Ana Sayfa Blog Sayfa 23

1 Mayıs’ın tarafı olan tüm güçlere çağrı | 2024 1 Mayıs Taksim Platformu

2024 1 Mayıs’ına sayılı günler kaldı.

Bu sene işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ın, yerel seçimler gündemi, bayram tatili vb. etkenlerle zayıf bir ön örgütlenme süreciyle geçmemesi için, aynı zamanda kitlesel, birleşik, devrimci bir 1 Mayıs’ın toplumsal mücadeleye katacağı dinamizmi ortak bir çalışmanın yaratacağı coşkuyla örgütlemek için bir dizi çalışma gerçekleştirildi.

Mart ayının ortalarında İşçi Emekçi Birliği’nin hemen her kurum/parti/sendikaya ulaşarak başlattığı toplantıların ardından, İşçi Emekçi Birliği’nden de geniş bir yelpazeyi oluşturan bir 1 Mayıs birlikteliği ortaya çıktı.

2024 1 Mayıs Taksim Platformu, bu sene 1 Mayıs’ın Taksim’de kitlesel geçmesi için de ön çalışmalarıyla işçi havzalarında, pazar yerlerinde, kent meydanlarında, “tarihsel ve sınıfsal özüne uygun, birleşik, devrimci” bir 1 Mayıs duyurularını yapmaya başladı. Aynı zamanda Nisan ayının başında, DİSK ve KESK ile de görüşerek sürecin hep beraber örülmesi çağrısında bulundu.

Taksim 1 Mayısı’nı kitlesel, coşkulu ve mücadele ruhuna uygun örgütleyerek direnişi ve umudu büyütmenin hepimizin ortak sorumluluğu olduğunu biliyoruz. Aynı zamanda mücadeleci sendikaların da bir araya gelerek yürüttüğü ortak 1 Mayıs çalışmalarını da önemsiyoruz.

DİSK, KESK, TMMOB, TTB ve TDB’nin de açıklamalarında ortaya konulduğu gibi, başta işçi sınıfı olmak üzere, halkların, kadınların, gençlerin, öğrencilerin, doğasını yaşamını savunanların kendi talepleri ile 1 Mayıs alanı Taksim’de olması da ortak sorumluluğumuzdur.

Tüm emek ve meslek örgütleri, devrimci, sosyalist kurumlar buna uygun tutum almak zorundadır.

Oysa DİSK’in tek başına bu süreci valilik ve içişleri bakanı ile görüşmelerle, sadece CHP ile yürüttüğü ‘kulis faaliyetleri’ ile örgütlemeye çalışması bu ortak sorumluluğa uzak bir tutumdur. 2024 1 Mayıs’ının yüreği Taksim’de atan tüm toplumsal kesimlerle birlikte örgütlenmesi gerekir. DİSK’in bu sene bugüne kadar aldığı tutum, 1 Mayıs’ı birleşik, kitlesel, tarihsel ve sınıfsal özüne uygun örgütleme çabasından uzaktır. Biz bir kere daha 1 Mayıs’ın tarafı olan tüm güçlere, birleşik mücadele zeminlerini güçlendirme çağrısı yapıyoruz.

Tüm toplumsal güçleri, kendi talepleriyle kendi renkleriyle Taksim’e giden yolları hep birlikte yürümeye, emeğin ve direnişin meydanı olan Taksim’de, 1 Mayıs’ı birlikte örgütlemeye ve büyütmeye çağırıyoruz.

21 Nisan 2024

2024 1 Mayıs Taksim Platformu

Kriz ve işçi sınıfının durumu: Geriye atılacak adım kalmamıştır

Seçimler tamamlandı ve önümüzde 1 Mayıs 2024 var. İkisi de tarih açısından önemlidir. Önemlidir, zira seçimin bitişi ile birlikte ekonomik krizin tüm etkileri çok daha açık ortaya çıkmaya başlayacak. Seçim nedeni ile 2023 Mayısına giderken Saray tarafından sevimli görünmek için yapılan ilave harcamalar, verilen rüşvetler, dağıtılan sadakalar, ücretlerde yanıltıcı olsa da artışlar vb. aslında krizin ağırlığını hissettirmesini biraz olsun azalttı. Yerel seçimler öncesinde, Mayıs 2023’te yapılan hileli ve gayrimeşru seçim sonrasında, aynı bonkörlükle harcamalar yapılmadı. Mesela emeklilere zam çok düşük kaldı. Asgarî ücretteki artışla ilişkisi yoktur. Çünkü ekonominin yönetimi Saray’dan tamamen alındı ve uluslararası konsorsiyuma devredildi. Bu uluslararası konsorsiyum, MB Başkanı ve Maliye ve Hazine Bakanı’nı, kendi kadrosu olarak atadı. Şimşek Bey ve Gaye Hanım, aslında bu uluslararası konsorsiyumun adamlarıdır. Bu nedenle ancak belli ölçülerde seçim rüşvetleri verilebilmiştir. Hiç verilmemiştir demeyelim. 

Ama artık seçimler bitti. Erdoğan’ın deyimi ile, 4 yıl seçim yok. Özgür Özel’in CHP’si, “erken seçim” çağrısı yapmayacaklarını söylüyor.

Yerel seçimlerden küçülerek çıkan AK Parti, aslında çok daha büyük oy kaybını (tahminen %20 civarında oyları vardır) örtecek hilelere rağmen, birinci parti olmaktan da çıktı, birçok belediyeyi de kaybetti.

CHP, belediyelerde elde ettiği gücü, şimdiden Saray’ı zorlayacak, hani çok “özlenen” güçlendirilmiş parlamenter sistemi geri getirecek tarzda kullanmayacağını aşağı yukarı taahhüt etmektedir. Demek aslında Saray Rejimi güçlendirilecektir.

Şimdi yeni süreçte, CHP’li belediyelerin temel görevi, yoksulları desteklemek, açlara et sağlamak, ekmek dağıtımı yapmak vb. olacaktır. Saray’ın sadaka sistemi yerine, daha kibar bir tarzda belediyelerin sadaka sistemi devreye sokulacak.

Bu yolla krizin etkilerini hafifletmeyi hedeflemiyorlar. Yanlış. Bu yolla, dışarıda sürdürülecek savaş nedeni ile arka tarafı kontrol altına almaya çalışacaklar. Bir sosyal patlamayı, isyanı ve sokak eylemlerini önlemeye çalışacaklar. 

Kaldı ki, krizin ne örtülmesi, ne de hafifletilmesi mümkün değildir. Belki bu, 2018’de yapılacak bazı şeylerle biraz hafifletilebilirdi. 

Ve krizin tüm faturasını ödeyecek olan işçi ve emekçiler, 1 Mayıs 2024’te, alanlara çıkacaklar. İşte bu iki tarih, bu nedenle önemli oluyor. Biz de bu yazıyı, iki tarihin arasında, seçimlerin hemen ardından kaleme alıyoruz.

Şimdi tekrar krize dönelim.

Ekonomik kriz, daha da ağırlaşacaktır.

Krizin sonuçları daha açık olarak ortaya çıkacaktır.

Ekonomik krizin bedeli açık olarak halka, işçi ve emekçilere daha fazla yıkılacaktır.

Çünkü uluslararası konsorsiyum, ekonomiyi devralmıştır. Uluslararası konsorsiyum, aslında TC devletinden alacaklı olan şirket, finans dünyası ve bazı devletlerin yetkililerinden oluşmaktadır. Merkezi Londra’da olsa da, yönetimi uluslararası alacaklıların elindedir. Ve bu alacaklılar, mevcut borçları, zamanı gelince yeniden yapılandırmaktadır. Diyelim ki Mayıs 2024’te 20 milyar dolar ödenmesi gereken borç olsun. Bunu ödeme işini, bu konsorsiyum kendi içinde hâlletmektedir. Diyelim bu 20 milyar dolar, %5 veya 8 ile alınmış bir borç ise, artık bu borç, %11, %25 arası bir oranla yenilenmektedir. Böylece piyasadan dolar bulmak gibi bir süreç, bu nedenle yaşanmamaktadır (Bu durum, TL’nin değer kaybetmeyeceği anlamına elbette gelmiyor. Ama MB, yeni para basma işini daha da azaltacaktır). İyi ama ortaya bir sorun çıkmaktadır: Acaba TC devleti, yeni hâli ile borçlarını, faizlerini nasıl ödeyebilecektir? Bunun için, (a) yeni vergi ve haraçlar konulacak, (b) bazı kamu gelirleri doğrudan konsorsiyumun ve onun memurlarının denetimine verilecek.

Demek oluyor ki, krizin faturası daha çok ortaya çıkacaktır.

Krizin önemli bir yönü de emperyalist ülkelerin kendi krizlerini ihraç etmeleridir. ABD, Avrupa, başta Almanya, kendi ekonomik krizlerini belli bir gelişmişlik düzeyindeki ülkelere ihraç ederler. Bunun için kanalları ve yolları vardır. Böylece, krizin daha da artacağını, derinleşeceğini söylemek abartılı olmaz. 

TC devletinin kısa vadeli borçlarının toplamı, 180 milyar dolar civarındadır. Konsorsiyumun borçları yeniden yapılandırması, aslında bu borçları artırıcı bir etkiye sahiptir. Ve yeni faiz oranları ile borç vermeleri, zaten kendi krizlerini ihraç etmelerinin mekanizmalarından biridir. 

TC devletinin toplam borcu, 500 milyar dolar civarındadır, biraz altındadır. Kısa vadeli borç, 1 yıl içinde ödemesi gelen borçlar için kullanılan bir kavramdır. Demek ki devletin yabancı borçları, ekonominin %45’i civarındadır.

Öte yandan, ister vergiler nedeni ile olsun, isterse enflasyon nedeni ile olsun, fiyatlarda artış sürecektir. Bu artış, enflasyon, devletin tüm yalan istatistiklerinin yalan olduğunu ortaya çıkaracak şekilde sürecektir. Enflasyon, sadece fiyatlarda bir artış olarak kalmaz. Enflasyon, düşük gelir gruplarından büyük zenginlere para aktarılmasının da bir yoludur. Devletin krediler, hibeler, teşvikler vb. yolu ile gerçekleştirdiği sermaye transferlerine ek olarak enflasyon da zenginleri daha zengin yapacak bir mekanizmadır. Örneğin faizler düzeyindeki artış, parası olana yarar. Yani o popüler terimle “faiz lobisi”nin keyfi yerindedir.

TC devleti, uluslararası konsorsiyum, enflasyonu kontrol altına almak gibi bir politika izliyor. Bu MB’nin para basmasını azaltmak açısından bir çeşit önlem gibi görünebilir. Ama enflasyon konusundaki açıklamalar yanlış ve yalandır. Çünkü enflasyonun kaynağı, daha çok aşırı talep olarak görülmektedir. Talebi kısmak için, kredi kartları faizleri artırılıyor, taksit sayısı vb. azaltılıyor. Böylece harcamalar kısılsın isteniyor. İyi ama aslında enflasyonun ana sebebi, aşırı talep değildir. Tersine, halk için aşırı bir talep durumu yoktur. Onlar zaten bir ayın sonunu getirmekten çok uzak durumdadırlar. Oysa enflasyonun gerçek kaynağı maliyetlerdir. Dolarize olmuş bir ekonomide, maliyetler de sürekli artmakta iken, bu durum fiyatları artırmaktadır. Her şeyin dolarla alınıp satıldığı, TL’nin ölçü birimi olmaktan çıktığı bugün, bu konuda alınabilecek önlemler tartışılmıyor. 

Bu nedenle, yeni ekonomi yönetimi, açık olarak, enflasyonun 2026 yılında normale döneceğini söylemektedir. Bu durum, faizler düzeyindeki yükselişe rağmen TL’nin kaybının düşmemesinden de bellidir. İşte Erdoğan’ın, 4 yıl seçim yok, demesinin nedeni buradadır.

Saray Rejimi’nin Erdoğan ile devam etme durumu, gerçekte hiç bunlara bağlı değildir.

Savaş ekonomisi, aslında süreci büyük ölçüde etkilemektedir. Evet savaş ekonomisi, bazılarına büyük paralar kazandırmaktadır. Ancak savaş araç ve gereçleri, halkın yiyecek, eğitim, sağlık ve barınma giderlerini azaltmaz. 

Savaş ekonomisi, geçici bir durum değildir. Savaş hazırlıklarına bakıldığında bunu anlamak olanaklıdır. Ve elbette, en önemli şey, savaş ekonomisidir. 

Ne Saray Rejimi savaşsız varlığını sürdürebilir, ne de Saray Rejimi’nin bağlı olduğu emperyalist güçler savaş politikalarından geri adım atabilir. Her ikisi de savaşı istemektedir. Saray Rejimi’nin zaten görevi budur ve 2023 Mayıs seçim sonuçları, bir çeşit müsamere ile, gayrimeşru bir biçimde, bu amaç için ayarlanmıştır. Yani Erdoğan’ın 9 Mayıs’ta ABD ziyareti, savaş hazırlıkları içindir. 

Enflasyonun önemli bir kaynağı, Saray’ın harcamalarıdır ve bunun içinde en büyük kalem elbette savaş bütçeleridir. Savaş her açıdan bir yıkımdır, kandır, gözyaşıdır, açlıktır ve enflasyonu aşan hâllerdir.

İflas etmiş bir ekonominin, savaş naraları ve savaş politikalarına ne denli ihtiyaç duyduğu açık olmalıdır. 

İçeride baskı ve şiddet, savaşın bir başka boyutudur. Bu nedenle, bazılarının “demokratikleşme” hayallerine kapılması gerçekçi değildir.

İşte bu noktada işçi sınıfının durumuna bir kere daha dönmek gerekiyor.

Sendikalar, var olanların büyük bir çoğunluğu, sistemin yedeği hâline gelmiş, işçi sınıfından, pratikte tek tek işçilerden kopartılmıştır. İşçiler sendikaların sahibi değildir. Sendikaların büyük bir bölümü, işçi sendikası bile değildir. Evet üyeleri işçidir ama yönetimleri, bir çeşit mafyalaşmış, çeteleşmiş, devlet ve patronlar için çalışan kişilerden oluşmaktadır. Ve dahası bu bir sendika seçimi ile değiştirilebilecek durumda da değildir. İşçiler gerçekte, sendikalarını geri almak istiyorlarsa, bunun uzun bir yol olduğunu bilmelidirler. 

Dahası var, işçilerin sendikalarını geri alabilmeleri, bir siyasi bilinci, birçok farklı örgütlenmeyi gerektirmektedir. Fabrikalarda işçi meclisleri, işçi komiteleri kurmak ve sendika dışında, sendikayı reddetmeden bir örgütlü güç hâline gelmek gerekir. Ve elbette bu da yetmez; işçiler siyasal bir devrimci örgütlenmeye gitmek zorundadırlar. Bu açıdan 1 Mayıs 2024, işçi sınıfının her alanda, her düzeyde örgütlülüğünü geliştirmek için bir basamak olmalıdır. İşçiler, savaşa, savaş politikalarına, içeride süren iç savaş hukukuna karşı çıkmadan, salt ekonomik bir mücadele yürütemezler. Burası geçilmiştir. Ve artan kriz koşulları, daha büyük çapta işsizlik de üretecektir. İşçiler bu sürece ancak birlikte ve örgütlü mücadele ile karşı durabilirler. Bugün, her yerde işçi eylemleri, işçi direnişleri gerçekleşmektedir. Ancak bu direniş ve eylemler, daha büyük çaplı, grev silahının etkili kullanıldığı bir tarza dönüşmek zorundadır. 

Demek oluyor ki sınıf mücadelesi daha da şiddetlenecektir.

Sokaklardan uzak durarak, direnişlerden uzak durarak, işçi sınıfının bu mücadeleye hazırlanması mümkün değildir. Geriye atılacak adım kalmamıştır.

İleriye doğru gitmek için ise örgütlü direniş hattı tek yoldur. Elbette bunun bedelleri olacaktır. Ama bunu yapmamanın bedelleri de daha az değildir. İşçi sınıfı, herhangi bir burjuva partisinden, Saray’dan vb. bir beklentiye girerek yaşamını sürdüremez. İşçi sınıfını bu beklentilere itmek, sendikaların işçi sınıfından yana tutum almamaları demek olacaktır.

Birçok sendika, sendikacı, bu durumu görebilmektedir. Mesele, işçi sınıfını, örgütlü bir direniş hattına hazırlamaktadır. Yoksa bunu görmenin bir kıymeti de olmaz. 

Tüm bu açılardan 1 Mayıs ve sonrası çok önemlidir. 

Geriye atılacak adım kalmamıştır. Yaşam, zorlaşmakta, ölüm sıradanlaşmaktadır. Açlık ve işsizlik daha da artacaktır. Bunlara karşı mücadele etmek için, geriye doğru adım atmak değil, sisteme karşı mücadeleye girişmek bir yoldur. 

İşçi sınıfı, içeride ve dışarıda savaş politikalarına karşı mücadele etmek zorundadır. Savaş, bir ulusal savaş değildir. Savaş, emperyalist efendilerin Saray Rejimi’ne verdiği tetikçi olma rolünün hayata geçirilmesidir. Savaş, tekellerin, uluslararası sermayenin, onların işbirlikçilerinin kanlı paralar kazanma savaşıdır. Ve işçilerin bu savaşta yeri yoktur. İşçiler, dünyanın tüm işçileri, silahlarını kendi ülkelerindeki devletlere çevirmek zorundadırlar. Bu nedenle, egemenler, aynı zamanda ilan edilmemiş bir iç savaş hukukunu devreye sokmuşlardır.

İşte 1 Mayıs 2024, bu koşullar altında gündeme gelmektedir.

Günlerin bugün getirdiği…

Adına yaşam denen, birbirini takip eden günlerin içinden geçerken bir soru; yaşamından memnun musun? Cevabı evet olanlara önerimiz sağdan devam etsinler. 

Kalanlar ve biz, evet memnun değiliz. Bundan sonra gelen ikinci bir soru; peki bu memnun olunmayan yaşam bu hâliyle devam mı edecek, değişecek mi, değiştirilecek mi?

Resmi rakamlara göre, Türkiye Avrupa’da çalışma saatlerinin en uzun olduğu ülke, alım gücü sıralamasında sondan üçüncü, hane kirası artış oranında birinci, işsiz sayısında üçüncü, gıda enflasyonu yüzde 112 bu alanda rakibimiz yok denebilir, iş cinayetlerinde ölüm sıralamasında birinci, kadına yönelik şiddette ilk sırada, eğitim kalitesinde sondan dördüncü… Listeyi uzatmak mümkün, gerçeklik, çilesi çekilen, yaşanan budur. 

Bugün yaşamlarımız bizlerin bile sahip çıkmak istemediği bir “şey”e dönüştürülmüştür. “Şey”dir, fakat gerçektir, yaşanandır. Bu milyonlarcamızın varlığı ve yaşamıdır. Ve bu hâline, yaşadıklarımıza varsın devam etsin denirse -ki bu dünyanın %98’inin yaşamıdır- dünyada yaşam kalmayacaktır. 

Bu düzen böyle devam ederse her şey daha da ağırlaşacaktır. Ekonomik kriz yeterince yaşamımızı zorlaştırmamış gibi daha da artacaktır. Savaş kapıdadır ve tüm yükünü yine bizlerin taşıması ve öfkemizi hiç tanımadığımız bizler gibi insanlara yöneltmemiz beklenmektedir. 

Peki nasıl yaşanacak?

Tablonun bu yanını arka arkaya böyle okuyunca, insanın kendini pekâlâ güçsüz hissetmesi mümkün. Biz bunları yaşıyoruz da, egemenler, yönetenler ne yaşıyor? Biz aynı dünyanın içinde iki ayrı dünya yaşıyoruz, elbette onlar öğünlerini azaltmadılar, bunu kastetmiyoruz.

Güç mü dediniz? En ufak bir işçi eylemine saldırmak, yurt odalarında öğrencileri ölümle burun buruna yaşatmak, kendi anayasalarına uymamak, kadınların öldürülmeleri için fetvalar verdirmek, çocukları onlara tecavüz edenlerle evlendirmeyi önümüze sunmak, depremle yıkılan kentlerin insanlarını yıkıntıların arasında ölüme terk etmek, belediye seçiminde verdiği oy geçerli sayılabilsin diye sokağı çıkanı hapse tıkmak, sınırın ötesine geçip 3-5 füze atıp savaş çıkarmayı tartışmak… Bütün bunları, bizi, açlık ordusunu yönetebilmek için her gün şiddetle saldırmak zorunda kalmak, işte yönetenlerin yaşadığı budur; korku içinde bir “güç gösterisi”! Bizi yönetenlerin “güç gösterisi” yapabilmesini sağlayan onların örgütlülüğüdür.

Güç mü dediniz? Bizim gücümüz, üç öğünü ikiye hatta bire düşürebilenlerin, ek mesailer ile çalışmak zorunda olanların, çamaşırlarını gece yıkayanların, hastane randevusunu aylar sonraya alanların, çocuğunu okula aç gönderenin, kredi kartlarına taklalar arttıranların gücü mü nerede? Bizim gücümüz bizim gibi yaşayan milyonlarda. Bizim gücümüz “hayır bu yaşama mahkûm değiliz” diyecek aklımızda. Bizim gücümüz tüm bu dünyayı yaratan ellerimizin gittiği şalterlerde, barikatlarda. Bizim gücümüz, yan yana geldiğimizde imkânsız deneni bile yapabilmemizdedir. Bütün bu gücü açığa çıkaracak tek yol ise örgütlenmektir.

“Günlerin bugün getirdiği baskı, zulüm ve kandır.” Biz milyonlar ise, egemenlerin gözünde bu günlerin içinde yaşamaya mahkûm edilmiş olanlarız. Bir de bizim günlerimiz var ellerimizle getirdiğimiz. Yaşayanlar yaşamayanlara anlatmalı Tekel direnişini, barikatlarda duranlar Gezi’yi anlatmalı ve bir adım fazlasının nasıl olacağını da sormalı. 2007, 2008, 2009 1 Mayıslarında Taksim ısrarlarıyla meydanı açanlar, 2012’de milyonların Taksim’de 1 Mayıs’ı nasıl kutladığını anlatmalı. Bizim de günlerimiz var kendi ellerimizle getirebileceğimiz. Bunun için bir araya gelmeliyiz, yaşamlarımızı ellerimize almalıyız.

Yaşamak direnmektir! Yaşamlarımızı elimize almaya, 1 Mayıs’a!

Ücretsiz barınma, sağlık, eğitim sadece bu bildirilerde yer alan, sadece duvarlardaki afişlerdeki sloganlar olarak mı kalsın? Bir adım at, örgütlen, yaşamına sahip çık!

Her gün kadın cinayetleri televizyonlarda duyduğun haberler olarak mı kalsın? Bir adım at, örgütlen, yaşamına sahip çık!

Her gün iş yerlerinde ölen işçiler için ölüm “kader” olmaya devam mı etsin? Bir adım at, örgütlen, yaşamına sahip çık!

Üniversiteler, gelecek ümidi olmayan öğrencilerin, eğitim ve bilimin olmadığı binalardan mı ibaret olsun? Bir adım at, örgütlen, yaşamına sahip çık! 

Ormanlar, nehirler, denizler, şirketlerin elinde yağma alanı hâline gelip yok mu olsun? Bir adım at, örgütlen, yaşamına sahip çık!

Bu 1 Mayıs’ta; bir eline yaşamını, bir eline getirebileceğin özgür günleri al.

Senden olanların direnişine katıl! 

Yaşam, umut, direniş olsun; 1 Mayıs’ta Taksim’e!

Kaldıraç

“Bu da yaşamak mı?” diye sordu içimizden biri.

Bu da yaşamak mı… Sabah git, akşam gel… Bitmeyen yükler… Ay sonunu nasıl getireceğim, kiraya nasıl yettireceğim, ev sahibi kağıt göndermiş, çocuk da derslerden geri kaldı, mesai var akşam, dönünce şu işleri halledip çocuğun ödevlerine bakıp, önce yemeğini ısıtıp yedirip, bizimki de geç gelir, suratı yine asık, çamaşırlar katlanacak, verimliliği arttıracağız dedi patron, Nurcan dedi suyumuzu çıkaracak bunlar iyice bizim, herkes gezsin tozsun biz çalışalım 10 saat, haklı kız, otobüs nasıl havasız, son koltuğa koştu oturdu bak ordaki, bu sene yeni zam olmayacakmış, eskisi oldu da ne oldu, bu da yaşamak mı…

Bu yaşamak mı? Değil diyorsan, dün yaptıklarımızdan farklı bir şey yapmamız gerekiyor demektir artık. Hepsini sen kabul edersen, kim değiştirecek? Senin yerine yaşamını kim değiştirebilir?

Öyle ya da böyle yaşıyoruz diyorsan, Yıldızposta’da eğlence mekanının tadilatında yanarak can veren 29 işçi yaşamıyor artık. İliç’te maden cinayetinde siyanür göçüğünün altında kalan işçiler yaşamıyor artık. Boşanmak istediği için evli olduğu erkek tarafından, sevgilisi tarafından, babası tarafından öldürülen kadınlar yaşamıyor artık. İstismar edilerek öldürülen çocuklar da. Bu düzen bize ölüm vaat ediyor. Egemenlerin dünyayı paylaşmak için açtıkları savaşta onlar adına ölmeyi vaat ediyor. Önlenebilir hastalıklar yüzünden ölmeyi, açlıktan ölmeyi, dünyanın her yerinden dünyanın her yerine göç yollarında ölmeyi…

Yaşadığımızdan utanalım diye değil bu yazdıklarımız. Yaşayalım diye, ama hep birlikte, insanca ve onurlu… Geleceğimizden korkmadan, sömürülmeden, aşağılanmadan, dünyadaki tüm güzelliklere ulaşarak, paylaşarak, severek, anlayarak yaşayalım diye.

Kapitalizm insanı insanlıktan çıkaran bir düzendir. İnsanca olan her şeye düşmandır. Çünkü insanca olan, biz üretenlerin yarattığı değerler; paylaşmak, dayanışma, birbirine güvenmek, inanmak, bu düzenin egemenlerinin çıkarına değil. Onlar insanı yalnızlaştırmak ister. Güvensiz, yalnız ve korku dolu insan… Korkuyla yaşayacak, egemenlerin istediği kadar üretecek, onların istediği kadar tüketecek. 

İşte bu düzen, bir gün içinde yaşadıklarımızın arkasında işleyen çark. Bunu kabul etmek mi o zaman yaşamak? Ne pahasına? Biz değiştiremeyiz diye mi? Egemenler öyle iyi biliyor ki değiştirebileceğimizi… Bundan tüm çıkardıkları yasalar, Saray Rejim’leri, bundan kolluklarıyla korku salmaya çalışmaları, bundan, her işçi direnişine, her kadın eylemine, öğrencilerin tüm taleplerine düşmanca saldırmaları. Biliyorlar ki, bu düzeni döndürenler, üretenler, yani biz, onların karlı hesaplarını bozabiliriz. Bu yüzden bir araya gelmemize her yol ve yöntemle engel olmaya çalışırlar.

Direnmek yaşamaktır!

Direnmeden, tüm bu koşullara boyun eğerek, kimse bizim adımıza yaşamlarımızı kurtarmadı, kurtarmayacak. Egemenler güçlü, çünkü örgütlüler. Biz de yaşamlarımızı kazanmak için güçlü olmak zorundayız. Kendi yöntemlerimizle, bizden olanlarla, sınıf kardeşlerimizle bir araya gelerek. Yaşamak direnmeden olmuyor, güç de örgütlenmeden, birlikte kararlar vermeden, birlikte harekete geçmeden…

Direnişler yol gösteriyor. Gezi’yi hatırla! Direniş günlerinde tanımadığın binlerce insana nasıl güvendiğini, yan yana yürüdüğünü, nasıl güç olduğunu hatırla, gündemi bizim belirlediğimizi hatırla. Haklarını kazanan işçilerin grevlerini hatırla, Tekel direnişini, Ankara’nın göbeğindeki direniş çadırlarını hatırla, direnişten öğren; Akbelen ormanlarını savunan köylülerin direnişi, Van’da yerel seçimlerde usulsüzlüğe karşı sokaklara çıkan halkın direnişi, Filistin halkının direnişi… Bir esir olarak yaşamaya karşı direnmek yol gösteriyor.

Kazanmak için ise örgütlenmeliyiz! Bu yaşam koşullarına, bu geleceksizliğe karşı planımız olmalı. En yakınımızdakilerle, atölyede iş arkadaşımızla, mahallede komşumuzla, bizimle ortak sorunları paylaşanlarla bir araya gelmektir örgütlenmek. Birlikte karar vererek harekete geçmek, eylemli olmaktır. Kaderimizi ellerimize almak böyle mümkün.

Herkese yetecek kadar gıdanın üretildiği bu dünyada kimse aç kalmamalı. Kimse ilaçsızlıktan ölmemeli. Sağlık, beslenme, eğitim, barınma ücretsiz olmalı. Kimse yalnız hissettiği için istemediği yaşamlara boyun eğmemeli. Dünyanın güzelliklerini gezip görebilmeli herkes, göç yollarında değil, özgürce… Bunun için, insanca ve onurlu bir yaşam için, sosyalizm!

Bize reva görülen yaşama karşı, kendi isteklerimiz için bir araya gelmek, işçiler, halklar, kadınlar, öğrenciler, birleşen seslerimizle haykırmak için 1 Mayıs’ta Taksim’de buluşuyoruz!

Her gün 1 Mayıs, her gün kavga!

Kurtuluş yok tek başına; ya hep beraber, ya hiçbirimiz!

Kaldıraç

8 Nisan 2024

 

Postmodernizme veda… Sınıf, yeniden!

“Onlar, Montevideo’da bir duvara
anonim bir elin yazdığı şu sözleri
yalanlayan tek çalışanlardır:
Çalışan adamın para kazanmaya vakti olmaz.”[2]

Sanırım durum, 24 Eylül 2011 günü Londra’daki Victoria ve Albert Müzesi’nin “Postmodernizm: Tarz ve Başkaldırı -1970-1990” başlıklı sergiye ev sahipliği yapacağını duyurmasıyla resmiyet kazandı: Postmodernizm, artık bir “müze parçası”ydı…

O gün bu gündür edebiyatçılar, yazarlar, sanat eleştirmenleri, sosyal bilimciler, şu sıralar içinde olduğumuz döneme isim arayıp duruyorlar: hiçbiri henüz genel kabule mazhar olmuş olmasa da öneriler havada uçuşuyor: “Post-postmodernizm” (Tom Turner), “trans-postmodernizm” (Mikhail Epstein), “post-milenyalizm” (Eric Gans), “pseudo-modernizm” ya da “dijimodernizm” (Alan Kirby), “metamodernism” (Timotheus Vermeulen ve Robin van den Akker), “hiperhibridizm” ya da “heterolinasyonalizm” (Mehdi Ghasemi),[3] “performatizm” (Raoul Esherman), “remodernizm” (Billy Childish ve Charles Thomson)[4] vb. vb… Bu nitelemelerden hangisinin galebe çaldığını yakında Birikim dergisi sayfalarında küresel “trend”leri ilk yakalayan olmak için birbiriyle yarışan genç akademisyenlerden öğreniriz. Benim elimden şimdilik sosyalist-devrimci solun bu biçimlenmekte olan “yeni moda”ya kendini kaptırmayacağını ummaktan başka bir şey gelmiyor!

“Postmodern sol”?

Haksız mıyım? Bu coğrafyanın sol/ sosyalist hareketleri, kimi zaman farkında dahi olmaksızın “postmodern hegemonya”nın büyüsüne kapılmadı mı? “Aşağıdan yukarıya inşa”, “tembellik hakkı”, “çokseslilik”, “bireyin öndeliği”, “aşkın ve devrimin partisi” vb. söylemleriyle, bünyesinde “devrimcileri, sosyalistleri, sosyal demokratları, yeşilleri, feministleri, vicdani retçileri, radikal demokratları”[5] barındıran ÖDP’den başlamak üzere…

1970’li yılların hâkim vurgusu “sınıf” ve “sınıfsal kurtuluş”tan etnik, dinsel, cinsel kendilikleri kendisine özne kılan “kimlik(ler)” ve bu dolayımla da muğlak bir “özgürlük” söylemine geçiş, mitinglerde elden düşürülmeyen Deniz, Mahir, İbo flama ve sloganlarının perdelemeye yetmediği bir “paradigma değişikliği”ne işaret ediyordu. 2000’li yılların “sol, sosyalist, devrimci” hareketlerin büyük çoğunluğuna düşen, bundan böyle “mış gibi” yapmayı asla elden bırakmaksızın, yani 70’li yılların devrimci hareketlerinin bir “simülakr”ı olarak varlıklarını sürdürmeye çabalamak olacaktı. İşçilerden, emekçi sınıflardan, yoksullardan uzaklaşarak orta sınıf “habitus”una uyarlanmış, feminist, Kürt-Alevî-LGBTİ dostu, etnisist, çevreci, kitlesellikten alabildiğine kopuk, ama “işçi-emekçi” söylemini elden bırakmayan, “her şey” olmaya talip ama hiçbir şey olamayan bir yenilgi alanı…

Ama haksızlık yapmamak gerek… Neoliberal dünyada, soldaki genel manzara, coğrafyamızdan pek farklı değil. Britanya’dan bir (öz)eleştiri, insana kendini “evinde” hissettiriyor:

“Geçmişte Britanya Sosyalist İşçi Partisi’nin geniş mitinglerinden birine katılanlar örgütün performatif veçhelerinin farkına varacaktır. Varlığını sürdürdüğü onlarca yıl boyunca bir işçi partisi inşa etmeyi başaramadığı için, bir işçi partisi olduğu izlenimini yaratacak, ‘örgütlü işçileri hiçbir kuvvet yenemez!’ sloganıyla sonlanan performanslar yaratmak zorundadır; aksi takdirde işçiler ona katılmayacaktır. Bu sloganı kime yönelttikleri de açık değildir. Yakınlarda patron filan yoktur, dolayısıyla oralardaki işçilere yönelik olması daha yüksek olasılıktır; ya da yalnızca işçi sınıfına adanmışlıklarını kendilerine anımsatmayı görev edinenlere. Adanmamış değillerdir -adanmış olduklarına kesinlikle inanmaktadırlar- ancak sorun şudur ki, adanmışlıkları bir performanstır. Bir işçi partisi inşa edecek yerde işçilerin katılacağı umuduyla onu taklit etmektedirler.

Postmodern sol, sloganları, pankartları ve tüm militan sol gereçleriyle, ama direniş edimlerinden hiçbiri olmaksızın, Sol’un simülasyonudur. Mücadeleyi taklit eder, muzaffer imgelemden haz duyar, ama neden hiç zafer elde edemediğini kendine sorar durur. Oysa gerçek bir mücadele olmaksızın zafer elde edilemez ki…”[6]

 Neoliberalizm ile Postmodernizmin İttifakı

 Sosyalist bloğun tasfiyesi, kapitalizmin nihaî ve ebedî zaferinin ilanı ve bu süreçle eşzamanlı olarak gerçekleşen sermayenin önündeki toplumsal/sınıfsal, sermaye hareketlerinin önündeki fiziki ve kamusal tüm engellerin kaldırılması, devletlerin sosyal rollerinin tasfiyesi süreci yani neoliberal küreselleşme, kapitalist metropollerin, ama en çok da çeper ülkelerin emekçilerine, az ileride ele alacağımız üzere, devasa zararlar verdi. Gerek ulusal, gerekse uluslararası düzlemde gelir ve kaynak dağılımındaki uçurumu emekçiler aleyhine derinleştiren bu süreç, Latin Amerika ülkeleri ve Türkiye gibi pek çok coğrafyada askeri darbeler aracılığıyla hayata geçirebildi, emekçilerin tepki ve dirençleri silah zoruyla kırıldı.

Ama silah genellikle tek başına yeterli değildir. Halkları, emekçileri kendilerine dayatılan mülksüzleşme, örgütsüzleşme, yoksullaşma ve yoksunlaşma süreçlerine “rıza”sını sağlayacak ideolojik “ikna” araçları da gereklidir; postmodernizm, özellikle de yönetilen sınıfları etkileyebilecek konumdaki aydınları nötralize etmede yararlı bir gereç olduğunu kısa sürede kanıtlayacaktı.

Aslında “muhalif” bir düşünce akımı olarak doğmuştu… “Aydınlanma” ve ondan kaynaklanan değerlerin (akılcılık, ilerleme, evrenselcilik, sekülarizm…) biçimlendirdiği modernitenin iki dünya savaşı, soykırımlar, kitle imha silahları, totaliter rejimler vb. eliyle nasıl bir distopyaya dönüştüğünden kalkınarak, Aydınlanma’nın araçlarını “yapıbozumu”na uğratma girişimiydi… O güne dek “doğru” bildiğimiz her şeyin inkâr ve imhası: akıl ve bilimsellik savları her zaman onları ileri sürenlerin iktidar çıkarlarını perdeliyordu örneğin. Emperyalist uluslar, egemen sınıflar, erkekler, beyazlar, heteroseksüeller, doktorlar, psikiyatristler, daima perspektiflerinin evrensel ve rasyonel bir bakışı tanımladığını iddia edegelmişlerdi. Bu tip iddialar “ötekiler”in, ezilen ulusların, etnik-dinsel azınlıkların, kadınların, eşcinsellerin, delilerin, çocukların, mahpusların, hastaların… bastırılmasına, susturulmasına yönelik iktidar söylemlerinden ibaretti aslında. Batı’nın “uygarlık” iddiası Batılı-olmayan ulusların sömürgeleştirilmesinin meşrulaştırılmasında araçsal olmuştu. “Evrensellik” savları, Batı tipi moderniteyi tekil ve tartışılmaz bir “model” derkesine yükseltirken onun dışında kalan her şeyi “yerel, yaban, folklorik, marjinal” olarak kodlamıştı…

“Bunlar yanlış mı?” diyebilirsiniz… Ulusların içinde olduğu gibi, uluslar arasında da eşitsiz güç ilişkilerinin hâkim olduğu, Batı kapitalizminin Batı-dışı dünyayı sömürgeleştirerek gelişebildiği inkâr edilmez bir gerçek. Erkeklerle kadınlar arasında tarihsel olarak biçimlenmiş, tek tanrılı dinler tarafından mühürlenen bir eşitsizliğin var olduğu da… Veya farklı cinsel yönelimlerin, etnik, dinsel, cinsel azınlıkların hukuksal ve fiili baskılara maruz kaldığı da… Kuşkusuz bu gerçeği ilk dile getirenler postmodernistler olmadı.

Postmodernizmin yaptığı, her şeyi “söylem”e indirgeyerek eşitsizliklerin gerisindeki sömürü ve tahakküm ilişkilerinin gerçek faillerini, yani varlıklarını ancak başkalarını sömürme yoluyla sürdürebilen egemen sınıfları ve onların edimlerini perdelemek oldu. “Nesnel gerçeklik” diye bir şey yoktu, o ancak söylem yoluyla inşa edilirdi ve dışladıkları üzerinde bir tahakküm aracıydı. “Nesnel gerçekliğe” değgin her saptama, söylem-dışı bırakılanlara yönelik bir baskılama edimiydi aynı zamanda. İnsanların kendilerine dışsal olana ilişkin algıları, içinde yer aldıkları güç ilişkileri (kültür dâhil) tarafından koşullanmıştı; bu nedenle herhangi bir konu hakkında evrensel olarak geçerli bir hükme varmak, olanaksızdı. “Bilgi” ancak “yerel bilgi” olarak mevcut olabilirdi, Kuantum fiziğini “evrensel” sayarken Afrikalı kabile büyücüsünün bilgi ve edimlerini “yerel” kabul etmek, bilgiler arasında hiyerarşi tesisi, bir “iktidar oyunu”ydu. Oysa her biri bazı şeyleri vurgularken bazılarını dışlayan/bastıran metinler olarak her türlü bilgi, “yerel bilgi”ydi…

Postmodern düşüncenin “kurucu babası” Fransız filozof Jean François Lyotard, postmodernizmi “meta-anlatılara inançsızlık” olarak tanımlamaktadır:

“Uç noktaya kadar basitleştirerek, postmoderni meta-anlatılara inançsızlık olarak tanımlıyorum. Bu şüphecilik kuşkusuz bilimdeki ilerlemenin bir ürünüdür; ama bu ilerleme de bunu gerektirir. Meta-anlatıların meşrulaştırma aygıtının eskimesi, en önemlisi, metafizik felsefenin ve kısmen ona dayanan üniversite işlevinin krizine denk düşer. Anlatı işlevi, işlevlerini, büyük kahramanını, büyük yolculuklarını, büyük amacını kaybediyor.”[7]

“Meta-anlatılar”, Lyotard’a göre kendilerini herhangi bir “metasöylem”e (tinin diyalektiği, anlamın yorumbilgisi, aklın ya da emeğin özgürleşmesi, zenginliğin yaratılması…) referansla meşrulaştıran “modern” bilimlere değgindir: işlevini yitirmiş, eskimiş bir tutarlılık arzusu…

Postmodernizme göre “sınıf” da bu “meta-anlatılar” meyanındadır:

“Önde gelen postmodernistlerin çoğu sınıf politikasını Aydınlanma mirasına içkin olduğu gerekçesiyle reddeder. Sınıf politikasının önceliği iddialarının tarihsel olarak kadınların, ten renkleri farklı insanların, gay ve lezbiyenlerin ve kaygıları sınıf çerçevesine sığmayan diğerlerinin çıkarlarının bastırılmasıyla bağlantılı olduğuna işaret ederler. Ve postmodernist düşünürlerin çoğu Marksist sınıf politikalarını daha da kararlı biçimde reddederler. Onların yorumuna göre Marksist politika, devrimci öncünün tüm işçi sınıfının çıkarlarını kapsayabileceği öncülü üzerine kurulmuştur. (…)

Evrensellik iddiaları terk edilirse, alternatif, bazen ‘kimlik politikaları’ olarak da adlandırılan tikellik politikalarıdır. Bu argümana göre, evrensel akıl adına konuşma iddiasında bulunanlar tartışmayı tekellerine aldıklarında, marjinal grupların sesleri bastırılır. Postmodern politikaya angaje olanlar bu tekele karşı çıkar ve susturulmuş grupların her birine kendi tikel sesiyle ses vermeye girişirler. Bu, toplumsal hareketler çoğulluğunu gerektirir: kadınların, farklı ten rengine sahip insanların, gay ve lezbiyenlerin, hastaların, mahkûmların vb. hareketleri…”[8]

Neoliberalizmin büyük ölçüde Kuzeyli sol entelijensiyanın düş kırıklıklarından kaynaklanan postmodernizm ile kesiştiği kritik nokta tam da budur: “büyük anlatılar”ın tabii özellikle de sınıf savaşımı doktrininin sonu… Nihayetinde neoliberalizm de bir “son” anlatısıyla sunulacaktı, Francis Fukuyama’nın elinden, izleyicilere: Tarihin Sonu. Soğuk Savaş’la birlikte, ideolojiler ve dolayısıyla ideolojik çatışmalar da sona ermiş, liberal demokrasi ebedi bir zafere erişmiştir!

İşçi sınıfının partisi öncülüğünde bir devrimle iktidarı ele geçirip üretim ilişkilerini köklü bir biçimde değiştirme, üretim araçlarının özel mülkiyet olmaktan çıkartılarak sosyalizasyonu, toplumun işçi-emekçi kitlelerinin ihtiyaç ve çıkarları doğrultusunda yeniden örgütlenmesi fikri… “Hayalet” Avrupa üzerinde salınmaya başladığından bu yana burjuvazinin ve müttefiklerinin karabasanı olmayı sürdüregelmiştir. Ve bu “karabasan”ı fikrî planda bertaraf etme olanağını onlara postmodernizm altın tepside sunmaktadır: “Meta-anlatıların, (tabii bu arada Marksist sınıflar mücadelesi ‘anlatısı’nın da) sonu”… Bundan böyle muhaliflere düşen, “yerellikler”e yol, “meta-anlatılar” tarafından bastırılıp susturulanlara ses vermek, onların kendilerini ifadeleri ve “temsil”leri için uğraş vermek olacaktır… Etnik-dinsel azınlıklar, kadınlar, farklı cinsel yönelimler, yerli halklar, göçmenler, birbirleri üzerinde hegemonya kurmaya çalışmadan, birbirlerine karşı özerkliklerini yitirmeden, ve de en önemlisi, “iktidarı ele geçirmek” gibi “baskıcı” söylemlerden uzak durup en iyi olasılıkla toplumu tabandan dönüştürmeye, en kötü ihtimalle de “tanınma”ya çabalayan “toplumsal hareketler” hâlinde gevşek örgütlenmeler ve geçici koalisyonlar oluşturarak “işçi sınıfı partileri”nden boşalan yeri dolduracaktır. İşçi sınıfı elbette ki bu geçici koalisyonlar içinde yerini alabilir, ama toplumsal değişimi sağlamada artık herhangi bir “ayrıcalıklı” (öncü vb.) role sahip değildir…

“Postmodern sol siyaset” teorisyenlerinden Chantal Mouffe Marksist devlet kuramını cepheden eleştirirken, “devleti ele geçirme”nin karşısına devleti ‘içeriden’ reforme etmeyi koyar: “Hedef devletin ele geçirilmesi değil, devlet olmaktır.”[9]

“Devleti küçültme” retoriğine sarılan neoliberal kapitalizm açısından -hemen belirtilmeli, burada küçül(tül)en “devlet” değil, onun sosyal işlevleridir- bu önermeler, arayıp da bulamadıkları nimetti. Devletin “küçüldüğü” bağlamda ana aktörler ÇUŞ’lar ve “sivil toplum” olacaktı. Devlet aradan çıktığında, pazarlık STÖ’ler, şirketler ve uluslararası kuruluşlar arasında gerçekleşecekti. Sivil toplum, temsilcileri aracılığıyla ÇUŞ’larla müzakereye oturur, hatta bu pazarlık sürecinde bir şeyler kazanabilir de… ÇUŞ’lar da bu vesileyle toplumsal sorunlara ne denli “duyarlı” olduklarını göstermiş olurlar! (LGBTQ+ Onur Yürüyüşü’ne destek verdiğini açıklayan Coca Cola,[10] etnisite dostu Benetton, her fırsatta “kadınların güçlenmesinden yana” olduklarını ilan eden ÇUŞ’lar, yerli halkların “özerkliğini” savunan, ama topraklarındaki kaynakları ucuza kapatmaya çalışan maden, ormancılık, enerji vb. şirketleri, vb.)

ÇUŞ’lar “STÖ dostu” olduğu ölçüde, (STÖ’lerin “popüler alternatifi”) “yeni toplumsal hareketler”e dayanan postmodern sol da çoğunlukla ÇUŞ’lara karşı “uzlaşmacı” bir tutum izlemeyi yeğlemektedir. Bunun somut örneği, Yunanistan’da Troika’ya boyun eğen Syriza, İspanya’da da büyük sermayeye taviz üzerine taviz veren Podemos… Yığınların neoliberal kapitalizme karşı devasa gösterilerde tezahür eden tepkilerinin üzerinde yükselen her iki “postmodern” (kimilerine göre “popülist”) “sol” parti de iktidar ortağı olduklarında halklara dayatılan kemer sıkma politikalarını desteklemiş, IMF, DB gibi finans kurumlarına ve uluslararası sermayeye birbiri peşisıra tavizler vermiş, yine de ilk seçimlerde hükümet dışı kalmaktan kurtulamamışlardı…

Yukarıda da belirttiğim gibi, post modern “sol”da sınıf vurgusunun yerini bir yandan muğlak bir “kitleler/ halk” söylemine, bir yandan da kimlik retoriğine bırakması, neoliberal politikalara meydanı tam anlamıyla boş bulduğu bir serbestiyet sağlayacaktı. Gelir dağılımında dengenin tümüyle şirazeden çıktığı, kamusal hizmetlerin hemen tümüyle özelleştirildiği ve nüfusun büyük bölümü için erişilmez hâle geldiği koşullarda kitlelerin 2000-2010’lu yıllara damgasını vuran öfke patlamaları ise, bazı coğrafyalarda şiddet ve kanla bastırılırken, Avrupa ve Latin Amerika’da ise çoğu kez “postmodern sol” eliyle yatıştırılacaktı.

Buna karşın, önünde, deyim yerindeyse kendi sürdürülemezliğinden başka bir engel olmayan neoliberalizm çarşafa dolandı… Yarattığı küresel ölçekli gelir uçurumu, kitlesel işsizlik, doğanın geri dönüşsüz talanı, kaynakların denetimi üzerine yürütülen vekalet savaşlarının dünyayı her an infilaka hazır bir bombaya çeviren asıllar arası savaşa dönüşme olasılığı, bu felaket tablolarının tetiklediği kitlesel göçler, iktisadi, toplumsal, ekolojik ve beşeri krizleri üst üste bindirerek içinden çıkılmaz bir “uygarlık krizi”ne dönüştürdü…

Oxfam raporuna göre günümüz dünyasında en zengin beş kişinin (Elon Musk/Tesla, Bernard Arnault/LVMH, Jeff Bezos/Amazon, Larry Ellison/Oracle ve Mark Zuckerberg/Meta) serveti saatte 14 milyon dolar artarak 2020’den 2023’e ikiye katlanırken (869 milyar dolar), 8 milyarlık nüfusun 5 milyarı ise yoksullaştı.[11] Ölümcül bir yoksulluk: Yine bir OXFAM raporuna göre, yoksul ülkelerde sağlık hizmetlerine erişim eksikliği nedeniyle her yıl tahminen 5,6 milyon, açlık nedeniyle her yıl 2,1 milyondan fazla ve iklim krizi nedeniyle her yıl 231 000 insan yaşamını yitiriyor.[12] Savaşları saymıyorum bile…

Çokulusluların kaynaklarını yağmaladığı, coğrafyalarını çöplüğe çevirdiği, geçim kaynaklarını tahrip ettiği, yol açtığı iklim kriziyle kuraklığa, açlığa mahkûm kıldığı yoksul ülke halkları ölümü göze alarak Avrupa ya da Kuzey Amerika ülkelerine kapağı atmaya kalkıştıklarında ise tırmanan ırkçılıkla yüz yüze geliyorlar.

“Sınıf Yerine Kimlik”: Faşistler İçin de…

Postmodernizmin çok iddialı olup da duvara tosladığı alanlardan biri olarak, Avrupa ve Kuzey Amerika’da tırmanan ırkçılık üzerinde biraz durmak gerek. Malûm, postmodernizmin anaakım siyasete doğrudan tercüme edildiği alanlardan biri, “kimlik politikaları” ve bu yaklaşımın bir türevi olarak “çokkültürcülük” idi:

“Genellikle postmodernizmle ilişkilendirilen kimlikçilik, iktidar ilişkilerine vurgu ve (bir kaçını zikretmek gerekirse) ırksal, cinsel, ya da toplumsal cinsiyet gruplaşmaları üzerinden tanımlanan insanların tanınıp konumlarının ilerletilmesi adına, maddeci açıklamalardan (örn. sınıf çatışması), tutunumlu inanç sistemlerinden (örn. Marksizm ya da liberalizm) ya da parti bağlantılarından uzak durur. (…) Hans-Ulrich Wehler ‘kimlik’ teriminin hâl-i hazırdaki kullanımını ‘anlamı belirsiz, muğlak, her yere uygulanabilen bir sözcük’ olarak tanımlamıştı. (Avusturyalı kültürel incelemeler uzmanı Peter) Stachel ile birlikte kimlik politikalarının sosyal bilimlerin, esnek bir dil lehine amprik olarak desteklenen açık ve kesin kavramlardan uzaklaşmayı içerdiği yolundaki, sıkça tekrarlanan suçlamayı dile getirdiler. Kimlik, kimlik politikalarında genellikle… özsel farklılıklardan (ırk, cinsiyet) oluşan ‘büyük ölçüde istikrarlı bir çekirdek’ olarak ele alınır.”[13]

Çokkültürcülük”, kimlik politikalarının, göçlerin yarattığı etnik/kültürel çoğullukla baş etmede liberal hükümetlerce benimsenen bir veçhesiydi. Göçmenlerin ev sahibi kültür içinde eri(til)meşini öngören “asimilasyon”dan farklı olarak, yeni gelenlerin kültürel farklılıklarını koruyarak ev sahibi kültüre katılmalarını öngören “entegrasyon” politikalarına dayanıyordu. Hiçbir uygulayıcı devlet tarafından net bir biçimde tanımlanmayan “çokkültürcülük”, göçmenlerin (ya da etnik-kültürel azınlıkların) kendi kültürlerini sürdürecek araçlara (basın-yayın, eğitim kurumları) sahip olması, kendi dinsel inançlarının gereklerini engelsizce yerine getirmesi, yönetimin belirli düzlemlerinde temsil edilmeleri vb. uygulamaları içeriyordu. Ve birbirlerinden farklı olduğu varsayılan kültürlerin, birbirleriyle karışmaksızın bir “hoşgörü” çerçevesinde (= anaakım kültürün azınlık kültürlere karşı “hoşgörü”sü) yan yana varlıklarını sürdürmesi olarak tasavvur edilmekteydi.

Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Çünkü “ev sahibi kültür”ün mensupları da neoliberal talandan payına düşeni almış, büyük miktarlarda gelir kaybına uğramış, işsizlik tehdidiyle karşı karşıya kalmış ve özelleştirmeler sonucu sosyal güvencelerinin önemli bölümünü yitirmişti. Küçülen ekmeğini sınırlarda oluşturulan göçmen kamplarına ya da kentlerinin varoşlarına yığılan yoksul yabancılarla paylaşmaya niyeti yoktu. Göç dalgalarının kumdan “hoşgörü” kalelerini yıkması uzun sürmedi. Pusudaki (neo-)faşizm ise yangına körükle gidiyor, neoliberal politikaların yol açtığı yıkımdan kaynaklanan tepkileri göçmenlere, göçmenlere yönelik tepkileri ise merkez-liberal hükümetlere ustalıkla yönelterek etki alanını genişletiyordu.

Ve bunu yaparken bilin bakalım, hangi retorikten yararlanmaktaydı? Yanılmadınız: Kimlik…

Neo-faşizmin postmodernizmden pek haz ettiği söylenemez. Onu genellikle “ulusun bütünlüğünü bozmaya, zayıf düşürmeye yönelik bir “Yahudi” (şimdilerde bunun yerini “İslam” aldı) komplosu olarak görme eğilimindedir. Ancak postmodern muğlaklıktan yararlanmazlık da etmez. Postmodernizmin ses vermeye” uğraştığı azınlık kimlik(ler)i vurgusu, neo-faşizmin elinde çoğunluk “kimliği”nin savunusuna dönüşmüştür. Yabancı, yabansı, ilkel, “kadınlarımızı taciz eden” “maço” (“neo-faşist feminizm”?), radikal (“neo-faşist liberalizm”?), “terörist” unsurların istilası karşısında kendi anavatanında “yabancı” konumuna düşen Almanların, Fransızların, Avusturyalıların, İtalyanların, Amerikalıların vb. savunusu… Ortalamanın dilini manipüle etmedeki becerisi, ortalamanın kaygılarıyla örtüşen bir söylem tutturması, neo-faşizmi merkeze taşımaktadır:“ ‘Çokkültürcülüğün iflası’[14] karşısındaki başlıca tepkilerden biri, ‘kimlik politikaları’ ya da kimlikçilik olarak bilinen gevşek biçimde tanımlanmış düşünce sistemidir.”[15] Kimlikçiliğin esas aldığı hâliyle sabit, değişmez, geçirimsiz kimlik fikri, milliyetçiliğin “ulus” tasarımıyla örtüştüğü ölçüde, faşizm için de “kullanışlı” bir araçtır. Bu bakımdan, Avrupa çapında örgütlenen ve kendini “Avrupa uygarlığının savunucusu” olarak lanse eden ulusaşırı yabancı düşmanı örgütlenmenin adının “Kimlik Hareketi” (Identitäre Bewegung, IB)[16] olması şaşırtıcı olmamalı…

Aslına bakarsanız postmodernizmin toplumsal muhalefete, özellikle de emekçi sınıflara verdiği en büyük zarar, sınıf mücadelelerinde işlevsel ve yol açıcı olan kavramları, içini boş, muğlak, dileyen herkes için kullanılabilir olanlarla ikame ederek emekçi sınıfları ideolojik açıdan donanımsızlaştırması olmuştur… Ekonomi-politik gözden düşürülürken yerine ikame edilen kültür, sınıf yerine ikame edilen kimlik, parti yerine ikame edilen toplumsal hareketler… “herkese uyan” kavramlardır. Kimlik örneğinde olduğu üzere: neo-faşistler için “ulus” ya da “Avrupa/ Batı uygarlığı”, solcular için “ezilen gruplar”, ÇUŞ’lar için reklam nesnesi (McDonalds’ın Filipinler’de “Onur -Haftası” dolayısıyla hazırladığı LGBTI+ dostu reklam filmi çok yankı uyandırmıştı!)…

Sınıf… Yeniden!

Ama her ağacın kurdu, kendinden olur… Neoliberalizmin sonunu getiren, kendini frenleme/ dengeleme yetisinin bulunmayışı olduğu gibi,[17] postmodernizmin sonunu da öyle gözüküyor ki, “ses vermeye” çalıştığı ezilenleri baskılayan ideolojilere (liberalizme olduğu kadar faşizme de) verdiği servis getiriyor. “Sınıf” pusulasını terk etmek, kitleleri neoliberal talan karşısında silahsız bırakmaya, kadın hareketine “neoliberal feminizm” denen bir ucubeyi musallat etmeye[18] ve kadınları, ‘post sekülarizm’ adına yükselmesine yol verdiği dinsel köktenciliklerle karşı karşıya bırakmaya, göçmenler karşısında kimlik şovenizminin körüklenmesine, yerli toplulukların, yoksulların “projeci” STÖ’lerin insafına terk edilmesine… yol açtı. Bir başka deyişle, postmodernizmin ezilenleri, güçsüzleri “görünür” kılma savları, tam tersi sonuçlara yol açtı. Ve tüm bunlar, dizginlerinden boşanmış neoliberalizmin emekçiler ve doğa üzerinde sınırsız bir talanı sürdürdüğü bir kesitte gerçekleşti…

Yeryüzündeki eşitsizlik büyüdükçe, gelir uçurumu açıldıkça, “sınıf” kavramı olanca vazgeçilmezliğiyle bir kez daha dayatıyor kendini tarih sahnesine. Üstelik yalnızca emekçi sınıflar için değil. Düzenin sahipleri de artık “sınıf”tan, “sınıf mücadeleleri”nden söz etmeksizin izah edemiyorlar mevcut durumu. Meral Tamer’e “Karl Marx’ın ruhu Davos’ta” manşetini attıracak kertede…[19] Dünya Ekonomik Forumu yöneticisi Saadia Zahidi kapitalizmin (pandemi döneminde keskinleşen) krizinin ve krizin yoğunlaştırdığı gelir adaletsizliğinin toplumsal öfke patlamalarını tetiklemesinden duyduğu endişeyi dile getiriyor…[20] Yıllar yılı sokak tezgâhlarında, sahaf raflarında sürünen Kapital, 2010’lu yıllardan beri art arda baskılar yaparak finans dünyası dergilerinde “hayranlığa mazhar oluyor.” Ve Karl Marx’ın resmi, Chemnitz’deki Alman bankası Sparkasse’nin kredi kartlarında boy gösteriyor![21]

Ve neoliberal saldırganlığın onyıllar boyunca örgütsüzleştirdiği, marjinalleştirdiği işçi sınıfı bir kez daha tarih sahnesine çıkmaya hazırlandığına dair işaretler veriyor. Connel Üniversitesi İşçi Eylemleri İzleme Merkezi, 2023’ün ilk 11 ayında ABD’de gerçekleşen 400 greve yarım milyondan fazla işçinin katıldığını kaydediyor.[22]

Yalnız ABD mi?

Uluslararası Sigorta Şirketi Allianz iş dünyasını yükselen grev, protesto ve toplumsal olaylar dalgasına karşı uyaran bir rapor yayınlamak durumunda kaldı. Rapora göre, “Verisk Maplecroft Sivil Kargaşa Endeksi’ne göre 2022’nin ikinci ve üçüncü çeyreği arasında sivil kargaşa riski ülkelerin yüzde 50’sinde yükseldi. 198 ülkenin 101’inde risk artarken 42’sinde düşme sergiledi. Bu 15 yıl öncesinin Küresel Finans Krizi’nden bu yana istikrarsızlıktaki artış eğilimine uygun düşüyor. Şiddetli gösteriler, 2008’den bu yana yüzde 50 ile tüm göstergeler arasında en büyük bozulmayı kaydediyor. (…)

2022’deki hükümet karşıtı gösterilerin yarıdan fazlası ekonomik nedenlerden kaynaklanmıştı; mali geleceğe ilişkin kamuoyu güveni sallantıdayken, sivil kargaşanın 2023 boyunca da bir kaygı nedeni olmayı sürdürmesi bekleniyor. 2023 Edelman Güven Barometresi’ne göre ekonomik iyimserlik, % 50’den % 40’a gerileyerek küresel düzlemde çöktü. Araştırma kapsamındaki ülkelerin yarısında ailelerinin beş yıl içerisinde daha iyi durumda olacağına dair umut yıldan yıla iki haneli oranlarda düşüş gösterdi.”[23]

Allianz, “kaygılanmakta” haklı… Coğrafyamızda da… 2016’daki Fethullahçı darbe(?!) girişimi “Allahın lütfu” sayılıp tahkim edilen “Tek Adam rejimi”nin otoriterliğinin zirve yılları 2016-19’da “işyeri temelli eylem vakası sayısı, (…) 420-438 bandına düşmüş, 2020’de de hükümetin salgında patronları kollayan uygulamaları ile 389’a kadar inmişti. Bu sayı 2021’de 468’e, 2022’de ise 600’e yükseldi. 2021’de işyeri temelli eylemlere katılan sayısı 83 bine çıkmıştı ve bu sayı 2016’dan bu yana ulaşılan en yüksek sayıydı. 2022’de işyeri temelli eylemlere katılan sayısı 155 bine çıkarak Metal Fırtına’nın damgasını vurduğu 2015’i bile geride bıraktı…

2022 yılında basına yansıyan 1.556 tekil işçi ve memur eylemi tespit edilmiştir. Bir diğer deyişle, Türkiye işçi sınıfı 2022’de her gün ortalama 4,3 eylem gerçekleştirmiştir. (…) Covid-19’un damga vurduğu 2020 yılında işyeri temelli eylem vakalarının % 26’sında hak geliştirme niteliği tespit etmiştik. 2021’de aynı oran dramatik bir artışla % 65’e çıkmıştı. 2022’de bu oran daha da yükselerek %72’ye çıktı.

Tüm bu veriler 2022 yılında işçi sınıfı mücadelesinde önemli bir yükseliş yaşandığına işaret etmektedir.”[24] 2023 ise işçi eylemleri açısından çok daha “bereketli” bir yıl olacaktı…

Lyotard, Foucault, Baudrillard ve Elveda Proletarya’nın yazarı Gorz ne derse desin, bir “meta anlatı” olarak sınıf, yeniden tarih sahnesinde. Çünkü dizginlerinden boşalmış kapitalizmin işsiz bıraktığı, evinden barkından ettiği, geçim kaynaklarını talan ettiği, açlığa, yoksulluğa, sağlıksızlığa, eğitimsizliğe mahkûm kıldığı milyonlar, artık bir avuç ÇUŞ’un kârı düşmesin diye emeklerinin, yaşamlarının, geleceklerinin öğütülmesini istemiyor. Bir kez daha yaşam koşullarını iyileştirebilecek yegâne silaha sarılıyorlar: sınıf mücadelesi…

Öte yandan, postmodernistler ne derse desin, sınıf mücadelesi zaten hiç buharlaşıp yitmemişti ki… Fransız marksist düşünür Jacques Ranciere’in dediği gibi, “Marksist düşüncede sağlam kalan bir şey, sınıf mücadelesidir. Fabrikaların yok olması, yani ülkelerimizin sanayisizleşmesi ve sınai işin emeğin daha ucuz ve uysal olduğu ülkelere ihraç edilmesi, egemen burjuvazinin sınıf mücadelesindeki bir hamlesinden başka ne olabilirdi ki?”[25] Yani postmodern hempaların “işçi sınıfının, dolayısıyla da sınıf mücadelesinin varlığına son verdi”ğini iddia ettikleri şey, bizatihi sınıf mücadelesine içkin bir edimdi… ve şimdilerde emekçi sınıflardan yanıtını buluyor. Hem de ABD’den Sri Lanka’ya, Fransa’dan Somali’ye tüm yeryüzünde…

11 Şubat 2024, İstanbul.

N O T L A R

[1] 9 Mart 2024’de Kaldıraç Akademi’de yapılan sunum.

[2] Eduardo Galeano, Tepetaklak-Tersine Dünya Okulu, çev: Bülent Kale, Çitlembik Yay., 2004.

[3] “Post-postmodernism”, Wikipedia, https://en.wikipedia.org/wiki/Post-postmodernism.

[4] Ag Apolloni, “The end of the era of endings”, Symbol, sayı 10 (2017).

[5] Ufuk Uras’tan aktaran: A. Ömer Türkeş, “ÖDP Üzerine Dilsel Bir Analiz Denemesi”, Birikim, sayı 103, Kasım 1997.

[6] “The postmodern left and the success of neoliberalism”, https://www.reddit.com/r/CriticalTheory/comments/3zx68k/the_postmodern_left_and_the_success_of/

[7] Jean-François Lyotard, The Postmodern Condition.

[8] Tony Smith, “Postmodernism: Theory and politics”, ATC 45, Temmuz-Ağustos 1993, https://www.marxists.org/history/etol/newspape/atc/4881.html

[9] Chantal Mouffe, For a Left Populism, Verso, 2018, s.28.

[10] “LGBTQ+ Onur haftasını Coca Cola’nın çok renkli Onur koleksiyonuyla kutlayın. Onurunuzu göstermeye başlamak için gökkuşağı tişörtler, kapüşonlu polarlar ve şapkalar online satışta!” (https://www.coca-colastore.com/collections/pride)

[11] “… ‘Eşitsizlik Raporu’ Yayımlandı: Zengin Zengin Olmaya Devam Ediyor”, NTV, 16 Ocak 2024, https://www.ntv.com.tr/ntvpara/esitsizlik-raporu-yayimlandi-zengin-zengin-olmaya-devam-ediyor,Q31DEeRBaECJCLSdkLhS2g#.

[12]Eşitsizlik Öldürür”, OXFAM Raporu Ocak 2022, https://www.kedv.org.tr/public/uploads/files/raporlar/Oxfam%202022%20E%C5%9Fitsizlik%20%C3%96ld%C3%BCr%C3%BCr%20Raporu/Oxfam%202022%20Es%CC%A7itsizlik%20O%CC%88ldu%CC%88ru%CC%88r%20Raporu.pdf

[13] William Peter Fitz, Reactionary Postmodernism? Neoliberalism, Multıculturalism, the Internet and the Ideology of the New Far Right in Germany, University of Vermont, Undergraduate Theses, 2018, ss.59-60.

[14] Almanya Hristiyan Demokrat Birliği (CDU)’nden dönemin başbakanı Angela Merkel, 2010 yılında “çokkültürcülüğün iflası”nı ilan etmişti…

[15] Fitz, agy. s.59

[16] Fitz, agy. s.66.

[17] Bunu artık Marksistler, sosyalistler değil, kapitalizmin “guru”ları da açıkça ifade ediyor. Örneğin, “Davos toplantılarını düzenleyen Dünya Ekonomik Forumu’nun kurucu başkanı Klaus Schwab koronavirüs salgını sonrası hâkim ekonomi anlayışı neoliberalizmin geleceğine ilişkin ‘İş dünyasının işi kâr etmektir, anlayışını savunan ve serbest piyasanın her sorunu kendi yöntemleriyle çözeceği inancına dayanan neoliberal ideolojinin dünyayı büyük bir çıkmaza sürüklediği pandemiden çok önce belliydi zaten’ çıkışını yaptı.” (“Davos’un kurucusu Klaus Schwab: Değişmesi gereken şeylerin başında neoliberal ideoloji geliyor”, Politik Yol, 21.10.2020, https://www.politikyol.com/davosun-kurucusu-klaus-schwab-degismesi-gereken-seylerin-basinda-neoliberal-ideoloji-geliyor/)

[18] Sibel Özbudun, “ ‘Çocuk da Yaparım, Kariyer de!’ ya da Neo-Liberal Kapitalizm Feminizmi Nasıl Gasp Eder?”, İnsancıl, Ekim 2023, ss.12-16.

[19] Bkz. https://archives.saltresearch.org/handle/123456789/96425

[20] Can Aytekin, “Davos’u Derin Endişeye Sürükleyen Tarihsel Gerçeklik”, Marksist Tutum, 16 Şubat 2022, https://marksist.net/can-aytekin/davosu-derin-endiseye-surukleyen-tarihsel-gerceklik.

[21] Stuart Jeffries, “Why Marxism is on the Rise Again?”, The Guardian, 4 Temmuz 2012, https://www.theguardian.com/world/2012/jul/04/the-return-of-marxism

[22] Cecilia Smith-Schoenwalder, “Why Were There So Many Strikes 1n 2023?” US News, 28 Aralık 2023, https://www.usnews.com/news/national-news/articles/2023-12-28/why-were-there-so-many-strikes-in-2023-and-what-does-it-mean-for-2024#:~:text=More%20than%20half%20a%20million,project%20director%20of%20the%20tracker.

[23] “Strikes, riots and civil commotion – a test of business resilience”, Allianz Global Corporate & Speciality, https://commercial.allianz.com/content/dam/onemarketing/commercial/commercial/ reports/AGCS-strikes-riots-civil-commotion-report-2023.pdf

[24] Alpkan Birelma, H. Deniz Sert, Betül Kocaaslan, Ebru Işıklı, İşçi Sınıfı Eylemleri Raporu, 2022. Emek Çalışmaları Topluluğu, 2024. https://emekcalisma.org/

[25] Akt. Jeffries, a.y.

Çürüyen Türkiye’nin beşeri krizi

 “Görünen şey hiçbir zaman
söylenenin içine sığmaz.”[2]

‘Kapitalist Uygarlık Krizi İnsan(lık) Hâl(ler)i ve Çürüme’ başlıklı konuşmamda[3] insanı anlamak/ ve anlatmanın zor bir şey olduğundan söz etmiştim. “Türk(iye) İnsanı”nından[4] söz etmek ise, hepsinden güç…

Amin Maalouf, Ortadoğu insanını, “Her şeye üzülen ama hiçbir şeyle ilgilenmeyen insanlar. Şikâyet eden bir insanın çözüm aradığını sanırsınız. Hayır! Bizde insanlar çözüm için değil söylenmek için şikâyet eder. Elli sene aynı şey anlatılır, aynı gelir, aynı gider,” diye tanımlarken; Ortadoğu’nun Türk(iye) versiyonu insan(lık)ını dair de, “Biz, ‘Hayır’ demeyi, ‘İşim var’ demeyi, ‘Olmaz’ demeyi beceremeyen insanlarız, yorgunluğumuz bitmez bizim,” notunu düşer Reşat Nuri Güntekin.

Bunlara bir de Jean Paul Sartre’ın, “İnsanlar kahramanları oynuyorlar; çünkü korkaklar. Azizleri oynuyorlar; çünkü kötü kişiler,” notu da eklenmeli (mi?)!

Önemli bir soru(n) bu. Öyle ise, “halkımız” güzellemeleri yerine, “Dünyada sormaktan başka ödevi var mıdır insanın? Hayır, yoktur. Çünkü bulmaktan başka ödevi yoktur. Bulamadığımızdan sorarız,” çözümünü hatırlamalıyız Kemal Tahir’in. Elbette milliyetçilerin nafile böbürlenmelerini, “Vatan Millet Sakarya” edebiyatlarını, bayrak ajitasyonları ile bezenmiş budalaca söylevlerini ciddiye almadan.

Arundhati Roy’un, “Milliyetçilik, yirminci yüzyılın soykırımlarının çoğunun nedeni idi. Bayraklar, hükümetlerin önce insanların aklını küçültmek için, ardından da ölüleri gömmek için tören örtüleri olarak kullandıkları renkli kumaş parçalarıdır,” diye tarif ettiği düzleme dair, “Masum insanları öldürmenin utancını kapatacak büyüklükte bir bayrak yoktur,” uyarısını dile getiren Howard Zinn haksız mı?

Elbette değil! Rainer Maria Rilke’nin, “Bence en büyük kişi, hiçbir bayrağa ant içmeyendir”; Sait Faik Abasıyanık’in, “Ben bayrakları değil, insanları seviyorum,”[5] de bu haklılığı pekiştirir!

Milliyetçi önyargı düşünmeden yaşamaktır; “Kimi insanlar yaşamda hiçbir amaca sahip olmadan yaşarlar. Bu gibi insanlar, bir nehir üzerinde akıp giden saman çöplerine benzerler. Onlar gitmez; ancak suyun akışına kapılarak akar giderler,” sözündeki üzere Lucius Seneca’nın.

Ya da Aurelius Augustinus’un, “İnsanlar dağların zirvelerini, denizlerin dalgalarını, nehirlerin boylarını, uçsuz bucaksız okyanusları, yıldızların dairesel hareketlerini merak eder ama kendileriyle ilgili şeyleri merak etmezler”…

Lev Tolstoy’un, “İnsanların çoğu onu yapıyor diye yanlış, yanlış olmaktan çıkmaz”…

Sigmund Freud’un, “İnsan gerçeklerle acı veren bir çarpışmadan kaçınmak için ömrü boyunca iki büklüm durunca, yaşlanınca da yeni gerçeklikler önünde eğilen kamburu çıkmış sırtı muhafaza ediyor,”[6] uyarılarındaki gibi.

“Sen çalışma, bırak paran çalışsın.” (Rantiye, asalak)… “Devletin malı deniz, yemeyen domuz.” (Çıkarcı, talancı)… “İş olacağına varır.” (Kaderci anlayış; insanların pasifliği, duyarsızlığı, öğrenilmiş çaresizliği)… “Ye üzümü sorma bağını.” (Açık bir ahlâksızlık)… “Evladım hayatta bir şeye baş ol da ne başı olursan ol, isterse soğan başı ol.” (İktidarcılık)… “Kol kırılır yen içinde kalır.” (Kötüleri cesaretlendiren ödül) vb’leri atasözleri ile beslenen durum(umuz) vahim!

Kemal Kılıçdaroğlu’nun bile, “Çıkarın; inancın ve ahlâkın önüne geçtiği acımasız bir dönemi yaşıyoruz… Ahlâksızlık kurumlaştı… Gelecekten umutsuz muyuz? Elbette ki hayır!”[7] satırlarıyla kabullenmek zorunda kaldığı güzergâhta.

“Vahşi Batı”dayız sanki! “Nasıl” mı?

Enflasyonu yüksek, yoksulluğu derin coğrafyamızda ultra zenginler varken; eğlence ve hüzün tavan yapması yanında, kardeşlik ve empati yoktur.

Her şey hedonistleştirilirken, bayağılaşmıştır.

Kültür popülerleşirken okunma oranları düşüyor, cahillik yükseliyor.

Kültür tüketilmiş, tüketim kültür olmuştur.

Şiddet normal, fiziksel güç en geçerli değerdir.

Az konuşulur; çok kavga edilir. Ahlâk, etik ve normların esamesi okunmaz.

Kurallar her gün en güçlüye göre değişirken; her şey kapanın elinde kalır.

Kulluk makbul; muhbir çoktu.

Zorbalık, rüşvet ve yolsuzluğa siyasete eşlik etmekteyken;[8] “Aslında hiçbir şey yasadışı değildi, çünkü artık yasa diye bir şey yoktu,” George Orwell’ın altını çizdiği gibi.

Özetle, hemen her şeyi Anton Çehov’un, “Şu hayata bir bakınız: güçlülerin küstahlığı, avareliği, güçsüzlerin cahilliği, yabaniliği, her yerde aklın almayacağı bir yoksulluk, darlık, soysuzlaşma, sarhoşluk, ikiyüzlülük, yalan… Bununla beraber bütün evlerde, sokaklarda sessizlik,” satırları özetliyordu sanki.

Sonuç olarak, yukarıdakiler ile benzerlerinin toplumlarda ahlâki çöküşe yol açacağını, toplumu hasta edeceğini, hatta bir gün yok edebileceğini söyleyebiliriz.[9]

DURUM(UMUZ)

Öncelikle Erich Fromm’un, “Tamamen yabancılaşmamış, duyarlı ve hissedebilen, haysiyet duygusunu kaybetmemiş, henüz ‘satılık’ olmayan, hâlâ başkalarının acılarından acı çekebilen, sahip olma varoluş biçimini tam anlamıyla edinmiş, kısacası kişi olarak kalmış ve bir şey hâline gelmemiş kişi, günümüz toplumunda kendini yalnız, güçsüz, yalıtılmış hissetmekten kendini alamaz,”[10] satırlarının altını çizerek durum(umuz)a ilişkin; John Steinbeck’in, “İnsan olmak kolay değildir, hele ki ‘insanca’ yaşanabilecek bir toplum düzeni yoksa!”…

Eduardo Galeano’nun, “Köstebeklerden tünel kazmayı öğrendik, kunduzlardan baraj yapmayı; kuşlardan konut yapmasını öğrendik, örümceklerden dokumayı; yokuş aşağı yuvarlanan ağaç gövdesinden tekerleği öğrendik, suyun sathında sürüklenen ağaç gövdesinden gemiyi ve rüzgârdan yelken açmayı… Peki bize bunca ölümcül/kötücül beceriyi kim öğretti!? Dünyayı küçük düşürmeyi ve komşumuza eziyet etmeyi kimden öğrendik!?”[11]

Carl Gustav Jung’un, “Hayvan sürüleri kalabalıklaştıkça akıllanır, insan sürüleri kalabalıklaştıkça aptallaşır”…

George Carlin’in, “Trafikte sizden yavaş gidenlerin aptal, hızlı gidenlerin ise manyak olduğu düşünülen bir dünyada normal insan bulmak imkânsız,” satırlarını aktaralım.

Söz konusu tabloda Türk(iye) İnsan(sızlık)ını etkileyen siyasal ve sosyal belirleyicilerin başında kaygı geliyor. Kaygı ve depresyonun hızla kitleler içinde yayıldığı ve halk sağlığını tehdit eder hâle geldiğini pek çok araştırma gösteriyor. Günümüzde insanları kaygıya karşı dayanıksız hâle getiren en önemli nedenlerden biri, uygulanan politikalarla toplumsal bağların çözülmesi ve bireylerin özneleşmelerinin engellenmesi, kimliğin zayıflatılması.

Hatırlayın: İzmir’de bir taksi şoförü kapüşon ve cerrahi maske takan bir yolcuyu aracına aldı. Hava soğuktu, bu nedenle yolcunun bir an önce gideceği yere varması gerektiğini düşündü. Ancak yaptığı iyilik onun canına mal oldu. Katil, şoförü ağır yaraladıktan sonra kulağına, “Artık kimseye güvenmeyeceksin!” diye fısıldadı. Taksiden bir miktar para alıp olay yerinden ayrıldı.

Türkiye’de toplumun ruh sağlığı her yıl giderek bozuluyor. 10 yılda ilaç tüketiminin 28 milyon 193 bin 443 kutu arttı. 2013’de 37 milyon 258 bin 388, 2014’de 39 milyon 134 bin 225, 2015’de 43 milyon 467 bin 736, 2016’da 45 milyon 134 bin 854, 2017’de 48 milyon 226 bin 812, 2018’de 49 milyon 43 bin 763, 2019’da 49 milyon 857 bin 89 2020’de 54 milyon 625 bin 964, 2021’de 59 milyon 641 bin 14, 2022’de 61 milyon 870 bin 998, 2023’de 65 milyon 451 bin 831 kutu antidepresan ilaç kullanıldı![12]

Sağlık Bakanlığı’nın verilerine göre, 2020’ye kadarki 11 yılda antidepresan kullanım miktarın yaklaşık yüzde 70 arttı. 2009 yılında 1.000 kişi başına günlük 29 antidepresan ilacı düşerken, bu oran 2020’de 49’a çıktı. ‘Dünya Sağlık Örgütü’ (DSÖ) raporunda Türkiye’de 3 milyonun üzerinde insanın depresyonda olduğu belirtildi! Son 10 yıl içerisinde depresyon tanısı yüzde 8.4 oranında artış gösterdi. Depresyon kadınlarda, yüzde 5.1 erkeklerde ise yüzde 3.6 oranında görülüyor![13]

Türkiye genelindeki araştırmaya göre, halkın yüzde 51.2’si toplumda dayanışma ruhunun giderek azaldığını düşünüyor![14]

Türkiye’de çocuk istismarı vakaları giderek artarken; cinsel istismara maruz kalan çocuk sayısı 9 yılda yüzde 287 arttı![15]

‘Türkiye İstatistik Kurumu’ (TÜİK) istatistiklerine göre güvenlik birimlerine gelen veya getirilen çocukların karıştığı olay sayısı 2022’de, 2021’e göre yüzde 20.5 oranında artarak 601 bin 754 oldu. Bu olaylarda çocukların 259 bin 106’sı mağdur olarak, 206 bin 853’ü suça sürüklenme sebebiyle güvenlik birimlerine getirildi![16] Ayrıca 2017-2021 kesitinde 2 milyon 393 bin çocuk göz altına alındı![17]

2019’da yapılan TÜİK çocuk iş gücü anketine göre çocuk işçi sayısı 720 bin. Son üç yılda 15-17 yaş arasındaki çocuk işçi sayısının oranı yüzde 16.2’den yüzde 18.7’ye yükseldi. ‘Yasal çocuk işçiliği’ projesi MESEM’deki çocuk sayısı 15 Kasım 2022 itibarıyla 1 milyon 33 bin. Çocuklar MESEM adı altında ucuz iş gücü olarak sömürülmeye devam ederken 20 yılda en az 903 çocuk, iş cinayetlerinde hayatını kaybetti![18]

TÜİK’in 2023 verilerine göre 16-17 yaş arasında 10 bin 471 kız çocuğu evlendirildi. Üstelik bu çocukların büyük bir kısmının kendilerinden yaşça çok büyük erkeklerle evlendirildiği belirlendi![19]

‘Çocuk Gebelikleri Raporu’na göre, 15 yaş altı doğum 1 yılda yüzde 25 arttı. AKP iktidarı döneminde 19 yaş altındaki gebe sayısı 2 milyonu aştı. 22 yılda 15 yaşından küçüklerin yaptığı doğum sayısı 21 bin 87 oldu. Küçük yaşta doğum oranları, aile baskısıyla hiç okula gönderilmeyen ya da eğitimden alınan kız çocukları arasında artış gösterdi. 5 çocuk ise okuma yazma dahi bilmiyordu. Yargı, çocuğa yönelik cinsel istismarla mücadele etmek yerine 18 yaşından küçük olduğu hâlde gebe kalan çocuklara evlilik izni verilmesini zorlayıcı neden sayıyor. 2012-2021 yılları arasında reşit olmadığı hâlde “evlenebilir” kararı verilen çocuk sayısı 129 bini aştı![20]

Türkiye’de 2023’da boşanan 171 bin 881 çiftten, 165 bin 51’i ‘geçimsizlik’ nedeniyle birbirinden ayrıldı. Çiftlerin 31 bin 980’i evliliğinde 20 yılı geride bırakırken, 5 bin 126 çift ise 1 yıl dolmadan boşandı![21]

‘Mali Suçları Araştırma Kurulu’na (MASAK) göre 2022 itibarıyla Türkiye’de 18-50 yaş grubunda 5 milyon kişi yılda yaklaşık 150 milyar TL’lik yasadışı bahis oynamaktaydı![22]

Veriler çoğaltılabilirken; Theodor Adorno’nun “İnsanın doğal çöküşünü bugün toplumsal ilerlemeden ayrı düşünmek mümkün değildir,” sözünün ve Prof. Dr. Korkut Boratav’ın, yeni ekonomi politikalarının olası sonuçlarına dikkat çekip, “Çürümeyle mücadele şart”[23] denmesinin altını çizmemek mümkün mü?

Evet, Diyanet’in eğitim yatırımları ödeneğinin, ülkedeki 108 üniversitenin aldığı ödenekten fazla olduğunun ortaya çıktığı[24] çürümenin orta yerinde gündelik yaşamın otoriterleştirilmesinin önünü açan, bunu olası kılan en belirleyici unsur, yokluk, yoksulluk ve çürümedir. Yokluk, yoksulluk çürüyen halkın yaşam damarlarını kurutmaktayken; kapitalist kâr hırsına, sömürüye dayalı totaliter düzende “ayakta kalabilme” kaygı ve endişesi yaygınlaşarak, derinleşmektedir.

Kolay mı? Coğrafyamızda mafyatik ağı Sedat Peker’in açıklamaları vesilesiyle üzerinden bolca konuşuldu; 90’lı yıllarda Susurluk kazasıyla ortaya çıkan derin yapı gerçeği tartışıldı, eleştirildi; ama, nafile!

Televizyon dizileri mafyavarî ilişkileri anlatmaya, özendirmeye, devam ediyor hâlâ. Bir zamanlar top oynayan mahalle delikanlıları “Kurtlar Vadisi”nden fırlamış gibi yerlerde sürünen siyah paltolar, uzun beyaz atkılarla dolaşıyorlar. Mario Puzo’nun romanından uyarlanan “Baba” filmindeki kareler bir anlamda alaturkalaşmıştı. İşin ilginç yanı özellikle televizyon dizilerinde çokça rastladığımız bu kirli ilişkiler ağını ortaya koyan tipler çok sevildi. Öyle ki Ayşen Gruda “Ana” ile bir kadın mafya lideri tersinlemesini bir parça grotesk özellikler katarak gerçekleştirdi.

Bu noktadan sonra mafya dizi piyasasının önemli bir konu başlığı oldu. Özellikle son yıllarda televizyon dizilerinde mafya olgusu, “Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz”dan “Ezel”e, “Çukur”a kadar neredeyse fenomen hâlini aldı. Bizi ilgilendiren dizi sektöründe mafyanın kullanılmasının yanında yeraltı örgütünün toplum açısından normalleştirilmesi… üstelik “Kurtlar Vadisi” özelinde müesses nizamı koruyan kim varsa kıymetlidir, söyleminin meşrulaşması… gibi![25]

Verili tabloda çok az insan gerçekten bugünü yaşabilir, çoğunluğu bir başka zaman yaşamaya başlayabilmek adına bekleyip, biriktirerek tükenir. Çünkü insanı öldüren köle kalmaktır.

Herakleitos’un, “İnsanların çoğu uyanıkken de tıpkı uyurkenki gibi ne yaptıklarının farkında olmadan yaşar,” sözüyle müsemma bukalemunu andıran ortalama Türk(iye) İnsan(lık)ı özgür olmayı değil, güvende olmayı isterken; insancıklaştı ve tek başına kalmış meyvesiz bir ağaç gibi kurudu: Thomas More’un, “Zenginliğin bir avuç açgözlü insanın elinde bulunduğu ve çoğunluğun sefalet içinde yaşadığı bir toplumda kimse mutlu olamaz,” saptamasındaki üzere…

“ŞİDDET TOPLUMU”

Kara para, uyuşturucu, vergi kaçırma, sporda şike-bahis iddiaları, karanlık işleri gölgeleme adına kullanılan sosyal medya fenomenleri… Akıl almaz yollarla milyarlarca liralık bir yasadışı akış… Duyduklarımız, televizyonlarda adım başı rastlanan mafya dizilerindeki gibi. Son dönemde çetelerin kirli işleri, kara paranın izlediği yol olduğu gibi gazete haberlerine yansıdı.

Tüm bunlarla birlikte şiddet sıradanlaştırılıyorken; coğrafyamızda bu tabloyu kapitalizm bağlamında açıklamak gerek!

Ekonomik-politik açıdan ise, yoksulluk, yolsuzluk, yozluk ile ilişkilendirilmeli toplumsal ahlâki çöküntü!

Mafya dizileri derken vb’leri “kahramanlık” cilasıyla yasadışılık doğallaştırılıyor; takım elbiseli, lüks araçlı elleri silahlı maço karakterler… Say say bitmez. Tabii bir de üstüne moda ikonu gibi sosyal medyada poz verenler, görgüsüzce altın varaklı evlerde sergilenen yaşamlar da eklenmeden geçilmemeli…

Tüm bunlar “Orman Kanunları”nın çıplak şiddetini öne çıkardı.

“Kötülüğün en temel göstergelerinden biri şiddettir, kuşkusuz. Şiddetin sıradanlaşmasının ardında cezasızlıkla ödüllendirmek, cehalet sarmalının ilkellikle çoğalması, kişisel öfkelerin yasaların önüne geçmesi gibi pek çok neden olabilir. Şu bir gerçek ki şiddet olayları kendini bir toplumda üç ayrı dönemde gösterir: Sistemin işlememesi, yönetimsel zaaf ya da faşizm günleri.”[26]

Türkiye art arda yaşanan şiddet olaylarıyla sarsıldı. Vahşice işlenen cinayetler, çoğu zaman sudan sebeplerle patlak veren kavgalar, ardı arkası kesilmeyen hırsızlık ve gasp olayları insanların can güvenliklerine dair endişelerinin artmasına yol açtı.

Her şeyden önce, yaşanan olayların temellerini ekonomik zorlukların yanı sıra toplumumuzun mevcut iktisadi yapısında aramak gerekmektedir. Kapitalizmin krizi ile geçim sıkıntısı ve yaşam şartlarının gittikçe kötüleşmesi, gerginliklerin şiddetle taçlandığı olaylara yol açıyor ve bunlar artık olağanlaşıyor.

Örneğin Esenyurt’taki tekel bayi katliamının ardından ülke çapında giderek artan silahlı saldırı olaylarına ilişkin tartışmalar yoğunlaştı. Bu olayların ayrıntılarına bakınca, hemen hepsinde dört dinamiğin kesiştiğini görüyoruz. Ekonomik sıkıntı, yasalara, yargıya güvensizlik, denetimsiz silahlanma, şoven milliyetçiliğe ek Sünnî İslâmın da katkısıyla şişirilen zehirli bir erkeklik kültü öne çıkıyor.

Gerçekten de AKP Türkiye’sinin son döneminde, gittikçe yoğunlaşan oranda sorunları şiddet yoluyla çözme eğilimi ile “Vahşi Batı”nın yaşamı arasında, ekonomi, erkeklik kültü ve silahlanma alanlarında çok büyük benzerlikler var.

Hızla aktaralım:

‘Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu’nun (TKDF) ‘Ev İçi Şiddet Acil Yardım Hattı’na 2023’de gelen çağrı sayısı 5076’ya ulaştı. Hatta 71 ilden çağrı geldi. Bu çağrıların 610’u İstanbul’dan, 198’i Ankara’dan, 94’ü İzmir’den geldi.[27]

‘Umut Vakfı’ Yönetim Kurulu Üyesi Psikiyatrist Ayhan Akcan, bireysel silahlanma yaşının 12’ye kadar düştüğünü ifade ederken;[28] ‘Umut Vakfı’nın 2014’den beri yayımladığı ‘Türkiye Silahlı Şiddet Haritası’ raporunu göre, 2014’den 2024’e kadarki 10 yılda; toplam 34 bin 197 silahlı şiddet olayı yaşandı. Bu olaylarda toplam 21 bin 434 kişi öldü, bazıları ağır 31 bin 207 kişi de yaralandı.[29]

Yine ‘Umut Vakfı’ verilerine göre 2022’de medyaya 3 bin 984 silahlı şiddet olayı yansıdı. Bu olaylarda 2 bin 278 kişi öldürüldü. ‘Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’na göre de 2022’de 334 kadın öldürüldü, bu kadınların 182’si ateşli silahlarla yaşamdan koparıldı.[30]

Ayrıca Adli Tıp’ın “Ölü Muayenesi” verilerine göre, 2012-2019 kesitinde 15.893 kişi ateşli silahlar nedeniyle yaşamını kaybetti. Aynı şekilde yaralananların sayısı da 2012’de 5.485 kişi iken, 2019’da 10.488 kişiye; neredeyse iki misline ulaştı.

Bu tedirgin edici sürecin bir başka özelliği, çocukların da birer kullanıcıya dönüşmüş olmasıydı. Adalet Bakanlığı verilerine göre yine sadece 2022’de “Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile Diğer Aletler Hakkında Kanun” kapsamında 3.352 çocuk yargılandı. Dava konusu olan bu çocuklardan 455’i 12-14 yaş, 2.897’si de 15-17 yaş aralığındaydı. Bütün bu verilerin gösterdiği gibi, çocuklar da artık bu şiddet ve silah sarmalının bir parçası hâline geldi.

Türkiye bütün bu süreçte silahlanma konusunda 178 ülke arasında hızla 14. sıraya yükseldi. Üstelik bu eğilim ruhsatlı silahlarda da gözlendi. Yine resmi bir rapora göre, silah bulundurma ruhsatı için 2019’da 13.206 başvuru yapılırken, 2020’de bu sayı yüzde 34 artarak 17.751 oldu. Dahası ruhsatlı silahlar da aynı şekilde suç işleme aracı olarak kullanıldı. Mesela Emniyet Genel Müdürlüğünün 2008-2018 arasındaki on yılı kapsayan bir raporuna göre, ruhsatlı ateşli silahlarla işlenen suç sayısı 25.547 olarak gerçekleşti. Aynı dönemde ruhsatsız ateşli silahlarla işlenen suç sayısı da 159.123 idi.[31]

Bunlar böyleyken; İnternetten tabancanın yanı sıra büyük silahlar da satılıyor coğrafyamızda: İnternet üzerinden onlarca sitede sıfır ve ikinci el silah satışı gerçekleştirilirken, sosyal medya platformu Telegram uygulaması üzerinden oluşturulan kanallarda, kuru sıkı ve normal tabancaların yanı sıra pompalı tüfek ve otomatik silah bile satılıyor. Farklı farklı kanallarda İstanbul’da, İzmir’de, Antalya’da ve Ankara’da elden silah satışının yapıldığı, diğer illere kargoyla gönderildiği belirtiliyor![32]

YOKSULLUK İLE GELEN(LER)!

Friedrich Engels’in, “İnsanlık tarihinin ortak noktası, çalışanların hep yoksul olması, çalışmayanların zenginleşmesidir.” “Toplumun çalışan üyeleri hiçbir şey elde edemezken, her şeyi elde edebilen üyeleri hiç çalışmamaktadır,” saptamasındaki üzere çürümeyi büyütüp, besleyen yoksulluktur…

Tommaso Campanella, “Yoksulluk insanları alçaltır, hileye, hırsızlığa, yalancılığa, serseriliğe götürür,” derken unutmamak gerek: “Modern suçun anası günah değil, açlıktır.”[33] Çürümenin de elbette!

Tam bu noktada “Oysa ki bizim tek bilmek istediğimiz yoksulların neden yoksul oldukları. Sakın onların açlığı bizi doyuruyor ve çıplaklığı bizi giydiriyor olmasın?”[34] sorusu eşliğinde Malcolm X’in, “Sizi yöneten zenginleşiyorsa, bu sizden çalıyor demektir. Çıkardığı yasalara da iyi bakın; o yasalar sizi korumak için değil kendini sizden korumak içindir!”…

Mevlana’nın, “Dünyada biri üşüyorsa sen ısınamazsın!”…

Bertolt Brecht’in, “Öldürmenin pek çok yolu vardır: Karnına bıçak saplamak, ekmeğini elinden almak, hastalığını iyileştirmemek, kötü koşullarda yaşatmak, ölesiye çalıştırmak, intihara sürüklemek, savaşa yollamak vs. Kanunlarda bunların pek azı yasaktır”…

Umberto Eco’nun, “Dünya; zengin din adamlarının, yoksul ve aç insanlara erdem üzerine vaaz ettikleri bir rezillik yeridir”…

Charles Dickens’in, “Dünyada öyle aç insanlar var ki, onlar tanrıyı ancak ekmek biçiminde görürler”…

Eduardo Galeano’nun, “Düzen, bir eliyle verdiğini öbür eliyle alır. Kurbanları ödeme yaptıkça borçlu çıkarlar. Aldıkça yoksullaşırlar. Ne kadar çok satarlarsa o kadar az kazanırlar”…

Andrey Tarkovski’nin, “Dürüst insanlar hiç zengin olamazlar, zengin insanlar da dürüst”…

Stefan Zweig’ın, “Zengine verilir, daha çok zenginleşsin diye. Fakirin ise elindeki bile alınır”…

Thomas More’un, “Büyük çoğunluk yoksulluk içinde kıvranırken, doymak bilmez bir avuç insana memleketin bütün zenginliklerini sömürten bir devlette mutluluk olamaz”…

Ernestro Che Guevara’nın, “Tek bir insanın hayatı, dünyadaki en zengin adamın tüm mal varlığından milyon kat daha değerlidir”…

Yaşar Kemal’in, “Bir insanın açlıktan ölümünü izlemek acıların en büyüğüdür. Bu insanlığa hiçbir zaman yakışmaz!”…

John Steinbeck’in, “İnsanın karnını doyurması gerek, bu onun en doğal hakkıdır”…

Namık Kemal’in, “Ey sefalete düşmüş insanlar, gözlerinizi mahşer sabahında mı açacaksınız?” sözlerinin değerini kavramak “olmazsa olmaz”dır.

Şu bir “sır” değil! İnsan(lar) köleleştikleri için yoksuldur. Oysa ekmek (ve elbette özgürlük) insan(lık)ın en doğal hakkıdır.

Bir an düşünün: Açlıktan kıvranan işsiz bir insan özgür olabilir mi?

Yoksul insanların seçim şansından söz edilebilir mi?

İnsan(lık) açken; cennet umudunu ne yapsın?

Yaptıklarının toplamı olan insan(lık)ın, haklı ve doğal öfkesiyle başkaldırmasından başka seçeneği yoktur. Ve insan(lık) ancak bu uğurda kaybetme cesareti gösterdiğinde, her günü son günüymüş gibi yaşadığında ekmeğine ve özgürlüğüne sahip çıkabilir. Yeter ki, dirençli, özellikle kendine güvenen örgütlü iradesi olsun!

“Bu mümkün değil!” diyerek eyleme geç(e)meyen, düşünemeyenlere bakın: Dünyanın en “akıllı” insan(lar)ı onlardır, Ama sadece kendilerine göre! Lakin onlar sürekli erteleyip asla yap(a)mayan umursamazlardır! Çürümenin ürünleridirler!

İnsan(lık) varlığının farkına ancak başkaldırdığı uç noktalardayken varırken; bir insanın hayatının ölçüsü, uzunluğu değil, onu anlamlandırması; insan(lık) için ayağa kalkmasıdır.

Kuşku yok: İnsan(lık) kazanacağı her şeyi elleriyle yaratmalıdır; beklentiyle değil!

Çünkü… Türkiye’de servetin yüzde 40’ı yüzde 1’in elindedir!

İsviçre Bankası Credit Suisse’in 2022’e ait ‘Global Wealth Data Book’ verilerine göre, 2021’de Türkiye’de en zengin yüzde 1, tüm servetin yüzde 40.7’sini, en zengin yüzde 5 tüm servetin yüzde 60.5’ini, en zengin yüzde 10 ise tüm servetin yüzde 70.8’ini elinde bulunduruyor.

2002’de en zengin yüzde 1’in ülkedeki servetin yüzde 39.4’ünü, en zengin yüzde 10’un yüzde 67.7’sini elinde bulundurduğu göz önüne alındığında Türkiye’deki adaletsiz ekonomik düzenini zenginlerin lehine daha da büyüttüğü ortaya çıkıyor.

‘Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 2022’ye dair gelir dağılımı istatistiklerine göre, 2006-2022 kesitinde, hanehalklarının en düşük dilimden başlayarak yüzde 50’ye kadar olan kısmının geliri, diğer tarafta kalan kesimlere göre daha fazla artış gösterdi. Emekçilerin milli gelirden aldığı pay günden güne erimeye devam etti.[35]

TÜİK’in gelir dağılımı istatistiklerinin hesaplandığı ‘Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması’nın 2023 sonuçlarına göre, en zengin yüzde 20’lik grubun toplam gelirden aldığı pay 17 yılın zirvesine çıkarak yüzde 49.8’e ulaştı. En düşük gelire sahip yüzde 20’lik kesimin ise toplam gelirden aldığı pay yüzde 5.9’a düştü.[36]

Evet, Türkiye’de gelir eşitsizliği büyüyorken; zenginler ve yoksullar arasındaki makas açılıyor. Örneğin Türkiye AB ülkeleri içinde gelir eşitsizliğinin en fazla olduğu ülke! En zengin yüzde 10’luk grubun ortalama geliri en yoksul yüzde 10’unkinin 15 katı! En zengin yüzde 5’lik grubun ortalama geliri en yoksul yüzde 5’inkinin 31 katı düzeyinde! Patronların gelirleri tüm gelirlerden daha fazla artıyor! Kadınların ortalama geliri ortalama gelirin yüzde 21 altında![37]

THE FORBES’İN ‘EN ZENGİN 10 TÜRK’ LİSTESİ[38]
1. Murat Ülker (5.2 milyar dolar)
2. Semahat Sevim Arsel (3.2 milyar dolar)
3. İpek Kıraç (3.1 milyar dolar)
4. İbrahim Erdemoğlu (3 milyar dolar)
5. Mustafa Rahmi Koç (2.8 milyar dolar)
6. Ali Erdemoğlu (2.6 milyar dolar)
7. Ferit Faik Şahenk (2.4 milyar dolar)
8. Erman Ilıcak (2.4 milyar dolar)
9. Filiz Şahenk (2.2 milyar dolar)
10. Nihat Özdemir (2.2 milyar dolar)

Milli gelir istatistikleri de ülkedeki vaziyeti ortaya seriyor. Prof. Dr. Korkut Boratav, kişi başına ortalama ücret hesaplamasında 2016’dan 2022 yılına dek yüzde 25’e varan bir gerileme saptıyor. Bunun yanı sıra Prof. Dr. Erinç Yeldan’ın 2019 sonrasında milli gelir paylarındaki değişimi gözlemlediği hesaplamalarında toplam işgücünün ve sermayenin milli gelirden aldığı paylarındaki makasın giderek açıldığını saptar.[39]

Bireysel kredi kullanan kişi sayısı 1 yılda 2.7 milyon artarak 39.9 milyona ulaştı. Kredi tutarı 2.7 trilyon TL’yi aştı. Bireysel kredi kartı borcu bulunanların sayısı 36.7 milyon kişi oldu.[40] Bireysel kredi kartı borçlarının tüketici kredileri içindeki payı yüzde 45’e yükseldi.[41]

2024’ün ilk 28 gününde icra dairelerine giden toplam dosya sayısı 718 bin 238’e ulaştı. Her gün ortalama 25 bin dosya icralık hâle geldi. İcra dairelerinde bekleyen toplam dosya sayısı ise 21.3 milyona yükseldi. Her 4 kişiden biri icralık durumda.[42]

Yurttaşın ödediği toplam vergiler, Eylül 2023’de 122.6 artışla 386 milyar lira oldu. Ancak vergi gelirindeki bu yükselişe karşın Eylül 2023’te bütçe açığı yüzde 64.3 artışla 129 milyar lirayı aştı. Faiz giderleri ise yüzde 114 artarak 71 milyar lira oldu.[43]

Bütçeden “örtülü ödenek” için yapılan harcamalar 2023’de rekora gitti; sadece Kasım 2024’deki harcama 808.9 milyon TL’ye ulaştı.[44]

BDDK verilerine göre, bankacılık sektörünün Ocak-Eylül 2023 dönemi net kârı 2022’nin aynı döneme göre yüzde 53.5 artışla 439.7 milyar lira oldu.[45]

Şimdi burada, “Yıllar boyunca olası her türlü acının mutlak sınıra ulaştığını düşünen bir insan, şimdi acının sınırı olmadığını ve daha çok, daha yoğun acılar çekebileceğini anlıyordu,”[46] diye tarif edilmesi gereken yerde olduğumuzu göz ardı etmemeliyiz.

Acı ve “çaresizlik”le yüz yüze olsa da; değişime açık, en tehlikeli insan(lar)ın “çaresiz” denilenler olduğunu not etmeliyiz.

Özetle Melih Cevdet Anday’ın, “Anladık ölüme çare yok/ Kazaya belaya çare yok/ Saç dökülmesine/ Yüz buruşukluğuna çare yok/ Anladık çare yok/ İşsizliğe de mi yok/ Açlığa da mı yok/ Anlamadık gitti,” dizeleri eşliğinde; Max Weber’in, “Dünya günün birinde küçük dişli çarklar, küçük işlere tutunan ve daha büyük olanların peşinde koşan küçük insanlarla dolup taşabilir”; Roland Vincent’ın, “Kapitalizm, insan hırsı ve aç gözlülüğünün başarısız bir deneyi olarak yok olacak,” saptamaları eşliğinde kapitalizmin “erişilebilir bir denge” modeli olmadığı[47] ve topyekûn yıkım ile yabancılaşmaya/ çürümeye eşitlendiği görülmelidir.

Kolay mı?

Kapitalizmde yabancılaşan insan(lık), varlığının anlamsız hâle getirilmesi yanında körleştirilmiş ve para ile terbiye edilmiştir. Oysa her şeyin ölçüsü insandır ve öyle olmalıdır. Hiçbir toprak, bayrak, söylem insandan daha “kutsal” olamaz.

Dünya ezenlerin şiddetinden çok, iyilerin sessizliğinden çok ama pek çok acı çekiyor; ama durum “umutsuz” falan değil. Çünkü kötünün içinde iyi, iyinin içinde kötü vardır. Bu bir imkân tehdit sarmalıdır…

Koşulların kötülüğünü fark eden herkes, bunu ifşa etmek için sesini yükseltmek, insanların gözlerini açmakla görevlidir.

Baş eğmeyen, mücadele edebilen insan(lık), yaratan ve yok edendir; insan(lık)ın değiştirme gücü ile her şeyi yeniden biçimlendirebilir. Başkaldıran insan(lık) bunun kanıtı değil mi?

Hasılı: Yaratıcı akıntıya karşı yüzendir; hiçbir şey yapmayan “hatasız”lardan uzak durup; hataların içinde gelişme imkânı olduğunu gören; bilinçli inancını yitirmeyen; insan olmaktan ve gereklerinden korkmayan ve Maksim Gorki’nin, “İnsanlar rahatlıkla aptallar ve alçaklar olarak ayrılabilir. Sürüyle alçak var! Kurnaz vahşi hayvanlar gibi yaşıyorlar kardeş; yalnızca güce tapıyorlar! Kurnazlık vahşi hayvanın aklıdır!”[48] uyarısının bilincinde olabilenlerdir.

“ÇARE” (Mİ?) SİZSİNİZ!

“Hep hatırla: ‘Çaresizseniz, Çare ‘sizsiniz’!” der Behçet Necatigil ve ekler Donald Walsch, “Her şeyden vazgeçene kadar, hiçbir şeye sahip olamazsınız.”

Çözüm güzergâhı bu: Karl Liebknecht’in, “Mümkünün son sınırlarına, imkânsızı elde etmek için çabalayanlar ulaşabilir ancak”…

Noam Chomsky’nin, “Alışılmış zihinsel düzenler değiştiğinde devrim patlak verir”…

V. İ. Lenin’in, “İnsanlara şunu söylüyoruz: Yalancıların maskelerini kaldırın, körlerin gözlerini açın!,” uyarılarındaki üzere…

Çünkü kapitalizm, teslim aldığı sıradan/ yabancılaşmış insan(lık)ı inandırdığı yalan yerle yeksan edilmeden aşılamaz.

Devrimciler elinden gelenin en iyisi yapabilirse ezilenler yardıma hazırdır. Yeter ki, yardımlarının işe yarayacağına ilişkin devrimci praksis ortaya konulup, gösterilebilsin.

Ancak Oriana Fallaci’nin, “Özgürlük adına lime lime kesilmeye, işkence çekmeye, hatta ölmeye razı insanlar tanıyacaksın. Umarım onlardan biri olursun,”[49] sözlerindeki gibi, yeryüzünü cennete dönüştürmek için yeryüzü cehennemi göğüslenecek. Tabii insan(lar)dan büyük sonuçları birden bire bekleme yanılgısına düşmeden…

Güzellik duygusuna, risk alma cesaretine, doğruyu söyleme disipline, fedakârlık kapasitesine sahip devrimciler, hatalarını kabul edip, hatalarından ders çıkarabildiği ve düzeltebildiği kadar güçlüdürler ve gerçek karakterler böyle ortaya koyabilirler.

İnsanlar inanç ve iddialarıyla değil, eylemleri ve duruşlarıyla değerlendirilmelidir. Eylemler inançtan daha ciddidir. Çünkü kendinden bir şey verebilen insandır; Friedrich Engels “Bir gram eylem, bir tonluk kuramdan daha değerlidir.” “Eğer yenilmişsek, yapmamız gereken tek şey, baştan başlamaktır,” deyişindeki üzere…

O hâlde göründükleri gibi olmalıdır insanlar ya da oldukları gibi görünmelidirler; eğer böyle değillerse, hiç olmasınlar daha iyi. İnsan(lık)a “Kendini bil!” denilmesi tam da bunun içindir; “Her insan, kendi olması karşılığında topluma bir bedel öder. Az ya da çok, ama mutlaka bir bedel. Kimse bedelsiz kendi olamaz,”[50] Murathan Mungan’ın dediği gibi.

Tamamlarsak: Behice Boran’ın, “Kişiler hakkında nasıl mı karar vereceksin? Hayatlarına bakarak. Bir insan, yaşadığı hayatın insanıdır,” vurgusundaki üzere zaaflarını, korkularını yenen insan güçlüdür ve ilkesel düşünen insan kapitalizmin dünyasında az kabul gören kişidir. İnsan(lık)ı değerli kılan ise toplumsal kurtuluş davasına, gerçeğine bağlanmasıdır.

Dolores Ibarruri’nin, “Cehennemin, şu yeryüzündeki yaşamımızdan daha kötü olacağını hiç sanmıyorum.” “İmparatorlar ve papalar, krallar ve papazlar, ve de bütün tutucu din adamları servet içinde yüzükleri hâlde, yoksul olduklarını söylerler. Devrimde hepsinin kafası kopsun”…

Che Guevara’nın, “Bir insanın yaşayıp yaşamadığını, atan nabzından değil; onurlu duruşundan anlarsınız.” “Bir yerde bir zulüm varsa ve tek tükürük hakkım olsaydı zulmü yapana değil, zulme sessiz kalanın yüzüne tükürürdüm”…

Ömer Muhtar’ın, “Biz asla teslim olmayız. Ya kazanırız, ya ölürüz. Bizden sonraki nesillerle de savaşacaksınız. Bana gelince, ben cellatlarımdan daha uzun yaşayacağım,” kararlılığıyla…

Kapitalizmin yerküresinde başka yol yok!

“Nasıl” mı?

Sürdürülemez kapitalizm ile öylesine bir çürüme/ kirlenme/ yıkım yaşıyoruz ki “aklımız zorlanıyor”, “ruh sağlığımız” bozuluyor. Bu koşullarda “akılımızı-ruhumuzu korumak” gerçekten zor.

Kapitalizm elinde hasta toplumlar oluştur, insanlar risk altında yaşamaya mahkûm edilir ki, bunun kanıtlarından biri de, hayatta ve acı çeken insana empatiyi yitirip; tanınma, bilinme, fark edilme arzusunun kitleselleşmesi, sıradanlaşması, herkes için bir norm hâline geldiği Türk(iye) toplumudur!

Saltıkov Şçedrin, ‘Vicdan Kayboldu’ başlıklı masalında, vicdanının sesini susturan, değerlerini kaybeden, kendisiyle hesaplaşmaktan kaçınan insanlardan oluşan bir toplumun çöküşünü anlatır:

“Vicdan ortadan kayboldu… Hiçbir şey üzmüyor onları, hiçbir şey düşündürmüyor, bugün… yarın… her şey… sanki onların elinde; vicdanın ortadan kaybolduğundan habersiz, mutlular…”[51]

Değerlerini, vicdanını kaybetmiş, yozlaşmış bir toplumun parçası olmak insana yakışmazken;[52] “Çürümeyle mücadele şart,”[53] diye haykırır Korkut Boratav!

12 Mart 2024, İstanbul.

N O T L A R

[1] 16 Mart 2024 tarihinde Kaldıraç Akademi’nin İstanbul’da düzenlediği “Çürüyen Türkiye’nin Beşeri Krizi ile Kirletilen İnsan(lık)” başlıklı etkinlikte yapılan konuşma…

[2] Michel Foucault, Kelimeler ve Şeyler, çev: Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Yay., 1994.

[3] 2 Mart 2024: İstanbul’da Kaldıraç Akademi’deki ‘Kapitalist Uygarlık Krizi İnsan(lık) Hâl(ler)i ve Çürüme’ başlıklı konuşma: https://www.youtube.com/watch?v=vPObB9WwtuQ&t=1822s

[4] Bkz: i) Temel Demirer, “… ‘Çürüme ve Korku’nun Türk(iye) İnsan(sızlığ)ı”, Rojnameya Newroz, Temmuz 2023… https://temeldemirer.blogspot.com/2023/10/curume-ve-korkunun-turkiye-insansizligi.html

  1. ii) Temel Demirer, “… ‘Bitmeyen Veda’nın Tüketil(e)meyen İnsan(lar)ı”, Kaldıraç, No: 212, Mart 2019… https://temeldemirer.blogspot.com/2019/03/bitmeyen-vedanin-tuketilemeyen-insanlari.html

[5] Sait Faik Abasıyanık, Semaver, Yapı Kredi Yay., 6. Baskı, 2004, s.80.

[6] Sigmund Freud, Psikanaliz ve Telepati Cem Yay., 2021, s.89.

[7] Kemal Kılıçdaroğlu, “Ahlâksızlığın Kurumsallaşması”, Cumhuriyet, 5 Mart 2024, s.2.

[8] Anıl Al Rebholz, “Bir Zamanlar Vahşi Batıda…”, Birgün Pazar, 28 Ocak 2024, s.8.

[9] R. B. Edgerton, Hasta Toplumlar: İlkel Düzen Efsanesine Bir Meydan Okuyuş, çev: H. Turgut, Buzdağı Yay., 1992.

[10] Erich Fromm, Varolma Sanatı, çev: Işıtan Gündüz, Say Yay., 1982.

[11] Eduardo Galeano, Zamanın Ağızları, çev: Bülent Kale, Sel Yay., 2018, s.130.

[12] “Antidepresan Kullanımı Her Yıl Katlanarak Artıyor”, 17 Ocak 2024… https://odakdergisi2.com/antidepresan-kullanimi-her-yil-katlanarak-artiyor/

[13] Arzu Erkan, “Depresyon Pandemisi”, Birgün Pazar, 5 Kasım 2023, s.11.

[14] “Türk Toplumunda Yardımlaşma Ve Dayanışma Kültürü Azalıyor mu?”, Cumhuriyet, 29 Şubat 2024… https://www.cumhuriyet.com.tr/yasam/arastirma-turk-toplumunda-yardimlasma-ve-dayanisma-kulturu-azaliyor-mu-2180701

[15] “Çocuk İstismarı Vakaları 9 Yılda Yüzde 287 Arttı”, 26 Aralık 2023… https://odakdergisi2.com/cocuk-istismari-vakalari-son-9-yilda-yuzde-287-artti/

[16] Şevval Aydoğan, “Çocuklar Suç Kıskacında”, Cumhuriyet, 3 Ağustos 2023, s.3.

[17] Kayhan Ayhan, “210 Bin Çocuk Suça Sürüklendi”, Birgün, 3 Ağustos 2023, s.8.

[18] Nisa Sude Demirel, “Yoksulluk, İstismar ve Ölüm”, Evrensel, 20 Kasım 2023, s.2.

[19] “11 Bine Yakın Çocuk Evlendirildi”, Birgün, 23 Şubat 2024, s.3.

[20] Sarp Sağkal, “15 Yaş Altı Doğum 1 Yılda Yüzde 25 Arttı”, Cumhuriyet, 29 Haziran 2023, s.3.

[21] “5 Bin 126 Çift 1 Yıl Dolmadan Boşandı”, 11 Mart 2024… https://artigercek.com/guncel/5-bin-126-cift-1-yil-dolmadan-bosandi-287230h

[22] Yüksel Mansur Kılınç, “Toplumu Saran Suç Ekonomisi ve Çürüme”, Cumhuriyet, 18 Aralık 2023, s.2.

[23] “Korkut Boratav: Çürümeyle Mücadele Şart”, Cumhuriyet, 3 Şubat 2024, s.9.

[24] Mustafa Bildircin, “ODTÜ’nün Değeri Diyanet’ten Az”, Birgün, 30 Ocak 2024, s.13.

[25] Eren Aysan, “Mafya Dizileri Gibi Yaşamımız…”, Cumhuriyet, 2 Eylül 2023, s.11.

[26] Eren Aysan, “İyilik ve Ölüm”, Cumhuriyet, 3 Şubat 2024, s.11.

[27] “Sınır Ötesinden Şiddet Çığlığı”, Birgün, 19 Ocak 2024, s.16.

[28] İlayda Kaya, “Silahlanma Yaşı 12’ye Kadar Düştü”, Birgün, 13 Haziran 2023, s.3.

[29] “Son On Senede 34 Bin Silahlı Olay”, Birgün, 13 Şubat 2024, s.3.

[30] Rengin Temoçin, “Türkiye’de Büyüyen Tehlike: Şiddet”, Cumhuriyet, 24 Temmuz 2023, s.3.

[31] Şükrü Aslan, “Bireysel Silahlanmanın Sosyolojik Yansımaları”, Birgün, 10 Ocak 2024, s.6.

[32] Berkay Sağol, “Her Yerde Silah Satıcıları Dolu”, Birgün, 4 Şubat 2024, s.3.

[33] Oscar Wilde, Sosyalizm ve İnsan Ruhu, çev: Fatih Özgüven, Metis Kitap, 2016, s.59.

[34] Eduardo Galeano, Aynalar, çev: Süleyman Doğru, Sel Yay., 2009.

[35] Semih Güven, “AKP düzeni: Emeğiyle Geçinenler Böyle Saldırı Görmedi!”, Birgün Pazar, 20 Ağustos 2023, s.10.

[36] “2023’te Zengin, Zenginleşmeye Devam Etti”, 29 Ocak 2024… https://www.avrupademokrat3.com/2023te-zengin-zenginlesmeye-devam-etti/

[37] “DİSK-AR: En Zengin Yüzde 5’in Ortalama Geliri En Yoksul Yüzde 5’in 31 Katı”, 29 Ocak 2024… https://arastirma.disk.org.tr/?p=10773

[38] “Forbes, ‘En Zengin 10 Türk’ Listesini Açıkladı”, 23 Şubat 2024… https://www.birgun.net/foto-galeri/forbes-en-zengin-10-turk-listesini-acikladi-508892

[39] Aslı Aydın, “Gelir Adaletsizliği ve Türkiye’nin Ultra Zenginleri”, Birgün Pazar, 20 Ağustos 2023, s.10.

[40] “Borçtan Borca Türkiye”, Cumhuriyet, 15 Şubat 2024, s.9.

[41] “Kredi Kartları Masada”, Cumhuriyet, 10 Şubat 2024, s.9.

[42] Müslüm Evci, Sözcü, 29 Ocak 2024.

[43] Mustafa Çakır, “Bütçe Yama Tutmuyor”, Cumhuriyet, 17 Ekim 2023, s.9.

[44] “… ‘Örtülü Ödenek’ Rekora Koşuyor”, Cumhuriyet, 21 Aralık 2023, s.9.

[45] “Bankalar Kâra Doymuyor! 9 Ayda Dev Gelir”, Cumhuriyet, 31 Ekim 2023, s.9.

[46] Viktor E. Frankl, İnsanın Anlam Arayışı, çev: Selçuk Budak, Okuyan Us Yay., 2016.

[47] Bilsay Kuruç, “Ortak Yaşam ve Uyum (6)”, Cumhuriyet, 15 Ocak 2024, s.6.

[48] Maksim Gorki, Küçük Burjuvalar, çev: Güner Sümer, Bilgi Yay., 1967.

[49] Oriana Fallaci, Doğmamış Çocuğuğa Mektup, çev: Pınar Kür, Bayraktar Yay., 1983

[50] Murathan Mungan, Yüksek Topuklar, Metis Yay., 2002.

[51] Saltıkov Şçedrin, Büyüklere Masallar, çev: Mazlum Beyhan, Sosyal Yay., 1981

[52] Öner Yağcı, “Gerçek ve Vicdan”, Cumhuriyet, 24 Şubat 2024, s.10.

[53] Korkut Boratav, “Çürümeyle Mücadele Şart”, Cumhuriyet, 3 Şubat, 2024, s.9.

Büyüme değil, büyümeme [küçülme…]

“Sınırlı bir dünyada sınırsız büyümenin mümkün olduğuna inanan, deli değilse iktisatçıdır.”
Kenneth Boulding

Ekonomik büyüme, burjuva iktisatçılarının, burjuva politikacılarının, yüksek devlet ricalinin “amentüsü” hâline gelmiş bulunuyor… Slogan şöyle: “ekonomi büyüyecek, tüm sorunlar çözülecek”… Ekonomi yüz yıldır büyüyor lâkin bütün gösterge ışıkları kırmızıda, değilse sarıya dönmüş bulunuyor… Bir ekonomi yılda ortalama %3 büyürse 23 yılda, %5 oranında büyürse 14 yılda milli gelir ikiye katlanır… Dönemin sonunda aynı oranda bir “refah artışı” olur mu? Olmazsa neden olmaz? Türkiye ekonomisi geride kalan yüz yılda ortalama %5 civarında büyüdü… Bu zaman zarfında ortalama refahın yaklaşık 7 kat arttığı demeye geliyor mu?

Aslında sorunu hangi zemin üzerinde tartıştığınız önemlidir… Zira kapitalizm dâhilinde ekonomik büyümeyle toplumsal refah arasında doğru yönde bir ilişki yoktur… Orada söz konusu olan sermayenin büyümesidir… Sermaye de işsizliği artırmadan, sosyal eşitsizleri derinleştirmeden, ekolojik yıkım (doğa tahribatı) yaratmadan büyüyemez… Şimdilerde durum ortada olduğuna göre…

Büyümenin ölçüsü sayılan Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH), (İngilizce GDP, Fransızca PIB) 1930’ların “Büyük Buhran” yıllarında iktisatçı Simon Kuznets tarafından ortaya atıldı. Kuznets, krizden çıkış için ekonomik faaliyetin nasıl olması gerektiğine odaklanmıştı. Hangi faaliyetlerin toplumsal refah yarattığını anlamaya çalışmıştı… İkinci emperyalistler arası savaş sonrasında da ABD, yaptığı ekonomik yardımların sonuçlarını ölçmek için GSYH artışını bir ölçü saymıştı…

Gerçi Simon Kuznets, 1962’de “büyüme”nin otomatik olarak “refah artışı” demeye gelmediği konusunda uyarmıştı ama GSYH hâlâ tüm sorunların çözümünün anahtarı sayılıyor… Büyüme retoriği sömürüyü, yağma ve talanı meşrulaştırma, kabullendirme işlevi görüyor… Aslında iktisatçı Joseph Stiglist, GSYH’nin bir fetiş hâline geldiğini söylerken gerçek dünyada yaşanana gönderme yapıyordu…

Neyin, nasıl, ne pahasına üretildiği, üretilenin nasıl bölüşüldüğü de son derecede önemlidir… Bir yere kurulan bir kapitalist işletme, toprağı suyu, havayı kirletir, kâr eder, sermayesini büyütür… O yörede yaşayan insanlar “hastalanır”… Başka bir kapitalist de onları tedavi ederek kâr eder ve sermayesini büyütür. Tabii bu arada ekonomi büyümüş, GSYH de artmış olur…

Tabii kişi başına düşmeyen milli gelir de artar… Esasen aritmetik ortalamanın hiçbir değeri yoktur… Toplam gelirin %90’ına nüfusun %5’’i el koyuyorsa, kişi başına düşen milli gelir denilenin bir karşılığı olur mu? Nitekim 2023 yılında kişi başına düştüğü söylenen (ama düşmeyen) gelirin 13 bin 110 dolar olduğu söylendi. Bu, 4 kişilik bir aileye yılda 52 bin 440 TL dolar düşüyor demektir … Bugünkü dolar kuruna göre 1 milyon 625 bin 640 TL. Türkiye’de bu kadar yıllık geliri olan kaç aile var? Bugün emeklilerin çoğunluğunun aylığı 10 bin TL [322 dolar…]. Yılda 3.864 dolar… Dolayısıyla kişi başına düştüğü rivayet edilen gelir asla bir refah ölçüsü değildir… Şilili şair, matematikçi, fizikçi Nicanor Parra… Kişi başına düştüğü rivayet edilen gelirle ilgili olarak şöyle demişti: “İki ekmek var. İkisini de siz yediniz, ben hiç. Ortalama tüketim her birimize bir ekmek”… Velhasıl neden söz ettiğini bilmek önemlidir denecektir…

Kapitalizm dâhilinde büyüme paranın izini sürer… Para her el değiştirdiğinde milli gelir (GSYH) büyümüş görünür… Mesela bir adam “hizmetçisiyle evlenirse” GSYH büyümez… Artık yeni eşine ücret ödemeyeceğine göre… GSYH aile içinde gerçekleşen etkinliği hesaba dâhil etmez… Neyin ne pahasına üretildiği, insana ve doğaya (ekosisteme) verilen zarar, üretimin kimin için ne anlama geldiği sorun edilmez… Mesela uyuşturucu üretimi/kullanımı üç kat, zehirli gaz üretimi beş kat, kimyasal silah üretimi on kat, siyanür üretimi, insanları alıklaştıran/ahmaklaştıran reklam harcamaları 15 kat artsa, GSYH de o oranda artar…

GSYH hesapları bedava sunulan mal ve hizmetleri içermez… Üretim ve tüketimin neden olduğu doğal çevre tahribatını, işte biyolojik çeşitliliğin, canlı türlerinin yok olmasını, havanın, suyun ve toprağın kirlenmesini, atmosferin ısınmasını, gürültü kirliliğini dikkate almaz… Trafik sıkışıklığı ne kadar büyükse GSYH de o oranda büyümüş olur… Fuhuş sektörü ne kadar büyükse GSYH de o kadar büyüktür… Öğrenciler yaşadıkları yere yakın okula yürüyerek giderse, milli gelir artmaz ama 30 kilometre uzaklıktaki okula servis aracıyla veya özel arabayla gider-gelirse milli gelir (GSYH) büyür… Aslında örnekleri çoğaltmak mümkündür…

Durum böyleyken, GSYH büyüklüğünün, metalaşma düzeyinin, ithalat ve ihracatın çok yüksek olduğu, karbon gazı salınımının birinci sırada olduğu, gelirin aşırı adaletsiz dağıtıldığı, ulusal gelirin %90’ına nüfusun %5’inin el koyduğu, evsizlerin, kira ödemekte zorlananların sayısının sürekli olarak arttığı, egzoz gazından zehirlenmeden sokaklarda yürümenin mümkün olmadığı, sokakların ve kaldırımların arabalar tarafından “işgal edildiği”, hava karardığında sokağa çıkmanın cesaret istediği, her türden şiddetin istisna değil, kural olduğu, artık insanlar arasındaki ilişkinin bütünüyle meta ilişkisine dönüştüğü, paradan, mal-mülkten başka hiçbir şeyin muteber sayılmadığı, müştereklerin (ortak yaşam alanları ve kaynakları) yok olduğu, başta kadın cinayetleri olmak üzere cinayetlerin, iş kazası denilip geçiştirilen işçi katliamının vaka-i adiyeden sayıldığı, her şeyin paralı hâle geldiği, kamu hizmeti kavramının defterden silindiği, yabancı düşmanlığının arttığı “zengin bir ülkede mi”, yoksa mütevazı bir milli geliri (GSYH) olan, metalaşma/şeyleşme/paralılaşma düzeyinin düşük olduğu, üretim ve tüketim etkinliğinin doğal çevreye, insanlara ve öteki canlılara olabildiğince az zarar verecek şekilde örgütlendiği, ithalat ve ihracatın düşük, ortak kullanım alanlarının ve kaynaklarının [müştereklerin] geniş, dayanışma ve yardımlaşma duygusunun derin, sokaklarında rahatça yürünebilen ve karşılaşılan insanlarla selâmlaşılan, yaşlılara saygı, sakatlara ihtimam, çocuklara sevgi gösterilen, başına bir iş geldiğinde yalnız olmadığı bilinci taşıyan, sosyal risklere ve “doğal felaket” denilenlere topluca karşılık vermesini bilen, işsiz, aç, evsiz ve gelirsiz kalma, muhtaç duruma düşme korkusu taşımadan yaşayan, ırkçılığın ve yabancı düşmanlığının olmadığı, uyuşturucu kullanımının istisna, toplumsal eşitsizliğin “tolere edilebilir” düzeyde olduğu, yenilen ve içilenle zehirlenilmediği, temiz hava soluyup, temiz su içen, hırsızlığın istisna olduğu, evlerin kapısında üç-dört kilit, pencerelerinde demir parmaklık olmadığı [benim çocukluğumda bizim evin kapısında kilit yoktu], bölüşmeyi, paylaşmayı bilen, “farklı bir zenginlik ve refah anlayışına sahip”, asıl zenginliğin maddi olanın ötesinde olduğunu bilen, yöneticilerin bir “koruma duvarının arkasına gizlenmeden” insanlar arasında rahatça dolaşabildiği… pazarların, panayırların, parkların, kermeslerin yaygın birer sosyal-kültürel etkinlik alanı olduğu, sanatın, edebiyatın, estetik yaratıcılığın ve etkinliğin önemsendiği, “fakir bir ülkede” mi yaşamak isterdiniz? Ya da bu iki ülkenin hangisi “daha zengindir”?

Aslında yapılması gereken bir sır değil. Planlı büyümemeyi (küçülmeyi) vakitlice hayata geçirmek… Onca zararlı değilse insan yaşamı için gerekli olmayan şeylerin üretimine son vermek… Gerekli olanı, gerektiği kadar üretmek ve tüketmek… Kapitalizm dâhilinde asla bir gelecek olmadığını, eğer vakitlice bu sefil duruma müdahale edilemez ise, sonucun hüsran olacağını bilmek… İyi de bu saçmalığa, bu akılsızlığa, bu kepazeliğe müdahale etmeye bir engel var mı? Eller daha ne zamana kadar armut toplamaya devam edecek?

Alaturka “çitleme”…

“Çitleme” İngilizce “enclosure”un karşılığı. Kabak çekirdeği çitlemek değil… İngiltere’de XVI’ncı yüzyılın başında müşterekler kapsamında olan tarlalar, otlaklar, su kaynakları, yaylalar, ormanlar, parklar, ortak yaşam alanları… yeni yetme kapitalistler, büyük tüccarlar tarafından çitlerle çevrilerek, özel mülk kategorisine indirgeniyor, oralarda yaşayan insanlar yüzyıllardır üzerinde yaşadıkları topraklardan kovuluyor, mülksüzleşiyor, proleterleşiyor, yaşam alanlarından ve kaynaklarından koparılıyordu… Aslında bu süreç, kapitalizmin şafağı demeye de geliyordu… Mülksüzleştirilmiş, proleterleştirilmiş geniş kitleler ileride kurulacak sanayi için hazır, ucuz işgücü demekti… Aslında kapitalist mantığın ve işleyişin bir gereği olarak, XVI. yüzyılda başlayan “çitleme” farklı yoğunluklarda ve görüntülerde, özellikle de sömürgelerde olmak üzere, bugüne kadar devam etti… Neoliberal küreselleşme çağının “özelleştirmeleri” çitlemenin yeni versiyonundan başkası değildir… Sorun, müştereklere, kamusal olana sermaye sahipleri tarafından el koymakla ilgili olduğuna göre…

İngiltere’de yaşanan vahşetin canlı tanığı olarak, Thomas More, Ütopya adlı klasik eserinde (1516) şöyle yazmıştı: “Geniş tarım topraklarını boşaltıp otlak yapıyorlar. Evleri yıkıp kiliseyi bırakıyorlar yalnız onu da ağıl olarak kullanıyorlar. En çok oturulan, en çok işlenen yerleri çöle çeviriyorlar. Ormanlara, parklara, av hayvanlarına ayırdığınız yerler yetmiyormuş gibi… Böyle doymak bilmez cimrinin biri binlerce dönümlük yeri kuşatıveriyor. İçindeki namuslu çiftçileri evlerinden çıkarıyor: kimini yalan dolanla, kimini zorla, kimini türlü yollarla tedirgin edip yerlerini satmak zorunda bırakarak. Doyuracak karınları paralarından çok fazla olan bu köylüler (tarım çok kol isteyen bir iştir çünkü) çoluk çocukları, dulları yetimleri, ana babaları ve torunlarıyla yollara düşerler. Doğdukları evden, karınlarını doyuran topraklardan ağlayarak uzaklaşır zavallılar ve barınacak yer bulamazlar. O zaman kap kacaklarını, pılılarını pırtılarını yok pahasına satarlar. Onlara da ne kalır yapacak: çalmak ve Tanrı buyruğuyla asılmak. Yoksulluklarını dilencilikle sürdürmek isteyenler de çıkabilir: onları da serseri diye yakalayıp zindana atıverirler. Oysa nedir suçları bu insanların? Çalışmaya can attıkları hâlde kendilerine iş verecek kimseyi bulamamak. Hem hangi işe girebilirler zaten? Topraktan başka şeyden anlamazlar ki. Eskiden yüzlerce kolun çalıştığı topraklarda koyunları otlatmak için bir tek çoban yeter.”

Elbette bu saldırı karşısında insanlar sessiz ve tepkisiz kalamazdı. Kadınların ön saflarda olduğu isyanlar birbirini izledi… En çok bilinen isyan 1549’da 16 bin köylünün Norfolk’taki Kett İsyanı’ydı (Robert Kett). İngiltere’nin ikinci büyük kenti olan Norwich’i ele geçirmişlerdi. 3500 isyancı katledilmiş, Robert ve Williams kardeşler asılarak idam edilmişlerdi… “Kaptan Dorothy” liderliğinde 37 kadın isyancı da Yorkshire’daki Thorpe Moor komünlerini geri almayı başarmıştı…

Kapitalizm her krize girdiğinde, her tökezlediğinde, müştereklere saldırı derinleşiyor… Doğa yağma ve talanının insan havsalasını zorlayacak boyutlara ulaşması, kapitalizmin “yeni değer”, “fazla değer”, “artı-değer” yaratmakta zorlanmasındandır… Şimdilik bu saçmalığı “büyüme”, “kalkınma” adına meşrulaştırıp-dayatabiliyorlar…

Oldum olası Türkiye’de siyaset bütçenin, hazinenin ve müştereklerin yağma ve talanıyla yol alıyor ama dinci AKP’nin 22 yıllık iktidarında tüm rekorlar kırılmış görünüyor… “Yerli ve milli” AKP iktidarında sanayileşme, kentleşme adına doğal varlıkların gözden çıkarılması sıradan, yaygın bir uygulama hâline geldi. Yeraltı zenginliklerini çıkarmak öncelikli kabul edilince yer üstü zenginlikler önemsiz sayılır oldu. Ormanlık alanlar, yaylalar, meralar, aktif tarım yapılan topraklar, vadiler, koylar madencilik, enerji, turizm, sanayi tesisi, konut, otoyol inşaatı için şirketlere tahsis edildi…

Irmaklar, çaylar HES projeleri için şirketlere veriliyor. Yazın suyu çok azalan ya da kuruyan derelere bile HES’ler kuruldu… Şirketlere avantajlı destekler sağlandığı için… Yıllık tahmini kilovat için garanti veriliyor. Öngörülen miktarda elektrik üretilmemişse, aradaki fark kamu kaynaklarınca telafi ediliyor. Yani AKP yandaşı “ayrıcalıklı müteşebbisin” zarar etme riski yok. Sadece özel yeni HES’ler kurulmakla kalmadı. Önceden tümüyle kamu tarafından inşa edilen barajlar, barajlarda kurulan hidroelektrik santrallar da sembolik bedellerle şirketlere peşkeş çekildi… Şehirler arası yüksek gerilim hatları zaten hazırdı. Elektriği bütün hanelere, işletmelere ve işyerlerine ulaştırmak için gerekli altyapı hazırdı.

Üretilen enerjinin yaklaşık beşte biri gerekli yıpranan iletim sisteminde kaybediliyor. Bundan doğan maddi kayıp kolayca telafi edildi. Elektrik faturalarına kayıp-kaçak bedeli adıyla bir kalem eklenerek sorun çözüldü. Kayıpları önlemek için kaynak harcamaktansa ortaya çıkan zararı halka ödetmek ekonomik akla daha uygundu. Sayaç okuma bedeli de faturada yer alıyor. Yani sahadaki personelin giderlerini de şirketin üstüne yüklenmiyor…

Bir akarsuyun üstünde bir HES kurulurken, genellikle yeterli debide olmayan suyun yatakta toprağa karışarak kısmen kaybolmasını önlemek için beton kanallar oluşturuluyor. Gereken yerlerde su tünellerin içinden geçiriliyor. Akarsuyun çevre bitki örtüsüyle ilişkisi kesiliyor. Hayvanlar sulanamıyor. Suyun sahibi şirket oluyor. Irmağın katettiği vadinin iki yakası da şirketin malı kabul ediliyor…

Bir alan bir şirkete veya kişiye tahsis edilecekse ve söz konusu alanın bir bölümü özel mülkse, acil kamulaştırma kararı alınıyor. Bu bedel de kamu tarafından, bütçeden ödeniyor. Şirkete ek yük getirilmiyor. Mülk sahibinin de özelleştirmeye itiraz etmesi çoğu kez sonuç vermiyor. Artık yasal yollardan sonuç almak mümkün olmadığı için…

Alaturka özelleştirmenin adı kamulaştırma, kamulaştırma da “acil kamulaştırma” oldu.

Büyük şehir kavramından sonra bir de bütün şehir kavramı ortaya çıktı. Artık ülke nüfusunun büyük bölümü bütün şehir sınırları içinde yaşıyor. Bütün şehir yasası il sınırları içindeki her yeri kentsel alan olarak tanımlıyor. Köy kavramı ortadan kalktı. Köyler şehrin mahallesi ilan edildi. Ortada köy kalmayınca doğal olarak köyün ortak malları da olmayacaktı… Bütün varlıklar merkeze bağlandı. İçme ve sulama suyu paralı oldu. Otlaklar, meralar, yaylalar köylünün yaşam ve üretim alanları olmaktan çıkarıldı. Meraların çoğu zaten özelleştirilmişti. Artık hiç gitmeden, hiç görmeden bir merayı, bir ağaç kesim sahasını internet üzerinden satın almak da mümkün…

Köylüler yurtlarını terk etmek zorunda kaldılar… Şehirlerin çeperlerine sığındılar… Gıda üreticisiyken gıda tüketicisi oldular… Meraların satılmasının asıl amacı gezici, sürü hayvancılığı yok etmekti… Endüstriyel hayvancılığa geçilecekti… Çünkü ulus-ötesi şirketler genetik modifiye büyükbaş hayvanlar, ihraç etmek için, formül yemler, yemlere ekledikleri antibiyotikler üretiyorlardı. Pazarı genişletmeliydiler… Bunun için de Çevre Ülkelerin hayvancılık yöntemleri değiştirilmeli, dönüştürülmeli, neoliberalizmin gereği yapılmalıydı… Endüstriyel hayvancılık yaygınlaştırılmalıydı…

Geleneksel hayvancılıkta koyunlar, keçiler, sığırlar sürüler hâlinde, meralarda, otlaklarda sayısız çeşitlilikte otlarla besleniyor, gün ışığı altında, sosyal varlıklar olarak dolaşıyorlardı…

Endüstriyel hayvancılığa geçildi. Süt inekleri ve eti için beslenen danalar adım atamadıkları, uzanıp yatamadıkları güçlükle sığdıkları daracık bölmelere hapsedildi… İthal formül yemlerle beslenen ineklere süt verimini arttırmak için sığır büyüme hormonu da uygulanıyor. Beş yılda vücutları tükendiği, aşırı süt üretirken kemiklerindeki kalsiyumu kullandıkları için kemikleri kendiliğinden kırılıyor. Buna topal inek hastalığı deniyor… Tabii hemen mezbahaya gönderiliyorlar. Et için beslenen danalar da bir yaş civarında kesiliyor. Ekonomik akıl neyi gerektiriyorsa o yapılıyor. Şehir Hastaneleri de çitleme uygulamasının örnekleri arasında…

Eğer bu yıkım, bu akıl almaz saçmalık vakitlice durdurulamazsa, geriye kurtarılacak bir şey kalmayacağının bilinmesi gerekiyor…

Futbolun “golsüzlüğü”nde yayıncının VARlığı

textured soccer game field with neon fog - center, midfield

“Gol, futbolun orgazmıdır. Orgazm gibi gol de modern yaşamda gitgide daha az görülmektedir.” diyor Eduardo Galeano*. Bana göre bu söz, sadece futbolun değil, kültür endüstrisinin içinde dönüşmek zorunda kalan tüm sportif ve sanatsal uğraşların hazin sonunu son derece güzel özetlemektedir. Sportif faaliyet, onu izleyenle buluştuğunda, belki de izleyene vaad ettiği en belirgin şey; yaratacağı öngörülemez, kestirilemez duygulardır ve anılaşacak büyük anlara canlı tanıklık etme şansıdır. Ancak kapitalist anlayış içinde spor, endüstriyelleştiği andan itibaren, bu duygular etrafında kurduğu alınıp satılabilir her şeyi, tüm bu duyguları da rekabete sokarak açığa çıkarmaktadır. Tıpkı zevkin alınıp satılabilir bir şey hâline geldiği bir toplumda, hazla bağlantılı tüm deneyimlerin birbiriyle kıyas hâlinde olması gibi. Tüm deneyimler ve dahi duygular kapitalist ekonominin değerleriyle -kapitalist rekabet, performans, maksimum verimlilik, kazanç- ölçülür hâle geldiğinden beri haz, ulaşılması daha zor olan ve fakat ulaşılması şart olan bir şey hâline gelmiş ve hazzın açığa çıktığı hemen her alanda “oyunun kuralları değişmiştir.” Ve oyunun kuralları değiştikçe oyun gitgide kaybetmemeye yönelik, keyifsiz, sası, öngörülebilir bir hâl alır. Kendi özgünlüklerinden daha çok, kapitalizmin değerlerine bağlı başka her şeyle temsil edilmeye daha çok yakınlaşır.

Bu “golsüzlük” artık futbolun kitleler üzerindeki etkisine de oldukça ket vurur hâlde. “Futbol A.Ş.” adlı kitabında Athiers “Küreselleşme akıntısına katılan, bütün sınırları (fiziksel, zihinsel ve ahlâkî) yıkan futbol, evrenselliğini yitirip akılcılaştırılmış ve sıradanlaştırılmış basit bir eğlence endüstrisine dönüşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu endüstrinin tek amacı azamî mali verimliliktir… Küreselleşmiş futbol bir emperyalizm biçimidir ve imparatorluklar er veya geç çökmeye mahkûmdur.” diyor. Bunun sonuçlarını, bugün futbolun dünya genelinde izlenirliğinin düşüşünde de görmek mümkün. Endüstriyel futbol hiçbir zaman sadece sahada olandan ibaret olmadı elbette; ancak oyunun -aslen rekabetin- heyecan üretebilmesi futbolu seyredilebilir -sürdürülebilir- kılan birincil şeydi. Ancak bugün endüstriyel futbolun kendisini getirdiği noktada, kulüpler arasındaki fark finansal açıdan her geçen gün daha da artıyor. Bu da hem büyük liglerle diğerleri arasındaki farkı hem de büyük liglerdeki büyük kulüplerle diğerleri arasındaki uçurumu artırarak liglerin rekabetçiliğini oldukça düşürüyor. Dolayısıyla gelirlerin çok büyük kısmı belli başlı birkaç kulüp üzerinden elde edilirken, diğerleri adeta yük olur hâle geliyor. Ve hâl böyle olunca tekelleşme başlıyor. Bu rekabetçiliği artırma meselesi temelde kulüplerin finansal gücüyle orantılı olarak “kalitelerinin” dengeleneceği organizasyonlar ve ortaklıklarla çözülmeye çalışılıyor. Bugün daha yoğun şekilde Avrupa Süper Ligi gibi organizasyonların tartışılıyor oluşu da bu olası çöküşü engellemenin bir parçası olarak açığa çıkıyor.

Futbolun kuşkusuz en keyif veren tarafı öngörülemezliğinde ve bu da oyunun hatalara, kendiliğindenliğe, şansa açık oluşundan geliyor. Futbol tarihinde en büyülü anlar, bu öngörülemezliklerin yarattığı heyecanlardan açığa çıkıyor. Ve futbolu canlı izlemeyi anlamlı ve hatta gerekli kılan da bu öngörülemezliğin ta kendisi. Ancak endüstriyelleşmenin kendisi, futbolun bu özelliğini de tahrip etmeyi neredeyse zorunlu kılıyor ve oyunun biçimini de sürekli olarak değiştiriyor.

Futbolun seyir açısından kitleler üzerindeki etkisinde oyunun biçimsel özelliklerinin, “top küçüldükçe sınıfsal konum yükselir ilkesi” gereğince sportif etkinlikler içerisindeki yeri açısından çok daha geniş bir kitleyi kapsamasının vb. payı oldukça yüksek elbette. Ancak futbolun ciddi bir seyirci kitlesi yaratmasındaki en temel unsur, onu kültür endüstrisinin en güçlü parçalarından biri hâline getiren ana araç medya, özellikle de televizyon yayıncılığıydı. Televizyonu ise, yaygınlaştığı günden bugüne dek, hâlâ geçerli olmak üzere hayatta tutan temel unsur, canlı yayındır. Televizyonun kitleler üzerindeki en büyük etkisi, “sahici zamana” bağlı oluşu, canlı yayın imkânının yarattığı, herkesle birlikte orada olma hissidir. Bugün aslında dijital yayıncılığın da en büyük kozlarından biri canlı yayın (livestreaming) olanağıdır. Bu açıdan, dijital yayıncılıkla birlikte bant yayınlar üzerinden eski cazibesini yitiren televizyon yayıncılığı için de hâlâ büyük sportif müsabakalar, seyirciyi tekrar canlı yayın büyüsüyle ekrana çekmek açısından değerlidir. Ve medya-futbol ilişkisi futbol pazarının en güçlü dinamiğidir. Dolayısıyla gelişimi itibariyle endüstriyel futbol yayıncılıktan bağımsız düşünülemez. Bugünse televizyon futbolunun yerini, içine dijital yayıncılığı da katan bir yayıncılık futbolunun aldığını söylemek mümkün.

Serbest piyasa ekonomisinin sektörde yarattığı uçurum bir yana, endüstriyel futbolun belkemiği olan yayıncılık yönü, kitleleri futbola bağlamakta ciddi başarılar elde ettiği gibi, zamanla oyunun kurallarının ve öngörülemezliğinin de değişmesine sebebiyet vermeye başlıyor. Ve bu da oyunu daha durağan ve heyecansız hâle getirerek reytingini düşürüyor.

Gittikçe daha fazla futbol medyası yaratma isteği, oyunu seyirlik olmaktan çıkarıp, bir tartışma, bir analiz malzemesi olarak ekrana taşımaya başlıyor. Bu daha fazla futbol medyası yaratma isteğinin ana reytingi -bilhassa spor kültürü olmayan ülkelerde- spor üzerine söz söyleme kültürü yaratılarak ilerliyor. Doksan dakika seyirciyi ekrana bağlamakla sınırlı kalmama isteği, maç önü, maç sonu tartışmaları, özetler vs. derken futbol medyası üretme “maratonu” magazin “vole”siyle de voliyi vuruyor.

Oyunun “kalitesi” -esasen sportif niteliği- düştükçe, futbol üzerinden tartışma ve gündem yaratma isteği, oyunun içeriğinden çıkıp, oyunun sonucuna odaklanıyor. Her ne kadar spor medyası, kendisine çalışan yorumcuları, yazarları ve bugün sosyal medya aktörleriyle yayınlanan oyunu müthiş bir şey gibi sunmaya çalışsa da, bugün artık çoğu ligde izlenenin genel niteliğinin seyircinin gözünden kaçamayacak kadar vasat oluşu, futboldaki nitelik sorununu, sürdürülebilirliğin önünde ciddi bir engel olarak ortaya koyuyor. Nitelik düştükçe de maç yayınının ötesinde yaratılan futbol medyası, saha dışı tartışmalar, spekülasyonlar ve “maçın kaderini değiştiren hatalar” üzerine daha çok odaklanmaya başlıyor, bu da yine niteliğin gelişimi önünde engel hâline geliyor ve bu dehliz derinleşiyor.

Futbolun yarattığı pazarı ve reytingleri her geçen gün daha da büyütmek üzere, futbol yayınının da merceğinin büyümesi -statlarda dahi dev ekranlarla ölçeğin büyütülmesi- oyunu daha da içinden izleme deneyiminin kendisi, futbolun içerisinde olan hata payını da ekrana daha büyük taşıyor. Hakemin ve oyuncunun açısıyla, seyircinin açısı arasındaki uçurum açıldıkça, elbette bu tartışmaların başrolü ve günah keçisi spor medyasının da çabasıyla hakemler oluyor. Eski hakemlerin hakem taşlama yarışına dayanan sonlanmaz “maraton”, her geçen gün adeta oyunun saha içinden yönetilmesine karşı çıkan bir biçim kazanıyor. Bahisti, reytingdi, yayıncı gelirleriydi, kulüplerin hisseleriydi, müşteri memnuniyetiydi derken, oyunun kaderinin saha içinde belirlenmesinin yarattığı huzursuzluk, kendisine yeni biçimler bulmaya başlıyor. Futbola VAR (video yardımcı hakem) sisteminin getirilmesinde bu tablonun etkisi azımsanamaz.

Sporu egemen ideolojilerin meşrulaştırılması ve rıza üretiminde bir araç olarak kullanmanın vazgeçilmez etkisi ve futbol gündemi üzerinden elde edilen gelirlerin baş döndürücülüğü, bir noktadan sonra futbolun kitleler üzerindeki etkisinde oyunun biçimi ve niteliğinin de tuttuğu yeri unutup, oyunu futboldan adeta dışlayarak ve dahi oyunu bozarak, sermayenin kendi kalesine de gol atmaya başlıyor.

Bana göre keyfî bir çeviri sonucu açığa çıkan “futbol, sadece futbol değildir” sözünde olduğu gibi, futbol kendinden -oyundan- başka hemen her şeyleştirildikçe, futbol olmaktan daha çok uzaklaşıyor ve futbola dair olmayan tüm değerlerin de içine sıkıştırıldığı ve seyirciye verebileceklerinden çok daha fazlası beklenen bir başka “şey” hâline geliyor. Futbol kendinden uzaklaştıkça, ona dair olmayan her kavram da içine rahatlıkla entegre edilebilmeye başlanıyor. Mükemmeliyetçilik ve hatasızlık fikri futbolun odak noktalarından biri hâline getirilebiliyor. Oyunun aktörleri saha içinden saha dışına kaydıkça, sektörleştikçe; asıl otoriteleri yöneticiler, yayıncılar, bahisçiler, müşteriler hâline geldikçe, oyunu oyun kılan bu öngörülemezlik, sektörün istikrarını bozan bir unsura dönüşüyor. Ve fakat bunun engellenmesi çabası da artık izlenen şeyi futbol olmaktan ve heyecanından uzaklaştırıyor. Skor ve puan odaklılık ve buna bağlı futbolda hatasızlık arayışının bir sonucu olarak VAR sistemleri devreye giriyor. Üstelik VAR oyunun heyecanını da alıp götüren, gol sevinçlerinin dahi şüpheyle ve gecikmeyle yaşandığı bir aksak seyir yaratarak ve dahi oyunun hatalarını telafi etmek yerine, orta hakem kararlarıyla gecikmeli VAR müdahalelerinin yarattığı boşlukta daha da hatalar açığa çıkararak, oyunun seyrini bozup reytingini de düşürüyor.

Bu paradoks, derinleşerek sürüyor. Bir yanda yıllardır, futbol yayınlarını, canlı yayın sınırlarının ötesine taşımak isteyerek futbol üzerine kurulmuş yorumcu yayıncılık anlayışının bir sonucu olarak türemiş “hakem taşlama” kültürü, bir yanda futbolun büyüsünü, cezbediciliğini en iyi gösteren “Tanrı’nın eli” fenomeni kol kola ilerliyor. Futbolun endüstriyelleşmesiyle açığa çıkan, kapitalizmin krizleriyle örtüşen bu paradokslar birçok yerden açığa çıkıyor. Tıpkı beklenenin aksine televizyon izlenirliğinin yayın sayısına ve çeşitliliğine bağlı olarak artması yerine azaldığının araştırmalarda görüldüğü gibi, futbol yayıncılığında da bu fazlalığının ve çeşitliliğinin yarattığı bir durgunluk olduğundan söz etmek mümkün. Üstelik liglere hatta paketlere göre bin parçaya bölünmüş futbol yayıncılığının içindeki yayıncı kuruluş ve ücretli platform çokluğunun yarattığı tercih ve pahalılık sorunu, kaçak yayın izleme alışkanlığını da artırıyor. Sunulanın “kalitesi”nin düşük olduğu, buna bağlı olarak sunuma yapılan yatırımın da düşük olduğu Türkiye Süper Ligi gibi liglerde, izleme deneyiminin “kalitesi” de artık genel seyirci için eski gerekliliği taşımıyor. Ve bu konforsuz izleme deneyiminin kendisi de futbol izleme alışkanlığının daha da düşmesine sebep oluyor. Keza futbol camiasında maç sürelerinin kısaltılması üzerinden yapılan tartışmalar da yine reytinglerin düşüklüğüyle bağlantılı bir tartışma olarak karşımıza çıkıyor ve yayıncılık-futbol ilişkisinin oyunun kuralları üzerinde belirleyiciliğini ortaya koyuyor.

Elbette bugün futbolla ilgili hiçbir şey bahisten bağımsız tartışılamaz. Futbolda artan bu öngörülebilirlik isteğinin, skor -artık sonuç değil, skor- odaklılığın ve hatalara tahammülsüzlüğün en büyük etkenlerinden biri bahistir. Tıpkı yayıncılık gibi bahis de oyunun kurallarını değiştirmiştir. Metin Kurt ve Veysel Atayman modern sporun ilkelerinin kökenini açıklarken boksun kurallaştırılması eğiliminden yola çıkarak “sportif oyunları kesin kurallar içinde belirleme eğiliminin ‘dürüstlük’ (fairplay) ya da herhangi ‘haksızlık’ kaygılarından beslenen motiflerle değil de bahse girenlerin parasal angajmanlarını koruyabilmek amacıyla ortaya çıkmış olduğu unutulmamalıdır” diyerek oyunun biçiminin bahis üzerinden şekillenişine vurgu yapmıştır. Bugün de bahisin oyun içi kararlar üzerindeki denetimin artırılması konusunda yarattığı baskı apaçık ortadadır. Ve üstelik bu denetim, artık saha içindeki hakem otoritesinden yayıncının tarafından sağlanan VAR sistemine kaymaktadır. VAR’ın kullandığı görüntüler yayıncı kuruluşun kameraları üzerinden sağlanan görüntüler olduğundan, beklenen denetim de yayıncının lige yapmak istediği yatırımla sınırlı kalmaktadır. Ne kadar kâr, o kadar denetim. Öte yandan, ligin rekabetçiliğinin reytingin ana unsuru olduğu gerçeğini düşünürsek, denetimin VAR sistemi üzerinden yayıncıyla ilişkisi, yayıncıya rekabete müdahale edebilme olanağı da sağlamaktadır. Esasen kâğıt üzerinde orta hakem sahanın asıl otoritesiyken, hakemlerin futbol medyası üzerinden baskı ve şiddetle kıskaca alınışı arttıkça, hakemler de otoriteyi VAR’a bırakmak konusunda oldukça isteklidir. Bu açıdan, hakem taşlamaların ve spekülasyonların önde koşturanlarının da yine yayıncı kuruluşların programları olması şaşırtıcı değildir. Yayıncı kuruluşların, oyunun değil, hakem kararlarının tartışmasını ana reyting malzemesi yapmaya çalışmasına rağmen, yayına daha çok yatırım yapma gereği görmemesi de. Üstelik, yayın haklarını elinde bulundurmayan kanallarda dahi tekrarı gösterilemeyen pozisyonlar üzerinden saatlerce pozisyon tartışılabildiğini düşünürsek, görüntüye sahiden de ne gerek vardır? Öte yandan, VAR sisteminin futbola dâhil edilmesiyle, tüm maçların yayınlanması zorunluluğunun doğması özellikle rekabetçi olmayan liglerde gelirlerin de yüksek olmamasıyla birlikte yatırımı daha da azaltmaktadır.

Futbolun kitleler üzerindeki cazibesini yitirmesinin sadece ekonomik değil, politik sonuçları da azımsanamayacak ölçüde. Bu noktada parantez açıp şunu belirtmekte fayda var; son yıllarda popülerleşen “sportswashing” tarifi de esasen modern futboldan da önce var olan futbol-siyaset ilişkisinin ta kendisi. Sporla aklanma denen bu hadise sporun, özellikle milli müsabakalar düzeyinden beri ezelî bir hadisedir. Bugünlerde “sportswashing” kavramının popülerleşmesi bana kalırsa daha çok Ortadoğu sermayesinin futbola girişine verilen bir garip tepkidir. Daimi olan futbol-sermaye-siyaset ilişkisinde Batı’yla Doğu arasına çizgi çekmeye çalışan, kullanılan bir kavram, futbolun “soylulaştırılması” içinde Arap sermayesinin -ve belki Araplığın- “soylulaştırılmasına” karşı verilen alerjik bir reaksiyon gibidir. Zira uzun yıllardır futbolun lokomotifi olan ülkelerin tarihleri son derece kirli ve kanlı olduğu gibi, futbolun en büyük kulüplerinin ve örgütlerinin içi de uzun yıllardır yolsuzlukla var olmaktadır. Belki de bugün “sportswashing” kavramı üzerinden yalnızca Arap sermayesi tartışmak, futbol üzerinden siyaset yapmanın bir başka küresel biçimidir. Arap sermayesinin futboldaki atılımlarını kapitalist-emperyalist sistemden ve sermaye transferlerinden bağımsız tartışmak büyük hatadır.

İlginçtir, futbolun geldiği bu noktada, bir garip örnek açığa çıkmış ve siyaseti mi sporla aklasak, sporu mu siyasetle saklasak denilen bir hadise yaşanmış ve son dönem Avrupa trendine uyarak Suudi Arabistan’da yapılmasına karar verilen Türkiye Süper Kupası finalinde yaşanan organizasyonel kriz, bir anda millî marş, Atatürk tişörtü falan filan derken “hamını da mamını da” millî duygular ve millîleşmiş Arap düşmanlığıyla tek hizaya çekip “sol” baştan başlamak üzere saydırmıştır.

Futbol siyasi gündeme müdahale edecek gücü eskisi kadar elinde tutamadığından olsa gerek, beceriksizlik ve iş bilmezliğin üstüne millî birlik beraberlik örtüsü atılıp geçilmiş, üretilen söylemler bizzat aktörleri tarafından çabucak unutulmuş, futbolla yeni milliyetçilikte ortaklaşmanın yerini kısa sürede takım üzerinden taraf olmak siyaseti almıştır. Aslında izletilen üzerinden siyaset yapabilme gücünü kazanmak için, önce eldeki malzemeyi izletebilmek gerekliliği hatırlanmış, bu uğurda rekabet ve reytingi artırmak daha önemli hâle gelmiştir; ancak oyunun futbol içinde böylesine dışlanmışlığı, artık o niteliği geri getirmeden oyunu izletmek konusunda pek başarı elde edemiyor gibi görünmektedir. Gittikçe daha da sirayet eden çürüme; yöneticilerin hakem dövdüğü ve hakem linçlemeyi salık verdiği, futbolcuların taraftar dövdüğü bir biçimle doğrudan saha sınırları içerisine yayılmıştır. Böylesi bir ortamda ligin niteliksizliğini deşifre etmek pahasına da olsa kulüp yöneticilerinin yaptığı açıklamalar, rekabeti saha dışında taraflar arası tartışmalarla kızıştırmak çabasının bir sonucu gibidir. Üstelik yıllardır ligin yayın haklarının adeta yalvar yakar “üç kuruş” az olsun ille de yabancı sermaye olsun denilerek BEIN Sports’a satılmasıyla, siyasi ilişkiler üzerinden yaratılmış yayın garantisi de nitelik üzerine tartışmanın ötelenebildiği kadar ötelenmesine fırsat vermektedir. Bir yandan borçlar birikip bir yandan gelirler daralırken, yapılan açıklamalarla yaratılan atmosfer, ürünü iyisiyle kötüsüyle tükettirecek takım-taraftar bağını en kesin en kutuplaştırıcı dille uyandırma çabasının bir sonucudur.

Adeta reyting için ligdeki şampiyonluk yarışının yayıncı eliyle -VAR dahliyle olması önemlidir- göze parmak sokarcasına manipüle edildiği bir tabloda dahi günah keçisi hakemler ilan edilerek işin içinden çıkılmaktadır. Öyle ki daha önce skandal bir kararla VAR odası kayıtlarının kamuoyuyla paylaşılması ve akabinde geleneksel hâle gelmesi gibi, bu kez de esasen eğitim semineri olması sebebiyle ciddiye alınmaması gereken tartışmaları ve sözleri barındıran yayınlar servis edilmiştir. Bu, bir bütünde saha hakemlerinin otoritesinden huzursuzluk duyulduğunun, eğitim alanlarında dahi kendilerini ifşa ederek, ne gelişimlerine ne de karar yetkilerine izin vermek istemeyerek, kesinkes hakemleri abluka altına almak isteğinin bariz göstergesidir. Bu tabloda, birkaç ay önce saha içinde kulüp yöneticisi tarafından dayak yemiş bir hakemin tekrar ligin en gergin deplasmanlarından birinde görevlendirilmesi de adeta bir gözdağı gibidir.

Bu söylemlerin üretilmesi ve algı yönetiminde kendiliğinden mi bilinmez büyük rol üstlenen Ali Koç’un ligden çekiliriz tehditleri de kamuoyunu futbol gündemiyle meşgul eden birçok tartışma gibi içi boş ve havada kalmaktadır. Transfer sözleşmelerinin, sponsorluk ve yayıncı anlaşmalarının, borsadaki kulüp hisselerinin, bahis gelirlerinin futbolu işgal ettiği bir tabloda Ali Koç’un “dedesinin çiftliğinde” at koşturmaya alışkın üslubu, 2018 genel seçimlerine denk gelen Fenerbahçe başkanlık seçimlerinden beri özel olarak oynadığı kitlede “zaferde değilse mağduriyette birleşiriz” yaklaşımının tutacağına olan inançla taraftarı takıma bağlamaya çalışan bir dil üretmeye çalışmaktan öteye geçemez. Tıpkı kendi rızasıyla oturmadığı koltukta kendi istifasını verme yetkisi de olmadığı apaçık bilindiği hâlde, ortaklaşa bir şekilde TFF başkanının istifasını vermediği üzerinden yapılan boş ve samimiyetsiz tartışmalardaki gibi.

Özetle, futbol, kültür endüstrisinin tamamında olduğu gibi, ideolojik hegemonya için güçlü bir araçtır. Yalnızca kapitalistler değil, sosyalist devletler de sporun kitlesel gücünü önemseyerek sportif başarı ile sosyalist değerleri birleştirmeye çalışarak ideolojik bir hegemonya yaratmak istemiştir. Futbolun eskisi kadar rağbet görmemesi, hâliyle bu etkisini de yitirmesine sebep olmaktadır. Kapitalizmin krizlerinden elbette futbol da payını almaktadır ve buna göre dönüşmektedir. Futbol ekonomisinin çevresinde biriken toplumsal etkileri de buna göre şekillenmektedir. Endüstriyel hâliyle futbol imparatorluğu Athiers’in sözündeki gibi çökmeye mahkûmdur.

Son yıllarda futbol, daha çok sermaye ihraçları, yolsuzlukları, skandallarının ikincil kazançları ve endüstriyelleşmeden yediği tüm darbelere rağmen hâlâ içinde barınan büyülü anları ve cambaz futbolcularıyla, oyuna dair hâlâ barındırdığı detaylarla hayata tutunuyor. Galeano’nun dediği gibi “futbolun öyküsü, zevkten zorunluluğa uzanan hüzünlü bir öyküdür.” Peki bu öyküde oyunun ve oyuncunun payına düşen nedir? Futbolun “golünü” nerede yitirmeye başladığını daha iyi anlamak için, bu öyküye bir başka yazıda detaylıca değinmek üzere…

* Eduardo Galeano, Gölgede ve Güneşte Futbol, Çev. Ertuğrul Önalp-Mehmet Necati Kutlu, Can Y.

Egemen medya ve Hıfzı Topuz örneği

“Kuş ölür, sen uçuşu hatırla!”[1]

Atilla Özsever’in, “Ömrünü aydınlanmaya, gazetecilerin ve iletişim dünyasının sorunlarına adayan, çözümler üretmeye çalışan… Gençliğinden itibaren savaşsız, sömürüsüz, sınıfsız dünya özlemine sadık, sosyalizm sevdalısı bir devrimciydi,”[2] diye betimlediği Hıfzı Topuz, Nâzım Hikmet’in çok yakın dostuydu. Nâzım Kültür Sanat Vakfı’nın kurucularındandı.

İstanbul’da 1923’te dünyaya geldi. Galatasaray Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdi.

1947-1958 kesitinde Akşam Gazetesi’nde muhabir, istihbarat şefi, yazı işleri müdürü ve genel yayın müdürü olarak çalıştı, İstanbul Gazeteciler Sendikası başkanlığı yaptı.

Strasbourg Üniversitesi’nde devletler hukuku ve gazetecilik alanlarında yüksek lisans (1957-59) ve yine Strasbourg Hukuk Fakültesi’nde gazetecilik doktorası yaptı (1960).

Paris’te UNESCO Genel Merkezi’nde, İletişim Sektöründe Özgür Haber Dolaşımı Şefi olarak çalıştı (1959-1983). Uluslararası gazeteci örgütleri arasında işbirliği, basın ahlâkı ve gazetecilerin korunması projelerini yönetti, Afrika ülkelerinde, Hindistan’da, Filipinler’de gazetecilik eğitimi seminerleri düzenledi.

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Onur Kurulu başkanı oldu, muhtelif gazetelerde çalışıp, çok sayıda kitaba imza attı.[3]

Kaleme aldığı romanlar ‘Meyyale’, ‘Taif’te Ölüm’, ‘Paris’te Son Osmanlılar’, ‘Gazi ve Fikriye’, ‘Milli Mücadelede Çamlıca’nın Üç Gülü’, ‘Devrim Yılları’, ‘Tavcan’, ‘Özgürlüğe Kurşun’, ‘Kara Çığlık’, ‘Abdülmecit; İmparatorluk Çökerken Sarayda 22 Yıl’, ‘Hava Kurşun Gibi Ağır’ Nâzım Romanı, ‘Elbet Sabah Olacaktır’ Tevfik Fikret Romanı, ‘Vatanı Sattık Bir Pula’ Namık Kemal Romanı, ‘Çılgın ve Özgür’ Neyzen Tevfik Romanı, Şanlı Kanlı Yıllar’, ‘Nevbahar’, ‘Paris Sürgünü.’
İnceleme ve araştırma eserleri ‘Fransa’da Gazetecilerin Statüsü ve Asgari Ücret’, ‘Information Internationale dans la Presse Turque’, ‘Basın Sözlüğü’, ‘Kara Afrika’, ‘100 Soruda Basın Tarihi’, ‘Seçim Savaşları’, ‘Uluslararası İletişim’, ‘İletişimde Karikatür ve Toplum’, ‘Lumumba’, ‘Kara Afrika’da İletişim’, ‘Basında Tekelleşmeler’, ‘Yarının Radyo TV Düzeni’, ‘Türkiye’de Seçim Kampanyaları’, ‘Siyasal Reklamcılık’, ‘Kara Afrika Sanatı’, ‘Hoşgörü’, ‘Başlangıcından Bugüne Kadar Dünya Karikatürü’, ‘Dünyada ve Türkiye’de Kültür Politikaları’, ‘Türk Basın Tarihi’, ‘Büyülü Afrika.’
Anı türünde kaleme aldığı eserler ‘Konuklar Geçiyor’, ‘Parisli Yıllar’, ‘Eski Dostlar’, ‘Elveda Afrika, Hoşça Kal Paris’, ‘Fikret Mualla’, ‘Başın Öne Eğilmesin’, ‘Paris 68, Bir Devrim Denemesi’, ‘Nişantaşı Anıları’, ‘Bana Atatürk’ü Anlattılar’, ‘Gülümseyen Anılar’, ‘Ardından Yıllar Geçti’, ‘Paris’te Bir Türk Ressamı, Fikret Mualla’, ‘Atatürk Sesleniyor’, ‘Bir Zamanlar Nişantaşı’nda’, ‘Anı ve Mektuplarla Melih Cevdet Anday.’

Hayatı hep “ilk”ler üzerinden ilerledi. Hıfzı Topuz, 1952’de İstanbul Gazeteciler Sendikası’nın kurucuları arasında yer aldı ve başkanlık görevinde de bulundu.

1960 sonrası Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) ismini alacak olan İstanbul Gazeteciler Sendikası’nın tüzüğünü üç kişi hazırlamıştı: Hıfzı Topuz, İhsan Ada ve Burhan Arpad… Bu üç kişi de Marksist kökenliydi.

Hıfzı Topuz Paris’te yüksek lisans ve doktora yaptığı yıllarda Unesco’ya girmişti. Özgür Haber Dolaşım Şefi olarak Uluslararası gazetecilik örgütleri arasında mesleki işbirliği, basın ahlâkı, gazetecilik eğitimi ve gazetecilerin korunması projelerini yönetmişti. Afrika ülkelerinde, Hindistan’da, Filipinler’de eğitim seminerleri düzenlemişti. Kara Afrika’da kırsal basın projesini oluşturmuştu. Afrikalılar onun bu hizmetlerini unutmadılar. 23 Kasım 2013’te Kongo Demokratik Cumhuriyeti Lubumbashi Üniversitesi “Fahri Doktora” unvanı verdiler.

Hıfzı Topuz’un meslek kariyeri bir gazeteci için olabilecek en heyecanlı çalışmalarla doludur. Hıfzı Topuz uzun ve velüt yaşamın sırrını Atilla Özsever’e açıklamıştı:

“Daima gençlerle birlikte olup onlarla arkadaşlık yapmak, onların görüşlerine önem vermek, sevgi ve aşkın kıymetini bilmek, sürekli üretmek, etkin bir çaba içinde bulunmak ve entelektüel kapasiteyi geliştirmek, okumak!”[4]

* * * * *

“Asırlık Bilge”[5] diye anılan Hıfzı Topuz için “Anıt Adam”, “Derya gibi bir adam”[6] tanımları da kullanılırdı; “Hıfzı Topuz aslına entelektüel manada bir sürgündü,”[7] tespiti eşliğinde.

“Hıfzı Topuz’un anlattığı insan Neyzen Tevfik ya da Nâzım Hikmet olsun; anlattığı olay Kurtuluş Savaşı ya da Lumumba’nın direnişi olsun; anlattığı dönem Osmanlı’nın son günleri, Paris ya da Afrika mevsimleri olsun, hep tutkulu, heyecanlı”ydı,[8] taraflıydı.

“Yorulup, korkarak kaçanlara, iktidar yandaşlığını seçmiş, çoğunluk gazetecinin utanmazlıklarına inat, onurlu duruş simgesiydi, her an.”[9]

Onun duruşu kapitalist egemen medya karşısında, önemli addedilebileceklerdendi.

Hem de “Basın özgürlüğünün, ahlâksal olarak çökmüş ya da baskıcı bir yönetime karşı bir güvence olarak savunulmasını gerektirecek günler geride kaldı.”[10]

“Medyayı tekeline alan oligarşi tüm başarısızlıklarını tekrar tekrar başkalarının üzerine atıp dikkati hayali ya da gerçekdışı mihraklar üzerine çeker.”[11]

“Korkutabildiğin kadar korkut, bütün burjuva basının sloganı bu. Her çareye başvurarak korku saç! Yalan söyle, kara çal, ama yeter ki korkut!”[12] diye betimlenmesi mümkün verili tabloda.

Bilmeyen var mı?[13]

Louis Althusser’in deyişiyle söylersek; medya da devletin birçok kurumu gibi “ideolojik aygıtlar”dandır. “Dördüncü Kuvvet” diye de tanımlanan medya, geçen zaman zarfında diğer aygıtların da önüne geçerek artık yöneten konumuna geldi.

Gelinen noktada medya artık yalanla, çarpıtılmış haberlerle, ayrıştırıcı ve ötekileştirici yapısıyla bir canavara dönüşmüş durumda. TV’lerin haber sunuş biçimlerine, gazetelerin manşetlerine bakıldığında medyanın azgınlaşmış hâlini görmek mümkün.

Anthony Pratkanis ile Elliot Aronson’un, “Her gün birbiri ardına ikna edici mesaj bombardımanına tutuluyoruz. Medya dünyasından gelen bu çağrılar, argümanın haklı ve tutarlı olmasından değil, sembollerin ve en temel insani hislerimizin manipülasyonu vasıtasıyla ikna edici oluyor. İyisiyle, kötüsüyle, içinde yaşadığımız çağ bir propaganda çağı”[14] diye betimledikleri hâl medyatik propagandayı despotik bir yöntem olarak öne çıkarır.

Siz bakmayın, “Medya,… hiçbir siyasi gücün, hiçbir çıkar grubunun ve hiçbir finansal güç odağının emrinde olmamalıdır,”[15] söylencelerine!

Dünyadaki güç odakları bunu çok iyi bildikleri için, medyayı her zaman kontrol etmeye, kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeye çalışırlar.

Televizyonlarda hangi konuklara ve yorumculara yer verileceği; gazetelerde, haber portallarında hangi köşe yazarlarının köşe yazısı yazacağı; televizyonlarda, gazetelerde, haber portallarında hangi haberlere, hangi oranda ve genişlikte yer verileceği; hangi siyasetçilere ne kadar sıklıkta ve genişlikte ekranların ve sayfaların açılacağı gibi konular, genellikle nesnel ve bağımsız hareket eden medya yöneticileri tarafından değil, bu güç odaklarının kontrolündeki piyonlar tarafından karara bağlanır.

Dünyada bu bozuk düzene direnebilen az sayıda medya organı bulunmaktadır…

Noam Chomsky’nin ve Edward Herman’ın ‘Manufacturing Consent/ Rızanın Üretimi’ başlıklı yapıtı bunu çarpıcı bir biçimde ortaya koyan ve kanıtlayan eserlerin arasında yer alır.

Orson Welles’ın ‘Citizen Kane/ Yurttaş Kane’, Sidney Lumet’ın ‘Network/ Şebeke’, Oliver Stone’un ‘Salvador/ Salvador’ filmleri de, bu konuyu işleyen çarpıcı eserlerin arasında sayılırlar.

Dünyadaki emperyalizm ve kapitalizm sorunu kökten çözülmeden, bu sorunun tamamıyla çözülmesi olanaksızdır.[16] Tıpkı Türk(iye) örneğinin kanıtladığı üzere…

‘Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün (RSF), ‘2021 Dünya Basın Özgürlüğü’ endeksinde 180 ülke arasında 153. sıradaki Türkiye’nin,[17] gazetecilerin hapsedilme riski, adli kontrole tabi tutulma veya pasaportun elinden alınma korkusunun bulunduğu vurgulandı.[18]

Bir örnek bile yeter: Gazetecilik meslek örgütlerinin “sansür yasası” olarak adlandırdığı, “dezenformasyonla mücadele yasası”, seçimlere giden süreçte, rejiminin “evriminin” yönünün, toplumu susturma arzusunun dışavurumudur.

Maddeleri medyada yaygın biçimde tartışılan, yasanın kapsamına ilişkin şu ifadeleri aktarmakla yetineyim: “Halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yayan kişiler.” Sormalı: “Ya bu yasayı eleştirmek de yasanın kapsamına giriyorsa?”

Dezenformasyonla mücadele yasası” bu olanağı ortadan kaldırıyor.

Bu “sınırlardan” söz edince akla Aristoteles geliyor. Aristoteles, insanların, adalete ilişkin sorunlarını ortaklaştıran bir konuşma gücüne, lisana sahip olduklarını buna karşılık, hayvanların sadece zevk veya acıyı ifade edecek sesler çıkarabildiklerini söylüyordu: İnsan biyolojik varlığına ek politik bir varlıktı, hayvanlar ise sadece biyolojik varlıklardı.

Öyleyse adalete ilişkin sorunları konuşmaya izin veren ortak bir dilin sınırları, siyaset olarak kabul edilebilecek etkinliklerin (hakların ve özgürlüklerin) verili toplumdaki sınırlarını sergiler. “Siyaset” de bu sınırları genişleten ya da daraltan mücadelelere ilişkindir. Çünkü sınırların dışında kalanların adalete ilişkin kaygılarını dile getiren sözleri, toplumda anlamlı kabul edilen sözlerin dışında kalırlar hatta sık sık suç ve ceza kategorisine girerler.

Bu sınırları rejimin diline kadar daraltan “Dezenformasyonla mücadele yasası”, rejimin ve onun destekçilerinin, siyasi ekonomik pratiklerine, topluma dayattıkları “hakikat rejimine” (doğruyla yanlışı saptamakta kullanılan kavramlar, değerler, duyarlılıklar) yönelik her türlü eleştiriyi suçlaştırıyor, bunların kaderini de iktidarın, cezalandırma ya da görmezden gelme yetkisine bağlıyor. Rejim “konuşulabilen” üzerinde totaliter bir kontrol amaçlıyor.[19]

* * * * *

Özetle baskıcı kapitalist medya algı yönetimiyle, kitleyi çıkarları doğrultusunda manipüle eder ve onları hedefledikleri amaçlar uğruna kullanılan bir nesneye dönüştürür.[20] Bir tür psikolojik, politik savaş verir ezilenlere karşı.

Hızla sıralayalım: Olması gereken habercilik, ezenlerin yayınlanmasını istemediği haberleri yazmaktır; kapitalistler için ise, çıkarları doğrultusunda tam tersi ve halkla manipülatif ilişkidir.

Sözünü ettiğim mesele, Wilhelm Reich’ın, “Ama ister anla, ister anlama, gazeteler ne yazarsa inanıyorsun!” ifadesindeki üzere, gazetelerin gerçeği yaymaya değil, örtmeye yaradığı ve ezilenleri körleştirdiğidir.

“Gazetecilik aslında, gücün ve güç merkezlerinin üzerinden gözü ayırmamakla ilgili bir iştir.”

Ancak “Savaşların, aklı başında insanları amigolara, rasyonel gazetecileri ise küçük, haylaz, göğsü kabarık fantezi albaylarına dönüştürmek gibi bir alışkanlığı var”ken;[21] aslında “basın” dedikleri de, bastırıp örtbas edenlerdir!

Evet, haberlere boğuluyoruz, ancak ezilenlerin hayatına dair “çıt” çıkmıyorken; Medyayı kontrol eden halkın aklını da kontrol edip biçimlendiriyor. Bu hâliyle de insan(lık)ı toplumsal gerçeklerden, ilişkilerinden uzak tutarak sürüleştiriyor.

Bu kadar da değil! Kapitalist medyanın propaganda meselesi sadece yanlış haber vermek ya da bir gündem dayatmak değil aynı zamanda, eleştirel düşünmenizi tüketmek, hakikâti yok etmektir.

Kolay mı? Kapitalizm lehine haber(ler) imal edilen bir yalanın ortasındayız.

Jean Baudrillard’ın ifadesiyle, “Artık toplumsallaşmayı belirleyen şey kuramsal sınırlar değil, haber miktarıyla iletişim araçlarının karşısında geçirilen saatler”ken; egemenler düşünmenizi istemiyorlar. Bu yüzden dünyada eğlenceyle, medyayla, televizyon programlarıyla, lunaparklarla, uyuşturucuyla, alkolle ve aktivitelerin her çeşidiyle dolu hâle geldi, insanların zihnini meşgul tutmak için. Yani düşünmeniz, egemenlerin işine gelmiyor.

* * * * *

Burada Andy Warhol’un, “İlk televizyonumu aldığım zaman, insanlarla yakın ilişkilere sahip olmayı önemsemeyi bitirdim”; Thomas Stearns Eliot’un, “Televizyon, milyonlarca insanın aynı şakaya aynı anda gülmesini sağlayan, ama yine de yalnız olmasını sağlayan tek eğlence aracıdır,” vurguları eşliğinde bir parantez açarak ekleyeyim:

“Hegemonya, sizin koltuğunuzda gevşeyip ekran başında aptallaşmanızdan yanadır.”[22]

“Reklamlar insanları gerek duymadıkları arabaların ve kıyafetlerin peşinden koşturuyor. Kaç kuşaktır insanlar nefret ettikleri işlerde çalışıyorlar; neden? Gerçekte ihtiyaç duymadıkları şeyleri satın alabilmek için.”[23]

“Televizyon bir cazibe merkezi olarak hayatımızın başköşesine kuruldu. Yirmi dört saat yayın yapan kanallarla tam bir görüntü sarhoşluğu yaşıyoruz. Alışkanlıklarımız, konuşma biçimimiz, ilişkilerimiz televizyona endekslendi sanki. ‘Eğlenceli”, ‘renkli’ bir hayat yaşamaya başladık. Resmi ideolojinin yasaklıları, toplum kıyısında yaşayanlar bütün ‘giz’leriyle evlerimizde artık. Kameralar pervasızca mahremiyetimizin en ücra köşelerine giriyorlar. Şiddetin bütün türleriyle tanıştık. ‘Reality show’larla kan ve acının da bir satış değeri olduğunu, reklam alabileceklerini öğrendik. Kapitalizmin en temel özelliği olan rekabetin insanları nasıl vahşileştirdiğini, iğrençleştirdiğini gördük. Duygularımız, tepkilerimiz, duyarlılıklarımız törpülendi. Tek sesli devlet televizyonunun ardından gelen bu denli çok seçenek karşısında nihayet ‘demokratikleştiğimize’ inandık, uzaktan kumanda aletini ‘özgürce’ kullanma hazzıyla kendi ‘gücümüzün’ farkına vardık.”[24]

TV’den basına yalanla bezeli kapitalist propaganda insanlara güçsüzlük, yalıtılmışlık, yabancılaşmışlık hissini verirken; sormadan geçmemeli: Nasıl oluyor da bu kadar çok “malumat”, “haber” sahibi olup da, bu kadar az biliyor ve gerçeklerden bu denli habersiz?!

Yanıt V. İ. Lenin’in, “Bütün dünyada, nerede kapitalist varsa orada basın özgürlüğü gazete satın alma özgürlüğü, yazar satın alma özgürlüğü, rüşvet, halkın görüşünü satın alma ve burjuvazinin yararına saptırma özgürlüğü anlamına gelir,” satırlarında!

Hıfzı Topuz tam da bunlar için önemliydi, örnekti.

13 Mart 2024, İstanbul.

N O T L A R

[1] Füruğ Ferruhzad.

[2] “Basın Tarihinin Asırlık Çınarı Unutulamaz”, Birgün, 27 Eylül 2023, s.9.

[3] Nagihan Yılkın, “Basın Dünyasının Duayeniydi”, Cumhuriyet, 29 Eylül 2023, s.6.

[4] Nazım Alpman, “En Büyük Gazeteci!”, Birgün, 27 Eylül 2023, s.9.

[5] “Asırlık Bilgeye Veda”, Cumhuriyet, 27 Eylül 2023, s.11.

[6] Emre Kongar, “Hıfzı Topuz: Bir Anıt Adamı Daha Kaybettik!”, Cumhuriyet, 28 Eylül 2023, s.2.

[7] Nilgün Cerrahoğlu, “Son Eylül: Metin Münir ve Hıfzı Topuz”, Cumhuriyet, 1 Ekim 2023, s.7.

[8] Zeynep Oral, “Hıfzı Topuz: Coşkusunu Hiç Yitirmedi”, Cumhuriyet, 28 Eylül 2023, s.11.

[9] Şükran Soner, “Sendikacı Büyüğüm Hıfzı Topuz”, Cumhuriyet, 30 Eylül 2023, s.9.

[10] John Stuart Mill, Özgürlük Üzerine, çev: Berkay Tartıcı, Kutu Yay., 2019.

[11] Yuval Noah Harari, 21. Yüzyıl İçin 21 Ders, çev: Selin Siral, Kolektif Kitap, 2018.

[12] V. İ. Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, çev. Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1969.

[13] Bkz: Temel Demirer, “Egemen Medyaya İtiraz ve Alternatif”, 17 Şubat 2019… https://temeldemirer.blogspot.com/2019/03/egemen-medyaya-itiraz-ve-alternatif.html

[14] Anthony Pratkanis-Elliot Aronson, Propaganda Çağı, çev: Nagihan Haliloğlu, Paradigma Yay., 2008.

[15] Zafer Arapkirli, “Dördüncü Kuvvetin Kuvveti”, Cumhuriyet, 1 Aralık 2021, s.6.

[16] Örsan K. Öymen, “Dünya Düzeni ve Medya”, Cumhuriyet, 20 Kasım 2023, s.7.

[17] “Basın Özgürlüğü Raporu”, Cumhuriyet, 10 Ocak 2022, s.4.

[18] “Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi”, Cumhuriyet, 17 Aralık 2021, s.7.

[19] Ergin Yıldızoğlu, “Susturma Arzusu”, Cumhuriyet, 17 Ekim 2022, s.11.

[20] Hicri İzgören, “Yalanla Besliyorlar Bizi”, Yeni Yaşam, 25 Mart 2021, s.11.

[21] Robert Fisk, Büyük Medeniyet Savaşı – Ortadoğu’nun Fethi, çev: Murat Uyurkulak, İthaki Yay., 2011.

[22] Timothy Snyder, Tiranlık Üzerine Yirminci Yüzyıldan Yirmi Ders, çev: Zeynep Erez, Olvido Yay., 2017.

[23] Chuck Palahniuk, Dövüş Kulübü, çev: Elif Özsavar, Ayrıntı Yay., 2001.

[24] Neil Postman, Televizyon; Öldüren Eğlence, çev: Osman Akınhay, Ayrıntı Yay., 2004.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...