza gönderilen terör örgütleri listesinde PJAK ve YPG isimli örgütlerin yer almadığı tespit edilmiştir’…”[5] (Bkz. EK 1)
Dikkat ederseniz, yukarıda, PYD/YPG/YPJ’nin Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından resmen “terör örgütü” kabul edilip edilmediğine dair, ikircimli bir ifadeye başvurarak, “eğer (kabul) gerçekleştirildiyse” deme gereğini duydum. Çünkü medyada Şubat 2016 itibariyle çıkan haberlerde, PYD ya da YPG’nin Bakanlar Kurulu’nun son “terör listesi”nde de yer almadığına dair haberler yer almaktaydı:
“Resmen şok! Türkiye ile ABD arasında yaşanan “PYD terör örgütüdür, değildir” tartışmasında, Ankara’ya soğuk duş.
PKK’nın Suriye uzantısı PYD ve YPG’nin Türkiye’nin terör listesinde olmadığı ortaya çıktı.
İşte detaylar…
Önce bir hatırlatma yapalım:
2015 yılı başlarında (yani bundan tam 1 yıl önce) Osmaniye’de bir dava görüldü. Bu davaya ilişkin olarak mahkeme, Adalet Bakanlığı’ndan, PYD ve YPG’nin terör örgütü olup olmadığını sordu.
Bakanlık mahkemeye Emniyet Genel Müdürlüğünün 20/03/2015 tarihli ve 685-46074 sayılı yazısını cevap olarak gönderdi. Bu yazıda “bir yapılanmanın terör örgütü ilan edilmesinin Bakanlar Kurulu veya Yargıtay Kararı ile gerçekleşebileceği” belirtildi. EGM’nin yazısının devamında ise PYD/YPG yapılanmasının terör örgütü olduğuna dair Bakanlar Kurulu kararı bulunmadığı kaydedildi.
Adalet Bakanlığından gelen 20/02/2015 tarihli 649059974-3-5-13-2012-88/16707 sayılı yazıda ise Türkiye tarafından terör örgütü kabul edilen örgütlerin listesi vardı ve bu listede PYD/YPG yoktu (…)
İşin ilginci, Bakanlar Kurulu’nun yeni listesinde de PYD/YPG terör örgütü olarak görülmüyor. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün “Türkiye’de Faaliyet Gösteren Terör Örgütleri Listesi”nde de, PYD ve YPG’nin adları geçmiyor.”[6]
Bu nedenledir ki, PYD eşbaşkanı Salih Müslim defalarca Türkiye’ye gelmiş, yetkililerle görüşmelerde bulunabilmiştir.[7] Hatta söz konusu paylaşımlarımdan biri, Salih Müslim’in Türkiye’de olduğu Haziran 2015 tarihine denk düşmektedir!
2) Türkiye PYD’nin “terör örgütü” olduğu tezi, uluslararası arenada kabul görmüyor.
Cumhurbaşkanı ve iktidar partisi çevreleri ve onların sözcülüğünü üstlenmiş gözüken medya, iç ve dış kamuoyunu ve AB ülkeleri ve ABD’yi PYD’nin PKK ile bağlantılı bir “terör örgütü” olduğu yolunda ikna çabalarını 10 Ekim 2015 günü Ankara’da gerçekleştirilen IŞİD saldırısının ardından yoğunlaştırmışlardır. Ancak, bilindiği üzere, IŞİD’i etkisizleştirmeyi acil öncelik kabul eden başta ABD olmak üzere Batı dünyası, IŞİD’e karşı savaşan PYD ve onun silahlı örgütleri YPG ve YPJ’yi “terör örgütü” olarak değerlendirmemekte, aksine onunla doğrudan ya da dolaylı ilişkilerini sürdürmektedir.[8]
3) Bu koşullarda, “terör örgütü” tanımının kendisini sorunludur.
Türkiye ile Batı kamuoyu arasındaki, “neyin” terör örgütü olduğu konusundaki anlaşmazlık, bizi uluslararası geçerliliği olan bir “terör/terörizm”, dolayısıyla da “terör örgütü” tanımı bulunmadığı gerçekliğine ulaştırıyor.
“Terör”, Noam Chomsky’nin de dikkati çektiği üzere uluslararası strateji literatürüne 1980’li yıllarda ABD (ve o zamanki başkanı Reagan) tarafından takdim edilmiş bir kavramdır.[9] “Uluslararası bir tehdit” düzeyine terfi etmesi ise, bilindiği gibi, El Kaide’nin 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’ye düzenlediği uçaklı intihar saldırılarına denk düşer. Bu tarihten itibaren, başta ABD olmak üzere pek çok devlet, iktisadi, siyasal çıkarlarına yönelik bir dizi askeri operasyonu ya da ülke içinde düzeni temin etme girişimlerine “terörle/terör örgütleriyle mücadele” savıyla gerekçelendirmeye başlamıştır: Afganistan ve Irak işgallerinin bu gerekçeye dayandırıldığı, akıllardadır.
Günümüzde ise IŞİD’in çeşitli Avrupa kentlerinde düzenlediği, çok sayıda can kaybına yol açan intihar saldırıları, hem ABD hem de AB ülkelerinin “teröre karşı mücadele”lerinde başta IŞİD olmak üzere radikal İslâmcı örgütleri hedefe almalarına yol açmıştır.
Türkiye’de ise iktidar çevrelerinin, bilindiği üzere, yakın zaman öncesine dek Suriye devlet başkanı Esad’a karşı desteklediği, ya da en azından “hayırhah” bir tutum izledikleri IŞİD’i “terörist” ilan etmeleri, oldukça yeni bir durumdur ve Cumhurbaşkanı ne zaman “IŞİD terörü”nden söz etse, PKK, PYD, DHKP-C gibi örgütlerle birlikte anmaktadır adını.
Farklı ülkelerin “terör” tanımlarında (dolayısıyla da “terörle mücadele stratejileri”nde) farklılaşması, hiç kuşkusuz, onların çıkar ve öncelikleriyle ilgilidir. Angus Martyn, Avusturalya parlamentosuna sunduğu raporda şöyle yazmaktaydı: “Uluslararası topluluk hiçbir zaman kabul edilmiş, kapsamlı bir terörizm kavramı geliştirmeyi başaramadı. 1970’ler ve 1980’lerde Birleşmiş Milletler’in terimi tanımlama konusundaki girişimleri, çeşitli üyelerin ulusal kurtuluş ve kendi kaderini tayinle bağlantılı çelişkiler bağlamında şiddet kullanımına ilişkin görüş ayrılıkları nedeniyle akamete uğradı.”[10]
Lübnanlı diplomat ve öğretim üyesi Sami Zeidan ise, terörizme üzerinde uzlaşılmış bir tanım getirmenin politik güçlükleri konusunda şunları söylüyor:
“Terörizmin tanımı konusunda genel bir uzlaşı bulunmuyor. Terörizmi tanımlamanın güçlüğü, konum almayı gerektirme riski içermesinden kaynaklanıyor. Terimin siyasal değeri, onun hukuksal değerini gölgelemektedir. Siyasal anlamına bırakıldığında terörizm kolaylıkla belirli devletlerin belirli zamanlardaki çıkarlarına uyan değişime ayak uydurmaktadır. Taliban ve Usame bin Ladin bir zamanlar, Afganistan’da Sovyet işgaline karşı mücadele ederken özgürlük savaşçısı (mücahidin) olarak tanımlanıp CIA tarafından desteklenmekteydi. Şimdiyse terörist listelerinin başında yer alıyorlar.
Günümüzde Birleşmiş Milletler Filistinlileri, topraklarının İsrail tarafından yasadışı işgaline karşı savaşan, uzun vadeli meşru bir direnişi sürdüregelen özgürlük savaşçıları olarak görüyor. Buna karşılık İsrail onları teröristler olarak görüyor. İsrail Lübnan Hisbullah’ını da terörist bir grup olarak damgalıyor; oysa uluslararası topluluğun büyük bölümü onları meşru bir direnişçi grubu olarak görmekte.(…) Terörizmin siyasal değerinin yasal değerine galebe çalmasının yansımalarının maliyeti fazladır.”[11]
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 1994’te terörist eylemleri, “terörizm”in aşağıdaki tanımından hareketle mahkûm etmişti: “Siyasal amaçlarla genel kamuoyunda, bir grup kişide ya da belli kişilerde dehşet durumu yaratmak amacıyla gerçekleştirilen caniyane eylemler”.[12]
Buna karşılık, tekil ülkelerde vurgu “kamuoyu ya da kişilerde dehşet durumu yaratma”dan çok farklı biçimlere bürünebilmektedir. Örneğin Arjantin’de 1976-83 yıllarında hüküm süren diktatörlük rejimi, “terörist”i “yalnızca bomba atıp silah taşıyan kişiler” olarak değil, “Hıristiyan ve batı uygarlığına karşı fikirler yayan kişiler” olarak tanımlanır.[13] Pakistan Anti-Terörizm Yasası (1999) ise:
a) Herhangi bir kişi ya da kişilerin ölümü ya da yaralanmasına ya da mülklerde geniş ölçekli zarara ya da topluluk yaşamı için gerekli hizmetlerin dağıtımında önemli bir aksamaya yol açacak şekilde bomba, dinamit ya da diğer patlayıcı ya da yanıcı madde ya da ateşli silahlar veya diğer öldürücü silahları, ya da zehirli ya da öldürücü gaz ya da kimyasalları kullanarak halkta ya da halkın bir kesiminde korku ve dehşet duyguları uyandıran veya güç kullanımı tehdidiyle kamu görevlilerini yasal görevlerini icra etmekten alakoyan;
b) Halkın bütünü ya da bir kesiminde dehşet, korku ve güvensizlik yaratacak veya halkın farklı kesimleri arasındaki uyumu bozacak şekilde eylemde bulunan;
c) Toplu tecavüz, çocuk tacizi ya da soygun eylemi gerçekleştiren (…) kişiler “terörist” olarak tanımlanmaktadır.[14]
ABD’de ise farklı kurumlar farklı “terörizm” tanımlarını benimsemekte. Örneğin ABD Federal Tüzükler Yasasında “terörizm”, “siyasal veya toplumsal hedeflere ulaşmak amacıyla kişilere ya da mülkiyete karşı bir hükümeti, sivil nüfusu ya da onun bir kesimini korkutmak ya da zorlamak amacıyla yasadışı güç ve şiddet kullanımı” olarak tanımlarken, ABD Savunma Bakanlığı’na göre terörizm, “hükümetleri ya da toplumlara korku salmak ya da onları zorlamak amacıyla yasadışı şiddet kullanımı ya da şiddet tehdidir. Terörizm genellikle dinsel, siyasal ya da diğer ideolojik inançlarca güdülenmekte ve genellikle siyasal hedeflere ulaşmak için başvurulmaktadır.”[15]
Temel Demirer, bir çalışmasında “terör”e yönelik tanımlama girişimlerini şöyle sınıflandırmakta: “Terör”, “korku ve dehşet ortamı yaratmak, “siyasal bir hedefe ulaşmak”, “toplumun çeşitli kesimlerinin korku içinde bırakılması”, “kamu düzeninin ciddi olarak bozulması”, “Cumhuriyet’in temel niteliklerinin değiştirilmesi”, “devlet gücünü etkilemek, ele geçirmek” “politik davranışlara olağandışı yollarla etki yapmak”, “mevcut yasal düzeni şiddet yoluyla değiştirmek” amacıyla; “ihtilalci gruplar”, “çeşitli ve birbiriyle ilgisiz gruplar”, “yer altı grupları”, “terörist örgütler”, “vatandaşlar”, “kendini adamış, ve gizli eylem yapan ufak bir grup” vb. tarafından “devlete, halka ya da bireylere”, “siyasi kurumlara”, “masum kişilere”, “hepimiz”e, “kişilere ve mala”, “yaşama hakkına”… karşı yöneltilen “şiddet”, “karıştırıcı, yıkıcı, zarar verici”, “korku ve yılgınlık saçan” “hürriyet aleyhine işlenen”, “sembolik” vb. eylemler olarak tanımlanagelmektedir uluslararası literatürde.[16]
3713 sayılı Türkiye’de Terörle Mücadele Kanunu’ndaki tanımın esas vurgusu ise, bilindiği üzere, halktan/yurttaşlardan/kişilerden çok, devlet ve düzenin korunmasına yöneliktir; dolayısıyla, örneğin “toplu tecavüz” Pakistan’da terör eylemi sayılırken, Türkiye için böyle bir durum söz konusu değildir; ya da ABD’de cari “terör” tanımları devlete ya da düzene yönelik “tehdit” algılarına dayanmamaktadır.
“Terör” kavramına ilişkin uzman/akademisyen/kamuoyu oluşturucularının vb. algı ve tanımları göz önünde bulundurulduğundaysa, işler daha da karmaşık bir görünüm alır. Son dönemlerde (Noam Chomsky’nin izinden) “devlet terörü” kavramının terör tanımlarında yer almayışı giderek daha ağır eleştirilere uğramaktadır, örneğin.[17]
Böylelikle Ahmet İnsel, “Şiddet sadece fiziksel zor değildir. Bir hakkın ihlâli de şiddettir. İktidarın her zor kullanımı şiddet değildir ama iktidara tanınan meşru otorite suiistimal edildiği zaman yasal zor şiddete döner. Şiddet, cürümdür. Yalnız fiziksel zorla değil, hakların ihlâl edilmesi, verilen yetkilerin kötüye kullanılması, sistemli bir ihlâl pratiği hâlinde de tezahür eder. İktidarın hak ihlâli bir kabahat değil, cürümdür,”[18] sözleriyle tartışmaya açıyor “devlet terörü” kavramını. ‘Sabah’ gazetesindeki köşesinde Tulu Gümüştekin ise “Asıl sorun, dünyadaki adaletsizliğin, artık her toplumda yankı bulması olarak özetlenebilir. Terör, yalnızca az sayıda militan eliyle gerçekleşmiyor, devletler de terör uygulayabiliyor. (…) Terörle mücadele, temel olarak dünyanın neresinde olursa olsun adaletsizlik, eşitsizlik ve güvensizliklerle mücadele anlamına gelmeye başladı, 21. yüzyılı böyle değerlendirmemiz gerekecek”[19] diyor.
Ataol Behramoğlu ise bu konuda, “Her türlü şiddet hareketini terör olarak niteleyip adlandırmak, bana kalırsa kafa ve kavram karışıklığıdır,” deyip ekliyor: “insanlık tarihi boyunca, yüzyıllardır, belki binyıllardır süren “devlet terörü” ortadan kalkmadıkça, adına “terör” dense de denmese de, şiddet ve intikam girişimlerinin önüne geçilemez…”[20] katkısında bulunuyor.
Kuşkusuz, bu tartışma örneklerini arttırmak mümkün. Ancak, bu üç örneği, “devlet terörü” kavramının farklı görüş ve eğilimlerdeki yazarlar tarafından benimsendiğini göstermek için verdim.
“Terör/terörist” kavramının Türkiye’de siyasal çevrelerindeki kullanımı ise daha sorunlu gözükmekte. Kavramın içeriği, siyasal konjonktüre bağlı olarak sürekli değişime uğra(tıl)ıyor. Yakın birkaç örnek vermekle yetineyim: İstihbarat görevlileri ile bazı bakanların ve üst düzey bürokratların İmralı’da mahkûm PKK lideri Abdullah Öcalan ile görüşmeler yürüttüğü günler, iktidar partisi çevreleri PKK’nin “terör örgütü” olmadığı yolunda sık sık görüş bildirmekteydi. Örneğin:
20 Ekim 2015 AKP milletvekili Orhan Miroğlu: “PKK ve IŞİD terör örgütü değil, politik hareketlerdir.”[21]
7 Haziran 2014 Başbakan eski yardımcısı Beşir Atalay: “Öcalan’ın mesajları bizim de düşüncemiz.”[22]
21 Ekim 2015 Başbakan yardımcısı Yalçın Akdoğan: “Abdullah Öcalan olayları okuma kabiliyetine ve tecrübesine sahip.”[23]
31 Temmuz 2015 Başbakan eski yardımcısı Bülent Arınç: “Sayın Öcalan demeyi ve PKK bayrağı açmayı suç olmaktan çıkardık.”[24]
20 Ekim 2015 Adalet eski bakanı Sadullah Ergin: “Öcalan, bölgenin durumunu daha sağlıklı yorumluyor.”[25]
18 Temmuz 2013 Recep Tayyip Erdoğan’ın Danışmanı Yiğit Bulut: “Öcalan, Ortadoğu’da Türkiye’nin önünü açıyor.”[26]
16 Ocak 2013 Sabah gazetesi yazarı Emre Aköz: “PKK terör örgütü değildir. Öcalan’a terörist demek, denize ‘göl’ demektir.”[27]
5 Ağustos 2015 AKP Milletvekili Yasin Aktaş: “Abdullah Öcalan dünyanın geleceğini çok iyi okuyor.”[28]
3 Aralık 2014 Başbakanlık eski Danışmanı Etyen Mahçupyan: “Öcalan’ın çok geniş bir prestij alanı var. Nadir insanlardan biri.”[29]
9 Haziran 2014 Cem Küçük: “Öcalan olmasaydı şu an çoktan kan gövdeyi götürmüştü.”[30]
Kabul etmeli, bu ifadeleri iktidar partisiyle ilişkisi olmayan sıradan yurttaşlar kullandığında, soluğu “Terörle Mücadele Yasası’na muhalefet”ten Ağır Ceza Mahkemesi’nde alıyor. Bu durum ise, haklı olarak ‘yargıda çifte standart’ olarak eleştiriliyor.
Bunlar, iktidar çevrelerinin, bugün benim “propagandasını yapmak”tan yargılandığım “PKK/KCK örgütü” ve onun lideri hakkında söyledikleri…
Aynı çevrelerin bugüne değin hiçbir silahlı eyleme katıldığına dair bir belirti olmayan, ve yakın zaman öncesine dek AKP ile “iktidar ortağı” olarak davranan Fethullah Gülen cemaatinin “terör örgütü” olarak nitelediği ve ilgili kovuşturmaların TMY çerçevesinde yürütüldüğü[31], ya da iktidarın Haziran 2015’ten bu yana Kürt bölgelerinde uyguladığı şiddeti eleştiren bir bildiriyi imzalayan akademisyenleri “terör destekçisi” olarak yargılama girişimleri göz önünde bulundurulduğunda, “terör/terörizm” kavramının yakın politik çıkar ve yönelimler doğrultusunda nasıl kullanıldığı daha iyi görülebilir. Daha açık bir deyişle, siyasal bir söylem, retorik aracı olarak[32]…
Ve “Fethullah Gülen Terör Örgütü”nden önce, yüzlerce kişinin tutuklanıp yargılandığı, kimilerinin tutukluyken yaşamını yitirdiği, sonrasında ise suçlamaların düşürülüp davaların sessiz sedasız rafa kaldırılan “Ergenekon terör örgütü”![33]
Nitekim, 2006 yılında Türkiye’de incelemelerde bulunan Birleşmiş Milletler özel raportörü Finlandiyalı Prof. Martin Scheinin’in BM’nin İnsan Hakları Komisyonu’nun 62 oturumunda tartışılan raporunda, Terörle Mücadele Yasası’nın 1. Maddesindeki “terör” tanımının “belli suç eylemlerine ithafta bulunarak değil, amaç ya da hedeflerine dayanarak tanımlan”masının sakıncalarına dikkat çekilmekteydi. Rapora göre, yasadaki terör tanımı “belirsiz ve geniş koşullarda biçimlenmiş”tir; ve:
“(…) olağanüstü durumlarda bile ihlâle izin vermeyen bir hüküm olan Sivil ve Siyasi Haklar Uluslararası Anlaşması’nın (ICCPR) 15. maddesinde tanımlandığı şekliyle yasallık ilkesine ilişkin kaygıları arttırmaktadır. Terörün bu tanımı, yasanın diğer hükümlerine uygun olarak uygulandığında, “terör”ün uluslararası anlamının kapsadığı amaçlara katkıda bulunması açısından, kişilere karşı ölümcül ya da ağır şiddet eylemleri ya da rehin alma gibi ilgili kişinin, kişisel olarak, tanımlanan hiçbir terör eylemiyle bağlantısının olmadığı durumlarda kovuşturma ile sonuçlanabilir. Ayrıca, 1991 Terörle Mücadele Yasası’nın, terörle mücadelede uluslararası sözleşmelerin gerekliliklerine göre güncellenmediği görülmektedir.”
Özel raportör, Türkiye’de “terörist” teriminin, çok sayıda kişi, bu kişilerin kuruluşları ve faaliyetlerine atıf yapmak için kullanılmaya devam ettiğini gözlemekte, yasallık ilkesine ilişkin kaygıların artması dışında, “terör” ve “terörist” terimlerinin ayrımsız kullanılmasının terörle mücadelenin etkililiğinin zayıflatılması riskini yaratacağı konusunda uyarmaktadır. Daha da ötesi, Özel Raportör, hangi kuruluşlarının terörist olarak sınıflandırıldığı, sınıflandırma prosedürü ve böyle bir sınıflandırmanın sonuçları konusunda şeffaflığın olmadığını bildirmiştir. Raportör, “tavsiyeler” meyanında ise, “terörle mücadele dışında başka amaçlar için üyelik, yardım ve yataklık suçlarının ve kimi zaman yetkililerin atıfta bulunduğu ‘düşünce suçları’nın istismar edilmesine karşı, hangi fiillerin terör suçu kapsamına girdiğinin açıkça ve tam olarak tanımlanması gerektiği”ni vurgulamaktadır.[34]
Günümüzde pek çok ilgili-ilgisiz kişinin “terör örgütü destekçisi” suçlamasıyla yargılanması, bu saptamaların yerindeliğini göstermekte.[35]
Bir kez daha vurgulamalı: Türkiye’nin siyasal sahnesi, iktidar partisinin muarız ve muhaliflerini “terörist/terör örgütü yandaşı” olmakla suçlayıp bu konuda yargıyı sık sık göreve çağırdığı örneklerle doludur. “Terör” kavramı, mevcut iktidarın elinde, kitlelerin desteğini elde tutabilmek için her vesileyle başvurduğu, ancak mevcut yasa maddesi gereğince yargılanma durumu söz konusu olduğunda kişilerin yersiz biçimde ağır cezalara mahkûm olup uzun yıllarını cezaevlerinde geçirmelerine yol açabilecek, Ernesto Laclau’nun deyimiyle bir “boş gösteren”e dönüşmüştür. “Boş gösteren” terimi, “kendi somut gerçekliğini aşan farklı gösterilenlerin de göstereni olabilme”[36] olarak tanımlanır. Şiddet ediminin kendisi, şiddet ediminin medyada yansıtılışı, medyada yansıtılan şiddet edimi konusunda olumlu söz söylemek; şiddet edimi gerçekleştirildiği ileri sürülen kişilerin imgelerini bulundurmak (resim, afiş vb.); şiddet edimini gerçekleştirenlerle aynı dergileri/kitapları okumak, şiddet eylemini gerçekleştirdiği öne sürülen kişilerin mensubu olduğu öne sürülen örgütün katıldığı ya da destek verdiği kitlesel eylemlere katılmak… her biri ve daha niceleri “terör suçlusu” ilan edilmek için yetmektedir. Üstelik de bu bir “mantık oyunu” değildir; bu suçlamalar, onbinlerce kişinin yıllarını cezaevlerinde geçirmelerine neden olmaktadır bu ülkede.
Bir kavram/gösteren bu kadar şişirilirse, işlevsizleşmiş demektir. Gündelik dil, siyaset, edebiyat ya da genel olarak söylem/retorik sanatları açısından değeri ne olursa olsun, bir nüansın kişiyi onlarca yıl hapse mahkûm ettirebildiği ya da aklayabildiği hukuk literatüründe “terör” kavramına başvururken son derece özenli davranmak, çok net ve kesin tanımlardan hareket etmek, bu yapılıyorsa kavramaa hiç başvurmamak gereklidir.
* * *
Her durumda, 3713 sayılı TMK’nın 1. Maddesindeki “terör” tanımını esas kabul etsek bile, dava konusu olan paylaşımlarımın maddede belirtilen fiillerin hiçbiriyle ( cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasî, hukukî, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, Devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak) ilişkisi yoktur.
Şöyle ki, söz konusu paylaşımlardan biri, (resim 11), IŞİD’le savaşmak üzere yola çıkan üç kız kardeşi; bir başkası (resim 12) uzaktan çekilmiş YPG’lilerin görüntüsü; bir diğeri (resim 13) Kobanê’de bir evin çatısındaki IŞİD bayrağının kaldırılarak yerine PYD bayrağının asılmasını; bir diğeri de (resim 15) Kobanê’yi IŞİD’den geri alan YPG’lilerin görüntüsünü içeriyor. Resim 14’de ise gönüllü olarak Kobanê’de görev yapan, çatışmalarda yaralanan, sınırdan geçerken tutuklanıp hastane yerine cezaevine sevk edilen doktor Esra Yakar’ın durumuna dikkat çekilmektedir.
Bir başka deyişle, paylaştığım bu fotoğraflardan hiçbiri, cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti’nin herhangi bir temel niteliğini ya da düzeni değiştirme, devletin bütünlüğünü bozma, Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürme, devlet otoritesini yıkma, ya da örgütün cebir, şiddet ve tehdit içeren yöntemlerini övme/meşru gösterme vb. ile ilişkisi yoktur. Çünkü bu resimlerin Türkiye ile bir ilişkisi yoktur; tümü Suriye sınırları içerisinde kalan Kobanê ile ilgilidir (Tabii, TMY’de sözü edilen “Cumhuriyet”in Suriye değil, Türkiye Cumhuriyeti olduğunu varsayıyorum. Eğer kast edilen Suriye Cumhuriyeti olsaydı; bana sıra gelinceye kadar çok sayıda devlet yöneticisinin huzurunuzda yargılanıyor olması gerekirdi).
Mahkemenizden bugüne değin çok sayıda insanın muhatap olduğu “terör örgütü propagandası” suçlamasının uluorta kullanımını engelleyerek iktidar mercilerinden “farklı” düşünen ve bu düşüncelerini ifade eden kişilerin mağdur olmasını önleyecek bir karara imza atmasını talep ediyorum.
N O T L A R
[1] 20 Nisan 2016 tarihinde Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesi Hâkimliği’ne sunulan savunma…
[2] Bertrand Russell.
[3] “Başbakan Davutoğlu: ‘Kobanê’ye Selam Ediyorum’” CNNtürk.com, 25 Ocak 2015, http://www.cnnturk.com/haber/turkiye/basbakan-davutoglu-kobaniye-selam-ediyorum
[4] “PYD/YPG Düşmanlığı Yeni Değil”, Özgür Gündem, 20 Şubat 2016. http://www.ozgur-gundem.com/haber/158445/pyd-ypg-dusmanligi-yeni-degil
[5] “İçişleri Bakanlığı: YPG Terör Örgütü Listesinde Yer Almıyor”, Evrensel, 4 Aralık 2015. http://www.evrensel.net/haber/266724/icisleri-bakanligi-ypg-teror-orgutu-listesinde-yer-almiyor
[6] “PYD Türkiye’nin Terör Örgütleri Listesinde Yok”, Habersom, 10 Şubat 2016, http://www.habersom.com/pyd-turkiyenin-teror-orgutleri-listesinde-yok/
[7] “PYD lideri Salih Müslim, Türkiye’de”, Sabah, 25.7.2013, http://www.sabah.com.tr/gundem/2013/07/25/pyd-lideri-salih-muslim-turkiyede; “PYD lideri Ankara’da”, AlJazeera, 4.10.2014, http://www.aljazeera.com.tr/ haber/pyd-lideri-ankarada; “PYD Lideri Salih Müslim Ankara’da Görüşmeler Yapıyor?” Suriye Gerçekleri, 20.06.2015, http://www.suriyegercekleri.com/2015/06/20/pyd-lideri-salih-muslim-turkiyede-gorusmeler-yapiyor/.
[8] Yakın iki örnek: “ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mark Toner, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, “PYD de YPG de bal gibi terör örgütüdür” açıklamasına ilişkin, “YPG terör örgütü değil” cevabını verdi. “ABD’den Erdoğan’a PYD cevabı: Terör örgütü değiller” (Taraf, 11 Şubat 2016)” ve “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Obama’ya yönelik sarf ettiği ‘Biz nasıl güveneceğiz? Ben miyim senin ortağın, yoksa Kobanê’deki teröristler mi?’ sözlerine yanıt ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan geldi. Bakanlık Sözcüsü John Kirby, Türkiye’nin YPG’yi terörist olarak gördüğünü bildiklerini, ancak ABD’nin YPG’yi terörist olarak görmediğini söyledi. Kirby, ‘Türkiye’nin, YPG ile ilgili endişelerini anlıyoruz. Ancak YPG, İŞİD ile mücadelede en başarılı güçlerden biri. Biz onları terörist örgüt olarak görmüyoruz ve kendilerini desteklemeyi sürdüreceğiz’ diye konuştu.” (Sözcü, 9 Şubat 2016)
[9] Chomsky, N. (2000). “Uluslararası Terörizm: Görüngü ve Gerçek”, N. Chomsky, T. Demirer, Y. Demirer vb., Terör Ne, Terörist Kim? (Avrupa, Asya ve Ortadoğu), c. 2. Ankara: Ütopya.
[10] Angus Martyn, The Right of Self-Defence under International Law-the Response to the Terrorist Attacks of 11 September, Australian Law and Bills Digest Group, Avustralya Parlamentosu Web Sitesi.
[11] Sami Zeidan, Desperately Seeking Definition: The International Community’s Quest for Identifying the Specter of Terrorism, 36 Cornell International Law Journal (2004) ss. 491-492.
[12] 1994 United Nations Declaration on Measures to Eliminate International Terrorism annex to UN General Assembly resolution 49/60 ,”Measures to Eliminate International Terrorism”, of December 9, 1994, UN Doc. A/Res/60/49
[13] “Definitions of terrorism”, Wikipedia, https://en.wikipedia.org/wiki/Definitions_of_terrorism.
[14] Pakistan Anti-Terrorism (Amendment) Ordinance, 1999:http://www.satp.org/satporgtp/countries/pakistan/document/actsandordinences/anti_terrorism.htm
[15] “Definitions of terrorism”, Wikipedia, https://en.wikipedia.org/wiki/Definitions_of_terrorism.
[16] Demirer T. (2000). “ ‘YDD’nin ‘Cadı Avı’ (Ya da Gerçeğe Dair)”, N. Chomsky, T. Demirer, Y. Demirer vb., Terör Ne, Terörist Kim? (Avrupa, Asya ve Ortadoğu), c. 2. Ankara: Ütopya.
[17] Ergin Yıldızoğlu, “devlet terörü” kavramını, “devletin şiddeti(nin) yalnızca muhalefeti değil, tüm toplumu denetlemeye, korkutmaya, muhalefet etme hakkını kullananları engellemeye yöneldiğinde, ‘terör’ özellikleri kazanmaya başla”dığı 1970’lere tarihlendiriyor ve “devletin ‘meşru’ şiddetinin sivil halkı hedef almaya başlaması”nın terörizmi beslediğini, bunun da devlet terörünü şiddetlendirdiğini vurguluyor. (Ergin Yıldızoğlu, “Şiddet (violence) ve Terör”, Cumhuriyet, 24 Mart 2016.)
[18] Ahmet İnsel, “Hak İhlâli de Şiddettir”, Radikal, 7 Ocak 2014, s.16.
[19] Tulu Gümüştekin, “Terör ve İnsanlık”, Sabah, 14 Ocak 2015, s.6.
[20] Ataol Behramoğlu, “Terör”, Cumhuriyet, 4 Nisan 2015, s.6.
[21] https://www.youtube.com/watch?v=6Y2A6iBLjs8 ve http://t24.com.tr/haber/akpli-orhan-miroglu-pkk-teror-orgutu-degildir-gorusu-dusunce-ozgurlugudur-tahir-elciye-yapilan-hukuki-degil,313617
[22] http://www.mynet.com/haber/politika/besir-atalay-ocalanin-mesajlari-bizim-de-dusuncemiz-1286781-1
[23] http://bianet.org/bianet/siyaset/173170-yeni-tanimlamayla-kimler-terorist-olacak
[24] http://www.halkhaber.org/2015/07/31/bulent-arinc-sayin-ocalan-demeyi-ve-pkk-bayragi-acmayi-suc-olmaktan-cikardik/
[25] http://www.baroturk.com/iste-adaletteki-cifte-standart-yasalara-gore-degil-adamina-gore-13396h.htm
[26] http://www.haber3.com/yigit-buluttan-ocalan-ovgusu-2088846h.htm
[27] http://t24.com.tr/haber/pkk-teror-orgutu-degildir-gorusune-yargidan-cifte-tarife-akpli-miroglu-ve-emre-akoz-sorusturulmadi-diyarbakir-baro-baskani-tahir-elci-gozaltinda,313582
[28] http://www.yenisafak.com/yazarlar/yasinaktay/robot-kose-yazarligi-sorunu-2018493
[29] http://www.hurriyet.com.tr/etyen-mahcupyandan-ocalanla-ilgili-flas-sozler-27699515
[30] https://twitter.com/cemkucuk55/status/476089461743579136
[31] “… ‘Terör’ kelimesini Ankara kadar hoyratça kullanan başka bir başkent yok. El Kaide sempatizanı olduğunu kendileri söyleyen bir gruba karşı soruşturma yürüten polisler bugün ‘terör’ suçlaması ile karşı karşıya. Yoksul öğrencilere burs organize ettikleri için kelepçe ile evinden alınan kadınlar, basılan öğrenci yurtları, basılan gazeteler var. Bu kadınlar mı terörist? Terörün ne olduğunu mu bilmek istiyorsunuz? Ankara’da fark etmediyseniz, Paris’e bakın. Anlarsınız.” (Ali Yurttagül, “Paris’te Terör ve Dehşet”, Zaman, 15 Kasım 2015. http://www.zaman.com.tr/yazarlar/ali-yurttagul/pariste-teror-ve-dehset_2327553.html)
[32] Murat Belge bu iktidar çevrelerinin “terör” kavramını bir retorik aracı olarak kullanış tarzlarını şöyle bir örnekle açımlıyor: “‘Terör’ kelimesi çok merkezde. Başka birçok kelimenin kullanımını da etkiliyor. Siz falanca örgüte ‘terörist’ demişseniz, o örgütün militanlarına da ‘gerilla’ demeyeceksiniz; ‘eşkıya’ ya da ‘terörist’ ya da ‘anarşist’, o günün havasına göre ‘kötülük’ anlatan bir ad bulacaksınız. Derken, Cumhurbaşkanı gibi, ‘İslâmi terör’ lafını veto edeceksiniz. Neden? ‘Müslüman terör yapmaz.’ Nasıl yapmaz? ‘Yapmaz, Müslüman yaptıysa o iş haklıdır, ‘terör’ sayılmaz.’ IŞİD ne yapıyor? ‘Ha, onlar zaten Müslüman değil. Onlara zaten IŞİD de demeyeceksiniz.’ Ya? ‘DAEŞ diyeceksiniz.’ (…)
Hayat devamlı akıyor, aktıkça her şey değişiyor. Bilmem kaç yıl bağırıyorsunuz: ‘Teröristbaşı’. Böyle bir ‘rütbe’ icat ediyorsunuz. Gün geliyor, bu politikayı değiştirmenin daha doğru olacağını düşünüyorsunuz. Nasıl değişecek? O güne kadar ‘Teröristbaşı’ dediğiniz adamla oturup konuşmadan olmaz. Oturup konuşuyorsunuz. ‘Ben ‘Teröristbaşı’yla anlaştım, bu iş oldu’ diyemezsiniz. Gene birtakım ‘kutsallıklar’ içeren yeni kelimeler bulmalısınız. Sizin bu politikanızı doğru bulmayanlar olacaktır, her zaman olur. Onlar bağıracak: ‘Teröristbaşıyla müzakereye oturdun!’ Siz diyeceksiniz: ‘Bu davada ‘Barış Süreci’ni açıyorum. Barış isteyen halkıma müjde!’ (…) Dünyada laf bol. İnsanlarda istedikleri anda istedikleri lafı bulma yeteneğinin de sonu yok.” (Murat Belge, “Terör”, Taraf, 18 Ekim 2015… http://www.taraf.com.tr/yazarlar/teror/)
[33] Nitekim, CHP Zonguldak Milletvekili Prof. Dr. Mehmet Haberal’ın “Ergenekon” davası kapsamında tutuklu bulunduğu sırada İstanbul Üniversitesi Kardiyoloji Enstitüsü’nde tedavi görürken taburcu edilmesine yönelik hazırlanan heyet raporunun işleme konulmayarak gizlendiği iddiasıyla, 5’i profesör toplam 8 enstitü çalışanı hakkında “silahlı terör örgütüne üye olmadan yardım etme” suçundan açılan davada, savcı, tüm sanıklar için beraat kararı verilmesini istedi.
Mütalaanın sonuç kısmında, “Ergenekon silahlı terör örgütünün varlığının herhangi bir mahkeme kararıyla sabit olmadığı, herhangi bir idari kararla bir yapının silahlı terör örgütü olarak adlandırılmasının mümkün olmadığı ve bu örgütün ilk kez belirtilen dosyada örgüt olarak adlandırıldığı” belirtilmekteydi. (“Savcı: ‘Ergenekon Terör Örgütü’ Diye Bir Örgüt Yok”, Cumhuriyet, 28 Şubat 2015, s.4.)
[34] Hüsnü Öndül, “Terör Tanımının Genişletilmesi (1)”, Evrensel, 24 Mart 2016, s.2.
[35] İşte günlük basına yansıyan sayısız örnekten sadece birkaç tanesi:
* Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı şehit cenazesinde selfi çekerken gösteren Nokta dergisi, “cumhurbaşkanına hakaret” ve “terör örgütü propagandası” suçlamasıyla savcılık tarafından toplatıldı. Derginin sorumlu yaziişleri müdürü Murat Çapan da ‘terör örgütü propagandası yapmak’ suçlamasıyla gözaltına aldı.” (Ali Açar-Sibel Bahçetepe, “Erdoğan’a Eleştiri Artık Terör Suçu”, Cumhuriyet, 15 Eylül 2015, s.7.)
* “Gezi Parkı Direnişi sırasında İnsan Hakları Derneği’nde staj yaptığı için Türkiye’de bulunan ve polisin attığı biber gazından korunmak için girdiği Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) binasında gözaltına alınan Erasmus öğrencisi Fransız Elisa Marianne Couvert hakkında İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nca terör örgütü üyesi olduğu gerekçesiyle yürütülen soruşturma sonucunda takipsizlik verildi.” (Canan Coşkun, “Gözaltının Günlüğü 125 Lira”, Cumhuriyet, 14 Kasım 2014, s.14.)
* Adana’da geçtiğimiz hafta, terör örgütü üyesi olmakla suçlanarak emniyete çağrılan bir öğrenciye şu sorular yöneltildi: ‘Mahallede düzenlenen futbol turnuvasında oynamanın maksadı neydi?’, ‘Çamlık alanda düzenlenen pikniğe hangi maksatla katıldın?’ (Fırat Turgut, “Hangi Maksatla Futbol Oynadın?”, Evrensel, 20 Ocak 2015, s.4.)
* “Cihan Kırmızıgül, sadece bir poşudan yıllarca cezaevinde yattı ve hüküm giydi. Mersin Üniversitesi öğrencisi Duygu Kerimoğlu, Facebook’ta Redhack ile ilgili haberi paylaştığı için aylarca cezaevinde terör örgütü üyeliğinden yattı. Dicle Üniversitesi öğrencisi Rıdvan Çelik, 1 Mayıs kutlamalarına katıldığı için ve slogan attığı görüntüsü olduğu için ceza aldı. Erasmus kapsamında Fransa’daki Lyon Üniversitesi’nden Anadolu Üniversitesi’ne gelen Sevil Sevimli, 1 Mayıs gösterisine ve Grup Yorum konserine katıldığı için terör örgütü üyesi olmakla suçlandı. Erdal Kozan, 18 Haziran’da Gezi eylemlerine katıldığı için gözaltına alındı, LYS’ye elleri kelepçeli götürüldü. Bu isimler kumpas kurulan gençlerden sadece birkaçı.” (“Suçları Bilet Satıp Poster Taşımak”, Cumhuriyet, 30 Ocak 2015, s.7.)
[36] Cem Kaptanoğlu, “Hegemonyanın Koşulu: Boş gösteren İnşası”, http://yarinhaber.net/author/ cemkaptanoglu/312.
Özrü kabahatinden büyük Ensar Vakfı ve Aile Bakanı
Maliye bakanlığı, tüm holdinglerin finansman bürosu olarak çalışır. Tek tek holdingler, bu büyüklükte kadroyu çalıştırmakla başa çıkamazlar. Halktan vergi toplanması, holdinglere kaynak aktarılması vb. bir “resmî” yolla hâlledilir. Bu işleri de maliye bakanlığı yapar.
TOKİ, bakanlar kurulundan önemlidir ve ihale dağıtır. Ağaoğlu, bu nedenle bu kadar görgüsüzdür ve görgüsüzlükte Cengiz İnşaat ile boşuna yarışmaktadır.
Enerji Bakanlığı, Damat Paşa’nın kontrölündedir ve Saray’a bağlıdır. İçişleri de doğrudan Saray’a bağlıdır ve muktedir iktidarın parçası, Saray gladiosunun uzantısıdır.
Yani, kısacası bakanlıkların artık farklı konumları, farklı işleri, farklı görevleri vardır. Öyle ya, memleketimizde fiili olarak sistem değişmiştir.
Aile bakanlığımız da var. Kendisi kadındır ve kadın cinayetlerinin ayyuka çıktığı bir ülkede “aile bakanlığı” yapmaktadır. Aile bakanlığı ne mi yapar? Henüz bilen yok. Ama son Ensar Vakfı olayı bize gösterdi ki, işleri oldukça başından aşkındır ve diyanet işleri nasıl fetva veriyorsa, aile bakanlığı da öyle yorumlar yapmaktadır.
Ensar Vakfı isimli vakfa bağlı kurumlarda bir skandal patladı. Öğretmen, erkek çocuklara cinsel tacizde bulunuyormuş ve bu onlarca çocuk, aylarca, belki de daha da fazla bir süredir bu tacizi yaşıyormuş. Olay ortaya çıktı ve öğretmen, suçunu itiraf etti.
Ama nedense Ensar Vakfı, adının bu olayda geçmesi nedeni ile şiddetle ve ciddiyetle olayın üzerine gideceğine, önce kendi kurumlarının “lekelenmek” istendiği fikrine sarıldı. Bu olayın üzerine gitmek lekeyi kaldırır diye düşünmek, epey zamanlarını aldı.
Birçok bakan bu konuda, Ensar Vakfı’ndan yana açıklamalar yaptı. Adeta savunma şöyle gibidir: Biz Ensar Vakfı’nı biliriz, bu planlı bir suç değildir. Sanki böyle bir suçlama varmış da onlar da vakfa kefil olduklarını açıklıyormuş gibidirler.
Birçok açıklama peş peşe geldi. Devlet cephesindeki hemen hemen her yetkili, konu ile ilgili Vakfa sahip çıkan açıklamalar yaptılar.
Ama ne çare ki, öğretmen itiraf etmiştir. Yani, artık geri dönüş yoktur. Ve biliniyor ki, ülkemizde çocuklara dönük cinsel suçlarda bir patlama yaşanmaktadır ve sadece bir örnek de değildir. Sadece açılan dava sayısı 13 bini geçmiştir (2015 yılı rakamlarına göre).
Ve Aile Bakanı, özrü kabahatından büyük dedirtecek cinste bir açıklama yaptı; bir kere olmasından bir şey çıkmaza benzerdir açıklama. Yani, bu olay bu Vakıf’ta sadece bir kere olduğu için, Vakıf suçlu sayılmaz demek istedi. Ama ne yazık kı, olay bir kere değil, ondan fazla çocuk var ve öğretmenin ifadesine göre bu cinsel suç aylardır sürmektedir.
İşte size sorunun yanıtı: Aile bakanlığı ne işe yarar? Aile bakanlığı, nezih kurumlarımızı korumakla yükümlüdür. Çocuklara dönük cinsel suçlara ise, emniyetin çocuk suçları bölümü bakar. Bakanlık bununla ilgilenmez. Bakanlık, öğretmenlerin ya da yurtlardaki görevlilerin eğitimini, birikimini, karakterini incelemez. Ne yapar, öğretmenler böylesi suçlar işlerse ve eğer bu kurum güzide bir kurumumuz ise, önce onu savurur. Yüce Türk adaleti, gereğini yapar. Her ihtimale karşı Vakıf bu sürece dahil edilmemesi için Bakanlık, Vakfa kefil olduğunu bildirir.
Buna yaparken, Aile Bakanı, düzgün cümleler de kurmaya ihtiyaç hissetmez. Bir kereden bir şey olmaz gibi sözleri, Anayasa’yı delerken Özal söylerdi. Bugünlerde ise rafa kalkmış bir anayasamız olduğundan, onun zaten her tarafı delik deşik olduğundan, “bir kereden bir şey olmaz” sözü artık çocuk suçları için de kullanılır hâle gelmiştir. Bunu da Aile Bakanı duyurmaktadır.
Çocuk istismarı denilen şey, giderek yaygınlık kazanmaktadır. Kız erkek fark etmeden bu suç karşısında ise net bir tutum sergilenmemektedir. Kız çocukların, 3 yaşı geçince örtünmeleri, 9 yaşında evlenebilmeleri vb. tartışılmaktadır. Diyanet işleri, baba-kız-şehvet konulu fetvalar yayınlamaktadır. Kadın cinayetleri sürekli artmaktadır. Tecavüz vakaları sürekli artmaktadır. Ve tüm bunlar, cinsel suçlar konusunda ortaya konulan resmî duyarsızlıkla beslenmektedir.
Kadını cinsel bir obje olarak gören anlayış, giderek çocuk istismarcılığı konusunda da akla hayale sığmayacak açıklamalarla birleşmektedir.
Saray, saray egemenliği, sultanlık, harem, sarayda cinsel yaşam, kadının toplumdaki yeri, baba-kız fetvaları, çocukların evlenme yaşları konusundaki açıklamalar, yaygınlaşan imam nikâhı vb. bugün Ensar Vakfı’nda ortaya çıkan skandallara kadar uzanmıştır.
Ve Aile Bakanı ya da diğer bakanların, yetkililerin açıklamaları, derin bir duyarsızlığın açık kanıtıdırlar. Özrü kabahatinden büyük denilen durum bu olsa gerek.
Acaba, bu ‘bir kere’ durumu, kendi başlarına gelse, yine bir kere olarak mı kalacaktır? Acaba, Aile Bakanı’nı, mesela bir kere yargılasak, bir şey olur mu?
Konunun boyutlarını herkes bir başka biçimde hissediyor. Ama iktidarın utanılası bir aymazlığı var ve bu durum, gerçeğin kavranmasını da önlüyor, gerçeği gölgeliyor. Siyasal iktidardan yana gazetecilik yapanlar, olayın ciddiyetini önleyecek bir karanlık pompalıyorlar. Eşini ve kızını Cumhurbaşkanı’na helâl sayan anlayış, kadınların kahkahalarını edepsizlik sayan bir kültür, hamile kadınların sokağa çıkması caiz değildir diyen bir ruh, baba-kız fetvalarını diyanet işleri sitelerine koyan bir tutum vb. tüm bu olayları “normal”leştiriyor.
Oysa ülkemizde, akıl almaz boyutlarda gelişmiş olan bir “çocuk gelinler” olayı var. Rakamların 200 bine yaklaştığı söylenmektedir. Önemli bir bölümü imam nikâhı ile yaşadığından, bu çocuk gelinlerin gerçek sayısını bilmek mümkün değil. Pek çok konuda dünya şampiyonu olmaya hevesli devlet, dünyanın bilmem kaçıncı ekonomisi olmakla övünen iktidar, büyük havalimanları yapma yarışındaki Sultan, bu konuda, Aile Bakanı eli ile destan yazıyor olsa gerek.
Kadın cinayetleri iyi ki son yıllarda gündemde. Ama akıl almaz bir duyarsızlık sergileyen resmî otorite, kadın cinayetlerini adeta teşvik ediyor.
Ensest ilişki herkesin gizlediği, herkesçe bilinen bir sır gibidir. Ensest, gerçek anlamda hastalıklı bir toplumun işaretidir. Bu hastalıklı toplum, erkek egemen bir anlayışla, hastalıklı hâli normal hâle getiriyor. Saldırıya ve tacize uğrayan, büyük bir utancı saklar gibi, kendine dönük saldırının altında neredeyse eziliyor, yok ediliyor. Daha çok erkeğin işlediği suç, karşı cinsten olanın saklaması gereken bir “ayıp” hâline geliyor. Erkek egemen ideoloji, kadını, bu sırrı açıklaması hâlinde suçlu ilan ediyor. Bu durum, ailede, sokakta, okulda, işyerinde, mahkemede, kısacası hayatın her anında sürüyor. İnsanın bu denli aşağılanması, bu denli yozlaştırılması, bu denli küçük düşürülmesi, normal hâle getiriliyor. Saldırgan ve hastalıklı tutum, normal ve olumlu olarak ele alınıyor. Buna karşı sesini çıkartan ise, suçlu hâle getiriliyor. Ensest, bu işin temeline oturuyor. Katliamlarla, faili meçhul cinayetlerle, devlet adına işlenen cinayetlerle hesaplaşamayan toplum, elbette tüm bunları da gizlemeyi başarıyor. Bu suçlar da, tıpkı katliamlar gibi, kutsal amaçlar uğruna işlenmiş suçlar oluyor.
Ensestin ne denli yaygın olduğunu anlamak aslında o kadar da zor değil. Elbette bu tip cinsel saldırı ve şiddetin mahkemelere yansıması da olanaklı değil. Ama yine de bunu anlamak çok da zor değil. Çürümüşlük bunun en açık kanıtıdır. Ve cinsel saldırı vakaları karşısındaki toplumsal sessizlik, aslında bu suçun ne kadar derinlerde yer ettiğini ve ne kadar “normal” hâle getirildiğini göstermektedir.
Ensar Vakfı olayında ortaya çıkan, kız ya da erkek çocuklara dönük cinsel şiddet ve saldırı, bu işin bir başka yönüdür. Toplum, “ayıp” olarak olayın kendisini değil, “ayıplı” olarak bunu yapanı değil, bu saldırıya uğrayanı görmektedir. Bu hukuk sistemine de fiili olarak yansımaktadır.
Sadece 2015 yılında, 11.095 çocuk, cinsel saldırıya uğramıştır ve bu, açığa çıkan rakamdır. Olayın vehameti, aslında bu konudaki toplumsal otoritenin benimsediği tutum nedeni ile, tam ortaya da çıkmamaktadır. Bu rakamın daha da büyük boyutlarda olduğu açıktır.
2015 yılında çocuklara dönük cinsel saldırı vakalarının 1372 tanesi erkek çocuklara dönüktür. Yani, Ensar Vakfı olayı, istisnai bir vaka değildir.
Devlet, nasıl ki, bir halkın kimlik arayışını, bir halkın anadilde eğitim hakkını, halkların eşit yurttaşlar olarak görülmesi talebini bir başkaldırı olarak görüyor ve buna uygun olarak tüm silahları ile yok etme politikası uyguluyorsa, bu konuda da tam bir sessizlik, tam bir rant anlayışı ile konuyu ele alan bir tutum içindedir.
Ensar Vakfı olayında, yurtların izinsiz olması bir detay hâline gelmiştir.
Gerçekte, tüm bu cinsel ayrımcılığın, tüm bu cinsel saldırganlığın, aşağılama ve hor görmenin farklı dışa vurumlarından biri yaşanmıştır. Bu vahim olay karşısında Aile Bakanlığı ya da resmî otoritenin tutumu, ranta dayalı bakışın bir başka yansımasıdır.
Ensar Vakfı veya başka olaylarda, genellikle saldırgan, ortaya konan şikâyetler karşısında geliştirilmiş olan suskunluk tarafından korunmakta ve teşvik edilmektedir. Bu hastalıklı hâl, bir toplumsal gerçekliktir.
İnsanın insana kulluğuna dayalı tüm sınıflı toplumlar, bu ayrımcı saldırganlığı beslemektedir, ancak kapitalist toplum, hele bizimkisi gibi, her türlü hak arama ve ses çıkarma girişimini şiddetle bastıran bir kapitalizm, bu türden saldırganlığın büyük boyutlara varmasına olanak vermektedir.
İnsanın insan tarafından sömürülmesi, tek boyutlu, sadece ekonomik bir olay değildir, aynı zamanda kültüreldir, aynı zamanda cinseldir, aynı zamanda tüm inançlar bazındadır. Tüm bu ayrımcılığın, her türlü aşağılanmanın, her türlü baskı ve şiddetin temeli, insanın insan tarafından sömürülmesini koşullayan üretim ilişkileridir. Bu ilişkilerin adına üretim ilişkileri denmesi, mülkiyet ilişkileri denmesi, gerçekte, bunları sadece üretim alanına hapsetmez, tersine hayatın her alanına ve her türlü ilişkiye egemen olacak şekilde yayar.
Bu nedenle de, mevcut üretim ve mülkiyet ilişkileri korumakla görevli sistem, devlet, hukuk vb. bu konularda, ağır suçlar karşısında susmak, özrü kabahatinden büyük olacak şekilde tutum sergilemek zorundadır.
Tüm bunlara karşı mücadele, toplumsal kurtuluş mücadelesinin konusudur. Tüm bunlara karşı mücadele, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik mücadelesinin içindedir. Tüm bunlara karşı mücadele, sınıfsız ve sınırsız bir dünya mücadelesidir. Tüm bunlara karşı mücadele, bu nedenle, bir örgütlü mücadeledir. Örgüt, her anlamda özgürlüktür.
Ekonomi tıkırında!
Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılması ve çökmesi sürecinden gelen, Osmanlı’yı paylaşan güçlerin sömürgesi olan bir ülkedir. Buna rağmen, en çok Batılı kültüre hayran, en çok ondan yanadır. Emperyalist güçlerin, Ekim Devrimi’ni durdurmak için organize ettiği bir tampon ülke, bir ileri karakol olarak iş görmüştür. Bölgesinde var olan tüm ülkelere karşı bir araç olarak kullanılmıştır. En başından beri, birçok halkın yaşadığı bu coğrafya halkların imhası ve inkârı üzerinden, komünizme karşı savaş temelinde bir egemenlik sahası hâline gelmiştir. II. Dünya Savaşı sonrasında, bir “ortaklaşa sömürge” olarak kendine yol bulmuştur. AB ülkelerinin sermayesi, ama ABD kontrolü ile var olmuştur. Ve kendini Batılı değerler denilen değerlerle şekillendirmeye çalışmıştır. Her zaman efendilerine göre hareket etmiş ve burada siyasal iktidarda yer alanlar, ilgili yerlerden icazet almanın ne anlama geldiğini gayet iyi bilmişlerdir.
Peki bugün, bu topraklarda var olan iktidarı ilginç bulmamak mümkün müdür?
Seçim mi istiyorsun; âlâsından yaparız, buyurun size bir seçim. Ama sonuçları önceden belli. Kural vb. yok, eşit yarışın esamesi olmayacak. İşte size sandık.
Parlamento mu istiyorsun; al sana, ama hiçbir işe yaramayan, sadece vekil adı altında 550 kişinin gelip gittiği bir at serası, maaşlarını alırlar, elbette alsınlar, sosyal hakları var, elbette olsun, ama başka bir şeye yaramazlar.
Muhalefet partisi mi istersin, olur. Al sana bir CHP. İster Baykal’lı olsun, ister diğeri ile, rolleri Erdoğan projesinin senaristlerince yazılmış bir partidir. Parti midir? Gerçekte, AK Parti, CHP ya da MHP, birer parti midir? Akademik anlamda bir tez konusudur. Bir tez konusu olarak da ilginç değildir, çünkü hiçbir dirençleri yoktur. Kanarya sevenler derneği, daha anlamlı, daha demokratik, daha çok kurumdur. AK Parti, Erdoğan olmadan bir tek ses çıkartamaz. CHP, Erdoğan’a, ne kadar ciddi konu varsa destek verir, ne kadar eften püften mesele varsa, o zaman karşı çıkar gibi yapar. Tıpkı, 10 soruda Ahmet Hakan gibi nasıl yazı yazılır kılavuzundaki gibi, hem CHP’de, hem de MHP’de birer kılavuz vardır. Bunların parti olduğunu söylemek mümkün müdür? Burjuva anlamda, bunlar birer parti midir?
Demek ki, ne seçimi seçim, ne parlamentosu parlamento, ne siyasi partileri siyasi parti. Peki bu nasıl bir “parlamenter demokrasi”dir?
Siyasal iktidar da, artık devre dışındadır. Başbakan, zaman zaman açıktan şaşırmış gibi bir açıklama yapıp, sonra bunu hemen geriye alan, el altından danışmanları aracılığı ile rahatsızlıklarını ortaya koyan biridir. Bir ülkede Başbakan, kendi siyasal görüşlerini açıkça söyleyemez durumdadır. Strasbourg’da, geçen ay, Ertuğrul Kürkçü’ye, siz parlamentoda özgürce konuşamıyor musunuz, diye soruyor. Öyle anlaşılıyor, bunlara daha çok soru sormak gerekir. Parlamentoda bulunan arkadaşlarımızın her türlü soruya soru ile yanıt vermesi gerekir. Yoksa savunma yapmak değil. Kendisi, bizzat Başbakan, acaba, siyasal görüşlerini parlamentoda açıktan söyleyebiliyor mu ki, Ertuğrul Kürkçü veya diğer arkadaşların söyleyebilip, söyleyemediğini sorabilsin. Evet, biz görüşlerimizi her ortamda söyleriz, ama bu “demokrasinizin” buna izin verdiği anlamına gelmiyor. Siz daha siz, kendi görüşlerinizi gizleyerek iş yapıyorsunuz. Başka örneğe gerek var mı, siyasal iktidar olarak bakanlar kurulu devrede midir? Hayır. Sur’da, Cizre’de, bakanları dinlemeyen bir polis veya asker varsa, siyasal iktidarın da önemi yoktur. Bizzat siyasi partilerde, düzenin partilerinde, kendi görüşlerini açıkça dile getiremiyorlarsa, o partiler yoktur.
Peki bu nasıl bir “demokrasi”dir?
Yanlış anlaşılmasın, bizim için sormuyoruz. Bizim için yanıtı belli. İşçiler ve emekçiler için sormuyoruz, biz Soma’da, sadece Soma’da bile bunun yanıtını aldık. Hayır, biz Kürt halkı için sormuyoruz, buzdolabında saklanan cesetlerin varlığı yeterince anlamlı bir yanıttır. Biz halklar için sormuyoruz, “afedersin Ermeni” diyen bir mantıktan, Türk veya Laz, Rum veya Kürt, Çerkes veya Pomak, kimsenin bir beklentisi olamaz. Soruyu burjuva anlamda soruyoruz.
Pakistanlaşan, bizzat devlet eli ile İslamî bir kontr-gerillanın beslendiği, Saray gladiosu ile Ergenekon artıklarının iç içe geçtiği, mafya dahil her tür çetenin devletin parçası olduğu bir siyasal durumla karşı karşıyayız.
Mesela sosyal anlamda, toplumsal yaşam anlamında, kültürel alanda tartışsak, burası nasıl bir ülke? Kanımca, bu daha iyi bir tez konusu olur.
Acaba, “yüzde doksan bilmem kaçı” Müslüman olan bir toplumda, sokakta günlerce cenazelerin bırakılması, çocuk cesetlerinin buzdolaplarında saklanır hâle getirilmesi, cenazelere işkence yapılması, nasıl açıklanabilir? Tersinden soralım, devlete bağlı her gücün, mafya da olsa, trafik kazasında da ölse, şehit ilan edilmesi nasıl bir durumun dışa vurumudur? Ya da, oğlunu, eşini, savaşta kaybetmiş bir insanın feryatlarına karşılık, en üst düzeyde hakaretler işitmesi, “ananı da al git” cumhuriyetinin belirtisi midir? Acaba, en küçük bir olayda birbirini boğazlama noktasına gelmiş bir toplum nasıl bir toplumdur? Acaba, ‘gebe kadın sokakta dolaşmaz’, ‘babaya kızı helâldır’, ‘kadın kahkaha atmaz’ nasıl bir sosyal durumun ifadesidir? 200 bin çocuk gelin, sonu gelmez imam nikâhlı çocuk gelin, Ensar Vakfı olayındaki resmî tutum, kadın cinayetleri, nasıl bir sosyal yapının ifadesidir, dışa vurumudur? Acaba yolsuzluklar karşısında fetva çıkartmak, fabrikalarda güvenlik önlemi almak Allah’a karşı gelmektir, demek, bunu cuma hutbesi hâline getirmek, nasıl bir bakışın ifadesidir?
Bunları acaba bir araştırmacı, tek tek olaylar olarak alıp bir liste yapsa, sadece yorumsuz haber gibi birer paragraf açıklama ile alt alta dizse, gerçekten bizi de hayrete düşürecek bir tablo ortaya çıkmış olur mu? Belki de herkes, olup bitene aşırı alışmıştır da, artık hiçbir anormalite kimseyi şaşırtmıyordur.
Peki ya ekonomi? İşte bizim aslında konumuz da bu. Başlık da bunu gösteriyor. Kelimenin gerçek anlamı ile, ekonomi biliminin açıklayamacağı kadar ilgi çekici bir ekonomik durum var.
Başbakan’ın, eski Başbakan’ın hayali, ülkesini pazarlamak, onu bir anonim şirket gibi yönetmek ve rant üretmektir. Aslında bu hayal, belki de gençliğinde hep limited şirketlere ortak olup da, Ülker gibi büyük bir firmayı yönetme hayali kurmaktan geliyordur. Hayal bu. Ne yaparsın ki, şirketin ceo’su olmadı da, geldi ülkenin başbakanı oldu. Ama hayal hayaldir ve mutlaka gerçekleşecektir.
Yine de bu hayal, çok tehlikelidir. Mesela bizim için şöyle bir tehlikesi var, rant üretmeyi görev edinen bir siyasal iktidar oldu mu, nerede bir yeşil varsa, oraya AVM kondurmak, dikine inşaatlar dikmek, arsa avcılığı yapmak, tüm inşaat şirketlerini denetimine almak, büyük para getirecek büyük ihaleler geliştirmek kaçınılmaz oluyor. Bu rant üretme görevi, halk için şehirlerin yok edilmesi, yaşam alanlarının yok edilmesi, günlük yaşamda kargaşa, ciddi bir fakirleşme demektir. Bu konuda ne burjuvaların, ne de devlet çarkının hiç rahatsız olacağını sanmıyoruz, zaten olmuyorlar da. Hep beraber rant üretmenin ne demek olduğunu Soma’da ve Torunlar inşaat olayında gördük. Başkaları da sıralanabilir elbette. Kısacası bunu biliyoruz.
Ama ülkeyi bir AŞ gibi yönetmek denildi mi, bu sefer bu, burjuvaları ilgilendiren bir konudur. Uzan vakasında olduğu gibi siyasete soyunan bir burjuvanın sonunun nasıl geleceğini ya da Fethullah Gülen şirketlerinde olduğu gibi “inlerine” nasıl girileceğini görmek, burjuvalar için ülkenin bir AŞ olarak yönetilmesi meselesini de “ilginç” hâle getirmiş olmalıdır.
Zarrab, acaba istisna mıdır?
Tüm inşaat sektörünün, başkanlık sistemine uygun tarzda organize edilmesi acaba, burjuvaların midelerini ağızlarına mı getirmektedir?
Tüm bunlara, uzun dönemde, başkanlık sistemine uygun bir ekonomik organizasyon diyebilir miyiz? Sarayın ekonomi danışmanları, acaba boş zamanlarında, Burhan Kuzu’nun anayasa üzerinde çalıştığı kadar, ekonomi üzerinde çalışmakta mıdırlar? Öyle Saray danışmanlığı yan gelip yatma yeri değildir. Ekonomi yönetiminin diyanet işleri kadar ya da harem yönetimi kadar aktif olması gerekmez mi? Ya da şöyle soralım; haremin yönetiminin danışmanı olarak Ahmet Hakan’ın devreye girmesi, Doğan Holding’i ekonomik olarak kurtarır mı?
Konut meselesini ele alalım. Bunca konut fazlası var iken, konut fiyatlarının düşmemesini ne açıklar? Acaba, devletin TOKİ eli ile bizzat arsa sahibi pozisyonuna geçip, müteahhitlere arsa pazarlaması nedeni ile mi konut fiyatları düşmüyor, yoksa, Arap sermayesinin İstanbul’da sürekli mülk ediniyor olması mı konut fiyatlarını düşürmüyor ya da yoksa, bizzat Muktedir’in inşaat firmalarına ortak olması nedeni ile mi konut fiyatları düşmüyor? Buyurun size bir ekonomik soru ve gelin de bunu açıklayın.
Acaba faiz oranlarını düşürme isteğinin arkasında ne var? Bir, nasılsa faizler düşse de, bizden yabancı sermaye kaçmaz, kaçandan çok Arap sermayesi içeri gelir düşüncesi mi? Yoksa, endüstriyel yatırım yapmak için, düşük kâr oranlı alanlarda fabrika kuruluşunu teşvik edebilmek için mi faiz oranları düşsün isteniyor, eğer bu doğru ise, neden devlet eli ile fabrika kuruluşu ve doğrudan yatırımlara teşvik verilmiyor ya da ucuz krediler bu alanlara kaydırılmıyor? Yoksa faiz oranlarını düşürme isteği, bankaların konut kredi faizlerini aşağıya çekebilmesine olanak vermek için mi isteniyor?
Hem halkın tasarruf eğilimi azalıyor. Çünkü gelir düşüyor. Hem halkta konut kredisi, kredi kartı borcu, bireysel kredi borcu yolu ile gırtlağına kadar borçlanma hâli var. Yani, pek çok kişi, milyonlarca aile, gelecek bir yıllık gelirlerini çoktan harcamış bulunuyorlar. Bu borçlanma hâlinin, “ekonomik istikrar için AK Parti’ye oy verme” durumuna yol açtığı da söylenmektedir. Öte yandan işsizlik artmaktadır. TÜİK sürekli olarak işsizlik tanımını vb. değiştirerek işsizlik rakamları ile oymaktadır. Buna rağmen işsizlik artmaktadır. İhracatta da düşme var. Bu durumda ekonomi nasıl büyüyor? Acaba, örtülü ödenek, acaba büyük rantlar anlamına gelen projeler ekonomiyi ayakta mı tutmaktadır?
Borsa, son derece hassas bir barometre olarak iş görmekten çıktı mı? Çıkmadı ise, borsada düşme olmamasını nasıl yorumlamak gerekir? Dünya çapında var olan kriz nedeni ile, Türkiye borsası cazip midir, bundan mı düşmüyor? Yoksa, ülkeye bir kayıt dışı sermaye girişi mi var? Eğer varsa bu sermaye, kan banyosu yapmaya hevesli mafya grupları ile bağlantılı mıdır? O kadar küçük değil ise, acaba daha büyük çaplı karapara aklama operasyonları mı söz konusudur?
Bizim ekonomistlerimiz biraz şair ruhlu olabilselerdi, durumu açıklayabilecek kelimeler bulur, uygun cümlelerle halka anlatabilirlerdi. Ama onlarda da kabahat yok, borsa ekonomisi şairlerimizin ruhlarını söküp alırken, onların artık şair ruhlu olmaları da mümkün değil. Bu durumda da açıklama bulmaları zor elbette.
Osmanlı’nın gaza savaşı biliniyor. Gaza savaşı, ganimet paylaşımını da düzenleyen bir tarzdır. Ganimet, yeni yerler fethetme güdüsünü besliyor. Ama her şey çelişkisini içinde taşır. Gaza savaşı da öyledir. ganimet elde etmek için yeni yerler fethetmek, bunu sürekli yapmak gerekir. Ama gelgelelim, Osmanlı, Viyana’ya yöneldiğinde, oraya varmak ayları alıyor, bahar kışa evriliyor, mevsimler değişiyor. Ordu eli boş dönmeye başlayınca, ganimetin yerini yağma alıyor, kendi topraklarına yöneliyor. Kendi topraklarına yönelince, cepheyi de kendi içine taşıyor demektir.
Ülkemizde burjuva sınıf ciddi bir hırsızlık üzerine yükseliyor. Sadece işçilerin emeğine el konmuyor, o zaten her kapitalist ülkede var. Burada ayrıca, devlet olanakları ve halkın vergileri yağmalanıyor. Ve bugün bu yağma farklı bir evreye dönüşmüştür. Hırsızlık, sistemin ana ekonomik faaliyeti hâline gelmiştir. Rant yaratma bu değilse nedir? Şimdi bunun üzerine anonim şirket gibi ülke ekonomisinin yönetilmesi devreye giriyor. Gerçekten de bunun fiili Başkanlık sistemi ile birleşimi, ilginç oluyor, olacak.
Her şeyin yeşil dolarlara endekslendiği bir sosyal ve siyasal kültürde bugün için ekonomi tıkırındadır. O kadar ki, hiçbir ekonomiste ihtiyaç yoktur.
İktidar “hastalığı”ndan hastalıklı iktidara
Sadece bu kadar da değil. Muktedir, derin saray glodiosunu oluşturmada Âlâ bir yol almış olmalı ki, Ergenekon kadroları ile girdiği ilişkileri de üzerine ekleyerek, savaş naraları atıyor. İçeride savaş, dışarıda savaş.
Ve bu arada, Muktedir ve iktidar etrafından, bazı gerçekler açık ediliyor.
Kuşku yok ki, Erdoğan, bir uluslararası projedir, bir ABD projesidir ve AB tarafından da desteklenmiş bir projedir. Ama bu gerçeği aklımızdan çıkarmadan, sürece bir de iktidar hırsı açısından bakmakta fayda var.
Mesela İsmail Kahraman, meclis başkanıdır. Meclis başkanı olarak bir olumlu iş yaptığını gören herhâlde olmamıştır. Mesela parlamentodan milletvekilleri, HDP vekilleri atılsın diye gelen baskılara karşı, “arkadaş, bu ne iştir” dediğini duyan olmamıştır. Hani, sıra HDP milletvekillerine gelince ne kişisel fikri kalıyor, ne hak ne hukuk anlayışı kalıyor. Ama meclis başkanımızın, kişisel görüşleri de varmış. Bir “küçük” toplantıda, “yeni anayasada laiklik olmamalı” dedi.
Aslında, zaten TC anayasası ve TC devleti, laik bir devlet değildir. Eğer bir ülkede, diyanet işleri başkanlığı var ise, eğer diyanet işleri başkanlığının 120 bin kişilik kadrosu devletten, halkın vergilerinden maaş alıyorsa, eğer bir diyanet işleri başkanının zırhlı arabası oluyorsa, bu ülkede laiklik olabilir mi? Elbette hayır. Mesela devlet, tüm din ve inançlara eşit mesafede midir? Bırakın başka dinleri, diyanet işleri, sadece bir mezhebin, Sünni İslam’ın emrindedir.
Aslında bu, Müslümanlar için de doğru değildir. Onlara da devlet eli ile, inançları “şekillendirilip” paketlenerek verilmektedir. Kişi ile allah arasındaki ilişkilerde devletin yeri olmamalıdır. Burada kişi, kendi inançları için bir aracıya ihtiyaç duymaz. Bu durumda, diyanet işleri başkanlığı, gerçekte dini denetleme aracıdır ve devletin dine yön verme aracıdır. Ülkemizde inançların bu kadar vahşice, ölçüsüzce, hoyratça kullanılması, işte bu zemin üzerinde yükselmektedir.
Peki buna rağmen, İsmail Kahraman, meclis başkanı, ne demek ister? Meclis başkanı diyor ki, fırsat var ve dini temel alan, İslam inancının bir kolunu temel alan bir anayasa yapalım.
Bunu söylüyor ve sonrasında, bununla tepkiler ölçülüyor. Sonra da, kişisel görüşüm, deniyor.
Mesela, bir dinî otorite, devlet adamlarının yaptığı yolsuzluğu, %10 halifenin hakkıdır, diyen bir fetva ile desteklerse, ne olur? İşte din bu açıdan, devleti yönetenlere gereklidir.
Meclis Başkanı, TBMM’nin fiili olarak devredışı bırakılmasına sessizdir. HDP’li milletvekillerinin meclisten çıkarılması girişimlerine karşı sessizdir. Ama sıra anayasaya geldi mi, aklına ilk gelen, dini referans alan bir anayasadır. Bu dini referans alan anayasada, hak hukuk, çalışma yaşamı, kuvvetler ayrılığı vb. nasıl düzenlenecek? Bunlar, onun gündeminde değildir.
Ülkemizin İslamî kesimi, gerçek anlamı ile inanan bir kesimi, birçok açıdan baskı altına alınmıştır. Bunun da uzun bir geçmişi vardır. Bu kitlelerde var olan ezilmişlik, bazı İslamî hareketler için kullanılarak, iktidara gelmenin aracı olarak örgütlenmek istenmiştir. 12 Eylül, komünizme karşı dini kullanma projesi olan ABD’nin yeşil kuşak projesinin devamı olarak, bu işe sarıldı. İslamî hareketi, hem ABD ekseninde, komünizme ve halka karşı, hem de iktidar olma amacı ile devreye soktu. İsmail Kahraman, mesela ABD emperyalizmine karşı mücadele eden devrimci gençlerin üzerine linç etmek üzere sürülmüş devlet milisleri, yani kontrgerilla içinde yer almıştır. Irkçı Türkçülük ile Türk-İslam sentezi arasında, zaman farkı dışında bir farklılık da yoktur.
İktidar olma hırsı, bugün iktidarı eline alanların durumunda hastalıklı bir iktidar etme biçimine dönüştürülmüştür.
Hep sorulan bir sorudur, Nazi Almanyası’nda soykırımı ile karşı karşıya kalmış olan Yahudiler, bugün, ellerindeki İsrail devleti ile, bir başka halka, Filistin halkına karşı bir soykırım politikasını nasıl uygulayabilir? Bu soru, siyasal analizleri bir yana bırakırsak, insanî açıdan son derece yerindedir. Elbette siyasal olarak, süreçleri görmemek, abartılı bir “iyi niyet”e sahip olmak anlamına da gelir.
Aynı soru, İslamî hareket için sorulabilir. Yöneticilerini, İsmail Kahraman’ı, Erdoğan’ı, Gül’ü, Davutoğlu’nu vb. bir yana bırakırsak, geniş inanan kesimler için, anlamlı bir sorudur: Sen baskı görmüş isen, bugün senin adına iktidar olduğunu söyleyenlerin ölçüsüz baskı ve zulüm politikalarını nasıl onaylarsın? Yine dediğimiz gibi, bu salt insan olarak sorulabilecek bir sorudur. Çünkü siyasal olarak dinin kullanılmasını, geniş halk kitleleri kavramaktan uzaktır.
Kürt halkına karşı içeride, dışarıda ise Suriye’ye karşı bir savaş yürütmekte bu kadar hevesli olan bir “İslamî iktidar” nasıl olur da İslamî kesimden oy alabilir?
Parlamento devre dışıdır.
Ama parlamentonun başkanı devrededir.
Bakanlar Kurulu, bizzat Saray tarafından by-pas edilmiş ve içinden dışından isimlerle yeni bir yürütme organı organize edilmiştir. Bu, aslında bir nevî paralel yapıdır da. Bu Saray’a bağlı yürütme içinde görev alan Âlâ, binaları uzaktan yok ediyoruz, diyor. Bunu söylerken, Kürt illerinden söz ediyor. Kürt şehirlerini yerle bir etmekten söz ediyorlar.
İktidar hastalığı, tiranlığa dönüşünce, hastalıklı bir iktidara dönüşmektedir. Devletin-hükümetin birçok uygulaması, hastalıklı bir iktidarın uygulamalarıdır. Tam bir polis devleti, tam bir karanlık egemenlik devrededir. Basın susturulmaktadır. Ve savaş emirleri, ölüm emirleri yağdırılmaktadır. Cenazelere işkenceler yapılmaktadır.
En başta Kürt halkı olmak üzere, tüm halklar düşman ilan edilmektedir. Karadeniz’de mafya örgütlenmesi ile, halk sindirilmektedir. Ya bendensiz ya düşman söylemi tam da budur. Bu hastalıklı bir iktidar demek değilse nedir?
Bir resmî bakanlar kurulu üyesi (kendisinin fiili, saraya bağlı yürütmede olup olmadığını bilmiyoruz), bir iç savaşta değiliz, diyor. Neden bunu belirtme gereği duyuyor? Çünkü, tam bir iç savaş senaryosu devreye sokulmuştur ve buna uygun katliamlar yapılmaktadır. Bombalamalar, Kürt illerine dönük katliamlar üst üste konulduğunda son bir yılda ölen insan sayısı oldukça kabarıktır. İç savaşta değiliz açıklaması, komiktir.
Hastalıklı iktidara bir örnek, Kilis Valisi’nden gelmiştir. Uzun süre, günlerce, Kilis’e gelen füzelerin havadan düştüğü, nasıl düştüğü vb. tartışılmıştır. Konu yerçekimine kadar gitmiştir. Ve Kilis Valisi, valilere verilen olağanüstü güç ile, yetkili bir vali olarak, “sokağa abdestsiz çıkmayın” demektedir. Yani ölecekseniz bari abdestli ölün, denilmektedir. Traji-komiktir.
Ensar Vakfı olayı ve çocuk tacizlerini ele alın, kadın cinayetlerini ve kadının namusu üzerine atılan nutukları ele alın, bunlar iktidar hastalığının hastalıklı iktidara dönüşmesi değilse nedir?
Diyanetin, Soma sonrasında iş cinayetleri karşısında tutumunu hatırlayalım; diyanet, işyerlerinde bu kadar fazla önlem almak, allaha şirk koşmaktır, diye hutbeler verdi. Şimdilerde diyanet, yolsuzluklara karşı, cuma hutbesi verme kararı almıştır. Neden? Yolsuzlukları yapanlar, affedilsin diye cuma namazına mı geliyor da, orada imamı dinleyip insafa gelecekler? Yoksa tüm tepeyi sarmış olan yolsuzluklar, devlet bürokrasinin her kademesine yayılmasın diye önlem mi alınmak istenmektedir?
İktidar, Saray, tüm kaos ve savaş ortamı içinde, kurduğu ittifakları da kullanarak kendi iktidarını mutlak kılma peşindedir. Bu nedenle, tarihi yeniden yazmaktadır. Kut’ül Amare zaferi gibi, Osmanlı’nın tüm padişahlarının yeniden yad edilmesi gibi girişimler, aslında bir anlamda tarihi yeni tarzda yazma girişimidir. Bu konuda derin bir çalışma olduğu anlaşılmaktadır. Evet, TC devleti bu konularda da deneyimlidir. istenildiğinde Timur aslan Türk, ama sonra bir anda pis Moğol olabilmektedir. Bu tarihi, aynı anlayışla, ama bu sefer yeni iktidarın ihtiyaçlarına uygun olarak yeniden yazmak, acaba neyi değiştirecektir? Tarihle yüzleşemeyen, gerçeklerle yüzleşemeyen bir anlayış ile nasıl bir iktidar organize edilebilir? Ya bendensin ya düşmansın, anlayışını tarihe uygulayarak ne kadar ilerleme sağlanabilir, hangi sorun gerçek anlamda çözülebilir? Tarih uydurulduğunda yeniden yazılmış mı olur?
Bu topraklarda burjuva egemenlik, her zaman halkları inkâr etmiştir. Kendine düşman olarak görmüştür ve her zaman o veciz cümle devreye sokulmuştur; ya bendensin ya düşman.
Bu topraklarda burjuva egemenlik, her zaman işçi ve emekçileri yok hükmünde saymıştır, onları ayak takımı olarak adlandırmıştır.
Bu topraklarda burjuva egemenlik, her zaman kendini rant üretmeye adapte etmiştir. Daha çok rant elde etmek için, her yola başvurmuştur. Kamunun kaynakları, başıboş bulunmuş bir çiftlik gibi yağmalanmıştır.
Ve bu topraklarda egemenlerin emperyalist efendileri, bunu her zaman teşvik etmiştir.
Bugün de olan budur.
Bugün, biraz daha ileri gidilmiş, tüm bölgenin yağmalanması için, her yola başvurulmaya başlanmıştır. Emperyalist odakların çetelerden devlet yaratma politikasına, devletlerin çeteleşmesi eşlik etmektedir.
Ve iktidar hastalığına yakalananlar ellerine geçirdikleri güç ile zehirlenerek, hastalıklı bir iktidar oluşturmaktadırlar. Savaş, doğanın yağmalanması, rant uğruna tüm kaynakların heba edilmesi, yaşamın her alanında şiddetin egemen kılınması bu hastalıklı iktidarın göstergeleridir.
Fazladan ömür süren kapitalist sistemin tüm pislikleri, bu hastalıklı iktidar eli ile ülkemizde ölçüsüzce devreye sokulmuştur.
İşte aceleleri de bundandır. Bu mutlak iktidarı kurabilmek için, halkların, kitlelerin tamamen karanlığa gömülmesi, esir hâline getirilmesi istenmektedir. Bunu acele ile, bir an önce yapmak istiyorlar. Çünkü vakitleri dardır. Korkuları bundandır.
Acaba korkunun hastalığa, ecele çare olduğu görülmüş müdür?
ABD ve Erdoğan ilişkileri
Liberaller, hür dünyanın temsilcisi diye düşündükleri için olacak, ABD’nin, bu görüşme yolu ile Erdoğan’a bir tarz destek vermiş olma ihtimalini zayıf gördükleri için, belki de öyle görmek istedikleri için, bu görüşmenin olmayacağını düşünüyorlardı.
RTE basını ise, bir dünya lideri olarak sunmak istedikleri Erdoğan’ın görüşmesinden önce, eski görüntüler kullanıp, Obama’nın Erdoğan karşısında ceket düğmelerini iliklemesini yayınlıyorlardı.
Yani, iki taraf açısından da iş iddia idi.
Liberaller, Erdoğan’dan kurtuluşun, ABD’nin onun üzerini çizmesi dışında mümkün olmayacağını düşündüklerinden olacak, bu yönde işaretler arıyorlar. Ve buldukları her veriyi, bu açıdan yorumluyorlar. RTE basını ise, ne kadar uydurma şey varsa hepsini devreye koyarak, aslında Erdoğan’ın ne kadar önemli olduğunu göstermek istiyorlar. Zaten değil mi ki, kılı olunabilendir, değil mi ki, onu görmek peygamberi görmeye eştir, değil mi ki, allahın bütün sıfatlarını üzerinde taşıyan adamdır, değil mi ki, kocası ile sevişirken bir kadının onu hayal etmesi açıklanabilirdir, değil mi ki, ona her şey helâldir vb. Bunca övgüden sonra, havuz medyasının övgü için, çok yorulacağı açıktır. Bu övgülerle yarışabilmek için, her gün daha “hoşa” gidenini bulmak, kesinlikle bir maharet ister. Bunun için, tüm medya, tüm araştırma şirketleri, tüm danışmanlar çalışmalıdır.
Biz, elbette Erdoğan’ın, saray iktidarının, tüm entrikaları ile, halkların direnişi ile yıkılacağını düşünüyoruz, bunun için mücadele ediyoruz ve bu yolla yıkılırsa, yerine geçecek bir başka entrikacıyı da yıkabileceğimizi düşünüyoruz. Bu nedenle, mesele sadece Erdoğan’ın, Saray’ın iktidarının, AK Parti iktidarının yıkılması değil, mesele ülkenin bu vesile ile yağma ve talandan, sömürü ve zorbalıktan, burjuva egemenlikten kurtuluşunun yolunun açılmasıdır.
Erdoğan, ABD’de, bir onbaşı tarafından ve Türk dışişleri yetkililerince karşılandı. Bu durum, Amerika’ya umudunu bağlamış olanlar için, oldukça ciddi bir mesaj idi.
Kerry, Erdoğan’la görüşmüş ve bilmem kaç kelime kullanmış. Amerikalı, bu fırsatı değerlendirmekte kararlıdır. Madem bizim ne yapacağımız sizin için bu kadar önemli, öyle ise, bakın, kelimeleri sayıyoruz. Ne kadar az kelime, o kadar az saygı mıdır? Bunu bilmiyoruz, ama Erdoğan’a 57 kelime yeterlidir, diyorlar. Ama buradan, ABD’nin Erdoğan ile ilişkisi meselesi hakkında bir sonuç çıkar mı? Kanımızca çıkmaz. Sadece bir oyunun bir perdesi ortaya konmuş olur.
Erdoğan’ın ziyareti öncesinde, aslında bu zorlanmış ziyaret öncesinde demeliyiz, ABD, iflas etmiş bir politika olarak “eğit-donat” projesini yeniden devreye sokuyor.
Rusya, Suriye’de işgalci olmayacağını gösteren adımlar atar atmaz, ABD, Türkiye eli ile tekrar sürece dalmaya başlamıştır. Bu tam bir “dalma”dır. Ve sonucu, kafasını bir kere daha çarpmak olacaktır. Bu nedenle, kafa kaskı olarak, Türkiye’yi kullanmak istiyorlar. Zaten her zaman tetikçi olmuş Türkiye, Erdoğan aracılığı ile buna evet demekte tereddüt etmeyecektir. Etmediği de anlaşılıyor. Hazır ABD yeniden Erdoğan’dan bazı taleplerde bulunmuştur, fırsat bu fırsat, Erdoğan, hemen ABD’ye yolculuğa başlamıştır. Obama ile görüşerek, içeride imaj tazeleyecektir.
Hemen, devlet çalışmaya başlar. Doğan Holding, tüm ilişkilerini kullanarak, TÜSİAD aracılığı ile bir görüşme organize eder. Doğan Holding’in ayarlamaları, yine de kapıda kargaşa oluşmasını engellemez. Birkaç gazeteci korumalarca tartaklanır. Liberaller için bu akıl almaz ve ABD demokrasisine yakışmayan olayın hesabını ABD sormalıdır. Ama durum pek de öyle değildir.
Daha ilgi çekici olan, Erdoğan’ı protesto eden kalabalığın sesini bastırmak için, korumaların meleme vb. gibi tuhaf sesler çıkartma girişimleridir. Saray’ın “doğadan sesler korosu” olduğunu, korumaların gönüllü olarak bu koroda çalıştıklarını bilmeyen kalmadı. Demek ki saray sadece Sultan’ın yaşadığı yer değildir. Saray varsa, harem de olacaktır ve başöğretmeni de “harem bir eğitim yuvasıdır” dedi ve Ahmet Hakan’ın, kendisinin bu başöğretmene danışman olmak istediğini ilan ettiğini de gördük. Saray varsa, entrika da vardır. Zarraf gibi kanallarla bu entrikaların ulaşmadığı yer yoktur. Saray varsa soytarısı da olacaktır. Saray varsa içoğlanı da vardır vb. Listeyi uzatmak mümkün, ama korumaların “doğadan sesler” çıkarma girişimi, son derece başarılı olmuştur.
Doğan medyası, tüm çabalarına rağmen, bu görüntülerin yayılmasını engelleyememiştir. Gazetecilerin tartaklanması, “doğadan sesler korosu”, soru sorulmasının engellenmesi, sadece Erdoğan ve Doğan medya grubunun başarı işbirliğini göstermez, liberallerimize duyurulur, aynı zamanda Amerikan demokrasisini de gösterir.
ABD, ikiyüzlü bir politika izlemektedir. Bir yandan Erdoğan ile birlikte yürümekte, öbür yandan ise, bazı alanlarda Erdoğan’ın kendilerini dinlemediğini göstermek istemektedirler. Biden Türkiye’ye geldiğinde aynı şeyi yaptı, bir yandan muhalif isimlerle görüştü, ama diğer yandan devlet yetkilileri ile işler açısından bir sorun çıkmadan devam edecek adımları attılar. Obama-Erdoğan görüşmesi de öyledir. Ne görüştüklerini bilmiyoruz, ama Obama, basın özgürlüğü ve bazı demokratik sorunlar konusunda kendisini uyardığını söylerken, Erdoğan bunu yalanlamaktadır.
Demek ki, ABD, diyor ki, yola devam ama bazı sorunlar var. Biz Erdoğan’ın her işinin arkasında değiliz, ama bize lazım.
Ve demek ki, Erdoğan, Obama aracılığı ile ABD devletinin yeniden desteğini resme ekletmek istiyor. Madem ki, sizin yeniden bizden bazı talepleriniz var, o zaman bize güzel bir görüntü verin ki kullanalım. İşte Erdoğan’ın da isteği budur.
İkili arasında “resmî olmayan” görüşme ne demektir bunu bilemiyoruz. Biz devrimciler, henüz bu ülkede devleti ele geçirmedik. Ama bunu başardığımız zaman, “resmî olmayan” görüşme terimini, liderlerin satranç maçları için bile kullanmamayı yeğleriz.
ABD, bir yandan Erdoğan’a açıkça destek vermektedir. Ama diğer yandan, kendini, bu ülkede işlenen suçların faili ve destekçisi olarak gösterme olasılığına önlem almak istemektedir. Hepsi budur, oyun bu nedenle böylesine çelişkili bir tarzda sahneye sunulmaktadır.
ABD desteğini, AB desteğini, örneğin Kürt halkına karşı yürütülen katliam politikalarında görmek, açıktan görmek mümkün değil midir? Elbette ki mümkündür. AB ve ABD, Kürt halkına karşı yürütülen katliam politikalarının açık destekçileridir. Ne insan hakları, ne de yaşam hakkına ilişkin herhangi bir kaygı taşımadan, bu desteği sürdürmektedirler. AB ve ABD, rüşvet politikası ile, Erdoğan’la her konuda bir pazarlık yürütmektedir. Bu, Erdoğan, artık onların işine yaramaz hâle gelene kadar sürecektir. Erdoğan, hazır fırsat varken, savaşı daha da büyütme hevesindedir. Kürt halkına dönük katliam politikaları, bölgeyi saracak biçimde genişletilmek istenmektedir. ABD, bu durum, kendi politikalarına hizmet ettiği sürece, bu yönde devam edecektir.
Erdoğan, bu desteğin geçici olduğunu bildiğinden, bir yandan ciddiyetle, efendilerinin istediklerini yerine getiriyor, diğer yandan ise, zaman kazanıp iktidarını pekiştirmek istiyor.
Obama-Erdoğan görüşmesinde Zarraf meselesi gündeme gelmiş midir? Acaba, Obama, bunun karşılığında neler istemiştir? Acaba, Erdoğan neler teklif etmiştir?
Acaba, Erdoğan, Obama’ya, eğer beni uluslararası bir mahkemeye çıkarmak için BM’ye yol verirseniz, sizinle ilgili bilgileri açıklayacağım demiş midir, ima etmiş midir? Saddam’ın uluslararası mahkemeye çıkma talepleri biliniyordu, ama ABD buna izin vermemişti, çünkü suç ortağı olduğu ortaya çıkacaktı. Acaba bu kez, hangi yol izlenmektedir? Bu nedenle Erdoğan’ın Obama’dan ne istediği çok ama çok önemlidir.
Erdoğan’ın, halka değil ama kendisini destekleyenlere söylediği, “ben gidersem devlet de gider” sözleri, bu görüşmede de gündeme gelmiş midir?
Erdoğan, ordu da dahil, bazı güçlere, kendi eski yol arkadaşlarına, TÜSİAD’a, seslenerek “ben gidersem devlet de gider” sözünü boşuna mı söylemiştir?
Aynı şekilde, ABD gezisinin öncesinde, orduya hitaben, ben sizin başkomutanınızım, tek millet, tek devlet, tek ordu, tek başkomutan sözlerini niye zikretmiştir? Bu sadece, bir darbe geliyor düşüncesi yayıldıkça, bir önlem olsun diye mi söylenmiştir? Yine, acaba Genelkurmay, ABD gezisi öncesi, darbe yapmayız, türünden bir açıklamaya neden gerek duymuştur?
Acaba Erdoğan, Obama ile görüşmesinde bu darbe meselesini gündeme getirmiş midir? Mısır örneği üzerinde durmuş mudur? Obama’nın “seçilerek geldi” sözleri acaba, bu nedenle mi söylenmiştir?
Bu görüşme, tüm bu nedenlerle önemli bir görüşmedir. ABD’nin tavrında da bir değişiklik yoktur. ABD, Erdoğan ve Saray iktidarını, Ortadoğu’daki işleri için sonuna kadar kullanmaktan yanadır. Ve elbette ki, sonuçta ABD, işlediği suçlarını birisine yıkacaktır. Bu birisi için aday da bellidir. Erdoğan’ın bunu ne ölçüde gördüğü ayrı bir konudur. Ama Obama’ya giderken, hem ordu hem de TÜSİAD’dan açık destek aldığını göstermek istemesi boşuna değildir.
İşte bir kere daha gerçek çözüm yolunu anlama olanağı ortaya çıkmaktadır. Halkların kurtuluşu, direnişten geçmektedir. Kürt halkının direnişi, bu yolu göstermektedir. Bir kere daha söylemekten geri durmamalıyız, tüm Anadolu halkları, işçi ve emekçileri, tüm yoksullar, insanım diyen herkes için çözüm, Batı’da da direnişi geliştirmektedir. Bunun ne kadar zorlu bir yol olduğunu biliyoruz. Ama ne kadar zorunlu olduğunu da biliyor olmalıyız.
Bu direniş karşısında ABD, AB, Saray iktidarının, devletin arkasındadır. IŞİD bu açıdan kullanılmaktadır ve halkların direnişini kırmak için devreye sokulmuştur. Ve tüm bu gerici güruha karşı tek çıkış yolu, direniştir.