Ana Sayfa Blog Sayfa 254

Ukrayna’nın Donbass Bölgesi’nde silahların cepheden çekilme süreci başladı

Ukrayna Genelkurmay Başkanlığı’ndan yapılan açıklamada, ülkenin doğusunda 100 milimetre çapından küçük silahların cephe hattından çekilmesine yönelik sürecin başladığı bildirildi.

Açıklamada, şu anda doğudaki ateşkesi izleyen AGİT Özel Gözlem Misyonu ile ağır silahların geri çekilme sürecinin görüşüldüğü kaydedildi. Uluslara­rası gözlemcilerin kontrolü ve ateşkese riayet edildi­ği süre boyunca devam edecek olan sürecin, Minsk mutabakatlarında öngörüldüğü tarihlerde aşamalı gerçekleştirileceği vurgulandı. Açıklamada, ayrıca Ukrayna silahlı kuvvetlerinin Minsk mutabakatlarına katiyen riayet ettiği de dile getirildi.Lugansk Halk Cumhuriyeti Milis Güçlerince yapılan açıklamada da, Minsk mutabakatı çerçevesinde, 50 adet tankın bugün cephe hattından 15 kilometre geri çekildiği bildirildi. Açıklamada, tankların cephe hattından geri çekilmesi sürecinde, AGİT gözlemcilerinin de hazır bulunduğu ifade edildi.

Donetsk Halk Cumhuriyeti 18 Ekim’den Sonra Geri Çekilecek

Donetsk Halk Cumhuriyeti Savunma Bakanlığı yetkilisi Eduard Basurin ise doğudaki tarafların ateşkese riayet etmesi durumunda, cephe hattındaki ağır silahlarını 18 Ekim’den başlayarak geri çekeceklerini duyurdu.Cephe hattındaki 100 milimetre çapından küçük silahların geri çekilmesinin başlamasına ilişkin tarihin, doğudaki ateşkesi izleyen AGİT Özel Gözlem Misyonu’nca belirlenmesi gerektiğini belirten Basurin, “Doğudaki ateşkeste garantör olarak yer alan AGİT’in, bölgede barışın sağlanıp sağlanmadığına karar vermesinden sonra geçen 48 saatin ardından, cephe hattındaki 100 milimetreden küçük silahların geri çekilmesi süreci başlayacaktır” ifadesini kullandı.

Pazartesi günü Minsk’te toplanan Üçlü Temas Grubu’da yer alan AGİT Temsilcisi Martin Sajdik, Ukrayna’yı temsil eden eski Devlet Başkanı Leonid Kuçma ve Rusya Temsilcisi Azamat Kulmuhametov arasında, 100 milimetreden küçük çaptaki silahların geri çekilmesine ilişkin mutabakat sağlanmıştı. 41 gün boyunca devam edecek bu sürecin 15 günlük ilk etabında, cephe hattındaki tankların, sonraki etapta da 100 milimetreden küçük kalibreli ağır silahların cephe hattından 15’er kilometre geri çekilmesi öngörülüyor. (Direnişteyiz2.org)

İtalya’da binlerce liseli hükümetin piyasacı eğitim reformuna karşı sokaktaydı

İtalya’da Matto Renzi’nin başında olduğu hükümetin, eğitim sistemini paralı hale getirmek ve okulların öğrencileri doğrudan fabrikalara ucuz işgücü olarak pazarlamasının önünü açmak amacıyla gerçekleştirdiği eğitim reformuna karşı binlerce lise öğrencisi sokağa çıktı.

Roma, Torino, Bologna ve Pisa’da yapılan eylemlerde neoliberal politikaların eğitim ayağında yarattığı tahribatın halkı ve öğrencileri yoksullaştırdığı, hükümetin eğitim alanında iyileştirmeye yönelik adımlar atması gerekirken öğrencilerin taleplerini görmezden geldiği belirtildi.

Roma’daki eylemde liseliler, ellerinde meşa­lelerle Eğitim Bakanlığı’na yürürken, bakanlığın önüne gelmelerinin ardından ellerindeki boya dolu balonları binaya fırlattı. (Direnişteyiz2.org)

Burkina Faso’da darbeci general gözaltına alındı

Michel Kafando geçen hafta yeniden devlet başkanlığına getirildi. Darbe yapan başkanlık muhafızları da dağıtıldı. Reuters haber ajansına konuşan bir yargı yetkilisi “(General Diendere) yetkililere teslim edildi” dedi. Diendere ve darbeye müdahil olduğundan şüphelenilen 13 kişinin mali varlıkları geçen hafta donduruldu.

Sivil Yönetime Geçildi

Diğer yandan ülkenin başına getirilen Kafando’nun hükümeti ilk toplantıda, darbe yapan başkanlık muhafızlarının dağıtılmasına ve güvenlikten sorumlu bakanın görevden uzaklaştırılmasına karar verdi.

(Direnisteyiz2.org)

TC’nin de içinde bulunduğu 7’li çete: “Rusya operasyonlarından derin kaygı duyuyoruz”

Suriye’deki iç savaşın ve bölgedeki emperyalist paylaşımın 7’li çetesi olarak adlandırılan ülkeler, Rusya’nın operasyonlarına tek bir ağızdan tepki verdi.

Türkiye, ABD, Almanya, İngiltere, Fransa, Katar ve Suudi Arabistan tarafından imzalanan ortak bildiride, Rusya’nın sivilleri hedef aldığı iddia edilerek şu ifadelere yer verildi:

“Rusya Federasyonu’nun Suriye’ye askeri yığınağından ve özellikle Rus Hava Kuvvetleri’nin dünden beri Hama, Humus ve İdlib’de sivil kayıplara sebep olan ve hedef olarak IŞİD’i almayan saldırılarından derin kaygı duyuyoruz.

Gerilimi tırmandıran bu askeri faaliyetler, aşırıcılığın ve radikalleşmenin daha fazla körüklenmesinden başka hiçbir amaca hizmet etmeyecektir”

Rusya bir çok kez yaptığı açıklamalarda 7’li çete devletlerin “muhalif grup” olarak adlandırdığı, aralarında Fetih Ordusu, El Nusra, ÖSO gibi çete örgütlerinin de yer aldığı grupların “terörist” olduğunu açıklamıştı.

Yanıt Gecikmedi: “El Nusra, IŞİD ve diğer terör örgütlerini hedef alıyoruz”

Rus uçaklarının Suriyeli muhalifleri de hedef aldığı iddiasına yanıt veren Lavrov, “Hedefimizde El Nusra, IŞİD ve diğer terör örgütleri var” dedi.

Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Rusya’nın Suriye’deki hava operasyonlarında El Nusra, IŞİD ve diğer terör örgütlerini hedef aldığını açıkladı. Dün akşam yaptığı basın toplantısı ile Lavrov’un altını çizdiği hususlar, 7’li çeteye de cevap niteliği taşıyor.

Basında yer alan “sivilleri vuruyorlar” iddia­larına cevap veren Lavrov, bazı basın organlarının gerçekle bağdaşmayan haberler yaptığını belirterek, Ukrayna krizi sırasında da ülkedeki sıcak çatışmaları göstermek için kullanılan bazı video kayıtlarının yıl­lar önce Irak’ta çekilmiş olduğunun ortaya çıkması üzerine bu TV kanallarının özür dilemek zorunda kaldığını hatırlattı.

‘Esad’ın Talebiyle Başlattığımız Operasyonun Amacı: Terörizmle Savaş’

ABD öncülüğündeki uluslararası koalisyon ve Rusya’nın gerçekleştirdiği hava operasyonlarının aynı amacı taşıdığını vurgulayan Rus bakan, “Suri­ye lideri Beşar Esad’ın talebi üzerine başlattığımız operasyonun amacı, terörizmle savaştır. Bunu açık bir şekilde ifade ettik. Biz kendi halkıyla savaşanları desteklemiyoruz, teröristlerle savaşıyoruz. Anla­dığım kadarıyla (ABD öncülüğündeki) koalisyon da IŞİD ve diğer terör örgütlerini düşman ilan etti. Rusya da bunu yapıyor. Amacımız aynı” ifadelerini kullandı.

‘Biz Uluslararası Hukuka Uygun Davranıyoruz”

Sergey Lavrov, ABD Savunma Bakanı Ashton Carter’ın Rusya’nın Suriye’de yaptığı hava operasyonlarının ‘ateşe körükle gitmek ile aynı’ olduğu açıklamasına da yanıt verdi. Carter’ın görüşüne katılmadığını belirten Rus bakan, “Gerilimli noktalarda, birçok kez ateşe körükle giden taraf asıl ABD’ydi. Biz uluslararası hukuka uygun davranıyoruz” diyerek, “Koalisyon güçleri”nin hukuku çiğnediğine yönelik önceki açıklamalarına da gönderme yaptı.

Lavrov, Rusya’nın Suriye’de hava operasyon düzenleyerek, dikkatleri Ukrayna krizinden başka yöne çekmeye çalıştığı iddiasını ise ‘saçmalık’ olarak değerlendirdi.

‘Irak’tan Davet Gelmedi’

Lavrov, “Militanların mevzilerine düzenlediğimiz hava saldırılarını Irak’a yayma niyetinde değiliz. Bize davet ve istek gelmedi” diye konuştu.

Bakan, “Bildiğiniz gibi biz kibar insanlarız, davet edilmeden gelmeyiz” diye ekledi.

”Esad ve Kürtler dışında hiç kimse IŞİD’le Mücadele Etmiyor”

Putin, Suriye’de teröristlerle savaşan Suriye ordusu ve Kürt milislere yardım yollarını göz önünde bulundurduklarını açıklamıştı.

BM Genel Kurulunda konuşan Rusya lideri Putin ardından ABD Başkanı Obama arasında özel görüşme gerçekleştirmişti. Putin, “Esad ve Kürt milisler dışında hiç kimse IŞİD’le Mücadele Etmiyor” ifadesini kullanmıştı. Suriye krizinin sorumlusunun “Suriyeli muhalifleri” destekleyenler olduğunu belirten Putin, eğit-donat projesine de değinerek ”Onları donatıp eğitiyorlar, sonra da onlar IŞİD’in saflarına geçiyor” dedi. Rusya’nın Suriye’de hava operasyonunun sinyalini o gün veren Putin, kara harekâtı düzenlemesinin ise söz konusu dahi olmadığını vurgulamıştı.

Putin, Moskova’nın teröristlerle savaşan Suriye ordusu ve Kürt milislere yardım için başka yolları göz önünde bulundurduğunu, Irak’ın başkenti Bağ­dat’ta kurulan koordinasyon merkezinin de bunun bir örneği olduğunu söyledi. (Direnisteyiz2.org)

Suriye savaşı, Ortadoğu ve Türkiye

Başlangıçta, ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar, ortaklaşa, ÖSO adı altında, bir örgütlenme oluşturdular. Gerçekte, Suriye’de, rejime karşı var olan muhalefet, en başından başlayarak bu ÖSO içinde bile yer almakta tereddütlü idi. Ama ÖSO, bu 6 ülkenin devreye girmesi ile, silâhlandırıldı. Türkiye, bu savaşta,  ABD emirlerini yerine getirmeye, bu arada da yeni Osmanlı hayalleri ile pastadan pay almaya yöneldi.

Bugün, neredeyse ÖSO’nun adı bile anılmıyor. Dünyanın her yerinden bölgeye akan ve uğrak, lojistik merkezleri Türkiye olan bu gruplar, artık ÖSO’yu yeterince vahşi bulmuyorlar. El-Nusra gibi örgütlenmelere kimyasal silâh dahil pek çok malzeme verdiği öne sürülen Türkiye, bu grupları emrine aldığı hayalini kurmuş olmalıdır.

Bu 6 ülke, belki başkaları da vardır ama bu 6 ülke, savaşı akıl almaz boyutlarda yıkıcı hâle getirmişlerdir.

IŞİD, bu yıkıcı boyutun en açık kanıtıdır. Savaşın da bir ikinci evresidir. IŞİD ile birlikte, bölge dümdüz edilemeye başlandı. Bu dümdüz etme, her anlamdadır; hem şehirler yerle bir ediliyor, sanki, büyük bir boş inşaat sahası hazırlanıyor, hem de halklar imha ediyor, yok ediliyor. Savaşın bu vahşi boyutu, sadece Suriye’de değil, Irak’ta da yürütülüyor.

IŞİD, bu 6 ülkenin ortak desteği ile gelişti. Ama öyle anlaşılıyor, TC devleti, IŞİD’in kendi denetiminde olduğunu sanıyordu.

İlki, Reyhanlı’da, ikincisi de Musul konsolosluğu rehinelerinin teslim edilişinde, belki, bu kontrolün kendilerine ait olmadığını anlamış olabilirler mi? Sorudur, çünkü hâlâ anlamış olma ihtimalleri olmayabilir.

Reyhanlı’da olan şudur: Türkiye, ciddi destek verdiği El Nusra gibi örgütlere, ABD’nin uyarısı ile, kimyasal silâhların verilmesinin ortaya çıkışının ardından gelen uyarı ile, sevkiyatı azaltmış olmalıdır. Buna öfkelenen çeteler, Reyhanlı ile yanıt vermişlerdir. “Benim 52 Sünni vatandaşım öldü” sözü, gerçekte olsa olsa onlara söylenen bir söz olmalıdır.
Ama bu olaydan sonra da TIR’lar silâhları taşımaya devam ettiler. TIR’ların 2000’i aştığı söylenmektedir.

İkincisi, Musul rehineleri meselesidir. Musul rehineleri işinin Türkiye onayı ve bilgisi ile yapılmış olduğu, artık neredeyse herkesin ortak kabulüdür. O dönemin konsolosu, 1 Kasım seçimlerinde CHP’den milletvekili adayıdır ve muhtemelen, bu seçimlerde seçilirse, süreci anlatacaktır. Ama o anlatsın anlatmasın, süreç biliniyor. IŞİD rehineleri aldı ve ABD, IŞİD’e karşı koalisyon toplama kararı verdiğinde, bu rehineleri masaya getiren Türkiye, benim konsolosluk yetkililerimi öldürürler, ben açıktan destek veremem, dedi. Ve bir sabah, TC yetkililerinin bilgisi dahilinde olmadan, rehineler teslim edilmek üzere sınır kapısına getirildi. Söylenenlere göre, rehineleri teslim almak için yetkililerin gelmesi 7 saati bulmuş.

Bu iki olay ne gösterir? Birincisi, Türkiye ile bu örgütlerin bu çetelerin çok yönlü ve sürekli ilişkileri vardır, ikincisi bu ilişkide kendini “kontrol eden olarak” adlandırsa da Türkiye’nin elinde kontrol mekanizması yoktur.

IŞİD’in sahaya sürülmesi, ABD, İngiltere, Türkiye, İsrail, Suudi Arabistan ve Katar cephesinin, savaşı yeni bir aşamaya yükseltme iradesi idi. Ve bunun ne denli kanlı bir operasyon olduğu artık ortadadır.  ABD’nin, Suriye’de kentleri IŞİD eli ile dümdüz etme girişimi, farklı planların da devrede olduğunun göstergesidir.

IŞİD, kendisine verilen, Türkiye sınırı boyunca, Barzani’nin kuvvetlerinin ardından, denize kadar ulaşan bir hat oluşturması görevini yerine getirmek için, Kobanê’ye saldırdı. Ezidi katliamı ve Kürt katliamları devreye sokulmak istendi. Bu konuda Barzani’nin, kendi tabanını bile rahatsız eden “görmezden gelme” tavrı da anılmalıdır. Ve Kobanê direnişi, IŞİD’in Kobanê’yi düşürememesi, savaşın bir yeni aşaması ya da ikinci aşamasının sonu oldu. Böylece, Kürt halkı, dünya halklarının da desteği ile, büyük bir direniş örgütledi. ABD’nin IŞİD’e karşı koalisyon numaraları da bundan sonra devreye sokuldu.

Kobanê direnişi, tüm bölgeye umut saldı. Kobanê direnişi, halklar için umut oldu. Ve buna savaşın üçüncü aşaması diyebiliriz.

Kobanê sonrasında değişen dengeler, ABD’-nin bir yandan IŞİD’e göz yumması ama diğer yandan da makyaj niteliğinde bombalamak zorunda kalması sürecinde kendini en açık şekli ile ifade etti. Bu aşamada, bir yandan Irak’ta, diğer yandan Yemen’de savaş yoğunlaşırken, aynı anda, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye savaş sahasına daha fazla girmeye başladı.

Savaşa, Irak içinde de İran daha aktif şekilde dahil olmaya başladı. Böylece bölgedeki tüm güçler savaşa dahil olmuş oldu dersek yerinde olur.

Elbette ABD ve İngiltere’nin de daha farklı planlarla, eğit-donat, silâh yardımları vb. ile devreye girdiğine tanık olduk.

Türkiye, Afrin ve Kobanê arasındaki bölgeyi elinde tutmak üzere, ABD ile anlaştığını, İncirlik üssünü bu anlaşma çerçevesinde açtığını ilan ederken, aynı anda ABD, böylesi bir anlaşmayı açıktan reddetti.

Tüm bu süreç, Rusya’nın doğrudan müdahaleye başlaması ile yeni bir aşamaya sıçradı. Tüm bu aşamalar, belki aşama olarak da ele alınmayabilir. Ama savaşın gelişiminde önemli kırılma noktaları olarak gözle görülebilenlerdir. Rusya, doğrudan sahaya girdi. Daha önceden pek görünür olmayan Rusya, devreye gireceğinin işaretini, Lavrov’un, “Suriye’ye asker gönderdiniz mi” sorusuna, “henüz erken” demesi ile verdi. Ardından BM genel kurulunda Putin, Suriye yönetimi ve Kürtlerin dışında kimsenin IŞİD’e karşı savaşmadığını, eğit-donat gibi faaliyetlerin fiilen iflas ettiğini dile getirdi. Aynı konuşmada Putin, NATO’nun kime karşı neden genişlediğini de sordu. Bir kere daha, tek kutuplu dünya tezine karşı çıktı. Ve ardından, Rus uçakları Suriye’de harekete geçti. IŞİD mevzilerine ve Batı basınına göre, El Nusra ve ÖSO karargâhlarına da saldırı başlattı. Türkiye sınırından Türkiye’ye geçenlere karşı sınırı ihlal eden uçuşlar yaptı ve tüm bunlarla yetinmedi, Hazar’dan, füzelerle hedefleri vurmaya başladı.

Rusya’nın bu devreye girişi, hem Suriye savaşının çok daha geniş bir savaş olduğunu gösterdi, hem de Libya’daki hatalarını yapmayacaklarının ilanı oldu.
Ama bu durum, aynı zamanda, dünya çapında bir savaşın yürümekte olduğunu da gösterdi. Bu savaşın, pek öyle sözlerle yürümeyeceği de açık. Artık, asıl güçler devrededir. Rusya’nın yanısıra Çin, bölgeye savaş gemilerini göndermiştir.

Rusya’nın bu hamlelerinin öncesinde ve sonrasında, İsrail, Ürdün, Suudi Arabistan, Katar gibi ülkeler Rusya ile temaslar kurdu ve belki de kendi pozisyonlarını yeniden gözden geçirmektedirler. Bunun ihtiyacını duydukları açık.

Elbette Türkiye, boğazına kadar içine girdiği bu savaşın bir tarafıdır. Savaşta, çok açık olarak Suriye karşıtı bir konumdadır. İnsan eğitmek, insan geçişlerine destek vermek, IŞİD, El Nusra ve diğer Suriye karşıtı cephedeki çetelerin yaralılarını hastahanelerde tedavi etmek, silâh sevk etmek gibi, askerî, politik ve ekonomik olarak bu savaşa dahil olmuştur. Yeni Osmanlıcılık hayalleri, siyasal iktidarı koruma isteği, Şam’da öğlen namazı kılma hevesi, ekonomik rant istekleri, ABD emir eri olarak çalışma ve belki daha başka nedenler, savaşa bu denli dahil olmayı koşullamıştır.
Ama şimdi, Türkiye, sanki bir çıkmaz sokağa girmiştir ve geriye doğru manevra yapmak da istememektedir. Çetelerle kurulan bağlar, bu bağlar üzerine hesaplar kuranların hesaplarını muhtemelen aşmıştır. Artık bu süreç, TC devletinin ne ölçüde kontrolündedir sorusu yerinde olur. Ama dahası, mevcut hâli ile iktidar, Suriye politikasını değiştirmemekte, bunu gözden geçirmemektedir. Eğilimi budur.

Rusya’nın hamlesi, aslında sadece Suriye ile ilgili değil gibidir. Rusya, aynı zamanda NATO’nun varlığını, elbette bu anlamda Ukrayna vb. yerlerdeki durumları da gündeme alarak bir hamle yapmış gibidir. Bu açıdan Türkiye’nin Suriye hatta Esad ile sınırlı ufkundan daha büyük bir savaş yürümektedir.

ABD’nin bazı noktalarda “geri adım” atmaktan söz edebilmesi, belki de savaşın bu daha geniş boyutunu görüyor olmasındandır.

Türkiye, eline çakmağı almış, benzinle dolu bir sokakta yürür gibidir. Bunun ne kadarının, iç politik etkenlerden, muktedirin iktidarı kaybetmemek için dünyayı yakma restinden kaynaklandığı, ne kadarının körlükten kaynaklandığı ayrı bir konudur ve çok da önemli değildir. Ama ortada olan tablo, Türkiye’nin Suriye’leşmesi denilebilecek noktadadır.

Tüm bu savaşı önlemek mümkün müdür?

Bizim yanıtımız kuşkusuz evettir. Zor olduğu açıktır ama er ya da geç, kalıcı bir barış, tüm bölgede yükselecek sosyalist devrimlerle mümkün olacaktır.

Halkların özgür ve eşit geleceği, işçi sınıfının kurtuluşu, emperyalizmin bölgeden tamamen  sökülüp atılması, ancak ve ancak halkların ortak mücadelesi ile mümkündür.

Bu ortak mücadelenin zemini de gelişmektedir.

Bölgede çeteleşmeye, devletlerin çete hâline gelmesine, çetelerin bölgeyi kan gölüne çevirmesine, tarihsizleşmeye, halkların katledilmesine, eşi görülmemiş cinayetlere, emperyalist güçlerin her alanda cirit atmasına son verecek tek gerçek güç, halkların örgütlü mücadelesidir.

İsrail Gazze’yi bombaladı

İsrail ordusu, 27 Ekim akşam saatlerinde “Gazze Şeridi’nden İsrail’in güneyine atılan bir roketin boş bir alana düştüğünü, yaralanma veya can kaybına neden olmadığını” duyurmuştu. İsrail ordusu geçen haftalarda da “roket atıldığı” iddiasıyla Gazze’ye hava saldırıları düzenlemişti.

İsrail ordusunun “roket atıldığı” iddiasıyla Gazze’ye 7 Temmuz 2014’te başlattığı ve 51 gün süren saldırılarında 2 bin 159 Filistinli hayatını kaybetmiş, 11 binden fazla kişi yaralanmıştı. Saldırılarda 17 bin 200 ev, 73 cami ve 24 okul tamamen yıkılmış, binlerce bina hasar görmüştü.

 İsrail’in Ablukası Devam Ediyor

İsrail’in 2006’dan bu yana abluka altında tuttuğu Gazze’de giriş çıkış yapılan 7 sınır kapısından Refah dışındakiler, bu ülkenin kontrolünde bulunuyor. Bölgenin 4 ticari sınır kapısı, Haziran 2007’de İsrail tarafından kapatılmıştı. Diğer kapılardan Beyt Hanun, yabancı pasaport taşıyanlar, hasta ve iş adamlarının Batı Şeria’ya geçişi, Kerm Ebu Salim kapısı ise bazı ticari ürünlerin geçişi için zaman zaman açılıyor.

Mısır yönetimi de Temmuz 2013’teki darbenin ardından Refah Sınır Kapısı’nı kapatmıştı. Bu sınır kapısı da 2013’ten beri yılda birkaç kez kısa süreliğine ve bazen tek taraflı açılıyor.

(Direnisteyiz2.org)

Burjuva medya, yalan ve tekelci polis devleti

Burjuva devlet de böyledir. Burjuva devlet, kendi egemenliğini, azınlık, bir avuç burjuvanın egemenliğini, daha rafine yöntemlerle sağlar. İlkin, ülke-vatan meselesini devreye sokar. Ki, gerçekten de bunun bir gerçekliği vardır. Ülke ve vatan, aslında burjuvazinin egemenlik alanıdır. Ama bunu, tüm halkın, ulusun ortak alanı olarak sunarlar. Kendi çıkarlarını da bu sayede, ulusun çıkarları olarak sunabilirler. Ne zaman vatan, ne zaman millet, ne zaman ulusal çıkarlarımız derlerse, büyük bir zokayı halka, işçi ve emekçilere yutturmak istediklerinden, bir zerre kadar dahi şüphemiz olmamalıdır.

Bu iki paragrafı aklımızda tutalım.

Aklımıza tutmamız gerekenlere, bir de şunu ekleyelim, sınıflı toplumlar tarihi boyunca devlet, sürekli olarak önceki devleti aşar, onu içerir ama daha ileri düzeyde bir organizasyon yaratır. Devlet, sınıflı toplumun ürünüdür ve bu açıdan “kirli”dir. Ve her gelişmiş devlet, aynı anlama gelmek üzere, daha da fazla kirlidir.

İşte, devletin bu tarihsel ilerleyişinde, sürekli olarak halkın aldatılması, son derece gelişmiş yöntemlerle sağlanmaya çalışılmaktadır. Sürekli olarak, yalan, büyütülmektedir.

Kapitalist toplumda, burjuva egemenliği altında, ideolojik mekanizmalar, sadece din, sadece eğitim sistemi olmakla kalmaz. Bunlar elbette bir önemli temel hazırlarlar. Ama, güncel alanda, yine süreklilik içinde daha etkin kullanılan medya, tekelci sistemde, çok önemli bir işlev görür.

Tekelci egemenlik ve tekelci rekabet-egemenliğin gerektirdiği şiddet, mafya organizasyonlarını öne çıkartır ama aynı zamanda, pazar hakimiyeti ilişkileri, “salt” ekonomik alanda bile medyayı (içine basını, eğlencesi, iletişim sistemleri ve reklâm ajansları da dahil) öne çıkartır.

Ve tekelci egemenlik, bir yandan, ordu-polis vb.den oluşan baskı gücünü sürekli büyütürken, diğer yandan medyada tekelleşme ile birlikte medyanın gücünü ve olanaklarını da büyütür. Tüm toplumu kontrol ve izleme, baskı mekanizmalarında özel bir şekilde büyürken, medya da toplumun her santimetrekaresine, toplumsal ilişkilerin en mahrem alanlarına bile sızar.

Ve kuşku yok ki, bu denli büyüyen, propaganda aygıtı, sürekli ve güncel bir ideolojik karşı-savaş yürütür. Ve Hitler döneminde ortaya konduğu gibi, çok gelişmiş yalan ve manipülasyon mekanizmaları devreye sokulabilir. Göbels, bu açıdan, ilginç bir örnektir. Ama sadece başlangıç sayılabilecek örneklerden biridir. Zamanında Hitler faşizminin gücüne ne ölçüde katkı yaptığı biliniyor. Ama buna rağmen, bugün, çok daha ileri örneklere sahibiz.

Bugün, başka ülkeleri bir yana bırakırsak, sadece Türkiye üzerine odaklanırsak, bu yalan makinasının, nasıl işlediğine ilişkin, boyutlarına ilişkin, hatırı sayılır örnekler bulabiliriz. Bu örnekler Göbels’ten aşağı kalır da değildir. Bu durum, belki bize, hem modern devlet örgütlenmesinde medyanın rolünü de daha net anlatmış olur. Ya da bizim ‘tekelci polis devleti’ dediğimiz şeyi, bir kere daha anlatma şansımız olur. Tekelci egemenliği, sadece bir “salt ekonomik” olgu olarak algılamaktan kurtulmak gerektiği fikrimizi bir kere daha anlatmış oluruz. Zira, tekelci egemenliği, daha da ileri, kapitalist-emperyalizmi salt ekonomik bir olgu olarak algılamak, sol hareketin tarihinde oldukça eski bir hastalıktır.

Bu yalan makinası, mücadelenin sıcak biçimler aldığı dönemlerde, daha açık ve net ortaya çıkıyor. Mücadelenin, sınıf mücadelesinin geri düştüğü dönemlerde ise, bu yalan makinası, toplumun gelecekteki hareketliliğini önlemek, sürü bir toplum, boyun eğmiş insanlar topluluğu yaratmak için kullanılıyor.

Tekeller çağı, aynı zamanda tekelci rekabetin de devreye girdiği çağdır. Bu tekelci rekabet, öyle “serbest piyasa” koşulları falan da tanımaz. Tekelci rekabet, bir yandan tekeller arasında işbirliği demektir; ortaklaşa fiyat belirlemek, geçici bir süre için pazarı paylaşmak vb. anlaşmalar az bilinen anlaşmalar değildir. Karteller, aslında bu işbirliğinin bir biçimidir. Ama tekelci rekabet aynı zamanda silâhlı çatışmalara varan bir “yeni” tarzdır ve tekelci kapitalizm, bu olmadan var olamaz. Çeteler, mafya grupları, aslında bu tekelci rekabetin ürünüdür, buradan beslenerek büyürler. CocaCola’nın, Latin Amerika’da egemen olduğu tarlalarda, işkencehaneler dahi oluşturduğu bir efsane değil, gerçeğin kendisidir. Ülkemizde var olan mafya grupları, birçok kanalla, büyük tekellere bağlıdır. Bu nedenle, tekelci kapitalizm, her zaman bu mafyalaşma eğilimlerini, çeteleşme eğilimlerini bağrında taşır.

Tekelci egemenlik ve rekabet, arkada büyük çaplı üretimin beraberinde getirdiği, büyük çaplı ve hızlı tüketin gerekliliği ile birleşir. Tüketim toplumu ideolojisini yaratanların hareket noktası, sadece metaların, malların içerdiği artı-değeri paraya çevirme isteğidir. Ama tüketim toplumu ya da büyük çaplı tüketim gereksinimi, “salt” ekonomik olarak kalmaz, kalamaz. Reklâmlar devreye girdiğinde, bu aynı zamanda bir “yaşam biçimi” ya da bir ideoloji pompalamak anlamına gelir. “21. Yüzyıl ve Kapitalist-Emperyalizm” adlı çalışmamız (Deniz Adalı, Kaldıraç Yayınevi), Procter&Gamble gibi örnekleri aktarıyor ve pazar egemenliğinin ne boyutlara ulaştığını gösteriyor. Burada sadece şunu aktaralım ki, Procter&Gamble (kozmetik ürünleri, deterjanlar, şampuanlar vb. alanında 3 büyük dünya dev tekelden biri), İkinci Dünya Savaşı döneminde Amerikan propagandasını yürütmek üzere etkin biçimde görevlendirilmiştir.

Pazar hakimiyeti, insan olarak değil, sadece tüketici olarak görülen insanlardan oluşan bir toplumu varsayar ve bu, “birey olma” olarak pompalanan ideolojinin içindedir. Ve birçok mekanizma ile, bu tüketici bireyin alışkanlıkları gözlenir, alışkanlıkları oluşturulur. Bunun için sadece reklâm, sadece eğlence sektörü (filmleri, oyunları vb. ile) değil, aynı zamanda araştırma şirketleri de devreye sokulur. Kredi kartı firmalarına, mesela MasterCard’a bir miktar ödeme yaparak, örneğin kozmetik ürünü alındığında kendisine bir bilgi vermesini sağlayan bir holding, bu bilgileri, alışkanlık yaratmak için de kullanabilmektedir. Şimdilerde, son 25 yılda, taşınabilir telefonlar üzerinden, daha detaylı tüketim alışkanlıkları elde etmeleri mümkündür. Bu salt ekonomik gibi görülen faaliyet, aslında devletin, tüm telefon ve iletişim sistemini kontrol etmesi ile aynı sistemdir.

İşte burada medya, TV kanalları, gazeteler, filmler, oyunlar, eğlence sektörü, araştırma şirketleri vb. gibi geniş bir ağdan oluşmaktadır. Ve bu ağ, sürekli toplumu yönlendirme üzerine kuruludur. İşte yalan makinası da böyle işlemektedir.

Saymakla bitmez ama birkaçını ele almak yerinde olur.

Kabataş yalanı: Gezi sürecinde, bu yalan makinası, tüm TV kanallarında, tüm gazetelerde manşetten bir yalan girdi. Bir güruh hâlinde üzerleri çıplak bir erkekler grubu, başörtülü bir kadını taciz etmişler ve bu Kabataş’ta yaşanmış.

Ama ortaya çıktı ki, aslında bu alan, mobese denilen kamera sistemi ile izlenmektedir. Bu mobese kameralar, aslında, daha çok siyasi amaçlı kullanılmaktadır ve hep solcu, devrimci, muhalif avlamak için devrededirler. Mesela bu mobese kameralarının hiçbir zaman IŞİD’çi tespit ettiklerine rastlanmaz.

Yine de bu kameralarda böyle bir kayıt yok. Yani, üzerleri çıplak bir erkekler topluluğu yok.

Gezi Direnişi, kadınların o kadar öne çıktığı bir direniştir ki, eğer bir yerde erkek topluluğu ararsanız, bulmanız da zordur, bulsanız da o anlatılan şekli ile olmaz.

Bu açık ve bariz yalan, aslında, Gezi Direnişi’ne katılan, dindar, şu ya da bu dönemde AK Parti’ye oy vermiş kişileri hedef almaktadır. Onlara, bakın bunlar, sokakta kadınlara sarkıntılık eden insanlardır. Bakın bunlar, başörtülü bir kadın gördüler mi saldıran insanlardır, bu algı verilmek istenmektedir.

Sanki, solcular, devrimciler, bu ülkenin muhalifleri, iktidara karşı olanlar, tecavüz vakalarında kalkıp da, “ama tahrik unsuru var” diyenlerdendir. Sanki, bu muhalif kültürde, “eşim ve kızım Erdoğan’a helâldır” diyebilmenin yeri vardır. Sanki bu muhalif kültürde, tecavüzcüye iyi hâl indirimi uygulama, uygulamaları vardır. Hayır hiçbiri yoktur. Oysa iktidar yanlıları, sadece bugün AK Parti iktidarı döneminde değil, ama ülkemizin tarihi boyunca, her zaman tecavüze uğrayan kadına, baştan çıkartan kadın, tahrik edici giyinen kadın olarak bakmışlardır. Bülent Arınç’ın kahkaha atan kadınlar üzerine güzellemelerini hatırlayın. Fatma Şahin’in, Özgecan cinayetinin ardından “tahrik edici giyinmemek lazım”ını hatırlayın.

Öyle ise Kabataş’ta öyle bir yalan üretilmiştir ki, aslında gerçeklik ile bağı aranmamıştır. Sadece, net bir hedefe dönük, ısmarlama haber üretilmiştir, bunlar başörtülü kadınlara saldıran, bunlar sokakta kadınları taciz eden insanlardır. Bu haber için uygun bir isim gereklidir. Bu isme artık para mı veriyorlar, yoksa başka bir şeyler mi vaadediyorlar bunu bilemeyiz. Ama hemen haber devreye sokulmuştur.

Haber, ilgili her yere ulaşmıştır. Medya ellerindedir. Ve sonra, bu haberin yalan olduğunu ispatlamak mümkün olsa da, etkili olamamaktadır. En yüksek ağızlardan bu yalanlar topluma anlatılınca, bunu temizlemek çok zor olmaktadır.

Bugün Kabataş’ın bir yalan olduğu, bir uydurma olduğu artık tamamen ortadadır. Ama hâlâ, kalkıp kendi aralarında bunu kullanabilmeleri mümkündür.

Yine Gezi’den bir yalan haber daha ele alalım: Camide içki içmek. Caminin imamı, bu yalana ortak olmadı diye, imamı cezalandırdılar ve sürgüne gönderdiler. Sen nasıl bizim bu kadar ihtiyaç duyduğumuz yalanı desteklemezsin, bu komünistlere karşı yalan söylemek, cihadın bir parçası değil mi, sen nasıl buna onay vermezsin? İşte adamın suçu budur. İmam, devletin yürüttüğü, halka karşı yürüttüğü savaşta, kontr-gerillanın yanında yer almamış ve göre göre yalana ortak olmamıştır.

Camilerin altında AVM hesabı alışveriş için ticarethanelerin açılması günah değil. Kim bilir, bu ticarethanelerde, tam da caminin altında, acaba kaç kişi içki içiyordur ya da daha farklı günahlar işliyordur? Ama buna ses çıkmaz, çünkü ticaret kutsaldır ve Muktedir’in görevi “rant üretmektir.”

Muktedir, işi tamamen doğru anlamıştır, bu dünyada dünyalık yapmak istiyorsan, artık git üretim yap, Çin ile rekabete gir, onu pazarla vb. olmaz, bunlar için artık geçtir. Öyle ise ne yaparsın, bir kere muktedirsin, hemen rant üretirsin. Aslında üretmek de demeyecekti ama rant yaratmak dese, o da bir başka sakıncalı kelimedir. Ve Muktedir, iki konuda iyidir; birincisi rant yaratmak, ikincisi yalan haber yaratmak.

Bu yalanların ömürlerinin kısa sürmesi önemli değildir. Önemli olan o anlık etkisidir. Zira, ardından hemen yeni bir haber üretilir, olmadı yenisi. Bu, sürekli bir durumdur ve sadece ayda yılda bir yalan söylemekten söz etmiyoruz. O nedenle burada anlık sonuç almak önemlidir. Bunu yapıyorlar. Her gün, toplumun nabzını ölçeceklerini, ve bunu anket şirketlerinin doğru yapacağını sanıyorlar. Ve ardından ona uygun bir manipülasyon devreye sokuyorlar. Bunun için gerekli yalan haber neyse onu devreye sokuyorlar.

Diyarbakır bombalamasını ele alalım. HDP’nin seçim mitingine, yüzbinlerce insanın bulunduğu bir alanda, kürsüye yakın bir yerde önce bir bomba, ardından ikincisi patlatılıyor. İki bomba, aslında, muhtemel hareket yolunu düşünüp planlanmış gibidir. Ve Muktedir’e bağlı, devlete bağlı basın, hemen harekete geçiyor, kendi kendilerini patlattılar. Dahası, bilimsel bir hava verip, “sonuçları kime yarar getirir” sorusunu soralım diyorlar. Demek istiyorlar ki, bu HDP’nin oyunu artırır, demek ki bunu HDP yaptı ya da PKK yaptı. Hem bombayı attırıyorlar, hem yalanı üretiyorlar. Karşı-devrim için devreye koydukları savaş, aynı zamanda ona uygun bir kirli propaganda ile birlikte yürütülmek isteniyor.

Diyarbakır bombalaması, Suruç bombalaması, en son Ankara bombalaması, tümü, sadece seçimlere dönük saldırılar değildir. Aynı zamanda bu katliamlar, kitlesel eylemlerin, kitlesel direnişin gelişmesini önlemek içindir. Aynı zamanda sol-devrimci hareketin daha yeterince güçlü değil iken, önünü kesmek içindir. Aynı zamanda Kürt devrimi ile Batı’da gelişen Gezi sürecinin birleşmesini önlemek içindir. Yani burada uzun vadeli bir plan vardır. Kitlesel eylemleri, Soma karşısında gelişen eylemleri, Özgecan cinayetine karşı gelişen eylemler gibi eylemleri vb. önlemek istiyorlar.

Son Ankara eyleminden sonra HDP, kitlesel miting yapmama kararı aldı ve buna sevindikleri belli oluyor. İstiyorlar ki, tüm toplum sussun, kimsenin sesi çıkmasın. Muktedir, sarayında gür bir sesle konuşsun ve dinleyen herkes titresin. O rant yaratsın, oğlu toplasın. Burjuva medya yalanlar yayınlasın ve tüm toplum bir ninni gibi bunlara inansın.

Şimdi geriye bakalım, Diyarbakır bombacısı kimdir? Diyelim ki, sizden değil, neden yakalamıyorsunuz? Diyelim ki PKK’li, tüm gücünüzü devreye sokup hemen bulup afişe etmez miydiniz?

TC devleti, ister Muktedir istediği için olsun, ister Muktedir bir isteyince onlar on yaparak olsun, savaşı yoğunlaştırmıştır. Ülkenin her yanında sıkıyönetimler devrededir. 28 Şubat’ta Dolmabahçe’de açıklanan deklarasyonun ardından, diyelim ki 1 Nisan 2015’ten bu yana, sürekli savaş tırmanmaktadır. Ve bugüne kadar 1000’e yakın insan öldürülmüştür. Bunların 800’ün üzerindeki rakamı sivildir, 70’in üzerinde çocuk katledilmiştir. Sokaklarda beyaz bayrak kaldırarak hastahaneye gitmeye çalışan insan görüntüleri var. Evlerin duvarları mermi izleri ile dolu. Filistin artık Türkiye Kürdistanı’ndadır. Bu vahşi savaş, elbette büyük yalan propagandası ile birlikte yürüyor.

Suruç katliamını ele alalım. Suruç’ta canlı bomba patladığında, aynı “uzman”lar aynı soruyu sordular: Kime yarar sağlıyor? Oysa Ankara katliamının ardından, anlaşılan patlamayı sonradan öğrenmiş olan Davutoğlu, Erdoğan kadar hazırlıklı olmadığından, patlamayı yeni haber aldım diyerek kendini kurtarmaya çalışmıyor. Ama şaşkınlıkla, Suruç bombacısı hukuka teslim edildi diyor. Buradan hareketle, tüm canlı bomba eylemlerinin failleri bellidir, canlı bomba. O da patlamış olduğuna göre, eylem dosyası kapatılabilir. Bu tutum, çocuk kandırmayı bile aşan bir aymazlıktır. Ama dahası, savaşın şiddetini göstermektedir. Bu arada yine, Suruç katliamı için, kendileri patlattı diyebilmektedirler. Ve ulusalcı kesimler, buna dört elle sarılmakta, öyle ya, bundan kim fayda sağladı diye sormaktadırlar. Suruç’ta öldürülen 33 gence, bunlar zaten yoldan çıkmış kişilerdi diye bakan anlayıştır. Tecavüze uğrayan kadına, bu kadın zaten o yolun yolcusu diye bakan zihniyetin aynısıdır bu. Bugün Muktedir-AK Parti ile, eski Ergenekoncuları bir potada buluşturan şey, “devlet” refleksidir. Muktedir, devlet halk için vardır noktasından, halk devlet düşmanıdır noktasına gelmiştir. Ergenekon takımının bu “gelişmeyi”, işte gerçekleri gördü diye okuduğundan şüphe edilemez.

Ankara bombalarına gelelim. İki bomba patlatıldı, Diyarbakır’a benziyor ama biraz farklı. Burada iki bomba, doğrudan Gar’ın önündeki iki kolu, mitinge gelen kitleleri hedef almıştır. İkisi de, can almayı hedeflemekteydi. Öyle olmuştur. Şimdi, Ankara bombalamasının failleri yakalandı mı? İki kişi kendini patlattığına göre, dosyayı rahatça kapatabilir ve Muktedir’e teslim edebilirsiniz.
Ve yine utanmadan, devletin propaganda aygıtı, bu işi IŞİD de yapmış olabilir PKK de yapmış olabilir demekten geri durmamaktadır. Emin olabilirsiniz ki, bunca bilgiye rağmen, hâlen AK Parti tabanında bu eylemi PKK yapmış olabilir düşüncesinde epeyce insan vardır. Çünkü, savaşta taraf olmuşlardır ve gerçeklere gözlerini kapatmaktadırlar. Medya da onları bu yönde bilgilendirmektedir.
Medya denince, elbette yukarıda da söyledik eğlence sektörünü aklımızdan çıkarmayalım. Konya’da oynana milli maçta, sahada saygı duruşu yapılırken, tribünlerden allah-u ekber sesleri yükselmiştir. Konya maçının biletleri, sadece İstanbul ve Konya’da satılmıştır. Ve belli ki, bu savaşı organize eden güçler, patlamayla yetinmek, katliamla yetinmek niyetinde değillerdir. Tersine, bu yolla, kendi “ordularını” oluşturmaktadırlar. Rize’de miting düzenleyen Peker, mafya babası pozlarından siyasi ordunun liderliğine oynar pozisyona boşuna geçmemektedir. Bu iç savaşın bir ordusu oluşturulurken, en çok Peker’in takımından, en çok çetelerden adamlar alınmaktadır. IŞİD’in bu sürece aktif katıldığından da şüpheniz olmasın. Osmanlı Ocaklarının başkanının kabarık adi suç dosyası gibi, hepsinin dosyaları böyledir. Hamidiye Alaylarının oluşturulmasına benzemektedir. Farklı olarak yıl 1915 değil, 2015’tir. Ve Peker bu durumu görüp, bir miting düzenlemektedir ve polis, öncesinde, alana yakın tüm kahvehaneleri, pastahaneleri vb. miting güvenliği için boşaltmıştır. Bu, bize ulaşan bir bilgidir. Ve Peker, “oluk oluk kan akacaktır” diye tarihi-bilimsel tespitler mi yapıyor, yoksa, ‘böyle söyle’ deniliyor ve o da, önce ceketinin kollarını uca doğru çekip, heyecanla bunları mı söylüyor?

Ankara Garı’nda, MİT’in her zaman önlemleri vardır. Her zaman orası kontrol edilmektedir. Ve nedense, miting günü, kontrol etmekten vazgeçmişlerdir. Gar’ın üst odalarında, acaba, o saatlerde kimler vardı? Devletin elinde ne gibi görüntüler, videolar var?

Yine uzmanlar TV ekranlarında, “bu kime yarar”, tabii ki HDP’ye, o hâlde onlar yapmıştır, PKK ile IŞİD birlikte yapmışlardır. Bu kadar fütursuzca yalan söylenmesi, yalanın ömrünü kısaltır ama, yalan bir tane değil ki, o biter yenisi devreye sokulur, sonra o açığa çıkar, bu sefer de yeni bir yalan devreye sokulur.

Erdoğan’ın kızı Sümeyye’ye suikast iddiasını ele alalım. Birdenbire, basın, tam manşetten, Sümeyye suikastını işliyor. Sanki büyük bir komplo ortaya çıkmış gibi bir hâl yaratılıyor. Ama sonunda, Sümeyye suikastının, tıpkı, Bülent Arınç suikastı gibi yalan olduğu ortaya çıkıyor. Bülent Arınç suikastı ile, birileri kozmik odaya girmeyi hedeflemiş ve başarmış gibi görünüyor. Ama Sümeyye suikastı haberlerinin neyi hedeflediğini henüz biz bilmiyoruz.

Erdoğan’ın yolsuzluklarını örtmek için, basının uydurduğu yalanlar, yalan açıklamalar, her biri kuyruğundan yakalanacak kadar ortada olan yalanlar. Hangisini alırsanız alın.

Ya da Berkin Elvan’ın ölümünü ele alalım. Muktedir, 14 yaşındaki bir çocuğa savaş açtı. Ekmek almak için bakkala giden ve orada polisin attığı gaz fişeği ile ölen Berkin Elvan için, teröristti dediler. Sanki çocuğun Gezi Direnişi’ne katılmış olma ihtimali, onu öldürmek için yeterli gibi. Berkin’i öldürürsen, elbette, bunu anlatmak için, yalanlara başvurursun.

Ya da Roboski’yi hatırlayalım. Devlet, tüm kurumları ile, yıllardır bu olayı örtmek için uğraşıyor. O kadar ki, bir yandan, onlar zaten teröristti dediler. Olmadı. Bu sefer olayın üzerini örtmeye başladılar. Katırları öldürdüler, yalan üstüne yalan sıraladılar ve hâlâ bir sonuca ulaşılmadı.

IŞİD için, bugünün başbakanı, “bunlar öfkeli gençler” gibi bir açıklama yaptı. Bir ülkenin dışişleri bakanı bunu söyledi. Ve IŞİD’e akıl almaz yardımlar yaptılar. El Nusra’ya ya da diğerlerine. Ama bu arada giden silâhları, TIR’lar dolusu silâhı, “bayırbucak” Türkmenlerine gönderiyoruz dediler.

Musul konsolosluğunda IŞİD’in rehin aldığı konsolosluk çalışanları olayını hatırlayalım. Devlet, bizzat, açıktan halka yalan söyledi. Konsolosluk çalışanları anlaşmalı olarak IŞİD’e teslim edildi. Bu artık biliniyor.

Tüm bunlar, medya operasyonlarının nedenini daha açık hâle getiriyor. Muktedir, AK Parti, elbette doğrudan kendine bağlı medya kuvvetleri elde etmek istiyor. MİT ve polis teşkilâtını buna göre örgütledi, örgütlüyor. Bu konuda Fethullah hareketine göre çok geç kalmış olduğu açık olduğu için, o da, paramiliter çeteler kurmak istiyor. Osmanlı Ocakları, bunun legal zeminini oluşturuyor, Sedat Peker örneğindeki gibi mafya, bunun bir başka ayağını oluşturuyor, IŞİD ile bağlantılı çeteler bir başka kanadını oluşturuyor. Böylece, çete-devlet örgütlenmesinde bir yeni sayfa açılmak isteniyor.

Herkesi izliyor, dinliyorlar, ama adına “ileri demokrasi” diyorlar.

Çocukları katlediyorlar, ama “insan hakları savunucusu” oluyorlar.

İç güvenlik yasası gibi yasalar çıkarıp, herkesi tutukluyor, herkese ateş ediyor, her tür hak arama eylemine saldırıyorlar, TOMA’ları, zırhlı araçları, gaz bombaları ile tam bir savaş yürütüyorlar ve hiç utanmadan, her gün “terör”den söz ediyorlar.

Burjuva egemenlik, tekelci egemenlik, bir avuç zenginin halklar, işçi ve emekçiler üzerindeki diktatörlüğüdür. Bu bir avucun, milyonları sessiz, suskun tutabilmesi için, yalan, en büyük silâhlarıdır, gelenekler, kör inançlar en büyük silâhlarıdır. Ve bunları sürekli etkin kılacak, açık bir bombardıman ile gerçeği, güneşi görünmez hâle getirecek araçları basındır. Burjuva medyanın görevi budur. Muktedir medyası, bu konuda, ülkemiz basınının karartma geleneğinde yeni aşamalar yaratmakta, yeni zirvelere ulaşmaktadır.

Ama, ne olursa olsun, bu azgın saldırganlık, bu hukuksuz sistem, bu sömürü düzeni, insanın insana kulluğuna dayanan dünya, bu adaletsiz düzen, bu yalan makinaları ile ayakta tutulamayacaktır.

Ege’den geçen sığınmacıların sayısı 208 bin olarak açıklandı

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği, Yunan adaları üzerinden AB topraklarına giden sığınmacıların sayısını açıkladı.

Kuruluşun verilerine göre, bu yıl içerisinde 208 bin sığınmacı botlarla Midilli Adası’na gitti. BM Yüksek Komiserliği, Türkiye toprakları yakınındaki adanın sığınmacıların ana istikameti olduğunu vurguladı.

Kos’a Geçenler

Bodrum’un karşısındaki Kos Adası’na giden sığınmacıların sayısının ise 40 bin dolayında olduğu bildirildi.

Sığınmacıların yüzde 70’inin Suriyeli, yüzde 18’inin Afgan ve yüzde 3’ünün de Pakistanlı olduğu bilgisi verildi. Sığınmacıların üçte ikisinin de erkek olduğu vurglandı.

Ege adaları üzerinden Yunanistan’a gelen sığınmacıların toplam sayısının ise 390 bin olduğu belirtildi. Eylül ayı sonuna kadar İtalya’ya 131 bin sığınmacının geldiği, bunların çoğunun Eritre, Nijerya ve Somali gibi Afrika ülkelerinden olduğu ifade edildi. (Direnisteyiz2.org)

Mujica’dan işçilere: Örgütlerinize gözünüz gibi bakmalısınız

Toplantıda Uruguay’daki mücadele deneyimleri üzerine yapılan konuşmalar tüm mücadelelere ışık olacak şekilde ele alındı. Mujica ve Gamberra Orta­doğu, mülteci sorunu, Ankara Katliamı, örgütlenme ve iktidar deneyimleri ile birleşik mücadele üzerine önemli görüşlerini paylaştılar.

Türkiye’de mücadele yürüten siyasal örgütler­den, meslek örgütlerine, partilerden, sendikacılardan çok sayıda kişinin yoğun ilgi gösterdiği etkinlikte Uruguay’lı yoldaşlarımız “Siz yoldaşlar burada tarih yazıyorsunuz. Bu tarihi birlikte yazmanın yollarını bulmamız gerekiyor. Bilin ki beraberiz, bilin ki müt­tefikiz.” mesajı verdi.

Mujica ve beraberindeki heyet yarın Cumartesi Anneleri oturma eylemine katılacak. 10 gün boyunca ülkemizde olacak Mujica’nın İstanbul’un ardına Es­kişehir ve İzmir’de de etkinliklere katılacağı açıklan­dı.

İşçi Hakkı İhlali Olmayan Tek Ülke: Uruguay

Mücadelede ölümsüzleşenler içi saygı duruşu­nun ardından DİSK Genel Başkanı Kani Beko etkin­liğe katılanları ve konukları Türkçe ve İspanyolca se­lamladı. “10 Ekim’de Ankara’da kaybettiğimiz barış güvercinlerimizi saygıyla anıyoruz. Onlara barış ve demokrasi borcumuz var” diyen Beko, 40. gününde Kobane’de ölümsüzleşen Genç Sen Üyesi Aziz Gü­ler’i de andı.

DİSK’in ITUC üyesi olduğunu belirterek ITUC’un iş hakları ihlali raporunda Türkiye’nin en çok hak gaspı yapan ülkeler arasında olduğunu ha­tırlattı. Beko, “Son yıllarda hiçbir işçi hakkı ihla­li olmayan tek ülke var: Uruguay.” diyerek sendika başkanı ve Mujica’ya teşekkürlerini iletti. 70 yıldır özlem ve hayranlıkla devrimci hareketi takip ettikle­rini söyleyen Beko, Mujica’nın mütavazi yaşantısının da saraylarda yaşayanlara örnek olması temennisinde bulundu.

“Yoksul ile zengin arasındaki adaletsizliğe son vermeyi amaçlayan bu hareketi selamlıyoruz” diyen Beko, 1 Kasım’da herkesi emekten, barıştan ve de­mokrasiden yana partilere oy vermeye çağırdı.

Eşitlik ve özgürlüğün vazgeçilmez olduğu bir Türkiye özlemi duyduğunu belirten Beko, konuş­masını Nazım Hikmet’in “Ölmekten korkmuyorum / Onuruma yediremiyorum zamansız ölmeyi/ en sevdi­ğim memleket yeryüzüdür/ Sıram gelince yeryüzüyle örtün beni” dizeleri ile noktaladı.

Arzu Çerkezoğlu da Uruguay ve Türkiye ara­sındaki benzerliklere dikkat çekerek, askeri darbe süreçleri ve sendikaların kapatılması ardından her şeye karşın devam eden ve yükselen mücadele vurgu­su yaptı. Türkiye’de de direnişin Uruguay’daki gibi

 

bir başkan çıkartabileceği umudunu taşıdığını belir­ten Çerkezoğlu sözü “kendisine sayın denilmesinden hoşlanmayan sevgili Pepe’ye” Uruguay Eski Devlet Başkanı Jose Muica’ya bıraktı.

“Yoldaşlar…”

Jose Mujica konuşmasına ülkesinin geçirdiği ta­rihsel süreci özetleyerek başladı:

“Yoldaşlar, biliyorum Latin Amerika buradan epey uzak. Biliyorum Ortadoğu olarak batı mede­niyetinden epey uzakta şekillendiniz. Uruguay da sömürgecilik döneminde batının başka bir ucunda şekillenmişti. Bu şekillenme sürecinde, batının sö­mürgeleştirme sürecinde pek çok yerli halk tamamen yok oldu. Benim küçük ülkem bütün bu sömürgeci­liğe karşı verilen bağımsızlık savaşlarında oluştu. Kapitalizmin tarihinde Latin Amerika’da piyasaların oluşması, aynı zamanda sömürgeciliğe karşı bağım­sızlık hareketlerinin oluşması çok özgün bir süreçtir.

Çok uzun bir süre bizi birleştiren şey sömürge­cilik olduğu için bizi sömürmek isteyen batı AB ve ABD olduğu için kendi komşularımızla birleşmek değil, dışarı piyasalara bağımlılık üzerinden yaşadık.

Kendi birliğimizi oluşturmak kendi gücümüzü görebilecek kapasiteyi yaratmak için çok zorlu bir süreç yaşadık.

Her ne kadar aynı dili konuşmamıza rağmen mil­yonlar olmamıza rağmen içimize bakmak kendi po­tansiyelimizi görmek ve birleşmek için çok zorlu bir süreç yaşıyoruz.

En fazla yirmi seneden beri aynı dili konuştuğu­muz kurumları kurduğumuzdan bahsedebilirim

Görüyoruz ki dünyada artık büyük bölgesel gruplarda bloklaşma var. AB, ABD’nin Kanada ve Meksika ile kuzeyde kurduğu büyük lejyoner blok, Çin’in aslında büyük bir çok uluslu şirketler birliği olduğundan bahsedebiliriz.

Biz başka ülkeler olarak tek başına durarak kü­çük gruplar kurmaya çalışsa da geleceğimizi böyle kuramayacağımızı görüyoruz. Dünyanın geleceğinde büyük bölgesel bloklar yatıyor.

“Bu coğrafyada çok büyük bölünmeler yaşa­nıyor”

Şimdi misafiri olduğum bu bölgeye bakıyorum. Çok büyük çatışmalar yaşanıyor bu bölgede. Büyük savaşlarla bu bölgesel blok olma sürecinden kopuşu­nu görüyoruz. Tek bir ülke olarak kendi gerçeklikle­rini farklılıklarını geçerli kılmanın mümkün olmadığı bir dünyada çok büyük bölünmeler yaşanıyor bu coğ­rafyada.

“Eğer bu koalisyonu beceremeseydik hiçbir zaman iktidar olamazdık.”

Son 40 yılda ideallerini gerçekleştirme amacıyla birleşme adına en önemli hareketlerden biri tüm sen­dikal hareketlerin 40 yıl önce bir çatı altında birleş­mesidir. Bir diğeri ise 40 sene önce siyasi düzlemde ülkenin bütün ilerici güçlerini birleştiren geniş koalis­yondur ve şu anda da ülkeyi yönetmektedir. 40 sene önce kurulan yaklaşık 20 farklı ilerici partinin koalis­yonuyla kurulan 15 yıldan beri iktidarda. 15 senedir farklılıklarımızı gözeten ortak bir programla ülkeyi yönetiyoruz. Eğer bu koalisyonu beceremeseydik hiç­bir zaman iktidar olamazdık.

“Farklılıkları Verimli Bir Müzakerenin Ko­nusu Yapıyoruz”

Ama şunu bilin ki, müzakere ediyoruz farklılık­larımız var bunları müzakereye tabi kılıyoruz ve bu­nun sonucunda ortak bir programla ortaya çıkıyoruz. Farklılıkları koruyarak, verimli bir müzakerenin ko­nusu yaparak birliği amaçlamak bizim başarılarımızın temelinde yatıyor. En büyük başarımız bu süreçten geçiyor.

Sol içinde farklılıklar olduğunu ve olacağını ka­bul etmek gerekiyor. Ama solun en büyük birleştirici unsuru muhafazakâr sağa karşı savunduğu değerler­dir. Bunları unutup kendi içinde savaşa giriştiği her yerde kaybetmiştir

“Herkesin Aynı Şeyi Düşüneceğini Düşünmek Bu Dünyaya Uygun Değil.”

Fransız devriminde sol fraksiyonlar birbiriyle tartışmaya giriştiğinde, İspanya savaşında faşist Fran­co güçlerine karşı anarşistler ve sosyalistler savaşa tu­tuştuğunda, İtalya da aynı olmuştur. Sol kendi içinde fraksiyonal savaşlarına daldığı ve karşısında esasen mücadele ettiği sağı unuttuğu zaman her zaman kar­şısı kazanmıştır.

“Ortak program”

Ortak program. En çok altını çizmek istediğim nokta ortak program. Herkesin aynı şeyi düşüneceği­ni düşünmek bu dünyaya uygun değil. Eğer sol so­mut hayatı değiştirecek bir alternatif olmak istiyorsa muhakkak ortak, değiştirilebilir paydalarda buluşmak zorundadır. Siz işçi yoldaşlarım eğer işçi kaderinizde bir şey değiştireceğini düşünüyorsanız onu savunun, eğer inanmıyorsanız da onu değiştirmeye çalışın.”

“Kolonya’da Türkiyeli Bir İşçi İle Karşılaş­tım…”

Kendisine yöneltilen soruları da yanıtlayan Mu­jica Uruguay’da Türkiyeli bir işçi ile karşılaşmasını anlattı.

“İki yıl önce halen devlet başkanıydım. Yoldaş­larımla küçük şehirlerden biri olan Kolonya’da dolaş­maktaydım. Karşıma dediği hiçbirşeyi anlamadığım Türkiyeli bir işçi çıktı ve dediğini anlamadığım “sun­ ka sunka sunka!” dedi. Sunka Uruguay İnşaat İşçile­ri Sendikası’nın kısaltmasıdır. Bu şehirde büyük bir selüloz fabrikası kurulmaktaydı ve dünyanın birçok ülkesinden işçiler burada çalışıyordu. Bu Türkiyeli işçi de nitelikli bir sıvacı işçiydi.

Bu selüloz fabrikasında ücretlerini alamayan iş­çiler sendikaya başvurmuştu. Sendika vatandaş bile olmayan işçilerin haklarını savundu ve işçiler 10 bin dolardan fazla birikmiş haklarını alabildiler. İnşaat bittiğinde hepsi SUNKA’nın doğal müttefikleri hali­ne gelmişti.

“Birçok ülkede işçiler, işlerini savunmak için şovenist bir duruma düşebiliyor”

Ve o anda Uruguay sendikal hareketinden çok onur duydum, çünkü bir çok ülkede işçiler işlerini sa­vunmak için çok şovenist bir duruma düşebiliyorlar. Kendi ülkemde bunun gerçekleşmeyeceği bir sendi­kal hareketin yaratılmasından gurur duydum.”

“14 Yıl Hapis Yattım, 10 Yılı Hücrede ama ar­tık bitti!”

Bir başka soru üzerine, 80 yaşını kutladığını ve 14 yıl hapiste kaldığını, bunun 10 yılını tecritte ge­çirdiğini söyleyen Mujica “ama artık bitti!” diyerek salondaki herkesi güldürdü. Hapiste kaldığı süre bo­yunca kendi deyimiyle “geviş getiren bir inek gibi” okuduğu kitapları sürekli kafasından geçirerek tekrar ettiğini söyleyen Pepe, esasında o dönemde okuduk­larından çok şey öğrendiğini ifade etti ve nasıl bir iradeyle direndiğini şu sözlerle açıkladı: “Köksüz­leşenler hayattan kopanlar darbe yaşayan değillerdir kollarını iki yana sarkıtıp devam etmeyenlerdir.”

İşçi Komitelerinde Örgütleniliyor

Koalisyonun hangi asgari ortak programla bir araya geldiğinin sorulması üzerine Mujica, 70 senedir bölünüş halde olan bir solla yaşadıklarını belirtti. Bu koalisyon için en önemli noktanın üç farklı örgütte olan işçilerin bir araya gelmesinin etkili olduğunu ifa­de eden Mujica sekter davranılmadığını, ortak pay­dada ve minimal programda herkesin katkı vermesi­ni sağladıklarını ifade etti. Aynı zamanda merkezde olmayan işçilerin komiteler halinde örgütlenmesini ve sendikal mahalle örgütlenmelerinin eş düştüğü bir yapıda bir araya gelmesini sağladıklarını, stratejik farklılıklara değil, beraber mücadele edebilme yete­neklerine vurgu yaptıklarını ekledi. İç işlerinde koor­dinasyonu sağlamanın çok büyük bir emek gerektir­diğinin altını çizen Mujica, herhangi bir konuda karar almak için çoğunluğu sağlamanın çok zor olduğunu ifade etti. Amaçlarının aritmetik bir ortaklıktan ziya­de birbirinin müzakere sürecinden güçlenen, ortak­laştıran bir süreci amaçladıklarını ifade eden Başkan işçilerinin birliğinin reel bir alternatif olarak ortaya çıktığında hiç beklemediği kesimlerden güç ve destek alabildiğini kaydetti.

Hareketlerini ilerici, reformlarla haklarda ilerle­meler sağlayan bir hareket olarak tanımlaması gerek­tiğini söyleyen Mujica, geniş koalisyon içindeki radi­kal partilerin bakış açısıyla çok da fazla bir şey talep etmediklerini, radikal bir şekilde ileri gitmediklerini belirtti.

İttifaklarla ilerleyen bir hareket olarak başlıca amaçlarının muhafazakar elitlerin siyasi arenada izo­le edilmesi olduğunu söyleyen Mujica bu sayede orta sınıflar ve küçük işletmelerin de ittifaka katıldıklarını, sosyalistlerin bu programı domine etmemesi sonucu ittifakın büyüdüğünü belirtti.

Pek çok siyasetin koalisyon içerisinde yer aldı­ğını, sosyalist olmayanların da varlığının olduğunu belirten Mujica, muhafazakar sağ elitleri tecrit etme amacına ulaşabildiklerini, ülkeyi en alttakiler lehine geliştirdiklerini ama bu ittifakın ülkeyi sosyalist bir ülke yaratma amacıyla bir arada olmadığını söyle­yen Mujica ülkesinde mücadele ve sürecin devam et­tiğinin altını çizdi.

Emperyalizme karşı savaşan herkesle kendisini dost ve kardeş hissettiğini belirten Mujica, özgürlük mücadelesi veren bütün halkların yanında olduğunu da belirtti.

“Her 10 Öğrenciden 7’si Kadın”

Kadın özgürlüğünde ülkesinde çarpık bir durum olduğuna işaret eden Mujica, aynı işi yaptıkları halde kadınların erkeklerden daha düşük ücretle çalıştığını, buna karşın üniversitede her on öğrenciden 7’sinin kadın olduğunu ve kadınların beyaz yakalı olarak iş hayatında daha fazla yer edindiklerini belirtti.

“Örgütlenmelisiniz ve Örgütlerinize Gözünüz Gibi Bakmalısınız”

Mujica konuşmasını örgütlenme üzerine tespit ve önerilerle şöyle tamamladı:

“Biz kadınlar ve erkekler mücadele ettiğimiz zaman, siyasi ve daha çok kolektif bireylere ihtiyaç duyarız. Kolektif bireyler derken, örgütlü bireylerden bahsediyorum. Bu bir parti olabilir, bu bir sosyal ha­reket olabilir. Biz örgütlenmediğimiz zaman, tek tek bireyler olarak hiçbir gücümüz yoktur ve bilin ki ha­yat çok hızlı geçiyor, hiçbir etki bırakmadan çok çok hızlı geçiyor. Örgütlenmeler yaratmalısınız, örgütlen­melisiniz ve onlara gözünüz gibi bakmalısınız. Bunu yaparken de insani hataları, sizin gibi olmayanları ahlaki olarak yargılamamayı da öğrenmelisiniz. Ha­talar ve yargılamalar üzerinden bir birlik ve bir güç yaratılmaz. Hepimiz insanız ve birliğimizi zaafları­mızla buluşarak yaratacağız. Şu anda söylediklerim ne kadar da bir çelişki gibi gözükse de, hem örgüt­

 

lenmelerinize gözünüz gibi bakmalısınız, hem de bir­liğinizi yaratmak için elinizle büyüteçle başkalarının hatalarını aramamalısınız. İttifak politikasını, müza­kere kabiliyetini, başkalarının hatalarını tolere ederek kendi örgütünüzün gücü haline çevirmelisiniz çünkü Che Guevara’yı yeniden üretmemizin imkânı yok.”

Gamberra: “Türkiyeli Yoldaşlarımızın Yanla­rında Olduğumuzu Bilmelerini İstiyoruz”

Mujica sözü Uruguay İşçi Konseyi olarak tarif­lenebilecek, çok farklı işçi örgütlenmesini barındıran (70 den fazla örgütü birleştiren) bir çatı örgütün yöne­ticisi olan Fernando Gamberra’ya bıraktı.

Gamberra, “dünyanın başka ucuna gelip PE­PE’nin yalnız bizim değil sizlerin de olduğunu gör­mek bizi çok mutlu etti” diyerek sözlerine başladı. Karşılamada çalınan ezginin kendisini duygulandır­dığını belirten Gamberra “Bir halkın kendi tarihini yazmasında daha değerli Bir şey olamaz” hatırlatma­sında bulundu.

Gamberra bilgi ve deneyimin nesiller boyu akta­rılmasının önemli olduğunu vurgulayarak kendileri­nin bunun gücüne inanarak Mujica’nın da içerisinde siyaset yaptığı geniş koalisyonla 2005-2015 arası dö­nemde birlikte işçi hareketini birleştirmeye çalıştık­larını anlattı.

Bütün partilerden bağımsızlığı ve bütün işçi de­neyimlerini biriktiren bir adres olabilmenin önemin­den bahseden Gamberra şöyle konuştu:

“Tam da bizleri karşıladığınız bu şarkının nesil­ler ötesi aktarımının gücüne inanarak biz çok uzun bir işçi hareketini birleştirmeye çalıştık. Bizim için bütün partilerden bağımsızlığı ve bütün işçi mücadele de­neyimini biriktiren bir adres olması çok önemliydi.”

“Bu bağımsızlık sayesinde Muica’nın da içeri­sinde siyaset yaptığı geniş koalisyonla, 2005-2015 arası dönemde birlikte çalışarak işçi yasalarının ve pratiklerinin hayata geçirildiğini gördüklerini, toplu sözleşme, iş güvenliği yasaları ve işçi cinayetlerinin takibi gibi konularda ilerleme kaydedildiğini belirtti. Küreselleşmenin bütün dünya işçilerinin kaderini or­taklaştırdığını, teknoloji geliştikçe çalışma koşulları­nın daha güvencesiz hale geldiğini kaydeden Gam­berra, teknoloji, gelişme diye sunulan şeylerin emek dünyasında daha fazla çalışma, daha fazla güvence­sizlik anlamına geldiğini belirtti.

“İşçi mücadelesinin küresel olduğunu bir kez daha hatırlatmak gerekiyor.”

“Bu yüzden işçi mücadelesinin küresel olduğu­nu bir kez daha hatırlatmak gerekiyor. Bizim çalışma koşulları ile ilgili mücadelemiz onurumuzla ilgili bir mücadele. Küreselleşmenin teknolojinin olduğu ka­dar bizim mücadelemiz de küresel bir mücadele.”

“Dünyanın her yerinde işçilere meşruiyet ve onur veren bir varlık olduğunu düşünüyoruz, çalış­manın sınırların ötesinde insanlara meşruiyet ve onur getirdiğini ve hepimizin mücadelesini ortaklaştırdığı­nı düşünüyoruz. Bütün Türkiye’deki yoldaşlarımızın da bizim de yanlarında olduğumuzu ve bütün müca­delelerini destekleyeceğimizi bilmelerini istiyoruz.”

“Sadece çalışanların değil, hepimizin tanık oldu­ğu mülteci sorununda da kendilerini sorumlu hisset­tiklerini belirten Gamberra, Suriyeli mülteciler soru­nunun tüm insanlığın sorunu olduğunu dile getirdi.”

“Ankara Katliamı’nı Soma Katliamından Ba­ğımsız Düşünemiyorum”

Ankara katliamının acısını yüreklerinde hisset­tiklerini söyleyen Gamberra, barış için sesini yüksel­ten emekçilerin katliamının Soma katliamından ba­ğımsı düşünemediğini belirterek şöyle konuştu:

“Dayanışmadan bahsettiğimde kalbimden ve gönlümden son ölümcül katliamlarda hayatını kay­beden emekçilerle ilgili en içten duygularımı bildir­mek istiyorum. Katliamda barış için sesini yükselten emekçilerin katliamını Soma madende katliamdan bağımsız düşünemiyorum. Hepsi için açıklamalar yaptık bizim de yürekten hissettiğimiz katliamlardı bunlar.”

“Yalnız dayanışmak değil eylem birliğine geç­memiz lazım”

Gambera “Yalnız dayanışmak değil eylem bir­liğine geçmemiz lazım. Dünya işçilerinin bir eylem birliği bulması gerekiyor.” dedi.

“Eskimeyen Cümle: Dünyanın Bütün İşçileri Birleşin”

Gambera, Marx’ın sözünü hatırlatarak şöyle dedi: “Aslında bu konu da hiç eskimeyen bir cümle var: dünyanın bütün işçileri birleşin!”

“Yoldaşlar burada tarih yazıyorsunuz”

Gambera kendilerini dinlemeye gelen işçiler, si­yasi kurum temsilcileri, meslek örgütleri üyeleri ve gençlere seslenerek, “Siz yoldaşlar burada tarih yazı­yorsunuz. Bilin ki Uruguay’daki yoldaşlarınız da dos­tunuzdur. Bu tarihi birlikte yazmanın yollarını bulma­mız gerekiyor. Bilin ki beraberiz, bilin ki müttefikiz.”

Mujica’ya “Anadolu’ya Hoş Geldin” Hediyesi

Etkinlik öncesinde 8 yaşında Asya, Jose Mujica ve eşi Lucia Topalansky’e “Anadolu’ya Hoşgeldiniz” yazılı kızıl yıldızlı bayrak ve onların resimlerini yap­tığı resim hediye edildi. Mujica birlikte gerilla müca­delesi verdiği yoldaşı ve eşi ile kollarının birleşik çi­zildiği resmi ilgiyle inceleyerek, hediyeleri gönderen yoldaşa sevgilerini iletti.

(31 Ekim 2015, direnisteyiz2.org)

Çayeli Bakır İşletmesi İşçileri Greve Çıktı

Grev süreci başlatılırken işçiler adına açıklama yapan Maden İş Sendikası Sivas Şube Başkanı Zekeriya Gültekin, maden patronunun gelecek 3 yıl için sıfır zam teklifi üzerine greve çıktıklarını belirterek, geçmiş yıllarda yapılan grevlerin bazı girişimlerle kırıldığını hatırlattı. Bu grev için de bazı hesaplar yapıldığını belirten Gültekin, “Kim ne hesap yaparsa yapsın bu hesapların hepsini tersine çevireceğiz ve bu grevden başarılı çıkacağız” dedi.

İşletmenin tamamı Kanadalı şirkete ait

Rize Çayeli ilçesinin Madenli Beldesinde faaliyet gösteren Çayeli Bakır İşletmeleri 7 Temmuz 1983 tarihinde kuruldu.

Kuruluşunda, hisselerinin yüzde 45’i devlete ait Eti Maden İşletmeleri genel müdürlüğüne, yüzde 49’u Kanada’lı İnmet Mining Co. şirketine, yüzde 6’sı ise Gama AŞ’ye ait idi.

Kanada Şirketi, 2001 yılında Gama hisselerini, 2004 yılında ise özelleştirme kapsamında devlete ait hisseleri satın alarak işletmenin tek sahibi oldu.

Yılda 1 milyon ton cevher üretme ve işleme kapasitesine sahip işletmede ortalama 150 bin ton (yüzde 25 tenörlü) Bakır ve 70 bin ton (yüzde 50 tenörlü) Çinko konsantresi üretiliyor.

Yeraltı metal madenciliği sektöründe ülkenin en büyük tesisi olan işletmede 320’si sendikalı 475 ana şirket işçisi, 100 dolayında da müteahhit şirketlerde çalışan taşeron işçi bulunuyor.

(İşçi Gazetesi, 3 Kasım 2015)