Ana Sayfa Blog Sayfa 242

MKÜ, Ankara katliamında yitirilenleri andı

Eylem başlamadan ÖGB, düzenlenen fotoğraf sergisini kaldırmaya çalıştı. Öğrencilerin kararlı duruşuyla eylem bitene kadar fotoğraf sergisi kaldırılmadı. Fotoğrafların kaldırılmamasına tepki gösteren faşist gruptan bazı kişilerin ÖGB şefini azarladı. Öğrencilerin Ankara katliamındaki halay videosundan esinlenerek hazırladıkları sokak tiyatrosu oyunuyla eylem başladı.

Tiyatronun ardından basın açıklaması okundu. Açıklama da; devletin katliam ve inkar politikalarının bir gelenek olduğuna ve Şeyh Bedreddin’lerden bu yana devam ettiğine dikkat çekilerek  örneklerle devletin bu geleneği ortaya kondu.

Basın açıklaması ardından eylem şiirler okunarak ve sloganlarla sonlandırıldı.

10 Kasım 2015, direnisteyiz2.org

 

Ankara katliamının birinci ayında barış şehitleri İstanbul’da anıldı

10 Ekim Barış Mitingi, Ankara Garı önünde patlatılan iki bomba ile kana bulanmıştı. 100’den fazla  insanın yaşamını yitirdiği katliamda 400’e yakın insan da yaralanmıştı. Katliamın birinci ayı dolayısıyla  saat 19:00’da Galatasaray Lisesi önünde toplanan  emek, meslek örgütleri, kitle örgütleri  saldırıda yaşamını yitirenleri anmak için toplandı. Saygı duruşu ardından Barış şehidi Gökmen Dalmaç’ın eşi Firdevs Dalmaç konuşma yaptı. Dalmaç; “Bu ülkeye barış gelecekse biz getireceğiz. Suruç’ta Ankara’da Silvan’da ölenler boşuna ölmedi. Biz mücadeleyi bırakamayız daha ileriden sürdürmeliyiz. İnadına barış…” dedi.

Daha sonra slogan atan kitleye polis attığınız sloganlar yasaya aykırıdır uyarısı yaparak müdahale de bulunacağını anons etti. Polisin uyarısı kitle tarafından yuhlamalar, ıslıklar ve sloganlarla karşılandı. “Hırsız katil AKP, Saray savaş halklar barış istiyor, Ankara’yı unutma unutturma, Katil IŞID işbirlikçi AKP, Gün gelecek devran dönecek AKP halka hesap verecek, Diren Silvan İstanbul seninle, Silvan halkı yalnız değildir.” sloganları atıldı.

Daha sonra barış şehitlerinin isimleri teker teker okunup ardından “Yaşıyor” sloganı atılarak anma sonlandırıldı.

 

İstanbul’da ev baskınında katledilen Dilan Kortak’ın cenazesi İzmir’de defnedildi

Kortak’ın cenazesi, Karabağlar Eski Çamlık Mahallesi’nde Şeyh Ahmet Camisi’nde dini vecibelerini yerine getirildikten sonra ailesinin bulunduğu sokağa götürüldü. Helallik almak isteyen kitlenin önü TOMA ve çevik kuvvet polisleri tarafından kesildi. Cami ve götürülmek istenen sokağın arası 500 metre olmasına rağmen, polis cenazenin “arabayla götürülmesini” istedi.
HDP İzmir Milletvekili Ertuğrul Kürkçü ve HDP il yönetiminin polislerle tartışması devam ederken, kitle bekleyişini sloganlarla sürdürdü. Kitle polise “geri çekilin” uyarısı yaptı. Kortak’ın cenazesi Buca Kaynaklar Mezarlığı’nda defnedilmek üzere yola çıkarıldı, kitle de otobüslerle Karabağlar’dan Buca’ya yola çıktı.
Buca mezarlığına gelen kitleyle beraber Dilan Kortak defnedildi.
direnişteyiz2.org

Aziz Güler doğduğu topraklara defnedildi

22 Kasım töreni yapılacak olan cenaze töreni için, saat 13:00’da Gazi Mahallesi, Şair Abay Lisesi önünde toplanılmaya başlandı, toplanan binlerce insan mahallede yürüyüşe başladı, ardından Aziz’in cenazesi cemevinden çıkartıldı ve devrimcilerin aldığı güvenlik çemberiyle birlikte, toplu bir şeykilde Gazi mezarlığına yüründü. Kalabalık nedeniyle, kitle mezarlığa girmedi, Aziz’in defni sırasında, toprağına, Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, Erdal Eren ve Ulaş Bardakçı’nın topraklarından getirilen toprakları serpildi.
Binlerce kişinin devrimci ruhla selamladığı Aziz Güler’in anma töreni, saygı duruşu, şiirler ve marşlarla devam etti. Babası Mehmet Güler ve Bedrettin Akdeniz’in annesi Sabiha Akdeniz’in de konuştuğu anma, Aziz’in sesinden Mehmet Sait türküsü ile sona erdi.
Cenaze sonrası cenazeden dönen kitleye polis saldırdı, çatışma geç saatlere kadar sürdü.

Tetikçilikte sınır yok!.. Savaş kışkırtıcılarına karşı mücadeleye

Emperyalist paylaşım savaşının son 5 yıldır yeni bir boyut kazandığı Suriye’de, TC devleti Rusya’ya ait bir savaş uçağını düşürerek, savaşın daha da derinleşeceği bir adım atmıştır.

Egemen olduğunu iddia ettiği toprakların her yerinde ABD emperyalizminin üsleri varken, Siyonist İsrail’i koruyacak füze kalkanını Malatya’ya kurdurmuşken, sınırlarının 17 saniyelik ihlaline tepki verdiğini söyleyen Erdoğan’lı, AK Partili devletin hiçbir inandırıcılığı yoktur.

Kaldı ki, sınır ihlaline dair kesin bir bilgi yoktur, olmadığına dair veriler daha güçlüdür. Burada konu, sınırın ihlal edilmesi değildir. ABD askerlerinin, TSK mensubu subayların kafalarına çuval geçirirken hatırlanmayan “gurur”un, Rusya’ya karşı ayağa kalkmış olmasını düşünmek için bir neden yoktur.

Gerçekleştirilen saldırının hemen sonrasında, NATO’yu acil toplantıya çağırmaları, efendilerine sığınmaları, onurlarına dair de bir fikir vermektedir. Emperyalist efendileri adına gerçekleştirdikleri saldırı sonrası; “dediğinizi yaptım, şimdi beni koruyun” diyen rezilce bir durumdur yaşanan.

Erdoğan’lı, AK Partili devlet, Irak işgalinden bu yana, bölgede emperyalistlerin taşeronluğunu, tetikçiliğini derinleştirmiştir. “Stratejik derinlik” dedikleri budur. Bunun için katliamcı ve tecavüzcü cihatçı çeteler örgütlemiş, Suriye’yi emperyalist efendileri ile birlikte kan gölüne çevirmişlerdir.

Libya’da Kaddafi’yi devirdikleri gibi, Suriye’de de Esad’ı devireceklerini hesap ederek başlattıkları savaş, Suriye’de ciddi bir dirençle karşılaşmış ve istedikleri sonucu alamamışlardır. Son olarak, Rusya’nın daha aktif olarak çetelere karşı savaşa dâhil olması ile hesapları tamamen alt üst olmuştur.

Rusya’ya ait uçağın düşürülmesinin nedeni budur. TC devleti, başta Kürtler olmak üzere, Türkmenler de dahil, Suriye’de yaşayan halkların boyun eğdirilmesi dışında, geleceği ile zerre kadar ilgili değildir. Katliamcı, tecavüzcü cihatçı çetelerin, daha önce Türkmenlere karşı giriştiği katliamlara hiç ses çıkarmamıştır.

Erdoğan-AK Parti-devlet ateşle oynamaktadır. 7 Haziran sonrası, içeride Kürt halkı başta olmak üzere, tüm toplumsal mücadele güçlerine karşı başlattıkları savaşın yanı sıra; bölgede de emperyalist efendileri adına yaptıkları tetikçilik, savaş kışkırtıcılığı, var olan savaşı daha da büyütme ihtimali taşımaktadır.

Milyonlarca insanın yurdunu terk ettiği; iki milyona yakın insanın hayatını kaybettiği; kadınların tecavüze uğradığı; çocukların cansız bedenlerinin kıyılara vurduğu, bombalarla paramparça olduğu bir savaşın daha da büyümesidir.

Bir avuç emperyalist tekelin ve onların uşakları dışında, tüm halklara yıkım getiren bu savaşı durdurmak bizlerin elindedir.

Emperyalist savaşa ve hem içeride hem dışarıda, Erdoğan-AK Parti-devletin savaş kışkırtıcısı politikalarına karşı halkların ortak mücadelesini büyütmek ertelenemez bir görevdir.

  • Emperyalistler, bölgemizden elini çekmelidir.
  • Yaşadığımız topraklardaki tüm emperyalist üsler kapatılmalıdır.
  • T.C devleti, savaş kışkırtıcısı politikalardan vazgeçmeli. Katliam ve tecavüz çeteleri ile ilişkilerini kesmelidir.
  • Bölgemizde, halkların eşit, özgür ve kardeşçe yaşama iradesine saygı gösterilmelidir.

KALDIRAÇ

26 Kasım 2015

 

KADINLAR, KAPİTALİZM, FAŞİZM VE AKP[*]

Bir yazıda, “faşizmi besleyen kitle ruhu”nun “iktisadî-siyasal-toplumsal altüstlüklere, geleneklere, herkesin payına ve kaderine razı olduğu, huzur dolu eski günlere geri dönüş arzusuyla, “kurulu düzen”ine yönelik tehditlere karşı, güvenliğini kendi sağlamak üzere harekete geçmeye hazır ve gönüllü reaksiyon”dan oluştuğunu ve bu “ruh”un, “dinci, milliyetçi, ırkçı, işçi düşmanı ve ‘sapına kadar’ eril” olduğundan söz etmiş, AKP iktidarının “derinliklerde bir yerde, zamanı geldiğinde uyandırılmayı bekleyen” bu kuytu “nass”ları uyarıp uyandırdığından söz etmiştim…[2]

Peki nasıl yapıyor AKP bunu?

Kadınlar sözkonusu olduğu kadarıyla kimse, (şimdilik) bütün kadınlara örtünme zorunluluğu getiren, kadınlarla erkeklerin kamusal alanda bir arada bulunmasını yasaklayan, yanında erkek bir refakatçı olmadan sokağa çıkmasını engelleyen, zina yapan kadınların recmedilmesini buyuran, ya da ne bileyim, kadınların yanlarında erkek bir refakatçi olsa da sokaklarda yüksek ökçeli ayakkabı ile dolaşmasını yasaklayan yasalar çıkarmaya kalkışmadığı için bu partiyi “modern”, “kadın haklarına saygılı”, “seküler” vb. bulmuyordur herhâlde…

Evet, AKP, İslâm şeriatı ile yönetildiğini Anayasal düzlemde beyan eden devletlerin kadınlara yönelik “beden politikaları”nı devreye sokmadı – şimdilik… Ancak, birazdan tartışacağım kadın politikalarının yanısıra, başka bir şey yaptı: devlet kadrolarını ve alternatif “sivil toplum”unu kadına, kadınlığa ilişkin tahayyülleri cami avlularında satılan ilmihâllerle biçimlenmiş kişilerden oluşturdu.

Örnek mi? Saymakla biter mi?

İldeki Gülen Cemaatine yakın kişilere düzenlenen operasyon sırasında örtülü kadınların kelepçelenerek gözaltına alınmasına “Toplumda çok olumlu bir imajla algılanan başörtülü bayanların böyle bir işleme tabi tutulmaları üzüntüyle karşılanmıştır,”[3] tepkisini veren Manisa Valisi; örneğin.

Ya da Van 100. Yıl Üniversitesi Zeve Kampüsü Kız Öğrenci Yurdu ile İlahiyat Fakültesi arasına, “kız öğrencilerin ahlâkı bozulmasın”[4] diye metrelerce duvar ören yurt yönetimi… Her fırsatta nasıl giyinecekleri, nerede, nasıl yürüyecekleri, nasıl davranacakları, nerede, ne kadar gülebilecekleri hususunda kadınlara ‘ayar’ veren “devlet büyükleri”… Daha iyisi: “börek yapmayı bilmeyen kadının yuvası dağılır” kerametini yumurtlayan bir aile ve sosyal politikalar bakanı… Veli şikâyeti üzerine ilköğretimde kız ve erkek öğrencilerin sınıflarını ayıran,[5] anaokul bebelerine besmele ve Kur’an sureleri öğretme talimatı veren[6] milli eğitim müdürleri… “7 yaşında bir kız çocuğu, 25 yaşındaki erkek çocuğu ile veya 7 yaşında bir erkek çocuğu 25 yaşında bir kız ile nikahlanabilir… Evlilik için bir yaş söz konusu değildir. 10 yaşında, 7 yaşında, 6 yaşında nikaha engel bir durum yoktur,” buyuran vakıf başkanları…[7] Kanal kanal dolaşıp “İslâm’a uygun” diye çokkarılılığı va’zeden magazin tesettürlüleri… Poşu taktı, halay çekti, slogan attı, facebook’tan eleştiri paylaştı diye gencecik insanlara “terör örgütü üyeliği”nden gözünü kırpmadan yıllarca ceza keserken, karşılarına çıkan kadın cellatlarına boyun kırıp el pençe divan durdular diye, ya da maktule kırmızı mont, beyaz pantolon giymişti, porno filmdeki oyuncuya benziyordu, adamcağız tahrik olmuştur diye,[8] tecavüz mağduru bağırmamış, psikolojisi de bozulmamış, o zaman mutlaka rızası vardır diye indirim yargıçlar…

Hele ki onlar…

Derin bir jinefobi’den malûl Sünnî-Müslüman-Türk-kasabalı-erkek bilincinin temel bileşenlerinden olan “erillik” kışkırtmacasında, tecavüz “suç” olarak değil, bir eril “fetih” olarak kodlanmıştır. Bir tür erkeklik ispatı, erillik dünyasına inisiyasyon ritüeli… Erkek çocuğun cinsiyet rolünü, cinsel kimliğini biçimlendirdiği sosyalizasyon dünyasında, (aslında bir ‘kişi’ dahi olmayan) kadının rızası gibi bir şey söz konusu değildir. Erkeğin erilliği, kadını “ram” etmeyi başaracaktır eninde sonunda. İşin korkunç yanı, yargıç ile sanığı birbirinden ayıran parmaklığın iki tarafındakiler, giderek daha fazla bu “suçortaklığı”nı paylaşmaktadır. “Erkekliğime laf etti, hâkim bey.” “Tabii evladım. Yaz kızım. Sanığın suçu sabit görülmüş olup, maktulenin erkekliğini tahkir etmesi sonucu, ağır tahrik altında işlediği tespit edildiğinden hakkında ceza indirimi uygulanmasına…”

Bir başka deyişle, muktedirler ve çevresinin sergilediği pespayelik şöleni, bu ülke insanının “kuytu”larını harekete geçirip, onlarla rezonansa girmesi için yeterli patlayıcı birikimi üzerinde gerçekleşmektedir… Muktedirler ve “ortalama erkek yurttaş”, T.C.’nin taraf olduğu/taahhüt ettiği, çok ince, dökülmeye yüz tutmuş bir “İnsan hakları, Kadın hakları, AB kriterleri, Kadınlara karşı ayırımcılığı önleme sözleşmesi, BM içtihatları vb.” cilası altında sırıtan aynı düsturlarla hareket etmekte, “beraber yürümektedirler o yollarda, beraber ıslanmaktadırlar yağan yağmurda…”

 

AKP’nin Savaşı

 

Ama durum bundan ibaret değil. Haberiniz oldu mu, bilmiyorum; Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, 1 Eylül-28 Ekim 2015 tarihleri arasında işlenen kadın cinayetlerini raporlaştırarak kamuoyuyla paylaştı. Perspektif Strateji Araştırma ekibi ve Süleyman Demirci ile Prof. Dr. Semra Günay ve Talha Aksoy’un katkılarıyla hazırlanan raporda eylül-ekim ayları içerisinde 45 kadının öldüğü belirtildi.

Buraya kadarını kanıksamış olabiliriz. Bu ülkede günde her gün iki-üç kadının eril şiddete kurban gittiğini bilmeyen, duymayan yok. Ancak, raporda çok önemli olduğunu düşündüğüm bir başka tespit var. Şöyle deniliyor:

Meclis soluğu alır almaz 2 Eylül’de savaş tezkeresini gündem etti ve onayladı. Silopi, Cizre, Yüksekova, Dağlıca, Şemdinli, İdil, Varto, Lice, Silvan, Sur ve Nusaybin’de olağanüstü hâller ilan edilerek sokağa çıkma yasağı getirildi ve her yaştan birçok kardeşimiz evinin içerisinde otururken dahi yaralandı veya öldürüldü. Toplum olarak bebeklerin tabutlarının taşındığı cenazeleri, cansız insan bedeninin panzer arkasında sürüklendiğini, sağlık görevlilerinin ambulansla sokağa çıktığında öldürüldüğünü, cenazesi kaldırılamadığı için küçük bedenlerin buzdolabında bekletildiğine tanık olduk. Şiddetin meşrulaştırıldığı bu dönemde, kadın cinayetlerinde ateşli silah kullanma oranı oldukça artarak yüzde 46’dan yüzde 66.6’ya çıktı ve daha fazla kadın kardeşimiz öldürüldü.[9]

Bu saptama, yani kadın cinayetlerinin -ve toplumdaki genel şiddet eğiliminin, ya da kadına yönelik şiddet olaylarının- AKP iktidarının Türkiye Kürdistan’ında savaş stratejisini yürürlüğe soktuğu ve Suriye üzerindeki savaş tehditlerini tırmandırdığı bir dönemde yoğunlaştığı saptaması, hayatî bir önem taşıyor.

Durum böyleyse, yani AKP iktidarının “çözüm süreci”ni dondurduğunu açıklayıp Kürt hareketine yönelik şiddet sarmalını zincirinden boşalttığı, kan, gözyaşı ve dehşete dayalı bir seçim stratejisi izlediği 7 Haziran sonrası aynı zamanda kadınlara yönelik şiddette de niceliksel artış ve niteliksel bir dönüşüme yol açmış ise, bu durumda, bu ülkede “kadınlık durumu”nu bundan böyle iktidar ile halkın zihniyetleri arasında (önemli ölçüde İslâm’a dayalı) bir rezonansla açıklamak, (gerekli olsa da) yetersiz kalacaktır. Çünkü bu durum bundan böyle kadınların siyasal iktidarca desteklenen saldırgan bir erilliğin de muhatabı ve mağduru olması demektir.

 

“Kadın İşi / Erkek İşi”

 

Derler: savaş “erkek işidir”. En azından ortalama ve yaygın kanaat, budur. Modern dünyada bu neredeyse evrensel kanıyı tersine çevirmeye çabalayanlar, devrimciler, sosyalistler, komünistler olmuştur: haklı ve meşru savaşlarda, örneğin anayurdun savunulmasında kadınların silahlanarak fiilen savaşmasında olduğu gibi… İspanya iç savaşının kadın savaşçı birlikleri, Filistin’li, PKK’li kadın gerillalar, YPJ, hatta Haziran 13 ayaklanmasında barikatlarda çatışan kadınlar… sanırım Sovyet partizanlarından mirastır bizlere.

Ama bu istisnai örnekler dışında, savaşın “erkek işi” olduğu genel kaziyedir. Hele ki işgalci, fetihçi, saldırgan savaşlar… Öyle ki, IŞİD’lilerin en büyük korkusunun bir kadın gerillanın elinden ölmek olduğu aktarılır. Kadın elinden ölmek, cennet vizesinin iptali anlamına gelmektedir çünkü. Kadın savaşçı tarafından öldürülen İslâmcı militan, “şehit” bile sayılamayacaktır…[10]

Evet, egemen zihniyette, savaş eril bir “iş”tir. Savaşa sürülen genç erkeklerin “erkeklik”leri sürekli olarak kışkırtılır (Askerliğini yapmış hangi erkek “Komşu kızını zapteyle, bizim oğlan aşıktır” dan kaçınabilmiştir ki?) Cesur, sert, acımasız, saldırgan, kısacası “adam gibi adam” olmaları beklenir onlardan: “karı gibi” korkak değil… Savaş, askerlik öylesine eril bir iştir ki, “bedelli askerlik yapanlara pembe kimlik verilmesi”, Ekşi Sözlük’e “entry” olmuş bir konudur.[11]

Savaştan kadına payın ne düştüğü ise, iyi biliniyor: Erkeklikleri kışkırtılmış işgalci askerlerin “ödül”ü olmak;[12] hatta bir “etnik temizlik” stratejisi olarak sistemli tecavüze maruz kalmak;[13] kocasını, sevgilisini, oğlunu yitirmek;[14] tarumar olmuş, tüm altyapısı çökertilmiş, yakılıp yıkılmış bir yerleşimlerde, ağır sağlık koşulları altında sürdürmeye çalışmak yaşamını; ya da sığınmacı konumuna düşmek, mülteci kamplarında sefil bir yaşama mahkûm olmak, bizzat barışı tesisle görevli uluslararası barış gücüne bağlı askerlerin tacizlerinden, tecavüzünden kaçınamamak;[15] ve IŞİD’in “modern” savaş konseptine armağanı: cariye pazarlarında haraç-mezat satılmak…

Bir başka deyişle savaş, cinsiyetler ve cinsiyet rolleri arasındaki dikotominin en net, en ikircimsiz olarak serimlendiği alandır, denilebilir. Muzaffer savaşçı ile kurban ilişkisi…

Tabii tasavvurda. Yoksa savaşın gerçekliği, kadınlar için olduğu kadar erkekler için de acımasızdır: kazanan tarafta da olsa, yaşamını yitirmemişse eğer, kolunu, bacağını, gözünü kaybetmek, günlerce, haftalarca, aylarca, belki de yıllarca evinden uzak, bombardıman, yaylım ateşi, füze, kimyasal silah korkusuyla yaşamak, cephe arkadaşlarının parçalanmış cesetlerini araziden toplamak, bir yaşam boyu en derin uykulardan sıçrayarak uyanmasına yol açacak karabasanlara mahkûm olmak, savaş bitiminde işsiz kalmak düşer onun da payına. Madalyalı, işsiz, sakat ve travmalı…

Ama yine de yiğitliğe krem sürmemek gerekir. Savaş ağalarını, apoletlileri ilgilendiren, savaşın en sabit yakıtını, savaşacak genç erkekleri alabildiğine motive bir hâlde tutmaktır. Bu nedenledir ki savaş durumunda, erkeklik ile kadınlık arasındaki makas alabildiğine açılır; erkeklik ve ona özgü olduğu varsayılan tüm değerler: cesaret, saldırganlık, acımasızlık, kararlılık, risk alabilme… alabildiğine yüceltilir ve kışkırtılırken kadınlık iki rol, iki imge arasında sıkıştırılır: evde kocasını bekleyen sadık eş, ya da fethedilecek topraklarda kabarmış şehvetini söndürmek için bekleyen savaş ganimeti…

Bu durumda, savaşa hazırlanan egemenler, toplumun hâlet-i ruhiyesini de bu klişeler doğrultusunda yeniden kalıba dökmek yükümlülüğüyle karşı karşıyadır. Savaş tasavvuru olan bir hükümetin, icraatinde feminist politikalar gütmesi, mümkün değildir, örneğin.

 

Faşizm ve Kadınlar

 

Gelin bunun en iyi kaydedilmiş örneğini, İkinci Paylaşım Savaşı’nda Mihver devletlerinin saldırgan ideolojisi faşizmden izleyelim.[16]

  1. yüzyıl ortalarının Nazi/faşist önderleri ve kadrolarını tanımlayan temel özelliklerden biri de, kadın düşmanı söylem ve uygulamalarıdır.

“…kadın boyun eğmelidir… Bir analiz gücü varsa da sentez gücü yoktur onun. Hiç bir zaman bir mimari yapıt ortaya koymuş mudur? Bir tapınaktan söz etmiyorum, bir kulübe kurmasını isteyin, kadınlar üstesinden gelemiyecektir. Kadın, bütün sanatların sentezi olan mimariye yabancıdır ve kaderi de bu noktada düğümlenmektedir… Bazı kadınların günümüzde, bazı ekonomik zorlukların baskısıyla, evinin dışında bir çalışma ara duruma düştüğünü biliyorum. Ama modern toplumda kadının gerçek yeri, geçmişte olduğu gibi aile ocağıdır,” der örneğin, “Il Duçe” Mussolini.[17] Ya da:

Günümüzde, makina ve kadın, işsizliğin iki büyük nedenidir. Özel planda bakarsak, çalışan kadın, çoğunca bir aileyi, ya da kendini bir noktada kurtarmaktadır; ancak genel çerçeve içinde, onun çalışması bir siyasal, ahlâkî acılar kaynağıdır. Birkaç kişinin kurtarılışı bir kalabalığın kanına girmekle elde edilmektedir. Ölümsüz zafer olmaz. Kadınların çalışma ortamından sürülüşünün bir sürü aile üzerinde ekonomik yansımaları olacaktır elbet. Ama erkekler ordusu da aşağılanmış alınlarını yukarı kaldıracak, sayıca yüz kat daha fazla yeni aile de bir çırpıda ulusal yaşama girecektir. İnan getirmek gerekir ki, çalışma, kadında kadınlık niteliklerinin yitirilmesine yol açmakta, erkekte ise, çok güçlü bir fizik ve ahlâkî erkeklik gücü yaratmaktadır.” [Mussolini, “Makina ve Kadın” konulu yazısı (1943)].[18]

İtalyan faşist ideolog Loffredo ise, “Kadının tartışma götürmeyecek kadar aşağı düzeyde bulunan zekâsı… bulabileceği en büyük doyumun aile içinde olacağını, kocanın güvenirliğinde daha onurlu yaşayacağını kavramasına engel olmuştur,” buyurmaktadır:

Kadın, erkeğin (kocanın, babanın) egemenliği altına dönmelidir. Bağımlılığa, yani tinsel, kültürel ve ekonomik aşağılığa kavuşmalıdır. Bu ilkeyi yüceltmek gerekir; bunun için de onu her yere yaymak, kamuoyunu etkilemek, yetiştirme programlarında yapılacak değişiklikler gibi önlemlerle onu pekiştirmek, kadınların çalışmasını yasaklamak, kadınların spor yapmasını önlemek, iffete ve alçak gönüllülüğe karşı yapılan küstahlıklara şiddetli yaptıranlar uygulamak gerekir”. Bu siyasetin uygulanmasında “aileye çok kritik bir yer düşecektir; çünkü ailede tam hiyerarşi kurulduğunda, yani anneler ve çocuklar ataerkil otoriteye bağlandıklarında ve devlete karşı ailenin sorumluluğunu ataerkil aile reisi yüklendiğinde,” hiyerarşi prensibi aileyi aşacak, tüm topluma yayılacaktır. Bu bağlamda, “devletin güç ve kan hazinesini yaratanları öne geçirmek için, anne olan kadınlarla öbür kadınlar arasında bir hiyerarşi kurulmalıdır”. Böylece kadınlar devletin hizmetinde, çocuk, çok çocuk, daha. çok çocuk doğurmaya davet edilmektedirler. Mussolini, “sayı, güçtür” demişti.[19]

Hiç yabancı gelmiyor, değil mi?

Hitler de, İtalyan “kavga arkadaşları”ndan geri kalmamaktadır. ‘Mein Kampf’ında “Alman genç kızının da kuşkusuz milliyeti bellidir, ama o ancak evlendikten sonra yurttaş olacaktır” der ve 8 Eylül 1938’de yaptığı bir konuşmada, “kadınların eşitliği mesajı, sadece Yahudi düşüncesinin icad edebileceği bir mesajdı ve muhtevası bu düşüncenin izlerini taşır,” hükmünü verir. Nazi gençlik örgütü Führer’in bu teşhisini şöyle yorumlayacaktır; “Yahudi, cinsel demokrasi isteğiyle karımızı çaldı. Biz gençler, dünyanın en kutsal şeyini, hizmetkârımız ve kulumuz olarak kadını yeniden kazanabilmek için, bu canavarı öldürmeliyiz”. Nazi söyleminde kadınların toplumsal yaşamdan sürülmesi teması asıl, siyasetle ilgili olarak işlenecektir. Hitler; “Doğada ve tanrı vergisi olan harikulade şey, kadın ve erkek arasında, herbiri kendi doğasının ona verdiği fonksiyonu yerine getirdiği sürece çatışma olmamasıdır” (şu meşhur “fıtrat” meselesi!) der ve kadının doğası gereği, “saf, temiz ve rasyonellikten uzak” olduğu için siyasetten uzak durması gerektiğini savunur.

Bu söylemlerin uygulamadaki karşılığı ise, kadını toplumsal hayatın dışına sürmeye yönelik bir dizi politikanın hayata geçirilmesiydi:

Böylelikle, örneğin “İtalya’da, 20 Ocak 1927 kararnamesiyle faşist sendikalarca, kadın ücretleri eşdeğer erkek ücretlerinin yarışma indirilmiş; 30 Ocak 1927 kararnamesiyle kadınlara liselerde edebiyat ve felsefe okutulması yasaklanmış; 1928 kararnamesiyle öğretim kurumlarında kadınların müdürlük yapması yasaklanmış; 1928 kararnamesiyle, kız öğrencilere iki kat harç ödeme yükümlülüğü getirilmiş; 1 Eylül 1938 kararnamesiyle kamu görevlerinde kadınların kadro toplamının yüzde 10’unu doldurabileceği belirlenmiştir. 1942’de yürürlüğe giren Rocco yasası, kadın ve erkek arasındaki eşitsizliği ‘şeref suçu’ gibi bir madde ile ağırlaştırmış; 587. madde ile öfkeli babaya, kocaya ya da erkek kardeşe, şereflerini koruma durumunda kızı, karıyı ya da kız kardeşi öldürme ‘hakkı’ bahşedilmiştir. İtalya’da parlamenter demokrasi döneminde kadınların zaten sahip olmadıkları ‘oy hakkı’ ise, 1923’de 12 milyon seçmen yaşında kadından, okur-yazar, vergi veren veya ‘savaş dulu’ madalyası taşıyanlardan ‘iffetlerini korudukları’ bilinenlere olmak üzere 1 milyon kadına tanınmıştır.

Almanya’daysa “Naziler kadınları siyasetten dışlamak üzere ilk önlemi daha iktidara gelmeden 1921’de kadınları partinin liderlik kadrosundan çıkartmakla almış; iktidara gelince, kadınları siyasal haklarından yoksun bırakmış; yine iktidara gelişlerinin hemen ardından evli doktor ve devlet memuru kadınların işten çıkartılması; 1935’de orta öğretimde kadın öğretmenlerin sayılarının yüzde 15 azaltılması, üniversitede, kürsü profesörlüğüne kadm atanmasının önlenmesi, 1936’dan itibaren yargıçlık mesleğinin kadınlara yasaklanması; 1933’de üniversite öğreniminde Weimar döneminde oranları 1/5 olan kadınların 1/10’a indirilmesi kararlarını uygulamaya koymuşlardır. Ayrıca, kadınların toplumdaki yerini belirleyen ‘Kinder, Kirche, Küche’ (Çocuk, Kilise, Mutfak) sloganıyla uyumlu bir şekilde, kadınlara ilk ve orta öğrenimde verilecek eğitimin içeriği değiştirilmiş, programlara, ev ekonomisi, dikiş gibi dersler konulurken, kızlara matematik ve Latince okutulması yasaklanmış; 1934’den itibaren, kadınlar için, tarım kesimi ve çok çocuklu aileler arasında yerine getirilmek üzere zorunlu ‘sosyal hizmet yılı’ devreye konulmuş ve kadınların “en az 4, ortalama 6-7 çocuk” doğurmalarını teşvik etmek üzere, prim ve gamalı haç madalyası dağıtımı kampanyaları başlatılmıştır.

İtalyan ve Alman faşizmlerinden çok daiha kısa ömürlü (Fransa’daki) Petain rejiminin en dikkat çeken icraatı, 7 Mart 1942 de ‘çocuk düşürmeye karşı’ çıkartılan yasa olup, çocuk düşürenler ve bu ‘suça katılanların’ ölüm cezasına çarptırılmaları öngörülmesi olmuştu.”[20]

Türkiye’deki söylem ve politikalarla benzerlik çarpıcı, değil mi? Ama şaşırtıcı değil. Çünkü, Şirin Tekeli’nin deyişiyle “faşist ideoloji özünde, kriz şartlarına uyarlanmış bir ‘dinsel dayanaklı burjuva ideolojisinden’ başka bir şey” değildir…

Ve kriz koşullarında kendini köşeye sıkıştırılmış hisseden burjuva rejimi, kadın düşmanı söylemleri körükleyerek ve kadın karşıtı politikaları devreye sokarak bir taşla birkaç kuş birden vurmayı hedeflemektedir.

 

AKP’nin Kadınlara Karşı Savaşı

 

Evet, evet, şurası asla unutulmamalı, ihmal edilmemeli: AKP yalnızca “İslâmcı” bir parti değil, aynı zamanda “İslâmcı bir burjuva partisi”dir. Kuruluş motivasyonunu günümüzün neo-liberal kapitalizmi ile İslâm’ı bağdaştırmak, gövdesini oluşturan “Anadolu müteşebbisleri”ni küresel iktisadî-finansal “trend”lerle buluşturmak, oluşturur. Ancak bunu yaparken, “yeni (neo-liberal) söylemi”nde Fransız Devrimi’nden devraldığı temel özelliklerden (modernizm, sekülarizm, demokrasi vb.) soyunmuş, giderek bu değerleri kendi karikatürüne dönüştürmüş olan kapitalizme de “İslâm aşısı” yapmayı hedeflemektedir: kendini “Batılı” değerlerle kayıtlı saymayan bir “Ortadoğu-İslâm kapitalizmi” oluşturmak.

Bu girişimin bir yönü de, bir çeşit “neo-Osmanlıcılık” söylemiyle “ılımlı” Sünnî-İslâm ülkesi Türkiye’yi eski Osmanlı coğrafyası üzerinde lider kılan (ve olasıdır ki bu “liderliği” bir de “hilafet”le taçlandıran!) bir alt-emperyalizmi biçimlendirmektedir. Bunun için, Kemalist rejimin edilginleştirici “yurtta sulh, cihanda sulh” şiarı bir kenara atılacak ve Türkiye savaşı da göze alarak “lebensraum”una daha aktif bir biçimde müdahil olacaktır…

Bu “yeni” yönelişin olasılıklarından biri, bugün artık (AKP iktidarının biçimlenmesinde son derece aktif bir rol üstlendiği) Suriye sorunuyla birlikte kapımıza dayanan “savaş”tır. Ve kadınlar, savaş politikalarının en kolay gözden çıkartacağı kesimi oluşturmaktadır. Bir yandan gövdelerini namluya süreceği genç erkekleri motive etmek, toplumu savaş psikolojisine hazırlamak, militarize etmek için… (Kendini anti-şöven, ırkçılık karşıtı, barışçı, çevreci, özgürlükten, eşitlikten yana, feminist, farklı kimliklere saygılı vb. olarak tanımlayan bir gençliği savaşa ikna edemezsiniz… Bu durumda yapacağınız, bu değerleri “iç düşman” ilan edip toplumun etkileyebildiğiniz kesimlerine hedef göstererek gerilimi hem yüksek tutmak hem de kanalize etmektir – Ne diyordu Hitler?: “kadınların eşitliği mesajı, sadece Yahudi düşüncesinin icad edebileceği bir mesajdı ve muhtevası bu düşüncenin izlerini taşır…”) Bu amaçla “milli” bilincin derin yapılarını, bir toplumu harekete geçirecek en kaba asgari müştereklere, milliyetçiliğe, dinsel değerlere, geleneklere ve tümünün kutsadığı erilliğe çağrı çıkartırsınız. Bu, herbirinin “doğal” saydığı, kendisini içerisinde “evinde” hissettiği bir “kurulu düzen”e güzellemedir, aynı zamanda: hâkim ulus, hâkim din/mezhep, hâkim cinsiyet aidiyetleriyle tahkim olmak. Bu kurguda Kürde düşen devlete millete medyun, hâline şükreden uysal ve sadık unsura irca etmek, Alevîye düşen kimliğini unutup, ya da en kötü ihtimalle folklorik bir “renk” olarak özel yaşamına gömüp kamusala yansıtmamak, işçiye düşen rızkını veren patrona ve Tanrı’ya şükredip azla kanaat ederek çok çalışmak, kadına düşen ise evinde oturup kocaya hizmet etmek, olabildiğince çok çocuk doğurmaktır…

Ama kadınlar sözkonusu olduğunda bu “muhafazakâr senaryo”, teklemektedir. Basit bir nedenle: Kadınlara “evde oturun” demek, bir yandan sistemi ucuz ve uysal devasa bir işgücü deposundan yoksun bırakmak, bir yandan da erkek işçiye karısının ve çocuklarının açlıktan ölmeyeceği, sokakta kalmayacağı, soğukta donmayacağı ve temel ihtiyaçlarını asgarî de olsa karşılayabileceği bir ücreti güvence altına alabilmek demektir. Kapitalizm açısından imkânsız bir düş…

Zaten gerek Hitler, gerekse Mussolini rejimlerinin “kadınları çalışma hayatından sürme” projeleri ancak eğitimli, profesyonel orta sınıf kadınları için işlemiş, kadın öğretmenler, doktorlar, avukatlar, yığınsal olarak eve dönmek zorunda bırakılmış, böylelikle profesyonel yaşam kadın rekabetinden “temizlenmişti”. Ancak üretimi gerçekleştiren proleter kadın yığınları için durum farklıdır. Onlar ailelerini geçindirebilmek için sefalet ücretleriyle, bütün kazanımlarından feragat ederek, en kötü çalışma koşullarında çalışmayı sürdürmüşlerdir.

Ancak “Kinder Kusche, Kirsche” söylemi, onlar için farklı, ideolojik bir işleve sahip olmuş görünüyor: bu söylem emekçi kadınlara (ve de ailelerine) “kadının esas görevinin evi, eşi ve çocukları olduğunu” belleterek işgünü değersizleştirecek, talepkârlık düzeyini düşürecek yönde işlev göstermiştir. “Dışarıda çalışmak” zorunluluğu, böylelikle, “yuvasını ihmal etmek zorunda kalan” kadınlar için bir “hak” değil, bir “kusur”a, bir suçluluk duygusuna dönüşecektir. Ancak patronların gönüllerinden kopan en sefil ücretlere ve en kötü çalışma koşullarına katlanılarak telafi edilebilecek bir suçluluk duygusu…

AKP’nin kadın söylemleri ve kadın istihdamı politikaları da benzer bir niyeti açığa çıkartmıyor mu?

Hatırlayacaksınız, AKP, “kadının aile ve çalışma yaşamını bağdaştıracağı” iddiasıyla bir “kadın istihdam paketi” sunmuştu bir süre önce piyasaya. Bu pakette, doğum izninin uzatılması ve izni tamamlayan kadınların, istedikleri takdirde birkaç yıl (çocuklar 3 ya da 5 yaşına gelene dek) yarı-zamanlı çalışma opsiyonu tanınmakta bu süre içerisinde ücretin yarısının patron, yarısının ise İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanması öngörülmekteydi. Daha da vahimi, doğum izniyle işinden ayrılan kadınların yerine özel istihdam büroları eliyle geçici personel alınması, yani taşeronluğun kurumsallaşması yer almaktaydı.

Patronların daha hazırlık hâlindeyken itirazlarını yükselttiği ve “bu koşullarda kadın işçileri kapı dışarı etmek zorunda kalacaklarını” duyurdukları, Başbakan Davutoğlu’nun “birinci çocuğa bir çeyrek altın… İkinciye iki çeyrek.. üçüncüye üç çeyrek…” söylemleriyle desteklenen ve kadınlara iş sağlamaktansa, onları çocuk doğurmaya teşvik etmek için hazırlanan bu “istihdam paketi”nin mesajı, açıktır: Kadınlar olabildiğince çok çocuk doğurmalıdır. Öncelikleri, aile hayatıdır. İlla çalışması gerekiyorsa, evlenmeden, ya da çoluğa-çocuğa karışmadan çalışıp çeyizlerini düzsünler, sonra da çocuklarına bakmak üzere evlerine dönsünler. Bu, hem onları çalışma yaşamının taşıdığı “ahlâki düşkünlük” riskinden koruyacak, hem esas görevleri olan “karşılıksız yeniden üretim” görevini hakkıyla yerine getirmelerine olanak sağlayacak, hem de…

Hem de AKP’nin gövdesini oluşturan muhafazakâr-maneviyatçı Anadolu sermayesine, kıdem tazminatı, SSK primi, toplu sözleşme, kreş… vb. bir dizi yükümlülükten kurtularak tepe tepe kullanabileceği bol, ucuz genç kadın işgücü sağlayacaktır.

Çünkü cinsiyet rolünü “yuvayı yapan dişi kuş” olarak bellemiş kadın emekçi, kendini “emekçi” olarak değil, “ev kadını” olarak kodlayacak, bu nedenle de “emekçi” olmanın getirebileceği taleplerden feragat edecektir. O, istihdam piyasasına -zorunluluk nedeniyle- 3-5 yıllığına katılmış, üç-beş kuruşluk çıplak ücretinden başka bir hakkı olmayan geçici elemandır. “Beyaz atlı prens”ini beklerken eline geçen üç-beş kuruşla gelecekteki yuvasına hazırlayacaktır kendini. Kısmeti çıktığında, ya da ilk çocuğunu doğurduğundaysa gönüllü olarak istihdam alanından çekilip, yerini yeni, ucuza, uzun saatler boyu çalışmaya razı, uysal, genç “geçici kadın işçiler”e bırakacaktır…

* * *

Şu hâlde, bu ülkede kadınların, yükselişine tanık olduğumuz “faşizmin kitle ruhu”ndan paylarına düşen, birkaç işlevin birden yerine getirilmesidir. Bir yandan AKP İslâmcı ajandasını kadınların bedenlerinde somutlamakta, bir yandan din-millet-erkeklik nosyonlarına dayalı bir muhafazakârlık-maneviyatçılık karışımının toplumun kılcal damarlarına nüfuz ettirerek hegemonyasını pekiştirmekte, bir yandan da toplumun saldırgan dürtülerini yayılmacı siyasalarını destekleyecek tarzda kanalize etmekte, yani bir “savaş psikolojisi”ni hazır tutmakta…

Bir yandan da kadın emeğini değersizleştirerek İslâmî renkli “yerel” kapitalizmine, bol ve ucuz kadın işgücü sağlayarak küresel piyasadaki rekabetteki elini güçlendirmektedir…

Bu politikayı boşa düşürecek olan ise, kadınların emeklerine, bedenlerine, özgürlüklerine sahip çıkma kararlılıklarıdır…

 

14 Kasım 2015 09:17:51, Ankara.

 

N O T L A R

[*] Antakya Aka-Der Kadın Faaliyeti’nin 21 Kasım 2015 tarihinde ‘Suç Kimde? Devletin Savaş ve Kadın Politikaları Üzerine’ başlığıyla düzenlediği panelde yapılan konuşma… Bornova Nâzım Hikmet Kültürevi’nin 28 Kasım 2015 tarihinde “AKP Dönemi Şiddet Politikaları ve Kadın” başlığıyla düzenlediği etkinlikte yapılan konuşma…

[1] Tess Gerritsen.

[2] Sibel Özbudun, “Vurun ‘Öteki’ne!”, Newaya Jin, No:128, Kasım 2015, s.4.

[3] “Manisa Valisi Ayrımcılık Yaptı”, Cumhuriyet,13 Kasım 2015, s.7.

[4] “Üniversitede ‘Ahlâk’ Duvarı”, Özgür Gündem, 7 Ekim 2015.

[5] “Antalya’nın Döşemealtı ilçesindeki Karataş İlkokulunda öğrencilerin karma oturmaları nedeniyle bir veli, 7 yaşındaki kız çocuğunu okula göndermemeye başladı. İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü ise çözümü, veliyi ikna etmek yerine sınıfı bölmekte buldu.” (“Velinin Kızlı-Erkekli Oturmasınlar Şikâyeti Sınıf Böldürdü”, Evrensel, 3 Kasım 2015.)

[6] “19. Milli Eğitim Şûrası’nda alınan, ‘anaokullarında değerler eğitimi verilmesi’ yönündeki tavsiye kararı, Osmaniye Kadirli İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından, ‘acil’ olarak hayata geçirildi. Buna göre, 3-6 yaş arası anaokulu öğrencileri, derse besmeleyle başlayacak, dua ve sureleri tecvit kurallarıyla öğrenecek. Çocuklara okulda Kur’an-ı Kerim dersi de verilecek. Buna göre öğrenciye Kur’an-ı Kerim’le ilgili genel bilgiler verilecek, Kur’an’dan bölümler okunacak, Kur’an alfabesinin ilk 5 harfi tekerlemelerle mahreçli olarak çalıştırılacak.” (“Anaokullarına ‘Acil’ Talimat: Dersler Besmele ile Başlayacak”, Cumhuriyet, 16 Aralık 2014.)

[7] “Sosyal Doku Vakfı Başkanı Nureddin Yıldız: 6 Yaşındaki Çocukla Evlenilebilir”, http://www.mynet.com/haber/guncel/sosyal-doku-vakfi-baskani-nureddin-yildiz-6-yasindaki-cocukla-evlenilebilir-1652066-1.

[8] “Kırmızı Mont, Beyaz Pantolon Yargı İçin Tahrik Sebebi”, Cumhuriyet, 13 Kasım 2015, s.15.

[9] “Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu Kadın Cinayetlerini Raporladı”, http://kadincinayetlerinidurduracagiz.net/veriler/2420/kadin-cinayetlerini-durduracagiz-platformu-kadin-cinayetlerini-raporladi

[10] Bkz: “IŞİD’in En Büyük Kâbusu PKK’nin Kadın Savaşçıları”, Vivahiba, 4 Eylül 2014, http://vivahiba.com/article/show/isidin-en-buyuk-kabusu-pkknin-kadin-savascilari/

[11] Bkz. https://eksisozluk.com/bedelli-askerlik-yapanlara-pembe-kimlik-verilmesi–4605449?p=7

[12] “Savaş fahişeleri dahi işsiz bırakan bir hadisedir,” diyor Bertolt Brecht!

[13] “Bosna savaşında kadına yönelik cinsel şiddet ve sistematik tecavüzler bir ‘etnik temizlik’ aracı ve savaş silahı olarak kullanılmıştır. Tahminen 20 000 ile 60 000 arasında kadın ve genç kız Bosna’da sistematik ve toplu tecavüzlere uğramış, tecavüz kamplarında esir olarak tutulmuş, şiddete maruz kalmış ve toplama kamplarına gönderilmiştir. Bosna Hersek ve Hırvatistan’da çocuk ve genç yaştaki kızlar özellikle hedef olarak seçilmiş, gebe kalanlar düşük yapmalarını engellemek için esir alınmış ve ‘düşmanın çocuğunu doğurmaya’ zorlanmıştır.” (Nazlı Ece Duman, Savaş Suçu Olarak Tecavüz: Bosna’da Kadın Olmak, Ege Üniversitesi İİBF, Uluslararası İlişkiler Bölümü, İzmir, 2014. https://www.academia.edu/6255049/Sava%C5%9F_Su%C3%A7u_Olarak_Tecav%C3%BCz_Bosnada_Kad%C4%B1n_Olmak)

[14] “ABD 2003 yılında işgal ettiği Irak’tan dün askeri törenle çekildi. Ülkedeki son asker de 31 Aralık’ta evine dönmüş olacak… Irak’ı ise fakirlik ve mezhep çatışmalarıyla dolu günler bekliyor. Irak Savaşı’nda 9 yılda en az 150 bin sivil hayatını kaybetti. Yaklaşık 900 bin kadın dul kaldı. Nüfusun yüzde 24’ünün temiz suya ulaşımı yok…” (“ABD Savaşı Bitirdi, Enkaz Irak’ta Kaldı”, Milliyet, 16 Aralık 2011.)

[15] “Sivil toplum kuruluşu Uluslararası Af Örgütü (AI), Birleşmiş Milletler (BM) barış gücü askerlerinin dünyanın birçok ülkesinde tecavüz suçu işlediğini belirtti.” (Halkın Dostları, 21 Ağustos 2015, http://www.halkindostlari.com/Haber/1/4764/bm-baris-gucu-askerleri-bircok-ulkede-tecavuz-sucu-isliyor.aspx

[16] Umarım, bu ifadeden faşizmin belirli bir tarihsel kesit (II. Paylaşım Savaşı) ve bir siyasal coğrafyayla (Mihver devletleri) özgü olduğunu söylediğim sonucu çıkmaz. Faşizm kapitalist sistemin kriz ve sisteme yönelik tehdit koşullarında başvurmak üzere yedeğinde tuttuğu seçenektir; çeşitli biçim ve görünümlere bürünebilir. Ancak, savaşa hazırlanan saldırgan bir yönetim için elverişli bir aygıt olduğu, İkinci Paylaşım Savaşı öncesi ve süresince iyice açığa çıkmıştır.

[17] M. Macciocchi’den aktaran: Şirin Tekeli, “Faşizm ve Kadınlar”, İktisat Fakültesi Mecmuası, c. 38, sayı 3-4 (1984) s.417.

[18] Şirin Tekeli, a.y., s.418.

[19] Şirin Tekeli, a.y., s.419.

[20] Şirin Tekeli, a.y., ss.421-422.

 

Barış (İle Savaş) Gerçeği[*]

Barış (ile savaş) gerçeğine ilişkin genel/ beylik laflar etmek yerine; barışı (ve savaşı) hangi zeminde ve tabloda konuştuğumuzu belirlemek, meselenin özü açısından kilit önemdedir.

Emperyalist/ kapitalist bir dünyada ve coğrafyada yaşa(tıl)dığımız veriliyken ve de “Genel olarak kapitalizm ve özel olarak emperyalizm, demokrasiyi bir hayal hâline getirir”ken[2] sistemin sürdürülemezliği hiç kimse için “sır” olmasa gerek.

Bu vurguyla aktaralım!

 

YOKSULLUK, EŞİTSİZLİK DÜNYASI

 

Devasa bir eşitsizlik ekonomi-politikası olarak sürdürülemez kapitalizmin yoksulluk, eşitsizlik tablosunda -Dünya Bankası açıklamalarına göre-, 2012’de yüzde 12.8 olan aşırı yoksulluk oranının 2015’de yüzde 9.6’ya indirilmesi öngörülüyor; aşırı yoksulluğu tanımlarken kullanılan günlük gelir miktarı 1.25 dolar iken![3]

Kapitalist egemenliğin yerküresinde her dokuz kişiden biri açken;[4] “Aşırı yoksul insan sayısı 3 milyar kişi,”[5] diye ekliyor Dünya Bankası…

Ayrıca dünya nüfusunun üçte biri gizli açlık çekiyorken; vücuttaki mikro besin maddeleri eksikliği olarak tarif edilen gizli açlık dünya nüfusunun büyük bir bölümünü etkiliyor ve gizli açlığın sonuçları tahmin edilemeyecek kadar ağır olabiliyor.[6]

Yine “Küresel gelir dağılımındaki uçurum büyüyor!” notunu düşen ‘Oxfam’a göre, 2016’da dünya nüfusunun yüzde 1’ini oluşturan en zenginlerin toplam mal varlığının kalan yüzde 99’un toplam gelirine eşit hâle gelmesi bekleniyor.

‘Oxfam’ın araştırmasına göre, 2009’da en varlıklılar dünya gelirinin yüzde 44’üne sahipken, 2014 yılında bu oran yüzde 48’e ulaştı.

Yine ‘Oxfam’a göre, küresel servetin kalan yüzde 52’sinin yüzde 46’lik kısmı ise dünya nüfusunun yüzde 20’sinin ellerinde. Kalan yaklaşık yüzde 5.5’lik kısım ise, toplam dünya nüfusunun yüzde 80’i arasında dağılıyor.

Öte yandan en zengin dilimin içinde yer alan her birey 2.3 milyon euroya ulaşan bir mal varlığına sahipken; bir başka veriye göre, dünyadaki en zengin 80 kişinin malvarlığı 2009 ile 2014 arasında iki katına çıktı. Bu rakam, dünya nüfusunun daha fakir olan diğer yarısının toplam gelirine denk geliyor![7]

Geçerken anımsatalım: ‘Küresel Lüks Tüketim Malları İlkbahar Raporu’na göre, lüks tüketimi yıllık 250 milyar dolara yükselirken, BM verilerine göre 805 milyon aç insanın yıllık gıda masrafı ise 30 milyar dolar tutarındadır. Raporda, dünya üzerindeki lüks tüketicisi sayısının, 140 milyondan 350 milyona çıkabiliyor, buna karşılık her 4 saniyede bir kişi açlıktan ölüyor![8]

Görüldüğü üzere emperyalist/ kapitalist küreselleşmeyle oluşan ekonomik düzen, 2007 mali krizinde sürdürülebilirliğini kaybetti.

Örneğin ‘Credit Suisse’in servet raporu, küresel varlıkların toplam değeri 250 trilyon doları buluyorken; söz konusu servetin yüzde 50’sinin bireylerin yüzde 1’inin mülkiyetinde olduğunu gösteriyor.

Raporda yer alan servet dağılımı piramidi grafiği, en üst yüzde 8.1’lik kesimin toplam servetin yüzde 84.6’sına sahip olduğunu gösteriyor. Piramit, bu bireylerin yüzde 71’ini oluşturan 3.4 milyar insanın payına toplam servetin yalnızca yüzde 3’ünün düştüğünü ortaya koyuyor.

Piramidin en üst dilimdeki 34 milyon hane reisi bireyin içinde servetlerinin büyüklüğü 50 milyon doları aşan 123.800 kişi var (rapor üst sınırı belirtmiyor). Credit Suisse bunların gerçek bir mali aristokrasi oluşturduğuna işaret ediyor.

Rapordaki bir başka grafik, dolar milyonerlerinin ülkelere göre dağılımını sergiliyor. Dünya nüfusunun yüzde beşinden daha az bir kısmını kapsayan ABD’de dünya dolar milyonerlerinin yüzde 46’sı yaşıyor. Bu oran İngiltere’de yüzde 7, Almanya’da yüzde 5, Çin’de yüzde 4.

Yine rapora göre, 2008’de mali kriz başladığından bu yana gelir dağılımı bozulmaya devam etmiş. Rapor 2014-15 döneminde Hong Kong, Çin, ABD ve Suudi Arabistan’dakilerin serveti artarken geri kalan ülkelerdeki bireylerin servetinin gerilediğini ortaya koyuyor. Bu gerilemenin büyüklüğünü ülkelere, en azdan en çoğa göre sıraya koyan grafikte, Türkiye sondan beşinci sırada yer alıyor.

Söz konusu raporda, dünyanın çeşitli bölgelerinde medyan servetin yıllık gelişmesini sergileyen grafik, 2008’den bu yana ABD ve Çin dışında tüm bölgelerde bir gerilemeye işaret ediyor. Buna karşılık bir başka grafikte, en üst yüzde 1, yüzde 5, yüzde 10 dilimlerin mali varlıklar içindeki payının 2008’den bu yana arttığı, en hızlı artışın en üst yüzde 1’lik kesimin payında gerçekleştiği görülüyor.

Özetle Credit Suisse raporu, adeta inanılmaz, sürdürülemez bir gelir dağılımı bozukluğunu, bu bozukluğun 2008’den bu yana daha da ilerlediğini, en zengin kesimin mali varlıklar içinde payının, dolayısıyla, art-değer üretmek yerine üretileni paylaşan bir asalaklığın sürekli arttığını gösteriyor.

Bu noktadan kalkarak bu asalaklığı olanaklı kılan mali piyasalara, öncelikle de türev piyasalarına baktığımızda, yine karşımıza sürdürülemez, korkutucu bir görüntü çıkıyor.

OTC (borsada denetlenmeden gerçekleştirilen) türevlerin piyasaları 2014 yılında 691 trilyon dolar civarında, borsada gerçekleştirilen Futures (gelecek) ve Opsiyon piyasalarının değeri de 2015 ortasında 62 trilyon dolar civarında görünüyor. Böylece toplam türev piyasalarının büyüklüğünün 753 trilyon dolar olduğunu söyleyebiliriz. Bu piyasaları ayakta tutacak dayanaklara ilişkin iki göstergeden biri Credit Suisse raporunda belirtilen 250 trilyon dolar toplam servet. İkincisi ve daha önemlisiyse küresel ekonominin toplam çıktısı. Bu ise 2014 yılında 70-75 trilyon dolar civarında duruyor.

Öyleyse, bir tarafta, en üst yüzde 1’i taşımaya çalışan bir gelir piramidi. Onun karşısında 70 trilyonluk dünya ekonomisi ve 250 trilyonluk bireysel servetin üzerinde durmaya çalışan 753 trilyonluk bir spekülatif piyasa piramidi. 2015’in şubat ayında ‘The Financial Times’, dünya ekonomisindeki toplam borcun 57 trilyon dolar artarak 200 trilyona, dünya hasılasının neredeyse 2.5 katına ulaştığını aktarıyordu.[9]

Madalyonun öteki yüzünde gelince: ‘Pew Research Center’ın araştırmasının sonuçlarına göre, dünya genelinde 9 kişiden 7’si dar gelirli kategorisine giriyor. Refah düzeyi yüksek bireylerin 10’da 9’u hâlen Avrupa ve Kuzey Amerika’da yaşarken, Afrika ülkeleri ile Hindistan en yoksul bireylerin yaşadığı ülke oldu. Araştırmaya göre, Afrikalıların yüzde 39’u günlük 1.80 eurodan daha az gelirle yetiniyor![10]

Bitmedi: OECD, 2015 Mayıs ayında üye ülkeler arasındaki gelir dağılımı adaletsizliğinin son 30 yılın zirvesinde olduğunu açıkladı. Daha önce açıklanan 2012 verilerine göre ortalama olarak üye ülkelerde nüfusun en zengin yüzde 10’u, nüfusun en fakir yüzde 10’undan 9.6 kat daha fazla kazanıyor. Bu oran 1980’lerde yüzde 7.1, 1990’larda yüzde 8.1, 2000’lerde ise yüzde 9.1’di.

Ayrıca Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ülkelerinde 2007’de yüzde 5.58, 2008’de yüzde 5.91 olan işsizlik oranı 2014’te yüzde 7.34’e çıktı.[11]

İşsizlik, ABD’de 2008’deki yüzde 5.78’den 2014’te 6.17’ye, AB’de yüzde 6.99’dan 10.21’e, Avro bölgesinde yüzde 7.49’dan 11.60’a yükseldi.

Dünya genelinde 2007’de yüzde 11.6 olan genç işsizliği de 2014’te yüzde 13.2’ye yükseldi.

OECD ülkelerinde 2007’de yüzde 12.03, 2008’de 12.73 olan genç işsizliği 2014’te yüzde 15.05’e ulaştı. AB’de 2008’de yüzde 15.36 olan oran 2014’te 21.72’ye çıktı.

ABD’de kriz öncesinde yüzde 10.54 olarak kaydedilen genç işsizlik oranı kriz yılı 2008’de yüzde 12.84 iken 2014’te yüzde 13.40’a ulaştı. G7 ülkelerinde 12.59’dan 14.01’e, Yunanistan’da yüzde 21.87’den yüzde 52.41’e, İtalya’da 21.20’den 42.68’e, İspanya’da 24.45’ten 53.20’ye çıktı.[12]

Bu dengesizlikler ya toplumsal krizlere ya da yeni, daha şiddetli bir mali krize yol açmadan daha ne kadar sürdürülebilir?

 

YERKÜRENİN -ZENGİN- EFENDİLERİ

 

Elbette sürdürülemez ve bu trajik tablonun aslî figürü yerkürenin -zengin- efendileridir!

Hızla aktarırsak…

‘The Forbes’in her yıl açıkladığı dünyanın en zenginleri listesinde 2015’de Microsoft’un kurucusu Bill Gates 16. kez ilk sırada yer alırken, Buffet servetini 5’e katladı!

Bill Gates 21 yılda 16 kez dünyanın en zengini unvanını elde etti. Meksikalı işadamı Carlos Slim Helu 77. 1 dolarlık servetiyle yine Bill Gates’i takip ederek ikinci oldu.

Amerikalı yatırımcı Warren Buffet da 72. 7 milyar dolarlık varlığıyla üçüncü sırada yer aldı. Buffet, listede servetini en fazla artıran isim. Amerikalı milyarder servetini 14. 5 milyar dolardan 72. 7 milyar dolara çıkardı. Üçüncülüğü Buffet’a kaptıran İspanyol Amancio Ortega ise dördüncü oldu.

Facebook kurucusu Mark Zuckerberg ise 33. 4 milyar dolarlık servetiyle 2014’e göre beş basamak yükselerek 16. sıraya çıktı. Zuckerberg, böylece ilk kez en zengin 20 milyarder arasına girdi.

Listede diğer bir dikkat çeken isim 1.5 milyar dolarlık servetiyle Snapchat’in kurucusu 24 yaşındaki Evan Spiegel.

Dünyanın en zengin kadını ise 41. 7 milyar dolar servetiyle listeye 8. sıradan giren Chirsty Walton oldu.

Listeden 2015 yılında modacı Michael Kors, Ukrayna Başbakanı Petro Poroshenko’nun da aralarında olduğu 138 kişi çıktı. Rusya’daki milyarder sayısı 111’den 88’e düştü.

Nijeryalı Aliko Dangote, serveti 2014’e göre 25 milyar dolardan 14. 7 milyar dolara gerilese de hâlâ Afrika’nın en zengini unvanını elinde bulunduruyor.[13]

 

DOLAR MİLYARDERLERİ[14]
ÜLKE KİŞİ SAYISI (BİN) 100.000 DOLARIN ÜSTÜ KİŞİ SAYISI (BİN) 1 MİLYON DOLARIN ÜSTÜ KİŞİ SAYISI (BİN) 1 MİLYAR DOLARIN ÜSTÜ
ABD 95.049 15.656 513
JAPONYA 50.799 2.126 14
İNGİLTERE 27.334 2.364 51
İTALYA 24.622 1.126 29
ALMANYA 24.459 1.525 62
ÇİN 24.378 1.333 218
FRANSA 24.225 1.791 34
KANADA 13.739 984 25
AVUSTRALYA 11.289 961 18
İSPANYA 9.434 360 20
TÜRKİYE 1.025 74 27

 

Sigorta ve finans şirketi Allianz’ın 2015’de altıncısını yayınladığı ‘Küresel Varlık Raporu’na göre, dünya genelinde toplam servet miktarı ise 136 trilyon euro seviyesine ulaştı. Özellikle Asya ülkelerinde servet büyük bir hızla arttı. 2014 yılında, bölgedeki finansal varlıklar yüzde 16 oranında çıktı.[15]

Mesela Şanghay merkezli iş, ekonomi ve araştırma dergisi ‘Hurun Report’un açıkladığı verilere göre, Çin’deki milyarder sayısı, 2014 yılından 2015’e 242 arttı. Dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olan Çin, milyarder sayısı 537 olan ABD’yi geride bırakarak ilk kez zirveye oturdu.[16]

Ayrıca ‘Credit Suisse Küresel Servet Raporu’na göre, dünya genelinde 2000’den 2015’e küresel servet ikiye katlanırken; dünya nüfusunun en zengin yüzde 0.7’lik kesimi servetin yüzde 45.2’sine el koydu.[17]

 

KİŞİ BAŞINA EN FAZLA MİLYARDER DÜŞEN ÜLKELER[18]
1-) MONAO Ülkede 3 tane milyarder var. Nüfus 37 bin 800 kişi.
2-) ST KİTTS & NEVİS Sadece bir tane milyarder var. Nüfus 55 bin kişi.
3-) GUERNSEY Ülkede 1 tane milyarder var. Nüfus 65 bin kişi.
4-) HONG KONG Ülkede 55 milyarder var. Nüfus 7.264.100.
5-) KIBRIS Ülkede 5 milyarder var. Nüfus 858 bin kişi.
6-) İSVİÇRE Ülkede 29 milyarder var. Nüfus 8.256.000.
7-) SİNGAPUR Ülkede 19 milyarder var. Nüfus 5.469.700.
😎 İZLANDA Ülkede sadece bir milyarder var. Nüfus 329 bin 740.
9-) İSVEÇ Ülkede 23 milyarder var. Nüfus 9.784.445. Her 425 bin kişiye bir milyarder düşüyor.
10-) İSRAİL Ülkede 17 milyarder var. Nüfus 8.358.100. Her 491 bin kişiye bir milyarder düşüyor.
11-) NORVEÇ Ülkede 10 dolar milyarderi var. Nüfus 5.176.998. Her 517 bin 700 kişiye bir milyarder düşüyor.
12-) LÜBNAN Ülkede 7 milyarder var. Nüfus 4.104.000. Her 586 bin 286 kişiye bir milyarder düşüyor.
13-) ABD Ülkede 536 milyarder yaşanıyor. Ülkenin nüfusu 321 milyon 369 bin kişi. ABD’de 599 bin 569 kişiye bir milyarder düşüyor.
14-) KUVEYT 5 tane milyarder var. Ülkenin nüfusu 3 milyon 268 bin 431. Kuveyt’te 653 bin 686 kişiye bir milyarder düşüyor.
15-) TAYVAN Ülkede 33 tane dolar milyarderi bulunuyor. Nüfus 23 milyon 456 bin 545. Ülkede 701 bin 804 kişiye bir milyarder düşüyor.

 

Nihayet 2016 yılında en zengin yüzde 1’lik kesimin servetinin, nüfusun yüzde 99’unun servetini geçeceği öngörülürken;[19] herkesin malumu üzere “Afrika’da insanlık öldü”ğü[20] tabloda Amerika’nın dev şirketlerinin CEO’ları bol kazançlı bir 2014 yılı geçirdi.

‘The Wall Street Journal’ gazetesi, danışmanlık şirketi Hay Group ile birlikte ABD’deki en büyük 300 şirketin CEO’larının 2014’te kazandığı parayı, yönettikleri şirketin performansıyla karşılaştıran listenin ilk sırada yer alan Liberty Global’in CEO’su Michael Fries, 2013’e göre kazancını yüzde 139 artırarak 2014’te 112 milyon doları cebine koydu.

Microsoft’un CEO’su Satya Nadella göreve geldiği ilk yıl içinde 84.3 milyon dolar kazançla listeye ikinci sıradan girdi.

Listede 3. isim bir diğer teknoloji şirketi Oracle’ın CEO’su Lawrence Ellison 67.3 milyon dolar kazandı.

Coca – Cola CEO’su Muhtar Kent gelirini yüzde 23.8 artırarak 25.2 milyon dolar kazanarak 31’inci oldu.[21]

Ayrıca ‘Bain & Company’ tarafından açıklanan ‘Küresel Lüks Tüketim Malları İlkbahar Raporu’na göre, 2014 yılını yüzde 3 büyüyerek 250 milyar dolar ile kapatan küresel lüks tüketim malları pazarının, 2015 yılında yüzde 2 ila 4 oranında büyümesi bekleniyorken;[22] lüks tüketim alanında faaliyet gösteren dünyanın en büyük 100 firması 2013 mali yılında kurlardaki dalgalanma ve teknolojideki karmaşaya rağmen 214.2 milyar dolarlık satış geliri elde etti. Bu şirketlerden her birinin ortalama satış rakamı ise 2.1 milyar dolar oldu![23]

 

SİLAHLANMA VE SAVAŞ GERÇEĞİ

 

Zenginlik ve yoksulluk dikotomisinin sürdürülemezlik güzergâhını betimleyen silahlanma ve savaş hakikâtinin “sonuçları”na ilişkin Papa Francesco’nun dahi, “Parçalı III. Dünya Savaşı” vurgusuyla, “Avrupa’da, Afrika’da, Orta Doğu’da, diğer ülkelerde savaş var. Ben böyle bir hayata, dünyayı yönetenlere güvenebilir miyim? Bir adaya oy vermeye gittiğimde, benim ülkemi savaşa sokmayacağına nasıl emin olabilirim? Sadece bu adamlara güvenirsen, kaybettin demektir! Hıristiyan olduğunu söyleyen insanlar, yöneticiler, yatırımcıların silah üretmesi beni düşündürüyor. Bu biraz güvensizliğe neden oluyor, öyle değil mi? Çıkarlar daha üstün geliyor tabii. Bu bir ikiyüzlülüktür,”[24] diyebildiği ve “Almanya’nın Önceliği Silah Satışı”[25] notu düşülen dünyayla yüz yüzeyiz!

Bunun “nedeni”/ “dinamiği” şu: Ekonomik kriz, uluslararası rekabeti yoğunlaştırıyor, ticarette korumacılık, yasaklama eğilimlerini güçlendiriyor. Korumacılığın, ithalat sınırlaması yoluyla bazı piyasalara, yasaklamanın da, stratejik öneme sahip buğday, pirinç gibi besin mallarına, elektronik, metal ve silah sanayinde kullanılan ender-değerli metallere erişimi engellemesi, devletlerarasında klasik emperyalist rekabet biçimlerinin, eski-yeni sömürgeci eğilimlerin öne çıkmasını hızlandırıyorken;[26] dünya ekonomisi ve zenginliklerinin dörtte birinden biraz fazlasını kontrol eden ABD, önümüzdeki on beş yıl içinde dünya ekonomisi ve zenginliklerinin üçte birinden biraz fazlasını kontrol edebilir hâle geliyor…[27]

Bu gelişme, giderek, diğer devletlere ve özellikle de bizim gibi bir bloğa dahil olmayan ülkelere, “her konuda ABD’nin sözünden çıkmama” politikasını dayatılıyor. ABD, önümüzdeki on beş yılda ciddi bir biçimde silahlanacak ve istediğinin yapılması adına, silah gücünü de gündeme getirecek. Temel yeniliklerin çoğunun ABD’de çıkması ve sermaye birikiminin bu ülkede yoğunlaşması nedeniyle; ABD’nin güçlü yapısı, gelecekte daha da sağlamlaşacak…

Türkçeye de çevrilen ‘Kapital’ kitabının yazarı Thomas Piketty ve yine Türkçeye de çevrilen ‘Paranın Yükselişi-Dünyanın Finansal Tarihi’ kitabının yazarı Niall Ferguson, bu gelişmelerin Birinci Dünya Savaşı öncesi ekonomik gelişmelere benzediğini söylüyor.

Piketty’e göre, yüzde 10’luk en üst gelir dilimi içindeki sermaye ve iş gücü arasındaki gelir eşitsizliği bile, 2010 yılı ABD’sinde, 1910 yılı Avrupa’sının bu konudaki gelir eşitsizliği olan yüzde 50 (Gini endeksi 0.49) oranına ulaştı. Bu gidişle, 2030 yılında, ABD’de bu konudaki eşitsizlik, tüm zamanlardaki eşitsizliği sollayarak, yüzde 60’a (Gini endeksi 0.58) ulaşacak.

Birinci Dünya Savaşı öncesinde, Avrupa’da sermayenin yüzde 90’ı, nüfusun yüzde 10’una aitti. Hâlen, bu oran, Avrupa’da yüzde 60 ve ABD’de yüzde 70. 2030 yılından önce, ABD’de bu oranın yüzde 90’a (Gini endeksi 0.85) ulaşması ihtimal dahilinde. Kısacası, yalnız bu ayrışma değil, diğer ekonomik göstergeler de, Birinci Dünya Savaşı öncesi ekonomik kıyaslamalarla örtüşüyor.

Ferguson, kitabında açıkça, bir “üçüncü dünya savaşı” olasılığından bahsediyor. Ferguson’a göre, şu andaki küresel ekonomik gelişmeler, 1914’teki yangının başlaması sırasındaki gelişmeler kadar kötü.[28] ABD ve Çin arasındaki çatışma, patlamanın ilk kıvılcımını ortaya çıkarabilir. Aaron L.Friedberg de ‘The Future of US-China Relations’da[29] iki dev arasında bir çatışmanın kaçınılmaz olduğunu anlatıyor.[30]

Bu tabloda küreselleşme sürecinin bileşenlerine bakınca ilk anda üç etken dikkat çekiyor: Malların ve sermayenin dolaşımında yaygınlaşma ve hızlanma, bu yaygınlaşmayı hızlanmayı kolaylaştıran yeni teknolojiler.

Son yıllarda, özellikle mali krizden sonra ticarette ve sermaye hareketlerinde bir duraklama, hatta gerileme, teknolojinin etkilerinin de destekten olumsuza dönme görülüyor. Siyasetin, jeopolitik gelişmelerinin etkileri küreselleşmeyi tehdit etmeye başlıyor…

Credit Suisse’in araştırma bölümü 2015’in Eylül ayın sonunda, “Küreselleşme tükeniyor mu?” sorusuna eğilen bir araştırma yayımladı. Araştırma, iki olasılık üzerinde duruyor: 1) Küreselleşme, yerini çok kutuplu dünyaya bırakacak; 2) Küreselleşme 1900’lerin başında olduğu gibi çökecek.

CS araştırmacıları, birinci olasılığın daha yüksek olduğunu düşünüyorlar. Ancak 1980’lerden bu yana küreselleşen mekânın yeniden farklı kutuplara bölünme olasılığı, aynı zamanda, bir türlü aşılamayan bir kriz ortamında, hegemonya alanlarına bölünme anlamına geldiğinden ister istemez akla, “ama bu ikinci olasılığa açılmıyor mu?” sorusunu getiriyor. Kısacası iyimser senaryo bile teorik olarak kötümser bir senaryoya açılıyor. CS araştırması, 1. senaryonun çoktan hayata geçmeye başladığını düşündürüyor. İkinciye geçme olasılığına ilişkin ise şu riskleri sıralıyor: Serbest ticarete karşı korumacılıkta artış; piyasalarda parçalanma ve sermaye maliyetinde artış; döviz savaşları; düşük hızlı içe dönük büyüme; borç yükünden, jeopolitikten gelen şoklar; ülkelerin kendi çokuluslu şirketlerine ayrıcalık sunması; savaşlar; liberal demokrasiden uzaklaşma; sığınmacı sorununun baskıları; artan yoksulluk, küreselleşme karşıtı toplumsal hareketlerin güçlenmesi…

Bunlara bakarak, birinci senaryonun giderek ikinciye dönüşeceğini düşünmeden edemiyoruz.[31]

Kaldı ki ABD Genelkurmay Başkanı General Martin Dempsey’in açıkladığı, ‘ABD’nin Ulusal Askeri Stratejisi-2015’ başlıklı raporda da, uluslararası ortam, 2011’den beri artmakta olan öngörülemezlik, karmaşıklık, hızlı değişim kavramlarıyla tanımlanıyor. Diğer bir deyişle uluslararası ekonomik, siyasi, hatta kültürel ilişkilerin düzeni, yerini “kaosa” bırakıyor.[32]

Yani rapor, karşımıza büyük güçler arası savaş olasılıklarının arttığı, isyancı, denetim altına alınamayan, şiddet kullanmaya eğilimi, aşırı ideolojileri benimsemiş grupların toplumları yakıp yıkmakta olduğu bir dünya resmi koyuyor.[33]

Gerçekten de ‘Barış ve Ekonomi Enstitüsü’nün (IEP) yayınladığı ‘Dünya Barış İndeksi/ Global Peace Index’ raporuna göre, 2014’de çatışmalar dünyada 14.3 trilyon dolar para harcanmasına neden oldu. Bu rakam dünyanın gayri safi milli hasılasının yüzde 13.4’üne denk düşüyorken; bu da Brezilya, Kanada, Fransa, Almanya, İspanya ve İngiltere’nin ekonomilerinin toplamına eşit oluyor.

Türkiye’nin barışçıl ülkeler sıralamasında 135’inci olarak sonlarda yer aldığı rapora göre, 2014’te çatışmalar nedeniyle 817 milyar dolar zarar meydana geldi. Askeri harcamalar 3 trilyon doları, iç güvenlik harcamaları 1.3 trilyonu buldu. Suç ve şiddet nedeniyle de 2 trilyon dolar kayıp yaşandı. 50 milyon mülteciye 128 milyar dolar harcanırken bu rakam 2008’e göre yüzde 267 oranında arttı.

En şiddetli bölge Ortadoğu ve Kuzey Afrika olurken 2014’te çatışmalar nedeniyle 180 bin kişi öldü, bu rakam 2010’da 49 bindi. Terör nedeniyle gerçekleşen ölümlerde yüzde 61 oranında artış yaşandı.[34]

Bu durumda dünyanın bir yılda savaşa harcadığı para ise 14.3 trilyon dolarken; BM’e bağlı ‘Gıda ve Tarım Örgütü’nün dünya gıda gününde açıkladığı rapora göre ise yeryüzünde 805 milyon insan açlık çekiyor. Yani her 9 insandan biri aç ve her 4 saniyede bir kişi açlıktan ölüyor. Raporun verilerine göre, dünya üzerindeki lüks tüketicisi sayısı ise 140 milyondan 350 milyona çıktı.[35]

2014 yılında silah ithalatı bir önceki 2013 yılına göre yüzde 67 artan ülkenin savunma ve güvenlik bütçesinin de 59 milyar lirayı aştığı ortaya çıktı.

Savunma sektörünü yakından takip eden IHS Group tarafından yayınlanan rakamlara göre 2013’te 921 milyon dolarlık ithalat yapan Türkiye’nin harcaması 2014’te yüzde 67 arttı. Ayrıca, İsveç’teki Barış Araştırmaları Enstitüsü SIPRI’nin verilerine göre de Türkiye en çok silah alan 10 ülke arasında yer alıyor.[36]

Ayrıca Ortadoğu’da, Kuzey Afrika’da, Ukrayna ve Suriye’de devam eden iç savaş, uluslararası silah tüccarlarının gelirini arttırdı. Rusya’nın silah ihracat şirketi Rosoboronexport’un Başkanı Anatoli İsaikin, uluslararası silah ticaretinin 15 yılda 28 milyar dolardan 85 milyar dolara tırmandığını açıklarken; Rusya’nın 2014 yılında 12-13 milyar dolarlık silah ihracatı gerçekleştirdiğini belirten İsaikin, “2015 henüz sonuçlanmadı. Yabancı şirketlerle yoğun çalışmalar açısından kalan 2 ay en yoğun olunan dönem. Önümüzdeki 3 yıl içinde silah arzı yeni portföyler olmasa da bu şekilde devam eder. Bu rakamlar Rusya’yı ABD’den sonra silah ticaretinde ikinci yapıyor. Bundan sonra gelişmeler nasıl olur tahmin etmek zor. Ancak silah satışına azalma beklenmiyor,” öngörüsünde bulunuyor![37]

Nihayet ‘BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (UNHCR) 21 Haziran 2015’de açıkladığı verilere göre:

Dünyada yer değiştirme rakamları bugüne kadar kaydedilen en üst seviyede. 2014’te 59.5 milyon kişi yerinden edildi. Bu sayı 2014’de 51.2 milyon idi; 10 sene önce ise sadece 37.5 milyondu…

Dünyada her 122 kişiden biri mülteci…

Dünyadaki mülteciler, sığınma arayanların rakamlarını topladığımızda dünyanın en büyük 24. nüfusuna sahip ülkesi hâline geliyor…[38]

Yine UNHCR’in Sudan Ofisi, Güney Sudan’da yaşanan şiddet olayları nedeniyle bir ayda yaklaşık 30 bin kişinin kuzeye sığındığını bildirdi. Günde 100 ila 150 arasında Güney Sudanlı’nın sınırdan geçtiği kaydedilen açıklamada, UNHCR Sudan Temsilcisi Muhammed Adar’ın, “Mülteciler hakkında aldığımız raporlar bizleri endişelendiriyor. Çünkü 3 bin 500’ü 5 yaş altı, 150’si ebeveynsiz olmak üzere aralarında 7 bin çocuk bulunuyor,” ifadelerine yer verildi…[39]

Yemen’deki savaştan dolayı kötü beslenmenin hızlı bir şekilde arttığı konusunda alarm verdi. BM’ye göre özellikle 850 bin çocuk ağır beslenme sorunu yaşıyor. BM’nin beslenme hakkına ilişkin raportörü, Hilal Elver, “Çocuklara ilişkin durum alarm verici. Raporlar 850 bin çocuğun ağır beslenme sorunu yaşadığını gösteriyor. Eğer mevcut çatışma devam ederse, bu rakamın gelecek haftalarda 1.2 milyona çıkması bekleniyor” dedi. Elver, mevcut durumda 12.9 milyonu aşkın kişinin temel besinlere uygun bir erişim sağlayamadan yaşadığına dikkat çekti…[40]

‘BM Çocuk Fonu’nun (UNICEF) ‘2015 Yılında Cepheler Arasındaki Çocukluk’ başlıklı rapora göre, dünyada her 10 çocuktan biri silahlı çatışmaların yaşandığı bir bölgede hayatını sürdürüyor. Bu rakam da 230 milyon çocuk anlamına geliyor…[41]

 

SAVAŞA DAİR

 

Evet, barış (ile savaş) gerçeğini böylesi bir tabloda konuşurken; Carl Sandburg’un, “Bir gün bir savaş açacaklar, ama kimse gitmeyecek” ya da George Orwell’n, “Bir savaşı sona erdirmenin en çabuk yolu o savaşı kaybetmektir,” fantezilerine müracaat nafile bir umutsuzluktur.

Savaş hakkında katılmadığım birçok saptama var; mesela Albert Camus’nün, “Amacı ne olursa olsun, hiçbir savaş ahlâki olma imkânına sahip değildir,” deyişi…

Thomas Hobbes için savaşın, “Beşeriyetin tabii hâlidir” ilanı gibi…

Veya Sigmund Freud’a göre, savaşın insan doğasının sonucu oluşu ya da Georg Wilhelm Friedrich Hegel’in, “Ulusların yozlaşmasını sürekli barışın olmasına” bağlayışı gibi!

Kim ne derse desin; “Bir ekonomik gelişimin zorunlu sonudur savaş” Karl Marx’ın özlü tarifiyle…[42]

Kim inkâra kalkışabilir Bertolt Brecht’in, ‘Üç Kuruşluk Opera’sındaki “vatan millet hep palavra/ savaşlar da bahane/ bu düzende tek kural var/ artmalı hep sermaye…// kapıların arkasında/ bölüşürler pazarı/ çıkarları çatışınca/ başlatırlar savaşı,”[43] dizelerinin yansıttığı gerçeği!

Evet Charles Wright Mills açısından savaş, birisinin, kendi siyasi sisteminden ekonomik menfaatler ele geçirmenin bir yoluyken; B. Brecht’in ironi yüklü betimlemesiyle, “Fahişeleri bile işsiz bırakan hadisedir”!

Özetle savaşın, ekonomi-politiğin devreye soktuğu yıkım olduğu ve de “Savaşlarda faturayı halkların ödediği”[44] ortadayken, “Kapitalizm bir savaş ekonomisi”[45] olması hasebiyle “Sermayenin barışçıl olamayacağı”nı[46] asla unutmayın: Savaş, sınıflar, uluslar, devletler ya da siyasi guruplar arasında, yoğunlaşan çelişkilerin çözülmesi mücadelesinde başvurulan siyasetin, en yoğun hâlidir. İnsanlık ne zamanki sınıflara bölündü, savaşlar da insanlık tarihinin bu aşamasında insanların yaşamlarına girmiştir. Savaş siyasetin yoğunlaşmış hâlidir; yani savaş aynı zamanda ekonomi-politik bir eylemdir. İnsan(lık) tarihinde bütün savaşlar politiktir; temelinde ekonomik çıkar ilişkileri vardır.

Ve de kapitalizmin devamlılığını; kısır döngüsünü işleten eylemdir savaş. Malum üzere kapitalizm savaştan beslenir.

Kapitalizmin “olmazsa olmaz”ıdır, gereklerindendir savaş…

Savaşsız kapitalizm yoktur ve ol(a)maz..

Sermayenin yeniden yapılanması (krizi) nedeniyle yeniden yapılandırma amacı ile çıkartılır çoğunluk…

Kapitalizmin yaşaması için zorunlu yegâne vahşettir; hayatta kalmasını sağlayan en büyük damardır…

Sınıflı sömürücü vahşet, sömürgeciliktir; emperyalizmdir…

Dünyanın kaydedilmiş 3500 yıllık tarihinde sadece toplam 230 yıl savaşmadan “barış” içerisinde yaşanmışken; kolay mı?

Savaş, sınıflar, uluslar, devletler ya da politik gruplar arasındaki çelişkilerin antagonistik aşamaya ulaştığı zaman, bunların çözülmesi için devreye sokulan mücadele biçimidir ve özel mülkiyet ile sınıfların ortaya çıkmasından beri varolagelmiştir.

Sınıflı-sömürücü fetih, talan, yağma için yapılan savaşlar artık politik çıkarlar ve haksızlıklar üzerine kuruludur.

Carl Von Clausewitz’a göre, savaş, siyasetten bağımsız, kendisi olarak bir anlam ifade etmez; siyasal bir eylemdir, siyasetin başka araçlarla sürdürülmesidir. (Johannes Friedrich Hans Von Seeckt, “Savaş siyasetin başka yollarla sürdürülmesi değildir. Savaş siyasetin iflasıdır,” dese de!)

  1. Shakespeare’in, “Elde ettiğimiz bir avuç toprak ölülerimizi bile gömmeye yetmeyecek”; Boris Vian’ın, “Savaş, çok önemli bir sosyal olgudur, çünkü katılanlar, saf ve mükemmel bir şekilde hedeflerine yönelerek ceset statüsüne ulaşırlar”; Susan Sontag’ın, “Savaş, iç deşer; savaş, bağırsakları boşaltır. Savaş, teni yakıp kavurur. Savaş, organları bedenden koparır. Savaş, yıkıp yok eder. Ve savaş, insan türünün doğasından gelir”; Cesare Pavese’nin, “Savaş bir gün biterse kendimize şunu sormalıyız… Peki ya ölüleri ne yapacağız, neden öldüler?”; Özdemir Asaf’ın, “bizler savaş ölüleriyiz/ bundan böyle karşı-karşıya değiliz/ bildiririz,” haklı saptamalarındaki savaş, barışın üvey kardeşidir; yoksulluktur, açlıktır, tecavüzdür, kardeşin kardeşi vurmasıdır, uyuşturucu ve silah kaçakçılığıdır; ölümdür ve hatta ölümden de beter katil olmaktır; çirkinliğe dair her şeydir… Evet!

Anlayabilmek/ hissedebilmek için yaşanılmış/ şahit olunmuş olması gereken olgudur… Evet!

İnsanlığın delirdiği, kendinden geçtiği an, anlardır; akıl tutulmasıdır… Evet!

Bittiğinde ölenlerin istatistik olduğu vahşettir… Evet!

Acımasızlığın en eski ve resmileşmiş hâlidir… Evet!

Bir insanlık ayıbıdır… Evet!

Nihayet ‘Batı Cephesinde Yeni Birşey Yok’ başlıklı romanına Erich Maria Remarque’a, “Bu kitap ne bir şikâyet ne de bir itiraftır. Sadece savaşla yok edilmiş bir nesilden söz etmek istemektedir… O insanlar bombalardan ve mermilerden kurtulmuş olsalar da!”[47] nitelemesi ile başlatan; George Orwell’e, “Savaş, kitlelerin rahatını ve sonuçta zekâsının artmasını sağlamak için kullanılabilecek malzemenin havaya uçurulması ya da denizlerin dibine yollanmasıdır,”[48] dedirten, yıkım gücü son derece yüksek eylemdir… Evet!

Ancak Bob Dylan’ın, “gelin savaş efendileri/ siz, silahları yapanlar/ siz, ölüm uçakları yapanlar/ siz, dev bombaları yapanlar/ siz, duvarların ardına gizlenenler/ bilmenizi isterim ki, maskelerinizin ardını görüyorum./ siz, asla bir şey üretmediniz/ yok etmek için üretmekten başka./ dünyamla oynarsanız/ küçük oyuncağınızmış gibi/ elime bir silah verirsiniz/ ve gözlerimden saklanırsınız/ ve kaçar gidersiniz uzaklara/ uçuşurken mermiler,” şarkısına da yansıyan bu nitelemelerin tümü ezenlerin haksız savaşları içindir!

Ve Spartaküs’ten beri bir de ezilenlerin (eşitlik ve özgürlük için verdikleri) haklı savaşlar/ isyanlar vardır…

Evet, Peter Alexander Ustinov’un, “Yoksulların savaşına terör, zenginlerin terörüne savaşına denir,” saptamasıyla karakterize olan haklı savaşlar/ isyanlar, ezilenlerin var olma yollarından, yöntemlerinden biridir.

Haklı savaşlar/ isyanlar, sadece nefretin eyleme dönüşmüş hâli değildir. Birçok defa savaşlar varoluş mücadelesi için verilmiştir tarihte.

Hayır; “kazananı yoktur”, “haklı savaş olmaz”, “kazanan silah satıcılarıdır” -yanlış ya da kasıtlı- tanımlamalara “Evet” diyemeyiz!

Binlerce haklı savaş vardır; Nazilerin saldırısına uğrayan Sovyetler’in ana vatan savunması ya da ezilenlerin ezenlere başkaldırısına…

Unutulmasın dünyanın en büyük silah tüccarları BM’nin merkezindeyken; zulme rıza da zulümdür.

Barış için savaşa karşı savaşmak “olmazsa olmaz”ken; savaşın ahlâkla ilgili kısmı onu yapan ve yaşayanlarla değil, sebep olanlarla alâkâlıyken; evet inkâr edecek değilim: Gücü paylaşmak için tiranların başlattığı mücadelede, sıradan insanların hayatlarını verdiği trajedidir savaş…

Ancak sosyal olarak tanınmış gruplar arasındaki şiddet içeren çatışma olarak tanımlanırken; savaşların ekonomi-politik sebeplerini -gayet iyi- kavramak da “olmazsa olmaz”dır!

Savaş zenginlerin terörü değil; bunu yanında -ne yazık ki hâlâ!- bir soru(n) çözme yaklaşımıdır!

Ve V. İ. Lenin’in işaret ettiği üzere, “Sosyal-demokrasi (yani sosyalizm-bn) savaşa hiçbir zaman duygusal bir görüş açısından bakmamıştır ve bakamaz. O, kesin olarak savaşı, insanların arasındaki anlaşmazlıkların ortadan kaldırılmasının oldukça zalim bir aracı olarak lanetler, ancak; savaşın, toplumlar sınıflara bölündüğü sürece, insanın insan tarafından sömürülmesi varolduğu sürece, kaçınılmaz olduğunu bilir. Bu sömürüye son vermek için, her zaman ve her yerde kendi sömürücü, egemen ve baskıcı sınıflarının başvurdukları savaştan vazgeçilemez. (…) Sınıf savaşını kabul eden kişi, sınıflı toplumda sınıf mücadelesinin doğal ve belli koşullar altında kaçınılmaz bir ilerleme, gelişme ve keskinleşme gösterdiği iç savaşları da kabul etmekten kendini alamaz. Bütün büyük devrimler bunu onaylar. İç savaşları inkâr etmek ya da unutmak, en büyük oportünizme düşmek ve sosyalist devrimden vazgeçmek anlamına gelir.”

Nihayet Jean Jacques Rousseau’nun, “Tarihte ilk kez bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip burası benimdir diyen ve buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun gerçek kurucusu oldu. O zaman biri çıkıp çitleri söküp atacak ya da hendeği dolduracak, sonra da insanlara; sakın dinlemeyin bu sahtekârı meyveler herkesindir toprak hiç kimsenin değildir ve bunu unutursanız mahvolursunuz diye haykırsaydı işte o adam insan türünü nice suçlardan, nice savaşlardan, nice cinayetlerden kurtaracaktı,”[49] haykırışını -asla- unutmayın/ unutturmayın!

Evet Jean Paul Sartre’ın ifadesiyle, “Savaşı zenginler çıkarır, yoksullar ölür.”[50]

Sonra “Bütün savaşları dövüşemeyecek kadar korkak olan bu yüzden de kendileri adına dövüşmek için dünyanın gençlerini cepheye süren hırsızlar çıkarır,” diye ekler Emma Goldman!

Ayrıca François Fénelon’un, “Tüm savaşlar iç savaştır,” tespitiyle birlikte; “You cannot simultaneously prevent and prepare for war,” ya da Türkçesiyle, “Aynı anda hem savaşı önlemeye hem savaşa hazırlanamazsınız,” der Albert Einstein…

Bu hâlde, “En dezavantajlı barış en adil savaştan iyidir,” diyen Erasmus’u ciddiye almak mümkün mü?

 

BARIŞ DEYİNCE

 

Ve günümüzde barış…[51]

Onu; sosyolojik açıdan (ekonomi-politik ilişkilerini atlayarak![52]), “Şiddet sarmalından kurtulma arayışları” veya “Şiddete karşı medeni cesaret ve yapıcılık”[53] düzleminde ele almaya kalkışmak; ya da CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu gibi, “Toplumsal barışa ihtiyacımız var. Silahla bu sorun çözülmez, adresi parlamentodur,”[54] biçiminde nitelemek gerçekten nafiledir!

Evet, “Johan Galtung, barış kavramını en basit şekliyle savaşsızlık hâli olarak tanımlamıştır. Ama süreli ya da süresiz olsun çatışmasızlık hâli hiçbir zaman barış kavramıyla bire bir örtüşmeyecek”ken;[55] savaşın sona erip, kalıcı barışın kazanılabilmesi için her şeyden önce savaşın nedenlerinin ortadan kaldırılması gerekir. Tarihsel olarak bakıldığında savaşların hemen tümünün ekonomik nedenlere dayandığı görülür. Egemen güçler, egemenlik alanlarını genişletmek ya da egemenliklerini kaybetmemek için savaşları bir araç hâline getirmiştir. Örneğin kapitalizm öncesinde savaşlar; değerli mallara el koymak, yeni topraklar elde etmek, vergi almak için yapılırdı. Kapitalizmde ise savaşlar sermaye birikiminin ve burjuvazinin egemenliğinin aracı olmuştur. Özellikle sanayi devrimi sonrasında, artan rekabet ortamında ulusal sermayelerine üstünlük kazandırmak isteyen devletler bir taraftan çevre ülkeleri sömürge hâline getirerek ucuz hammadde, ucuz enerji kaynakları ve ucuz emek gücüne sahip olmak ve yeni pazarlar elde etmek için savaşlar çıkartırken; öte taraftan da diğer sanayileşmiş ülkelerle paylaşım savaşlarına girişmişlerdir. Ayrıca kapitalizme özgü ulus devletlerin inşa süreçlerinde; ekonomik ve siyasi krizler nedeniyle hoşnutsuzluğun arttığı, sistemin sorgulandığı dönemlerde de yine savaş yoluna başvurulmuştur.

Ekonomik ve beraberinde de siyasi hegemonya alanını genişletmek ya da korumak için kullanılan savaşları çıkartan ve yönlendiren daima burjuvazi ve onun çıkarlarını temsil eden siyasi aktörler olmuştur. Savaş, sermaye ve onun çıkarlarının temsilcisi olan küçük bir kesime hizmet ederken, savaşın bedelini ödeyenler (Savaşan taraflardan hangisi kazanırsa kazansın) daima bunlar dışında kalan toplumun geniş kesimleridir. Kapitalizmin “barış” zamanında sömürdüğü, yoksullaştırdığı ve çoğunluğunu emekçi, küçük esnaf, zanaatkâr ve çiftçilerin oluşturduğu kesimler, savaş zamanında da gerek doğrudan cephede canlarını vererek, gerekse savaşın yarattığı yıkımın sonucunda daha da yoksullaşarak savaşın bedelini ödeyen taraf olmuştur.

Yani kapitalizmde savaşı, sermaye sınıfının çıkarlarına hizmet eden ama bedelini yoksulların, emekçilerin ödediği ekonomik bir faaliyet olarak tanımlamak yanlış olmayacakken;[56] onurlu/ gerçek bir barış “dilek ve temenni” meselesi olamaz!

Devletin tarifini, Marksist olmayan birisi, Max Weber yüz yıl önce, “Şiddet tekeli” diye yapmış mıydı?

O hâlde azınlığın “Şiddet tekeli” çoğunluğun üzerinde baskı/ tahakküm/ sömürü iktidarını sürdürdüğü sürece barış mümkün müdür?

CHP’li Sarıyer Belediye Başkanı Şükrü Genç’in dahi, “Yaşamın içinde birileri mutsuzsa orada siz hiçbir şekilde barışı, huzuru temin edemezsiniz. Barış bir yaşam felsefesi, olmazsa olmaz bir unsurdur. Sadece barış söylemleri ile bu olmaz. O yönde barışı kurmak zorundasınız. Bir de samimi diyaloglar gerekir bunun için, barışın oluşması için. Çözümsüzlüklerle barışı kuramazsınız. Bazı şeyleri erteleyelim, şu günü kurtaralım demenin de faydası olmaz,”[57] diyebildiği tabloda; yazar Burhan Sönmez’in, “Sokakta dilenen insanlar gibi dilenmeli, önümüzden geçen herkese elimizi bir parça barış için uzatmalıyız,”[58] veya Barış Bloku sözcülerinden Prof. Gençay Gürsoy’ın, “Savaş iklimi eşitlik ve demokrasi için de engel,”[59] saptamaları ciddiye alınabilir mi? Bu mümkün mü?

Hayır; Hintli şair Sri Chinmoy Ghose’un, “Sevginin gücü, güce olan sevgiyi yendiğinde, dünya barışı tanıyacak”; Pierre Bayie’nin, “Demek, barışın kaynağı hoşgörü, kargaşa ve kavganın kaynağı ise hoşgörüsüzlüktür”; Benjamin Franklin’in, “Bugüne kadar savaşın iyisine, barışın kötüsüne rastlanmadı,” türünden genellemelerine itibar etmem; “Savaş varsa barış da mutlaka olacaktır,”[60] diyenlere de sorarım: “Ama nasıl?”

Tam da bu koordinatlarda Cicero’nun, “Barış’ın adı tatlıdır ve kendisi de huzur veren bir şeydir, ancak barış ile kölelik arasında çok fark vardır. Barış huzur dolu bir özgürlüktür, kölelik ise sadece savaşarak değil, gerektiğinde ölerek defedilmesi gereken tüm kötülüklerin en kötüsüdür”; Yılmaz Güney’in, “Mazlumların namluları, zalimlerin ensesinde olmadığı sürece barış gelmez”; Albert Einstein’ın, “İnsan savaş gibi inanmadığı bir şey için acı çekeceğine, barış gibi inandığı bir dava uğruna ölse daha iyi değil mi?” uyarılarına büyük değer veririm!

Bilirim: “Savaşın olmadığı hâl” derler barışa; sınıf(lar) savaşını unutanlar!

Ve duymak istemezler; “Barış savaşa tercih edilir. (…) Fakat nasıl bir barış? Eğer Hitler dünyayı fethetmiş olsaydı barış olurdu, ama bu bizim görmek istediğimiz türden bir barış olmazdı,” sözlerini Noam Chomsky’nin…

Sınıflı-sömürücü bir yerkürede “İki savaş arasındaki zaman” ve “Savaşa hazırlık süreci”dir barış…

Kapitalistlerin eşitsiz büyümeleri ve yeniden paylaşım yoluna gitmeleri sonucunda sürekli tehdit edilerek bozulan durumdur barış…

Sürdürülemez kapitalizm koşullarında savaşa hazırlanan bütün diktatörler, hazırlıklarını bütünüyle tamamlayıncaya kadar “sürekli barıştan” söz ederken; savaşın silahsız hâlidir barış…

Evet barış, “barışmak” mastarı, “birlikte gitmek”, “birlikte varmak” “(karşılıklı) temâsa geçmek”, “temasta bulunmak”, giderek “uyuşmak” anlamlarına gelmiştir. Bahis konusu mastarın isim hâliyse “barış”tır. Bunun esas anlamı “karşılıklı temas kurma”dır. anlam genişlemesiyle “barış”, “anlaşma”, “uzlaşma”, “uyuşma”; “savaşta ulaşılmak, varılmak istenilen nihâî gaye”, “son durak”; “savaşa, kavgaya ara verme” demek olmuştur. Yani barış, sözcük itibariyle savaşan taraflar arasında savaşı sona erdirme anlamına gelir.

Ancak savaşların nedeni ve karakteri tekelci kapitalizm dönemiyle birlikte köklü bir değişim geçirdiği için hiçbir barış, savaş öncesi duruma dönüşü sağlayamaz.

Emperyalizm çağının yeniden paylaşım hırsı, savaş tehdidi ve tehlikelerinin her an yeni bir savaşa dönüşme korkusunu canlı tutar. Bu nedenle savaşlar kaçınılmaz hâle gelir ve barış iki savaş arası mola dönemi ile sınırlı kalır.

Barış dönemlerini savaşa hazırlanarak geçiren emperyalist dünya karşısında barışın korunması, süresinin uzatılması ve belki kalıcı barış ütopyasının gerçekleşmesi ümidiyle barış taburlarının arayış ve çabaları da çeşitlilik arz eder, süreklilik kazanmış olur.

Böylece barış, sözcük anlamının ötesine geçer, kavramsallaşır ve bir tür toplumsal hareket biçimini alır. Haksız savaşlar emperyalist savaş gibi emperyalist barış olgu ve tanımları oluşur.

Kavram ayrışır ve karşı tarafta ilkeli ve tutarlı barış mücadelesi sınıf mücadelesinin bir biçimi olarak devrimci siyasete dahil olurken; “Özgürlükler ile birlikte el ele yürümediği sürece barış bir cinayet demektir,” der Karl Marx…

Neo-liberal küreselleşme vahşetinin karşımızda olduğu karanlıklarda bütün kelimelerin içeriği aynı hızla boşaltılıyorken; birincilik -elbette!- “barış”ındır!

Neo-liberal küreselleşme vahşeti için barış: “Eski düşmanların birleşip başka düşman bulana kadar geçirdikleri hazırlık dönemi, düşman arama süreci”; “İki savaş arasındaki ateşkesten hâllice durum”; “Savaş sonunda kazananın kurallarını koyduğu ateşkes”; “Genel bir savaşmama hâli, çatışmasızlık”; “Düşmanlar arasındaki uzlaşma”dır…

Ve kavranması gerektiği üzere tek taraflı barış olmaz.

İyi de neo-liberal küreselleşme vahşetinin köleleştirdiği ezilenlerin, lanetli efendilere isyan edemedikleri hâle “Barış” diyebilir misiniz?

Tekrarlayayım: Savaş nasıl siyasetin başka araçlarla sürdürülmesi ise, barış da siyasal savaşımın bir parçasıdır…

Çok tarafsız, nötr bir kelime olmasına rağmen barış bir kavram olarak ancak “kazananı” ile birlikte vardır…

Bunun tersi bir tutum barışı depolitize ediyor. Oysa barış politiktir. Ve barış için apolitikçe “mış” gibi yapmak ise hiçbir şey ifade etmez, etmiyor da…[61]

Barışı doğuran/ yaratan savaş yanlılarına karşı mücadeledir; barışı savaşla kazanmaktır; bu nedenle de onurlu/ gerçek barış savaşın karesidir ve böylesi barış asla zavallı (bir dilenci) değildir!

Ve nihayet Baruch Spinoza’nın güzel tanımıyla: “Barış, savaşın olmaması değildir: Bir erdemdir; cömert, özgüvenli ve adil bir mizaçtır”!

 

SONUÇ MU?!

 

“Sonuç” mu dediniz?!

Cemal Süreya’nın, “Kötülüklerin/ Büsbütün egemen olduğu/ Namussuz bir çağ bu/ Biliyorsun!” diye betimlediği vahşeti aşmak için son söz söylenene dek barış (ile savaş) gerçeğine ilişkin yazıların/ yaşananların bir sonucu -ne yazıktır ki!- olmayacak!

  1. İ. Lenin’in, “Yalancılar ve ikiyüzlüler, beyinsizler ve körler, burjuvazi ve yandaşları, genellikle özgürlük, genellikle eşitlik ve demokrasi konusundaki boş sözleriyle halkı aldatmak isterler,” diye tarif ettiği iklimde olamayacaktır![62]

Her şey tam da böylesineyken; yine V. İ. Lenin’in, “Bir kimse köle doğduğu için suçlanamaz ama özgürlük uğruna savaşımdan kaçmakla kalmayıp köleliğini haklı bulan ve onu öven bir köle, haklı olarak öfke, tiksinti ve nefret duyguları uyandıran bir aşağılık parazit, bayağının bayağısı bir köledir,” uyarısını kulağımıza küpe ederek onurlu/ gerçek barış için terennüm edeceğiz Özge Topcu’nin dizelerini:

“Umut etmeyi en iyi biz biliriz./ Nâzım’dan bir mısra,/ Turgut’dan bir dize,/ Edip’den bir tutam mavidir servetimiz./

Varsın adımız dillerinizde şekilden şekile girsin./ Varsın yol uzun engebeli olsun,/ ya bugün, ya yarın,/ ya ertesi ve daha ertesi…/ Ama elbet birgün o DEVRİM bu ülkeye gelecek./

Sevdalınıza kulak verin,/ güzel günler göreceğiz çocuklar!/ ‘Göğe bakacağız’…”[63]

 

3 Kasım 2015 14:18:10, Ankara.

 

N O T L A R

[*] 15 Kasım 2015 tarihinde İzmir Gaziemir Belediyesi’nin düzenlediği Barış Festivali’nde yapılan konuşma…

[1] Pablo Neruda.

[2] Vladimir İlyiç Lenin, Emperyalist Ekonomizm-Marksizmin Bir Karikatürü, Çev: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı, 2014.

[3] “Yoksulluk Azalıyor Ama…”, Birgün, 6 Ekim 2015, s.2.

[4] “Her Dokuz Kişiden Biri Aç”, Cumhuriyet, 17 Ekim 2015, s.8.

[5] “Fakirliğin Sonu Yakınmış”, Cumhuriyet, 6 Ekim 2015, s.10.

[6] “Dünyanın Üçte Biri Gizli Aç”, Evrensel, 5 Mart 2015, s.11.

[7] “Oxfam: Küresel Gelir Dağılımındaki Uçurum Büyüyor!”, Gündem, 20 Ocak 2015, s.16.

[8] “Bir Yanda Şatafat Öte Yanda Açlık”, Gündem, 30 Haziran 2015, s.16.

[9] Ergin Yıldızoğlu, “Düzen Sürdürülebilirliğini Kaybetti”, Cumhuriyet, 22 Ekim 2015, s.10.

[10] “10 Kişiden 7’si Yoksul”, Gündem, 11 Ağustos 2015, s.16.

[11] Küresel gelir adaletsizliği derinleşirken OECD ülkelerinde sayıları 115 milyona ulaşan göçmenler, yerleşiklerden 1.5 kat daha fazla işsiz… (Pelin Ünker, “Hayata Tutunmak İçin Yola Çıktılar, İşsizlikle Sınanıyorlar”, Cumhuriyet, 14 Ağustos 2015, s.11.)

[12] “Eşitsizlik Son 30 Yılın Zirvesinde”, Cumhuriyet, 15 Eylül 2015, s.10.

[13] Pelin Ünker, “Zenginler listesinde 32 Türk… Dünyada Gates, Türkiye’de Ülker”, Cumhuriyet, 3 Mart 2015, s. 22.

[14] “5 Bin Türk Milyoneri Dolara Kurban Oldu”, Vatan, 14 Ekim 2015,s.9.

[15] “Dünyanın Serveti 136 Trilyon Euro”, Gündem, 15 Ekim 2015, s.4.

[16] “Çin Milyarder Sayısıyla ABD’yi Geçti”, Gündem, 16 Ekim 2015, s.4.

[17] “Kişi Başına Servet 19 Bin Dolar”, Sabah, 14 Ekim 2015, s.8.

[18] “Kişi Başına En Fazla Milyarder Düşen Ülkeler”, Hürriyet, 25 Temmuz 2015… http://fotoanaliz.hurriyet.com.tr/galeridetay/97277/4369/1/29575013/ki-i-ba-na-en-fazla-milyarder-du-en-ulkeler

[19] “2016’da En Zengin Yüzde 1’lik Kesimin Serveti, Yüzde 99’un Servetini Geçecek”, Birgün, 17 Ocak 2015, s.5.

[20] “Afrika’da İnsanlık Ölüyor”, Gündem, 16 Şubat 2015, s.16

[21] “CEO’nun Cebi Doldu”, Milliyet, 26 Haziran 2015, s.10.

[22] “Bir Yanda Şatafat Öte Yanda Açlık”, Gündem, 30 Haziran 2015, s.16.

[23] “Lüks Liginde 214 Milyar Dolarlık Satış Yapıldı”, Milliyet, 8 Ağustos 2015, s.10.

[24] “Papa Bu Kez ‘Soykırım’ Yerine ‘Büyük Ermeni Trajedisi’ Dedi”, Cumhuriyet, 23 Haziran 2015, s.14.

[25] “Almanya’nın Önceliği Silah Satışı”, Gündem, 6 Şubat 2015, s.7.

[26] Ergin Yıldızoğlu, “Büyük Resim – II”, Cumhuriyet, 30 Temmuz 2015, s.8.

[27] “Dünya’nın birçok ülkesi ABD’nin işgalci politikalarını ve uygulamalarını doğal karşılayan veya mecburen kabul eden ve bu işten nemalanan işbirlikçilerle yönetildiğinden, diğer ülkelerin emperyalist veya anti-emperyalist girişimleri yine aynı kişilerce, “işgalcilik”, “yayılmacılık” gibi sloganlarla karşılanıyor. ABD dediğiniz ülkenin dünya üzerindeki 63 ülkede askeri üssü var. 156 ülkede asker bulunduruyor. 250 binden fazla ABD askeri çeşitli dünya ülkelerinde güvenliği(?) sağlamak üzere konuşlandırılmış…” (Arif Nacaroğlu, “Fırlama Heyri”, Evrensel, 8 Ekim 2015, s.16.)

[28] Uluslararası ilişkiler konusunda çalışanlar, savaşın nedenini, serbest ticaretin ortadan kalmasına, doğal kaynaklarla ilgili mücadeleye ya da medeniyetler çatışmasına bağlayacaktır. Birinci Dünya Savaşı’nın çıkma nedenini de böyle anlatıyorlar. Oysa gelir eşitsizliğinin gittikçe artması, ABD’nin giderek tek kutuplu dünya yaratması ve kendi çıkarı dışında çıkar tanımaması, gelişmekte olan ülkelerin, bırakın gelişmiş ülkelere yetişmesini, karşılaştırmalı olarak gittikçe gerilemeleri ve aşırı silahlanma Üçüncü Dünya Savaşı’nın nedeni olacak.

‘Paranın Yükselişi-Dünya Finansal Tarihi’nin yazarı Niall Ferguson’a göre, “Biz bunları yaşamıştık. Küreselleşmenin ilk çağında, birçok ekonomist, dünyanın finans merkezi Britanya ile kıta Avrupa’sının en dinamik sanayileşmiş ekonomisi Almanya arasında, birbirine ihtiyaç duyan (simbiyotik) bir ilişki olduğunu düşünüyordu. Bugün de acaba 1914’te olduğu gibi küreselleşmenin çatırdamasını tetikleyecek bir şey olabilir mi? Bu soruya verilecek yanıt, ticaret vs. yüzünden ABD ile Çin arasında siyasi ilişkilerin bozulmasıdır. Senaryo mantıksız gelebilir. Tarihçiler, önceden olduğu gibi, olayları anlayabilmek için mantıklı nedenler oluşturacaklardır. Savaşı savunanlar Çin’in zorlayıcı tavırlarını suçlarken, diğerleri, yorgun dev ABD’nin ihmal edilmişliğine ağıt yakacaklardır. Olaylarla tarihsel süreçlerin açıklanması yönünden bakıldığında, günümüzde büyük bir dünya yangınının başlama olasılığı, sinir bozucu olsa da, 1914’teki kadar yüksektir.”

“Tarihten alınacak önemli bir ders, ekonomik küreselleşmenin hayli ileri düzeyde olduğu veİngilizce konuşulan bir imparatorluğun baskın konumunun sağlam görüldüğü zamanlarda bile büyük savaşların patlak verebileceğidir. İkinci önemli ders ise dünyada uzun süredir büyük çatışma yaşanmamasının böyle bir çatışmayı düşünmeyi zorlaştırmasıdır (ya da belki böyle çatışmanın başlamasını kolaylaştırmasıdır). Ancak tarihçilerin bilebileceği, gerçekten büyük olan krizler o kadar ender yaşanır ki bugünün ekonomi yöneticilerinin böyle bir krizi yaşamış olma ihtimalleri yoktur. Üçüncü ve son ders de bir kriz patlak verdiğinde, keyfi yerinde olan yatırımcıların, savaş yarası taşıyanlardan daha fazla hasar gördüğüdür.”

Ekonomi tarihi öğretenler, “Altın Standardı”nın 1890 ile 1914 tarihleri arasında uygulandığını anlatırlar. Oysa devam etmiştir. Bu standart, ülke para birimlerinin altına bağlandığı, sabit bir döviz kuru sistemidir.

Birinci Dünya Savaşı sırasında, ABD dışındaki hiçbir ülkenin savaş harcamalarını sağlayacak kadar altınının olmaması, “Altın Standardı” uygulamasına bir süre ara verilmesi sonucunu doğurdu. Bu nedenle, 1914-1924 arası, “Altın Standardı”nın yerini “Altın-Dolar Standardı” aldı. 1925’te, İngiltere, Fransa ve Japonya, ABD ile birlikte hareket ederek, yeniden “Altın Standardı” uygulamaya başladılar.

Bugünlerde, “Altın Standardı”nın yerini, “kurların ABD Doları’na bağlanma uygulaması” aldı. 1944 Bretton Woods Anlaşması’nın temeli de buydu. 2000’de karşılaştığımız büyük krizimizin nedeni de kurları sabit tutma çabası olmuştur. Üçüncü Dünya Savaşı’nın da bu ısrar ve ABD’nin kendi çıkarı dışında çıkar tanımaması nedeniyle çıkacağı öngörülüyor. (Yaman Törüner, “Savaş Olasılığı”, Milliyet, 27 Ekim 2015, s.10.)

[29]https://translate.google.com/translate?hl=tr&sl=en&u=http://belfercenter.ksg.harvard.edu/publication/701/future_of_uschina_relations.html&prev=search

[30] Yaman Törüner, “Ekonomi Tarihi Savaş mı Diyor?”, Milliyet, 26 Ekim 2015, s.9.

[31] Ergin Yıldızoğlu, “Küreselleşmeden Sonra…”, Cumhuriyet, 8 Ekim 2015, s.8.

[32] Ergin Yıldızoğlu, “Amerika’dan Bakınca Dünya – I”, Cumhuriyet, 6 Temmuz 2015, s.9.

[33] Ergin Yıldızoğlu, “Amerika’dan Bakınca Dünya-II”, Cumhuriyet, 7 Temmuz 2015, s.14.

[34] “Çatışmaların Dünyaya Zararı 14 Trilyon Dolar”, Milliyet, 18 Haziran 2015, s.26.

[35] “Bir Yanda Şatafat Öte Yanda Açlık”, Gündem, 30 Haziran 2015, s.16.

[36] Olcay Büyüktaş, “Silaha Para Çok”, Cumhuriyet, 22 Mart 2015, s.9.

[37] “Dünya Silah Satıcılarının Hedefi Büyüyor”, Evrensel, 4 Kasım 2015, s.11.

[38] Burcu Ünal, “Dünyada En Fazla Mülteci Türkiye’de”, Milliyet, 21 Haziran 2015, s.20.

[39] “Sudan Krizi Büyüyor”, Gündem, 25 Haziran 2015, s.12.

[40] “Çocuk Cehennemi: Yemen”, Gündem, 14 Ağustos 2015, s.13.

[41] “230 Milyon Çocuk Çatışma Bölgelerinde Büyüyor”, Milliyet, 3 Temmuz 2015, s.20.

[42] Geçerken anımsatayım Bertolt Brecht’in dizelerini: “takvimde gün henüz işaretlenmemiş./ her ay, her gün/ açık durur hâlâ./ bu günlerden biri/ işaretlenecek bir çarpıyla.

işçiler haykırırlar ekmek diye./ tüccarlar bağırırlar pazar diye./ eskiden işsizler açtı,/ şimdi işi olanlar aç./ artık yeniden başladı çalışmaya/ kavuşmuş duran eller:/ yaptıkları gülle.

sofradan eti kaldıranlar/ öğretiyorlar kanaat etmeyi,/ hep bana, hep bana, diyenler/ bu kez istiyorlar özveri./ tıka basa yiyenler/ gelecek güzel günlerden/ söz ediyorlar açlara.

uçuruma götürenler ülkeyi/ diyorlar, yönetmek çok zor,/ sıradan insan yapamaz bu işi./ liderler söz edince barıştan/ anlar halk/ savaşın geldiğini.

liderler lanetlediğinde savaşı/ seferberlik emri yazılmıştır bile.

baştakiler der ki: barış ve savaş/ iki farklı şey./ oysa rüzgârla fırtına gibidir/ onların barışı ve savaşı.

savaş doğar onların barışından/ anasından doğan oğlan gibi,/ taşır oğlan anasının/ o korkunç yüz çizgilerini.

öldürür onların savaşları/ ne varsa barışlarından/ arta kalan.

gece,/ evli çiftler/ yatarlar yataklarında./ bizim tazecikler/ yetimler doğuracak.

baştakiler der ki: orduda/ yoldaşlık hüküm sürer./ bu işin doğrusu/ mutfakta görülür/ görülse görülse./ yüreklerindeki cesaret/ belki aynı./ ama tabaklarındaki yemek/ farklı.”

[43] Bertolt Brecht, Bütün Oyunları, Cilt:3, Üç Kuruşluk Opera/ Mahagonny/ Mahagonny Kentinin Yükselişi ve Düşüşü/ Lindberghlerin Uçuşu/ Anlaşma Üzerine Baden Öğreti Oyunu/ Evet Diyen/ Evet Diyen. Hayır Diyen/ Önlem (1930)/ Önlem (1931), çev: Yücel Erten-Aziz Çalışlar-Yılmaz Onay-Ayşe Selen, Mitos Boyut Yay., 1998.

[44] “Savaş ve Barış Üzerine”, Güney, No:74, Ekim-Kasım-Aralık/ 2015, s.11.

[45] Barış Yıldırım, “Savaş Neden Çıkmıştı?”, Mevsimlik, No:1, Bahar-2015, s.11.

[46] Şenol Karakaş, “Sermaye Barışçıl Olamaz”, Mevsimlik, No:1, Bahar-2015, s.35.

[47] Erich Maria Remarque, Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Çev: Burhan Arpad, Everest Yay., 2012.

[48] George Orwell, 1984, çev: Celâl Üster, Can Yay., 2015.

[49] Jean Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi, Çev: Şemsettin Yeltekin, Araf Yay., 2000.

[50] Yine anımsatmalıyım: “bu gelen savaş ilk değil./ çok savaş oldu bundan önce./ bittiği gün en son savaş/ bir yanda yenilenler vardı gene,/ bir yanda yenenler vardı./ yenilenlerin yanında/ kırılıyordu halk açlıktan./ yenenlerin yanında/ halk açlıktan kırılıyordu,” dizelerini Bertolt Brecht’in…

[51] “Uslu akıllı çiftçiler, dinleyin söyleyeceklerimi/ Anlamak istiyorsanız nasıl yitirdik barışı/ Perikles kendi yıkımını önlemek için tutuşturdu devleti/ Bir kıvılcım gibi attı ortaya Megara Fermanı’nı/ Öyle bir kasırga estirdi ki, dumandan/ Dost düşman Helenlerin gözleri karardı/ Köyler dayandı direndi uzun zaman/ Ama bağ kütükleri tutuşup testiler kırılınca/ Kimse söndüremez oldu yangını. Barış da uçtu gitti…// Filomuz öç almak için yedi bitirdi incirlerini/ Bir sürü suçsuz, habersiz köylünün/ Tarlalarını bırakıp burada toplanınca işçi milleti/ Anlamadı bir kez daha satılmış olduğunu/ Cibreleri yok, çok sevdikleri kuru incirleri yok diye/ Gözlerinin içine bakıyorlardı nutuk çekenlerin/ Onlarsa biliyordu açlıktan kıvrandığınızı/ Halk da aç, bitkin, miskin köpekler gibi/ Saldırıyordu her önüne atılan iftira lokmasına/ Yabancılar tehlikeyi görüyor/ Altınla tıkıyorlardı bazı gammazların ağzını./ Onları zengin edip sizin haberiniz olmadan/ Çöle çeviriyordu Yunanistan’ı/ Bunlar hep o deri tüccarının marifetleri!” diyen Aristophanes’in satırları günümüz iktidarlarının vahim tavırlarıyla acıklı bir şekilde örtüşmektedir! (Hande Demircioğlu, “Barış Oyunları”, Birgün, 11 Eylül 2015, s.14.)

[52] “İkinci Dünya Savaşı’ndan 2013 yılına dek savaşlarda ölen insan sayısı 25 milyon kişi iken, sadece 2013 yılında açlık ve susuzluk nedeniyle ölen insan sayısı ise 14 milyondur. Savaşları var eden sermaye ve onların devletleridir. Fakat insanlar sadece savaşlarda ölmüyor. Dayattıkları kapitalist ekonomi politikaları nedeniyle yaratılan açlık ve susuzluk, insanların ve çocuklarının ölümlerini her geçen gün inanılmaz sayılara ulaştırmakta.” (Yusuf Gürsucu, “Göçler, Savaş ve Kapitalizm!”, Gündem, 8 Eylül 2015, s.14.)

[53] Zehra İpşiroğlu, “Şiddet Sarmalından Kurtulma Arayışları”, Patika, No:91, Ekim-Kasım-Aralık/ 2015, s.10.

[54] “Kılıçdaroğlu: Seçim Güvenliğini Sağlayamıyorlarsa İstifa Etsinler”, Birgün, 4 Eylül 2015, s.9.

[55] Eda Demirkaya, “Çatışmasızlık Hâli ve Uzlaşmasız Barış Üzerine”, Mevsimlik, No:1, Bahar-2015, s.6.

[56] Özgür Müftüoğlu, “Her Şeyden Önce Savaşın Nedenleri Ortadan Kaldırılmalı”, Evrensel, 31 Ağustos 2015, s.7.

[57] Burcu Ünal, “Sarıyer Belediye Başkanı Şükrü Genç: Birileri Mutsuzken Orada Barış Olamaz”, Milliyet, 1 Eylül 2015, s.17.

[58] “90’lar Bu Ülkenin Kaderi Değildir”, Evrensel, 2 Eylül 2015, s.10.

[59] Serpil İlgün, “Gençay Gürsoy: Savaş İklimi Eşitlik ve Demokrasi İçin de Engel”, Evrensel, 13 Temmuz 2015, s.14.

[60] Ertuğrul Kürkçü, “Savaş Varsa Barış da Mutlaka Olacaktır”, Özgür Gençlik Dergisi, ‘Suruç’ Özel Sayısı, Ağustos-Eylül 2015 s.74.

[61] Cihat olarak İslâmın Kutsal Kitabı Kur’an vasıtasıyla ve yine İslâmi deyimle “Allah’ın emri”: “Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın! (inkâra) son verirlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür.” (Kaynak: Kur’an-ı Kerim, Enfal Suresi 39. Ayet, Diyanet Vakfı Meali.)

[62] Devamla ekler V. İ. Lenin: “Ya soy, ya soyul; ya başkaları için çalış, ya da başkalarını kendin için çalıştır; ya köle sahibi ol, ya da köle. Böyle bir toplumda yetiştirilmiş olan insanlar doğallıkla, denebilir ki annelerinin sütüyle birlikte, şu anlayışın ruh hâlini, alışkanlığını özümsüyor: Ya bir köle sahibisiniz, ya da köle, değilse, küçük mülk sahibi, küçük memur, küçük subay, ya da aydın: Sözün kısası; yalnızca kendisi için kaygılanan ve başka hiç kimseyi umursamayan bir insan”…

[63] Özge Topcu, “Umut Aşısı”… http://murattay.blogspot.com/2015/05/ozge-topcu-umut-ass.html

 

“Ya komünizm ya da bu iş karakolda biter…”*

Buna rağmen insanlığın ve uygarlığın geleceği riske atılmış bulunuyor. Kapitalist üretim tarzı “yaratıcı yıkıcılık” sayılsa da, şimdilerde çoktan yıkıcılığın yaratıcılığın önüne geçtiğini söylemekte bir sakınca yok. Artık her geçen gün yaptığından daha çoğunu yıkıyor, daha çoğunu yok ediyor, daha çok kirletiyor…

O halde neden böyle oldu, neden genel bir sürdürülemezlik tablosu ortaya çıktı, neden tüm işaret lambaları kırmızıya dönmekte? Neden her geçen gün sosyal kötülükler (işsizlik, açlık, yoksulluk sefalet, anlam kaybı…) çığ gibi büyüyor, ekolojik dengeler alt-üst oluyor? Bütün bunlar oluyor zira kapitalizm insanlığın ve uygarlığın normal hali değil, bir sapmaydı… Kapitalizm bir meta uygarlığı, meta fetişizmine dayanıyor ve kapitalizm dahilinde üretim etkinliğinin birincil amacı, insan ihtiyaçlarını karşılamak değil kâr etmektir. Kullanım değeri değil değişim değeri üretmektir…

Başka türlü söylersek, bir ilişki tersliği söz konusu. Öküz, arabanın arkasına koşulmuş durumda… Her üretim çevrimi sonunda yaratılan değer, artık ürün, artı-değerin (kârın) her seferinde yeniden yatırılma zorunluluğu var, bir sonraki üretim çevrimine sokulması gerekiyor. Ve sonuç “üretim için üretim” biçimini alıyor. İkincisi, kapita- lizm kutuplaştırıcı bir temel eğilime ve dinamiğe dayanıyor. Bir kutupta zenginlik biriktirmek, karşı kutupta yoksulluk ve sefalet biriktirmekle mümkün oluyor. Aksi halde dünya nüfusunun %1’inin dünya zenginliğinin (servetinin) yarıdan fazlasına, %8.1’inin de dünya zenginliğinin %86,4’üne el koyması mümkün olmazdı… Üçüncüsü de kapitalist üretim tarzının geçerli olduğu yerde üretimin insanî -sosyal ve ekolojik sonuçları (zararları) dikkate alınmıyor. Netice itibariyle fatura topluma ve doğaya çıkıyor, Burjuva iktisatçıları buna “dışsal ekonomiler” diyerek işin içinden çıktıklarını sanıyorlar… Oysa dışarda kalan hiç bir şey yok…

Neoliberal küreselleşmenin dayatılmasıyla, yıkıcılık hızlandı, kapsayıcılığı daha da arttı. Kapitalizm dahilinde insan toplumlarının üretim, tüketim ve yaşam etkinliği şimdilerde jeolojik sorunlar da yaratır duruma gelmiş bulunuyor ki, buna antroposen çağ (anthrophocène) deniyor.  Artık kapitalizm dahilinde sorunların üstesinden gelmek mümkün değil. Dolayısıyla hem yeni bir uygarlığa giden yolun aralanması gerekiyor ve hem de bunun vakitlice yapılması gerekiyor. Zira sistemin yıkıcılığı bu ölçüde hızlanmış, kapsamı da bu ölçüde büyümüşken, geriye kurtarılacak pek bir şey kalmayabilir…

Gerçek durum böyleyken ve genel bir sürdürülemezlik, sürdürülebilemezlik tablosu ortaya çıkmışken, küresel plütokrasinin, küresel oligarşinin sözcüleri, akıl hocaları, “eğer büyüme gerçekleşir, modern teknoloji (teknik bilim) de gelişmesini sürdürürse, sorunların çözüleceğini, işlerin yoluna gireceğini” söylüyorlar. Oysa, kapitalizm dahilinde, üstelik onun vahşi neoliberal versiyonunun geçerli olduğu durumda, bu ikisi sorunların çözümünün anahtarı olmak bir yana, bizzat kendileri birer sorun haline gelmiş bulunuyor. Yegane amacı kâr ve her seferinde daha çok kâr, daha çok sermaye biriktirmek olan, insana ve doğaya saygısız, her türlü etik değerden yoksun bir sistem dahilinde büyümenin hiç bir sorunu çözme şansı yoktur. Aynı şekilde, kâr etmenin ve yıkımın hizmetine sunulmuş teknolojik harikaların da sorunları çözmesi mümkün değil ama daha da azdırması kaçınılmaz…

Geride kalan son otuz beş-kırk yılda, neoliberal  küreselleşme çağında yeryüzünün egemenleri, küresel oligarşi ve küresel plütokrasi, ‘köpeksiz köyde değneksiz gezme’ imkânına kavuştular. Ezilen ve sömürülen sınıfları, bulundukları mevzilerin gerisine püskürtmeyi başardılar. Güç dengeleri yeniden ve kesin olarak sermaye sınıfının lehine döndü. Bunun asıl nedeni ütopya zaafıydı. Ezilen halklar ve sömürülen sınıflar ütopyasız kalmıştı. Bu ütopya zaafının ortaya çıkmasında  elbette “reel sosyalizm” deneylerinin başarısızlığının da başat bir rolü oldu.

İçinde bulunduğumuz dönemde yaratıcı ütopyanın vakitlice yaratılması gerekiyor. Zira yaratıcı ütopya yokluğunda doğayla uyumlu, öküzün arabanın arkasına koşulmadığı, insan haysiyetini ciddiye olan yeni bir uygarlığa giden yolu aralamak mümkün değildir. Eğer insanlığın bir geleceği olacaksa, bu, kelimenin jenerik anlamında, komünist bir toplumsal düzen (bölüşmeyi, paylaşmayı, karşılıklılığı, dayanışmayı, bizim dilimizdeki karşılığı olan müşterekleri esas alan, doğayla uyumlu “başka bir uygarlık”) olabilir… Artık yöneticileri, değil yönetimleri, yönetimleri değil sistemi, sistemi de değil uygarlığı değiştirme zamanı. Velhasıl neden söz ettiğini bilmek önemlidir… o

* Bu yazı Red dergisinin 100”üncü sayısında yayınlanmıştır.

Volkswagen’in egzozu ya da parayı veren dumanı salar

Bu yazıda daha ziyade bu sahtekârlığın nasıl bir amaca hizmet ettiği ve bunun doğaya, çevreye, ekolojiye duyarlı insanlar için ne anlam ifade ettiğinden bahsedeceğim.

Bu sahtekârlık neden yapıldı?

İçinde yaşadığımız kapitalist sistemin üretiminde iki altın kural vardır; bunlardan ilki artı değer üretimidir ki bu bildiğimiz en geniş anlamda işçilerin emeğinin sömürüsü sonucu ortaya çıkan ve patronun gasp ettiği karşılığı ödenmemiş emektir. İkincisi ise pazarda rekabettir. Yani bu Volkswagen açısından şu demek oluyor, dünya çapında binlerce işçinin emeğini sömürerek ürettiği otomobilleri, başka işçileri sömüren rakiplerine göre daha fazla satmak, pastadan daha büyük bir dilim koparabilmek için rakipleriyle rekabet etmek zorunda. Kabul edilebilir emisyon değerlerini sağlamak, elbette hem araştırma alanında hem de üretim esnasında VW için üretilecek her araçta ekstra bir maliyet demek olacaktı. Söz konusu sahtekârlığın 11 milyon aracı kapsadığı söylendiğine göre bu devasa çapta üretimin tamamını düşündüğümüzde milyonlarca, hatta milyarlarca dolarlık bir ek maliyetten söz ediyoruz. Elbette maliyetteki böylesi bir artış, aracın pazardaki satış fiyatına da yansıyacak, VW’nin pazardaki rekabet gücünü olumsuz etkileyecekti. Aynı zamanda egzoz emisyonlarının düşük olduğu reklamını yaparak, “çevre dostu” insanlara da hitap ederek satışlarını arttırabilecekti. Özellikle 2008’deki krizden sonra hızlı bir büyüme göstererek rakiplerine fark atan VW’nin uyguladığı bu sahtekârlık bir yandan tekil bir durumu ifade etse de, otomotiv sektörünün genelinde böylesi vakaların yaşandığı bilinmekte. Yani aslında bu tip durumlar VW’nin sahtekârlığı ya da otomotiv sektörü ile sınırlı bir durum değil, mevcut üretim tarzının yansımaları.

Şikâyet öyle olmaz böyle olur(!)

Peki, bu skandal neden şimdi ortaya çıktı? Almanya’da faaliyet gösteren Alman Çevre Yardımı (Deutsche Umwelthilfe) isimli bir örgüt 2007 yılından bu yana Alman otomotiv tekellerinin emisyon kurallarına uymadığı yönünde hükümete başvuruda bulunmaktaydı. Ancak öyle gözüküyor ki Alman hükümeti bu konuda bir adım atmamayı tercih etmiş, kendi ekonomik büyümesine yüklü katkılarda bulunan VW ve diğer otomotiv tekellerini koruyup kollamayı tercih etmişti. Bu durum yıllarca devam etti. Ta ki Alman otomotiv devlerinin dünya pazarına açılmak üzere organize ettikleri 66. Uluslararası Otomotiv Fuarı Frankfurt’ta devam ederken EPA söz konusu skandalı gündeme getirene dek. Zamanlama tesadüf olamayacak kadar iyi gözüküyor değil mi? Bu skandalın uzun süredir rapor edilen bir durum olduğu halde böylesi bir zamanda ayyuka çıkması, dünya çapında süren ekonomik krizle ve kendi ekonomisindeki durgunlukla baş etmeye çalışan ABD’nin, kendi pazarına girmeye çalışan Alman tekellerine açık ve güçlü bir uyarısı gibi gözüküyor. Tekrar yazının başında bahsettiği kapitalizmin iki kanununu hatırlayalım. ABD’li ve Alman tekeller otomobilleri üreten işçileri sömürme konusunda ortaktırlar, ama iş rekabete gelince işte tam bu şekilde birbirlerinin gırtlağına sarılıverirler.

Devler savaşırken çimenler ezilir…

Peki, bu skandal, bizler yani o fabrikada çalışan işçiler, ya da içinde yaşadığı doğayı bunca yağma ve talanın içerisinde bir nebze daha fazla koruyabilmek için düşük emisyonlu otomobiller, A+ beyaz eşyalar satın almaya çalışan insanlar için ne ifade ediyor?

Birincisi milyarlarca dolar zarar eden ve hisseleri borsada önemli derecede değer kaybeden VW’nin her zaman olduğu gibi bu skandalda da işin faturasını işçilere ödeteceği kesin. Hatta bu durum başta Alman otomotiv firmaları olmak üzere tüm otomotiv sektörüne yansıyacaktır. Yaşanan zarar binlerce işçinin işten çıkarılması, haklarının gasp edilmesi, daha uzun saatler daha yoğun çalışma koşulları ve bu koşulların kabul edilmesi için oluşabilecek tüm tepkilerin şiddet de dâhil çeşitli yollarla bastırılması şeklinde olacaktır. Hatta üstüne bir de patronlar burada mağduru oynayacaktır. En az 301 işçinin öldürüldüğü Soma’daki katliamın ardından Soma Holding’in sahibinin oğlunun “En fazla biz mağdur olduk, biz tutuklanırsak hayatta kalan işçiler de işsiz kalır.” Diyerek mağduru oynaması, üstüne bir de işçileri ve ailelerini tehdit etmesi buna çok benzer bir durumdur.

İkincisi, kapitalizm iliklerine kadar çürümüş ve insanı ve insanlığa dair herşeyi çürüten bir sistemdir. VW’nin ya da herhangi bir otomotiv firmasının düşük emisyon değerlerine sahip araçları piyasaya sürmesi (böylesi bir sahtekarlık yapmamış olsalar dahi) çevreye, ekolojiye duydukları hassasiyetten değil, tam tersine insanların bu hassasiyetini kâra dönüştürme çabasındandır. Kapitalizmde “her şeyin bir fiyatı vardır.” cümlesi, bir yerden sonra “herkesin bir fiyatı vardır.” halini almaktadır. Tıpkı en temel insani ihtiyaçlardan biri olan eğitimin ya da sağlığın bir ticaret halini alıp bizlere satılıyor olması gibi. Yine bu skandalın ortaya çıkması ABD’nin çevreye dair büyük hassasiyetlerinden değil, tekeller arasındaki rekabetin bir sonucu olduğundan yukarıda bahsettik. Gerçekten böyle bir hassasiyetle yapılmış olsa, 2007’den beri sunulan raporların hasıraltı edilmesi nasıl açıklanabilir? İnsanların içinde yaşadıkları dünyaya karşı duydukları hassasiyet, doğayı koruma isteklerinin de kapitalizmde elbet bir fiyatı vardır. Son derece doğal ve insani olan bu istek piyasada belli bir fiyatı olan, satılabilir, pazarlanabilir bir metaa dönüşmüştür kapitalizmde. Bizler ise düşük emisyonlu otomobiller, enerji tüketimini düşüren A+ (buna daha da + eklenebilir) beyaz eşyalar alarak, kamu spotlarında bize nasihat edildiği üzere duşta suyu daha az kullanarak bu dev tekellerin bizlere allayıp pullayarak sunulan vicdan rahatlamasını satın alan potansiyel yolunacak kazlardan ibaretiz bu sistem için. Böylece her gün devasa miktarlarda zararlı gazın atmosfere salınmasından, derelerin siyanürle, HES’lerle talan edilmesinden, yani doğamızın bu denli alt üst oluşundan sorumlu şirketlerin suçu ise bu şekilde aklanmış, biz sıradan insanların üzerine yüklenmiş oluyor. Dünyamızı, yaşam alanlarımızı, doğamızı koruma refleksimiz böylece fiyatlandırılmış ve üzerinden kâr elde edilmiş, hem yaşanan ekonomik kayıpların, hem de doğaya verilen zararın faturası bizlere kesilmiş oluyor. Devasa firmalar savaşırken altta kalan çimenler dümdüz ediliyor.

Doğayı korumak, dünya ile uyum içerisinde ekolojik bir yaşam sürmek isteyen bir insan için bugün yapılması gereken en önemli şey tek başına kendi kapısının önünü temizlemek değil, dünyayı yaşanmaz haline getiren bu sistemi ortadan kaldırmaktır. Dünyamızı sürüklendiği bu sarmaldan kurtarmak için bundan başka da bir çare mevcut değildir. Fiyat biçtikleri insani değerlerimize sahip çıkmak, bu değerleri pazarlanabilir bir mal haline getirenlere karşı mücadele etmemiz gerekmektedir. Bundan daha geride kalan herşey kanserli bir vücuttaki ufak bir yaraya merhem sürmekten öteye geçemeyecektir. o

Ekin Erdem Evliya

Filistinli Mahmud Hasan ile röportaj

Kaldıraç: Öncelikle bizlere kendinizi tanıtabilir misiniz?

Mahmud Hasan: Ben Mahmud Hasan, Addameer’de (Addameer Esirleri Destekleme ve İnsan Hakları Kuruluşu) çalışıyorum. Amacım Filistinli tutsakları savunmak, bir insan hakları örgütü olarak insan haklarını savunmaya çalışıyorum. Özellikle İsrail hapishanelerinde tutulan esirlerin, haklarını, davalarını savunmaktayız. Kişisel olarak ve çalıştığım kurum olarak buna hizmet ediyorum.

Kaldıraç: Addameer’deki faaliyetlerinize ek olarak aynı zamanda Ahmet Saadat’ın da avukatlığını yapıyorsunuz. Yakın dönemde Ahmet Saadat ve diğer Filistinli tutsaklar için uluslararası bir kampanya yürütüldü, bununla eş zamanlı olarak hapishanelerde bir açlık grevi sürecine girildi. Bunun amacı tutsakların aileleriyle görüşmesiydi, görüşmeye izin verilmiyordu.. Bu konudaki gelişmeler neler?

Mahmud Hasan: Hem uluslararası hareket, hem de açlık grevleri etkili oldu, Saadat’ın sonucunda ailesini görmesine izin verdiler, esir tutlduğu ilk günden beri görüşmemişlerdi, uzun süre eşiyle görüşemiyordu, bu da sağlandı. Tecrit  de kalktı eylemlerin tecritin kaldırılmasında da etkisi oldu.

Kaldıraç: Tecrit kalktı mı?

Mahmud Hasan: Evet şu anda kalkmış durumda ama, bununla birlikte sürekli tehdit ediliyorlar. Yani herhangi bir demeç verilmesi veya etkili bir faaliyet yapılmasının ardından tecrit edilmekle tehdit ediliyorlar. Aba altından sopa gösteriyorlar, tecriti bir silah olarak kullanıyorlar.

Kaldıraç: Siyonist İsrail devleti, hapishane politikalarıyla ne amaçlıyor? Birçok baskı politikası, işkence uyguluyorlar. Konferansta pek çok şey anlatıldı. Nasıl yöntemler kullanıldığından ve ne amaçlandığından bahsedebilir misiniz?

Mahmud Hasan: İlk olarak işgal devleti, bir şekilde Filistin sorununun çözülmesini istemiyor ve bu tutsaklar olayını kullanarak Filistinliler üzerinde baskı kurmak amaçlanıyor. Hem geçmiş senelerdeki gösterdikleri saldırı ve kaba kuvvet, hem de dışarıda uyguladığı infazlar, sonuçta bunlar bir baskı oluşturmak, Filistin davasını çözümsüzlüğe götürmek için.

Kaldıraç: Filistin’de yaşananlara şu anda 3. İntifada diyenler var, buna bu ismi vermek sizce doğru mu? Bir de bunun sebebi İsrail’in savaşı tırmandırması ve baskıyı arttırması mı? Öyle ise tek sebebi bu mu, yoksa içeride de, iktidara yani Filistin içerisindeki yönetime karşı da bir isyan var mı? Muhalif bir çizgi var mı?

Mahmud Hasan: Güzel soru… İlk olarak, Filistine karşı açılan savaş hiç durmadı. Her zaman başka yöntemler kullandılar, sadece silahla değil topraklara el koydular, yerleşim bölgeleri kurdular, giriş çıkışları zorlaştırdırlar, bir sürü biçimde savaşı sürdürdüler. Filistin halkı büyük bir patlama için beklemedeydi, bu bir kıvılcımdı. Bunların birikimi hazırlıyordu böyle bir patlamayı. Filistin halkı siyasi liderleri böyle bir patlamaya hazır olma yönünde uyarıyorlardı. Bu isyan örgütlerin, siyasilerin dışında, yani önünde öncülüğünde olmayan bir halk hareketiydi. İşgal devletinin Kudüs’te günlük olarak yaşamı zorlaştırmak için ve farklı alanlarda yaptıkları baskıların sonucunda oldu. İsrail’in kendi siyasi liderleri de teorisyenleri tarafından bu konuda uyarılmaktaydı, böyle bir isyanı bekliyorlardı. Eylemlilik bazı noktalarda çatışma olarak değil, yaygın bir alanda; şehirlerde, köylerde, üniversitelerde günlük olarak devam ediyor.

Kaldıraç: Peki bu hareket içerisinde El Fetih’e ya da Hamas’a yönelik bir protesto da var mı? Bu ses siyonist İsrail’e karşı yükseliyor ama içeride de bir rahatsızlık var mı? “Beni temsil etmiyor” anlayışı var mı?

Mahmud Hasan: Evet, en etkili nedenlerden biri de bu. Filistin safında, birliğinde bulunan çatlak da gençlerin ya da aktivistlerin, devrimcilerin, protestolarının sebeplerinden biridir. Bu yaşanan aynı zamanda Gazze yönetimi, Batı Şeria’yı, Filistin birliğini böldükleri için halkın kendi kızgınlığını dile getirmesidir. Ne El fetih, ne de Hamas, bu eylemlere maddi bir destek sunuyor. Hamas’la El Fetih arasındaki ayrılık bu eylemlerin ortaya çıkmasında çok büyük bir etken oldu, bu sokağa çıkan gençler ne Fetih’ten emir alarak ne Hamas’tan emir alarak, tam tersi, bunlar İsrail’e karşı oldukları kadar, Fetih ve Hamas arasındaki anlaşmazlığı da protesto ediyorlar ve dile getiriyorlar.

Kaldıraç: Uluslararası çapta yürütülen bir BDS (Boycott, Divestment and Sanctions Against Israel) hareketi var, bu hareketin İsrail devleti üzerinde nasıl bir etkisi var? Filistin içerisinde bu hareketin etkileri nasıl görünüyor?

Mahmud Hasan: BDS hareketi İsrail’i çok etkiliyor. İsrail’in BDS’ye karşı tepkisinden bunu anlıyoruz. Uluslararası alanda da bu harekete karşı bir politika yürütmeye çalışıyor, bunun ne kadar etkili olduğunu gösteren de bir durum. İsrail yeni bir kanun çıkarttı; İsrail içerisindeki sivil örgütlerin, BDS’yle ilişkisi olan ya da İsrail’e boykota teşvik eden yapıların, mali durumlarını açık olarak göstermesi gerekiyor; bu da bir baskı olarak işliyor. Yeni bir kanun daha çıktı, İsrail’i boykota teşvik etmeyi bir suç olarak kabul eden bir kanun çıkarıldı. İsrail şimdi onu boykot eden kişilerin, kurumların, örgütlerin bir listesini çıkarmaktadır ve daha sonra bunların İsrail’e girişlerini yasaklamayı amaçlayan bir yasa daha çıkarıldı. Filistin toprakları içinde, özellikle Batı Şeria’dan gelen, Avrupadan gelen BDS’yle ilişki olanları İsrail bulup sınır dışı ediyor. İsrail toplumunun içinde bile böyle sesler, hükümete karşı sesler çıkmaya başladı; “nereye gidiyorsunuz, bu izlediğiniz politikalar yüzünden tecrit oluyoruz, Güney Afrikada olup bitenlerle aynı duruma düşebiliriz” dendi. Hatta siyasi arenada bile bir muhalefet var. Özellikle İşçi Partisnin eski lideri Peretz aynı şeyleri söylüyor hükümete; “kendinize gelin, kendinizi birşey sanıyorsunuz” diyor. “İsrail’in dışardaki görüntüsü içeride bize anlattığınız gibi değil” diyor. Toplumun içerisinde, korkuyla birlikte bir etki bırakmaya başladı bu BDS hareketi [Tercümanın kendi sözleri, araya giriyor: Bir keresinde bir demece denk geldim; “evet bizden hala bir et kopartamadı ama ısırmaya başladı BDS hareketi” şeklinde. Bu söz Netanyahu’ya aittir] İsrail özellikle akademisyenler arasında BDS yanlısı olanlardan çok rahatsız.

Kaldıraç: Ortadoğu’daki savaş, Suriye’de, Irak’ta, Tunus’ta, Mısır’daki gelişmeler, genel olarak değerlendirildiğinde, bölgedeki çeşitli direniş mücadeleleri ele alındığında, bunlar Filistin’deki halka nasıl yansıyor? Kendilerine nasıl bir etkisi var?

Mahmud Hasan: Bu son gelişmeler hakkında, genel olarak, kişisel fikrimi söylüyorum. Olup bitenlerin çoğu İsrail’in işine gelmektedir. En azından Netanyahu’nun bölgeye, halkına, dışarıya söylediği sözlere baktığımız zaman da; demokrasi, insan hakları savunan tek ülke gibi kendisini lanse etmektedir. Bu dönemde İsrail’in eline bir koz geçmiş ve bunu iyi kullanmaya çalışmaktadır.

Kaldıraç: Son olarak eklemek veya vurgulamak istediğiniz bir konu var mı?

Mahmud Hasan: Boykot hareketinin daha iyi bir hale gelmesini istiyoruz. Özellikle BDS’nin gerçekten çok önemli olduğunu düşünüyoruz. İsrail’le olan ilişkilerin ifşa edilmesi gerektiğini ve İsrail üzerinde baskı kurulması gerektiğini vurguluyoruz

Kaldıraç: Teşekkür ederiz… o

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...