Ana Sayfa Blog Sayfa 241

İzmir’de basın açıklamasına polis müdahalesi

İzmir Emek ve Demokrasi Güçlerinin de, bugün İstanbul’da katledilen ESP’li kadın yoldaşlarımız için düzenlediği basın açıklaması hemen ardımızdan gerçekleştirecekken polis, hiçbir uyarı yapmaksızın ESP’li yoldaşlarımızı hedef göstererek saldırdı. Elle­rindeki dövizleri almaya çalışan polise karşı direnen herkesi gözaltına alan polisler, bizlerin ellerindeki tüm bayraklar ve dövizleri aldıktan sonra çemberi dağıttı.

Polis bugün öldürülen kadın yoldaşlarımızın fotoğraflarına saldırarak, devletin korkusunun hangi noktaya geldiğini açıkça gösterdi. Yaklaşık 30 kişiyi gözaltına alan polisler, Suruç’ta yaralanan SGDF’li dostlarımızı özellikle darp etti. Gözaltına almak istediği herkesi çemberin dışına alarak darp eden ve içeriden çıkmaya çalışan herkese şiddet uygulayan polisler, gözaltı aracının içinde de bu işkenceyi sürdürdü.

Bir devrimcinin fotoğrafından korkanlara en iyi yanıtı direnişimizi zafere taşıyarak vereceğiz!

Gözaltılar, tutuklamalar, baskılar bizi yıldıramaz!

Kaldıraç İzmir Temsilciliği

22 Aralık 2015

Alsancak’ta gözaltına alınan yoldaşlarımız gece 03.00 civarında serbest bırakıldı. 1 okurumuzun da içinde olduğu 7 kişi ise tutuklama talebiyle savcılığa sevk edildi. Savcılıkta alınan ifadelerin ardından Adli Kontrol talebiyle mahkemeye gönderilen yoldaşları­mız 24 saatlik gözaltından sonra serbest bırakıldı.

19-22 Aralık hapishaneler katliamı eylemlerle protesto edildi

18 Aralık 2015

Sincan Hapishanesine yüründü.

Saat 11.30 F1 Hapishanesi önünde bir araya ge­len kurumlar hapishanenin kapısına yürüdü. Slogan ve ajitasyonlarla yürüyen kitle hapishane önünde açıklama yaptı. Hapishanedeki yoldaşlar selamlandı. Devletin katliam geleneği devam ettiği içeride binle­ce hasta tutsak katledilerek katliam devam ettiriliyor.

Saat 17’de Güvenpark’ta açıklama yapmak isteyen kitleye polis engel oldu.

Oturma eylemiyle karşılık veren kitle ardından basın açıklaması gerçekleştirdi. Eylem katliamda yaralı olarak kurtulan kolunu kaybeden Veli Saçılık konuşmasıyla devam etti. Eylem sloganlarla sonlan­dırıldı.

19 Aralık 2015

İnsan Hakları Derneği İzmir Şubesi, Buca Cezaevi önünde 19 Aralık Hapishaneler Katliamı­nın yıldönümünde katliamı protesto etmek için basın açıklaması yaptı. Yapılan basın açıklamasının ardından Buca Cezaevine kızıl karanfiller bırakılarak eylem sonlandırıldı.

20 Aralık 2015

Kadınlar savaşa karşı yürüdü

Kadınlar boyunlarına astıkları fotoğraflar ve dövizlerle el ele barış zinciri oluşturarak yürüdü.

Yüksel caddesinde yapılan açıklamada ‘’Devlet son üç ayda 58 politik kadını evlerinde, sokak ortasında katletti. Son 1 ayda 5 kadın polis kurşunlarıyla öldürüldü. Erkek egemen sisteme itiraz eden, devletin baskıcı politikalarına karşı direnen kadınları öldürmeyi kendine adeta amaç haline getirmiş AKP Hükümeti’ne açık çağrımızdır, buradayız, öldürmekle bitmeyiz. Biz kadınlar yaşamın her alanında eşitlik, özgürlük ve barış için mücadelemizi sürdüreceğiz.

Bir an evvel sokağa çıkma yasaklarını kaldırın, çatışmaları durdurun, müzakere masasına oturun. Hepimizin barışa ihtiyacı var, barış için biz kadınlar mücadelemizi ve sesimizi yükseltiyoruz. Ve hatırlatıyoruz, biz kadınlar için bir direniştir yaşamak, hayatı savunuyoruz, barış istiyoruz.’’ denildi.

Aborjin çocuklarından Kürt çocuklarına…*

Önce SMS’lerle öğretmenleri Cizre ve Silopi’den çeken, böylelikle hemen ardından başlatılan askeri kuşatma ve tanklı-toplu saldırının ilk haberini veren devlet, bu kez orada engellediği eğitimi, soykırım politikasının devamına dayanak olarak kullanmaya hazırlanıyor.

Bazı öğretmenlerin bölgeyi MEB talimatıyla terketmesinin hemen ardından okullar özel harekat timleri ve askerler için karargaha dönüştürüldü.

Geçtiğimiz gün Başbakan Davutoğlu yaptığı açıklama ile “o çocuklar” diyerek kastettiği bölgede kuşatılmaya çalışılan Kürt halkının çocukları için aynen şu ifadeleri kullandı: “bu öğrencilere sahip çıkılacak. İddialı bir şey söylüyorum; alır onları ülkenin en iyi okullarında yatılı eğitim ile kayıpları telafi ederiz. İstanbul’un, Ankara’nın, İzmir’in en iyi okullarında yazın veya sömestr tatilinde alıp eğitimlerini yaptırırız. Gerekirse hepsine özel eğitim aldırırız.”

Bu sözler, iktidarın soykırım deneyimlerinin hafızalarında ne kadar taze olduğunu da ortaya koydu.

Bir halkı topyekün hedef almak, onu “terörist” olarak damgalamak, yaşadıkları mahalleleri tanklarla helikopterlerle bombalamak, yani imha politikaları, tarihsel deneyimlerini aşan boyutlarda araçlarla bugün sürdürülüyor. İmha politikaları bugüne kadar dünyanın ve bu toprakların iktidarlarının pratiğinden bildiğimiz üzere “asimilasyon hayali” ile birlikte yürütülüyor.

Bu asimilasyon ise göçe zorlama, ancak kimliğini kültürünü gizleyerek yaşayabilmenin dayatılması ile desteklenirken, çocuklar üzerinde de büyük bir plan kurar.

Halklar tarihi bunun örnekleriyle dolu

Sünnileştirme ve Türkleştirme için katliamın ardından yatılı okullar, evlatlık verme ve yetimhaneler devreye sokulmuştur. Anadolu halklar tarihi bu örneklerle doludur.

Dünyadaki soykırımlar katledilen çocuklar kadar kimliksizleştirilen çocukların gerçek hikayeleri ile hafızalara kazınmıştır.

Ermeni Soykırımı’nın ardından da çocuklar böylesi büyük bir soykırımın ardından asimilasyon politikalarının birincil aracı haline getirilirler. Sayıları yüz binlerle ifade edilen Ermeni yetimler soykırım ve asimilasyon politikalarının ilk uygulamalarından birine kurban edilmişlerdir. Aileleri katledilen, yaşadıkları yerden koparılan çocuklardan hayatta kalanlar ya Müslüman ailelere evlatlık verilmiş ya yetimhanelerde asimile edilmeye çalışılmıştır. Bu çocukların bir kısmı bizzat Kazım Karabekir tarafından seçilerek Askeri eğitime dahil edilmiştir. Yetimhanelerde isimleri değiştirilmiş, Ermenice konuşmaları yasaklanmış, kabul etmeyenlere türlü işkenceler yapılmıştır. [i]

Hepsini katledemediği halkın çocuklarını, örneğin Dersim’de, Subaylara evlatlık verir. Katliam sonrası açılan Elazığ Kız Enstitüsü sürgüne gönderilmemiş Dersim’de yaşayan ailelerin kız çocuklarının jandarma zoru ile toplanarak götürüldüğü bir okuldur. Burada yatılı olarak “eğitilen” çocukların köylerinde de birer misyoner gibi işlev görmesi devlet tarafından hesaplanmıştır. Dersim’in Kayıp Kızları sözlü tarih çalışmasını yapan Nezahat ve Kazım Gündoğan çifti, “Dersim’in kayıp kızları da kendi kültüründen tamamen koparılarak bir ulus devlet projesine dahil edilen kızlardır.” diye özetliyor. [ii]

Aborjin çocuklarından Kürt çocuklarına…

Dünyada bunun en çarpıcı örneğini Aborjinler yaşamıştır. Yüzbinden fazla çocuk ailelerinden kaçırılarak işgalci “beyaz”lara evlatlık verilmiştir. [iii]

İşte böyle bir dönemde “eğitim”in işlevi ulus devlet için iki kat önemli hale gelir.

“Eğitim”in temel hedeflerinden biri olan asimilasyon, karşısında halk iradesi ve direnişini ve örgütlülükle gelişen hafızayı bulduğu sürece asla egemenlerin hedeflediği oranda gerçekleşmez.

Asimilasyonun “başarı”ya ulaşamadığı durumlarda ise kimlikleri, kültürleri baskılamak ve halkı kimliksizleştirmek, tarihsizleştirerek iradesini teslim alma mücadelesi daha gelişmiş aygıtlarla devam eder.

Eğitim ve medyanın eşgüdümlü “faaliyeti” bu çerçevede ele alınmalıdır.

Diyarbakır’da Kurşunlu Camii’nin özel harekat polislerince yakılması ile devlet deneyimlerini bugünkü araçları ile nasıl geliştirdiğine çarpıcı bir örnektir.

Tarihleri yalan, manipülasyon ve katliam dolu

  1. yıldönümünde olduğumuz Maraş Katliamı’nda “camileri yakıyorlar” söylentisi ile katliamın fitilini ateşleyenler bugün bir camiyi ateşe verip tamamen teslim alınmış bir “medya” ile “PKK cami yaktı” şekilde manipülasyon yaparak “kirli savaş”a yeni boyutlar katmaktadır.

IŞİD’in camileri, mezarlıkları, arkeolojik ve tarihi kalıntıları, kültürel hafızaya ait ne varsa onları yakıp yıkmasını akıllara getiren bu yöntemler öte taraftan yalan propagandaya da dayanak olmaktadır.

Burada son yaşananlar devlet politikasının imha ve inkarı seçen savaş konseptiyle birlikte, çocukların ailelerinden alınması tehdidine kadar ileri taşınan bir boyut sergilenmektedir.

Hafızalarda tazedir. “Taş atan çocuklar” olarak daha 8’inde hapishanelere tıkılan çocuklar ile ilgili yasalar çıkartıp bu çocukların ailelerinden alınmasına yönelik yasal hazırlıklar yapılmıştır.

İHD İstanbul Şubesi Cezaevi komisyonu 3 bin 493 çocuğun cezaevinde olduğunu açıklamıştı. Bu çocuklardan 1/3’ü siyasi nedenlerle tutuluyor. Çocukların bir çoğu henüz hüküm almadığı halde tutuklu yargılanıyor.

Bu çocuklar ailelerinin ziyaretlerine bile gelemeyeceği yaşadıkları yerlere çok uzak hapishanelerde tutulmakta, tutukluluk ile en temel hakları gaspedilen çocuklara katmerli ve hukuksuz bir “ceza” verilmektedir.

Eğitim değil asimilasyon

Cizre’de, Silopi’de ve yarın başka yerlerde Kürt halkının çocuklarının, “kendi” olamayacakları yerlere sürgün edilerek “eğitim” adı altında asimile edilmesi mi planlanıyor? Devletin başarısızlığa uğrayan planlarına böyle bir planın da dahil edilmiş olduğunun sinyali veriliyor. Ancak egemenlerin hayata geçirilmeye teşebbüs ettiklerinde, yine halkın direnişi ve iradesi ile boşa çıkartılması mümkün bir hayal olarak kalacaktır.

Kürt halkına yönelmiş tankların hedefinde olanın sadece Kürt halkı değil, halklar ve onların özgürlükleri olduğunu da bilince çıkarmak için, soykırımın ne olduğunu, imha ve asimilasyonun onu sistematik bir biçimde hayata geçiren kadar, ona karşı kör/sağır/dilsiz olmayı seçenler açısından tarihsel utanç olacağını akıldan çıkartmamak gerekiyor.

Yani Davutoğlu’nun söylediği o İzmir’de, İstanbul’da, Ankara’da “en iyi eğitim veren” (bir başka değişle ‘düzene uygun kafalar* yetiştiren’) okullardaki öğrenciler, öğretmenler, o öğrencilerin velilerine bunu anlatmanın bir yolunu bulmak durumundayız.

“Eşitsizlik” Yaklaşımı Gerçek Tabloyu Gizliyor

Davutoğlu’nun bu “çıkış”ını sadece bir eğitim eşitsizliğinin bir göstergesi olarak ele almak, Batı’dakinin “avantajlı” konumunun hatırlatmanın ve sessizce sıra kendine gelesiye kadar beklemesinin salık verilmesinin de bir yoludur.

Elbette eğitimde de, sağlıkta da, en temel hangi haklar varsa her birinde eşitsizlik var. Sınıfsal ve bölgesel eşitsizlikler de bu sistemin temelinde, bu devletin tarihsel köklerinde var.

Tek yol direniş

Burada salt vurguyu “eşitsizliğe” yapmak bu nedenle eksiktir. Bu sistemin temeli ve bu devletin tarihsel kökenlerini kavramadan ne bugün devletin kendi sınırları içinde yerleşim yerlerini onbinlerce askerle işgal girişimini ne de çocukların ailelerinden alınma tehdidini anlayabiliriz.

Bugün DTK, DBP, HDP, HDK başta olmak üzere siyasi temsilcilerin ve Kürt Özgürlük Hareketi adına söz söyleyenlerin vurguladığı “tarihsellik” hem devletin saldırılarını anlamak hem de onun karşısında direnişin tek yol ve yöntem olduğunun bilince çıkarılması için anahtardır.

HAFIZA:

Ermeni Soykırımında Çocuklar…

Önce 1894-1896 Hamidiye Alaylarının katliamları, ardından 1909 Adana Katliamı, son olarak 1915’te Ermenilerin yaşadığı coğrafyaya istisnasız yayılan sistematik ve organize soykırım neticesinde çok sayıda Ermeni çocuk katledilmiş bir çoğu da yetim kalmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun İçişleri bakanı Talat’ın emirlerinden birinde “Beş yaştan beri tam Osmanlı Ermeniler şehirlerden dışarıya götürülmelidirler ve öldürülmelidirler” yazılıdır.

Onar onar, yüzer yüzer, biner biner diri diri yakılan, zehirlenen, boğulan çocukların vahşetle sona eren yaşamı, hayatta kalan çocukların ise sürgünde açlık ve hastalıklarla ölümleri söz ile tarifi mümkün olmayan bir yaranın yalnız bir yarısıdır. Diğer yarısı ise sayıları yüzbinlerle ifade edilen yetim kalan çocuklardır.

Bunların bir kısmı Müslüman ailelere dağıtılmış, genç kadın ve kızların bir kısmı Müslümanlarla “evlendirilmiş”, bir çoğu zorla Müslümanlarla evlendirilerek Ermeni kimliklerini unutmaya çalışılmıştır.

Yetim çocuklar bazı yerlerde açılan yetimhanelerde toplandığı, bazılarının evlatlık verildiği belgelerde yer almaktadır. Bazı yetimhanelerde çocuklar asimile edilerek Türkleştirme ve İslamlaştırma politikası izlenmiştir ve bunun örneklerinden biri Antura yetimhanesi olarak gösterilir. Lübnan’da Beyrut’un 18 km kuzeyinde yer alan Antura Yetimhanesi’nde Dördüncü Ordu bölgesinde yetimhane ve okulların genel müfettişi olarak Cemal Paşa tarafından görevlendirilen Halide Edip, İttihatçıların politikalarının uygulanmasından sorumluydu.

Ermeni yetimlere Türkçe adlar verilmiş ve Ermenice konuşmaları yasaklanmıştır.

Tarihçi yazar Ayşe Hür, Kazım Karabekir’in Erzurum civarında yetim kalan binlerce çocuğu toplayarak ‘Gürbüzler Ordusu’ (ya da Erzurum Çocuklar Ordusu) kurduğunu, ve Karabekir’in bu çocuklara “Türklük bilinci” vermekle övündüğünü yazar. Bu çocuklara ordu için kaput ve potin diktirilmiş ve askeri eğitim verilmiştir. Aralarında Ermeni yetimhanelerinden de Karabekir tarafından seçilen çocuklar Türk ailelerin yetimleri gibi gösterilerek Bursa’da açılan Işıklar Askeri Lisesi’ne (Bursa Askeri İdadisi) ve Sarıkamış Askeri İdadisi’ne gönderilmişti.

Yine Hür, yetim çocukların bir kısmının da boğaz tokluğuna sanayi ve tarım işletmelerinde işçi, evlerde hizmetçi olarak çalıştırıldığını anlatır. Hür belge isteyenlere de Başbakanlık Arşivinin adresini gösteriyor:

“Başbakanlık Arşivi ise kız ve erkek çocukların ailelerinden alınmaları, Ermenilerin bulunmadığı Müslüman köylerine dağıtılmaları ve Müslümanlarla evlendirilmeleri veya yetimhanelere konulmaları ve özellikle Müslüman âdetlerine göre yetiştirilmeleri konusunda onlarca belge ile dolu.”

HAFIZA: Dersim’in Kayıp Kızları

1938 Dersim katliamında ailelerinden kopartılarak evlatlık verilen ve yıllarca birbirlerini arayanların yaşam öykülerini araştırarak sözlü tarih çalışması yapan Nezahat Gündoğan, Kazım Gündoğan çifti yaptıkları söyleşide soykırım politikalarının çocuklar üzerinde nasıl işletildiğine de ışık tutuyor.

Nezahat Gündoğan, Kazım Gündoğan çiftinin yaptığı Dersim’in Kayıp Kızları adlı sözlü tarih çalışması ve İki Tutam Saç adlı belgeseli bulunuyor.

Nezahat ve Kazım Gündoğan Hevjin dergisine şöyle anlatıyor:

“Katliamdan kurtulan sağlıklı ve güzel kız çocukları Türkleştirme ve Sünnileştirme politikası gereği talimatla subaylara dağıtıldı.

O dönem ayrım yapılmadan kadın, çoluk çocuk herkes öldürülüyor. Bahsettiğimiz sağ kalanlar. Erkek çocuklarının anne babaları ya öldürülüyor, ya ailesiyle beraber sürgüne ya da öksüzler yurduna gönderiliyor.

Kız çocuklarının annesi babası ölenler de var, yaşayanlar da var. Filme konu olan Sakine ile Şemsi’nin öyküsü gibi… Anne babaları 80’lere kadar yaşıyorlar. Arama mücadeleleri hep devam ediyor. Şöyle bir yanılgı ortaya çıkmasın: Anneleri babaları olmayan çocuklar değildi bunlar, kız çocukları için söylüyorum, anne babaları yaşayanlar ama anne babalarından zorla alınanlar var. Sürgün sürecinde katliamdan hemen önce anne babalarının kucağından alınanlar… Özellikle “sağlıklı ve güzel” kızlar alınıyor. Bu kız çocukları askerlere pay ediliyor.

Bunları bir araya toplayınca anladık ki çocuk ve kadınlar üzerine uygulanan politika çok özel bir politika. Bu politika anlaşılmazsa Dersim harekatının mantığı da anlaşılmaz. Çünkü o bütünün çok önemli bir parçası. Belki anlamak istemeyenlerin de daha rahat anlamasını sağlayacak bir şey..

O dönemin eğitim politikalarının parçası olan Elazığ Kız Enstitüsü’nü, özellikle yatılı bölümünü, yeniden incelemeye başladık. Bu bölüm katliamdan sonra açılır. Sürgüne gönderilmemiş Dersim’de yaşayan ailelerin kız çocuklarını özellikle de 10-11 yaş kız çocuklarını önce jandarma zoruyla toplarlar köylerden. Getirip yatılı bölüme yerleştirirler. Sonra tekrar yazın köylerine gönderirler, o zaman eğitim sureci üç yıldır… Burada Türkçe, dikiş nakış vs öğrenecekler. Köylerine ise birer küçük misyoner olarak gönderilecekler. Köylerinde de burada öğrendiklerini oradaki insanlara öğretecekler. Böyle bir mantıkla hareket edilir.

O dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Bey söyle ifade eder: “Ulus birliğini yaratmak aileden geçer, ailede de kadın çok önemlidir, kadını dönüştürdüğün, Türk kültürüne dahil ettiğiniz sürece yeni kuşakları da dahil ederek ulus birliğimizi yaratırız.”

Dersim’in kayıp kızları da kendi kültüründen tamamen koparılarak bir ulus devlet projesine dahil edilen kızlardır.

Neden asker ailelerine evlatlık verilmişler?

Çünkü onların evleri bir eğitim kurumu olarak, ıslah etmenin medenileştirmenin bir yolu olarak görülür. Çünkü onlar ve aileleri sonuna kadar devlet politikasına bağlı kişilerdir. Bunlar ıslah edilince Türk kültürüne dahil edilecekler. Böylece kendi köklerinden koparma en iyi orada gerçekleşecek.

Sonradan görüştüğümüz bir çok insan bu süre içerisinde ailesini görmeyince Sünnileşip, Türkleşiyor. Tarikat üyesi olanlar var, muhafazakar milliyetçi olanlar var. Kimlik olarak bu kız çocuklarının Nasıl köksüzleştirildiğini, hiçleştirildiğini görüyoruz. Kız çocuklarının seçilmesi bilinçli bir tercih.”

HAFIZA: Aborjinler: Yeryüzünün Kayıp Çocukları

Avustralya, Tasmanya ve bölgedeki diğer adalarda yaşayan yerel halk Aborjinler işgalci Avrupalıların soykırım ve asimilasyona maruz kalmıştır. Aborjinlere yönelik asimilasyonda kapsamında yüz binin üzerinde çocuk ailesinden koparılmıştır. Bu nedenle Aborjinler “Yeryüzünün Kayıp Çocukları” olarak adlandırılmaktadır.

Aborjinler zorla topraklarından edilip, hastalıklara binlerce kurban verip, köleliğe zorlanınca istilacılara karşı isyan etmeye başladılar. Tarih boyunca kendi aralarında savaştıklarına dair bir kalıntı bulunmayan Aborjinlerin, silahlı bir saldırıya karşı savunma yapmaları pek mümkün değildir. Ellerinde mızrak ve bumeranglarından başka savunma silahı olmayan Aborjinler, isyanlarına karşı barutlu silahlarla karşılık veren Avrupalıların elinde yok olmanın eşiğine gelmişlerdir. Avrupalıların “Cezalandırma” adını verdikleri bu soykırımlar sonucunda Tasmanya adasındaki tüm Aborjinler katledilmiştir.

1910 ve 1970 yılları arasında uygulanan devlet politikasıyla, yerli çocukların 3’te 1’i ailelerinden zorla alınmasını yasalarla düzenlerken “Beyaz ırkın değerlerine” göre yetiştirmek hedefi tanımlanmış.

Çocuklardan ten renkleri beyaz olanlar, beyaz ailelerin yanına evlatlık verilmiş, tenleri siyah olanlar ise yetimhanelere toplanmıştır.

1997 yılında Avustralya İnsan Hakları Komisyonu tarafından yürütülen ulusal bir soruşturma kapsamında, yerli çocukların ailelerinden zorla ayrılıp asimile edilerek, ayrı bir ırk olan Aborijinleri yok etmenin amaçlandığı ve soykırım uygulandığı sonucuna varılan bir rapor yayınlandı.

Her yıl Avustralya’da 26 Mayıs’ta resmi özelliği olmayan Ulusal Özür Günü ve Uzlaşma Haftası olarak Aborjinlere yönelik soykırım anılıyor. Avusturalya Devleti ise resmi özür dileyeceğini açıklamıştı. o

 

* Düzene Uygun Kafalar Nasıl Oluşturulur?, E. A. Rauter, Kaldıraç Yayınevi

 

İLKNUR K.

Kaynaklar:

http://www.genocide-museum.am/trk/online_exhibition_3.php

http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/1915ten-2007ye-ermeni-yetimleri-1117692/

Güniz Öz, Feride Gün “Dersim’in Kayıp Kızları: Bir Hiçleştirme Öyküsü”, Hevin Dergisi, 20.11.2010)

Binler, iki kadın devrimciyi sonsuzluğa uğurladı

Erbay ve Şirin’in cenazeleri akşam Gazi Cemevi’ne getirilmiş, ailesi ve yoldaşları sabaha kadar nöbet tutmuştu.

Cenaze töreni nedeniyle İsmetpaşa Caddesi boyunca kızıl bayraklar asıldı. Devrimci örgüt ve partiler de, komünist kadınların polise karşı direnişini selamlayan pankartlar astı.

Cemevinin bahçesine Erbay ve Öter’in fotoğrafları konuldu, önlerine karanfiller bırakıldı.

ESP Genel Başkan Yardımcıları Fethiye Ok ve Çiçek Otlu ile SKM sözcüsü Fadime Çelebi de cemevinde.

Suruç şehitlerinin aileleri ile Rojava şehitlerinin aileleri ile HDP milletvekili Garo Paylan, HDP ve HDK yöneticileri, Kaldıraç, EHP, SYKP, Partizan ve Devrimci Parti temsilci ve üyeleri de törene katıldı.

HDP Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ ile ESP Genel Başkanı Sultan Ulusoy da öğle saatlerinde cemevine geldi. HDK Eş Sözcüsü Sebahat Tuncel, KJA’dan Ceylan Bağrıyanık, EMEP Genel Başkanı Selma Gürkan da kadın devrimcileri uğurladı.

Cemevine gelen Şirin Öter’in annesi Kürtçe ağıtlar yaktı.

HDP Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ, Erbay ve Öter’in halkların barış mücadelesini ve Saray’ın zulmüne karşı öfkesini kuşanarak mücadeleyi Kürdistan’dan Batı’ya taşıdıklarını belirtti, “Onların izinden direne direne, birleşe birleşe kazanacağız” diye konuştu.

Ankara’da da Şirin Öter Yeliz Erbay Yüksel caddesinde anıldı. ESP’nin çağrısını yaptığı eyleme HDP, Pir sultan, Kaldıraç’ da katıldı. Anma ile başlayan eylem açıklamayla devam etti. Eylem sloganlarla sonlandırıldı.

etha – direnisteyiz2.org

Ankara katliamının 2. ayında: “Ölüm politikalarına karşı barış mücadelesini sürdüreceğiz”

Ankara Katliamı’nın üzerinden iki ay geçti. Katliamın ikinci ayında İstanbul, Ankara, İzmir, Ko­caeli, Antalya, Samsun ve Mersin’de sokağa çıkan binlerce kişi katliamda yitirilenleri andı, katillerden hesap sordu. Katliamı ve yitirilen 100 arkadaşlarını unutmayacaklarını ilan eden binlerce kişi her ay sokağa çıkmaya devam edeceklerini ilan etti.

İSTANBUL

Ankara katliamının ikinci ayı nedeniyle yaşamı­nı yitirenler İstanbul Kadıköy’de anıldı.

İstanbul Emek ve Demokrasi Koordinasyonu tarafından Ankara katliamının 2. ayında Kadıköy’de düzenlenen yürüyüşte Boğa heykeli önünde biraraya gelen kitle, buradan Süreyya Operası’na yürüdü. “Ankara katliamını unutmadık, unutturmayacağız. Katili tanıyoruz. Katliamların hesabını soracağız” pankartının açıldığı yürüyüşte, Aziz Güler’in fotoğ­rafı, siyah bayraklar ve “Hırsız katil AKP”, “Nu­saybin”, “Bijî biratiya gelan” yazılı dövizler taşındı. Yürüyüş boyunca “Hırsız katil Erdoğan”, “Saray savaş halklar barış istiyor” ve “Katil IŞİD işbirlikçi AKP” sloganları atan kitle, yürüyüşün ardından yaşamını kaybedenler anısına bir dakikalık saygı duruşunda bulundu.

“Canlarıyla Bedel Ödeyen Barış Şehitlerinin Mücadelesi Sürdürülecek”

Saygı duruşunun ardından konuşma yapan HDP İstanbul Milletvekili Hüda Kaya, Ankara’da insanlık ve barış mücadelesi verenlerin katledildiğini belirterek, “Elimizde barış için tarihi bir fırsat vardı. Kerbela gibi Ankara’nın yollarını tuttuk. Ama katlet­tiler. Unutmayacağız, unutturmayacağız” dedi. Kaya, canlarıyla bedel ödeyen barış şehitlerinin mücade­lelerinin sürdürüleceğini ifade ederek, Dolmabahçe Mutabakatı’nın tekrar hayata geçirilmesi gerektiğini vurguladı. Kaya ayrıca, “Bizleri öldüremeyeceksi­niz ey saray erkanları! Dolmabahçe Mutabakatı’na çok daha eşit ve onurlu bir şekilde oturmak zorunda kalacaksınız” diye konuştu.

“Katliamlar AKP – IŞİD Ortaklığı Sonucu Yaşanmıştır”

Kaya’nın konuşmasının ardından İstanbul Emek ve Demokrasi Koordinasyonu adına basın açıklama­sını okuyan Ekim Çiftçi, Ankara Katliamı’nın faille­rinin aynı zamanda Roboski, Suruç ve Diyarbakır’ın da failleri olduğunu belirterek katliamların AKP – IŞİD ortaklığı sonucu yaşandığının altını çizdi.

Katliamların Ankara’da son bulmadığını belir­terek Kürdistan’da yaşanan savaşa da dikkat çeken Çiftçi şöyle devam etti:

“Katliamlar Ankara’da son bulmadı. Aylardır, Kürdistan’da birçok kentte sokağa çıkma yasağı var. İktidar Kürt halkının en meşru demokratik haklarını ve öz yönetime dair taleplerine katliamlarla cevap veriyor. Lice, Silvan, Yüksekova, Sur, Nusaybin, Derik ve daha birçok yerde katliamlar derinleştirildi, derinleştirilmeye devam ediyor”

AKP’nin Türkiye’deki demokratik muhalefeti sindirmeye çalıştığını kaydeden Çifti son olarak, ölüm politikalarına karşı barış için mücadelenin sürdürüleceğini ifade etti.

MERSİN

Mersin Emek ve Demokrasi Platformu’nun çağrısıyla Forum AVM Havuzbaşı’nda bir araya gelenler “Savaşa inat barış hemen şimdi” dedi. Emek ve demokrasi güçleri adına basın açıklamasını okuyan Kenan Hazar, “Katledilenler hep, emekten, eşitlikten, adaletten, barıştan yana olanlar… Faşizm, hükümranlığını korku, yıldırma, sindirme ve baskılar üzerinde inşa eder. Bizler dün olduğu gibi bugün de saflarımızı sıklaştırarak asla ve asla faşizme geçit vermeyeceğiz. Korkmayacağız, yılmayacağız, unut­mayacağız ve asla affetmeyeceğiz” dedi.

İZMİR

İzmir’de emek ve demokrasi güçlerinin çağrı­sıyla Alsancak Garı önünde yapılan anmaya binlerce kişi katıldı. “Katillerden hesap sormak için sokakta­yız” diyenler katliamda yaşamını yitirenlerin anısına Yenikapı Tiyatrosu bir oyun gerçekleştirdi.

Alternatif bir dünya mümkündür 1- Nasıl bir sağlık sistemi?

Başkaları da var.

Kapitalist sistem, insanî açıdan, eğitim sorununu da çözemez.

Kapitalizm, sağlık sorununu çözemez.

Kapitalizm, ulaşım sorununu çözemez.

Kapitalizm, kentleşme meselesini çözemez.

Bu, aslında üzerinde konuşulmayacak kadar nettir, açıktır ve bilinmektedir. İnsanlar tüm bu toplumsal yaşam alanlarında, mevcut sorunları tüm çıplaklığı ile yaşarlar. Bilinmedik bir şey yoktur burada. Ama, pek çok konuda, birbirinden bağımsız bilgi yığını, bilinç demek olmuyor. Bunca bilgiye rağmen, bunca kanıta rağmen, insanlar, bu sorunlar ile, sistem, kapitalizm arasında bağ kurmazlar ve hatta, sanırlar ki, tüm dünyada bu sorunlar vardır.

Bir örnek olsun, tüm ambargoya rağmen, tüm ABD baskısına ve hukuk dışı saldırılara, engellemelere rağmen, Küba, sağlık sorununu büyük ölçüde çözmüştür. Kaynak yetersizliğine rağmen, ambargolara rağmen bunu başarmış durumdadırlar.

Birçok sağlık emekçisi, bu konuda bilgilere sahiptir. Ve biz, burada bu konuyu ele alırken, muhtemelen birçok konuyu eksik ele almış olacağız ve bu vesile ile herkese çağrımızdır, sağlık meselesini, detayları ile ele alalım, mevcut durumu ortaya koyalım ve mümkünse çözüm önerilerimizi de detaylandıralım.

Sorunumuz aslında şudur: Kapitalist sistemin çözemediği belli başlı sorunlardan biri olarak sağlık alanında durum nedir ve bu ülke sosyalist ve özgür bir ülke olsa, bu sorunu nasıl çözebiliriz?

Öncelikle bugünkü durumu biraz tarif etmeye çalışalım. Bunu ne kadar detaylı tarif edebilirsek, ne kadar doğru ortaya koyabilirsek, önerilerimizin de anlaşılma olanakları o ölçüde artacaktır.

Bugün, sağlık “sektörü”, mülkiyet yapısı açısından ikiye ayrılmaktadır. Birincisi, kamu hastahaneleri vardır, ikincisi ise özel hastahaneler vardır. Özel şirketlere ait özel hastahaneler, esas olarak, 12 Eylül sonrasında başlayan “devletçiliğe karşı savaş” süreci ile gelişmiş, 1990’ların başlarında gelişmeye başlamış, son yıllarda da artan hızla büyümüşlerdir.

Kuşku yok ki, hastahaneler, kendi içinde de teknik olarak farklı tarzda sınıflandırılabilir. Üniversite hastahaneleri, araştırma hastahaneleri ya da bazı uzmanlık alanlarındakiler gibi.

Ama işin en önemli noktası, kamu ve özel hastahaneler ayrımıdır.

Özel hastahane, bir özel şirkettir elbette ve böyle olduğu için, kâr amaçlıdır. Kârı artırabilme teknikleri bir yana, işin en başından, “hasta”ya, müşteri olarak bakma durumunu geliştirir. Bu hasta-doktor ilişkisi denilen şeyi, nitelik olarak en başından değiştirir.

Müşterisi olmayan bir ayakkabı satıcısı, müşteri toplamak için çeşitli yollar dener, mesela vitrinini düzenler, mesela indirim yapar, mesela bir ayakkabı alana bir bedava kampanyası yapar vb. Aynı işi bir manav, belki sokağın başında bağırarak yapar ya da daha başka teknikler uygular. Konu sağlık olunca, müşteri çekmek ve müşteri bulmak denilen iş büyük ölçüde değişiklik göstermektedir.

Konu o kadar çetrefildir ki, anlatmaya nereden başlamalı sorusu çok yerindedir.

Özel şirketlerin sağlık sektörüne, hastahane açarak girmeleri, bir açıdan eskiye dayanır.

Devlet hastahanelerinde muayene işi, hastahanelerin, doktorların, sağlık personelinin, binaların, alt yapının eksik oluşu, devletin sağlık politikasının olmayışı nedeni ile, uzun kuyruklarda beklemek anlamına gelmeye başlar. İşin ilk aşaması budur.

Sorun, “çözüm” yaratır. İlke şudur, kapitalist sistemde sorun demek, para kazanılacak, yeni bir rant alanı demektir. Öyle ise, “sorun”u çözmek için yeni bir para kapısı açılır, bu üretken bir alandan çok, ranta dayalı bir alandır.

Uzun kuyruklar, sağlık sisteminin düzgün işlememesi, öyle bir hâle geldi ki, “özel muayenehane”ler ortaya çıktı. Özel hastahaneler bu işin zirvesi ise, ilk tohumları SSK hastahanelerinin kuyruklarında uzun beklemelerin sonucunda ortaya çıkan “özel muayenehaneler”dir.

Bu aslında “doktor”u, işveren, kendi ofisinin, kendi muayenehanesinin sahibi hâline getirdi. “Doktor bey, acaba bize nasıl yardımcı olursunuz”, gümrükten mal çekmek için karşısına çıkan zorluk çözülsün diye gümrük memuruna soru soran “tüccar”, ailesinden birisi hastalanınca, işin kolayı nedir diye araştırmaya başlar. Ve doktor, bu soru karşısında, “benim muayenehaneme buyurun” der. Özel muayenehane, elbette özel fiyatlara sahiptir. Burada SSK, Bağkur, Emekli Sandığı vb. geçmemektedir. Hatta işin başında, makbuza, faturaya vb. de gerek yoktur.

Böylece kapitalist sistem, borsa mantığı ile örgütlenmiş olan üniversite giriş sınavında, doktor olmak için tıbbı ilk sırada yazan öğrencilerin doktorluktan iyi para kazacaklarını erken uyarı ile algılamış olur. Sistem, bir yeni sorunu, yeni bir rant alanına dönüştürmüştür.

Doktor deyip geçemezsiniz, canınız eline emanettir ve doğrusu Hipokrat yemini ile, elde edilecek paranın neler almayı sağlayacağı arasındaki sıkışmışlık, olsa olsa, çok küçük bir kesim için bir sorun olmaktadır. Çoğunluk için, paranın alım gücü fethedicidir. Bu duruma ayak uydurmak, kapitalist sistemin yapısı açısından son derece kolaydır. Sistem, hırsızı, eğer büyük hırsız ise efendi, eğer küçük hırsız ise suçlu olarak ilan edebilecek “akla” sahiptir.

Birçoklarının piyasa dediği bu “akıl”, aslında, insanî açıdan bir değersizleşme, insansızlaşma iken, piyasa adına hayatın her alanının metalaşması demektir. Kapitalist sistem, sadece yeni pazarları, yeni ülkeler keşfederek bulmaz. Tersine, sistem, var olduğu pazarda da derinleşir, en küçük ilişkilerin içine, en sıradan yaşam alanlarına girer ve oralardaki ilişkileri metalaştırır. Bu ne kadar yaygınlaşırsa, sahiplenmek, değer avcılığı, para sahibi olmak, her şeyi para ile ölçmek, meta fetişizmi de o denli yaygınlaşır. O kadar ki, hazır tıp alanında konuşuyoruz, doktorlar bize affetsinler, sosyolojiden bağımsız olarak örgütlenen psikolojinin bulduğu her hasta, büyük ölçüde bu meta fetişizmi dediğimiz sürece bağlıdır.

İnsan toplumsal bir varlıktır. Eğer, toplumsal hayat zehirli ise, eğer tüm insanî değerler para karşısında erimiş ise, eğer her şey alınıp satılıyorsa, eğer vicdanların (hiçbir değeri olmadığı hâlde) fiyatları oluşmaya başlamış ise, eğer en güzel duygular paralarla ifadelendiriliyorsa, eğer hastalanan bir insan “müşteri” ise, eğer 6 yaşına gelen her çocuk, özel okul için müşteri ise, bu toplumda nasıl olur da insanlaşabiliriz, insan olarak kalabiliriz?

Kuyruklar, doktora ulaşmak için geçen zaman ve zahmet, sonuçta, büyük bir ranta kaynaklık yarattı ve “özel doktor” kesimi gelişmeye başladı.

Bu eskiye aittir.

Ve sonra, bu özel muayenehanelerin yerine, sermaye konularak kurulan özel hastahaneler devreye girdi. Özel hastahane, kendi alanında isim yapmış doktorları, özel paralarla belli zamanlarda kendi bünyesine alırken, devlette çalışan etkili doktorları ise, önce bir miktar fazla ücretle, ardından prim sistemi ile ve giderek ücretleri de kontrol altına alarak, kendilerine çalışır hâle getirdiler.

Böylece, özel hastahaneler gelişmeye başladı. Özel hastahaneler, birçok açıdan, tam donanımlı devlet hastahanelerinden oldukça geri düzeyde teçhizata sahip olmalarına rağmen, kuyruk ve bekleme meselesini ortadan kaldırdı. Kimin için? Elbette parası olanlar için. Eğer paranız yoksa, durum değişmiyor.

Özel hastahaneler, ardından, özel sağlık sigortası uygulamaları ile birleşti. Böylece, özel hastahanelere gelecek müşteri sayısı artırılmaya çalışıldı. Bu konuda da yol alındı.

Özel hastahane sistemi, özel sağlık sigortası sistemi, gerçekte, sağlık politikalarının, devletin sağlık sisteminin tam anlamı ile iflas ettiğinin göstergesidir.

Sorun, bir yeni rant kapısı doğurmuştur.

Bu yeni rant kapısında, sağlık sistemi daha da fazla dejenere olmaya başladı.

Şimdi, özel sağlık kurumlarına gitmek demek, anlamsız pek çok işleme tabi tutulmak, gereksiz filmler çektirmek, anlamsız analizler yaptırmak, kısacası, “özel sağlık sigortası”nın elverdiği olanaklar içinde büyük kârlara kaynaklık etmek demektir.

Özel sağlık kurumlarına giden hasta, 5 yıldızlı bir otel hizmeti alır gibidir ama bu kurumlar sağlık açısından, sıradan bir sağlık ocağının vereceği desteği veremez durumdadır. Bu büyük çaplı yozlaşmadır.

Ne kadar para, o kadar sağlık hizmeti anlayışı, tüm sistemi paraya ve kâra endekslemiştir. Buna da sağlık reformu demektedirler.

Öte yandan, dün SSK hastahanelerinde, üniversite hastahanelerinde kuyruklarda beklemenin yerini, şimdi, internet üzerinden randevu alma sistemi almış, bunun beraberinde getirdiği bir “hoş”luk ortaya çıkmıştır. Devlet, bugün, bu durumu kullanarak, aslında sağlık sisteminde iyileşme sağlandığını söylemektedir. Oysa durum hiç de böyle değildir. Pek yakın dönemde, bu tablonun aslında daha büyük bir çöküşü, bir dejenerasyonu gizlediği ortaya çıkacaktır. Ne zaman ki özel hastahaneler daha da kârlı yatırımlar yapacak hâle gelirlerse, işte o zaman bu sorunlar kabul edilecek ve yeni rant için kaynaklık edecektir.

Konuyu biraz daha farklı bir perspektiften görmemiz gerekir.

Diyelim ki, bir adadayız ve 20 kişilik 5 aile olalım. Dünya da bundan ibaret olsun. Yani sadece 5 aileden oluşan bir dünya var olsun ve bu dünyanın yüzeyi bir ada olsun. Bu durumda, aramızda hastalanan birisi olursa, mesela birinci aileden bir çocuk hastalanırsa, bunu iyileştirme kapasitesi olan bir Hipokrat’ımız varsa, Hipokrat’ımızın, seni iyileştirmem için, önce bana para öde demesini ahlâken kabul edebilir miyiz? Kesinlikle hayır. Çünkü, burada kişi hasta olmuş ve sonuçta ona yardım edebilecek birisi vardır. Elindeki tüm araç ve olanaklarla bu kişiyi iyileştirmek için uğraşmalıyız.

Elbette biz bir adada sadece 5 aileden oluşmuyoruz. Ama burada görmüş olduğunuz gibi, hastalanmış birisini, bu kadar para verirsen seni iyileştiririm diye karşılamak, aslında onu tehdit etmektir.

Tekrar adaya dönelim, diyelim ki, bizim Hipokrat’ımız, geliştirdiği ilaçlar ile işe yaramaya başladı. Bize ilk yapacağı şey, tedavi konusunda öneriler geliştirmek olacaktır. Demek ki, bir teşhis koymuştur ve bir tedavi önerecektir.

Tedavi, sadece hastalığın bir kişide yenilmesini kapsamaz. Giderek öğreneceğiz ki, aslında bir kişideki hastalığı yenmek, aynı zamanda hastalığı ortaya çıkartan ortama müdahale etmek de demek olacaktır.

Günümüzde tıp dünyası, sağlık politikasını, sadece tedavi ve teşhis ile ele almaz. Bir başka ve çok önemli yön olarak, önleyici hekimlik diye anılan bir alan da karşımıza çıkar.

Mesela adamızda, bir hastalık eğer çevre pisliğinden kaynaklanıyorsa, buna önlem almamız gerekir. Yoksa biri iyileşir, diğeri hasta olur. Mesela bir hastalık, beslenmeden kaynaklanmaktadır ve buna nasıl önlem alacağımızı bilmeye başlamış olabiliriz.

Önleyici hekimlik, gerçekte, toplumun elindeki kaynakların, çevre, sağlık, eğitim vb. için kullanılmasını gerektirir. Yani bizim adamızda, biz, sağlıklı yaşamak için, toplumumuzu, çevremizi, vücudumuzu tanıyıp gerekli önlemleri alacak bir bütçe oluşturmak zorundayız. Demek oluyor ki, ortak kaynaklarımızın bir bölümünü bunun için kullanacağız.

Görüldüğü gibi, bu, tamamen toplumsal bir alandır. Kişilerin kendi kendilerine çözeceği bir alan değildir, ki sağlık, eğer yaşamın tümüne ilişkin ise, bunun toplumsal bir sorun olduğu kendiliğinden açığa çıkar.

Kapitalizmin, her toplumsal soruna ilişkin yaklaşımı neredeyse otomatiktir ve şöyledir: Sorun yarat, onu büyüt ki rant alanına dönüşsün.

Demek oluyor ki, sağlık sorunundan konuştuğumuz zaman, bir yandan hasta olmamaktan, bir yandan hastalara ve hastalıklara teşhis koymaktan ve nihayet tedavi etmekten söz ediyoruz demektir. Demek ki, bir toplumsal sağlık politikası gereklidir (isterseniz siz bunu, devletin var olduğu toplumlar için, devletin, daha genel olarak ise kamunun bir sağlık politikası olması gerekir şeklinde ifade edin). Bu sağlık politikası, günümüz tıp dünyasının deyimi ile, önleyici hekimlik, teşhis ve tedavi alanlarını kapsar.

Hasta olmamak ya da sağlıklı yaşamak ve elbette bunu bir “birey” olarak değil, tüm toplum olarak yapmak, toplum olarak sağlıklı yaşamak, işin başıdır. Daha az hasta olmayı başarmak bu demektir. Bu ise, anlaşılacağı üzere, yaşamın her alanını kapsar. Öyle ise, en genel anlamı ile, insanca bir yaşam demektir. Ve bu “insanca yaşam”, sadece belli kesimlere verilen bir olanak olarak ele alınamaz, çünkü, toplumun bir kesiminin bu insanca yaşam olarak ele alınacak koşulların altında yaşaması demek, tüm toplumun sağlığının tehdit edilmesi de demektir. Demek oluyor ki, yiyecekten, içecekten, yani beslenmekten, barınmaktan, giyinmekten, akıl sağlığından vb. söz ediyoruz.

Bu kendi neslini üretme ve kendi yaşamı için gerekli maddi malları üretme sürecinin dışında bir “sağlıklı” yaşam olmaz.

Bu açıdan birkaç rakam konuyu anlaşılır kılabilir.

Ülkemizde her bin çocuktan 13,1’i (2011 OECD Indivators) bebek iken ölmektedir. İşte bu bebek ölümleri, sağlıklı yaşam ya da önleyici hekimlik olarak ele alınmalıdır. Örneğin Yunanistan’da, bu oran, her bin kişide 3,1’dir, İngiltere’de 4,6’dır, ABD’de 6,5’tir, İsveç’te 2,5’tir.

Yine bu konu kapsamında, doktor ve hemşire sayısı, sadece sayı olarak olmasa da, ama sayısı, ele alınabilir. Her bin kişiye düşen doktor sayısı, 2011 yılı rakamları ile, 1,6’dır. Yani her bin kişiye, 2’den az doktor düşmektedir. Yunanistan’da bu sayı 6,1, İngiltere’de 2,7, İsveç’te 3,7’dir.

Sağlık personeli denilince sadece doktor anlaşılmaz, aynı zamanda hemşire sayısı da önemli bir göstergedir. Türkiye’de her bin kişiye 1,5 hemşire düşmektedir ve bu doktor sayısından da az bir rakamdır. 2011 rakamlarına göre, Türkiye’de 114.772 hemşire, 123.447 doktor istihdam edilmektedir.

Bu konuda aynı zamanda, üniversitelerin ve yüksek okulların, ne kadar doktor, ne kadar dış hekimi, ne kadar eczacı, ne kadar hemşire mezunu verdikleri de dikkate alınabilir. Bu konudaki istatistikler de bilgi vericidir. Mesela 2011 yılında, her 100.000 kişiye düşen yeni mezun hemşire sayısı 6’dır.

Tüm bu rakamlar, gerçekte, bize önleyici hekimlik denilen, özetle hasta olmama mücadelesinin, Türkiye’de ne kadar geri olduğunu göstermektedir. Doğrusu, bu ilaç şirketleri, özel hastahaneler, hastalıkları önlemek istemezler. Bu kâr analizine, maksimum kâr hedefine terstir. Özel sektörü ve liberal ekonomiyi, hele hele neo-liberal politikaları savunan birisi için, önleyici hekimlik kabul edilemez. Öyle ya, bu ilaç satışını azaltır, pazarı küçültür. Pazar ekonomisi denilen yerde, pazarı küçülten her şey kötüdür. Tersine, eğer hastalıklar çok artar ve pazar büyürse, bu iyidir.

Demek oluyor ki, önleyici hekimlik, aslında sağlık politikalarına liberal yaklaşımların sonudur.

Demek ki, bir kere daha, kapitalist sistem, önce sorun üretiyor, sonra bunu yeni ve daha büyük bir rant alanı yaratarak “çözüyor”.

Şimdi, özel hastahanelere kapı açılmıştır.

2000 yılında, 1990’larda gelişen özel hastahane sayısı, 261‘e ulaşmıştı. 2010 yılında ise, bu rakam 489’a çıkmıştır.

 

Hastahane Sayısı ve Yatak Sayısı

 

Aslında özel hastahane sayısı ve “özel sektör”ün sağlık alanında gelişimi, 1990’lı yıllarda başladı. 1990’lı yıllardan başlayarak özel muayenehane denilen şey azalmaya, onun yerini sermaye yatırılmış özel hastahaneler almaya başlamıştır. Özel hastahane sayısında hızlı bir artış göze çarpmaktadır. Ama bu aynı artış, özel hastahanelerdeki yatak sayısında görülmüyor. Mesele kârlılıktır.

Neo-liberal politikalar ya da sağlığın “özel”leştirilmesi, aslında sadece hastahanelerle gerçekleşmiyor.

Hastahane varsa, önemli sorunlardan biri, bu hastahanelerin, müşteri çekmesi ve daha çok müşteri çekmesidir. Bunun için, bir yandan, eğitimli ve isim yapmış doktorların, sağlık kadrosunun alınması gerekir. Bu ilk aşamanın ardından ise, diğer yandan, bu isim yapmış sağlık kadrosunun ücretlerinin baskılanması gereklidir. Ve her ikisi de peş peşe yaşanmıştır.

Özel hastahanelerin daha çok hasta çekmesi, daha çok para kazanması için, devletin sağlık sistemine ilişkin değişiklikler yapması gerekirdi. Mesela şu hastalıkların, özel hastahanelerde, şu kadar ücret ile karşılanması vb. gibi. Böylece, devlet, özel hastahanelere, “müşteri” göndermeye başlar.

Şimdi soru şudur; zaten sosyal güvenlik primi ödeyen çalışanlar, emekliler vb. şimdi neden bir kere daha ek ücret ya da katılım ücreti ya da başka adlarla bir ücret ödemektedir? Çünkü, özel sağlık sistemi bunu gerektirmektedir.

Ve tam bu noktada sürece sigorta firmaları girmektedir ve özel sağlık sigortası için yeni kâr alanları açılmaktadır.

Böylece, sosyal güvenlik sisteminin açıklarından, yani sorundan, yeni bir rant alanı daha yaratılmış olmaktadır.

Türkiye Sigorta ve Reasürans Şirketleri Birliği’nin verilerine göre, 2006 yılında, toplam 283 bin sağlık poliçesi imzalanmıştır. Bu rakam 2010’da ise 553 bine çıkmıştır. İnsanlar, giderek artan sağlık riski ve büyüyen harcamaları karşılamak için, sosyal güvenlik kapsamı dışındaki alanlarda başlarına gelebilecek durumlar için sigortalanmaktadır. Bu pazar, bugün, yani 2015 yılında 2 milyar ABD dolarına dayanmaktadır. Bu, küçümsenmez bir pazar demektir.

Elbette, işin bir de ilaç şirketleri boyutu vardır. Aslında, bu alanı da ikiye ayırmak mümkündür. Birincisi, tıbbî cihazlar pazarıdır ve ikincisi ise, doğrudan ilaç sektörüdür. Bu her iki alanda da dev firmalar devrededir.

Tıbbî cihazlar pazarı, elbette pazardaki kârlılığa göre şekillenmektedir. En çok kârlı alanlarda cihazlar geliştirilmektedir. Dünya çapında 2010 yılı itibari ile tıbbî cihazlar pazarı 250 milyar dolardır. Pazarın, nasıl ihtiyaçlara göre değil de, taleplere göre şekillendiğini anlatmak için, diyaliz cihazlarını incelemek çok yerinde olur.

Diyaliz cihazları, böbreklerin işlevini göremediği durumlarda, tıbbî olarak kullanılmaktadır. Hasta belli aralıklarla diyalize bağlanarak, böbreklerin göremediği işlevi cihaz görmektedir. Duruma göre haftada 3-5 kereye kadar bu tedavi devreye sokulmaktadır.

İhtiyaç hâlinde bu bir tıbbî müdahale aracı iken, gerçekte, diyaliz aynı zamanda böbreğin giderek tembelleşmesini de beraberinde getirmektedir. Aslında, tıbben, diyalize bağlanma kararı hekim için son derece titizlikle verilecek bir karardır.

1996 yılından 2010 yılına kadar, cihaz sayısı 80 kat artmıştır.

Her yıl kronik böbrek yetmezliği hastaları, son 10 yılın verilerine göre ortalama %14 büyümektedir. 2010 yılı verilerine göre, 390 özel diyaliz merkezi yılda yaklaşık 35 bin hastaya bakmaktadır. Bu toplam hasta sayısının %70’i olarak düşünülmektedir.

Peki, acaba, bir ülkede, böbrek yetmezliği, nasıl olur da bu denli hızla artar? Acaba, hekimler, kronik böbrek yetmezliği teşhisi ve diyalize bağlanma tedavisi konusunda yeterince titiz olmuyor olabilir mi?

Ülkemizde tıbbî cihaz pazar büyüklüğü, bugün 2,7 milyar dolar olarak tahmin edilmektedir. 2010 yılında bu pazar 1,9 milyar dolar idi.

Şimdi, hepimizin bildiği bir yakınmayı düşünelim, diyelim ki bir özel hastahaneye gittiniz, sizin midenizde bir sorun olduğunu, akşam yemekten sonra fenalaştığınızı söylemiş olasınız. Buna benzer bir örnek, bizzat yaşayan birisinin ağzından şöyledir: Eşini, akşam yemekten sonra fenalaştığı için, ülkenin en büyük özel sağlık kuruluşuna götürür, özel sağlık sigortası vardır. Hastahane, hemen özel sigorta var mı diye sorar. Var olduğu öğrenildikten sonra, 3 saat, çeşitli filmler, röntgenler, MR dahil çekilir ve sonra hiçbir teşhis konmadan 6500 TL ödeyerek hastahaneden çıkılır. İstanbul’da yaşayan çift, Ankara’da yaşayan doktor arkadaşını arar ve durumu anlatır. Ankara’daki doktor, hemen bir hastahaneye gidin ve “yemekten zehirlendim, midemi yıkatacağım” deyin der. Ve sonuçta gerçekten de bir yemek zehirlenmesidir ve mide yıkanması ile tedavi başarılı olur. Peki bu durumda, bu en büyük özel hastahanenin aldığı 6500 TL nedir? İşte size, özel hastahanelerde bir cihaz alındığında, o cihazın maliyetinin çıkarılıp, işletmenin kâr etmesinin sağlanması için uygulanan, pazarlama ve satış tekniklerinden biri. Kanımca, servise giden bir otomobile, hastahaneye giden bir hastadan daha büyük bir saygı ile davranılmaktadır.

İlaç pazarı daha da ilgi çekicidir. Pek çok özel hastahanede doktorlar, ilaç şirketlerinden rüşvet alarak ilaç yazmaktadır. Diyelim ki doktor, her ay benzin faturasını ödeyen firmanın ilaçlarını, duruma uysun uymasın yazmaktadır. Elbette burada bazı küçük hassaslıklar da vardır. Ama bu çarkın işlediği bilinmektedir.

2011 yılında ilaç pazarı, Türkiye’de 13,3 milyar dolardır. Dünya pazarında, son derece büyük oyuncular vardır. YASED’in 2012 yılında hazırlattığı, “Türkiye Sağlık Sektörü Raporu” 54. sayfasında, ilaç pazarının ülkelere göre büyüklüğü konusunda 2011 yılına ait veriler vermektedir. ABD’da pazar büyüklüğü 397 milyar dolardır. Aynı raporda, dünyanın en büyük 10 ilaç firmasının ciroları şöyle verilmektedir (s. 55).

Ciro büyüklüğüne göre dünyadaki ilk

10 ilaç firması

Sıralama                               Firma                                     Ciro

 

1                             Pfizer                                      58,5

2                             Novartis                                 42

3                             Sanofi-Aventis                     40,3

4                             MSD                                       39,8

5                             Roche                                    39,1

6                             Glaxosmithkline                  36,2

7                             Astrazeneca                          33,3

8                             Jonson & Janson                 22,4

9                             Eli Lilly                                  21,1

10                          Abbott                                   19,9

 

Bu ilaç firmaları, acaba hastalıklar da üretmekte midir?

Türkiye’de, ilaç sektörünün en büyükleri ise, aynı raporun, 70. sayfasında yer alıyor.

 

Türkiye İlaç Pazarında En Çok Ciroya Sahip Firmalar (milyon TL)

Firma                                     2010                       2006

Abdi İbrahim                        1120                       657

Novartis                                 950                         663

Bilim İlaç                              752                         448

Pfizer                                      717                         560

Glaxosmithkline                  625                         441

EastPharma                          588                         495

Sanofi-Aventis                     577                         619

Bayer                                     503                         356

Astrazeneca                          475                         356

Sanovel                                 463                         312

 

Bu 10 firma, toplam ilaç pazarının %50’sinden fazlasını elinde tutmaktadır. Bu 10 firmanın uluslararası pazarın büyük firmaları ile ilişkisi de açık olsa gerek. Ülkemizde ilaç sanayiinin üretimi de bunun içindedir. 2011 rakamları ile 13,4 milyar ABD doları olan pazarın, %75’i ülke içinde üretilmektedir.

Pazar, 2006’da toplam olarak 7,9 milyar ABD dolarından, 2011 yılında 13,4 ABD dolarına çıkmıştır.

Peki bu büyüme nasıl gerçekleşiyor?

Ülkemizde, her kişi başına yılda toplam 42 doz antibiyotik kullanılmaktadır. Bunu “bilinçsiz” ilaç kullanımı ile açıklamak yaygın bir eğilimdir. Doğrudur da. Ama bu acaba neye dayanmaktadır? Birçok özel doktor, ilaç firmalarının “tasviyesi” ile ilaç yazarsa, hastanın da kafasına göre antibiyotik kullanma hakkının ortaya çıkması anlaşılmaz değildir.

Önemli bir veri de üretilen ilaç adedidir. Ülkemizde, 11.500 çeşit ilan kullanılmakta ya da tedavüldedir. Oysa bu rakamlar, mesela Almanya’da 4 bin adet civarında, mesela Rusya’da daha da azdır. Ülkemizde, birçok ilaç, etken maddesi azaltılarak, SSK tarafından rahatlıkla verilebilsin diye, ucuzlatılmaktadır. Bu, özellikle, artık tarih olması gereken verem gibi hastalıkların hiç bitmemesi, sürekli antibiyotiklere karşı direnç kazanmasına neden olmaktadır.

Kuşkusuz burada verilen örnekler, sağlık çalışanlarını suçlamak için vb. değildir. Burada sistemin nasıl dejenere olduğunu göstermeye çalışıyoruz.

Acaba bu ilaç şirketleri, bazı hastalıkları “icat” etmekte midirler? Bu sorunun kimseyi şaşırtmadığını biliyoruz. Peki neden?

Acaba sağlık alanına ilişkin kararları kim veriyor, ilaç şirketleri mi? İlaç şirketlerinin bu kararları verdiği bir yerde, nasıl sağlık sistemi iyileştirilebilir?

Aslında, buraya kadar sorunu, birçok açıdan ele alıp, durumu özetlemeye çalıştık. Tekrar olması pahasına, inancımız odur ki, birçok sağlık çalışanı, bu çizilen resmi daha da genişletecek, netleştirecek pek çok bilgiye sahiptir ve bunları ortaya koymak, açıklamak önemlidir.

Şimdi, biraz da, nasıl bir sağlık sistemi kurmalıyız, nasıl bir sağlık politikamız olmalı, yani alternatifimiz nedir sorusunu tartışmalıyız.

Aslında tüm çözüm, sorunu ele alırken içeride saklıdır.

Öncelikle, özel sağlık kurumu, özel hastahane, özel klinik vb. gibi şeyler, gerçekte, sistemin işlememesi nedeni ile vardır. Burada ücretsiz, eşit, kolay elde edilebilir bir sağlık hizmeti, tüm halka sunulmak zorundadır.

İşin iki boyutu vardır, ilki, mahallelerde örgütlenmiş sağlık ocaklarıdır. Bu sağlık kurumları, sık rastlanan sağlık sorunlarının, ayaküstü tedavi edilebilecek olanların, daha ciddi sağlık sorunlarından ayrılarak tedavi edildiği, takip edildiği kurumlardır. Elbette ücretsizdir. Bu kurumlar, aynı zamanda önleyici hekimlik denilen şeyin dayanaklarından da biridir. Yani, sürekli olarak halkın bilinçlendirilmesini sağlayacak olanaklara da sahiptir.

Bu konu ele alındığında hemen, hekim ve hemşire sayısı, sağlık çalışanlarının niceliği ve niteliği meselesi devreye girmektedir. Bu, aynı zamanda üniversite eğitiminin, daha özel olarak tıp eğitiminin de ele alınması demektir. Bu sağlık ocakları ya da kurumları ile tıp eğitimi veren kurumların arasında doğrudan bağlar kurulmalıdır. Belki de bu konu “halk sağlığı” başlığı altında da ele alınabilir. Sağlık ocağı denilen şeyin, bugün bir hekimle hizmet veren, alet ve edevatsız kurumlardan köklü olarak farklı olduğunu anlamak gerekir. Burada, ayakta müdahale edilebilecek hastalıklardan sağlık eğitimine, gebelikten ilaç kullanımına vb. kadar pek çok alanda görevler yerine getirilecektir. Demek ki, bu, tek personelli sağlık ocağı demek değildir.

İkincisi ise, hastahanelerdir. Bu hastahaneler, elbette kamuya ait olacaktır. Elbette kendi içlerinde uzmanlaşan hastahaneler de olacaktır. Bu son derece açık, aslında bilinen bir konudur. Dünyada da son derece güzel örnekleri vardır.

Hastahaneler, sağlık hizmetinin üretilebilmesi için, hastaya beş dakika tanınan kurumlar olamazlar, bundan da çıkarılmaları gerekir. Sağlık sorununun paraya endeksli olarak çözülmeyeceği, bugün çok açıktır. Parayı sağlık alanından tamamen çıkartacak bir sistem gereklidir.

Kuşku yok ki, hastahanelerde kuyruk, bekleme vb. gibi sorunların çözülmesi, son derece kolaydır. Para ve rant alanları ortadan kalkınca, işler daha da kolay çözülecektir.

Elbette ilaç üretimi, devlet denetiminde, devlet tarafından ve gerçek anlamı ile ilaç olacak tarzda düzenlenecektir. Kuşku yok ki, halkın yıllardır birikimi olan uygulamaların, bilimin ışığında ele alınması da, ancak, bu işi örgütleyecek olan sağlık personelinin işi olacaktır. o

“Cellatların döktükleri kan”*

Bugün 13 Aralık.

Bugün Bekir Kilerci’nin Ankara’da işkenceyle katledilişinin yıldönümü.

Ama aynı zamanda, Erdal Eren’in 12 Eylül cuntası tarafından yaşı büyütülerek idam edilmesinin de yıldönümü.

Birkaç gün sonra, devrimci bir üniversite öğrencisinin, Serkan Eroğlu’nun, polisle işbirliği yapmayı reddettikten hemen sonra, üniversite tuvaletinde bulunmasının yıldönümü olacak.

Daha iki ay önce tam burada, garın önünde yüzü aşkın yoldaşımız katledildi.

Birkaç gün önce de, bir polis kurşunuyla herkesin gözü önünde bir “faili meçhul”e kurban giden, ezilenlerin, Kürt yoksullarının avukatı Tahir Elçi’yi toprağa verdik. Cenazesinde, eşinin yanı başında, birkaç yıl önce derin bir devlet kumpasıyla öldürülen Hrant’ın eşi, Rakel Dink duruyordu…

Ve bugün Kürdistan’ın çeşitli illerinde,”terörle mücadele” kisvesi altında hergün kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar katlediliyor.

Geçen gün bir cümle okumuştum bir yerde.

Güzel değil, ama çarpıcı bir cümle. Bizi en iyi anlatan.

“Ölüler arasında yaşıyoruz,” diyordu. “Anımızı ve geçmişimizi sadece ölüler oluşturuyor.”

* * *

Gerçekten de…

Çok gerilere gidip Mustafa Suphi’lerden, Sabahattin Ali’lerden dem vurmayacağım.

Deniz’lerden, Mahir’lerden, Aynur’lardan Suruç’a, Dilek Doğan’a…

Çoğunun yaşı oyuza değmemiş gencecik ölülerle dolu belleklerimiz.

Yanlış anlaşılmasın, onlar İslâmcı fanatikler gibi “şehadet şerbeti içip cennete kavuşma”nın meraklısı değillerdi.

Tersine, onu daha güzel, daha adil, daha özgür kılabilmek adına ölümü göze alabilecek kertede sevdalıydılar hayata…

* * *

Evet, öldürüyorlar.

Polis öldürüyor, asker öldürüyor, “güvenlik güçlerine yardımcı” esnaf öldürüyor, faşist öldürüyor, şimdi de IŞİD’ci öldürüyor.

Yani kısacası, devlet öldürüyor.

Özgürlüğe, eşitliğe, adalete aşık, gencecik insanları katletmek bu devlet için öylesine ısrarlı bir icraat ki, bir zamanlar Nazım’dan, Ahmet Kaya’dan dizeler okuyarak kürsüden timsah gözyaşları döken AKP’li muktedirler de seleflerinden daha az yavuz olmadıklarını kanıtlıyorlar nicedir.

* * *

Peki bu kadar ölüm karşısında bizler ne yapacağız?

Önümüzde iki seçenek var.

Ya yılgınlığa, umutsuzluğa, korkuya teslim olup sinecek, susacağız.

Sürüye katılmayı kabul edeceğiz.

Zaten istedikleri tam da bu.

Boyun eğmemizi, susmamızı, başkaldırmamamızı istiyorlar bizden.

Bizler susalım ki onlar talan, yağma, sömürü düzenlerini rahatlıkla sürdürsünler.

Bizler susalım ki emekçiler her geçen gün biraz daha yoksullaşsın.

Bizler susalım ki Türkiye ve Kürdistan kaynakları üzerindeki yağma devam etsin.

Bizler susalım ki efendiler ülkeyi felaketlere, kana, gözyaşına boğacak savaşlara sürüklesinler.

Evet, tam da bunu istiyorlar.

Ama dostlar, bunu yaparsak, teslim olursak nasıl bakarız ölülerimizin yüzüne?

Ya da…

Ya da “Hayır” demeyi, itiraz etmeyi sürdüreceğiz.

Başkaldıracağız. Haziran’da yaptığımız gibi; işgal altındaki Kürtlerin yaptığı gibi!

Ölülerimizin acısını yüreğimize gömüp sürdüreceğiz mücadelemizi.

Özgürlük talebimizi, eşitlik talebimizi, adalet talebimizi haykırmaya devam edeceğiz.

Kendimizi en çaresiz hissettiğimiz yerde, çarenin biz olduğunu bileceğiz.

Şunu hiç aklımızdan çıkarmayalım.

Devrimciler, sosyalistler her zaman kazanmaz.

Ama kazandıklarında, büyük kazanırlar.

Özgürlüğü, eşitliği, adaleti, gerçek anlamda kardeşliği kazanırlar.

Yani Marx’ın dediği gibi, dünyayı kazanırlar.

Şimdi kaldıralım başlarımızı.

Ve yeryüzündeki tüm devrimci sosyalistleri tek bir yürekte birleştiren marşımızın, Enternasyonal’in son dizelerini terennüm edelim:

“Cellatların döktükleri kan

Bir gün kendilerini boğacak

Bu kan denizinin ufkundan

Kızıl bir güneş doğacak!”

 

N O T L A R

[1] 13 Aralık 2015 günü, Kaldıraç’ın Ankara Garı önünde düzenlediği Bekir Kilerci ve Serkan Eroğlu şahsında devrim şehitlerini anma etkinliğinde yapılan konuşma metni.

[2] Cemal Süreya.

 

Aramızdalar… Şimdi ve daima…

Bundan 18 yıl önce katledilen Kaldıraç dergisi yazarı Burhanettin Akdoğdu (Bekir Kilerci) ve Ege Üniversitesi Gazetecilik Bölümü öğrencisi Kaldıraç okuru Ali Serkan Eroğlu, eylemlerle anılıyor. Ankara ve İstanbul’da eylemler yapılırken, Bekir Kilerci Bandırma’daki mezarı başında da anma düzenlendi.

Ankara, İzmir, İstanbul, Antakya, Mersin, Edirne’de Aralık ayı başından itibaren afişler, bildiriler, yazılamalar ve üniversitelerde ve meydanlarda açılan standlar ile Bekir Kilerci ve Serkan Eroğlu’nun devrimci kişilikleri ve mücadelelerinin anlatıldığı etkinlikler dizisi bugün yapılan yürüyüş ve eylemlerle devam etti.

İSTANBUL

Kadıköy’de Etkinlik ve Yürüyüş Düzenlendi

12 Aralık 2015 Kadıköy AKA-DER’de düzenlenen anma etkinliğinde AKA-DER adına Ekim Çiftçi ve Kaldıraç adına Hakan Dilmeç konuşma yaparak, insanlık tarihinin zulme karşı direniş tarihi olduğunu, devrimci mücadelenin uzun soluklu olduğunun altını çizerek, işçilerin, halkların mahkum edildiği karanlığı parçalamanın yolunun örgütlü mücadeleden geçtiğini vurguladılar.

Hazırlanan sinevizyon gösteriminde dünya devrimci mücadele tarihinden, Anadolu’ya önderler ve direnişler yer aldı. Anadolu tarihinin katliamlar ve direnişler tarihi olduğu vurgusu yapılan filmde Deniz Gezmiş’lerden, Mahir Çayan’a, İbrahim Kaypakkaya’dan Mazlum Doğan’a, Erdal Eren’den, Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu’na, Kobanê direnişinde ölümsüzleşenlere kadar mücadeleye ışık tutanlar anılarak, halkların ortak mücadelesinin kapitalizm karşısında zafere ulaşacağı vurgulandı.

13 Aralık pazar günü Kadıköy’de Kaldıraç, AKA-DER, İşçi Gazetesi ve Özgür Lise çağrısı ile toplanılarak sloganlarla Kadıköy sokaklarında hem katledilen devrimcileri andı, hem de mücadele, direniş ve örgütlenme çağrısı yapıldı.

Yürüyüşte devrimci önderlerin yanı sıra, 13 Aralık 1980’de idam edilen Erdal Eren’in, Ankara ve Suruç’ta katledilenlerin fotoğrafları taşındı. “Amed, Suruç, Ankara Bu kan denizinin ufkunda kızıl bir güneş doğacak” pankartıyla yapılan yürüyüşte sık sık “Komutan Bekir Yaşıyor Anadolu Savaşıyor”, “Ali Serkan Eroğlu Kavgamızda Yaşıyor”, “Katil devlet hesap verecek”, “Adalet halkların elleriyle gelecek”, Kahramanlar ölmez mutlak hesap sorulacak” sloganları atıldı.

Yürüyüş boyunca konuşmalar yapılırken, Gezi Direnişi’nde ölümsüzleşenler de isimleri okunarak anıldı.

Khalkedon meydanında sona eren yürüyüşün ardından saygı duruşu gerçekleştirildi. Ardından yapılan konuşmada “Reyhanlı’dan, Amed’e, Amed’den Suruç’a, Suruç’tan Ankara’ya, Ankara’dan Beyrut’a, Beyrut’tan Paris’e, Bağdat’a, Lazkiye’ye… Günler ölüm haberleri ile geliyor. Cizre’de Nusaybin’de, Silvan’da, Yüksekova’da, Derik’te… bir halk katil sürülerinin kuşatması altında direniyor. Hrant Dink gibi, Tahir Elçi gibi, halkların acılarına, direnişlerine yüreklerini açmış, vicdanlarını kendilerine dayanak yapmış yürekli insanlar sokak ortasında infaz ediliyor.” denildi.

Açıklamada, emperyalist paylaşım savaşında insanların katledildiği, çocukların cansız bedenlerinin sahile vurduğu hatırlatıldı.

İşçilerin alın terinin sömürüldüğü, işçi cinayetlerinde katledildikleri, doğanın kentlerin rant uğruna yağmalandığı, kadınların, LGBTİ bireylerin katledildiği kapitalist-emperyalist sistemin fazladan ömür sürdüğü vurgulanarak şunlar söylendi:

“Tüm bu karanlığın içinde hala sınıfsız ve sınırsız bir dünya hayalini örgütlemeye çalışanlar da var.

Bugün tarih bize tekrar gösteriyor; bu kan denizinin ufkunda kızıl bir güneş doğacak. İnsanlık nefes alacaksa eğer bu sosyalizmle olacak”.

Spartaküsten, Bedreddinden, Börklüce’den Paris Komüncülerinden bilindiği üzere insanın en onurlu eyleminin isyan olduğu hatırlatılan açıklama şöyle devam etti:

“Komutan Bekir, rüzgarın karşıdan estiği, devrimciliğin ahmaklık olarak pompalandığı, sosyalizmden dönmenin göklere çıkarıldığı bir dönemde atıldı kavgaya. Ali Serkan tertemiz yüreği ile bu kavgaya omuz verdi.

Tıpkı kendi geleceği emekçi halkların geleceğine bağlayıp toprağa düşen binlerce devrimci gibi. Tıpkı Suruç’ta, Ankara’da öldürülen yoldaşlarımız gibi. Hrant Dink gibi, Tahir Elçi Gibi. Mahir gibi, Deniz gibi, İbo gibi. Tıpkı Che gibi.

Tarihimizden, bugünümüzden öğrenerek örgütlenerek yürüyeceğiz.

Ya sosyalizm ya ölüm diyerek söz veriyoruz. Yoldaşlarımızın hayallerini gerçeğe çevireceğiz.

Emperyalist paylaşım savaşında, insanlar katliama uğruyor, yerinden yurdundan ediliyor, kadınlar köle pazarlarında satılıyor, ölülerimiz buzdolaplarında saklanıyor. Bebeklerin cansız bedenleri sahile vuruyor.

İşçilerin alın terinin sömürülmesi yetmiyor, madenlerde, inşaatlarda, tersanelerde, fabrikalarda, yollarda onar onar, yüzer yüzer al kanları içiliyor

Araştırmacı Yazar Temel Demirer de eylemde mücadele tarihinin bugüne ışık tuttuğunu anlatan coşkulu bir konuşma yaptı.

Bekir Kilerci’nin şiirlerinin okunduğu eylem, marşlar ile sona erdi.

AKA-DER Sarıgazi Şube anma etkinliği

12 Aralık Cumartesi akşamı, Sarıgazi AKA-DER şubede 18 yıl önce güneşe uğurladığımız ortaklarımız Bekir ve Ali Serkan ortaklarımızın anmasını gerçekleştirdik.

Açılış konuşması ve ortaklar nezdinde devrim şehitleri anısına saygı duruşuyla başlayan etkinliğimiz, ortakların şiirleri ve sinevizyonla devam etti.

Şubeden bir ortağın konuşması ve en son Temel Demirer hocanın konuşmasıyla anma etkinliğimiz sona erdi.

AKA-DER Sarıyer Şube anma etkinliği

“Bundan 18 yıl önce devlet tarafından katledilen Ortaklarımız Bekir Kilerci, Ali Serkan Eroğlu, Erdal Eren ve onların nezdinde tüm devrim şehitlerini anmak için bir araya geldik.

Etkinliğimiz AKA-DER adına yapılan konuşma ile başladı. Konuşmada ‘Geleceği görenlerin ve geleceği yaratanların kararlılığıyla mücadele eden Bekir’den çok şey öğrendik. Ali Serkan’ı hep insan olmanın çığlığı, insan kirlenmesine verilen yanıt olarak anlatırız. Bize düşen onların bıraktığı yerden, kararlılıkla mücadeleyi yürütmektir.’ denildi ve saygı duruşunda bulunuldu.

Saygı duruşunun ardından yoldaşlarımız için hazırlanan sinevizyonu izledik ve bir arkadaşımız Bekir Kilerci’nin ‘Kimlik Kartı’ şiirini okudu.

 

Etkinliğimiz söyleşiyle devam etti. Söyleşide Bekir Kilerci’nin ve Ali Serkan Eroğlu’nun hayatlarına değinildi ve onların bugün bizim için ne anlama geldiği konuşuldu. Bekir’in yaşamıyla, mücadeleyi büyütmek için ortaya koyduğu inatçı ruhuyla bize örnek olduğu, Ali Serkan’ın sanata olan tutkusu vurgulandı ve bugün onların yaşamlarına bakarak kendimizi, devrimci yaşamı sorgulamamız gerektiği, direnişi büyütmek için daha fazla sorumluluk almamız gerektiği vurgulandı.

Etkinliğimiz Bekir Kilerci’nin ‘Ortak’ şiirinin okunmasıyla sonlandı.”

ANKARA

Ankara’da 10 Ekim’de bombaların patladığı Gar önünde toplanılarak, Bekir Kilerci, Serkan Eroğlu, Erdal Eren nezdinde katledilenler ve devrim şehitleri anması gerçekleştirildi.

Ankara’da 13 Aralık 1997 yılında TEM Şubesinde işkencede katledilen Kaldıraç Dergisi yazarı Bekir Kilerci ve polisin muhbirlik teklifini kabul etmediği için 24 Aralık 1997’de Ege Üniversitesi’nin tuvaletinde, işkenceci polisler tarafından asılarak katledilen Ali Serkan Eroğlu şahsında tüm Devrim Şehitleri için Ankara’da anma etkinliği düzenlendi.

 

Kaldıraç tarafından düzenlenen etkinlik, devrim yolunda şehit düşen tüm yoldaşlar adına saygı duruşuyla başladı. Saygı duruşunun ardından Aka-Der Sanat Atölyesinin hazırlamış olduğu “Dün, Bugün, Yarın” başlıklı Sinevizyon gösterimi yapıldı.

Anma, Ali Serkan Eroğlu’nun etkinliğe katılamayan ablası Aylin Eroğlu’nun gönderdiği mektubun okunmasının ardından “Tek Başına Mırıldanma, Birlikte Söyleyelim” şiarı ile yola çıkan Rosa Kadın korosunun devrim şehitleri için söylediği şarkı ve marşlarla devam etti. Halkın yanında halkla sanat yapmak amacıyla bir araya gelmiş Ortak Sahne Bekir Kilerci’nin “toplantı ya da Küçük Bir Zafer” adlı öyküsünden uyarladığı “Bir gün Yine İşyerindeyiz” adlı oyununu oynadı. Ortak Sahnenin ardından kapanışı “Zafere Dek En Güzel Şarkımız isyandır” diyen Liberte Müzik Grubu yaptı.

“Devrim Şehitleri Ölmez”, Kahramanlar Ölmez Mutlak Hesap Sorulacak” sloganlarının atıldığı salonda program, “13 Aralık’ta 101 Barış Şehidi verdiğimiz Ankara Gar önünde Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu nezdinde tüm yoldaşlarımız anısıyla tarihimizi bir kez daha hatırlayıp hatırlatacağız” denilerek, 13 Aralık Ankara Garı önüne yapılan çağrıyla sona erdi.

Serkan’ı Anmak…*

Serkan’ı anmak için bugün sizlerle olmak isterdim. Onun yerine size sözlerimi gönderiyo­rum. Anmak için toplandınız, onun ve kendim adına teşekkür ediyorum. Aslın onu anmak için böyle toplanmaya bile gerek yok. Bir kitap okumak, bir gözlerini kapatıp kendini dinlemek, bir çocuğun gözlerine sevgiyle bakmak, hayattan keyif alarak, çevremize iyilik saçmak yeterli. Çünkü o öyle biriydi. Hayat boyunca dokunduğu her şeyi güzelleştirdi, konuştuğu herkesi iyiliğe ve sevgiye davet etti. Baktığı yerlerde çiçekler açtı. Ölümü bunu değiştiremez, şimdi sizler bak­tığınız, bastığınız yerlere sevgi ve iyilik tohumla­rı ekin.

Eğer bir yerlerde o’na dair ufacık bir bilinç kırıntısı mevcutsa, bu onu çok mutlu edecektir.

Sevgiyle ve mutlulukla kalın

Keyifle ve bilinçle yaşayın

Aylin Eroğlu Şimşek

(* 4 Aralık 2015 Cuma günü Ankara Yeni Sahne’de yapılan Anma etkinliğinde okunan mesaj)

4 Aralık 2015, Ankara, Yeni Sahne

Ankara’da 10 Ekim’de bombaların patladığı Gar önünde toplanılarak, Bekir Kilerci, Serkan Eroğlu, Erdal Eren nezdinde devrim şehitleri anması gerçekleştirildi. Saygı duruşuyla başlayan anma etkinliği konuşmalarla devam etti. Sibel Özbudun’un konuşmasını “Katlediliyoruz bu yolda çok şehit verdik bugünde 17 yaşında astırı­larak katledilen Erdal Eren, Burhanettin Akdoğdu için toplandık Enternasyonal’in son dizelerinde dediği gibi Bu kan denizinin ufkunda kızıl bir güneş doğacak” diyerek bitirdi. Etkinlik Kaldıraç Konuşmasıyla devam etti. Etkinlik ortakların şiirlerinin okunmasıyla devam eden etkinlik slo­ganlarla son buldu. Sonrasında Sakarya Meyda­nında da bir anma etkinliği gerçekleştirildi. Saygı duruşuyla başlayan anma Ajitasyonlarla devam eden anma şiirlerle ve sloganlarla bitirildi.

13 Aralık Ankara Garı Önü

Ali Serkan Eroğlu ve Bekir Kilerci yoldaşı­mızın katledilişinin 18. yıldönümünde Tuzluçayır Mahallesinde yapılan anma yürüyüşünde Ciz­re, Sur, Kobane direnişleri, devrimci mücadele tarihimiz, halklara karşı yapılan baskı ve zulüm üzerinde duruldu. Devletin bugünlerde göstermiş olduğu şiddete karşı örgütlenmek gerektiği vur­gulandı. Anma yürüyüşünde “Katil Devet Hesap Verecek”, “Adalet Halkların Elleriyle Gelecek”, “Kahramanlar Ölmez Mutlak Hesap Sorulacak” sloganları atıldı. Bekir Kilerci’nin ve Ali Serkan Eroğlu’nun şiirlerinin okudugu eylem sloganlarla sona erdi.

24 Aralık 2015, Mamak

AKA-DER Sanat Faaliyeti devlet tarafından katledilen Ali Serkan Eroğlu anmak üzere “24 Aralık Ege Üniversitesinde Asılarak katledilen yoldaşımız Ali Serkan Eroğlunu unutmayacağız.” diyerek Yüksel caddesine pankart astı.

 

İZMİR

İzmir’de Bekir Kilerci ve Serkan Eroğlu Nezdinde, Katledilenler Anıldı

Balçova’da stickerlarımızla anmamıza çağrı yaptık.18 Aralık’ta ise bu çalışmamızı Karşıyaka İzban’a taşıdık.

18 Aralık-Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu şahsında devrim kahramanlarını anma etkinlikleri kapsamında, Çanakkale yolunda işçi servislerinin güzergahına yoldaşlarımızın resminin bulunduğu “Kahrolsun Tekelci Polis Devleti” yazılı pankartı astık.

Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu nezdinde devrim şehitleri İzmir’de anıldı.

18 Aralık Cuma günü Alsancak Kıbrıs şehit­lerinde gerçekleştirilen anma programı yapılan Bekir Kilerci’nin Kondu Savaşçısı şiiri okunarak başladı. Okunan şiirden sonra Anadolu ve Kürdis­tan’da mücadele edip ölümsüzleşen tüm yoldaşla­rımız adına 1 dakikalık saygı duruşunda duruldu.

Anma etkinliğimizde yenikapı tiyatrosu “BA­RIŞ” adlı oyununu oynadı.

Ali Serkan Eroğlu’nunda kurucuları arasında yer aldığı Duvara Karşı Tiyatro Topluluğu yönet­meni ve Ali Serkan Eroğlu’nun arkadaşı Vedat Kuşku bizlere Serkan’ın mücadelesini ve kişiliğini anlattı.

Praksis Müzik grubu ve Duvara karşı tiyatro topluluğunun hazırladığı meçhur öğrenci anıtını dinledik.

Anma etkinliği boyunca yoldaşlarımızın şiirleri okundu. Anma etkinliği boyunca bu mü­cadelede yitirdiğimiz yoldaşlarımızın fotoğrafları taşınırken, dayanışmayı da gösterdiğimiz kızıl fla­malarımız siper yoldaşlarımız tarafından taşındı.

Anma etkinliğimiz dayanışma sloganları ile son buldu.

Yapılan anma etkinliğine Devrimci Gençlik Birliği, Birleşik Devrimci Parti, Öğrenci Kolek­tifleri, Ezilenlerin Sosyalist Partisi, Duvara Karşı Tiyatro Topluluğu ve Yenikapı tiyatrosundan dostlarımız destek verdi.

(18 Aralık 2015)

Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu şahsında devrim kahramanlarını bugün Ulukent’te andık.

Ulukent Alevi Yol Şubesi’nde yapılan anma etkinliği Anadolu ve Kürdistan’da mücadele edip ölümsüzleşen tüm yoldaşlarımız adına yapılan saygı duruşu ile başladı.

Saygı duruşunun ardından bir ortağımız Bekir Kilerci’nin “Kenardakilere” adlı şiirini okurken şiirden sonra sinevizyon gösterimi yapıldı.

Kaldıraç adına yapılan konuşmada yoldaşla­rımızın yaşamı anlatılırken “Bugün bir kaç saat sonra burada Maraş Katliamı anması yapacağız, aslında sırf bu bile ne denli katliamlar tarihi için­den geldiğimizin kanıtıdır. Bizler Bekir Kilerci ve Ali Serkan’ın yoldaşları onları anmanın her gün mücadele etmek olduğunun bilinciyle kavgaya devam edeceğiz” dendi.

Konuşmanın ardından “Alevi Yol Gençlik Hareketi” Bağlama Ekibi ezgileriyle anmamıza katkıda bulundular.

Etkinlik biterken düşüncelerini aktaran Alevi Yol Kültür Dernekleri Ulukent Şubesi Gençlik Kolları’ndan Fırat Sutmak “Bugün biz Aleviler de biliyoruz ki Örgütsüz toplum hiç bir şey yapamaz, daha fazla örgütlenmeli, daha fazla mücadele etmeliyiz” dedi.

(19 Aralık 2015)

Menemen’de Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu şahsında devrim kahramanlarını anma etkinliği yapıldı.

HDP Menemen İlçe Bürosunda yapılan etkin­lik Özgür Anadolu ve Kürdistan mücadelesinde ölümsüzleşenlere saygı duruşuyla başladı.

Saygı duruşunun arkasından Ali Serkan Eroğ­lu ve Bekir Kilerci’nin şiirleri okundu.

Hazırlanan sinevizyonun gösteriminin ar­dından Kaldıraç adına yapılan konuşmada Bekir Kilerci’nin bu mahallede izlerinin olduğu hep birlikte bu izleri daha da belirginleştirmek gerek­tiği vurgulanırken “Bugün bu salonu hazırlarken katliamlar tarihi sergisi yaptık, duvarlara sığma­yacak kadar çok katledildiğimizi bir kez daha gördük. Ama bizim de arkamızda Deniz’lerin, Mahir’lerin, İbo’ların, Mazlum’ların, Bekir’lerin, Ali Serkan’ların mücadele tarihi var, Veysel’in gülüşüyle biz kazanacağız” dendi.

Konuşmanın ardından Alevi Yol Kültür Dernekleri Ulukent Bağlama Topluluğu Aralık ayında yaşanan tüm katliamlara ilişkin ezgilerini seslendirdi.

Müzik dinletisinin ardından etkinliğe katılan bir dostumuz Kürtçe “Helbest” adlı şiiri okurken etkinlik “Bekir ve Serkan’ın düşlerini gerçekleştir­mek için mücadeleyi daha da yükseltme” çağrısıy­la bitirildi. (20 Aralık 2015)

Bugün Ege Üniversitesi’nde ortağımız Ali Serkan Eroğlu için anma etkinliği gerçekleştirdik. Merkez kütüphane önünde gerçekleştirilecek olan anma öncesinde oturulmaması için çimleri sulayan okul yönetimi, polisler ve ögb ile birlikte bizleri ablukaya aldı.

Saygı duruşunun ardından Serkan’ın şiirlerini okuduğumuz esnada ÖGB şefi gelip “Bu şekilde oturamazsınız” diyerek saldıracaklarını söyledi fakat anma etkinliğimizi sürdürdük.

Ali Serkan ortağımızın yaşamının anlatıldığı, mücadelesinin bugünkü öneminin vurgulandığı anma konuşmaların ardından sona erdi. Fakat ögb ve polis okuldan çıkana dek tacizini sürdürdü.

(23 Aralık 2015)

Ali Serkan Eroğlu’nun ölüm yıldönümünde Tire’deki mezarı başında anma etkinliğimizi gerçekleştirdik.

1997’de devlet tarafından katledilen ortağı­mız Ali Serkan Eroğlu için Tire’deki mezarlığa vardığımızda 4 araçla gelen jandarmalar ve sivil polislerle karşılaştık. Jandarma komutanı, hiçbir propaganda malzemesi kullanmayacağımızı söy­ledi,bizlerse planladığımız anmayı gerçekleştir­mek üzere ortağımızın mezarının bulunduğu yere gittik.

Ali Serkan Eroğlu nezdinde tüm devrim şehitleri için saygı duruşuyla başladığımız anma programımızda Kaldıraç adına konuşma yapıldı. Konuşmada, insan olmanın ve insan kalmanın bu­günkü önemine değinilerek “Bugün Kürdistan’da zırhlı araçlarla karşımıza çıkan, her gün başka bir yerde infaz edilen devrimciler olarak gördüğümüz ve Ortadoğu’da IŞİD adı altında beslenen ve bizi çevreleyen bu barbarlığa karşı Serkan’ın ‘insan olma çığlığı’nı yükseltmeliyiz” denildi.

(24 Aralık 2015)

ADANA

Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu Ada­na’da anıldı.

İnönü Parkı’nda gerçekleştirilen anma eylemi Bekir’in ve Ali’nin nezdinde tüm devrim şehitlerinin anısına saygı duruşu Şafak Yıldız’ın şiiriyle başladı. ‘Kahrolsun Tekelci Polis Devleti’, ‘Komutan Bekir Yaşıyor, Anadolu Savaşıyor’ , ‘Ali Serkan Eroğlu Ölümsüzdür’ , ‘Bekir Kilerci Ölümsüzdür’ , ‘Erdal Eren Ölümsüzdür’ , ‘Katil Devlet Hesap Verecek’ , ‘Bu Maya Tutacak, Bu Gemi Zafere Ulaşacak’ sloganlarıyla devam eden ve basın açıklamasının okunmasının akabinde Bekir Kilerci’nin ‘Ortak’ şiirinin okunmasıyla sona erdi.

(13 Aralık 2015)

 

Ferfecir Sanatevi’nde salon anması gerçekleştirildi.

Saygı duruşuyla başlayan ve Sinevizyon gösterimi ile devam eden etkinlikte, Bekir’in ve Ali Serkan’ın hayat hikayelerinden parçalar, de­neyimler konuşulduktan sonra Onların şiirleri ve yazdıkları öyküler okundu. Mukavemet grubunun devrim şehitleri anısına hazırladıkları türkülerle ve marşlarla devam eden etkinlik, dinletinin akabinde sona erdirildi. (13 Aralık 2015)

EDİRNE

Edirne’de bekir kilerci ve ali serkan eroğlu nezdinde devrim şehitlerini andık.

Anma kapsamında Trakya Üniversitesi du­varlarına ve şehrin sokaklarına yazılamalar yaptık. Yazılamalarda ortaklarımıza ve tüm devrim şe­hitlerine değinirken, katliam geleneğini sürdüren devletin Kürdistan’daki ablukalarına, katliamları­na ve oradaki direnişe de yer verdik.

Bundan tam 18 yıl önce yıldızlara uğurla­dığımız yoldaşlarımız, ortaklarımız için anma etkinliği gerçekleştirdik. Saygı duruşuyla başlayıp sinevizyon gösterimiyle devam eden etkinlikte ‘’yoldaşlarımızın mücadelelerine, serüvenlerine onların yazdıkları ve onlara yazılanlarla tanık­lık edebiliriz’’ diyerek şiirler, öyküler okuyarak sürdürdük. Etkinliğin sonunda gerçekleştirdiğimiz şiir atölyesiyle birlikte ortaklarımızı yeni tanıyan dostlarla şiirleri kağıtlara yazarak; başka insanlara, bulunduğumuz noktalara dağıtıp şiirlerini daha çok duyurma, tartışma kararı alarak etkinliğimizi sonlandırdık.

Anıları mücadelemizde yaşayacak!

Devrim şehitleri ölümsüzdür!

İstanbul Üniversitesi

Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu ortakla­rımızı anmak için afişleme çalışmaları yapıldı, masa açıldı. Saat 13’te merkez kampüs havuzlu bahçede gerçekleşecek olan anmadan önce fa­külteye özel güvenlik, sivil polis ve çevik kuvvet konuşlandı. Kitlenin toplanması ile anma başladı. Polis kitleyi ablukaya aldı ve darp edilerek 14 kişi gözaltına alındı.

Aynı esnada kendisini Özgür-Der olarak ifade eden bir grup, öğrenci kolektiflerinin afişlerini indirmeye cüret etti.

Üniversitenin gözaltına alınmayan öğrencileri amfileri dolaşarak üniversiteye yönelik düzenli polis saldırısını teşhir etti.

Ayrıca öğrenci kolektiflerinin afişleri de toplu bir biçimde tekrar asıldı.

(24 Aralık 2015)

Çukurova Üniversitesi

Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu anması için yapılan çalışmalar.

Ali İsmail Korkmaz Alanı’na, fakültelere ve yemekhaneye ‘Yolunuz Yolumuzdur’ şiarlı afişler asıldı. Fakülte duvarlarına, dersliklere, Ali İsmail Korkmaz alanına Bekir Kilerci şiirleri yazıldı.

(3 Aralık 2015)

Yemekhane duvarlarına renkli kağıtlara yazılan Ali Serkan Eroğlu ve Bekir Kilerci şiirleri asıldı.

(10 Aralık 2015)

Üniversitede yapılmak istenen anma etkinliği Cuma namazından çıkan grubun Ali İsmail Kork­maz Alanı’na saldırmasıyla, eylem, fiili çatışma haline evrildi ve yapılmak istenen anma etkinliği çatışmalardan dolayı gerçekleştirilemedi.

(11 Aralık 2015)

Ankara Üniversitesi

24 Aralık Perşembe günü katledilişinin 18. yılında Ali Serkan Eroğlu, Ankara Üniversitesi Cebeci Kampüsünde, Cebeci öğrencisi tarafından kendi bölümü olan İletişim Fakültesi önünde anıl­dı. Anma 16.00 da sloganlarla başladı. Saygı du­ruşu, şiirler ve basın açıklamasının ardından anma yine sloganlarla sonlandırıldı. Anma sırasında “Ali Serkan Eroğlu İnsan Olmanın Çığlığıdır! Devrim Şehitleri Ölümsüzdür!” yazılı ozalit açıldı.

Yaşatmak için barışa ses ver!

Ortadoğu’da on yılı aşkın süredir halklar için tam bir yıkıma dönüşen emperyalist savaş yaşanmakta; AKP/Saray iktidarı, bu savaşta işlenen suçlara gönüllü olarak ortaklık yapmaktadır.

Sürdürülen mezhepçi politikalarla, Ortadoğu’da halklar arasında düşmanlık körüklenmektedir. AKP’nin de desteklediği cihatçı çeteler eliyle yüzbinlerce insan öldürülmüş; milyonlarca insan yerinden yurdundan edilmiş; kadınlar köle pazarlarında satılır; çocukların cansız bedenleri kıyılara vurur hale gelmiştir.

Dışarıda boğazına kadar kirli savaş batağına saplanmış olan Saray ve AKP Hükümeti içerde saldırılara, yasaklara karşı mücadele eden güçlere savaş açmıştır.

Özellikle 7 Haziran seçimleri öncesi başlayan saldırılar, Suruç katliamı ile bir topyekûn savaşa dönüşmüştür. Anayasa rafa kalkmış, yasaların yerini savaş uçağı, tank, top ve silahlar almıştır. Temmuz ayından bu yana, Silvan’dan Nusaybin’e, Cizre, Silopi, Yüksekova, Derik, Sur’dan Kerboran’a sokağa çıkma yasakları ile beraber Kürt halkına karşı planlı katliamlar gerçekleştirilmektedir.

Kürt halkının demokratik bir Türkiye’de bütün halklarla eşit ve özgür koşullarda yaşama talebi, bu yönde elde ettiği kazanımlar sokak sokak, ev ev ezilmeye çalışılıyor. Kendi kendini yönetme hakkının bir ifadesi olan özyönetim direnişi kırılmaya çalışılıyor. Sokak aralarında tanklar geziyor, evleri, camileri, kiliseleri, okulları, mezarlıkları yıkıyor, yakıyorlar. Sokağa çıkmak zorunda kalan insanlar keskin nişancılar tarafından vuruluyor. Cenazeler polis araçlarının arkasında sürükleniyor; cansız bedenler günlerce yol ortasında kalıyor; anne-babalar çocuklarının gözü önünde ölüyor; annelerin kucaklarına düşen çocuklarının cansız bedenleri buzdolaplarında saklanıyor.

Batıda, bu savaşa dur demek, insanca, barış içinde yaşama isteğini haykırmak için sokağa çıkan insanlar, 10 Ekim’de Ankara’da devletin patlattığı bombalarla katlediliyor. En ufak bir eyleme dahi izin vermeyen devlet insanları evlerinde infaz ediyor. Bütün dünyanın bildiği savaş suçlarını ifşa eden, yaşanan gerçekleri yazan gazeteciler tutuklanıyor, kaçırılıp tehdit ediliyor. Kitaplar toplatılıyor, insanlar sosyal medya paylaşımları nedeniyle cezaevine atılıyor.

Ne var ki, tüm bu vahşet, Kürt halkının direnişini daha kararlı hale getirmek dışında, direnişin yayılması dışında bir sonuç vermiyor, vermeyecek.Türkiye’nin işçileri, emekçileri, demokrasi güçleri Kürt halkının bu direnişi yanında saf tutacak, Saray ve Hükümeti’nin faşist saldırılarına karşı birlikte göğüs gerecektir.

Emek örgütleri DİSK, KESK ve TMMOB, Savaşa Karşı Barış için 29 Aralık 2015 salı günü hizmet üretmeyi bırakacağını ilan etmiş bulunuyor. İstanbul Emek ve Demokrasi Koordinasyonu olarak “Barışın Tarafındayız” diyerek bileşenlerimiz DİSK, KESK ve TMMOB’un iş bırakma eylemini destekliyoruz. İstanbul halkını da savaşa, baskıya ve yasaklara karşı omuz omuza mücadele etmeye çağırıyoruz.

İSTANBUL EMEK VE DEMOKRASİ KOORDİNASYONU