Ana Sayfa Blog Sayfa 24

Paylaşım savaşını durduracak tek güç halkların ortak mücadelesidir

1 Nisan günü siyonist İsrail Devleti Şam’daki İran Konsolosluğuna hava saldırısı düzenlemiş, bu saldırı sırasında 7 İranlı yetkili hayatını kaybetmişti.

Bugün İran’ın hamlesinin kınanması için İsrail’in çağrısıyla hızlıca toplanacak olan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, İran’ın uluslararası dokunulmazlığı bulunan konsolosluk binasına gerçekleşen İsrail saldırısını ise kınamamıştı.

Irak’ın işgalcileri, Vietnam’ın kasapları, Afganistan’ın failleri, Ukraynalı faşist sürüsünün, IŞİD’in yaratıcıları, terör örgütü NATO’nun efendileri, bugün birbiri ardına İran’ı kınama yarışına girmiştir.

Filistin halkının soykırımını gün gün dünyaya “izleten”, işgal devleti İsrail ve Batı Emperyalizmi bölgede dökülen tüm kanın sorumlusudur.

TC bir NATO ülkesidir. Yıllardır bölgede ABD’nin savaş politikalarını uygulayan bir sömürgedir. Seçimlerden önce ve hemen sonra dile getirilen, İran’a yönelik kuşatmanın artması için bir ABD projesi olan “Kuzey Irak” operasyonunun da tetikçisi pozisyonundadır.

Kürecik üssü İsrail’e çalışmaktadır, İncirlik üssü İran’a karşı çalışmaktadır, emperyalistlerin Libya saldırısı Şirinyer’deki NATO üssünden yönetilmiştir.

Çöküşü gittikçe hızlanan kapitalist-emperyalizm, daha önce de olduğu gibi çıkışını bir kere daha paylaşım savaşını büyütmekte görüyor. Milyonlarca insana yoksulluk, zulüm, ölüm demek olan emperyalist paylaşım savaşını durduracak tek güç bölge halkının ortak mücadelesidir.

Bölgede emperyalist savaşa karşı barış isteyen herkes; NATO’nun bölgemizden kovulması, Kürecik, İncirlik ve tüm diğer emperyalist üslerin kapatılması, İsrail’le tüm ilişkilere son verilmesi talepleri etrafında mücadeleyi büyütmelidir.

Emperyalizm yenilecek, halkların ortak mücadelesi kazanacak!

14 Nisan 2024
Kaldıraç

Hatay-Samandağ seçim sürecine dair… – Kaldıraç Antakya

31 Mart Pazar günü gerçekleşen yerel seçimler sonrası solun içerisinde bir dizi tartışma ve değerlendirmeler gündeme gelmeye başladı. Biz Hatay/Antakya ve özelde de Samandağ’da yaşanan süreci aktarmak istiyoruz. Yaşananları, yapılan, yapılmayan ve yapılamayanları ortaya koymak, önümüzdeki mücadelelerde bizlere katkı sunacaktır.

Antakya onlarca yıldır, solun, “sol kamuoyu”nun yakından bildiği, takip ettiği, özellikle merkez ilçe Defne ve Samandağ’da solun, devrimcilerin güçlü olduğu, sol kültürün hâkim olduğu bir şehir. 70’lerden bu yana devrimci mücadelenin inişli çıkışlı da olsa sürekliliğini devam ettirdiği bir coğrafya.

Egemenler cephesinden ise Türkiye Cumhuriyeti’ne sonradan “katılan” sınır şehri olması hem de Suriye Savaşı’nda olduğu gibi bir “savaş bölgesi” olarak görülmesi nedeniyle, devletin hep özel ilgi alanında olmuştur. Özellikle Arap Alevilerin kimliğini korumaktaki ısrarı, muhalif duruşu ve devrimcilere, devrimci mücadeleye olan yakınlığı hep büyük bir problem olarak görülmüştür. Bu nedenle, Hatay/Antakya egemenler için hep göz önünde tutulması gereken bir coğrafyadır.

Antakya’daki mücadelenin son 15 yılına baktığımızda, üç “eşik”te solun, devrimcilerin mücadeleyi güçlendirici bir tutum ortaya koyduğunu ve bu sayede güçlendiğini söyleyebiliriz. Birincisi, Suriye’ye dönük emperyalist müdahale ile başlayan Suriye Savaşı sürecidir. Antakya halkı, savaşı durdurmak, yaşamlarını savunmak adına devrimcilerle birlikte önemli bir direniş ortaya koymuştur. Suriye savaşında, devrimcilerin, solun halkla birlikte geliştirdiği direniş, egemenlerin savaş politikalarının teşhirinde önemli bir işlev görmüş ve halk nezdinde prestijini arttırmıştır. İkincisi, egemenlerin kimyasını bozan Gezi Direnişi’dir. İstanbul’dan başlayan Gezi Direnişi, en güçlü karşılıklarından birini Antakya’da bulmuş, Gezi Direnişi süreci boyunca ve sonrasında bu direniş ruhu varlığını korumuştur. Abdullah Cömert, Ali İsmail Korkmaz ve Ahmet Atakan’ın bu toprakların evladı olması tesadüf değildir. Arkasından HDP listelerinden Barış Atay’ı meclise taşıyarak, Kürt halkının mücadelesi ile de daha yakın bir bağ geliştirmiştir. Üçüncüsü ise deprem sürecidir. 6 Şubat’ta 11 ili etkileyen ve devletin bir katliama dönüştürdüğü depremde en büyük yıkıma uğrayan Antakya’da, devrimciler çok hızlı bir refleks göstermiş, depremin yarattığı yıkımın içinde Antakya halkı ve dışarıdan gelen binlerce gönüllü ile birlikte şehri terk etmeme ve “yaşamı yeniden kurma” iradesini ortaya koymuştu. Yıkımın içindeki bu mücadele devrimci, sosyalist hareket ile halkın arasındaki bağın daha da güçlenmesini sağlamıştır.

Depremin ardından gelen 14-28 Mayıs seçimleri deprem bölgelerinde oluşan yıkımı ve bu yıkıma karşı gelişen dayanışmanın ikinci plana atılıp, deprem bölgelerine kör kalınmasına neden olmuştur. Sol örgütler de deprem bölgelerinde çalışma yürütmelerine rağmen mart ayı itibari ile deprem “gündemi”ni kapatmış odak noktalarına seçimleri almıştır. Depremin 40. gününde Samandağ’da yapılan “Hüznümüz İsyanımızdır” eylemi, oluşan seçim havasını dağıtmak ve asıl soruna odaklanabilmek için bir adım olmuştur.

14-28 Mayıs genel seçimlerinden Saray Rejimi güçlenerek çıkmış; seçimlerde AK Parti, MHP, CHP, İYİ Parti, DEVA Partisi vb. birlikte hareket ederek aslında meşru olmayan seçimleri halka kabul ettirmiştir. Sol örgütler “1 oy Kılıçdaroğlu’na” kampanyası yürüterek bu müsamerenin bir parçası hâline gelmiştir. “Aslolan devrimin gündemidir” yaklaşımı yerini solda bir sağa kayışa bırakmıştır. Halk umutsuzluğa, yılgınlığa sürüklenmiştir. Solun aldığı tutum bu umutsuzluk, yılgınlık havasını büyütmüştür.

Tüm bu tabloya rağmen Antakya halkı hâlâ çadırlarda kaldıkları için, rezerv alanlarla yaşamları gasbedilmek istendiği için, havası, suyu, doğası zehirlendiği için direnişiyle depremi, sorumlulardan hesap sormayı gündemde tutmuştur.

Antakya’da henüz temel ihtiyaçların bile tam olarak karşılanmadığı 1 senenin ardından yerel seçimler gündeme gelmiştir. Antakya’nın yeniden inşası, yeni bir yaşamın kurulması için ve depremi katliama dönüştüren devlet politikalarına karşı mücadeleyi büyütmenin bir aracı olarak yerel seçimleri genel seçimlerden farklı ele aldık. Depremde seferber olanlar yönetmeli diyerek ortak devrimci ittifakı, yönetim anlayışını ve bağımsız bir aday etrafında ilkeli, devrimci, eşit temsiliyete dayalı bir biçimi temel yaklaşımımız olarak önerdik. Halkın örgütlülüğüne dayalı devrimci, halkçı bir yönetim anlayışını ancak bu şekilde çıkarabileceğimizi, Antakya için bu süreçte ihtiyacın bu olduğunu tarif ettik.

Yerel seçimler sürecinde Antakya için sol, ağırlıklı olarak kazanma ihtimali daha yüksek olan Defne ve Samandağ üzerinde yoğunlaştı. Büyükşehir seçimleri arada konuşulsa da çok fazla gündeme alınmadı, odak noktası hiçbir zaman olmadı.

Defne seçim sürecinde TKP eylül ayı ile birlikte kendi sürecini başlatmış ve sol ile bir ilişki geliştirmeden kendi çalışmasını yürütmeye başlamıştır. TKP dışında kalan sol örgütler ise aynı süreçte Defne’de ortak hareket etmek için girişimlere başlamıştır.

Halkevleri, TÖP, EMEP, TİP, Kaldıraç, SMF, Sol Parti, DEM Parti’nin (o zamanki ismiyle HEDEP), siyasi kurumların imzaladığı, birçok DKÖ’nün ve kişinin de katıldığı 104 kişinin imzasıyla 20 Ekim’de “Defne Biziz, Biz Defne’yiz” şiarı ile bir çalıştay çağrısı yapılmıştır. Çağrı sonrası tüm kurumların ve DKÖ’lerin olduğu çalıştay hazırlık toplantıları gerçekleştirilmiş, sonucunda, 9-10 Aralık tarihlerinde iki günlük bir çalıştay gerçekleştirilmiştir. Bu çalıştayda nasıl bir belediyecilik ve nasıl bir yönetim konusunda ortak metinler çıkarılmıştır.

Çalıştay sonrası siyasi örgütlerin olduğu toplantılarda nasıl bir aday sorusu üzerinden ilke ve “çatı parti” tartışmaları yürütülmeye başlanmış, aday kriterlerine ilişkin 10 maddeli bir metin çıkartılmıştır. Kriterlerde deprem sürecinde Antakya’yı terk etmemiş olması, Defneli olması, bir başkasının emeği üzerinden kazanç elde etmemesi vb. şeklinde ilkeler ortaya çıkmıştır. Bu toplantılarda TİP’in “çatı parti” olması genel kabul görmüştür. DEM Parti bu toplantılara düzenli katılmamış bu nedenle “çatı parti” kararı alınırken dâhil olmamışlardır. Sonrasında katıldıkları toplantıda bu konu gündeme gelmiş ve kendi iç tartışmalarını bitirebilmek için ek süre talep etmişlerdir. Ek sürenin bitmesine iki gün kala “çatı parti” olarak TİP’in açıklanması nedeniyle DEM Parti imzacı olmak istememiştir. Bu durumun bir yandan da DEM Parti’nin, Defne seçim sürecine mesafeli yaklaşımı ve tartışmalara dâhiliyetinin az olması nedeniyle yaşandığını düşünüyoruz.

Sol Parti ise DEM Parti’nin imzacı olmamasını kendisi için “yeterli bir neden” olarak görüp imzacı olmak istememiştir.

“Çatı parti” belirlendikten sonra aday tartışmaları yoğunlaşmıştır. TİP aday olarak Mehmet Güzelyurt’u gündeme getirmiş fakat ortaklaşılan aday kriterlerine uygun olmaması nedeniyle itiraz edilmiştir. Önerilen diğer adaylar ise TİP tarafından çeşitli gerekçelerle reddedilmiştir.

Ahmet Şık, Sözcü TV’deki konuşmasında Mehmet Güzelyurt’u 2 ay boyunca ikna etmeye çalıştık sözleri ile aslında Defne’de TİP’in en baştan beri kendi adayını tüm sol kurumlara kabul ettirmeye çalıştığını göstermektedir. TİP önerdiği adayı dayatmış fakat kurumların kabul etmemesi nedeniyle TİP ayrılarak kendi adayını ilan etmiştir. Bu durum “ortak çalışma”nın ancak kendi adayları kabul edildiği sürece ortak olabileceğini göstermiştir.

* * *

Defne’nin yanı sıra Samandağ’daki yerel seçim sürecinin de özel olarak ele alınması gerektiğini düşünüyoruz.

Uzun yıllardır CHP’li belediyelerce yönetilen Samandağ’da halkın ihtiyaçlarına yönelik neredeyse hiçbir adım atılmamıştır, özellikle deprem sürecinde belediye başkanın halkın yanında olmaması ve sorunlara dair bir çözüm geliştirmemesi nedeniyle Samandağ halkının yıllardır biriken öfkesi CHP’yi ‘”cezalandırma” fikrini geliştirmiştir.

Halkın CHP’ye olan bu tepkisi solun çıkartacağı ortak bir aday etrafında birleşme ve halkın örgütlülüğüne dayalı devrimci, halkçı bir yönetim anlayışını hayata geçirme imkânını da doğurmuştur.

Defne’nin ardından Samandağ’da da TİP çalıştay yapılmasını önermiş ve sol, sosyalist örgütlerin ortak aday ve ortak yönetim tartışmaları “nasıl yöneteceğiz” fikrinin somutlaşması için bu süreç başlamıştır. Bu olumlu bir adım olmasına rağmen çalıştay daha yapılmadan “çatı parti”nin ve adayın kim olacağı tartışmaları yerel yönetime dair ilke ve işleyiş tartışmalarının önüne geçmiştir.

Çalıştay tarihi TİP tarafından hazırlıklar tamamlanmadan öne çekilmeye çalışılmış fakat itirazlar nedeniyle 23-24 Aralık olarak belirlenmiştir. Çalıştay öncesi son planlama toplantısında TİP kendi aday başvurularının son tarihinin 24 Aralık olduğunu, genel merkezlerinin listelerini beklediğini ve TİP’e başvuru yapmayan adayların kabul edilmeyeceğini ifade etmiştir. Henüz ilke ve işleyiş tartışılmadan ortaya konan bu tutum nedeni ile ortaklaşılan masa dağılmıştır.

Sol güçlerin çıkartacağı ortak adayı önemli görmemiz nedeniyle masanın tekrar kurulması yönünde adımlar atarak kurumlarla görüşmeler yapılmıştır. TİP tarafından da verilen özeleştiri ile birlikte masanın yeniden toplanması sağlanmıştır. “Nasıl yöneteceğiz” sorusunu somutlaştırmak için önerilen çalıştay, seçim çalışmalarına başlamakta geç kalma gerekçesi ve aday belirlemenin daha önemli görülmesi nedeniyle niteliksizleştirilmiş, yerel yönetimde ilke ve işleyişi önemli gören bizlerin tartışmaları ayak bağı olarak görülmüştür. TİP dışındaki kurumlar ise tartışmalarımıza hak vermekle birlikte sürecin tıkanmaması için ilke ve işleyiş tartışmalarını es geçerek dayatmaları kabul etmemiz gerektiğini söylemişlerdir.

Israrcı olduğumuz ilke ve işleyiş önerilerine dair örnekler vermek isteriz.

İlkeler ve çalışma biçimine birlikte karar verdikten sonra ortak perspektife uygun olan adayın zaten öne çıkacağını ve bunda mutabık olacağımızı belirtmiştik. Henüz aday tartışılması yapılmadan TİP Emrah Karaçay’ı kendi adayı olarak basına tanıtmaya başlamıştır. Bu henüz bir araya gelen kurumların başka aday önerileri de olmasına rağmen henüz ortak işleyiş tartışıldığı için kendi adaylarını önermediği süreçte yaşanmıştır. TİP tarafından önden yapılan bu açıklama bu nedenle güven kaybına neden olmuştur.

Sonrasında işleyişe dair önerdiğimiz mahalle meclislerinin temsilcilerinin belediye meclisinde yer alması, yönetme ve denetleme yetkisi olması ilkemiz TİP tarafından “Kimse seçilmiş arkadaşlarımızı denetleyemez” denerek reddedilmiştir.

Solun ortak aday çıkartması yönündeki tutumumuz “aday netleşmezse kendi yolumuza bakarız” ifadeleri ile TİP tarafından boşa çıkartılmıştır.

Bu tartışmalarımızla süreci tıkamakla itham edildiğimiz ve fikrimizi paylaşamadığımız için süreci ve fikirlerimizi yazılı bir metinle anlatarak kurumlarla paylaştık. Sonrasında bazı kurumlar bizimle görüşme talebinde bulunmuştur. TÖP, SMF ve Partizan’la yaptığımız görüşmelerde tartışmalarımız karşılık bulmuş fakat TİP’in ısrarcı olacağı ve masanın korunması adına tartışmalarımızı göz ardı ederek devam etmemiz gerektiği söylenmiştir. DEM Parti de tartışmalarımızı desteklemiş fakat bu konuyu masaya taşımamışlardır. Halkevleri ise Samandağ seçim sürecinde olmamalarına rağmen ortak hukukumuz nedeniyle Samandağ’daki ittifakın içinde olmamız için benzer önerileri yapmış, belediye meclislerinde de benzer bir dayatma olması durumunda Defne İttifakı’ndan çekileceklerini söylemişlerdir.

Bu görüşmelerden tekrar gördüğümüz, tartışmalarımıza hak verilmekle birlikte TİP’in basıncı ve dayatmalarına karşı yeterli ortak akıl ve eleştiri geliştirilememiş olmasıdır.

Hem solun ortak adayındaki ısrarımız hem de ilke ve işleyişi tartışmadaki ısrarımızla sürecin devam eden toplantısına katıldık. Bu toplantıda aday belirleme konusu gündeme geldiğinde metnin sonunda okuyabileceğiniz ilkeleri toplantıya önerdik. Bu önerimiz kadın aday dışında tartışılmadan kabul edildi. Biz de sürecin işleyişi açısından kadın aday konusundaki önerimizi geri çektik. Fakat tartışılmadan kabul ettik denen bu ilkelerin aday belirleme sürecinde işletilmediğini gördük. Bu konudaki tartışmamıza yine hak verilmesine rağmen yine masanın devamı için tartışmamamız istendi. Bu nedenle süreci tekrar analiz ederek yaşanan güven kayıpları ve konuların ele alınış şekli nedeniyle süreçten çekilme kararı aldık. Samandağ’daki sürecin işletilme şekli nedeniyle Defne İttifakı’ndan da çekilme kararı aldık.

Bunun üzerine yerelde yürüttüğümüz tartışma sonucu 4 Şubat tarihinde Bağımsız Devrimci Aday Platformu’nun adayını kamuoyu ile paylaşmış olduk. Aday tartışmalarımız Samandağ yerel seçimlerinde devrimcilerin, gönüllülerin, emekçilerin, öğrencilerin, kadınların, halkların bilfiil depremde seferber olanların iradesinin temsil edilmesi gerekliliği üzerine şekillenmiştir.

Kadın aday önerimiz TÖP ve TİP tarafından “Samandağ’da karşılık bulmaz” denerek reddedilmişti. Dünyada yükselen kadın hareketinin etkisi ve deprem sürecinde kadınların yeni bir yaşamı örmek için gösterdikleri iradenin yönetim mekanizmalarında da olması gerektiğini, bu durumun başta Samandağlı kadınlar olmak üzere tüm kadınlara bir güç olacağını düşünerek yaptığımız bir öneriydi. Bu nedenle Çağla Cemali’yi Bağımsız Devrimci Aday Platformu olarak aday gösterdik.

Seçim çalışmalarının başlangıcında Emrah Karaçay, çalıştaya ve sürece çok emek verdiğimizi, halka şeffaf olmak adına ilkeleri daha fazla tartışalım dediğimizi fakat kendilerinin hemen sahaya inmek istediklerini bizim de bu nedenle ittifaktan ayrıldığımızı söylemiştir. Sonrasında bu ifadeler seçim günü yaklaştıkça “Kadın aday kabul edilmediği için ayrıldılar”, “Başkan adayları kabul edilmediği için ayrıldılar”, “13 başkan yardımcılığı talep ettiler”, “Başkan yardımcılığı önerdik, kabul etmediler”e dönüşmüştür.

Büyükşehir seçimleri ise yukarıda da bahsettiğimiz tabloda sol tarafından odak noktası hâline hiçbir zaman gelmemiştir. TİP büyükşehir ile ilgili Lütfü Savaş’ın adaylığı netleşene kadar harekete geçmemiş, Barış Atay’ın ortak, desteklenebilecek aday olabileceği önerilerine ise yeterli bir karşılık vermemiştir.

Lütfü Savaş’ın adaylığının netleşmesi ve halkta ortaya çıkan tepki sonrası büyükşehir tartışmaları yükselmiştir. TİP, adına “Hatay İttifakı” dediği tam olarak kimlerden, ne zaman oluşturulduğu bilinmeyen bir ittifakla Gökhan Zan’ın adaylığını açıklamıştır. TİP büyükşehir seçimleri için sol ile ortaklaşma zemini arayışına hiçbir zaman girmemiştir.

Lütfü Savaş’ın adaylığının ardından, büyükşehir seçimleri için önceden de önerdiğimiz “bağımsız, ortak, ilkeli, eşit temsiliyete dayalı” bir aday etrafında solun bir araya geldiği bir biçimi önerdik. Fakat bu önerilerimize de olumsuz geri dönüşler aldık. TKH, Lütfü Savaş’ın karşısında solun ortak adayı olursa destekleyeceklerini fakat sadece 2 kurumdan oluşan bir ortaklaşmanın yetersiz olacağını söyleyerek kendi adayları ile yollarına devam etti.

Antakya yerel seçimleri için sol ile yapılan görüşmeler ve ortaya koyduğumuz Bağımsız Devrimci Aday çalışmamız göstermiştir ki:

1) Sol, Antakya’da ortaklaşma sağlayamamıştır.

2) “Aslolan devrimin gündemidir” yaklaşımı yerel seçim çalışmalarını belirlemeliyken aynı 14-28 Mayıs seçimlerinde olduğu gibi, yerel seçim çalışmaları ve ortaya konan anlayışlar solu seçimleri bir araç olarak kullanmaktan öteye düşürmüştür. Seçimler amaç hâlini almış ve durum “taktik-strateji” denklemiyle meşrulaştırılmaya çalışılmıştır.

3) Solun sadece altı boş kazanma ufkuyla ortaya koyduğu çalışmalar düzen dışı politik bir söylem yaratmaktan uzak, devrimci bir ajitasyon-propaganda hattından uzaklaşılmasına sebep olmuştur.

4) Solun “kayyum atanır” korkusuyla söylemini “yumuşatması”, yerel dinamikleri gözettiğini iddia ederek propaganda hattı örgütlemeye çalışması, söylemin sosyal demokrat bir anlayışın ötesine geçememesine neden olmuştur.

5) Halkın yönetime katılımı veya “birlikte yönetim” ifadesi seçim çalışmalarında somutlanmadığı takdirde, seçim sonrasına bırakıldığı takdirde yönetim anlayışına yönelik yeni bir şeyi tarif etmemiş olur.

6) Mahalle meclislerinin seçim çalışmaları içerisinde kurulmaya başlanması ve bütçenin mahalle meclisleriyle birlikte planlanacağının seçim çalışmaları kapsamında halka ilan edilmesi, ortaya koymak istediğimiz devrimci-halkçı yerel yönetimler anlayışının asıl referans noktalarıdır.

7) Yaptığımız seçim çalışmasında mahalle meclislerinin insanlar tarafından sahiplenildiğini, pandemi, “doğal afetler”, deprem sürecinde dayanışmalarla yönetmeye başlamış olan halkın ortaya koyduğu iradenin mahalle meclislerinde ifadesini bulabildiğini görebildik. İnsanlar kurulan mahalle meclislerinde -seçimlerde bize oy vermeyeceğini söyleyenler de vardı- sorumluluk aldı.

8) İlkelere dayalı siyasetin, halka açık bir biçimde yapılan siyasetin devrimci-halkçı bir zemini oluşturabildiğini gördük.

9) Kadınların hem deprem öncesinde bütün dünya da ortaya koydukları mücadele hem de depremle birlikte geliştirmiş oldukları ve sürecin yönetilmesinde ifadesini bulan özneleşme hâli, ortaya konan seçim çalışmasıyla kendisini mahalle meclisleri temsilciliğinde, “Kadınlar Yerel Yönetimlere” kampanyasıyla muhtarlık çalışmalarında var etmiştir. Samandağ özelinde ve bütün Antakya’da ezberler bozulmuştur.

10) Samandağ’da yıllardır alışılagelmiş siyasi yaklaşımı -seçim listelerinin sermaye grupları tarafından belirlenmesi, belediye meclis üyelerinin zengin ve geniş ailelerden isimler ile doldurulması, başkan adaylarının benzer tipolojilerde (zengin, erkek, büyük aile çocuğu vb.) olması gibi- tam tersine bir yaklaşımla ele alarak Samandağ halkının bilincinde bir kırılma yaratabildik.

Halkın kendi sorunlarını ve çözümlerini tartışacağı, yerel yönetimi denetleyeceği, gücünü kendinden ve yanıbaşındakinden alacağı mahalle meclislerinde örgütlenmeye çağırıyoruz.

Sürecin bütününde yönetim anlayışını, yönetim mekanizmalarının bileşenlerinin belirlenmesi için bizim ele alıp tartıştırmak istediğimiz ilkelerimiz aşağıdaki gibidir:

1) Mahalle meclislerinin temsilcilerinin toplamından çıkacak iradenin seçilmiş belediye meclisi üyelerimizce tanınması, kabul edilmesi ve hayata geçmesi için mücadele etmesi

2) Çalıştay masasının devamı niteliğinde yasal zemini aşan fiilî meşru mücadeleyi esas alan bir yaklaşımla belediye başkanının ve ortak ittifak bileşenlerinin seçtiği kişilerin eşit temsiliyeti sağlanarak bir yönetici meclisin kurulması ve halka ilan edilmesi

3) Başkan adayının devrimci sosyalist kadın aday olması

4) Şeffaflığın her açıdan mekanizmalarının geliştirilmesi (belediye meclis toplantılarının halka açık olması, halkın katılımını ve denetimini sağlayacak her aracın geliştirilmesi, mali açıdan halka açıklık vb.)

5) Adayımızın ve yönetim mekanizmamızın halka karşı suç işlememiş olması, kadına dönük suç işlememiş olması, halklara ve inançlara dönük suç işlememiş olması, emek sömürüsü üzerinden sermaye birikimi yapmamış olması

6) Gerek deprem öncesi gerekse de deprem sürecinde toplumsal mücadelenin içerisinde bilfiil olmak, devrimci mücadelenin parçası olmak.

Çok seyretmek, çok konuşmak, çok “bilmek”, çok tüketmek

a pyramid of puppets that starts from the workers and climbs to the managers up to a mysterious hand everything is controlled by an unknown person

Toplumsal bunalım, gerçekte, egemenin bunalımı olarak başlar ve tüm topluma yayılır, siner. Egemenin her krizi toplumsal bunalım olarak adlandırılmaz. Ama krizler ne denli uzun sürerse, toplumsal bunalım o denli ortaya çıkar.

Ömrünü fazladan sürdüren kapitalist sistem, varlığını devam ettirirken, her şeyi, doğayı, toplumu, en çok da insani kirletiyor ve öyle ayakta kalıyor. Bu durum, uzun süredir böyledir. Ama SSCB çözüldükten sonra, sosyalizm hayalleri işçi sınıfının gövdesinden uzaklaşmaya başladıktan sonra, bu kirlenme ve tükenme, çürüme, çok daha ileri boyutlara ulaşmıştır.

Çürüme, egemenin içinde bulunduğu bunalımdan kaynaklıdır ve bu bunalım, tüm topluma, dalga dalga, ama süreklilik içinde yayılmaktadır. Kendisi çürümüş olan bu sistem, her şeyi çürüterek yaşamını sürdürebilir.

Deriz ki, bir toplumsa egemen düşünce, egemenin düşüncesidir, egemen ahlâk anlayışı, egemenin ahlâk anlayışıdır. Ta ki bir toplumsal devrime kadar bu böyle sürer. Egemen, sadece baskı ve şiddetle iktidarını, egemenliğini devam ettirmez. Bunun yanında ve asla daha az önemli olmayan şekilde, “rıza” üretmesi gerekir. Bu da egemenin çıkarlarının toplumsal çıkarlar hâline getirilmesi ile mümkündür. İnsanlara verilen “vatan, millet, din” vb. düşünceler, egemenin iktidarını sürdürmesi için büyük ölçüde işlevseldirler. Egemenin ideolojisi, tüm toplumu sarar ve egemenin bilinci, karşımıza ortalama toplumsal bilinç olarak çıkar. Mesela mülkiyetin kutsallığı tam da bunu anlatır. Hiçbir mülkü olmayanlar, mülkiyet kutsaldır fikrini savunabilirler. Mesela çıkar birisi, sayılarak bitirilemeyecek mülklerin sahibi olarak “mülk Allah’ındır” der ve pişkince sırıtır. Kimse ona, bu Allah’ın olan mülkün emanetini, Allah, neden sana verdi, diye sormaz. Bu sorulunca, soran dinsiz ilan edilir. Toplumsal ahlâk kuralları ile linç edilebilen bir kadın, bir çocuk ile kıyaslanmayacak suçlar işleyenler, toplum tarafından “becerikli, başarılı” ilan edilir.

Egemenin ideolojisi, her dönem, on yıllarca yaşamakta olan köhne alışkanlıklara, kör inançlara, hurafelere vb. de dayanarak etkili kılınır. Yeri geldiğinde bu kör inançlar, yeri geldiğinde hurafeler, yeri geldiğinde din, yeri geldiğinde vatan ve ulus vb. kullanılır.

Bugün, tekeller dünyasında bu ideoloji, aileden, okuldan başlayarak, sistematik cahillik üretilerek verilmektedir.

Bunun etkisini pekiştirmek ve yeni komutlarla kitleleri denetim altında tutmak için, temeli tekelci reklam sektörüne dayanan, medya aracılığı ile burjuva ideolojisi sabitleştirilmektedir.

Ve elbette, egemen bunalım içinde ise, toplumun her kademesine, yaşamın her alanına, bu bunalım kendini yansıtmaya başlar.

Bugün, tüm toplumu sarmış olan “hastalıklı” hâl, tam da bu yüzdendir, bu nedenle bu denli etkilidir.

Sanki tüm toplumda bir çeşit alzheimer var. Bu artık, yaşlı olanları saran bireysel bir hastalık değil, tüm toplumu saran bir toplumsal hastalık gibidir. Sanki tüm hastalıklarımız artık toplumsaldır. Unutkanlığımız toplumsaldır, dinlememe tutumumuz toplumsaldır, çok konuşmamız toplumsaldır ve boş konuşmamız toplumsaldır, uyuşukluğumuz toplumsaldır, her şeyi bilme ve her şeyin uzmanı olma hâlimiz toplumsaldır, her şeyden yakınma hâlimiz toplumsaldır, “bu halktan bir şey olmaz” ile biten cümlelerimiz birbirinin kopyası ve toplumsaldır.

Bizim adına “okur yazar takımı” (OYT) dediğimiz, kendileri kendilerine “entelektüel”, “aydın”, “uzman” gibi kavramları uygun gören kesim, bu hastalıkların en yaygın görüldüğü ve de hepsinin birden, hepsinin aynı kişide görülebildiği kesimdir.

OYT ya da “entel” ve “ay” diyerek günlük argomuza ekleyebileceğimiz bu kesim, adeta tüm toplumsal bunalımın özelliklerini yansıtır durumdadır. Çürüme ve tükenişim en net görülebildiği kesimdir bu.

Entelektüel, kendini nesnel gerçekliğin, bilimin savunusuna adamış, egemenle mücadeleye koyulmuş olandır. İşçi sınıfının bu entelektüellere ihtiyacı vardır. Zira süreci, somut durumun somut hâlini bunlar görür, görebilir. Bu bilimsel bir iştir. Ama elbette “masa başı” işi değildir. Bilim hiçbir zaman masa başı işi olmamıştır, olmaz da.

İşte işçi sınıfının devrimci mücadelesinde aklı ve bilimi öne çıkartmak üzere bu entelektüel kadrolar çok büyük öneme sahiptir.

Entelektüel olmak, hem etik hem de estetik değerlere de sahip olmak demektir. Ve anlaşılacağı üzere, etik ve estetik, eylemli insanlar söz konusu ise anlam kazanır. Eylemsiz insanların etik ve estetik ile de ilişkisi derin olmaz. Eylemsiz “düşünce”, aslında derinlikten yoksundur.

Görünüşte çok şey bilen, kendini entelektüel olarak “pazarlayan”, eylemsiz, değersiz, ciddiyetsiz bir kesim var ve bunlara OYT’nin bir parçası olarak “entel” demek mümkündür. Biz OYT demeyi tercih ederiz ama onlar, ne zaman birbirlerini övecek veya daha çok suçlayacak olsalar, “entel” adını kullanırlar. Uygundur, kabul edilebilirdir.

Sütten ağzı yanmış olduğu için, yoğurdu üfleyerek yiyen bir grup çok bilmiş, çok konuşan, çok seyreden ve çok tüketen bir kesim vardır ki, “aydın” olarak adlandırılmaktan çok hoşlanırlar. Ama ne zaman sınıf mücadelesi sertleşse, yanı başlarında kavga sesleri yükselse, salonlarının ortasına bir bilinmedik cisim düşmüş gibi “ay” derler ve kendilerini tanımlamaya bu “ay”, aydından çok daha uygundur. Zira onların yansıttıkları, egemenin düşünceleridir ve bu konuda “ay” rolü de görebilmektedirler; yetenekleri ölçüsünde.

İşte biz, bunun tümüne, iyisi ve kötüsü ile, burjuvaziden yana olan ile işçi sınıfından yana olma niyetine sahipleri ile, düzenden yana olan ile düzene karşı savaşmadan ona karşı imiş gibi olanları ile, yani iyisi ve kötüsü ile hepsine birden OYT diyoruz.

Bunlar çok bilirler, çok konuşurlar, çok seyrederler, çok tüketirler. Böylece varlıklarını sürdürürler. Canlı olarak karakterleri böyle oluşmaya başlamıştır ve bunalım, elbette bunları da çok etkiler. Kendileri bunu kabul etmezler. Zira bunalım toplumsaldır, bunu bilirler, toplumsal olanın herkesi etkilediğini de bilirler ama kendileri “birey”dirler ve bu konuda da çok ölçüsüne ulaşmış, “çok birey” hâline gelmiştirler. Çok birey, tabii ki toplumsal etkilerin de dışında kalır. Birey olarak doğduk, öyle öleceğiz, öyle ise birey olarak yaşayalım, derler. Ne kadar bilmiş laf varsa, kalabalık şeklinde bunlardadır.

İş sadece burada kalsa iyi idi. Ama burada kalmaz. Tüm toplumsal sınıf ve grupları saran toplumsal bunalım, her kesimde farklı etkilerle de olsa birçok hastalığı ortaya çıkartır.

Biz, elbette daha çok bize yakın, kendini şöyle ya da böyle solcu diye tanımlayan, “dostlarımızı” konu almak istiyoruz. İsteyen elbette kendi üstüne de alınabilir.

Sürmekte olan bir sınıf mücadelesi var. Ve bu sınıf mücadelesinde tribünde bir yer edinip, oradan seyrederek, hiçbir etik ve estetik kaygı taşımadan, sadece bilmiş tespitler yapanlar, bu bunalımlı dönemlerde, olduklarından çok etkili olabilmektedir. Mesela “bu halktan bir şey olmaz” o kadar etkilidir ki, halk denilen kesim ile bir mücadeleye girmek, mücadeleye atılmak için hiçbir şey yapmamış olanlar, bu tespite büyük bir kuvvetle sarılmaktadırlar.

Seçimler hilelidir, derler ya da bunu diyenlere hak verirler ama sonra, toplumsal alzheimer nedeni ile unuturlar ve sanki seçimlere hile katılmamış gibi, “nasıl yine gidip bunlara oy verdiler” derler.

Kendisi dışında herkesi suçlu ilan ederler.

Mücadele eden işçilerin eylemlerini seyrederler, öğrencilerin eylemlerini, kadınların eylemlerini, deprem bölgesindekilerin eylemlerini seyrederler ve sonra, “bu böyle olmaz” der ve gözlerini kapayıp normal hayata dönerler. O kadar ki, bir film seyrettiklerinde günlerce etkisinde kaldıkları hâlde, gerçek yaşamda süren bu eylemlere, bu mücadeleye bakıp, hiçbir şey olmazmış gibi, “bu saçma” der ve yaşamlarına dönerler. Döndükleri yaşamları konusunda kendilerinden olan, kendileri gibi düşünen birisine öylesine yakınırlar ki, sanırsınız ki böyle yaşamaktan gerçekten bıkmışlardır. Ama hayır, sadece ve çokça yakınırlar.

Emeksiz, daha da genişletelim eylemsiz hayat, ancak egemenin varlığını direkt ya da dolaylı onaylayacak düşünceler üretmeye olanak verir. Yaşamın çelişkilerini ve sorunlarını gördüklerini sanırlar ve onlardan çokça yakınırlar.

Bilgileri, başka durum ve hâllerde dinlediklerinden gelmektedir. Sadece onlardan değil. Mesela YouTube ve Instagram videoları ile bilgileri oluşur. Videolar seyrederler ve gerçeği oradan öğrendiklerini sanırlar. Çok olan bilgilerinin kaynağı, bu videolardır. Seyrederek bilgi edinirler. Çok seyrettikçe, aslında sosyalleştiklerini düşünürler. Ama bu gerçek değildir. Sosyalleşmek için, çok içmek, çok oturmak ve çok konuşmak zorundadırlar. Konuşmaları, anlamak üzerine değildir, değiştirmek üzerine hiç. Sadece tüketmek üzerinedir. En güzel yemekleri, en güzel içkileri tüketmek ne ise, konuşmaları da öyledir.

Çok “bilgili”dirler. Çok olduğu için, bilmedikleri şeyleri hiç bilmezler. Hep bildikleri vardır ve her zaman bildikleri ile çok konuşmayı, “birey” olmak olarak sunarlar. Bir genç kendilerine eylemden söz etti mi, bilirler ve eyleme gitmemek için, eylemlerin sonuç vermeyeceğini önceden bilen birer uzman olarak konuşmaya başlarlar. Eylem ile ne değişti ki şimdi değişecek, derler. Peki, değiştirmeyeceklerse, o hâlde niye yakınırlar, “mutsuzluklarının” kaynağı nedir öyle ise? Bu soruyu hiç sevmezler. Eylem, yemek yemek, dağıtmak, günü akşama devirmek, mümkünse sevişmek, yani bu berbat dünyada biraz haz almak demektir. O kadar. Biraz düşünebilseler, belki de kendilerinin de eleştirdikleri şeyi yaptıklarını, yani bir şey yapmadıklarını anlayacaklar. Ama düşünmezler. Zira düşünmelerine neden olacak bir ciddiyetten, emekten uzaktırlar.

Bilgi kaynakları, sosyal medyadaki videolardır. Burada “zekice” yapılmış her vurgu onlar için önemlidir ve bu vurgular ne kadar etkili olsa da, onlardaki etkisi, birisine anlatana kadar sürer. Sonra, döngü yine başlar. Tüketmek üzerine kurulu bir yaşamdır bu.

Egemen, eylemi yasaklar ve şöyle der: Düşünce özgürlüğü var ama eylem yasak. Bunu kabul ettiniz mi hapı da yutmuş olursunuz. Sıra düşünmeye şekil verme işine gelir, düşünmek serbest ama aşırı düşüncelerden uzak durmak kaydıyla. Böylece düşünceyi besleyecek eylem yoksa, düşünmeyi şekillendirmek, egemen için kolaylaşır. Şimdi, egemenin oluşturduğu gündem üzerinden düşünebilirsiniz. Egemen, size 3 yaşındaki çocuğun ırzına geçmiş bir kişinin onu öldürmesi yerine, onunla evlenmesini tartışmayı dayatır. Siz, özgür “birey” olarak, çok birey olmanın gereği içinde, ister “uygundur, onaylıyorum” diyen kişi olun, isterse buna karşı çıkan kişi, artık ne düşüneceği belirlenmiş kişi olursunuz. Hayır, 3 yaşındaki çocuk evlenemez, dersiniz ve doğruyu savunduğunuzu sanırsınız, oysa bu tartışmanın tümünü reddetmeniz gerekirdi.

Egemen size, eylemin yasak olduğunu söyler. Ama düşünebilirsiniz, der. Siz buna karşı çıkıp, eylemcilerle birlikte hareket etmezseniz, eylemin “aşırılıkları” üzerine tartışmaya başlarsınız. Ondan sonrası otomatiktir. Aşırılık mı, neye göre, hangi zamana göre, kime göre aşırılık, demezsiniz. Ve sonunda, düşünemez olursunuz.

Değil mi ki siz okuma yazma biliyorsunuz ve bilgilerinizin kaynağı YouTube videolarıdır, öyle ise egemenin verdiği mesajı anlarsınız. Kendinizi ona göre ayarlarsınız. O zaman “aşırı düşünce”lerinizi, en yakınlarınıza içki sofralarında, evinizin salonunda açarsınız. Bu durumda kendinizi “aşırılıklardan” korumaya başlarsınız. Sonra da “aşırı” düşünmezsiniz ve sadece uygun olan düşünceleri tekrarlarsınız. Sürekli bunları tekrarlarsanız, sonuçta öyle düşünmeye başlarsınız. Böylece egemenin istediği kıvama gelmiş olursunuz. Artık kendinizi ifade edebileceğiniz tek şey kalır, o da tüketmek. Aşkı da tüketirsiniz, ilişkilerinizi de, yaşamınızı da, sözleri de, değerleri de vb. Her şeyi tüketen bir çeşit obur hâline gelirsiniz. Ki sistem, kapitalizm, her şeyi tüketen bir canavar değil mi?

Şimdi siz “çok birey” hâlinizle, aslında toplumsal bunalım denilen şeyin şekillendirdiği bir varlığa, daha çok da bir nesneye dönüşmüş olmadınız mı? Artık sizin için en önemli nesnel gerçeklik, kendi bunalımlarınız değil mi? Bu durumda, daha düşük düzeyli videolar seyretmek zorunda bulursunuz kendinizi. Zira kendi durumunuzu “normal”leştirmeniz gerekir. Öyle ya, yaşamaya devam edeceksiniz.

Eylemsiz kişi, değersiz bir kişi hâline gelir. Yanlış anlaşılmasın, pazardaki değerinden söz etmiyoruz, hiçbir değeri kalmamış bir insan olmaktan söz ediyoruz. Bu durumda, sizin için bir değer anlamına geliyor idiyse arkadaşlık, artık önemsiz olur. Bir dava için, haksızlığa karşı, yalana, egemenin manipülasyonlarına karşı direnmek artık sizin için anlamını kaybeder. Birisi ya da bir şey, sizin yolunuzu kesene kadar, “birey” olarak kendinizi kurtarmanın peşine düşersiniz. Buna bunalım dersek, olmaz mı?

Egemeni biliyorsunuz. Ona karşı mücadele etmiyorsanız, sizin en yakınınızdakinin size yapalım dediği her şeyi, egemenlik kurmak olarak algılarsınız. Size birisi bir şey yapmalıyız derse, siz onda bir diktatör görürsünüz. Çünkü toplumda egemen olan egemenin iktidarını görmekten vazgeçmişsinizdir. Egemenin manipülasyonlarını bilirsiniz ve artık siz dostunuzun size müdahalesini “manipülasyon” olarak ele alırsınız.

Bu düşünceler, sol içinde de egemen olmaya başlamıştır.

Yanlış olmasın, solun her kesiminin böyle düşündüğünü söylemiyoruz. Ama bir yerde bir mücadele gelişmeye başladığında, o mücadeleden uzak durmak üzere, önce en yakın çevre, mücadelenin engeli olarak ortaya çıkmaya başlar. Egemenin düşünce yapısı, tüm toplumun düşüncesi imiş gibi ortaya çıktığından, ona karşı mücadeleye, önce bu OYT karşı durmaya başlar. Şöyle derler, “bu iş böyle olmaz.” Belki de doğrudur. Bu durumda, dürüst bir yaklaşım, “şöyle olur” demek üzere saf tutmayı gerektirir. Oysa bunun yerine, “böyle olmaz” demekle yetinilir ve farkında olunsun olunmasın, “aşırılıklar” önlenmeye başlanır. Çok birey olma hâli, kendinden başkasını dinlememe hâline dönüşür.

Kolaycılıktır bu. Zor olanı sevmeme hâlidir. Zorluktan uzak durup, bir anda mistik bir gücün etkisi ile, aydınlanma bekleme hâlidir bu.

Egemenin güçlü hâline bakıp, oradan hareketle bir karşı güç örgütleme işine girmek yerine, emekle, eylemli bir örgütlenme geliştirmek yerine, çok birey olma hâline sığınıp, bir kurtarıcı bekleme hâline girmek bu olmasın?

Örgüt kaçkınlığı işte böyle hayat buluyor. Küçük adımlarla, sabır ve emekle bir direniş örgütlenmesi, bir devrimci araç yaratma yerine, güce tapınanlar gibi, bir gücü beklemek, zahmetsiz zafer istemektir. Bu isteğin kendisi “böyle olmaz” değildir öyle mi? Güçlü bir örgüt olsun, ondan sonra mücadele edeceğim demek, daha gerçekçi bir yoldur öyle mi? Emeksiz, eylemsiz ilerlemek ve kurtuluşa ulaşmak hayal değil de, eyleme geçmek ve örgütlenmek, sistemi bu yolla yıkmak hayaldir, öyle mi?

Çelişkiler, bizim kafamızda değildir, yaşamın bizzat içindedir, hareketin, nesnel gerçekliğin bizzat içindedir. Sınıflar ve sınıf savaşımı, bizim dışımızda, bizden bağımsız olarak vardır. Biz, bunun bilgisini edinebiliriz, bunu değiştirebiliriz.

Bunun için, egemen sınıfa karşı hangi bilinç düzeyinde olursa olsun mücadele eden bir sınıf vardır, işçi sınıfı. Bu bizim, sizin vb. uydurmanız değildir. Bu vardır. Eğer, işçi sınıfının, sizin deyiminizle halkın, bu bilinç düzeyinde olmadığını tespit ediyorsanız, öyle ise, işiniz, bu bilinç düzeyine ulaşacak adımları atmaktır. Bunun kolay olmadığını biliyoruz. Zaten kolay olanı, sisteme ayak uydurup ömür tüketmektir, buna yaşamak denirse. Bunu da zaten yapıyorsunuz. Çoğunluğun yaptığı zaten budur. Siz okumuş ve yazmış bir kişi olarak, “bu halktan bir şey olmaz” konusunda ciddi iseniz, bunun tarihsel ve toplumsal nedenlerini de ortaya koyarsınız ve değiştirmek için gerekeni yaparsınız. Yoksa sizin bu tespitiniz, çok bilmişlik ve kibirden başka bir şey değildir.

Bunalım ve kibir, sanıldığının tersine, birbirine çok yakışan hâllerdir. Çok bildiğiniz için, çok konuştuğunuz için, çok seyrettiğiniz için, sizden daha az bilse de eyleme geçmiş gençlerin, kadınların ve işçilerin eylemlerinden öğrenmeyi de reddediyorsunuz. O kadar çok biliyorsunuz ki, işçilerin eylemlerinin ne demek olduğu, kadınların eylemlerinin ne demek olduğunu düşünmeyi bile reddediyorsunuz. Kendi günlük yaşamınızın alışkanlıkları ile örülmüş kısır döngünüz içinde, rahatsız ama mutlu bir hayat sürmeyi yeğliyorsunuz.

Bu nedenle siz, sadece egemenin izin verdiği ölçüde öne çıkan meşhur tiplerin “uzman”ca, “yetenek” dolu videolarını izlemeyi, yaralarınıza merhem sanıyorsunuz. Bu yolla, öğrenme duygularınızı tatmin ediyorsunuz. Bu da sizin öğrenme konusundaki eylemsizliğinize çok uygun düşmektedir.

Üstelik egemen, az muhalif soslu videolar üretmekte de ustadır. Ne de olsa, eylemsiz, aktif bir tutum alamadan gerçekleşen öğrenme, sağlam ve sağlıklı bir öğrenme değildir. Her tarafı dökülen, insanı yok eden, kirleten bu sistemi azıcık eleştiren bir video, öğrenme aracı değildir. Öğrenmek, insanın aktif eylemi ile olanaklıdır.

Bunalımdan kurulmak için, çok seyreden pozisyonundan çıkıp, eylemlere, o eylemlerin tek tek her biri kurtuluş demek olmadığı hâlde, eylemlere katılmak gerekir. O zaman, aklınız da berraklaşacaktır. Uyuşukluk üzerinizden kalkacak, beyninize oksijen gidecek, ayaklarınızdaki paslar silinecek ve yaşam belirtileriniz artacaktır. Bu, bitkisel hayattan çıkmanın yoludur, tek yoludur. Bu konuda cesaret göstermeyenin, bu koma hâlinden çıkması da mümkün olmaz.

Tek ve en uzmanca çözümü söyleyen kişi değilsiniz ve böylesi de yoktur. Bunun yerine, kolektif, örgütlü mücadeleye girmeniz gerekir. Evet örgütlü mücadelede pek çok sorunla karşılaşacaksınız, bir kibirli kişi ile, bir korkakla, bir bencille karşılaşacaksınız. Çünkü örgütlü mücadeleye siz de girseniz, zaten kapitalizmde yaşayan bir kişi olarak, bu toplumda yaşayan bir kişi olarak, birçok pisliği üzerinde taşıyan bir kişi olarak gireceksiniz. O dikkat ve “eleştirel” çabanızı, örgütlü mücadele içinde harcayın. Çünkü burada en azından, herkes mücadele etmek üzere, tüm eksikliklerine rağmen mücadele etmek üzere bir aradadır. Burada vereceğiniz emek, karşılığını bulacaktır. Belki sizin yetenekleriniz ve emeğiniz, daha çok emeğiniz, bir şeyi değiştirme konusunda iş görecekse, bu örgütlü mücadele içinde iş görme şansı çok daha yüksektir.

Evet, rahatınız kaçacaktır. Korkularınızla yüzleşeceksiniz. Evet, çok farklı zorluklarla karşılaşacaksınız. Ve en kıymetlisi, devleti, egemeni, onunla mücadele ederken, bizzat bu işin içinde iken tanıyacaksınız. O zaman, kelimeler ve kavramlar farklı anlamlar kazanacaktır. Size benzemeyen, sizinle aynı yerden gelmeyen, sizin gibi alışkanlıklardan farklı alışkanlıklara sahip olan birileri ile aynı amaç için mücadele etmek, farklı bir toplumsal gerçeklikle yüz yüze gelmektir.

Eylemsiz kişinin ahlâkı da olmaz derler, doğrudur.

Mücadele içinde yeniden ve yeniden sınava girmeyen düşüncelerin değerleri olmaz derler, doğrudur.

Fikirler, düşünceler, ancak kitlelere ulaştıklarında, eyleme dönüştüklerinde maddî hâle gelirler. Bu maddî hâle gelmenin en zor ama en kalıcı yolu, örgütlenmedir. Örgütlenme, kolektif bir emekle bir irade oluşturma demektir. Düşmana, egemene karşı, gerçek bir mücadele yolu demektir. Ve bu yolda zafer elbette çok önemlidir, ama bu yolun kendisi de büyük bir kazançtır, insanlık adına, devrim ve özgürlük adına, sosyalizm adına bir kazançtır.

Kimseye, sorunsuz, pirüpak bir yürüyüş önerme şansımız yok. Böylesi bir yol da yoktur. Ama ortaklaşa dövüşmek, yolu birlikte geliştirmek, zorlukları güzelliğe dönüştürür, bunu biliyoruz.

Artık ciddi olmak gerekir.

Bu hastalıklı hâle son vermek mümkündür. Bunun tek yolu, devrim saflarına katılmaktır. Örgütlü mücadele, sisteme karşı gerçek bir mücadele yoludur. Ve burada, okumuş yazmış olmasa da bir işçiden, bir öğrenciden, bir kadından öğrenilecek olanı, başka hiçbir şey size öğretemez. Başka hiçbir şey, sizi bu denli insan yapamaz.

Emperyalist-kapitalist vahşetin yeni görünümleri ya da çürüme

Birçok durumda kapitalist dünyanın iğrenç uygulamalarına bakarken, sistemin çürümesinin farklı görünümlerini görürüz. Çağımızın burjuva egemenliği, sadece Orta Çağ karanlığını geride bırakmış değildir. Elbette modern kapitalist dünyanın karanlığı, içinde yaşadığımız bu karanlık süreç, Orta Çağ karanlığını çoktan geride bırakmıştır. Bunu, sadece ve sadece bilim karşısında dinin yüceltilme biçimlerinde, felsefe adı altında anti-komünist propaganda için kurulan sistemlerin oluşturduğu modern tarikatlarda, kadına şiddette, çocuklara karşı işlenen suçlarda, sonu gelmez tecavüz vakalarında bile anlamak mümkündür. Bizdeki tarikat uygulamalarının cinsel uygulamaları, Adnan Hoca uygulamaları, ABD’deki Epstein dosyası aslında modern köleliğin farklı biçimlerini karşımıza çıkartmaktadır.

Çürümedir bu.

Çürüme, sistemin kokuşmuş hâlidir. Fazladan ömür süren kapitalist sistemin işçi sınıfının önderliğindeki bir devrimle yıkılmamış olmasının yol açtığı bu çürüme, aslında, insanı da kirletmektedir.

Ama çürüme, en başta, en şiddetli biçimde egemen sınıfta başlar. Çağımızın egemenleri burjuvalar, tekelci kapitalizmle birlikte, insanı yok ederek, doğayı yağmalayarak ayakta durma, egemenliklerini sürdürme hevesindedir. Doğaları budur. İnsanın insan tarafından sömürülmesinin en gelişmiş biçimi olarak kapitalist egemenliği sürdürmek, doğayı, onun bir parçası olarak insanı yok etmek ile aynı anlamdadır.

1870’lerden beri tekelci egemenlik, kapitalist-emperyalizm, her defasında, vahşetinin yeni biçimlerini ortaya koyuyor. Emperyalist sömürgecilik, kendinden önceki tüm vahşet biçimlerini her seferinde bir kere daha “aşarak” sürüyor.

Hafızalarımızda İkinci Dünya Savaşı döneminde emperyalist tekellerce desteklenen Hitler faşizminin vahşeti var. Öyle ki, bu vahşeti anlayanlar, hissedenler, bir kere daha kimsenin böylesi bir durum yaratmayacak kadar “ders” aldığını düşünürler. Çok naifçedir. Sanılıyor ki, bu “insanî” bir hatadır. Öyle değildir. İnsana ait olsa da, bu vahşet ve elbette diğerleri, insan olma hâlinin sonucu değil, kapitalist sistemin, burjuva egemenliğin karakteri gereğidir. Herkes, toplama kamplarındaki vahşeti dinlediğinde kulaklarına, gördüğü resimlere vb. inanmakta zorluk çeker. Ve tüm bunları, bir grup “kötü ruhlu” insanın sapkınlıkları olarak ele almayı yeğleyenler, eğer gözlerini bugüne çevirirlerse, aynı uygulamaları, daha da fazlasını görebileceklerdir.

Uzağa gitmeye gerek yok. Irak işgalini düşünelim. Adı “demokrasi götürmek” olarak adlandırılmıştır. Amerikan patentli, NATO etiketlidir. 2,5 milyon insanı öldürdüler, milyonlarcasını evlerinden ettiler, çocukların ve kadınların nasıl katledildiği hafızalardadır. Ve adı, tekrar vurgulayalım “demokrasi taşımak”tır.

IŞİD’i ele alın. ABD ve NATO patentlidir ve anti-komünist uygulamaların sonucudur. Boğazı kesilen insanlar, köle olarak, savaş ganimeti olarak alıkonulan kadın ve çocuklar, yakılan insanlar, bu görüntünün bir parçasıdır ve Nazi uygulamalarını çoktan aşmış gibidir. Ya da onun modern biçimidir. 21. yüzyılda dine dayalı bir uygulama olarak sunulan bu vahşet, gerçekte ABD ve NATO ya da küresel Batı patentlidir.

1900’lerin başında, papazın öncülüğünde Kışlık Saray’a yürüyen kalabalıkların üzerine Çar’ın emri ile açılan ateş, o dönem vahşetin bir başka boyunu gösteriyordu. Peki ya 1 Mayıs 1977? 1 Mayıs 1977’de, kalabalığın üzerine ateş eden NATO kontrollü TC devleti idi. Başka birçok örnek de verilebilir.

Ankara Garı katliamını ya da Kürtlere karşı uygulamaları ele alın. Roboski’yi mi sayalım yoksa Suruç’u mu, yoksa Diyarbakır’ı mı sayalım ya da kimyasal silah kullanımını mı? Yugoslavya’nın parçalanması sırasındaki bombardımanları, seyreltilmiş uranyum kullanımı tazedir.

Şimdi, karşımızda Gazze katliamı, Filistin soykırımı var.

En son, Rusya’da bir konser salonunu basarak, çocuk, kadın demeden öldüren, herkese ateş açan, bıçakla insanların boğazlarını kesen organizasyon var.

ABD, NATO, küresel Batı, tüm sevimli “insan hakları” söylemleriyle Avrupa, bu saldırıdan zevk almaktan kendini alıkoyamamıştır. Sevinçleri, eylemlerini üstlenme biçimleri hâline gelmiştir.

Ukrayna’da süren savaş, oldukça düşündürücüdür. Hegemonyasını kaybetmekte olan ABD, Ukrayna sahasını savaş sahası hâline getirmiştir. 2014’teki Neonazi darbe ile, vahşet yeniden sahne almıştır. İnsanları yakmak, katletmek, ırkçı uygulamalar, çocukları ve kadınları öldürmek, insanları direklere strech ile bağlamak vb. gibi uygulamalar, Batı için “insan hakları” uygulamaları olarak alkışlanmıştır.

Rusya’nın başlattığı özel askerî operasyon ile bu uygulamalar durmamıştır. Tersine, tüm NATO, ABD bayrağı altında yeniden birleşen Batı, Ukrayna’yı tam bir savaş meydanı, sahası hâline getirmiştir. Bu yolla, Rusya’yı çökertmek, Rusya ve Çin’i sömürgeleştirmek hedeflerini açıktan ilan etmişlerdir.

2008’de patlayan uluslararası ekonomik kriz, emperyalist Batı’nın kendi arasında öne çıkan yeniden paylaşım savaşımı ile birleşmiştir. ABD, kaybetmekte olduğu hegemonyasını sürdürmek için, dünyanın her alanını savaşa boğmak istemektedir. Ukrayna savaşı ile, Batılı rakiplerini yeniden kontrole aldılar ve ardından, Rusya ve Çin’e karşı sınır tanımaz bir saldırganlık ortaya koydular.

ABD, bir yandan, AB’yi kendi kontrolüne almakta başarılı olurken, diğer yandan Rusya’ya boyun eğdirmeyi, Çin’i durdurmayı başaramadı. Bu durum, savaşı daha da artıracak politikalara sarılmaları ile sonuçlandı. Ortadoğu’da İsrail eli ile, Filistin halkına karşı soykırım uygulamalarını devreye soktular. Suriye’den sonra İran’a saldırmayı hedefliyorlardı. Ama Suriye’de amaçlarına ulaşamadılar ve bu kez, İran’a saldırı için yeni planlar yapmaya başladılar. İsrail’in Filistin soykırımı, tam da bunun içindir.

Ne garip, Hitler tarafından soykırıma uğrayan Yahudi halkı adına bir devlet olarak ABD ve İngiltere tarafından örgütlenen İsrail, şimdi daha vahşi bir soykırımı devreye sokmuştur.

SSCB’nin dağılmasından bu yana, dünya emperyalist güçlerinin, ABD, NATO ve Batı’nın ortaya koyduğu uygulamalar, Hitler eli ile ortaya konan vahşeti kat be kat aşmıştır.

Nazi subaylarının, mesela rüşvet yemekte maharetli olmadıkları biliniyor. Yani, bir durma noktaları vardı. Oysa bugün, IŞİD; ABD güçleri, İsrail, İngiltere, Fransa vb. tarafından ortaya konan uygulamalar çok daha sınır tanımazdır. Ölüm, işkence, katliam politikaları dünyanın her yerinde sınır tanımaz bir biçimde sahneye konmaktadır.

Ukrayna’nın başına, bir narko-soytarı oturtulmuştur. Kendisine tiyatrocu deniliyordu. Ama anlaşılan, soytarı imiş. Ve bu soytarılık, biraz narkotik maddelerle birleştirilerek, tuhaf bir karakter yaratılmıştır. Ukrayna tarihi, soytarının böylesini görmemiştir.

Hangi vahşeti ele alırsak alalım, hiçbir insanî değer taşımaksızın sahneye konduğunu, emperyalist egemenlik adına hiçbir kural tanımadıklarını görmek mümkündür.

Tüm maskeler indirilmiştir. Arjantin’deki yeni komedyeni ele alın. Hiçbir değer taşımadığını anlamak mümkündür. Arjantin bu kadar değersizini görmemiştir.

Ve bu durum sadece adı geçen ülkeler için geçerli değildir. Bizde Saray Rejimi ve onun başında bulunan Erdoğan ne ise, Macron, Üçüncü Napolyon olma hevesinde aynıdır. Bizdeki Abdülhamid olmak istiyor, diğeri Napolyon. Bizdeki bazan halife olmak istiyor, bazan peygamber olma hevesi ile öne çıkıyor. Ama efendileri ABD yetkilileri karşısında tam bir kul-köle hâlindedir.

Moskova’da sahneye konan katliam, 143 kişinin öldürülmesi, sıradan bir olay değildir. IŞİD ile ilişkilendirilse de, öyle olmadığı anlaşılıyor. IŞİD, her durumda kendini feda edecek kişiler bulmakta hâlâ zorlanmamaktadır. Oysa Moskova’daki saldırganlar kaçmaya çalışmıştır.

ABD, büyük bir hızla, belki dakikalar içinde olayın Ukrayna, İngiltere ve ABD ile ilişkili olmadığını duyurmuştur. Bu telâş, aslında saldırganların yakalanması ile başlamıştır.

Elbette olayın planlayıcıları, destekçileri vb. ortaya çıkacaktır. Ama bizim konumuz bu değil. Bizim konumuz, Ukrayna savaşının aldığı biçim ve bunun sonuçlarıdır. Ukrayna savaşı, artık Rusya’nın “özel askerî operasyonu” olmaktan çıkmış, Rusya’nın kendi açıklamalarına göre de savaş olarak adlandırılmaya başlanmıştır. Bu değerlendirmeyi takip eden günler içinde Moskova’da bu saldırı ortaya konmuştur. Fransız yetkililerin, “Moskova’da halk rahat yaşıyor, savaşı hissetmiyor” tarzındaki değerlendirmelerinin hemen ardından gündeme geliyor.

Demek ki artık savaş, bilinen cephe savaşları biçiminde sürmeyecektir.

Uzun süredir, ABD ve NATO güçleri savaşı kundaklarken, kendileri her zaman arkada kalmayı başarıyor, bunu seçiyor. Savaş, farklı halklar arasında bir savaş olarak ortaya çıkıyor ve ABD, açıktan savaşın içinde olsa da, kendi güçlerini, askerlerini sahaya sürmüyor. Böylece ilan edilmemiş bir dünya savaşı ortaya konuyor.

Moskova saldırısı ile birlikte, ABD, Ukrayna’da ortaya çıkan savaşı kaybetme hâlini kabul etmiş de oluyor. Ama bu durum durması, savaş ve gerilimi azaltması anlamına gelmiyor. ABD, NATO hiçbir kural vb. gözetmeksizin saldırmakta kararlılığını ortaya koyuyor.

Ne Rusya ve ne de Çin, aynı yöntemlerle savaşı yürütmekten yana değildir. Yani, Moskova saldırısına karşılık olarak, ABD’de ya da İngiltere’de benzer bir saldırı planlamaları, ne amaçlarına uygundur, ne de istedikleri bir şeydir. Bu durum, ABD ve Batı’nın benzer katliamları devreye sokacağının da kanıtıdır. Yani, bunu yaparak bir sonuç elde etsinler etmesinler, savaşı bu yolla sürdürmekten geri durmayacaklardır. Bunun açık olduğu kanısındayım.

Öte yandan, Rusya ve Çin, ABD ve Batı’nın bu savaşına karşı, kendilerinin bugün bağımsız birer güç olmalarını borçlu oldukları eski sosyalist geçmişlerinin ideolojilerine de sahip değildirler. Yani, bu emperyalist yağmaya, bu sonu gelmez saldırılara, bu kuralsız vahşete karşı bir ideolojik cepheleri yoktur.

Sadece daha iyi anlaşılması için şöyle diyebiliriz: Eski SSCB var olmuş olsa idi, bu saldırganlık, dünyanın birçok ülkesinde zincirleme eylemlere neden olurdu. Buradan, eski SSCB’nin ya da Çin’in sosyalist sistemlerinin sorunsuz olduğu sonucu çıkmasın. Bu konudaki değerlendirmemiz biliniyor. SSCB, öncelikle içeriden tıkanmıştır, çöküşün kaynağı sadece emperyalist saldırganlık değildir. Statükocu bir anlayış, SSCB’nin devrim ve sosyalizm hedefi konusunda muğlak tutumu ile örtüşmüştür. Bu nedenle, SSCB’nin sosyalizm deneyiminin sorunsuz olduğunu söylemiyoruz. Tüm eksiklerine rağmen, SSCB ve dünyanın herhangi bir yerindeki sosyalizm deneyimini kendi tarihimiz olarak görürüz. Yenilginin, çözülüşün nedenlerine bu nedenle daha farklı yaklaşırız.

Ama vurgulamak istediğimiz şey, ABD ve Batı’nın bu savaşına karşı, Rusya ve Çin’in sosyalist bir ideolojiye sahip olmadıklarıdır. Bu elbette güçsüzlük demektir. Rusya ve Çin, Batı’nın bu saldırganlığı karşısında, terk ettikleri sosyalist geçmişlerine daha dazla dönmek zorunda kalacaklardır.

Bugün ise, emperyalist Batı’nın saldırganlığına, sürmekte olan savaşa karşı bir sosyalist ideoloji ile karşı durulmamaktadır. Bunun yol açtığı duruma dikkat çekmek niyetindeyiz.

Bu nedenle, tüm Batı’da anti-emperyalist kamuoyu, savaş karşıtı cephe, son derece zayıftır. Avrupa’yı son dönemde birbirine katan çiftçi eylemleri, son derece gelişmiş bir pratik ortaya koymalarına rağmen, anti-kapitalist bir nitelikte değildir, ondan da uzaktır.

Dünya işçi sınıfı, kitlesel gücüne rağmen, büyük gövdesi ile dünya nüfusunun çoğunluğunu oluşturmasına rağmen, devrimci önderlikten yoksundur. Bu durum, tüm kapitalist dünyada kitlesel ve anti-kapitalist temelde bir örgütlenmenin gelişiminin eksikliğini açıklamaktadır. Mesele, dünya işçi sınıfının devrimci sosyalizm temelinde, yeni bir sosyalist devrimler çağını başlatacak biçimde öznel örgütlenmesinin eksikliğindedir.

Çürüme, vahşet biçimleri, her seferinde daha aşırı hâller almaktadır. Çürüme, sistemin her yanını sarmıştır. Yakın bir dönemde, uluslararası tekeller, egemenlikleri için, “demokrasi” maskesini parçalayacaktır. Buna başlamışlardır bile. Ama bu çürüme ancak devrimci bir kalkışma ile, işçi sınıfının devrimci ideoloji ile silahlanması ile kapitalist sistemin yıkılmasına dönüştürülebilir. Yoksa, her geçen gün, Nazi uygulamalarının çok daha kötülerini Neonazilere yaslanan uluslararası tekellerin eylemlerinde daha fazla göreceğiz.

Dünya, bir yandan ilan edilmemiş bir üçüncü dünya savaşının daha yeni uygulamaları ile açık savaşa doğru gitmektedir. Ama aynı zamanda, diğer yandan dünyanın her yerinde bir sosyalist devrim, kapitalist sisteme mahkûm değiliz düşüncesi temelinde mayalanmaktadır. Savaş ve devrim, iki karşıt sınıfın iki farklı ihtiyacı olarak daha da fazla öne çıkacaktır.

Ve devrim cephesini örgütlemek, dünya devrimci hareketinin, dünya devrimci işçilerinin acil, en başta gelen görevidir. Bunun dışında bir barış yolu yoktur.

Savaş ve iç savaş

Police officers take away a person during a pro-Palestinian demonstration as the conflict between Israel and Hamas continues, in Frankfurt, Germany, October 18, 2023. REUTERS/Kai Pfaffenbach

Öyle anlaşılıyor ki, dünya giderek daha yaygın bir biçimde savaş ile yüz yüze gelmeye başladı ve bu sürecek. Evet, savaş, Ukrayna’da, Ortadoğu’da tüm sıcaklığı ile sürüyor. Buna, zaman zaman Kafkaslar katılıyor. Balkanlar, Yugoslavya’nın parçalanması döneminde içine girdiği savaş girdabından kurtulmuş olmasa da, daha sıcak biçimlerde bir savaşa sahne olmuyor. Ama gelişmelere bakılırsa, Tayvan’dan Akdeniz’e, Afrika’dan Balkanlara, Kafkaslardan Avrupa’ya, Latin Amerika’dan Yemen’e kadar savaş, her bölgede ısınmaktadır.

Yani, savaşın yayılma olasılığı giderek daha da artıyor.

“Isınmaktadır” diyoruz ama aslında savaşı isteyenler tarafından savaş kundaklanmaktadır.

Sanırım, ileride, nasıl İkinci Dünya Savaşı’nın bazı muharebeleri yenen veya yenilen orduların okullarında bir eğitim konusu hâline getirilmiş ise, aynı biçimde Ukrayna savaşı da ya da Rusların adlandırması ile “özel askerî operasyon” da, böylesi bir öneme sahip olacak. Ukrayna’da önce, 2014’te, tuhaf bir darbe ile iktidarı alan Neonaziler, Banderas, hızla katliam politikaları ortaya koymaya başladı. Bizim, Türkiye’de yaşayanların IŞİD sürecinde gördüklerinin bir benzeridir. Neonaziler katliamlara başladılar ve bu katliamlara 2022 yılına kadar ciddi bir müdahale olmaması ilgiye değerdir. 2023’te Rusya’nın yeter artık demesi ile başlattığı özel askerî operasyonun en başında, hemen tüm Batı cephesi, Rusya’nın yakın dönem çöküşü üzerine yoğunlaşmıştı. Rusya maksimum 3 ay, hadi 6 ay dayanabilirdi. Oysa işler öyle yürümedi. Birçok Batılı “uzman”, Rusya’nın Ukrayna’yı yerle bir edecek gücü olmadığını dile getirmeye başladı. Onlara göre Rusya çok zorlanıyordu. Savaşın başında Kiev’e yürüyen tanklar bile farklı düşünmek için bir itki yaratmamıştı. Ruslar tankları geri çekmişti, demek korkuyorlardı. Onlar, Batılı “uzman”lar, ABD’nin Irak savaşında her şeyi yerle bir etmesi, milyonlarca insanı katletmesi gibi bir süreç bekliyorlardı. Oysa Rusya, sanki savaşmak istemezmiş gibi hareket ediyordu. Zaman, bu görüşleri ortadan kaldırdı. Demek Rusya en başından beri, ABD ve NATO ile savaştığının farkındaydı ve Ukrayna’daki narko-yönetime rağmen Ukrayna’da sivilleri öldürmek istemiyordu.

Sonunda, Ukrayna rejimi, Batı’nın kuklası, ABD’lilerin deyimi ile, “bizim adımıza Rus öldüren” kişiler demek oluyordu. Ve Batı, NATO, büyük bir hevesle, destek vermeye yöneldi.

2024 Mart ayının sonuna gelindiğinde, yani savaşın ikinci yılı geri bırakılmış olduğunda, Rusya, savaşta olduğunu kabul etmeye başladı. Sanırım bunun anlamı, özel askerî operasyondan savaş durumuna geçiş anlamındadır. Demek oluyor ki, leopar tankları, abraham tankları yakmaktan daha ileri gidecekler. Rusya topraklarına dönük Ukrayna ve NATO saldırıları durumu değiştiriyor. Macron, Bonapartlara özenmiş hâlde, asker göndermekten söz ediyor ve zaten İngiliz ve ABD askerleri, Ukrayna rejiminin zaten içindedir. Demek ki artık Ukraynalı erkek ve kadınlar, Neonazi rejiminin emrinde ABD ve NATO adına adam öldürmenin sınırına gelmiştir ve artık “efendiler”, ABD ve AB, savaşa daha direkt dâhil olmaya heveslidir.

Mart 2024 sonu itibarı ile Ukrayna savaşı, artık başka bir aşamaya evrilmektedir.

Suriye savaşı devam ediyor.

Filistin’de İsrail soykırımı, içinde ABD’li askerlerin de varlığı ile devam ediyor.

Ve madem Rusya ekonomik olarak çökmedi, madem dünyadan izole edilemedi, o hâlde, savaşı bir üst düzeye çıkartmak için ABD ve NATO harekete geçmiş demektir.

Şimdi, bir uçta Balkanlarda, bir uçta Kafkaslarda, bir yandan Transdinyeper’de ve daha uzakta Tayvan civarında yeni savaş kundaklama işleri devreye sokulacaktır.

Savaş artık sadece vekillerle sürdürülemez.

Biden, İsrail’in Filistin katliamları devreye sokulduğunda, açıkça “iki cephede savaşabiliriz” diyerek, Ukrayna’da savaşta olduklarını kabul etmişti.

ABD, hegemonyasını kaybetmemek için, denetimi altındaki her ülkeyi, her gücü devreye sokmaktan geri durmayacaktır.

Bu nedenle, İran’a karşı savaş hazırlıkları da devrededir. İran’a karşı savaş için yapılan planlar, öyle anlaşılıyor, Hamas’ın eylemleri ile zaman olarak ertelenmiştir. Ve yine öyle anlaşılıyor ki bu erteleme, birkaç aylıktır. Mart 2024 yerine, belki, önümüzdeki aylara ertelenmiştir.

Ve tüm bu süreç, kapitalist dünya ekonomisinin içine girdiği ekonomik kriz ile birlikte yaşanmaktadır. 2008’de başlayan kriz, savaş ile aşılmaya çalışılmaktadır. Ve dahası, Çin gibi bir ekonomik gücün yükselişini tehdit olarak ortaya koyan emperyalist Batı, Çin ve Rusya arasına kamayı sokmayı başaramamıştır.

Tüm savaş planlarına rağmen, katliamlara rağmen, ABD artık tek kutuplu dünyanın efendisi değildir. Evet, Avrupa’yı tamamen denetimi altına almış gibidir. Bunun avantajı ile ABD, savaşı, kendi topraklarından uzak bir alanda sürdürmek istiyor. Macron, bu konuda epeyce heveskârdır. Almanya’nın hevesi ise dillere destandır.

Ve bu süreç, tüm kapitalist dünyada, devletin tüm baskı aygıtları ile kendini açık bir diktatörlükle ortaya koyduğu bir süreçtir de.

Dünya kapitalist sisteminde, özellikle NATO ülkelerinde, devlet yeniden şekillenmektedir. Aslında devletin niteliğinde bir değişimden söz etmiyoruz. Devlet yine kapitalist devlettir. Ama kendi yasalarını hiçe sayan, açık baskı aygıtları ile devreye giren ve savaşa hazırlanan bir devletten söz ediyoruz. İngiltere’de devlet, “demokrasi” diye tanımlanan tüm özelliklerini bir yana bırakmakta, dişlilerini ortaya çıkartmaktadır. Almanya’da da. Alman devleti, paralı askerlikten “zorunlu” askerliğe geçiş hazırlıkları yapmaktadır. İlkokullara kadar, Alman sermayesi, savaş propagandası yapmaya başlamıştır.

Her savaş, bir iç savaştır derler.

Bunun tüm göstergeleri ortaya çıkmaya başlamıştır.

Bu sadece NATO’nun açık olarak çağrı yaptığı askerî sanayinin geliştirilmesi noktasında ortaya çıkmıyor. Evet savaş sanayii için olağanüstü bütçeler devreye sokulmuştur. Silah, ilaç, enerji sektörlerinin akıl almaz kârları ile sınırlı bir durum değildir bu.

Bu aynı zamanda, her Batılı ülkede, tüm Batı cephesinde, Avrupa ve ABD’de, Kanada ve Japonya’da devletin işçi sınıfına karşı açık bir savaşı devreye sokmaya başladığı bir dönemdir. Savaş, tekellerin kasasını dolduruyor, savaş yağmayı beraberinde getiriyor, savaş sömürge ülkeler üzerinde büyük bir baskıyı gündeme getiriyor ve bu arada, dünya nüfusunun çoğunluğu, giderek daha da yoksullaşıyor. Savaş, kan ve gözyaşı olmakla kalmıyor, açlık ve işsizlik olarak da devreye giriyor.

Devlet, hemen hemen tüm kapitalist ülkelerde ama daha çok emperyalist Batı ülkelerinde, baskı aygıtlarını ortaya çıkartıyor ve kara propaganda konusunda Goebbels’i geride bırakacak bir pratik sergiliyor.

Savaş, tekellerin egemenliği altında şekillenmiş olan, savaş öncesinde de var olan karanlık çağı, daha da ileriye taşıyor.

İşçi ve emekçiler, kadınlar ve gençler üzerinde baskı artıyor.

Sadece Filistin meselesini ele alın. Dünyanın “örnek” “demokrasileri”, Filistin için yapılan destek eylemlerini yasaklıyor, Filistin bayraklarını yasaklıyor. Anayasal haklar ayaklar altına alınıyor. Bizim ülkemiz için, bu çoktandır “normal” bir uygulamadır. Ama AB ve ABD, İngiltere ve Japonya, bu konuda farklı değildir.

Burjuva liberallere, liberal solculara bir baş tacı olarak oturmuş olan “Batı değerleri”, şimdi, üzerindeki kabuğu atıyor ve altından burjuva diktatörlüğün, tekellerin devletinin gerçek yüzü görünüyor.

Burjuvazi, tekeller, savaşı körüklerken, aynı zamanda içeride de savaş için konum alıyorlar. Oluşabilecek her türlü tepkinin isyana dönüşmesini önlemek için baskı ve yalanı, ideolojiyi birlikte devreye sokuyorlar. Milliyetçilik her yolla körükleniyor. Tüm bu yollarla, işçi sınıfının örgütlenmesini önlemeye çalışıyorlar.

Ukrayna rejimi, bir çeşit narko-devlet hâline gelmiştir. Onu destekleyenler, benzerini kendi ülkelerine ithal etmektedirler. Batı’nın devletleri, birer Ukrayna devleti hâline gelmeye yönelmiştir. Alman tekelleri, Neonazileri diriltmek ile çıkış yolu arıyorlar. Sadece Kanada parlamentosunda Nazi artıklarını elleri patlarcasına alkışlamıyorlar, bu yolla, mesela Kanada’da Neonazilerin önünü açıyorlar. Çıkış yolunu burada buluyorlar.

Savaş, nihayetinde, bir iç savaş hâline gelir ve geliyor. Hemen her Batı ülkesinde, savaş seviciliği geliştiriliyor.

Elbette buna karşı, yeniden bir direniş de gelişiyor, gelişecek. Ve ne önlem alırlarsa alsınlar, işçi sınıfı ve emekçiler, bu cendereyi kıracaklardır. Tüm Batı’da ortaya konan protesto gösterileri, bunun ilk adımlarıdır. Avrupa, İngiltere ve ABD de dâhil, tüm kapitalist dünyada işçi ve emekçiler, emekten yana olanlar, sokaklara çıkmayı yeniden öğreniyor.

Burjuvazinin baskı makinası, elbette karşısında direnci de geliştirmektedir, geliştirecektir. Burjuvazi bunu biliyor ve devlet tüm olanakları ile, toplumsal bilinci, din ve milliyetçilik ile bağlamaya, sabitlemeye çalışıyor.

Tekeller, emperyalist Batı, tüm güçleri ile savaşı ve savaş sanayiini geliştirmeye çalışıyor. Akıl almaz bütçeler, karşılıksız basılan paralar ile savaşı desteklemeye çalışıyorlar. Bu durum, artan vergiler, artan yoksulluk da demektir.

Savaş, sadece savaşın yaşandığı coğrafyada, mesela Filistin’de, Yemen’de, Suriye’de, Ukrayna’da kan ve gözyaşı demekle sınırlı değildir. Savaş, aynı zamanda, savaşı yürüten, destekleyen ülkelerde artan yoksulluk, açlık da demektir.

Emperyalist cephe, savaştan vazgeçemeyecek noktadadır. ABD ve NATO, savaş dışında bir yaşama yoluna artık sahip değildir. Bu nedenle savaşı her yolla tırmandırıyorlar ve bu açıdan güvenli toprak parçası kalmamıştır. ABD ve NATO, her türlü yolla, kendilerinin denetimindeki her ülkeyi savaşa sürüklemek konusunda ustalaşmıştır. Ukrayna ve Rusya arasında İstanbul’da varılan anlaşmayı nasıl engellediklerini, şimdi, tüm Batı medyası itiraf etmektedir. Ukrayna’daki gibi kukla rejimler, dünyanın her kapitalist sömürgesinde bulunabilecek durumdadır. Türkiye’de devlet nasıl ABD ve NATO tetikçisi hâline getirilmiştir? Örnektir ve Ukrayna’ya benzer hâldedir. Elbette benzerlik kadar farklılıklar da vardır. Ama hep birlikte, Doğu Avrupa’daki, Ortadoğu’daki rejimlerin nasıl organize edildiğini görebiliyoruz. Her biri narko-devletler hâline getiriliyor, her birinde çeteler, Neonaziler, mafyatik organizasyonlar devlet desteği ile yükseltilmektedir.

Ve elbette işçi sınıfı, emekçiler, kadınlar ve gençler, tüm bu kan ve gözyaşı arasında, kendi örgütlenmeleri ile, kendi ülkelerindeki devletlere karşı örgütlenme ve mücadeleyi geliştireceklerdir. Savaşın yarattığı yoksulluk, işsizlik, kan ve gözyaşı arasında, devrimci direniş gelişmektedir, gelişecektir.

Elbette bu kolay bir süreç değildir. Ha deyince gerçekleşmeyecektir. Ancak dünya işçi sınıfı tarihinin zengin mücadele deneyimleri, yeniden yükselecek olan direniş için büyük derslerle doludur.

İşçiler, savaş naraları atan tekellere, onların devletine karşı açık ve net bir mücadele için saf tutmalıdırlar. Savaşta, “ulusal çıkar”, “vatan” vb. adı altında, kendi burjuvazisini, kendi ülkesindeki devleti destekleyen bir sol hareket, asla sol hareket değildir, tersine işçi sınıfı içindeki burjuva ajanlarıdır.

İşçi sınıfı silahını, tekellere, burjuva egemenliğe çevirmek zorundadır. Savaşı önlemenin tek yolu, egemenleri alaşağı etmektir. Egemene karşı mücadele etmeden, devrimcilikten söz edilemez. Ne kadar güçsüz ve ne kadar zayıf olursa olsun, işçi hareketinin, güçsüzlük bahanesi ile sessiz kalması, seyirci kalması savunulamaz. Sadece bizim gibi sömürge ülkelerde değil, Batı’nın metropollerinde de, işçi sınıfının örgütlenmesi acil bir konudur ve devrimci temelde gelişmediği sürece işçi hareketi, bağımsız bir güç olarak tarihsel görevini yerine getiremez.

Savaş ve kaosun içinde, işçi sınıfının devrimci yükselişi mayalanmaktadır. Bu, mayalanmakta olan sosyalist devrimlerin temeli olacaktır. Burjuva egemenlik çürümüştür ve tarihin sahnesinden temelli çekilmesi için, devrimci işçi sınıfının bayrağını yeniden açmasının dönemidir. İçinden geçtiğimiz bu dönem, savaşların egemen olduğu bir dönem olsa da, yarını getirecek olan sosyalist devrimlerin yükselişinin de dönemi olacaktır.

İsrail’in soykırımı ve İslamcı görüşlerin sınavı

6 Ekim’i 7 Ekim’e bağlayan gece, Gazze Şeridi’ni aşarak, Hamas, İsrail’e kapsamlı bir saldırı düzenledi. Bu saldırının üzerinden, 6 ay zaman geçmiş bulunuyor. Ramazan Bayramı, tamı tamına 6 ayın dolduğu gün başlayacak. Ve bu altı aylık süre içinde, birçok kesimin gerçek yüzü ortaya çıkmaya başladı.

Savaş, mücadele ne zaman şiddetlenirse, cepheler ne zaman netleşirse, işte o zaman, “ortada olma” hâli işe yaramaz hâle gelir. Maskeler düşer. Saf tutmak gerekir. Ortada kalma hâlinin artık bir “yetenek” değil de bir utanılası hâl olmaya başladığı duruma geçilir. Onun için, az ya da çok herkes cephesini göstermeye başlar. Beklenecek hâl kalmaz.

İsrail eli ile, tüm dünyanın gözü önünde, ABD, İngiltere, Türkiye, Almanya, Fransa, Suudi Arabistan gibi ülkelerin “özel” ve NATO’nun genel desteği ile bir soykırım yapılmaktadır. İşte bu soykırım uzadıkça, herkesin tavrı, tüm detayları ile ortaya çıkmaktadır.

ABD’li bir asker, kendi ülkesinin askerlerinin bizzat bu savaşa katılarak soykırım uygulamasının bir parçası olduğunu bildiğini, bunu protesto etmek istediğini söyleyerek, kendini yakmıştır. Belki ABD’de değil de başka bir ülkede olsaydı, belki derisi beyaz olmamış olsaydı, daha büyük yankılara neden olacaktı. Ama neredeyse, tüm Batı basını için, görülmeye gerek olmayan bir haber olarak kaldı.

Biliyoruz ki, BM’deki tüm çabalara rağmen, ABD, İngiltere, Fransa, NATO’nun tümü, soykırım için ellerinden gelen desteği gösterdiler. Kendilerini “insan hakları”, “uygarlığın temsilcileri”, “medeniyet taşıyıcıları”, “demokrasinin beşiği” olarak ilan eden bu ülkelerin tümü, İsrail’in soykırımının açık destekçileridir. Elbette hâlâ kendilerini “demokrasinin beşiği” olarak sunmaktan, hâlâ “insan haklarının savunucuları” olduklarını ilan etmekten geri durmayacaklar. Tüm Batı, yüzyıllarca zaten hep bunu yapmadı mı? Amerika kıtasını keşfettik dediler ve milyonlarca insanı katlettiler. Afrika’yı, Hindistan’ı, saymaya gerek var mı, yeryüzünün her metrekare toprağını, kana buladılar, açlığı ektiler, ölümü ektiler, karanlığa boğmaya kalktılar. Sömürgecilik siyaseti budur. Bizim gibi sömürge ülkelerin yönetici elitinin Batı hayranlığı nedeni ile her zaman destekledikleri bu propaganda, hâlâ etkisini sürdürmektedir.

Avrupa, ABD, Japonya, kendi ülkelerinde Filistin’i destekleyen, İsrail’i lanetleyen gösterileri yasaklamakta tereddüt etmediler, Filistin bayraklarını yasakladılar. Ülkemizde de Filistin bayraklarına tahammülü olmayanlar biliniyor. Demokrasi denildi mi, kendilerini şampiyon ilan edenler, en sıradan anayasal hak olan gösteri hakkına azgınca saldırdılar.

Efendiler, kendilerinin çıkarlarına uyan her katliamı, alkışladılar ve savunma hakkı ilan ettiler. Aynı sürece daha farklı bakan, dünyanın birçok ülkesi, Rusya, Çin, Güney Afrika, Küba, Venezuela ve daha başkaları, toprakları işgal edilen bir halkın direnişinin terör eylemi sayılamayacağını ilan ettiler. Dünyanın çok farklı ülkelerinde halklar, sokaklara çıktılar ve karşılarında, o ana kadar “demokrasi” diye düşündükleri kendi ülkelerindeki rejimin azgın saldırıları ile karşı karşıya kaldılar.

Bunların ötesinde ise, özellikle Müslüman ülkelerin tutumu ilgiye değer bir hâl aldı. Suriye, İran, Yemen hariç, halkının çoğunluğunun Müslüman olduğu hemen hiçbir ülke, İsrail’e karşı tutum almadı, İsrail’e dur demek için bir tek adım atmadı. Mısır, Türkiye, Suudi Arabistan en başta olmak üzere, çoğu İslam ülkesi, açık olarak İsrail’in yanında yer aldılar.

Ülkemizin çakma sultanı, heves ettiği halifeliğin İsrail onayından geçtiğini düşünüyor olmalıdır ki, tam bir ikiyüzlülük ile Filistin halkını satmakta ustalık göstermiştir. Bir yandan, Saray Rejimi, Erdoğan ağzından İsrail’e köpürürken, diğer yandan her türlü desteği sürdürdüler. Ünlü karikatürü hatırlayalım, Erdoğan bir elinde mikrofon İsrail’e karşı nutuk atıyor, diğer eli ile, IŞİD, Suudi Arabistan, Katar vb. desteği ile petrolü İsrail tanklarına dolduruyor. Durum tam da budur.

TC devleti, Saray Rejimi, İsrail ile ekonomik, ticari ve askerî ilişkileri kesmek bir yana, daha da artırdı. Patlayıcı madde yapımında kullanılan her türlü madde, yiyecek, giyecek, askerî giyim eşyaları, silah, çelik, petrol vb. sevkiyatları katlandı. Birçok limandan kalkan gemi sayısı 5 kata kadar çıktı. Türkiye, İsrail için hayatî ne varsa tedarik etmekte tereddüt dahi etmedi. Kendi emrindeki IŞİD vb. güçlerini İsrail ile dostluk çizgisinde tuttu.

Ama öte yandan, günlük olarak İslamî hareketlerin gazını alacak her türlü söylemi de devreye sokmaktan geri durmadı. Bir İslamî hareket üyesi, P&G’nin Gebze tesislerini basarak rehineler aldığında, aslında İslamî kesimler içindeki rahatsızlığın ne denli derin olduğunu da göstermiş oldu. Birçok kişi, kesim ve grup, aslında Filistin halkının yanında olmak için, İslamî bir temelde de olsa, harekete geçme eğilimini ortaya koydu. Ama Saray Rejimi ve NATO güçleri, İslamî hareket içinde sanıldığından çok daha etkilidir. P&G’yi basan kişiler gibi “kontrollerinden çıkan” unsurları dahi denetim altında tutacak araçlar geliştirmiş durumdadırlar.

İslamî hareket içinde, sadece Ortadoğu’da değil, sadece El-Kaide, IŞİD, HTŞ gibi örgütler özelinde değil, ülkemizde de emperyalist ideoloji son derece etkindir. Gülen Hareketi, hem NATO’cudur, hem Batıcıdır, hem de İsrail yandaşıdır. İsrail yandaşı olma hâli, sanıldığından da daha güçlüdür. Diyanet İşleri de dâhil, tüm tarikatların içinde, ABD, İngiltere ve İsrail, diğer Batı güçlerine göre çok daha etkindir.

TC devleti bir Batı sömürgesidir, ABD ve AB sömürgesidir. Siyasal alanı tümü ile ABD kontrol etmektedir. Kendini, AK Parti ile birlikte, iktidarın parçası olarak ilan eden, kendini öyle sanan İslamî kesimler, elbette aynı mekanizma içinde emperyalist efendilerin çıkar bekçiliğini yapmaktadır. Bu nedenle, tabanda var olan İsrail’in soykırımına karşı tepki, bu hareketlerin lider kadrolarını aşamamaktadır. Zira bu lider kadrolar, efendilerin ve devletin kontrolündedir.

Şöyle bir şey söylemek abartı olmaz: İsrail, Türkiye’de, İsrail’de olduğundan daha güçlüdür. Bu sadece İsrail istihbaratı için geçerli değildir. Bir bütün olarak İsrail etkinliğinden söz etmek gerekir. Adnan Hoca’sından tarikatlarına, Melih Gökçek’inden parlamenterlerine, askerlerinden polisine kadar, hem ideolojik alanda hem de devlet yapısı içinde güçlü oldukları anlaşılmaktadır.

Bu teze tersinden de yaklaşmak mümkün. İsrail’in Neonazi iktidarı demek olan Netanyahu iktidarı, İsrail halkının büyük tepkisine rağmen, meşruluğu tartışılır bir iktidardır. Netanyahu, İsrail’in Hitleri sayılır.

Neonazi örgütlenmesi, tüm Batı dünyasında öylesine etkilidir ki, kendisi soykırıma uğramış İsrail halkının iradesine rağmen, Neonazi bir iktidar İsrail’i yönetmektedir. Filistinli çocuklara, kadınlara, halka karşı tutumları, bu son soykırım süreci ile birlikte tümü ile açığa çıkmıştır. İsrail’in uygulamalarını savunmak, açıktan bir devlet terörünü savunmak durumundadır.

Ülkemizdeki İslamî hareket içinde tüm bu süreçten rahatsız olan, buna tepkili olan bir taban vardır. Ancak bu taban, binbir yolla, Saray Rejimi’ne biat edecek şekilde hareket ettirilmektedir. Saray Rejimi, ortaya çıkan ticari, ekonomik ve askerî ilişkileri, artık çuvala sığmayan yalanlarla savunmayı denemektedir. Bu durum tabandan gelen tepkiye rağmen yapılmaktadır. Tabandan gelen tepki ise oldukça zayıf kalmaktadır. Tüm samimiyeti ile Filistin halkının yanında yer almaya çalışan İslamî kesimler, bu konuda da oldukça zayıf bir pratik ortaya koymaktadır. Adeta, eylemleri yok denecek kadar sınırlıdır.

Bu bir açıdan bir yol ayrımıdır.

Bu yol ayrımında, ilk mesele, İslamî hareketin, Batı ve emperyalizmden kopması gereğidir. Yani İslamî hareketin en samimi unsurları dahi, eğer Batı emperyalizminden kopmazlarsa, asla kendileri olamayacaklardır. Bu elbette, onları, komünist hareketin, devrimci sosyalistlerin safına sempati ile bakmaya yöneltecektir. Ancak, başka da seçenek yoktur.

İkincisi, İslamî kesimler, gerçekten samimi iseler, devlet ile aralarına açık bir çizgi çekmek zorundadırlar. Devlet, her zaman halklara karşı, işçi ve emekçilere, emeği ile geçinenlere karşı olmuştur. TC devletinin, bunu aşarak, emperyalist efendilerini dinlemeye son vererek İsrail’e karşı tutum alması mümkün değildir.

Şu anda, 6 aylık bir pratik geçmiş ortadadır. Saray Rejimi, hiçbir biçimde İsrail ile ekonomik, ticari, askerî ilişkilerini kesmemiştir. Bu ilişkileri kesmek şöyle dursun, tersine, ticari, askerî ilişkileri daha da geliştirmiştir. En son, barut satılıp satılmadığı tartışılmaktadır. Ama tek tek ne sattıklarının bir anlamı ve önemi yoktur. Filistin halkına herhangi bir yardım, ilaç, yiyecek ve insanî yardım ulaşmasını önleyen İsrail’e, hangi malın ne miktarda ulaştırıldığı bir tartışma konusu bile değildir. İsrail, halka “yardım kamyonu geldi” diyerek halkı bir yere toplamakta, sonra da halkın üzerine bombalar atmaktadır. Bunu bilmeyen yoktur. Hastahaneleri bombalamaktadır, bunu bilmeyen yoktur. Tüm bunlar ortada iken, Saray Rejimi’nin, “silah satmıyoruz” demesi ne anlama gelir? Amonyum nitrat satıyorlar, çelik satıyorlar, petrol satıyorlar, askerî teçhizat satıyorlar. Ne olacak; barut ya da el bombası satıyorlar ya da satmıyorlar? Bunun ne önemi vardır? Sayıları bine yaklaşan gemi ile mal taşıdıkları biliniyor. Oysa Filistin’e tek bir yolla bile yardım yapmadıkları biliniyor.

Tüm bu tartışmalar, aslında İslamî hareketlerin tabanındaki rahatsızlıkları bastırmak için yürütülmektedir. TC devleti, sanki “doğal” bir iş yapıyor, sanki herhangi bir ülkeye mal satmak gibi bir iş yapıyor, sanki bir Filistin soykırımı yokmuş gibi konuşuyor.

Elbette ABD ve Avrupa, NATO ülkeleri İsrail’e her türlü desteği sağlamaktadır. Ancak onlar bunu gizlemiyorlar. Bizde söz konusu olan, söze sıra geldiğinde İsrail’e karşı ağzı köpükler saçan bir iktidar varken aynı zamanda bitmez tükenmez bir enerji ile ticari ve askerî işbirliğinin sürmesi meselesidir.

Derler ki, bir katliamı, bir haksızlığı seyreden de kirlenir. İslamî hareket, ülkemizde ABD ve Batı emperyalizmiyle işbirliği ile zaten kirlenmiştir. Bu kirlilik, bugün kat be kat artmaktadır.

İnsanın dinî inançları nedeni ile değil, egemene karşı, adil ve özgür bir dünya için saf tutması gereklidir. Çoğunluğu yoksul işçi, köylülerden, küçük mülk sahiplerinden oluşan İslamî tabanın, inanç nedeni ile değil, haksızlığa karşı, egemene karşı, işçi sınıfının, emekçilerin yanında mücadele etmek adına saf tutması gerekir. Mesele dinî inanç olursa, İsrail’de de dinî inançların ve milliyetçiliğin nasıl kullanıldığını, en açık Netanyahu hükümetinde görmekteyiz. Bu, dinî inançların savaşı değildir. Bu, egemene karşı, sömürgeciliğe karşı, emperyalizme karşı, halkların savaşımıdır. Bu, özgürlük ve sosyalizm savaşımıdır. Bu, her türlü haksızlığa karşı savaşımın temeli olan, insanın insan tarafından sömürülmesine karşı savaştır. Filistinlilerin çoğu, İsrail’de köle-işçi durumundadır. Bu durum savaş zamanlarında olduğu kadar, barış zamanlarında da geçerlidir.

Ülkemizdeki İslamî hareket, Saray Rejimi’ne bağlanmış olduğu için, emperyalist ideolojiye bağlanmış olduğu için Filistin’deki somut durumu da doğru görememektedir. Sanılıyor ki, İsrail’in egemenleri, Batı’nın egemenlerinden çok uzak ve farklıdırlar. Değildirler. Bu nedenle, Batı’nın, NATO’nun ve onların bir parçası olarak Saray Rejimi’nin İsrail’e desteği sürmektedir, sürecektir.

Ülkemizdeki İslamî hareket içinde bu süreci, sadece bugün değil, öncesinden de gören, anti-kapitalist olmayı ilke edinenler vardır. İktidarın bu kesimlere karşı tavrı da biliniyor.

Bilinen bir sözdür: Mazluma dini sorulmaz.

Bunalım, siyaseti sardı ya da ne kadar “yüksek” ise o kadar “alçak”tır

Siz bu satırları okuyacağınız zaman, yerel seçimler bitmiş, sonuçlar açıklanmış, peş peşe zamlar ortaya çıkmaya başlamış, muhtemelen dolar 38 TL’yi aşmış, yeni vergi paketleri açıklanmış vb. olacak.

Bu nedenle, belki de burada konu edineceğimiz hâl ve durumlara ilişkin örnekler, az ya da çok eskimiş olacak.

Bir yerel seçim süreci yaşanıyor. Daha sonuna gelmedik. Belki daha farklı “inciler” de dinleyeceğiz. Ama hepsi hepsi bir yerel seçim de olmuş olsa, seçim sürecinde Saray Rejimi’nin bunalımının siyaset sahnesine yansımalarına tanık olduk, oluyoruz.

Belki siz, bizim burada konu edineceğimiz örneklerden çok daha farklı örneklere dikkat etmiş, belki de boş ver demiş olabilirsiniz. Biz de birkaçını seçtik. Mesela Murat Kurum’un örneklerini konu bile edinmiyoruz. Sanki tüm kapitalist ülkelerde ya da çoğunda, NATO ülkelerinin hemen hepsinde, tekelci sermaye, egemenler, kendi çürümüş hâllerini yansıtmak üzere “özel tip”ler ile siyasal sahneyi dolduruyorlar. Biden hava ile el sıkışıyor. Diyelim ki alzheimer olsun, demek ki yerine aday yok. Ya da rakibi Trump, bizim Erdoğan’ın umudu, her açıklaması bir itiraf. Macron için ne diyebiliriz? Hegel, tarihte büyük olaylar ve kişiler iki kere oynar demişti. Marx buna ekleme yaptı, “ilkinde trajedi, ikincisinde komedi” diye. Napolyon Bonapart trajedi idi, Louis Bonaparte bir komedi oldu. Öyle anlaşılıyor Macron trajikomiktir. Demek, tarihte büyük kişiler üçüncü kere oynayacakları zaman, trajikomik oluyorlar. Peki Almanya’nın mimiksiz şansölyesi için ne diyeceğiz; her açıklaması, öncekini yalanlar niteliktedir. Sanki Neonazilere teslim olmuş Almanya, Hitler’in komiğini bulamamış da, öne Scholz’u sürmüş arkasına Nazi kıtalarını, böylece iki beyinli bir yaratık ortaya çıkmış ve bir o kafa konuşuyor bir diğeri.

Hepsi, tüm Batı siyasal yaşamının önünde bulunan liderler, yükseldikçe alçalan bir durumu yansıtıyorlar.

Kimisi katildir, kimisi narkotik, kimisi alzheimerdir, kimisi tarikatçıdır ve istisnası yok hepsi hırsızdır. Sermayenin gözdesi olmanın yolu, en başından “hırsızlık”tan geçer. Zira üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet ya da sermaye, gerçekte büyük çaplı hırsızlığa dayanır. Bu nedenle hırsızlık, anormalite değildir.

Mesela İsrail’in Filistin’deki soykırım saldırıları karşısındaki Batı ve NATO ülkelerinin tutumunu ele alın, dediğimizi anlamakta zorluk çekmeyeceksiniz. Bunun “normal” bir hâl olmadığını biliyoruz, anormaldir ve siyasal alanda anormal, olağanüstü döneme denk gelir. Bir farkla ki, bu olağanüstü dönemde ortaya çıkan liderler, cahiliye devrinin numuneleri gibidirler. Sanki tekeller, kendi yarattıkları karanlıkta, ellerine ilk gelen “moloz”u, kendi iktidarlarının yapı taşı hâline getiriyorlar.

Bu nedenle Murat Kurum bir örnek teşkil eder mi, bilemiyoruz. Korkudan mı bilinmez, protesto edilirken alkışlandığını sanıyor. Karşı tarafa kötü bir şey söylemek isterken, kendini kötü hâllere sokuyor.

1

İlki, Erdoğan’ın ağzından döküldü. “Bu benim son seçimim” dedi. İsa’nın son akşam yemeği meşhurdur ve sanatçıların fırçalarından ünlü tablolara aktarılmıştır. Hele Rembrandt’ınki. Ama İsa’nın, hiçbir yerde “bu benim son akşam yemeğim” dediği kayıt altına alınmamıştır.

Ama Sultan Abdülhamid’in üçüncü derece kopyası, çakma padişah Erdoğan, bunun kendisinin son seçimi olduğunu söylemiştir. Eğer Abdülhamid trajedi ise, Erdoğan’ın onun komiği olduğu söylenebilir. O nedenle sözlerinde bu “komik” hâlin yansıması vardır.

Acaba ne demek istemiştir? Ya da Bahçeli’nin konuşma tarzına uygun olarak söylersek, “böyle söyleyerek ne demek istemiştir”?

Şıklar şöyle: (a) bundan sonra zaten seçim olmayacak, bu da son seçimdir mi demek istemiştir (b) ben siyaseti bırakacağım mı demek istemiştir (c) yoksa benim istediklerimi seçmezseniz, küserim mi demek istemiştir. (d) efendileri olan ABD ve NATO yetkililerine “tamam bunu da bana verin, başka istemeyeceğim” mi demek istemiştir?

Henüz bilmiyoruz.

Öncelikle, Erdoğan seçimlere girmiyor. Çünkü o bir belediye başkanı adayı değil. Zaten kendisi başkan-çoban ya da cumhurbaşkanı. Ama diyeceksiniz ki, aynı zaman da AK Parti başkanıdır ve bu durumda “benim son seçimim” derken, AK Parti’nin son seçimi demek istemiş olabilir. Hatta bir görüşe göre, artık bu seçimden sonra AK Parti başkanlığını bırakacaktır, bu nedenle son seçimim demek istemiştir. Doğru mu?

Henüz bilmiyoruz.

Belki de kendini İstanbul belediye başkan adayı olarak görüyor olabilir. Öyle ya, hava ile tokalaşmak mümkün ise, kendini belediye başkan adayı sanmak çok daha mümkündür, hiç değilse kendini hava sanmıyor.

İyi ama, Erdoğan eklemiş: “en azından yasal olarak böyle.” Yasal olarak böyle denildi mi, demek ki, cumhurbaşkanlığı seçiminden söz ediyor. Aslında 14-28 Mayıs seçimlerinde de durum yasal olarak öyle idi, Erdoğan aday olamıyordu. Ama Kılıçdaroğlu’nun gönlü buna razı değildi ve yasal olsun olmasın, onu sandıkta yenmek “dürüst” siyaset gereği idi. Hani babasının çiftliği ya burası, öyle ise, Erdoğan’ı mı incitecekti? İncitmedi. Böylece yasal olmasa da Erdoğan aday olabildi. Bununla kalmadı, elbette Kılıçdaroğlu’nun omuzları üstünden “seçilmiştir”. Ve CHP dâhil tüm burjuva partiler, seçimi meşru ilan etmiştir.

Demek Erdoğan, bir sonraki, 2028’deki seçim için hazırlık yapıyor diyebilir misiniz?

Henüz bilmiyoruz.

Ama hemen eski ve yeni Adalet Bakanları, bir sonraki sefer de, seçim bir ay erken yapılırsa mesela, aday olabileceğini söylemeye başladılar. Demek, onlar, şöyle anlamışlar: Erdoğan, bir daha cumhurbaşkanı adayı olmayacak. Bu durumda, “son akşam yemeği” gibi bir durumdan söz ediyor olabilir.

Peki Erdoğan, yerel seçimler öncesinde, neden “bu benim son seçimim” deme gereği duydu? Değil mi ki genel seçimlere daha zaman var. Acaba Erdoğan, İmamoğlu kazanırsa, yarın kendi karşısına cumhurbaşkanı adayı olarak çıkacağını mı ifade etmek istiyor? Bu durumda İmamoğlu seçilmesin, bunu önleyin mi demek istiyor?

Maalesef henüz bilemiyoruz.

Hem sonra böyle veda olur mu?

Yoksa Erdoğan, kendi cephesinin harekete geçmesini mi istiyor?

Henüz bilemiyoruz.

2

Hepsi Saray Rejimi’nin bir parçasıdır. CHP’nin de, MHP’nin de, Akşener’in de, Özdağ’ın da, Babacan’ın da, Davutoğlu’nun da, hepsinin Saray Rejimi’nin bir parçası olduğu biliniyor. 14-28 Mayıs seçimleri öncesinde bunu vurguluyorduk. Bugün, hemen herkes bunu biraz daha kavramış durumdadır.

Kılıçdaroğlu ile CHP, Erdoğan için çalışmıştır. Kılıçdaroğlu oyunu kime vermiştir bilmiyoruz ama Erdoğan’ı çok ama çok desteklemiştir. Ne kadar yüksek ise o kadar alçaktır tutumuna uygundur. Danışmanlarını bizzat Erdoğan atamamış ise, gerek olmadığındadır. Danışmanlarını Erdoğan çevresinden seçmekte müthiş başarılıdır.

Şöyle diyordu: “Alevi’yim, maalesef insan ailesini seçemiyor.” Ne kadar müthiş değil mi? Kılıçdaroğlu’na, öncelikle insan hakları bildirgesine uygun olarak, önce ailesini seçme hakkı verilmelidir.

Bugüne dönelim.

Bugün CHP, yeni bir slogana sahiptir “işimiz belediye”.

Siz CHP’yi iktidarı almaya aday bir parti mi sanıyorsunuz?

Demek yanlış sanıyorsunuz.

CHP’nin işi belediyedir.

Yani, Saray Rejimi’nde işler paylaşılmıştır. Birisinin işi iktidar, devlet vb. Diğerinin işi belediye. Kendilerini buna göre ayarlıyorlar. Mesela, bundan sonra CHP, zaten önemi kalmamış olan parlamento seçimlerine katılmasın, hele hele cumhurbaşkanlığı seçimlerine hiç katılmasın. (Acaba Erdoğan, bu nedenle mi, bakın bundan sonra cumhurbaşkanlığı seçimi olmayacak, benim dediğimi yapın da bir kere daha kazanmış olayım mı demek istemiş?) Böylece, cumhurbaşkanı, sultan niyetine ABD tarafından açık olarak atansın. Ama belediye işleri CHP’nin işi olarak kalsın.

Demek CHP’nin işi belediye imiş.

Belki de bu nedenle, belediye seçimlerinde “vaatler” bölümü oluşmaktadır. Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimlerde vaat yok. Ama belediye seçimlerinde vaatler ortaya çıkıyor.

İşte bu nedenle olmalı, Erdoğan, “buyruğunu” veriyor ve “eğer belediye bizden olmazsa, yardım alamazsınız” diyor. Hem de bunu Hatay’da, deprem yaraları içindeki hayalet şehirde söylüyor. Yüksekte olunca, para ile oy satın almak yetmiyor, tehdit de devreye sokuluyor.

İşte bu koşullar altında CHP, “işimiz belediye” diyerek, acaba Saray’a, yanlış anlama sana karşı değiliz mi demek istiyor?

Peki işimiz belediye, tamam ama ya Çevre ve Şehircilik Bakanlığı sizin elinizdeki her şeyi Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile alırsa ne olacak? Ya Erdoğan, kalkar da bu ne arkadaş, devlet varken, vali varken, ben varken belediye başkanına ne ihtiyaç var derse? Tamam, demokrasi var, biz zaten laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletiyiz, ama ya derse ne olacak?

Belli ki bu nedenle İmamoğlu, seçim kampanyasını Cumhurbaşkanlığı seçimi kampanyası gibi yürütüyor.

Belediyeler, güçlendirilmiş Saray Rejimi’nde, çöp toplama, sokak temizleme, kaldırım düzenleme vb. işleri ile meşgul olacaktır. Kalanı, yani belediyelerin birçok işi, iktidara devredilecektir. Kanımca, bir “Belediye Bakanlığı” kurulması yerinde olur; böylece, tüm belediyeler, Saray’a doğrudan bağlanabilir. Bu durumda, kayyum falan atamaya da gerek kalmaz, zaten hepsi birden kayyum yönetiminde olur.

3

Devlettir ve mutlaka bahçesi vardır. Bahçesiz devlet olmayacağı için, Devlet Bahçeli olmadan, Saray siyaseti olmaz.

Devlet Bahçeli, MHP tarikatının 11. kere başkanı seçildi. Tüm delegelerin oyunu aldı ve demokrasi zaten bunu gerektirir.

Ve Bahçeli, Erdoğan’a olan aşkını gürleyerek ilan etti. Erdoğan’a sesleniyorum, dedi. Bizi bırakamazsın, dedi. Demek Bahçeli, ya Erdoğan’ın bu benim son seçimim sözlerini “aha adam gidiyor” diye yorumladı ve aşkını ilan ederek onu durdurmak istedi ya da onun sözlerini “devreye girin, bir şey yapın” olarak anladı ve harekete geçti. Harekete geçerken, bir aşkın ilan edilmesi, elbette işe kutsiyet katmaktadır.

Bir görüşe göre, Bahçeli, bizi bırakıp da mesela DEM Parti ile hareket etme, demek istemiştir. Doğrusu, böylesi bir durum, olası yeni barış görüşmeleri yapılsa da yapılmasa da, pek olanaklı değildir. Elbette, Kürtler içinde var olan Barzanici grup, zaten ABD ve NATO şemsiyesi altında Erdoğan ile iyi ilişkilere sahiptir ve bu yeni değildir. Ama Bahçeli, bunu kastediyor olamaz.

Bahçeli’nin “bizi bırakamazsın” sözleri, Erdoğan’ın Gülen’e, “bitsin bu hasret gel” demesine benzemektedir.

4

Yerel seçimdir bu. Belediye başkanları seçilecek. Ama sistem çürümektedir. Bu nedenle olsa gerek, bu seçimleri AK Parti, eğer kaybederse, “Filistin’de cesetlerin yanında kala kala çirkinleşen Filistinli kız çocuklarının ağlayacağını” ilan ediyor.

Ne kadar yüksektendir ve ne kadar alçakçadır.

Filistin’le ticareti ve askerî ilişkileri kesmeyen bir iktidar, işe ancak böyle bakabilir. Filistin’de katledilenleri, soykırım kurbanlarını ceset, onların yanında ağlayan kız çocuklarını da çirkin gören bir göz, dilini ancak böyle kullanabilir.

Filistin’de ölülerinin yanında duran kız çocuklarının çirkin olduğunu nereden çıkartıyorsunuz? Sizin gözünüzde güzel, paradan başka, efendilerinizin yaladığınız ayakkabılarından başka bir şey değildir. Bunu biliyoruz. Ama, siz, soykırımda henüz ölmemiş olan çocukları nasıl çirkin ilan ediyorsunuz? Onlara hangi gözle bakıyorsunuz?

Çirkin sizsiniz, tüm şürekânızla.

Başka örneklere gerek var mı? Acaba atladığımız daha nice inciler içinde ele alınması gereken başka bir inci var mı?

Saray Rejimi’nin, egemenin, dünya kapitalist sisteminin, tekellerin karanlık çağının bunalımı, siyaset alanını tümden sarmıştır. Burjuva siyaset, artık, hiçbir çirkinliğini gizleme gereği duymamaktadır. Tüm pislikleri yüzlerindedir ve açık hâle gelmiştir. Maskeleri inmiştir.

Artık burjuva egemenlik çürümüştür. Ömrünü fazladan yaşayan bir canlı, bir canavar olarak her şeyi yok ederek, her şeyi kirleterek yaşamaya devam etmektedir. Çirkindir ve çirkinliklerine yakışır “lider”ler bulup çıkartmaktadırlar. Döneme uygundur. Hepsi Neonazi artıkları gibidir.

Kapitalist sistem ömrünü doldurmuştur. Ve elbette kendi kendine tarih sahnesinden çekilmeyecektir. İşçi sınıfının devrimci vuruşunu beklemektedir. Dünyayı kurtaracak olan şey, işçi sınıfının devrim isteği ile yeniden ayağa kalkmasıdır. İnsan olarak kalmak, ancak bu sisteme karşı açık ve net bir cephede yer almakla mümkündür.

Şimdi saf tutmanın, kafamızı nida ve sual işaretlerinden kurtararak mücadeleye katılmanın zamanıdır.

Sömürüye, baskıya, savaş politikalarına karşı 1 Mayıs’ta Taksim’deyiz! | 2024 1 Mayıs Taksim Platformu

1 Mayıs 2011 | Taksim Meydanı

2024 1 Mayıs’ı yaklaşırken, bugün tüm dünyada emperyalist kapitalizm, işçi ve emekçilere, ezilenlere, halklara savaş politikalarıyla ölmeyi ve daha fazla sömürülmeyi dayatıyor. Sermayedarlar her geçen gün servetlerine servet katarken, diğer kutupta sefalet birikiyor.  Bu uçuruma karşı tüm dünyada ezilenler, büyük oranda örgütsüz bir biçimde de olsa direnişi sürdürüyor. Bu direnişler, umudunu ve rotasını arıyor.

İşte 1 Mayıs, bu iki dünyanın, bu iki sınıfın çarpıştığı, iradelerinin karşı karşıya geldiği gündür.

Ülkemizde de geçtiğimiz 1 Mayıs’tan bu yana öğrenci gençliğin kendisine dayatılan geleceksizliğe karşı öfkeyle sokakları kuşattığı, kadınların yaşamlarına sahip çıkma mücadelesinden vazgeçmediği, Kürt halkının her türlü çöktürme, inkâr ve imha saldırılarına karşı baş eğmediği, yaşadığımız toprakların hemen her havzasında irili ufaklı işçi direnişlerinin yaşandığı bir yıl yaşanmıştır.

2024 1 Mayıs’ını tüm bu mücadelelerden güç alarak karşılıyoruz. Arkamıza aldığımız bu gücün devrimci dayanışmayla daha da pekişmesi ve 1 Mayıs’ın toplumsal mücadelenin önünü açacak bir iradenin ortaya konduğu bir güne dönüşmesi ellerimizdedir.

2024 1 Mayıs’ı, İstanbul’un her havzasının, her mahallesinin, her meydanının, her okulunun, işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele gününün gündemleriyle donatıldığı; yoksulluk dayatmalarına, güvencesizliğe, geleceksizliğe karşı milyonlarca insanın kendi geleceklerine sahip çıkmasının gününe dönüştürülmelidir.

Biz, 2024 1 Mayıs Taksim Platformu’nu oluşturan örgütler olarak bu 1 Mayıs gününü ve ona giden süreci beraber örgütleyerek, 1 Mayıs’ın birleşik, kitlesel, tarihsel ve sınıfsal özüne uygun olarak kutlanması ve sömürü, baskı, savaş politikalarına karşı direnişin günü olması için bir araya geliyoruz.

İşçi sınıfı ve emekçilerden, kadınlardan, halklardan, gençlerden, yok sayılanlardan ve ezilenlerden yana mücadele yürüten tüm güçleri de, 2024 Taksim 1 Mayıs’ı için gücümüze güç katmaya çağırıyoruz!

Sömürüye, baskıya, savaş politikalarına son;
1 Mayıs’ta Taksim’deyiz!

“Bizlerin ellerindedir, gelen ışıklı günler”

2024 1 Mayıs Taksim Platformu
Alınteri
Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu
Birleşik İşçi Hareketi
Devrimci Çözüm
Devrimci Parti
Dostluk ve Kültür Derneği
Ezilenlerin Sosyalist Partisi
İşçi Birlikleri Sendikası
Kaldıraç Hareketi
Komün
Mücadele Birliği Platformu
Proleter Devrimci Duruş
SOLDER
Söz ve Eylem
Yeni Dünya için Çağrı

“Kaybedeni olmayan seçim”!

31 Mart 2024’te, yerel seçimler yapıldı. Sonuçları, birçok açıdan artık ortadadır.

AK Parti, büyük kayıplarla seçimden çıkmış, CHP, hem üç büyük şehri yeniden almış hem de Bursa ve Manisa gibi, Adıyaman ve Afyon gibi iller Cumhur İttifakı’ndan CHP’ye geçmiştir.

Bu durumun neyi gösterdiği üzerine durmak istiyoruz.

1

AK Parti seçimlerde büyük kayba uğramıştır. Ortaya konan sonuçlara göre, CHP %37,74 oy oranı ile birinci parti olmuştur ve AK Parti’nin oy oranı %52’den %35,49’a düştü. YRP, üçüncü parti olarak görünmektedir ve oranı %6,19’dur. Elbette oranlar, bildiğiniz gibi, gerçek oy gücünü göstermez. DEM Parti %5,68, MHP %4,98 ve İYİ Parti %3,77 oy oranına sahiptir.

Oy oranları, tam olarak partilerin gücünü göstermeyebilir. Mesela DEM Parti seçmeni, birçok yerde “kent uzlaşısı” çerçevesinde CHP adaylarına oy vermiş gibi görünmektedir.

Ama önce bir noktanın altını çizmeliyiz.

Seçimler hilesiz değildir.

Bu seçimlerde de hile vardır. Mesela Şırnak’ta, bize gelen bilgilere göre 5500 taşıma oy vardır ve bu sayı Kars’ta 7000’i geçmektedir. Toplamda 48 bin taşıma oy olduğu söylenmektedir ki bizce baştan aşağıya hatalıdır.

Hatalıdır derken, seçimdeki hile miktarını yansıtmaz.

Mesela Diyarbakır’da, eğer hile olmamış olsa DEM Parti, çok daha yüksek bir oy oranına sahip olacaktır. Ya da bunun gibi, seçilen başkanı değiştirmese de, oy oranlarını değiştiren çok hile vardır. Elbette başkanları değiştirenler de vardır.

Tahminlere göre, %15 civarında hile olduğu, bu hileli oyların ise, AK Parti ve MHP’ye (HÜDA PAR ve BBP’ye de elbette) gittiği biliniyor.

Bu durumda, “uzmanlar” ne der bilmeyiz ama AK Parti’nin oy oranı %20’nin altında, Cumhur İttifakı’nın toplam oy oranı da %25’in altındadır. Bunu söylemek mümkündür.

Ama, eğer seçimlerde hiç hile olmamış olsaydı, %20-25 arasındaki bir oy oranı ile AK Parti ve MHP’li, Cumhur İttifaklı Saray Rejimi’ni kısır bir döngüye sokmuş olurlardı.

Oysa şimdi, ciddi bir oy kaybı var olsa da, kritik eşiklerin altına inilmediği fikri “uzmanlarca” savunulabilir ve böylece, “siyasal istikrar” korunabilir. Fikir budur.

Demek ki egemen, daha büyük hilelere yönelmemiştir.

2

Hile dediğimiz zaman, lütfen dikkatle dinleyiniz. Hile, eğer efendi, ABD, NATO tarafından yapılıyorsa, mesela tüm NATO güçleri buna tamam diyorsa, o durumda sonuçlar, çok daha farklı olabiliyor. Mesela, AK Parti İstanbul’u Saray’dır. Saray Rejimi’nde hilesiz iş olmaz.

Bu seçim sonuçları, 10 ay önce yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında kararlaştırılmıştır.

Kanıtımız mı ne?

Mesela CHP; “işimiz belediye” derken tam da buna yatmaktadır.

Mesela CHP, seçimden zaferle çıksak bile erken seçim çağrısı yapmayacağız, derken, bu anlaşmaya uyacaklarını ifade etmiş olmaktadır.

Mesela Erdoğan’ın, seçim sonuçlarını kabul ediyoruz, demesi bunun işaretidir.

Erdoğan’ın söylediklerine dikkat edelim:

“Demokrasimize yaraşır bir olgunlukla tamamladık. … Seçimler demokrasilerin en kritik günleridir. Milletin iradesi sandıkta tecelli eder. Millet siyasetçilere mesajını sandık vasıtasıyla iletir.”

Ne kadar ilginç değil mi? Mesela 10 ay önce hileler ayyuka çıkmışken neredeydi bu “sandık ve milli irade” vurgusu? Mesela “atı alan Üsküdar’ı geçti” sözü kime aittir?

İşin ilginci CHP de aynı sözleri söylemektedir. “Kaybedeni olmayan seçim”, ilgiye değerdir. Oysa biz burada Cumhur İttifakı’nın kaybettiğini söylüyoruz.

Ne ilginç! MHP başarılıdır, YRP başarılıdır, CHP başarılıdır, yani herkes başarılıdır. Peki kim kaybetmektedir? CHP diyor ki, “kaybeden yoktur.”

3

Dahası var. CHP özellikle, fazla sevinmeyin, sevinirken dikkatli olun, gibi tuhaf açıklamalar yapmaktadır. Şöyle bir manzara düşünün, sevinen CHP’liler yüzleri gülerken, ağızlarını sımsıkı kapatıyorlar. Soruyorsunuz, niye ağzınız kapalı, yanıt, “fazla sevinmemeliyiz.” İşte manzara budur. Yıllardır oyunu yükseltemeyen bir parti, yıllardır %25’i geçemeyen bir parti, birinci parti oluyor ve “sakın sevinmeyin” diyor. Sakın çok sevinip de, AK Partilileri üzmeyin, diyor. Ne kadar ince bir politikadır bu!

Bize göre bu, efendilerin anlaşmasının sonucudur.

Efendiler, Mayıs 2023’te genel seçimlerin hile ile AK Parti’ye verilmesinin karşılığında, yerel seçimlerde AK Parti’ye, tam saha hileli destek vermeyecekleri konusunda anlaşmışlardır. Böylece, hileler sadece Saray’ın eline kalınca, tüm hilelere rağmen, sandıklarda AK Parti oylarındaki düşüş ortaya çıkmıştır.

İyi de, bu anlaşmalar, sadece bununla sınırlı olmaz. ABD ve AB, sadece bu kapsamda bir anlaşma yapmazlar.

Öyle ise şimdi ne olacak?

4

Öyle anlaşılıyor ki, Erdoğan’ı İran’a saldırı konusunda teşvik edecek bir durumu ortaya koymuşlardır. Erdoğan, aslında meşru olmayan, ne yasal ne de seçim sonuçları itibari ile kazanamadığı bir iktidarı sürdürecektir. Nihayetinde Erdoğan, “kullanışlı”dır. Ama aynı Erdoğan, şimdi efendilere hile yapmakta daha fazla zorlanacak, onların taleplerine evet demek için birçok nedene sahip olacaktır. Eğer Erdoğan, efendilerin isteklerini sorunsuz yerine getirmezse, sonu bellidir. Bu sıradan bir talep değildir. Öyle sıradan bir talep için bu denli anlaşmalara gerek olmaz. TC devleti, İran’a karşı savaş için teşvik edilmektedir.

Hem zaten Saray Rejimi, uzun süredir bir ABD ve NATO tetikçisidir. Mesele Suriye olunca, oraya dalmak, savaş naraları atmak kolaydır. Mesele Libya olunca, orada da hevesler kabarmaktadır. Ama mesele İran ise, eğer öyle ise, iş zordur ve heveslere korkular karışmaktadır.

Tümü bu değildir ama önemlisi budur.

Buna bağlı olarak, Saray Rejimi’nin “içeride ve dışarıda savaş” politikası, bu hedeflere bağlı olarak, dünya çapında hızlanan savaş planlarına bağlı olarak, içeride egemenlerin etrafında bazı düzenlemelere ihtiyaç duydukları açıktır. Bunun için, Saray Rejimi’nin güçlendirilmesi üzerinden, bir çeşit “uyum”a ihtiyaç duydukları açıktır.

Eğer, CHP ve DEM Parti’nin, hiç hilesiz bir seçimle sandığa yansıyan güçleri ortaya çıksaydı, bu durumda Cumhur İttifakı %25’lerde kalırdı ve bu sefer de planları riske girerdi.

Demek oluyor ki, efendiler için CHP, yerel seçimlerde iş görebilecek ama iktidarda iş göremeyecek bir durumdadır.

Bu nedenle CHP, “işimiz belediye” demekten geri durmamıştır.

Şimdi, Erdoğan, hem karşısına çıkan bir alternatif aday olarak İmamoğlu ile tehdit edilebilir, hem de daha kullanışlı hâle getirilebilir.

5

Demek oluyor ki, seçim sonuçları Cumhur İttifakı’nın büyük kaybına işaret ediyor ama aslında bu kayıp, hâlâ hilelidir ve daha şiddetlidir.

Bu durumda, 10 ay önce halka “bunlara nasıl oy verirsin” diyenler, şimdi “bravo” derken, aslında seçimlerin hileli olma hâlini hâlâ anlayamıyorlar demektir.

Sorun halkta değil. Halkın pirüpak olduğunu söylemiyoruz ama sorun her zaman seçimleri bir hileli düzenek hâline getirmiş olan Saray Rejimi’ndedir.

Bu nedenle, halka, “fazla sevinme” deniyor. Çünkü sevinir de sokaklara taşar, iş kontrolden çıkar diye korkuyorlar.

6

Elbette, belediyeler ile Saray Rejimi dengelenemez.

Bazı “uzmanlar”, Saray Rejimi’nin kural ve yasa tanımaz hâlinin, bu yolla, yerel yönetimlerle dengeleneceği fikrindedirler. Hiçbir biçimde doğru değildir ve gerçekçi hiç değildir.

Saray Rejimi, mesela DEM Parti’nin yeniden kazandığı yerlerde kayyum politikasına da gerek duymayacaktır. Bunun yerine, mesela belediyelerin zaten kısıtladıkları yetkilerini daha da fazla kısıtlayacaklardır.

Mesela İmamoğlu artık belediye meclisinden taksi sorununu çözmek için kararları çıkartmakta zorlanmayacaktır. Ama yeni Cumhurbaşkanlığı kararları ile, tüm ülkede belediyecilik, baştan aşağıya daraltılacaktır. Bunu zaten yapıyorlar. Ama daha fazlasını da göreceğiz.

Belediyecilik ne mi olacak?

Belediyeler, çöp toplayacak, su paralarını toplayacak, lokanta açacak, bazı insanlara iş bulacak, sosyal yardımlar yapacak vb. Bunun ötesi olmayacak.

Saray Rejimi orada durmaktadır.

Bundan kimsenin şüphesi olmasın.

Yerel seçimlerde alınan belediyelerle, Saray Rejimi dengelenemez.

7

Bu vesile ile tüm sola ya da solun bazı kesimleri de dâhil DEM Parti için sürekli olarak “AK Parti ile işbirliği yapacak” diyenlere sormak gerekir: Şimdi ikna oldunuz mu? Sanmıyoruz. İkna olmazlar. Onlar, her zaman Kürt hareketine, egemenin bakış açısına bir miktar “insanî sos” ekleyerek bakmaktadırlar.

Saray Rejimi’nin savaş politikaları değişmeyecektir. Tersine, daha da savaş politikalarına dayalı politikalar ortaya çıkacaktır. İçeride bazı düzenlemeler ile gelişmekte olan tepkinin sisteme karşı tepkiye dönüşmesini önlemek, o tepkiyi hafifletmek, düdüklü tencerenin kapağını biraz aralamak yolu ile patlamayı önlemek istedikleri açıktır.

8

Elbette yerel seçim sonuçları, her şeye rağmen, kitlelerde bir umut olacaktır. Önemli olan, bu umudun, AK Parti’nin kaybının, 4 yıl sonrasındaki seçimleri beklemek için kullanılmasını önlemektir.

İşçi ve emekçilere, kadınlara ve gençlere, sisteme muhalif olan herkese gerekli olan, örgütlü mücadeleyi geliştirmektir. Yerel seçimlere en başından böyle yaklaşmak gerekir ve bu bugün de geçerlidir. Yerel seçim sonuçları, yapılan çalışmaların tümü, daha ileri bir örgütlülüğü geliştirmek için ele alınmalıdır. Bize gerekli olan budur.

Saray Rejimi, ancak ve ancak, halkın gelişen tepkisini örgütleme ile yıkılabilir. Gelişen tepkinin hedefi, yönelmesi gereken yer, bizzat sistemin kendisi ve onun sivri ucu olan Saray Rejimi’dir. Görev budur ve bu görev örgütlülük ile geliştirilebilir.

9

Yerel seçimler, içinde yer aldığımız ekonomik krizi ortadan kaldırmayacaktır. Ne emeklilerin maaşları artacak, ne işçilere daha iyi çalışma koşulları sunulacak, ne sağlık sistemi, ne eğitim sistemi kâr ve ranta dayalı olmaktan çıkartılacaktır.

Bunu biliyoruz.

16 milyon emeklinin yaklaşık 10 milyonu, 10 bin lira ve altında maaş almaktadır. Bu durum, yaşamı çoktan çekilmez hâle getirmiştir ve bu durumun değişmesine ilişkin hiçbir belirti yoktur.

Ülke ekonomisi, açık olarak uluslararası tekellerin denetiminde bir konsorsiyuma devredilmiştir. Bu, modern Düyûn-ı Umûmiye’dir. Bu modern IMF anlaşmalarının yeni hâlidir. Artık uluslararası tekeller ekonomiye el koymuştur. Bu durum, açık olarak işçilerin, emekçilerin yaşamını daha da kötüleştirecek bir süreç demektir. Sömürü daha da katlanacaktır, işsizlik daha da artacaktır, açlık daha da yaygınlaşacaktır. Tüm bunlara karşı mücadele etmek demek, hayale kapılmadan, kendi örgütlenmemize dört elle sarılmamız demektir. Yerel seçim sonuçlarının, hileli olsa da, getirdiği “moral”, bu açıdan bir zemin hâline getirilebilir. Herkesin bir parçası da olduğu halkı suçlaması dönemi geride bırakılabilir. Ayağa kalkmak için, örgütlenme ve direniş hattına sahip çıkmak için, bu durum bir basamak olabilir.

Bu açıdan, önümüzde 1 Mayıs 2024 var.

Hem Anayasa Mahkemesi’nin kararı düşünülürse, hem geçen yıl Maltepe’de yapılan kutlamalardan sonra herkesin hemfikir olduğu hatırlanırsa, 1 Mayıs’ın kitlesel bir 1 Mayıs olarak Taksim’de kutlanması, bu açıdan büyük bir öneme sahiptir. Sendikalar, bu konuda yan çizmekten vazgeçmelidir. Her sendika, bizzat sendikacıların, bir yıl önce Maltepe kutlamalarından sonra, “gelecek 1 Mayıs Taksim’de olmalıdır” yollu açıklamalarını hatırlamalıdır. İşçiler, sendikacılara bunu hatırlatmalıdırlar.

Kitlesel direniş, ancak örgütlenme ile ilerletilebilir.

Saray Rejimi, ancak örgütlü direniş ile alaşağı edilebilir.

Bölgemizde ve dünyada barış, ancak Saray Rejimi’nin devrilmesi ile sağlanabilir. Her ülkedeki işçi ve emekçiler, kendi egemenlerine karşı mücadele etmeyi öncelikli mesele hâline getirmelidirler.

“İlkesiz bir ittifaktan devrimci siyaset çıkmayacağı, halkın yararına bir tutum sergilenemeyeceği açıktı, nihayetinde böyle bir sonuç doğurdu” | Evrensel Gazetesi’ne verilen röportaj

18 Mart 2024 günü Evrensel Gazetesi’nden Dilek Omalıların hazırladığı röportaj/haberde;
* Gökhan Zan’ın adaylığının çekilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
* Hatay’da tutumunuz ne olacak? sorularını yanıtladık.

Sorulara verdiğimiz cevapların tamamını yayınlıyoruz.

1- Gökhan Zan adaylığının çekilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Biz yerel seçimler süreci ilk başladığında tüm dostlarımıza bir çağrı yaptık. Bu çağrıyla ortak, ilkeli, devrimci bir ittifak ve mümkünse bağımsız bir aday etrafında şekillenecek bir birlikteliği önerdik. Kentimiz halkı geçmişten bu yana devlet tarafından imhaya, inkar ve asimilasyon politikalarına uğruyordu, 6 Şubat’tan sonra depremin bir katliama çevrilmesiyle ve sonrasındaki uygulamalarla devam ettirildi. İşte böylesi bir süreçte ortak, ilkeli, eşit temsiliyete dayanan devrimci bir ittifak için yaratılacak birlikteliğin önemi büyüktü. Bu yaklaşımla yaptığımız görüşmeler maalesef sol güçler tarafından kabul görmedi.

Buna karşın Hatay Büyükşehir Belediyesi’ni mahalle meclislerine dayanan özyönetimi önceleyen, bütçesi ve işleyişi şeffaf bir şekilde, ilkeli devrimci bir belediyecilik anlayışıyla yönetmek için gerekli olan bu birliktelik yerine halkımız “aday siyaseti popülizmi”ne kurban edilmiştir.

Hangi zeminde yan yana gelindiği belli olmayan, ilkesi, kurumları bilinmeyen “Hatay İttifakı”nın karşısına ortak bir tutum geliştirilememiştir. İlkesiz bir ittifaktan devrimci siyaset çıkmayacağı, halkın yararına bir tutum sergilenemeyeceği açıktı, nihayetinde böyle bir sonuç doğurdu.

2- Hatay’da tutumunuz ne olacak ?

Öncelikle şu konu bizim açımızdan çok net; deprem suçlarına bulaşmış, halkımızın katliamına sebebiyet veren hiçbir adayı desteklemeyeceğiz.

Lütfü Savaş’ın adaylığının netleşme sürecinde Halkevleri, TÖP, EMEP, SOL Parti, DEM Parti bu adaylığa karşı açıklamalar yapmıştı. Bu açıklamaların ardından adı geçen tüm kurumlarla ciddiyetle görüşmeler gerçekleştirdik. Hatay Büyükşehir Belediyesi’nin deprem suçlularıyla değil, halkla beraber yönetilmesi iradesinin ortaya çıkabilmesi için irade koymamız gerektiği üzerine adımlar atmaya davet ettik. Bu kapsamda ortaya çıkabilecek ittifakın ilkeleri için de somut aday tartışmalarında da ciddi bir yol alınamamış, ortak bir tutum örgütlemekten kaçınılmış, sorumluluk almaktan uzak durulmuştur. Dolayısıyla TİP’in “siyaset”ine mahkum, irade koymayan, sorumluluk almayan bir tablo yaratılarak büyük bir fırsat kaçırılmıştır. Aynı sürecin benzeri hem Defne’de hem Arsuz’da hem Samandağ’da yaşanmıştır.

Bugün bu şehir için alınacak tutum; 6 Şubat’tan sonra dayanışmayı büyütmek, bu kenti ayağa kaldırmak, yeni bir yaşam inşa etmek için çaba harcamış herkesi, seferber olanları, işçileri, kadınları, öğrencileri, yönetmek için bir araya gelen örgütlenmeleri yaratan, mahalle meclislerini kuran canlı bir çalışmayı örgütlemek zorundayız.

Sol güçlerin böylesi bir süreci ilkelere dayanan, halkla beraber, devrimci ve ortak bir şekilde yürütmesi Antakya’nın en büyük kazanımı olacaktır. Aksi her tutum depremden sonra büyük bir dayanışmayla girişilen yeni bir yaşamın ilmek ilmek örülmesi çabasına zarar verecektir.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...