Ana Sayfa Blog Sayfa 242

Suriye’de değişen stratejik dengeler

Savaşın yoğunlaşmış haliyle diplomatik-politik arayışlarındaki yoğunluğun eş zamanlı ve birbirine paralel gelişmesi de güç ilişkilerinin zorunlu ve kaçınılmaz bir sonucu olarak görmek mümkündür.

Suriye’de gelişmelerin her aşama politik-stratejileri etkilemekte ve her aşamada yeni hamlelerin yapılmasına yol açmaktadır. Ancak Rusya uçağının düşürülmesi, Suriye’deki askeri ve politik dengeleri geçmişten farklı olarak bütünüyle değiştirdi. Bu sürecin kaybedenleri ve kazananları çok daha belirgin olarak ortaya çıktı. Bir bakıma ‘uçağın düşürülmesi öncesi ve sonrası’ olarak tanımlayabileceğimiz yeni süreç önümüzdeki birkaç ay içerisinde askeri ve politik dengelerin bütünüyle netleşeceğini ortaya koyuyor.

Rusya’nın Suriye’de başlattığı çok kapsamlı askeri operasyonlar hem küresel ve bölgesel güçlerin stratejilerini hem de Suriye’deki iç politik dengeleri de çok yönlü değiştirdi.

Rusya’nın ve Esad askeri güçlerinin IŞİD ve El Nusra merkezli Fetih ordusuna karşı başlattığı askeri operasyonlar, başta ABD olmak üzere bölgede aktif olmaya çalışan bütün güçlerin pozisyonlarını zorunlu ve kaçınılmaz olarak yeniden belirledi. Özellikle Türkiye’nin Suriye stratejisini önemli ölçüde işlevsizleştirdiği, tersine Esad’ın hâkimiyet alanlarının çok hızla genişlediği hemen herkesin gördüğü bir realitedir. Peki, Türkiye başarısızlıktan sorumlu gördüğü Rusya’ya karşı bir hamle yapma gereği mi duydu yoksa bir biçimiyle yönlendirildi mi? Bu sorunun yanıtını peşinen vermek zor. Ancak uçağın düşürülmesi Türkiye’nin bölgesel inisiyatifini çok ciddi oranda bitirdi.

Rusya’nın uçağın düşülmesinden sonra Suriye’de panikleyeceğini düşünenler ve özellikle Türk devletini yönetenler yanıldı. Rusya stratejik S300 ve S400 füze sistemlerini Suriye’ye yerleştirmekle kalmadı, Suriye hava sahasını kontrol altına aldı. Böylelikle ABD uçakları dahi operasyonlar için Rusya’da izin almak zorunda kaldıklarını açıkladılar. Ayrıca Rusya’nın gelişmiş stratejik bombardıman uçaklarını Suriye’ye yerleştirdiler. Ak Denize önemli bir askeri güç yığan Rusya, savaş gemileriyle operasyona aktif destek vermeye başladı. Tank, top gibi zırhlı araçları da kullanarak kara savaşına da katılmaya başladı. Putin’in uluslararası gazetecilere yaptığı değerlendirmede şu açıklaması Moskova’nın bakış açısını ortaya koyuyor: “Türkiye eskiden Suriye’nin hava sahasını sürekli olarak ihlal ediyordu. İsterse, buyursun şimdi de etsin.”

Rusya, Suriye’deki savaşın seyrini tek başına değiştirdi ve Esad bağlı askeri güçler, son iki ayda çok önemli mevziler elde ettiler. Suriye ordusu önümüzdeki birkaç ay içerisinde Humus, Hama, İdlib, Halep bölgelerini bütünüyle kontrol altına alarak müzakere masasında tahmin edilenden daha güçlü oturmayı ve politik dengeleri kendi lehine dönüştürmeyi planlıyor. Rusya’ya ait olan bu planın öncelikli adımlarından biri İslamcı örgütlerin denetiminde olan havaalanlarının kontrol altına alınmasıdır. Plan başarılı bir şekilde işliyor Rusya, hem Suriye’nin askeri fabrikalarını işlerli hale getiriyor hem de kendisine ait tank, top gibi kara araçları Esad ordusunun hizmetine sunuyor. Kara harekâtı ile hava operasyonları eş zamanlı birbirini tamamlar düzeyde ilerlemesiyle Radikal İslami güçlere önemli darbeler vuruluyor. Uluslararası alanda çok ciddi olarak sıkışmış olan Türkiye’nin askeri destek verememesi nedeniyle güç kaybeden El Nusra merkezli Fethi Ordusu ele geçirdikleri bölgeleri terk etmek zorunda kalmaya başladı.

Rusya’nın stratejisi Türkiye’yi çok yönlü kuşatmaya almaktır. Ekonomik yaptırımlarla başlayan, politik ve diplomatik adımlarla ilerleyen sürecin iki önemli noktası bulunuyor. Türkiye’nin uluslararası ilişkiler de ve bölgesel ilişkilerde Türkiye’nin etkisizleştirilmesidir. Moskova bu planı çok kapsamlı ve kararlı bir şekilde uyguluyor. Öncelikli olarak Suriye merkezli ilişkilerde Türkiye’nin etkisinin bütünüyle kırılmasını sağlamaktır. Buna ilişkin veriler ortaya çıkmaya başladı. Rusya’nın Suriye’de artarak gelişen operasyonlarının önemli bir nedeni de Türkiye’nin askeri olarak kuşatılmasıdır. Öyle ki Türkiye’nin Suriye’ye yönelik ne bir uçağı kalkıyor, ne de kara da bir adım atabiliyor. Bu şansı kalmadı denebilir. Türkiye’nin Suriye’ye yönelik en küçük bir askeri hamlesi Rusya tarafından çok ağır bir şekilde yanıtlanacaktır. Rusya karşısında etkisizleşen Türkiye için iki çarpıcı örnek var: Rusya’ya ait bir askeri geminin boğazlarda geçerken, bir askerin omzunda 4,2 km menzile sahip bir roketle gövde gösterisi yapması oldu. Türk devlet yöneticilerinin bunun bir meydan okuma olarak algıladılar. Erdoğan’ın ‘bu davranış çocukluktur’ cümleleriyle sıradanlaştırmaya çalışması aslında Rusya karşısındaki çöküş pozisyonunu gösteriyor. Diğeri ise Rusya tarafından ilk kez denen askeri bilgi toplama/casus uçağının Türkiye hava sahasından 1500 km derinliğinde gözlem yaprak Türkiye’ye ait askeri bölgelerin bir haritasının çıkartma faaliyetini yapması ve Türkiye’nin buna sessiz kalması, ‘gerilim istemiyoruz’ değil, güç dengeleri bakımından çok belirgin bir teslimiyeti ifade ediyor.

Doğrudan Türkiye’yi ilgilendiren son derece önemli bir konuda Washington ve Moskova arasında önemli uzlaşı sağlandı. Rusya’nın iddiası Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin gündemine getirmesini kararlaştırdı: ‘Türkiye’nin IŞİD petrolünü alıp pazarladığı’ meselesinde somut bazı adımların atılması benimsendi. Obama ile Putin’in ortak iradesiyle; “BM Antiterör Komitesi’nin IŞİD’e sınırı olan ülkelere giden petrol ticaretini engellemeye yönelik faaliyetlerini denetlemesi” kararının merkezinde Türkiye’nin bulunmasıdır. Aynı şekilde Rusya ve ABD tarafından hazırlanıp Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde kabul edilen yasa tasarısı “IŞİD-El Kaide gibi örgütlere ait finansal varlıkların gecikmeden dondurulması, seyahatlerinin engellenmesi, silah, mühimmat ve askeri malzeme almaları, askeri danışma, teknik destek edinmelerine izin verilmemesi” kararını içeriyor. Özellikle Rusya’nın baskısı sonucu hazırlanan karar tasarısında esasen. Türkiye’nin ‘BM Anti-Terör Komitesi’ tarafından denetlenmesinin politik sonuçları tahmin edilenden çok daha ağır ve etkili olacaktır. Türkiye’nin Suriye merkezli Radikal İslamcı örgütlerle olan ilişkilerinin daha ileri düzeyde mercek altına alınarak deşifre sürecine girilmesi sadece petrol akışıyla sınırlı olmayacağı ve uluslararası bir boyut alacağı çok açıktır.

Rusya uçağının düşürülmesinden sonra Moskova’nın Suriye politikasında çok daha karalı bir tutum alarak, Suriye’deki bütün askeri dengeleri değiştirecek adımlar atması, ABD’nin politikalarını doğrudan etkiledi. Türkiye’nin NATO’da beklenen desteği görememesinin çok ötesinde ABD, Rusya ile hızlı bir uzlaşı içerisinde sorunun çözümünde önemli adımlar atmaya karar verdi. ABD Dışişleri Bakanı Kerry’in Rus Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov ve Putin ile yaptığı görüşmede bu çok daha belirginleşti. Kerry, “ABD’nin temel amacının Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın görevden ayrılması olmadığını”na dikkat çekti ve “ABD ve partnerlerimiz Suriye’de rejim değişimi arayışında değil” değerlendirmesiyle Moskova ile açık bir uzlaşı içerisinde olduklarını bir kez daha teyit etti. Suriye’deki sorunun çözüm çerçevesini esas olarak Rusya tarafından çiziliyor. ABD-Rusya yakınlaşması Türkiye’nin sürecin dışında tutulması konusunda da ortak bir irade birliğinin oluştuğunu gösteriyor. Başta Almanya olmak üzere Batılı ülkeler aşamalı olarak yönünü Şam’a döndürecekler bundan kimsenin şüphesi olmasın. Yalnızlık psikolojisine kapılan Ankara, önümüzdeki birkaç ay içinde Şam ile görüşmek için mesaj göndermesi kimseye sürpriz gelmemelidir.

Türkiye’nin Kürdistan Bölge Yönetimiyle ilişkilerini stratejik ilişkiler kurmayan devletin Barzani’ye ilk kez devlet protokolüyle karşılamış olması, özellikle Bağdat hükümetiyle yaşanan ciddi sorunların bir sonucu olarak görmek yanlış olmayacaktır. Bağdat’ın Musul’da bulunan Türk askerlerinin derhal çektirilmesi için verdiği ültimatomdan sonra bölgede yalnızlaşan Türkiye’nin yeni ilişki ağları kurmasının bir sorunu olarak Barzani ile yakın bir temas kurma zorunluluğu hissetti. Bir siyasi lider olarak Barzani’nin de öncelik olarak MİT’e götürülmesi, meseleye politik-stratejik değil, anlık-güvenlik merkezli bakış açısının terk edilmediğini gösteriyor. Türkiye’nin Güney Kürdistan ile ilişkilerine çok daha fazla sarılmaya başlaması, Rus uçağının düşürülmesinden hemen sonra başlaması da bir zorunluluktan kaynaklandığını gösteriyor. Bu bakımdan Güney Kürdistan yönetimi Türkiye’nin Suriye, Irak ve PKK gibi zayıf halkalarını görüyor. Bu süreci bölgesel çıkarları bakımından değerlendirmeye özellikle Türk devletiyle PKK arasındaki ilişkilerde ikili bir politik denge oluşturmaya çalışıyor. Küresel güçler, Kürdistan Yönetimi ile Türkiye arasındaki ilişkilerin belli bir sınırda tutmaya özen gösteriyorlar ve belirlenen sınırın aşılmasına izin vermeyecekleri de çok açıktır. Rusya ait uçağın düşürülmesinden sonra Türkiye’nin Suriye’deki etkisi ciddi oranda azalırken tersine PKK-YPD politik-askeri gücünün artması Güney Kürdistan bakımından da hesaba katılması gereken bir durumdur.

Rusya ile oluşan kriz, AKP iktidarının ABD ve AB ülkeleri karşısındaki konumunu önemli oranda zayıflattı. Rusya karşısında çok belirgin bir tedirginliğe giren AKP, geçmişte İncirlik üssü üzerine büyük pazarlıklar yaparken, bu kez üssü İngiltere, Fransa ve Almanya’ya koşulsuz açtı. Mülteci meselesinde AB’ne yaptığı 3 milyar şantajlıkta önemli oranda etkisiz kaldı denebilir. Ayrıca Suriye politikasında ABD baskılarına direnen Türkiye, bu kez tersten itaat politikasına yöneldi. NATO bayraklı savaş gemilerinin Türkiye’ye koşullandırmasında ısrar eden AKP iktidarı, NATO’nun bütün dayatmalarını -Çin’de alınması düşünülen füze sistemlerinden vazgeçilmesi- koşulsuz kabul etti. Rusya karşısında NATO’nun Türkiye’nin yanında olduğu imajını vermeye özel bir önem veriyor. Ancak meselenin hiçte öyle olmadığı NATO’nun Türkiye’ye matik teamüller dışında aktif bir destek vermediği görüldü. NATO, Türkiye’nin Suriye politikasına karşıdır ve özellikle Radikal İslamcı Hareketlerin desteklenmesine karşı açık bir tutum aldı. Obama’nın 98 km bir alanı kontrol edin talimatı, çok açık bir mesajdır. Bu bakımdan NATO, Türkiye’nin Rusya ile karşı karşı kaldığı krizden memnun görünüyor.

Rusya’nın geliştirdiği çok yönlü kuşatma ve hamleler karşısında şaşıran ve özür kelimesi dışında her tavizi veren Türkiye askeri-politik bir bunalım içerisinde debeleniyor. Öyle ki, İsrail’e kafa tutan ve diplomatik ilişkiyi kesen, bunu yıllarca seçimlerin önemli bir argümanı haline iktidar, İsrail ile büyükelçilikler düzeyinde diplomatik ilişkilere yeniden başlama kararı aldı. İsrail ile sadece politik değil aynı zamanda askeri ve enerji konularında yeni anlaşmalara yöneleceğinin işareti verildi.

Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın dâhil olduğu Bağımsız Devletler Topluluğu’nun (BDT) Rusya öncülüğünde oluşan Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü’nü (KGAÖ) kurarak ortak bir askeri strateji belirme kararı aldılar. Bölge ülkeleri, Rusya’ya ait Su-24 uçağının düşürülmesi nedeniyle ‘Rusya’nın yanında olduklarını ve Türkiye’nin özür dilemesi gerektiğini’ çok açık olarak ifade etmiş olmaları, Rusya’nın AKP’yi bütünüyle yalnızlaştırmasının politikasının kesintisizce uygulandığını gösteriyor. Ayrıca Türkiye’nin Azerbaycan üzerinden Orta-Asya ülkelerine yönelik açılım politikası daha ilk adımda sıfırlandı denebilir,

Arap Birliği ülkelerinin Dış İşleri Bakanlarının Kahire’deki toplantısında ‘Türkiye’nin Musul’da asker bulundurulmasını işgal olarak görüp oy birliğiyle ‘kınama’ kararı almış olmaları ve askerlerin ‘koşulsuz’ çekilmesi gerektiğine vurgu yapmış olmaları, Türkiye’nin Arap dünyası karşısındaki konumunu gösteriyor. AKP ile yakın ilişki içerisinde olan S. Arabistan, Katar gibi ülkelerin ‘kınamaya onay vermiş olmaları, AKP merkezli politikaların çöküşünün bir başka yansıması olarak değerlendirmek gerekir.

Devletin askeri, askeri, politik ve diplomatik tarihinde çok yönlü dönüşüm artık Rusya uçağının düşürülmesi öncesi ve sonrası olarak tarihe geçecektir. Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerde sadece ekonomik, diplomatik ve askeri olarak kaybetmedi. Esasen uluslararası ve bölgesel ilişkilerde önemli darbeler yemeye başladı..Özellikle Ortadoğu siyasetinde Türkiye’nin eski varlığını gösterme şansı bulunmuyor. Rusya’nın bloke ettiği hiçbir ülke, Irak ve Suriye merkezli siyasette eskisi gibi rol oynayamaz. Bugünkü dengeler içerisinde Rusya’nın bloke edeceği tek ülke Türkiye olacağı, Putin’in 1400 gazeteciyle yapmış olduğu yıllık röportajında çok daha net görüldü.

Türkiye, Rusya konusunda çok belirgin düzeyde politikasız bir sürecine içine girmiş bulunuyor. Ne yapacağına karar veremiyor. NATO’dan, ABD ve AB’den beklenen desteği göremediği için dikleşmesinin pek şansının olmadığını görüyor. Başta Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar, koru halinde ‘Rusya stratejik dostumuzdur, bir olay yüzünden Rusya’dan vazgeçmeyiz, bu sorunları konuşarak çözeriz, Rusya’yı önemsiyoruz. Uçağın Rusya’ya ait olduğunu bilseydik farklı davranırdık, keşke olmasaydı’ gibi pişmanlık söylemlerinin karşılığında Putin’in yanıtı net: ‘Türkiye, bize düşmanca davrandı’ yani Türkiye’nin ‘düşman’ kategorisinde görüldüğünü ifade etti.

Bölgesel hegemonya mücadelesinde tek başına bir güç olmak için kendi politikalarını dayatmaya başlayan Türkiye, artık kaybedenler grubunda bulunuyor. Güç dengeleri içerisinde önemli oranda izole olmasının temel nedeni, ısrarla uygulamaya devam ettiği başarısız stratejinin sonucudur. ‘Strateji Derinlik’ adına Başbakanlığa atanan Davutoğlu’nun belirlediği yüzeysel-çöküş politikası aynı zamanda Türkiye’nin politik konum kaybına yol açtı. Bunun bir başka anlamı, bölgesel ilişkiler yeniden şekillendirilirken Türkiye’ye biçilen rol önemli oranda zayıfladı ve stratejik dengelerin dışına düşmeye başladı.

Bu sürecin kaybedenleri: süreci aktörü olmak isteyen ancak konum kaybına uğrayan Türkiye öncelikli olarak ön plana çıkıyor. Dolaylı olarak kaybeden diğer bir devlet S. Arabistan ve bunların aktif olarak desteklediği IŞİD ve El Nusra merkezli Radikal İslamcı Hareketler olarak sıralamak mümkündür. Kazanan tarafı İran, Esad, Hizbullah ve PYD olarak tanımlamak mümkün. Bu sürecin aktörleri Rusya ve ABD, bölgesel rekabet içerisinde ‘uzlaşarak’ ilerlemeye devam ederek, dengeleri birlikte belirleyeceklerdir. o

‘Sivil Savunma Birlikleri’ ilan edildi

Şimdiye kadar farklı gençlik örgütleri öncülüğünde direnen savunma güçleri, artık ‘Yekîneyên Parastina Sivîlan’ (Sivil Savunma birlikleri) şeklinde örgütleniyor.

Cizre’den sonra Amed’de YPS ilanı yapıldı. Yazılı bir açıklama ile Amed halkına çağrıda bulunan YPS Amed komutanlığı, ‘’Amed’de direnen tüm örgütlü halk güçleri olarak YEKÎNEYÊN PARASTINA SIVÎL-AMED (AMED SİVİL SAVUNMA BİRLİKLERİ) adı altında birleşme kararı aldığımızı yurtsever Amed halkına ve demokratik kamuoyuna ilan ediyoruz’’ dedi.

YPS Amed Komutanlığı tarafından yapılan yazılı açıklamada, Kürdistan’da yürütülen devlet terörü ve halk direnişine dikkat çekildi. Açıklamada, ‘’Kürdistan ve Ortadoğu coğrafyasında 20.yüzyılın başında oluşturulan sömürgeci düzen geldiğimiz aşamada halkımızın, Önder Apo öncülüğünde geliştirdiği 40 yıllık mücadele ve uluslararası yeni gelişmelerden dolayı artık iflas etmiş durumdadır. Bu gelişmeyi değerlendiren Önderliğimiz ve Özgürlük Hareketi, başta Kuzey Kürdistan ve Türkiye olmak üzere dört parça Kürdistan’da ve buna dayanarak Ortadoğu’da halkımızı için eşit, demokratik ve özgür yaşamı esas alan bir sistem oluşturdu’’ denildi.

“Kürt gençli̇ği̇ di̇reni̇yor”

AKP’nin yönetimindeki TC devletinin son yıllarda Bakur ve Rojava’daki saldırılarına dikkat çekilen açıklamada şöyle denildi;

“Bütün bu saldırılara karşı, başta bilinç kazanmış ve örgütlenmiş Kürt gençliği olmak üzere, tüm halkımız bu hukuksuz ve düşmanca saldırılara karşı YDG-H öncülüğünde kendi yaşam alanları olan sokaklarını, mahallelerini ve şehirlerini savunmak zorunda kaldı. En meşru hak olan kendini savunma hakkına ise Tayyip Erdoğan’ın faşist çeteleri en sert şekilde saldırdılar. “Taş atan çocuklar” adıyla kategoriler oluşturup Kürt çocuklarını fişlediler. Yetmedi, çıkardıkları yasalarla Kürt gençlerinin infazlarını meşrulaştırmaya çalıştılar. En son Kürdistan şehirlerinde kendi kendilerini yönetme kararını açıklayan halk meclislerinin özyönetim taleplerine karşı geliştirilen saldırıları önlemek için açılan hendek ve barikatları bahane yaparak tank ve toplarla şehirleri kuşattılar, aylarca süren sıkıyönetim uygulamalarıyla, topyekun imha operasyonlarıyla bizi yok edeceklerini ilan edip saldırıya geçtiler.”

“Di̇rendi̇k, di̇reneceği̇z”

“Hiç şüphe yok ki özgür Kürtler olarak başta Cizre’de, Nusaybin’de, Farqin’de, Sur’da, Gever’de, Kerboran’da, Derik’te olmak üzere örgütlü olduğumuz her yerde direndik, direneceğiz. Taşlarımızla direneceğiz, molotoflarımızla direneceğiz, silahlarımızla direneceğiz. Barikatlarla, hendeklerle, onbinlerle sokaklaraa dökülerek direneceğiz. Onlar ‘yok edeceğiz’ diyerek bir halka soykırım dayattıkça, biz varlığımızı savunacağız. Çünkü bu Kürt halkının demokrasi ve özgürlük arayışçılarının varlık ve yokluk mücadelesidir. Sadece direnmekle sınırla kalmayacak, yaşadığımız her yerde demokratik özgür yaşamı inşa edeceğiz.”

Savaş ve iç savaş

Derinliği kendinden menkul strateji uzmanı sentetik Başbakanımız, bazı açıklamalarında itiraflarda bulunuyor. Mesela, Ankara’da canlı bomba olan IŞİD üyelerini takip ettiklerini, ama eylem yapmadan onları tutuklayamadıklarını, çünkü bizde demokrasi olduğunu söyledi. Yalanın böylesi az bulunur. Ama iyice düşünürseniz, aslında bu kadar pervasız yalan söylemek demek, halkı “aptal” yerine koymak demektir. Bunu da çok sık yapıyorlar. Bugünlerde sentetik Başbakan, bir itirafta daha bulundu. Bir yandan, hendekler ve barikatlar olduğu için biz bu savaşı yapıyoruz diyen Başbakan, diğer yandan Kasım 2013’te, bu 12 ilçeyi belirlediklerini söyledi. İşte size itiraf. O zamanlar hendekler, barikatlar ortada yoktu. Tersine, barış masası duruyordu ve dönemin başbakanı Erdoğan, Kürt sorununu çözeceklerini söylüyordu. İşte ta o zaman, bir yandan görüşmeler sürerken, Davutoğlu’nun dediğine göre, devlet, bu saldırıları planlıyordu.

Doğrudur.

Bugün yaşanan savaş, devlet güçlerinin, ordunun, polisin kentleri kuşatması, abluka siyaseti, tank, top vb. ile saldırılar, aslında 2013’te planlanmış.

Barış süreci ise, büyük ölçüde bir oyalamaca idi. Görüşmeler sürerken, arka ceplerinde katliam planlarını saklıyorlardı.

İtiraftır ve dosta düşmana duyurulmalıdır.

Savaş ya da iç savaş, son derece şiddetlidir. Manzarayı, iyice ortaya koymak gerekir. Sentetik stratejik derinlikli başbakanımız, 12 Kürt kentini, hedef seçtiklerini söylüyor. Bugün, yani onun verdiği tarihten yaklaşık iki yıl sonra bugün, bu kentler, onbinlerce asker, onbinlerce polis tarafından sarıldı. Kentlerin sokaklarında TOMA’lar, akrepler, plakasız Ranger’lar dolaşmakla kalmıyor. Bu durumu, biraz olsun, İstanbul’dan, İzmir’den, Ankara’dan, Eskişehir’den biliyoruz. Dahası var. Tanklar, toplar sokaklardadır. Sokağa çıkma yasakları konuyor, toplarla evler bombalanıyor, obüs mermileri ile halka saldırılıyor, sokaklarda polis ve kontr-gerilla güçlerince yazılamalar yapılıyor. Çatılarda, yüksek rakımlı tepelerde, resmî binaların görüşe açık noktalarında keskin nişancılar, pencereden bakan, kapıyı aralayan çocukları avlıyorlar.

Diyarbakır sokaklarında devlet güçleri, her yere ateş açıyor. Sur ilçesinde tarih katlediliyor ve buna karşı duran Baro Başkanı öldürülüyor. Artık, devletin saldırıları açıktır, apaçıktır.

Bu manzaraya, suskun basın, bizim vurgumuzla karartma siyaseti eşlik ediyor. Doğan medyasının, Ertuğrul Özkök deyimi ile “fabrika ayarlarına dönmesi”, Ahmet Hakan’ın, savaş yanlısı ve milliyetçi kesilmesi boşuna değildir. Bu sadece Aydın Doğan ailesinin korkusu ile açıklanamaz. Tersine. Fox TV, nasıl bir anda rota değiştirdi, yoksa onlar da mı korktu?

Hayır, bu sadece korku meselesi değil.

Bu, aynı zamanda, dünya gericiliğinin ittifakıdır. Aydın Doğan, en büyük Erdoğan’cıdır, istese de istemese de. Fox TV en büyük Erdoğan destekçisidir.

İşte seçim sonuçları da böyle ortaya çıkmıştır.

Seçimlerin hileli olduğu açıktır ve bu konuda tüm kanallar kullanılarak gerçekler açıklanmalıdır. Seçimler artık geçti demek doğru değildir.

Seçim sonuçları, doğrudan ABD desteğinin ifadesidir. Ertuğrul Özkök’ün fabrika ayarlarını ABD’ye sormak gerekir. Ahmet Hakan’ın savaşçı kesilmesinin hikmeti, Erdoğan’a gelen, son anda gelen Amerikan desteğindendir.

ABD, bu desteğin karşılığında, daha şimdiden üç sonuç almıştır. Bizim görebildiğimiz, bize yansıyan üç sonuç, ilki Çin’le yapılan füze anlaşmasının iptal edilmesidir, ikincisi Rus uçağının düşürülerek Rusya’nın düşman ilan edilmesi, NATO’nun ve Batı’nın eski ayarlarına tam olarak dönülmesidir ve üçüncüsü İsrail ile “sorunların” çözülmesidir.

İşte size sentetik Başbakanımızın “stratejik derinliği”.

Dünya gericiliği, bugün, bir bütün olarak hareket etmektedir ve bu ittifak, 1 Kasım seçimlerinde kendini göstermiştir.

Bu gericilik, Suriye savaşında bir cephedir.

Ve bu gericilik, Kürtlere karşı yürütülen iç savaş ve katliam politikalarında da hep birlikte ittifak halindedir. Yoksa AB, Diyarbakır saldırılarından, 12 ilçede olup bitenden haberdar değil midir? Hani AB’nin insan hakları çıtası? Suriye’de PYD’ye yakınlaşmaya çalışıp PYD’yi kendi saflarında göstermeye çalışan ABD, Türkiye Kürdistanı’nda olup biteni, neden görmezlikten geliyor? Kürtlerin ilçelerinde ortaya çıkan abluka, TC devletinin, Erdoğan ve AK Parti’nin, dünya gericiliğini de arkalarına alarak, ortaklaşa yürüttükleri operasyondur.

Bu savaş, bir yandan, TC devletinin, Suriye ve Ortadoğu’da organize ettiği savaşın, bir koyup beş alma planlarının çökmesinin sonucu olarak, içeride Kürtleri sindirme isteğinin sonucudur, diğer yandan ise, bölgede süren savaşın bir devamıdır.

Her savaş, bir iç savaştır.

Ama burada, hem savaşın içe yansıması söz konusudur, hem de iç savaşın dışarıya yansıması söz konudur. TC devleti ve arkasındaki ABD, PKK’yi ve Kürt devrimini bastırmakta ortaktırlar, bunu başarabilirlerse, PYD yalnız kalacak düşüncesindedirler. Bu nedenle Barzani gelip gitmektedir. Öte yandan, Suriye’de TC devletinin tüm planlarının suya düşmesi, ABD’nin güç kaybetmesi nedeni ile, savaş, ülkemiz içine yansımaktadır ve bu açıdan daha yolun başında olduğumuz söylenebilir.

TC devleti, Suriye’de sıkıştıkça, konum kaybettikçe, Musul’a asker göndermek gibi “açılımlar” yapıyor ama ne yazık, bölge dengeleri buna izin vermiyor ve sahip, efendi, “bas geri” diye emir veriyor. Devlet adamlarımız ise, “biz birisi dedi diye çekilmiyoruz, yeniden tanzim ediyoruz” diyorlar. Bu sözler sentetik Başbakanımızın ağzından çıkınca, daha da komik oluyor.

Ve Suriye savaşında kaybedilen konumu düzeltmek için, Karabağ’da savaşı körüklüyor, birkaç kıvılcım çakıp Azerbaycan ve Ermenistan arasında var olan sorunu kaşımaya çalışıyor.

Bu da yetmezse, alın size Ukrayna. Devlet yetkililerimiz, hemen Ukrayna sorununu kaşıyor ve Rusya’yı bu yolla sıkıştırmaya çalışıyor.

Böylece, ABD açısından bulunmaz bir nimettir.

17-25 Aralık dosyaları ile feleği şaşmış bir yiyiciler çetesi, kendi geleceğini kurtarmak için her türlü çılgınlığı yapabilecek kapasitede bir grup, bölgeyi karıştırmak için ABD’nin elinde büyük bir karıştırıcı, büyük bir tetikçi görevini görebilmektedir. Evet bazan ABD, yani efendi, bu tetikçiye, hafif azarla “geri gel” demek zorunda kalmaktadır, ama bu kadar da oluyor işte.

Ve bu arada devlet, tüm gücünü kullanarak, bu kargaşa içinde, “kurt puslu havayı sever” sözüne uygun olarak, fırsattan istifade, Kürtlere büyük bir ders vermek istemektedir. Efkan Âlâ, “orada bir karma yaptılar” diyor. Ordu ve polis mi demek istiyor? Yoksa daha farklı bir “karma” mıdır? Kontr-gerilla, yeni İslamî eklentileri ile birlikte eski Ergenekoncuları da “karma” yaparak, içine biraz IŞİD koyarak, biraz polis, biraz jandarma, biraz özel harekât vb. koyarak, Kürtlere karşı bir abluka, bir yıkım savaşı yürütüyorlar. Hazır AB ve ABD, bir gerici ittifakın içinde kendilerini desteklemektedir ve Kürtlere karşı savaşa göz yumacaklardır. Değil mi ki bu AB ve ABD, bu özgür ve hür dünya, IŞİD’e kimyasal silâh verilmesine de göz yummakta beis görmemiştir.

İşte Kürt illerinde süren bu savaş, gerçekte, dünya gericiliğinin yürüttüğü, daha büyük bir savaşın parçasıdır. Onun için hem savaştır, hem iç savaştır.

Bu savaşın amacı, özelde Kürt devrimini bastırmaktır, ama bununla sınırlı değildir. Gezi Direnişi’nde ifadesini bulan, halkların uyanışını da bastırmak istemektedirler. Eskiye, Gezi öncesine dönüp, zehirli bir milliyetçilik ile, Kürt devrimine karşı yürütülen bu savaş karşısında ülke genelinde bir kabullenme sessizliğinin egemen olmasını sağlamaya çalışıyorlar. Bunu milliyetçiliğin zehiri ile hızla yapamıyorlar, çünkü o milliyetçilik duvarı, o milliyetçilik karanlığı Gezi Direnişi ile delinmiştir. Bunun tamiri zaman alacaktır. Bu nedenle, tüm basını susturmaya, denetim altına almaya, farklı seslerin çıkmasını önlemeye çalışıyorlar. Bu nedenle, Rusya’ya karşı bir savaş propagandası yürütmeye, böylece toplumu arkalarına almaya çalışıyorlar. Bu nedenle Rus uçağının düşürülmesi, ABD için Türkiye’yi NATO çizgisine oturtmak için ne kadar elzem ise, Erdoğan için de içeride her türlü muhalefeti bastırabilmek için o kadar elzemdir.

Daha bir yıl önce, ABD, AB ve bazı tekeller, Erdoğan’a verdikleri destekten dolayı özürler dilerlerken, bugün, tüm güçleri ile Erdoğan’ın politikalarının arkasına geçtiler ve Erdoğan’ı, her türlü karışıklık yaratmak için, savaş kundakçılığı için kullanmak istiyorlar.

Kuşku yok ki, bu savaş, birkaç günde, birkaç haftada bitecek bir savaş değildir. Bu savaş, büyük çaplı olarak sahneye konmaktadır ve kısa vadeli düşünülmüş değildir.

Bugün, bu savaşa karşı, her düzeyde, her açıdan tepkiyi geliştirmek gerekir. Bu savaşa karşı, halkların ortak direnişini, her yol ve araçla örmek gerekir. Bu hayatın her alanında direnişi örgütlemek ile eş anlamlıdır. Bu savaş, hayatın her alanında bir direnişle püskürtülebilir. Bu savaş halkların ortak direnişi ile geri püskürtülebilir.

Ve Kürdistan dışında süren büyük sessizliğe rağmen, bu mümkündür. Kuşku yok ki, Gezi günlerindeki gibi bir anda milyonlarca insanı protestolarda yanımızda bulamayacağız. Ama bu o kadar da uzak bir ihtimal değildir. Biz devrimciler, ısrarla, mücadele ve direnişimizi sürdürmek durumundayız. Her okulda, her mahallede, her fabrikada, direnişimizi örgütlemeliyiz. Telâş ile hızlanamayız, sakin, kararlı ve inançlı bir biçimde direnişi sürekli kılmalı, örgütlemeliyiz. o

 

Gülten Kışanak: “Birileri Sur için plan projeler hazırlayabilir ama planlarınız Sur’dan geri döner”

Kışanak, “Sur’u değiştirmeyi amaçlayan hiçbir planın tutma şansı yoktur. Birileri Sur için plan, projeler hazırlayabilir ama bu planlar Sur’dan geri döner” diye konuştu.

Sur’da ağır silahlar ve zırhlı araçlarla büyük bir yıkımın yaşandığını söyleyen Kışanak, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Tartışmalar etik olarak sorunlu”

‘Sur’da yıkım yaptık yerine yenilerini, daha güzellerini yapacağız’ diye konuşmak yerine öncelikle bu yıkımın durdurulması lazım. Binlerce yıllık insanlık tarihinin, kültürel mirasının simgeleyen Sur ilçemizin yıkılıp, tahrip edilmesi kabul edilir bir durum değildir. Sur’u kentsel dönüşüm alanları ilan edeceğiz, yeniden dönüştüreceğiz tartışmaları etik olarak sorunlu buluyoruz. Öncelikle bu yıkımın durdurulması, bugüne kadar özgünlüğü bozulmayan bu tarihin korunması lazımdır.

“Planlar Sur’dan geri döner”

“Hiç kimsenin kâğıt üzerinden, kapalı kapılar ardından plan yapıp gelip binlerce yıllık tarihi geçmişi olan kültürel bir miras üzerinde uygulayabileceğini düşünmesin.

“Suriçi tarihi günümüze taşıyan ve geleceğe taşıyan büyük bir insanlık köprüsüdür. Böyle kâğıt üzerinden, orayı insansızlaştırmak, orayı sadece ticari merkez haline getirme Sur’u değiştirmeyi amaçlayan hiçbir planın tutma şansı yoktur. Birileri Sur için plan, projeler hazırlayabilir ama Sur’dan geri döner.

‘Bu Çevre Bakanı’nın işi değil’

“UNESCO’ya ve tüm dünyaya söz verdik. Buradaki dokuyu bozulmadan gelecek nesillere aktıracağız. Sur boş bir arsa değil, bu Çevre ve Şehircilik Bakanı’nın işi değil. 8 bin yıllık insanlık tarihinin mekânından bahsediyoruz. Bunun gerçekleşme imkânı yoktur. Sur’da yaşayan hiçbir insan yerini yurdunu terk etmeyecek.”

Direnişteyiz

Kürtlerin isteği özyönetim, peki devlet ne istiyor?

Biz, kuşku yok ki, devlet denilen mekanizmanın tümüne karşıyız ve bir gün yeryüzünden bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki baskı aracı olan devlet ortadan kalktığında, işte o günden başlayarak, bu “insan öncesi” tarihten, gerçek anlamı ile insanlık tarihinin başlangıcına geçmiş olacağız.

Ama yine de, TC devletinin son dönemde attığı adımları, kendi devlet ve egemenlik çıkarları açısından bile izaha muhtaç açıklamalar olarak nitelemek, sanırız aşırı olmaz.

Mesela Suriye politikasını alalım, neredeyse 4 yıldır uygulanan politikanın, TC devletine ya da bu topraklardaki burjuva egemenliğe ne kazandırdığı soru işaretidir. Bu politikanın mesela ABD’ye neler kazandırdığını açıklamak bir ölçüde mümkündür, ama ABD tetikçisi olarak davranan, Kürecik’te, İncirlik’te, Diyarbakır’da ABD’ye üsler sunan TC devletinin kazancı nedir acaba?

Yine aynı şekilde soracak olsak, Kasım ayında, TC devleti, bir Rus uçağını, hava sahasını ihlal ettiği için vurduğunu açıkladı. Ne açıklama ise, hemen ardından, mesela Rusya aranmadı ama Sultan Başkan, Muktedir, hemen NATO’ya koştu. Muhtemelen NATO yetkililerine ya da ABD’lilere, “efendim, uçağı düşürdünüz, suçu üstlendik ama şimdi ne yapacağız” diye sormuştur. Bilemiyoruz. Ama, TC devletinin bu uçak olayından kazancının ne olduğunu merak etmemek elde değil. ABD’nin çıkarı belli oluyor, Çin’e füze ihalesinin iptal edilmesinin ardından, uçak düşürme ile Türkiye, Şangay Beşlisi vb. gibi arayışlarına son verip, NATO’ya bağlılığını bir kere daha ifade ederek gerçekleştirmiştir. İsrail ile ilişkiler, zaten bozulmamış ilişkiler, hemen tazelenmiştir vb. ABD’nin, İsrail’in, Avrupa’nın kazancını şöyle ya da böyle anlayabiliyoruz, ama ya TC devletinin kazancı nedir?

Bunları, gerçekten de, durumun “mantıksızlığı”nı göstermek için soruyoruz. Yoksa ne Rus uçağının düşürülmesini, ne de ABD emrinde tetikçi olarak tutulan yeri onaylamıyoruz, tersine, son derece onursuz buluyoruz. Ama tüm bunlara rağmen, acaba, bizim göremediğimiz bir çıkarları var mı, diye merak ediyoruz.

Suriye’de “Bayır-Bucak” Türkmenleri meselesi vardı, rafa kalktı. Suriye’de IŞİD desteklendi ve destekleniyor, ama giderek politikalar açısından tam bir iflas yaşanıyor. Burada ortaya çıkan kaybı telafi etmek için, öyle anlaşılıyor, Fidan-Âlâ ikilisi, hemen Beşika’ya harekât başlatıyor ve “biz Osmanlı soyuyuz” nutukları altında Irak’ın açıklamalarına meydan okunuyor. Sonra da, hiç istif bozulmadan, yine yüksek perdeden “bize kimse emredemez, biz de emredildi de geri çekildik değiliz, tersine biz ABD de olsa kimseden emir almayız, ama güçlerin yeniden dizaynı gereklidir” dediler.

Bugüne kadar, hep Erdoğan’a, bu birikimsiz ve vizyonsuz danışmanları olduğu için, kahve köşesinde konuşsa kimsenin dinlemeyeceği gazeteciler tarafından savunulduğu için, kendisine acırdık. Bu gazeteci ve danışmanların insanlığından şüphe ederdik ve kolay para kazandıklarına inanırdık. Ama artık, son yıllarda, bu danışmanlara, onun her saat değişen açıklamalarına göre anında yeni savunma metinleri hazırlayan gazeteci ve danışmanlara acıyoruz. Şimdi, yine insan olmadıklarına inanıyoruz ama hiç de kolay para kazanmadıklarını artık görüyoruz. En büyük danışmanları, en ileri savunucusu kalemşörler, en büyük tehdit altındadırlar. İşleri zordur.

Az rastlanır bir örnektir: Beşika’ya gidilirken, büyük bir heyecanla, büyük bir övgü ile savunma yapanlar, oradan çıkmayız, biz Osmanlı torunlarıyız, siz kimsiniz diyenler, ABD başkan yardımcısı Biden’den derhal geri çekilin açıklaması gelince, sanki, daha önceden bu sözleri söyleyenler kendileri değilmiş gibi, büyük bir aymazlıkla, bir an bile teklemeden, büyük bir coşku ile, “oradan çekilmek vatanseverliktir” nutukları atabilmektedirler. Bu bir marifettir.

Ne kazandırdığını bilemeyiz. Ama bir marifet olduğundan şüphe duyulmamalıdır.

İşte, aynı şeyi, Kürdistan’da süren savaş, şehirlerin ablukaya alınması, her türlü saldırganlığın devreye sokulması süreci için de söyleyebiliriz. TC devleti, PKK’yi bu yolla sileceğine kendisi de inanmamaktadır. Ama yine de bu politikayı sürdürmektedir.

Bu savaştan, elbette, Muktedir bir takım sonuçlar elde etmektedir. Elbette Fidan-Âlâ ikilisi, Suriye’de baltayı taşa vurmanın örtülmesi için, akla zarar operasyonlara imza atmaktan çekinmeyeceklerdir. Belki bu bir “kazanç”tır. Ama bunu saymıyorlarsa, uzun vadede ne kazanacakları tartışmalıdır.

Savaş, öyle bir boyutta sürmektedir ki, öylesine vahşice bir saldırı devrededir ki, eğer PKK olmamış olsa, 1915 katliamının bir devamı devreye sokulacaktır.

Efkan Âlâ’nın savaş sözcüsü olsa gerek, yaptığı açıklamaya göre, “karma bir şey” yapmışlar, içinde biraz polis, biraz asker, biraz özel tim ve biraz belki de IŞİD, hepsi bir arada bir “karma” yapmışlar. Ve halka karşı büyük çaplı bir savaş yürütülüyor.

Suriye’de ortaya çıkan kayıp, Rojava ve Kobanê süreçleri, TC devletini tamamen kontrolden çıkarmıştır ve büyük çaplı bir saldırı devreye sokmuştur. Yakın döneme kadar görüşmeler yapılan Kürt hareketi, birdenbire büyük düşman olarak ilan ediliyor ve her türlü insan hak ve hukuku ayaklar altına alınarak bir savaş ortaya konuluyor.

Ve Kürt hareketinin tüm bileşenleri, Diyarbakır’da, toplanma kararı alıyor. Bu savaş ortamı içinde bu toplantı, savaş makinasının bir parçası olan medya tarafından, “ayrılık kongresi” diye öne çıkarılıyor. Medyaya bakanlar, ne ölçüde bilgi sahibi olursa olsun, toplantıdan ayrılma kararı çıkacağını sanırlar. Oysa toplantı, “özyönetim” kararı ve deklarasyonu ile son buldu.

Böylece sanki yeni imiş gibi, Kürtlerin ayrılmayı değil, özyönetim istediği anlaşıldı. Savaş basını, aslında bu durumdan önce yaptığı yayınlara bakarsanız, özyönetim ilanına seviniyor olmaları gerekirdi. Oysa buna daha da fazla kızdılar.

Özyönetim, ülkenin bölünmesidir dediler.

Anayasaya aykırıdır dediler.

Fiili durum yaratılamaz dediler.

Peki, Cumhurbaşkanı, artık ortada fiili başkanlık sistemi var, buna uygun yasa yapmak lazım dediğinde, anayasaya aykırı değil midir?

Kürtlerin bir özyönetim istedikleri açık. Bu özyönetimin ne olduğunu, detaylı bir deklarasyonla ortaya koydular. İçinde ayrılık talebi de yok. Üstüne üstlük, bu süreci, Türkiye’nin topluca “demokratikleşmesi” olarak da ele aldıklarını açıkladılar.

Peki, Kürtler bunu istiyor, ya devlet ne istiyor? Belli midir?

Mesela devlet, tüm Cizre’nin el pençe divan durup, Tayyip Erdoğan’dan aman dilenmesini mi istiyorlar? Acaba aman dileseler, yine de tatmin olurlar mı?

Acaba, PKK’nin silâh bırakmasını mı istiyorlar? Peki, diyelim ki PKK silâh bırakttı ve tüm kadrosu ile ülkeye giriş yaptı, kabul edecekler mi? Yoksa, size nasıl güvenelim, şimdi sizi güven testine tabi tutacağız, mesela her gün size hakaret edeceğiz, her gün “Türküm doğruyum çalışkanım” diyeceksiniz, her gün bize güvenilir olduğunuzu ispat edeceksiniz mi diyecekler?

Acaba, TC devleti ne istiyor?

Kürtler, özyönetim istiyor ve üstelik tüm ülke için bunu istiyorlar. Suç değildir. Başkanlık sistemi isteğinden daha tuhaf, daha anlaşılmaz, daha garip, daha uzak bir talep değildir. Tersine, demokratiktir. Peki TC devleti ne istiyor?

Mesela tüm Kürtlerin bir gün uyanıldığında tümden yok olmuş olmasını mı istiyor? Yani, en iyi Kürt ölü Kürt’tür, politikasının gereklerini mi istiyorlar? Öyle ya, bebekleri öldürmek, “karma bir şey” yaparak bir savaş yürütmek, şehirleri günlerce ablukaya almak, tank ve top ile saldırmak, kendi ifadeleri ile sokak savaşı yürütmek ne anlama gelir? Bir katliam, bir soykırım için fırsat aramak bu değil ise nedir?

Acaba, bu savaşı kundaklayanların, bu savaşı yönetenlerin, işin sonunda oluşacak resme ilişkin bir fikirleri var mıdır?

Bugün, ülkede, artık parlamento yoktur. Parlamento devre dışıdır. Parlamentosu olmayan bir demokrasiden söz ediyoruz.

Kürtlere karşı savaş, gerçekte, bu ülkenin tüm halklarına, tüm yoksullarına, işçi ve emekçilerine karşı yürütülen bir savaştır. Bu savaş, ülkenin her alanında, her kentinde vardır.

Bu savaş, bölgemizde, dünya gericiliğinin sürdüğü yağma ve talan savaşının, üçüncü paylaşım savaşının bir parçası olarak, içeride halklara, devrime karşı bir savaştır.

Ve bu savaşta, TC devleti, artık sürekli tırmanan bir saldırganlık ortaya koymaktadır.

Halkların ortak direnişi dışında hiçbir yol, bu savaşı durduramaz. Ve elbette halkların direnişi, işçi ve emekçilerin direnişi, bu saldırganlığa verilen en doğru yanıttır. o

 

Kibirli, saldırgan harami iktidarı ve halkın “esaret”i

Böyle olunca, kapitalist sistem kendi içinde çürüyor, dejenere oluyor. Ve biçimsiz bu yaratık, karşımızda, devlet çarkı olarak, faşizmin dişlilerini daha geliştirdiği, bunun yanı sıra ise, mafya ve medya ile güçlü ilişkiler kurduğu bir devlet çarkı çıkarıyor. Biz, Amerika’daki devletin de böyle olduğunu, Almanya’dakinin de, İngiltere’dekinin de böyle olduğunu söylüyoruz. Hitler’in faşist devleti, bu açıdan “eskimiş”tir ve neredeyse bu modern burjuva devlet karşısında “çocuk” kalmıştır. Modern burjuva devlet, tekelci polis devleti, toplumun, en küçük hücresine kadar denetlenmesi üzerine kuruludur.

Ama elbette ki, bu her biri birbirinden katil devletler arasında farklılıklar da vardır. Bu farklılıklar, aynı zamanda, tarihsel gelişim içinde, sınıf mücadelesinin seyrine göre oluşmaktadır. Örnek olsun, TC devleti, en başından beri halkların imhası ve inkârı üzerine kuruludur ve en başından beri, Ekim Devrimi’ne karşı kurulmuş bir ortaklaşa sömürge olduğundan, anti-komünizm ile yoğrulmuştur. Bir başka devlet, bu denli katliamlar devreye sokmamış olabilir ya da tarih içinde nispeten farklı gelenekleri olabilir.

Bugün, IŞİD nedir?

Kendine bir devlet demektedir, bizce sakıncası yoktur, arkasında bulunan 6 devletin de niteliğine birebir uymaktadır. Putin, 40 devletin IŞİD’i desteklediğini açıklamıştır, yer G20 toplantısı ve Antalya’dır. Bu 40 devletin içinde, G20 üyelerinin de olduğunu söylemiştir. Ama IŞİD’i kuranlar, ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar altılısıdır. Bu altı devletin IŞİD ile bağları daha farklıdır. Bunun kanıtlarını, bölgeden bilgi veren, nispeten tarafsız her gazetecinin haberlerinde bulabilirsiniz. Şimdi, bu 6 devletin, IŞİD denilen bir “devlet” çetesini organize etmesi, aslında, bu ülkelerinde birer “çete-devlet” tarafından yönetilmesi ile yakından bağlantılıdır. Evet, kabul, buradaki “çete-devlet” nitelikleri arasında fark var. ABD, İngiltere, IŞİD eli ile, akıl almaz zalimlikteki operasyonları devreye sokmaktadır. Örnek mi, Fransa-Paris patlamaları. Öyle anlaşılıyor, Fransa, Suriye’de Rus çözümüne yakınlaşınca, bu patlamalar devreye sokulmuştur.

Bu patlamalarda IŞİD kullanılmıştır.

Burada bir kıyaslama gereklidir; Suruç ve Ankara bombalamaları ile, Paris bombalaması arasında farklar nerededir?

Paris’te, siyasal kimliği belirsiz, gündelik şehir yaşamını sürdüren, daha çok eğlence sektörünün yoğun olduğu bölgede bir saldırı gerçekleştirilmiştir. Öyle anlaşılıyor, buraya saldıran IŞİD’li, kendisini “İslam dışı ve yoz bir hayata saldırarak sevap kazanmak” ile motive etmiştir. Oysa, Suruç ve Ankara’ya bombalar, IŞİD eli ile, adrese teslim, solcu, devrimci, anti-kapitalist, ülkede siyasal iktidara karşı olan ve Kürt halkının mücadelesine sıcak bakan insanları hedef almıştır. Paris’te yaşam tarzına, Ankara’da mücadele tarzına; Paris’te toplumun tümüne, Ankara’da devrimci-demokrat kamuoyuna, Paris’te mesaj siyasal iktidaradır ve ABD çizgisinden çıkma, denmektedir, oysa Ankara’da, mesajı veren siyasal iktidardır ve Kürt halkı ve Türkiye işçi ve emekçilerinin sokaklarda geliştirdiği tüm hak arama, en sıradan insanî eylemlerini durdurmayı hedef almaktadır.

ABD, IŞİD’i, Suriye ve Irak’ta katliam ve “dümdüz etme” siyaseti için kullanmaktadır. TC devleti ise, IŞİD’i, kendi topraklarında, Suruç ve Ankara’da, siyasal iktidarın sevmediği kişileri öldürmek için kullanmaktadır.

Bunlar, aradaki temel farklardır.

Ankara’daki patlamadan sonra, hiç sıkılmadan yalan söyleyebilen Başbakan Davutoğlu, bizde demokrasi var, IŞİD’li bu iki ismi, eylem yapmadan tutuklayamazdık, tutuklarsak insan haklarına aykırı olur, gibi şeyler söylemişti. Kendisi, IŞİD’i daha önceleri de “öfkeli gençler” diye savunacak kadar pervasızdır. Ve bu ülkede, üniversite öğrencileri YÖK’ü protesto ederken coplanmakta, sokaklarda insanlar kurşunlanma, yollarda makul şüpheli diye tutuklanmakta, arama emri olmaksızın evler basılmakta vb.dir. Ama daha da ilginci gerçekleşti, Ankara bombalamasını yapan, MİT tarafından izlenen ama eylem yapana kadar yasal olarak “dokunulmaz” olan IŞİD’cilerin eylemlerinin ardından iki ay geçmeden, ABD Konsolosluğu’na karşı eylem yapacakları düşünülen IŞİD militanları, elbette eylemi yapmadan, gözaltına alınmış ve tutuklanmışlardır. Demek ki, IŞİD, solculara, direniş gösteren kitlelere, Kürt halkına ve ona destek verenlere, sosyalizm ve özgürlük diyenlere saldırabilir ve ‘bizim’ Başbakanımız bunun için önlem alınmamış olmasını normal karşılar.

Başka hiçbir şeye ihtiyaç olmadan, devletin, Ankara patlamasının nasıl arkasında olduğunu açık olarak görmek mümkündür.

Dünyanın her yerinde devlet, burjuva iktidarı korumak için, halka kurşun sıkmakta, baskı ve şiddeti devreye sokmaktadır. Ama, Türkiye’deki boyutu daha farklıdır. Ankara’daki patlamayı, bu açıdan ayırt edici bir örnek olarak ele almak gerekir. Bir devlet, kendi başkentinde, IŞİD’in eylemine yataklık yapmakta, onu yönlendirmektedir. IŞİD, bu eylem ile ilgili açıklamalarında, örneğin Fransa’daki eylemleri gibi bir açıklama da yapmamıştır, neyi ve neden hedef aldığını bile vurgulamamıştır.

Ve Ankara eylemi bir tane değildir. Sivas katliamını hatırlayın, 1 Mayıs 1977’yi hatırlayın, Dersim’i hatırlayın, 1915’i hatırlayın, 6-7 Eylül’ü hatırlayın, Diyarbakır Mitingi’ni hatırlayın ve hele hele, son 7 Haziran seçimlerinden bu yana, Kürdistan’da yaşanan ablukayı, şehir merkezlerinin topa tutulmasını, çocukların kurşunlanmasını hatırlayın. Bu, tarihten bugüne gelen bir eğilimdir. Çok eskidir ve çok derindir. Devlet adına katliamlar yapmak, kendini “vatansever” diğerlerini ise “vatan haini” ilan etmek, kendini “dindar” diğerlerini ise “dinsiz” ilan etmek, kendini “milliyetçi”, diğerlerini ise “kansız” ilan etmek, ne kadar çağdışı, ne kadar ilkel, ne kadar yüz karartıcı olursa olsun, bu toprakların bir geleneği hâline getirilmiştir.

TC devleti, bugün, bir harami iktidarı olarak hüküm sürmektedir. Soygunlar, yağmalar, yolsuzluklar çukuruna batmış, çapı ve ufku para ile satın alınacak olanlarla sınırlı bir kadronun ellerinde, devlet, halklara karşı açık savaş ilan etmiştir.

Bu kibirli, bu soyguncu, siyasal kadrolar, ABD başta olmak üzere dünya gericiliğinin emrinde, taşeronlar olarak çalışıp, tetikçilik yapıp, kendilerine “gelecek” aramaktadırlar. Bu arada ceplerini doldurmaktadırlar. AK Parti siyasal kadroları, tabanlarında var olan samimi olarak bir inanç uğruna davrananları tutabilmek için, İslam’ın tüm değerlerini fütursuzca kullanmaktadırlar. Ceplerini doldurma durumlarını, yolsuzlukları, ayakkabı kutularını, “İslamî amaçlar için bunları kullanacağız” diyerek açıklamaktadırlar. O kadar kibirlidirler ki, halkın, kendilerini dinleyen herkesin, tüm bu yalanları her gün yutacaklarını düşünmektedirler.

Kibir gözlerini kör etmiştir, kendilerini sultan, dünya lideri, başbakan hoca vb. sanmaktadırlar. O kadar kibirlidirler ki, bakacakları ayna kalmamıştır. O kadar kibirlidirler ki, kendilerine yalandan yağ yakılmasını, her türlü yalakalığı iltifat olarak görüyorlar.

Nerede belkemiği olmayan, nerede kıblesi olmayan, nerede bir değer sistemi olmayan ama kahve ağzı ile küfürler savurabilen, alacağı dolarlara göre satamayacağı değeri olmayan kadınları, erkekleri, danışmanlar hâline getirmişler. Eskiden sarayın eğlenceleri için soytarıları olurdu, şimdi yeni adları “danışman”dır. Ve en büyük marifetleri, kahve ağzı ile küfür etmektir.

Bugün, bulundukları yükseklikten emirler veriyorlar. Cizre’yi sarın, Silopi’yi ablukaya alın, Sur’u yakın yıkın, zaten saraydan başka “Sur” olacak alan istemeyiz. Cami falan dinlemeyin, yakın, yıkın, süpürün, kurşunlayın. Cizre’ye 10 bin asker, Sur’a beş bin, yetmez, tüm halkı aç bırakın, susuz bırakın. Sokaklara küfürler yazın. Çocuk kadın demeden, camdan başını uzatanı vurun.

İşte yüksek tepelerde yer tutanlar, işte kendilerini insanoğlunun tırmanabileceği en zirvede zannedenler, bu emirleri vererek kazanmak, yükselmek istiyorlar. Sokaklarda çoğalan çocuk cesetlerinin üzerine kendi geleceklerini kurmak istiyorlar. Ne kadar çok ceset olursa, başları o kadar hızla göğe değecek. İşte size kibir.

Kibirli, saldırgan harami iktidarı budur.

Yakacağız diyorlar, yok edeceğiz diyorlar.

Kendilerinden önce de böyle nutuklar atanlar oldu, tek bir gerilla kalmayıncaya kadar diye bağıranlar çok oldu. Ama bunlar diyorlar ki, “biz başkayız.”

Evet, biraz da başkalar. Onun için 90’lara dönmeyi hedeflemiyorlar, tersine 90’ları aşmayı hedefliyorlar. Ne kadar Kürt ölürse, ne kadar devrimci ölürse, ne kadar çocuk ölürse, o kadar yükseğe çıkacaklarını sanıyorlar. Zirveye varmak için, binlerce insanı öldürmekten, kan akıtmaktan çekinmiyorlar.

Kibirlidirler, saldırgandırlar.

Bu nedenle, harami iktidarı sözü yerindedir. Haramidirler, her şeyi talan etmek istiyorlar ve bunun için iş tutamayacakları katil, iş tutamayacakları kötülük yoktur, şeytanla iş tutmaktan geri durmazlar, ne de olsa şeytan da allahın yarattığı bir varlık değil midir, öyle ise yaratılanı severiz yaratandan ötürü sözünü buraya uygulayın yeter. IŞİD’le işbirliği yaparlar, petrol şeyhleri ile, eroin baronları ile, dünyadaki tiranlarla, dünya gericiliği ile işbirliği yapmaktan kaçınmazlar. O kadar geniş meşrepleri vardır ki, para varsa, her şeyi makul görebilirler.

Harami iktidarı yerindedir.

Cizre’ye yapılan saldırı, dünya gericiliğini, Batı gericiliğini arkasına almış bu harami iktidarının kibir dolu saldırısıdır.

Sur’daki saldırılar, sadece ordunun, silâhlı kuvvetlerin kullanıldığı saldırılar olmakla kalmıyor, bir ucu IŞİD’e ulaşan ve Saray’ın örgütlediği yeni kontr-gerillanın, yeni Gladio’nun saldırılarıdır da. TC devleti, bugün, IŞİD kadrolarını, dünyanın her yerinde paralı asker olarak çalışmış katil çeteleri bir araya getirerek, içte ve dışta kullanma hevesindedir. Tüm Kürdistan’da ortaya konan şehir ablukaları, bu kadroların kullanıldığı savaş uygulamalarıdır.

Ve bunu başarabilmeleri sadece baskıya bağlı değildir.

TC devleti, Erdoğan medyası başta olmak üzere, tüm medyayı savaş senaryolarına uygun örgütlemiştir. Doğan Medya Grubu da içindedir. Ahmet Hakan, “Erdoğan’a karşı olmak uğruna Putin’i eleştirmeyecek miyiz” diye ağlamaklı soruyor. Oysa Ertuğrul Özkök, açıkça, 2 Kasım’da yazdı, “ben de fabrika ayarlarıma dönüyorum” diye. Ahmet Hakan, sen de öyle yaz, biraz daha mert ol! Erdoğan’a karşı olmak adına, herhangi bir kişiyi eleştirmekten sakın kaçınma, ama bir tek gün olsun, kalk ve Cizre haberi yap, kalk ve Sur haberi yap, kalk ve haramilerden söz et, kalk ve ölen çocukların cenazeleri üst üste yığılınca göğe erer mi diye sor, kalk ve parlamento hakkında düzgün haber yap, halk ve mahkeme dosyalarına girmiş olayları, bari bunları haber yap. Bu kadar korkup, sonra çark edeceksen, Özkök’ü örnek al, fabrika ayarlarıma dönüyorum de. Ama Putin’i eleştirmek adına zehirli milliyetçiliği pompalama.

Tüm medya, topyekûn, savaş yanlısı hâline gelmiştir.

Erdoğan, TC devleti, 1 Kasım seçimleri ardından, tüm hak arayışlarını, tüm halk direnişlerini boğmak için, Kürt devrimini boğmak için, Kobanê’de IŞİD’i başarılı kılmak için, Suriye’den pay almak için vb. Gezi Direnişi’nin yarattığı havayı boğmak için, bir savaşı devreye sokmuştur. Bu savaşı başarılı kılabilmek için, tüm toplumu yalanları ile uyutabilmek için, medyayı tam anlamı ile ablukaya almışlardır.

Cizre ablukası neyse, medya ablukası da odur. Sadece birincisinde 10 bin asker gerekiyor, ikincisinde, sadece ve sadece biraz korku, biraz vergi cezası vb.

Medya devletin bu zalim saldırganlığına, bu kibrine karşı bir tek gerçek yazamaz durumdadır. Medya, tamamen özel savaşın denetimi altındadır. Yakında, medya organlarının o yekpare camdan binalarına IŞİD korumlarının görev yapmaya başlaması bize şaşırtmaz.

Ülkemizde şehirler nasıl ablukaya alınıyorsa, nasıl sokaklarda en küçük bir hak arama eylemine TOMA’larla saldırılmakta ise, aynı şekilde basın, büyük bir bölümü para ile, az bir bölümü korkutma ve sindirme ile ablukaya alınmıştır.

İşte bu medya da kullanılarak, bir başka sonuç elde edilmeye çalışılmaktadır. Halk esir alınmıştır. Ülkemiz halkları, işçileri, emekçileri, tüm insanları, esir alınmaya çalışılmaktadır ve büyük ölçüde de esir alınmıştır.

Halklar esaret altındadır. Kürdistan dışındaki coğrafyada, halklar rehin alınmıştır, esir tutulmaktadır. Basın da bu konuda büyük bir rol oynamaktadır.

Halkın sessizliği bundandır.

Elbette bu, halkı haklı çıkarma adına söylenmiyor. Ama gerçek budur.

Kredi kartları borçları ile, kredi borçları ile ve daha birçok kanalla borçlandırmalarla, halk esir alınmıştır.

İşsizlik korkusu ile esir alınmıştır.

İşimi kaybedersem, ya tutuklanır da işimi kaybedersem, ya işsiz kalırsam borçlarımı kim ödeyecek, ya bunca para ödediği dairemi kredi borcum yüzünden bankaya kaptırırsam, ya kredi kartımın borcunu ödeyemezsem vb. İşte bu korkularla halk, esir alınmıştır. Ancak, büyük bir güç görebilirse, ancak onbinlerce, yüzbinlerce insanı sokaklarda görebilirse hareket etmektedir.

Gezi öncesinde, birçok gerçeği bu netlikte göremiyordu. Bugün, medyanın bu yalan ve karartma politikasına rağmen, olup biteni anlamaktan çok da uzak değildir. Ama harekete geçmekten çok uzaktır. Sessizlik, bu suskunluk, esaret koşullarının sonucudur.

Halk, büyük ölçüde esirdir.

Bu esaret sadece ekonomik nedenlerle oluşmuş da değildir. Suruç ve Ankara bombalaması, bu esirlik koşullarının oluşumunda önemli bir katkıdır.

Baskı ve tehdit, saldırılar, IŞİD unsurlarının doğrudan veya dolaylı olarak halkın üzerine sürülmesi, tüm bunlar korkuyu yaratıyor ve suskunluğu büyütüyor.

2 Kasım’da seçim sonuçları ortaya çıktığında, halk, seçimlerin adil olduğuna asla inanmadı. Ama şöyle düşünmeye başladı, ne olursa olsun, adam sandığı kabul etmiyor ve gücümüz bu adamları alaşağı etmeye yetmiyor. Bu iş seçimle olmuyor. Ve elbette böyle düşünüldüğü zaman, büyük bir sessizlik beraberinde gelecektir, öyle olmuştur.

Bu son hâli ile sessizliğin sadece esaret demek olmadığı da açık, sessizlik aynı zamanda bir yol arayışı, bir mücadele yolu bulma girişimidir de. Bu açıdan sessizlik, bir tarz sessizlik olmaktan çıkar ve anlayana bir konuşmadır da.

Bu sessizlik, bu esaret koşulları, kibirli, saldırgan harami iktidarına, TC devletinin yönetenlerine, yeniden “milliyetçiliği” pompalama şansı vermektedir. Şimdi, gece gündüz bunun üzerinde çalışıyorlar. Kürtlere karşı yürütülen bu vahşi savaş, ancak, milliyetçilik ile gözler kör edilirse, Batı’da kabul görebilir.

Ve nasıl ki, bundan böyle ne yaparlarsa yapsınlar, Kürt halkının direnişini kıramazlar, aynı biçimde ne yaparlarsa yapsınlar, artık, Gezi öncesi tarzda bir milliyetçi körlük yaratamazlar.

Hırsızlık, yolsuzluk, katliam ve ölümler üzerine kurulu bir saltanat artık mümkün değildir. Bunu görememelerinin nedeni kibirleridir, yoksa şanslarının kalmadığını kendileri de biliyorlar. o

Times: “Sur, hızla Suriye’nin kopyasına dönüşüyor”

Sokağa çıkma yasağının bir ayı geçtiği Sur’dan izlenimlerini aktaran muhabir, Diyarbakır’ın merkezi Sur’u ‘savaş bölgesi’ olarak tanımlıyor.

Haberde, Türkiye’nin birçok yerinde yeni yıla hava fişeklerle girilirken Sur’un ise yeni yıla çatışmalarla başladığına dikkat çekiliyor ve Sur’u terk edenlerden 67 yaşındaki Hamdi Zengin’in şu sözleri aktarılıyor:

“İstanbul başka bir ülke. Buradan farklı bir dünyada yaşıyorlar. Onlar normal yaşıyor. Bizim burada polis evlerimizi basıyor, çatılarda keskin nişancılar ve her yerde barikatlar var.”

‘Alışmış görünüyorlar’

Muhabirin izlenimlerinin şöyle:

“Her gün alacakaranlıkta ezan seslerine tüfek sesleri eşlik ediyor. Sur’ın kalbinde sokağa çıkma yasağı var ve etrafındaki sokaklar kontrol noktaları, kum torbalarıyla çevrili. Çatışma bölgesindeki çoğu dükkân sahibi bırakmış, taksi şoförleri bölgenin yakınına gitmeyi reddediyor.”

“Burada yaşayanlar bu yeni duruma rahatsız edici şekilde alışmış görünüyorlar. Sokakta ilerleyen yaşlı kadınlar, hemen yan sokakta çatışma başlayınca duraklamadan ilerlemeye devam ediyor. Hiç kimse göz yaşartıcı gazın keskin, bayıltıcı kokusu hakkında konuşmuyor.”

“Sur hızla, Suriye’nin çatışmaların başladığı ilk günlerindeki rahatsız edici bir kopyası gibi, ölüm yeri haline geliyor. Fakat burada PKKli militanları destekleyenler arasında çok az sayıda kişi sınırın hemen diğer tarafında harap olan Halep’e odaklanıyor, onun yerine Suriye’deki Kürtlerin oluşturduğu yarı-devlet Rojava’yı görüyorlar.”

“Yerel Kürt partisinin binasında yaşlı bir adam ‘Biz bunu savaş olarak görüyoruz’ diyor. ‘Hepimiz IŞİD’e karşı savaşıyoruz, bunu da tüm dünya için yapıyoruz’ diyor.”

Türkan Elçi: Barışa yakın, şiddetten

uzak dursunlar

Times gazetesi Diyarbakır’daki çatışma ortamının ‘Türkiye’deki Kürt hareketinde en saygın ve en ılımlı ses’ olarak tanımladığı Tahir Elçi’nin ölümünden sonra alevlendiğine dikkat çekiyor ve tırmanan şiddet ortamında barışçıl gösteri girişimleri ve diplomasinin giderek kaybolduğunu yazıyor.

Times gazetesine konuşan Tahir Elçi’nin eşi Türkan Elçi de şunları söylüyor: “Onun kadar tarafsız şekilde barış isteyen başka hiç kimseyi görmüyorum. Onu hangi gücün öldürdüğünü bilmiyorum ama eğer insanlar ona saygı duyuyorsa, barışa yakın, şiddetten uzak durmalılar.”

Times muhabiri Hannah Lucinda Smith ise, “HDP ile AKP arasındaki diyalogun kapanması ve yerini saldırı, misillemeler bırakmasıyla umudun nafile olduğu” yorumu yaparak Türkiye devletinin operasyonlarının bölge halkında PKK’ye desteği arttırdığı izlenimlerini paylaşıyor.

BBC

Rivayet odur ki, cennet ve cehennem bu dünyadadır

 

Buradan birkaç ara sonuç çıkarmak isteyen olabilir elbette; mesela bir, sol omuzunuzda duran ve görevi günahları yazmak olan meleği çok yormak tehlikelidir. Mesela iki, cennette her erkeğe 4 huri vadedildiğini kim söylemiş ise yanlış söylemiştir, zira bu, Adem’in koltuğunun altından da yaratılmış olsa, 4 kadın ve 1 erkek eşleşmesini çağırır ki, bu durumda yüce yaratının Adem’in koltuğunun altından bir değil, 4 kadın yaratacağı varsayılabilirdi. Öte yandan, bu 4 hurinin, eşitlik ve adalet üzerine kurulu cennetin kurallarına itiraz etme ihtimalleri vardır, zira onlar da tıpkı, cennete gelmeyi hak eden Ademoğulları kadar, cennete girmeyi hak eden Havva kızlarıdır. Cennete giden Havva kızlarının, benzer bir ödüle layık olarak görülme ihtimali ise işi tümden karıştırır. Ve nihayetinde, herkese bir karşı cinsten eş düşer hâle gelir. Mesela üçüncü bir ara sonuç şu olabilir, hem cennette, hem de cehennemde ne olduğunu, ancak bildiklerimiz ile açıklayabiliyoruz, yani hayallerimizle sınırlıdır bunlar ve maalesef hayallerimiz, bizi, toplumumuzu çevreleyen maddi yaşamla (maddi yaşama tarih ve coğrafya kadar, insanın ihtiyaçlarını gidermek üzere gerçekleştirdiği tüm üretimi ve sonuçlarını, bu arada gelişen tüm kültür ve sosyal yaşamı koyarak düşünün) sınırlıdır. Yani ne cennette bilmediğimiz “iyi” ve “güzel” var, ne de cehennemde bilmediğimiz “kötülük” var. Bugünkü bilgilerimiz bunu doğruluyor, gösteriyor.

Elbette bu ara sonuçları çıkarmak isteyenlere bir şey diyecek değiliz. Zira bu tartışmayı başka bir noktaya taşır ki, bizim böyle bir niyetimiz yok.

İnsanoğlunun “bu dünya”daki macerası, yaradanın izni ile, ama aynı zamanda Adem ile Havva’nın, cennetten, “öbür dünya”daki ideal yerden kovulması ile başlar. Bu kovulmanın detayları herkes tarafından biliniyor. Öyle anlaşılıyor ki, bu konuda din adamları arasında da bir tartışma yok. Yani bu durumu, başka başka yorumlarla ele alan kimse yok.

Sonuçta cennetten, ideal yerden, nimetlerin yatağından, bal ve süt diyarından, adalet eşitlik diyarından, sonsuz isteklerin gerçekleştiği yerden, dünya denilen, maddi yaşam alanına kovulmak, bir açıdan, bir ceza olarak görülebilir ise de, biz bunu bir ceza olarak ele almayalım, daha çok, “haydi, buyur bakalım söz dinlememek neymiş, al ayaklarının üzerine dur, buyur kendi kaderini kendin yaz” sınavı olarak ele alalım.

İşte çiğ süt emmiş insanoğlu, kovulduğu cennetten, bu “kötülük” dünyasına gelince, pişman olup “ben yaptım sen yapma” demek yerine, ayakları üzerine durmaya, kendi kaderini kendisi yazmaya yönelmiştir. Böyle olunca, cennette ne varsa, bunları, bu dünyada var etmeye niyetlenmiş olmalıdır.

Bu elbette, kendi içinde büyük çelişkileri olan bir süreçtir. Çünkü, cennette ne varsa onu buraya taşımak, evet birileri için bu maddi dünyayı cennet hâline getirmek, ne yazık ki, büyük bir çoğunluk için bir cehennem kurmaya neden olmaktadır. Cennet fikri o kadar kutsal, o kadar insanî, o kadar mukaddestir ki, ne yapalım ki, bir kişinin cennet hayatı yaşaması, milyon kişinin cehennem hayatı yaşaması demek olmuştur. Olsun, zira, cennet varsa, cehennem de var olacaktır.

Demek ki, bu dünyada bir cennet kurma isteği, çiğ süt emmiş insanoğlunun aklını başından almış ve milyonları cehenneme gönderme adına, bir cennet kurma başarısını gösterebilmişlerdir.

Bu durumda, okuyucunun ne ara sonuç çıkaracağını bir yana bırakırsak, biz, izninizle bir ara sonuç, hem de önemlisinden bir ara sonuç yazabiliriz: Cennet ve cehennem vardır, bu dünyadadır, bu ölümlü dünyadadır ve ölenler nereye giderler sorusunu bir an için bir kenera bırakırsak, bu dünyadaki cennet ve cehennemde kimlerin var olacağı, adeta bir yazgı gibi belli ve kaderdir. Belki de “fıtrat” denilen şeyin böylece idrakına varabiliriz.

Bu ara sonuçu, sadece aklınızda bulunsun diye not ettik, yoksa, bitirmeye niyetimiz yok, tam tersine, sizin de katkınızla, bu cennet ve cehennemi tasvir etmeye çalışacağız, Öyle hayalden değil, bizzat bildiklerimizden. Hem sonra, hayallerimiz, zaten maddi yaşamımızca sınırlandırılmış değil midir? Mesela yemek dediğimiz zaman, neden hiç görmediğimiz, tatmadığımız, duymadığımız, okumadığımız bir yemeği hayal edemediğimizin gayet de bilincindeyiz.

Nasıl yaşıyorsan, öyle düşünürsün ve nasıl düşünüyorsan, en çok o kadarını yapabilirsin.

Bu çiğ süt emmiş insanoğlunun, nedense bir bölümü, milyonda biri kadar azı, cennet denilen bir dünya kurdular ve aynı havayı soluduğumuz hâlde kalan milyonlarca insan, tam bir cehennem hayatı yaşamaktadır ki, cehennemi anlatan, bugüne kadar bu denli kötüsünü hayal edememişlerdir.

İkinci ara sonuç: Bu da bizim ara sonucumuzdur, okuyucunun bunda bir katkısı yoktur ve bu açıdan ne düşündüğü de önemli değildir: Bu dünyada cenneti kuranların, milyonlar için yarattıkları cehennem, cehennemi anlatan hiçbir kutsal kitabın anlatmadığı kadar kötü, anlatmadığı kadar ağır bir cehennem hayatıdır. Yani yaratan, bu denli bir kötülüğü, ne kadar kötü bir insan olursa olsun, onu ne denli cezalandırmak isterse istesin, onun için bir araya getirmez. Değil mi ki yaratan odur. Elbette onun kudretinden sual olunmaz, ama bu dünyada kurulu cehennem, hiçbir ilahi gücün kendi yarattığı kullarına reva göreceği cinsten değildir.

Öyle bir cennet kurdular ki, anlatmakla bitmez.

Önce güç meselesini çözdüler. Sonuçta kuldurlar ve ilahi bir güçleri olmadığı için, kudretlerinden sual edilebilirdirler. Böyle olduğu için, kudretlerinden sual edilemez hâle gelmek istediler. Bu gücün kaynağını, ilahi bir yerde bulmaları mümkün değil idi. Bu nedenle de bunu, kendileri gibi yaradanın kulu olanlarda, insanlarda buldular. Onları itaat ettirecek bir yol bulmaları gerekiyordu ve bu “güç” bulundu. Bu insanlarda, yaratanın eseri olan sıradan insanlarda, yaratanın sureti olan sıradan insanlarda vardı.

İnsanoğlu, cennetten kovulanların ardından, geçimlerini sağlamak, hayatlarını sağlamak için, iki şey yapmak zorundaydı, biri üremek ve kendi nesillerini çoğaltmak ya da korumak, ikincisi ise kendi geçimini sağlayacak maddi malları üretmek. Öyle ya, yaratan insanoğluna hayal ile doyma gücünü vermedi. İnsanoğlu, yaşamını idame edecek maddi malları üretmek zorundaydı.

Bu maddi malları üretme işi, cenneti bu dünyaya taşıma hayalini kuran gaddar, kurnaz ve zeki insanoğulları ve kızlarına, önemli bir bilgi verdi. Baktılar ki, insanlar çalıştıkça, tükettiklerinden çok üretebiliyorlar. Öyle ise, onların üretecekleri fazlayı sahiplenmek, cenneti kurmak için önemli bir kaynak olacaktı.

Ama bunu doğrudan söylemek de olmazdı. Değil mi ki, kurt denilen canlı da, bizzat Allah’ın yarattığı bir varlık idi. Sadece yiyeceği kadarını almak yerine, sürüye dalıp, gelecek on günün yemeğini de boğazlamak onun “fıtrat”ında yok muydu? Elbette ki vardı. Öyle ise, bu kurdu yaratan, insanoğluna zekânı kullan demek istemedi mi? Hem sonra kurtların yediği kuzuların, yaratanın kendisi için kurban edilmesini istemediğini kim ispat edebilirdi?

Böylece, insanları, fıtratı gereği farklı farklı yaratan, acaba ne demek istemişti? Bu soru, çalıştığının fazlasını üreten ve bunu komüne gönüllüce veren, insanlarla paylaşan insanoğullarının aklına gelmiyordu. Bunda şaşıracak bir şey yok, gelmiyordu, çünkü onların fıtratı böyle idi. Oysa, bazılarının aklına geliyordu ve biraz gaddarlık, biraz kurnazlık bunlara nasip edilmiş ise, bu onların doğrudan seçilmiş oldukları dışında neye yorulabilirdi ki?

Öyle ise, bu insanlara, bu dünyada cenneti kurmak fikrini vermek, aslında cenneti imkânsız hâle getirecekti. Öyle ise, onlara, cennete gitmenin, öbür dünyada cenneti kazanmanın yolunu göstermek yeterli idi. Böylece, kimisi maddi mallara, kimisi hayallere sahip olacaktı. Tıpkı, İngilizler Afrika’ya gittiklerince, İncil’i köylülerin eline verip topraklarını alması gibi. Ama kuşku yok ki, bu yaratanın İngilizleri özel olarak seçmiş olması ile ilgilidir ve “fıtrat” bu değil midir?

Böylece, üretilmiş toplumsal fazlaya el koymak, büyük bir güç elde etmek demek oldu. Bu sayede, bir bölüm “fıtratı” kötü, mafya tarzı, çakal tarzı adamları, karın tokluğunu bu geniş kitleleri bastırmak hizmeti için kiralamanın yolu da açılmış olacaktı. Değil mi ki, yaratan, onlara bu gücü nasip etmişti. Onlar da bunu, cenneti kurmak için kullanmalı idiler.

Hayır hayır, tarih dersine girip, tüm insanlık tarihini yazacak değiliz. Ama bu tarih bilgisi ile, şimdi, doğrudan para gücünden söz edince, tüm mülkiyet ilişkilerini anlatmış olacağımız artık açıktır. Yoksa cennetten kovulanların elinde para yoktu. Orada para olduğuna dair hiçbir duyum yoktur. Zaten, her şeyin o kadar bol olması, satılmasını da zorlaştırır değil mi? Bu bolluk, cenneti, insanların adaleti ile aydınlatmak yerine, yaratanın adaleti ile aydınlatmak anlamına gelmektedir. O kadar boldur ki, adalet terazisine gerek yoktur, tartacak bir şey yoktur. Zaten, özgürlükler de sınırsızdır. Her ne kadar 4 huri bir sınırlama ise de, bunun anlaşılmaz bir yönü yoktur, bir şeyi tarif etmek bir anlamda, ona sınır koymaktır.

Para ve iktidar, cennet denilen şeyin kendisidir.

Öyle bir cennet kurdular ki, haşa ama kudretlerinden sual olunmaz görünmektedirler.

Cennetlerinde, herkes için değil ama bir azınlık için, süt ve bal sınırsızdır. Çeşmelerinden süt, çeşmelerinden şarap akan musluklar gerçekten de vardır. Üstelik, şarabın kaç yıllık olduğu, nerenin üzümü olduğunu bilen “uzmanlarca” servis edilmek üzere, servis elemanlarına verilmektedir. Öyle 4 huri halt etmiş. Zaten, madem orada dört huri vardır, burada neden olmasın düşüncesi ile, dört eş kuralı devrededir. Ama bu sadece, cenneti yönetenlere iman eden, bu arada da birkaç şeyden yararlanan çakallar içindir. Oysa kurtlar için, bizzat cennette olanlar için, bunda da bir sınır yoktur. Üstelik zina da yoktur. Uluorta yerde canları çekiyorsa muta nikâhı devreye girmektedir, böylece toplumun gözünde itibar ve otorite sarsılmamaktadır, ama yok toplumun önünde değil ise, “ey kulum, sana biz sınır koymadık ki sen kendine sınır koyasın” düsturu devreye girmektedir. Kuşlar kadar özgür olduklarından, sabah kahvaltılarını dünyanın bir ucunda, öğlen yemeklerini de öbür noktasına yemektedirler ve bu arada verilen nimetlerden tatmanın, yaradanı da memnun edeceğini bilmektedirler. Banyolarında süt dolu küvetler, ellerinde gençlik aşıları, parmaklarının ucunda kendilerini emirlerini uygulayan “düzen sağlayıcıları” yönetenlere ulaşan teknoloji, öbür dünyadaki cennete taş çıkarmaktadırlar. Hani, mülk Allah’ındır, diyenlere, “eee, sonunda öyledir, ama bu dünyada bekçisi, seçilmişlerdir, Allah, zenginliği istediğine verir, ilimi ise bizzat isteyene. Sen bu soruları sorabiliyorsan, demek bilimi istiyorsun, haydi seni göreyim. Bilimi bizzat isteyen ise, mecburen paranın kutsal kollarına yatmak zorundadır” diye yanıt verirler.

Yani anlayacağınız iş öyle şişirme değildir. Diyorsanız ki, adamlar minareyi çalmış kılıfını da hazırlamış, yanıtımız, olabilir, ama minareyi çalmayı iyi organize etmişler. O kadar ki, onlara hırsız dersen, sen hırsız konumuna düşebilirsin.

Para, sahip olmak, mülkiyet, bu dünyada cenneti kurma işinin anahtarıdır. Öyle olmalı ki, para, onlar için hadsiz hesapsız önemdedir. Öyle olmalı ki, mesela bizdeki Muktedir, para elde ederek cennete katılmaya çalışıyor. Ve bu denli paragöz olmalarını eleştiren olursa yanıtları da açık, “olur mu hiç, biz sadece cennete gidebilmek için parayı araç olarak kullanıyoruz, hayır işlerinde harcıyoruz. Hem sonra Allah Müslümanların fakir olmasını istemiş olabilir mi, tabii ki olamaz. Öyle ise neden bu para miktarına sınır koyalım, neden bu parayı nasıl kazandığımız önemli olsun, Allah yolunda kullanılıyorsa para, ister esrar işinden gelsin, ister IŞİD petrollerinden ne fark eder?” Elbette bu yabana atılır bir yanıt değil!

Para, cennetin öylesine anahtarı oldu ki, bu konuya şaşıp kalan ve öbür dünyadaki cennete ulaşmak isteyen bazı “saf”lar, Kayserili dolandırıcılardan para karşılığı cennetten arsa bile aldılar.

Para, biz fani kulların bilmediği kadar da önemlidir. Paranın nelere kadir olduğunu, bizim gibi fakir fukara bilemez. Paranın ne demek olduğunu, ne işe yaradığını anlamak, aynı zamanda bir “aydınlanma” meselesidir de. Öyle eline geçinecek kadar para geçen fanilerin dediği gibi para “elinin kiri” falan değildir. Zaten, eline ancak ekmek parası geçen, ancak ve ancak tüm hayatını vererek bir daire alabilen insanların, paranın hikmetine varmaları pek de mümkün olamazdı.

Paranın bu derin önemini ve gücünü anlayanlar, işte ancak onlar, bu dünyada cenneti kurabilirler. Siz bakmayın onların işlerini gören “para muhafızları”nın paraları ayakkabı kutularına, kasalara koymasına. Onlar “saklayıcı”lardır. Oysa parayı gerçek anlamda kullanan, onunla ekmek satın almaz, daha çok güç, daha çok iktidar, hani dolandırmadan söyleyeceksek insan satın alır, gelecek satın alır. Para ona hayal satma gücünü verir. Ve o kadar kutsallaşmıştır ki para, haşa, sümme haşa, tanrı değil ise bile, ondan da aşağı kalır değildir. Yaratan, elbette bazılarına parayı yoldan çıkacak kadar verir, ama bazılarına para, öylesine nasip olur ki, dünyada iktidar edenlerin arasına giriverir. Ve dünya iktidarı, cennetten kovulan insan soyu için en kıymetli iktidardır.

Biraz da cehennemden söz etsek. Ortaya çıkmıştır ki, cennet ile cehennem, bu cennetten kovulan insanoğlunun pratiğine göre, tamamen aynı yerdedir. Yani, sırat köprüsünden sonra yollar ikiye ayrılmıyor, hayır, herkes aynı yere gidiyor, öyle ki, orası birisi için cennet, diğeri için cehennem. Ve cennette hep ama hep, cehennemdekinin milyonda biri oluyor. Buyurun size bir ara sonuç daha.

Buradaki, bu dünyadaki cehennem, anlatması zor kötülüklerle dolu. Öyle ki, kudretinden sual olunmaz olmaya hevesli olanların işi gibidir. O kadar ilerdedir.

Mesela Boko Haram denilen bir örgüt, yaratanın emirlerini uyguluyoruz diye, çocuk yaştaki kızları, mesela 9 yaşındakileri dahi, göğüslerini elleyerek, “uygun”luklarına karar verip, kaçırmakta, alıkoymaktadır. Bu kızlar, 4 huri ile yetinmeyen ve cenneti bu dünyaya taşıyanlara, taze cinsel et olarak sunulmaktadır. O kadar korkunçtur ki bu durum, bu çocuk kadınlar, göğüsleri çıkmasın diye, taşları ateşte kızartıp göğüslerine bastırmakta, bu dayanılmaz işkenceyi bizzat kendileri kendilerine uygulamaktadır. Oysa öbür dünyadaki cehennemde buna benzer bir cezalandırma hiç duyulmuş mudur? Kudretinden sual olunmaz yaradan, bu yaştaki çocuk ve çocuk olduğu için allah bilir ama büyük ölçüde günahsız kullarını, böylesi bir işkenceye neden tabi tutsun? Ama cennetten bir kere kovulan insanoğlunun çiğ süt emmiş olması nedeni ile, böyle değerleri yoktur. Bir kere cenneti bu dünyaya getirmeye karar vermişlerdir ve bunu yaptıkları da ispatlıdır.

Bu dünyada cennet var. Cehennemle birlikte, aynı yerde. Rivayetler doğrudur.

Buradan bir ara sonuç daha çıkıyor: Cehennem ne kadar korkunç ise, cennet o kadar güzeldir. Öbür dünyadakini bilemiyorsak da, bu dünyadakinde durum tam da budur. Bu nedenle cehennemin kötülüklerini anlatmak, cenneti resmetmenin bir başka yoludur.

Cizre diye bir yer var. Bizim ülkemizdedir. Sur ilçesine, Ankara kadar da uzak değildir. Ve burada muktedirler, cennetin sahipleri, insanları canlı varlıklar olarak avlamaktadır. Çocukları pencereden bakınca vuranlara ödül vermekte, yaşlı hastaların ellerinde beyaz bayraklarla sokağa çıkıp hastahaneye giderek, bu fani dünyada bir gün ömürlerini uzatmalarına müsade etme hakkını kendilerinde görmektedirler. Ve Cizre bir tane değildir. Bu sadece bizim ülkemizde de geçerli değildir.

Cennete gitmek için camiler inşa edenler, bir yandan da, gösterişli hayatlarını sürdürmek için, daha çok paranın, seçilmiş Müslümanlar olarak kendilerine tanrının bir lütfu olduğunu bilmektedirler. Bu nedenle olacak, Suriyeli çocukların Avrupa’ya taşınmasından gelir elde etmekte ve bunun için denize açılan botlardan düşen çocuk cesetleri, normalde güneşlenmek için insanların gittiği sahillere vurmaktadır.

Yaratana yürekten inandığını iddia edenler, cenneti elinde tutanlar tarafından, Suriye’de bir açık hava kesimhanesi yaratıp, burada insanları boğazlamakta, bunu yaparken de, yaratana hizmet ettiklerini düşünmektedirler. Yaratanın, onların hizmetlerine ihtiyaç duymayacağını bile düşünemeden, ellerinde uyuşturucu haplarla, çocuk ve kadınların başlarını kesmektedirler. Ve bu arada, petrol satarak, esrar satarak, para kazanmaktadırlar. Bu kanlı talan ve yağma, cenneti kuranların, halkları hizaya getirmesine hizmet etsin diye, bu denli korkunç işler yapan bir “örgüt” eli ile yürütülmektedir. Böylece korku, cehennemi sürekli kılabilmek için, önemli bir araç olarak kullanılmaktadır. Öyle bir cehennemdir ki bu, Allah korkusu, cehennem korkusu yanında çocukça kalmaktadır. IŞİD’in saldığı korku, ne de olsa, cenneti bu dünyaya getirmiş olanların kılıçlarının korkusu sayılmalıdır, bu ordu, onlar adına savaşmaktadır, vücutlarına bombaları sarıp patlatanlar, öbür dünyadaki cennete ulaşmak için uğraşırken, gerçekte onlara bu emri verenler, bu dünyada cenneti kuranların silâhlı emir erleridir.

Öbür dünyadaki cehennemde, her gün kızgın ateşler yayanların, acaba yalan propaganda ile, mesela TV kanalları ile, aslında “yanmadıklarına” inandırılmaları tarzında bir uygulama var mıdır? Hiçbir kutsal kitapta buna dair bir şey okumuş olan yoktur. Ama ya bu dünyadaki cehenneme bakarsak, tam tersini görürüz. Bu dünyayı, milyonlara cehennem olarak yaşatan, cenneti bu dünyada kendileri için kuranlar, belki güçlerinin ilahi bir kaynaktan gelmediğini bildiklerinden olacak, cehennemdekileri sistematik ve her gün, her an yalanlarla uyutmaya çalışıyorlar. Bunun için her türlü olanağı kullanıyorlar. Karayı ak olarak sunabiliyorlar. Cehennemdekilerin dayanılmaz hayatlarına “yeter” demelerini önlemek için, uzmanlarca hazırlanan, uzmanlarca uygulanan propaganda teknikleri devreye sokmaktadırlar. Cehennem, ateş nedeni ile biraz olsun aydınlık olan bir yer olmalıdır. Oysa bu dünyada cenneti kuranlar, cehennemi de kuranlar oldukları açık, cehennemi sürekli karanlıkta tutuyorlar. Onca ateşe rağmen, öyle teknikler devreye sokuyorlar ki, kudretinden sual olunmaz yaratanın, bunu kendine bir meydan okuma olarak almaması mümkün değildir.

Öbür dünyadaki cehennemde, cezaların çekilmesinin bir adil yönü vardır. Açık ve nettir. Oysa bu dünyada cenneti kuranlar, insan olduklarından ve insan çiğ süt emmiş olduğundan olsa gerek, cehennemde yaşayanlara, akıl almaz işkenceler yaptıkları biliniyor. Guantanamo üssü, CIA’nın yaptıkları, Hitler, ülkemizde 12 Eylül’de yapılanlar, Kürt devrimcilerinin yıllardır maruz kaldığı işkenceler ve diğerleri. Saymakla bitmez çeşitlilikte işkenceler, çiğ süt de emmiş olsa insanoğlunun aklının işi midir, yoksa doğrudan bir şeytanî gücün, dünyayı yaratanın kontrolünden almış olmasının ürünü müdür? Hele bu işkence için kullandıkları, icat ettikleri makinalar, şeytanın bile “aman allahım” diyerek yaratanı yardıma çağırdığı türden değil midir? Şeytan ki bunları söylüyor ve ağzına Allah’ın adını alıyor, bu dünyadaki cehennemin ne demek olduğunu gelin siz anlayın. Normalde şeytanın, cennetten kovulan Adem ve Havva’ya ve onlardan türeyen insanoğluna daha yakın olması gerekir. Hem onu kandırdıkça, tuzağa düşürdükçe, aklını mala mülke çektikçe, günahlar işlettikçe Allah’a karşı savaşını yürütebilmektedir. Ama bu dünyada insanoğlunun kurduğu cennet ve cehennem, şeytan için bile o kadar uzaktır ki, şeytanın, gerçek şeytanın kendisi mi, yoksa bu cenneti kuranlar mı olduğu konusunda aklının karışık olduğu bilinmektedir. Şeytana göre, bu tanrının bir oyunudur; insanoğlunun bu denli akıl almaz cehennem uygulamaları sahneye koyması, ona göre, Tanrı’nın kendisine “senin şeytanlığın da ne ki” mesajıdır. Özellikle modern kapitalist çağda, Şeytanın kendisini, çok saf ve çocuk hissettiği söylentileri oldukça yaygındır.

Tüm bunlar ise, rivayet olunduğu gibi, cennet ve cehennemin bu dünyaya ait olduğunun kanıtlarıdır. Bu cennette zalimler yaşamaktadır, hırsızlar, yağmacılar vb. Bu dünyadaki cehennemde ise, halklar, milyonlar, işçi emekçiler, kendi emeği ile geçinenler yaşamaktadır. Yani dürüst, namuslu insanlar cehennemdedir. Bu nedenle bu dünyadaki cehennem dayanılır, yaşanır bir yer değildir. Doğrusu bu dünyadaki cehennemin gönüllü misafirleri de yoktur. Halklar bu cehennemden çıkmak istemektedir.

Halklar, milyonlar, bu cehennemde yaşamayı reddederse eğer, yeter derler ve ayaklarının üzerine doğrulurlarsa, yeter der ve eğer bu yalan perdesi yırtılıp atılırsa, bu dünyada zenginlerin, para sahiplerinin kurdukları iktidar da bitecektir.

İşte o zaman, gerçek anlamı ile insanın tarihi başlayacaktır.

İşte o zaman, bir dünya cennetinin, herkes için, temelleri atılmış olacaktır. o

 

 

 

 

 

DBP Diyarbakır il binasına polis baskını

Bir üniversite öğrencisi ‘asker kaçağı’ olduğu gerekçesiyle polisler tarafından gözaltına alındı. İl binasında tüm odalar tek tek aranıyor. Baskın gerekçesi olarak tutuklama kararı olan 2 erkeğin olduğu belirtilirken, tüm kadınların da kimlikleri alındı.

Yüksek’ten polis baskına tepki: Türkiye tehlikeli bir yolda

Yapılan baskın sonrası partilerinin Diyarbakır İl Örgütü binası önünde açıklama yapan DBP Eş Genel Başkanı Kamuran Yüksek, Anayasa göre kurulmuş bir partinin bir ihbarlarla basılıp kapısında silah sıkılamayacağını belirterek, partilerini Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP’nin hedef gösterdiğini söyledi. Silopi’de de HDP ve DBP’li yöneticilerin askerler tarafından hedef alınarak üzerlerine ateş açıldığını paylaşan Yüksek, «Türkiye tehlikeli bir yolda» dedi.

Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) Diyarbakır İl Örgütü’ne bugün öğlen saatlerinde ihbar olduğu gerekçesiyle baskın düzenleyen polisler, içeride yapılan aramaların ardından Fırat Üniversitesi öğrencisi Zeynep Altunkaya ile asker kaçağı olduğu gerekçesiyle Mehmet Şakir Karataş isimli iki kişiyi gözaltına alarak parti binasından ayrıldı. Baskının yapıldığı ilk anlardan itibaren binanın önünde toplanan partililer ise attıkları «Baskılar bizi yıldıramaz», «Bijî berxwadana Sure» sloganları ve alkışlarla baskını protesto etti.

Gözaltına alınan 2 genç, polis araçlarına bindirilerek avukatlar eşliğinde Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü TEM Şubesi’ne götürüldü. Gençlerin götürülmesi sırasında bina önünde toplanan çocukların polis araçlarına kartopu atması üzerine polisler havaya ateş açtı.

Yapılan baskının ardından HDP’li vekillerle birlikte bina önüne çıkan DBP Eş Genel Başkanı Kamuran Yüksek, baskına tepki gösterdi.

Siyasi bir partinin böyle uyduruk gerekçelerle basılamayacağını belirterek, Türkiye’de artık hak ve hukukun kalmadığını söyleyen Yüksek, «Artık AKP cuntası var. AKP ülkede darbe yapmış, halkımıza savaş açmıştır. Bununla birlikte il binamız basılmıştır» dedi. Yüksek, polislerin sıktığı kurşunlardan birine ait boş kovanı da eliyle gösterdi.

‘Milyonlarca halkın şikayetçi olduğu AKP’yi buyurun gidin basın’

Anayasa’ya göre kurulmuş bir partinin basılıp kapısında silah sıkıldığını vurgulayan Yüksek, «Mahallerimize tanklara girdiler. Bu şekilde bizi yıldıramazsınız, kazanan demokrasi ve halk olacaktır. Milyonlarca halkımız, AKP’den şikâyetçidir ve ihbar ediyor. Buyurun beş yüz metre yakınınızdaki AKP il binasını basın» diye konuştu.

‘Türkiye tehlikeli bir yolda’

Yüksek, parti binalarının basılmasının yanı sıra Silopi’de de HDP ve DBP’li yöneticilerin askerler tarafından hedef alınarak üzerlerine ateş açıldığını ifade etti.

Silopi’de parti yöneticilerinin hedef alındığını dile getiren Yüksek, sözlerinin devamında şunlar söyledi: «Mesele buraya kadar gelmiş durumda. Partimizi hedef haline getiren Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP’dir. Siyasal mücadelemiz topyekün bir saldırı altında. Hükümet demokrasi zeminini bitirmiştir. Belediyelerimize yönelik kayyum ataması yapmak istiyorlar. Türkiye tehlikeli bir yolda.»

JİNHA-DİHA

‘O benim kameramanım’

Polis, “Barışa Yürüyorum” grubuyla ve bireysel olarak Batı illerinden gelenler de dahil çok sayıda kişiyi ya gözaltına aldı ya da almaya çalıştı.

Gözaltılar sırasında Kürtsat News kameramanı da polis tarafından gözaltına alındı. Polis, kameraman Baran Ok’u zırhlı araca bindirdi.

Kürtsat News muhabiri ise polisin arkadaşını gözaltına almasını “O benim kameramanım” diyerek engellemeye çalıştı. Ancak gazeteci, polise engel olamadı ve bunun üzerine zırhlı aracın önüne geçti.

Polis ise zırhlı aracı, önündeki muhabirin üzerine sürdü. Muhabir son anda kenara çekilerek ezilmekten kurtuldu.

‘İnfaz edecekler diye kaygılandım’

Mehmetoğlu “Kameramanımın o gün zırhlı araca bindirildiğini gördüğümde endişelendim. İnfaz ederler diye kaygılandım. Bu coğrafyada olmayan şeyler değil. Gözaltına alanlar kendilerini ‘Esedullah’ diye tarif eden kar maskeliler gibiydi çünkü” dedi. Mehmetoğlu, bir polisin kendisinin karnına da uzun namlulu silah dayayıp, ‘sıkarım’ dediğini söyledi.

‘Göz gözü görmüyordu’

Mehmetoğlu olanları şöyle anlattı, “Daha önce de bunun gibi saldırılar görmüştüm ama bu Diyarbakır’da yediğim en kötü gazdı. Göz gözü görmüyordu. İlk defa bu kadar gaz bulutu gördüm. Diyarbakır’da şimdiye kadar en yoğun gaz kullanılan müdahalelerden bir tanesiydi. Bir birçok kişi hiç bir şey görmüyor ve boğulurcasına bağırarak, çırpınarak, birbirine tutunarak ilerlemeye çalışıyordu. Göz gözü görmüyordu. Herkes boğulma tehlikesi geçirerek ilerlemeye çalıştı. Çok korkunç bir saldırıydı. Bir şekilde o ortamda bir yere sığınmamız lazımdı. Galeria AVM en yakın yerdi ve o yüzden oraya girdik. Dışarı çıkma imkanı yoktu. Zaten bir süre burada bekledik. Daha sonra özel hareket polisleri yüzü kar maskeli ellerinde keleşlerle ve ağır silahlarla buraya girdiler. Zaten görünüşleri ürkütücüydü. Herkes bir yerlere sığınmaya çalıştı. Burada herkesi darp ederek gözaltına almaya çalıştılar.”

‘Poli̇s keleşi̇ karnıma dayayip, ‘sıkarım’ dedi̇’

Elinde mikrofon olmasına rağmen polisin kendisine ‘çık lan oradan dışarı’ diye sinkaflı küfür ve hakaret ettiğini söyleyen Mehmetoğlu, “O gün eyleme yaşlı amcalar, teyzeler ağırlıkla katılmıştı. Yaş filan dinlemediler. Çok sayıda yaşlı insan yaralanmıştı. İnanılmaz üslup ve tavırlar sergileniyordu. Daha sonra yanıma geldiler, karnıma uzun namlulu keleşi (kalaşnikof) dayadılar, ‘buradan çıkmazsan sıkarım’ tehdidinde bulundular. Bu sırada sayıları bayağı artmıştı. Beni de zorla dışarı çıkarttılar” şeklinde konuştu.

‘Esedullah ti̇mi̇ olabi̇li̇rler’

Arkadaşlarının kendisini uyararak, ‘Ferat bunlar çok ciddi ne yaptıkları belli değil zaten istersen çık vuracaklar yoksa seni’ dediklerini ve kendisinin de çıktığını söyleyen Mehmetoğlu, “Açıkçası korktum. Esedullah Timi olabilir. Kimseyi infaz etmiyorlar diyemeyiz, örnekleri var çünkü. O yüzden tedirgin oldum. Kameramanımın da gözaltına alındığını, zırhlı araca bindirildiğini öğrenince iyice kaygılandım hemen koştum ve hepinizin izlediği o görüntü çıktı ortaya. Oradaki o halim aslında bundan kaynaklıydı” dedi.

Emni̇yet müdüründen skandal sözler

Yaşananların ardından Diyarbakır Terörle Mücadele’ye gittiğini ve emniyet nizamiyesi önünde saatlerce beklediğini anlatan Mehmetoğlu, “Saldırı sırasında TOMA baştan aşağı ıslatmıştım. O halde titreyerek kapıda bekledim. Daha sonra Emniyet içerisine aldılar. Sonra öğrendim ki Emniyet Müdürü iyi yıllar dilemek üzere ziyarette bulunacakmış. Bir süre orada bekledim. Daha sonra Emniyet Müdürü geldi ve herkesin yeni yılını kutladı. Benim de kutladı. Ben ‘yeni yılı sayenizde burada geçiriyoruz’ diyerek sitem ettim. ‘Hangi kanal’ diye sordu. ‘Kurdsat News’ dedim ve aynen şu cümleyi kullandı; ‘Kürt kanallarında çalışanları ‘terör propagandası’ yaptıkları gerekçesiyle gözaltına almışlığımız oluyor. Senin kanalında da terör propagandası yapılıyorsa kameramanını alırız tabi ki’ dedi. Sonra ‘iyi yıllar’ deyip gitti. Sonra ardından polisler yanıma gelip, ‘bakışlarından rahatsız olduk’ çık dışarı dediler. Sonra çıkarttılar beni dışarı” şeklinde konuştu.

Yaşananlardan sonra adalet duygusunu yitirdiğini belirten Mehmetoğlu, kamuoyuna ve gazeteci örgütlerine dayanışma çağrısında bulundu.

Direnişteyiz-İMC-Evrensel