Ana Sayfa Blog Sayfa 258

Savaş bloğu ve barış bloğu

Sadece onun telefon kayıtlarını yayınlasalar, sanırız açık hâle gelecektir. Bu eğer size ikna edici gelmiyorsa, Adana ve Mersin bombalama eylemlerine bakın. Bu bombalamalardan onlarca ölü çıkmasını bekledikleri söylenebilir herhâlde. Bu durumda, HDP’nin kitleleri tutamayacağı düşünülmüş olmalıdır. Eğer size hâlâ bunlar savaş için ikna edici değil diye geliyorsa, Diyarbakır mitingine konan bombaları düşünün.

Yetmedi mi, yere yatırılmış insanların başında, “bu devlet size ne yaptı” diye nutuk atan kolluk kuvvetleri manzarasını aklınıza getirin. Gerçekten bu devlet ne yaptı sorusuna yanıt versek, acaba saymakla biter mi?

Suruç katliamı, Erdoğan-devlet ve AK Parti iktidarından bağımsız mıdır?

Neden, ısrarla, Erdoğan, devlet ve AK Parti iktidarını ayrı ayrı sayıyoruz? Bu üçlüyü özellikle sayıyoruz, aralarında konum farkları var, ama bugün, içlerindeki farklı eğilimlere rağmen, devlet ve AK Parti iktidarı Erdoğan’ın bayrağı altında birleşmektedir.

Bu üçlüye, bazı iş çevrelerini, bazı çete örgütlenmelerini vb. eklersek, karşımıza bir savaş bloğu çıkmaktadır.

İşte savaşı körükleyen bu bloktur.

Bu blok, aynı zamanda, uluslararası çeteleri de içine almaktadır. Dünya gericiliği, dünyanın birçok yerinde, çeteleri halkların karşısına çıkarmaktadır. Ukrayna bir çete devletidir ve IŞİD, adına devlet denilen ve öyle de tanınan bir çetedir.

Burada bir paranteze ihtiyaç var, çetelerin devlet olarak anılmasında bir sakınca yoktur. Zaten devletlerin neredeyse çoğunluğu birer çetedir. Bu kapitalizmin bu çürümüş aşamasının özelliğidir de. Bu nedenle okuyucuya, bizim “tekelci polis devleti” analizimizi okumasını öneriyoruz.

Tekrar savaş bloğuna dönersek, Erdoğan, AK Parti iktidarı ve devletin içinde ortaklaşa var olduğu bu savaş bloğunda, Ortadoğu’da etkin olan bazı çetelerin de yer aldığından şüphe yoktur.

Öyle ise, ülkemizi saran bu savaşın, bir tarafında yer alanların, savaş bloğunda yer alanların, savaş taraftarlarının kimler olduğunu anlamak mümkündür. Ve bunların sadece “yerel güçler” olmadığı da açık olmalıdır.

Bu savaşı, aslında, aynı zamanda bölgemizdeki gericiliğe, emperyalizme ve onun uzantılarına karşı bir savaş olarak ele almak gerekir. Bugünkü savaşın kundakçıları bölgemizde de, dünyada da savaşı kundaklayanlardır.

Elbette, Erdoğan, kendi kurtuluşu için, başkanlık sistemini getirecek bir sonuç elde etmek istemektedir. Bugün, son 5 aydır, Erdoğan, bu isteğine sadece seçimler yolu ile, “milli irade” ile varmak gibi bir naiflik içinde değildir. Tersine, Erdoğan, “milli irade” istemiyorsa, onu ikna edecek savaş metotlarını devreye sokmakta beis görmemektedir. Hızlı ve acımasızca bir savaş yürütmeye yeltenmesi, hem içerde başkanlık isteğinin ne kadar güçlü olduğunu göstermektedir, hem de, Ortadoğu’da savaş kundakçıları ile ne kadar iç içe olduğunu göstermektedir.

Suriye savaşı, giderek içeride de bir savaşa dönüşürken, Erdoğan, bu savaşta daha fazla ve daha fazla ısrarcı davranarak, ABD-İngiltere hattına oynamaktadır. Buradan bir destek ummakta ve bu yolla, gelecek seçimlerde, iktidarı alabileceğini düşünmektedir. ABD ve İngiltere, acaba bu desteği verecek midir ve bu destek olursa tek başına iktidar çıkacak mıdır? Tek başına iktidar çıkarsa, acaba, başkanlık sistemi otomatik olarak gelecek midir?
Erdoğan, Suriye savaşından vazgeçemez durumdadır.

Erdoğan, bu savaşı sürdürebilmek, başkanlık sistemine “dârülharp” taktikleri ile varabilmek için, devletin Ergenekoncu kesimleri ile yeniden bir araya gelmekte tereddüt etmemektedir. Erdoğan biraz ulusalcı olarak ortaya çıkarsa ve eski Ergenekon’un yerine Ötüken vb. kurmalarının yolunu açarsa, devletin bazı kadrolarının desteğini alacağını düşünmektedir. “Orduya kumpas” kuruldu demeçleri ile, “paralel”e karşı eski “zinde” güçleri devreye sokmak istemektedir. Oysa burada bir sorun var, acaba Erdoğan, dârülharp taktikleri ile bu “ulusalcıların” desteğini alabilecek midir?

Erdoğan, AK Parti kadrolarını da kendi yanına almıştır ve 7 Haziran seçim sonuçlarını açıktan tanımadığını ilan etmiştir. Bu ilan ile AK Parti, tamamen Erdoğan’ın denetiminde görünmektedir. İçinde, kesinlikle İngiltere, Amerika, İsrail, Almanya vb. gibi güçlerin odaklanmış olduğu kesin olan AK Parti’nin, Erdoğan’ı kurtarma projesine bu denli “saf tutması”, acaba gelecekte de saf tutacaklarının garantisi midir? Bunu şimdilik bilmiyoruz.

Ama bildiğimiz şey, Erdoğan, siyasal iktidar ve devlet, birlikte savaşı kundaklamaktadır. Burada iplerin kimin elinde olduğunun çok büyük bir önemi yoktur.
Önemli olan, bir bütün olarak devletin, savaşı yükseltmesidir.

İşte savaş bloğu, bu biçimde hareket etmektedir.

Erdoğan medyası, açıktan ilan ediyor ki, eğer siz seçmenler, AK Parti’yi seçmiş olsaydınız, bu savaş olmayacaktı. Oysa, Erdoğan başkan olsa, savaşın bin kat daha tırmandırılmış hâlini göreceğiz.

Ama savaş tutmuyor.

Bu kez cenazeler geldiğinde, halk, “şehadet şerbetini içmek”, “şehitlik mertebesine ulaşma mutluluğunu tatmak” gibi ifadelerin cazibesi ile hareket etmiyor. Tersine, “buyurun oğullarınızı savaşa gönderin”, “buyurun mutluluğu siz de tadın” tepkileri ortaya çıkmaktadır. Ciddi biçimde savaş, tüm toplumda tepki toplamaktadır. Bir yarbayın, kardeşinin ölümü karşısında söylediği sözlerin onun linç edilmesi için kullanılması, boşuna değildir. Ama bu tepki, 1990’lardan açıkça farklı bir durumu ifade etmektedir.

Bu durum, toplumdaki barış isteğinin güçlülüğünü göstermektedir.

Barış bloğu, tüm halkların, toplumun tüm kesimlerinin ortak isteğinin ifadesi olarak örgütlenmelidir.

Barış bloğu, savaş bloğunu durdurmanın yolunu açabilecektir. o

Karadeniz, rant ve cinayetler

Ermeni’ye karşı Kürd’ü, Kürd’e karşı Laz’ı, Rum’a karşı Türk’ü, Alevi’ye karşı Sünni’yi vb. sürekli kullanmış, kışkırtmışlardır. Bunu yapmadıkları il ve bölge yoktur. Ama Karadeniz, sürekli üzerine oynadıkları bir bölge olagelmiştir.

Karadeniz’in sahillerini, devlete bağlı çetelerle denetleme süreci, 1915 sonrasında başlamıştır. Dinin acımasızca kullanılması ise 1960 sonrasında geliştirilmiştir. Karadeniz, sürekli olarak, devlet çeteleri eli ile denetim altına tutulmuştur.

Erdoğan ile birlikte, son yıllarda bu daha da artırıldı. Her şehirde mafya-işadamı çeteleri kuruldu ve bunlar doğrudan, Erdoğan’ın etrafında örgütlendi. Şimdilerde ise, iş daha ileri götürülüyor, her ilçede esnaf içinden muhbir ağı örgütleniyor. Bize gelen bilgilere bakılırsa, her ilçeden 4-5 kişilik bir muhbir esnaf ağı devreye sokulmuş durumdadır. Ama bu esnaf grubunun dışında, mafya- çete örgütlenmeleri de var. Bunlar iki şeyi aynı anda kullanmaktadır, din ve milliyetçilik. Ve arkada işadamı-mafya organizasyonu ile bu süreç canlı tutulmaktadır.

Bu örgütlenmenin, Karadeniz’de ne ölçüde tutacağı ayrı bir konudur. Ama buna girişilmiştir ve bu her alandan gelen bilgilerle doğrulanmaktadır. Halk, bunu günlük yaşamı içinde fark etmektedir.

Bu arada ise, Karadeniz’e sürekli olarak, büyük rant planları ile de müdahale edilmektedir.

Karadeniz sahil yolu, bundan 35 yıl önce başlatıldı ve o zamanlar, bu sahil yolu yerine; a- sahilden değil içerden, 5-10 km sahilin içinden geçecek bir yolun ve b- yanında bir demiryolunun olması gerektiğini savunanlara, dönemin tek tek tüm iktidarları “komünist bunlar” diye saldırmaktaydı. Elbette komünistler de bunu destekledi, ama sıradan insanlar, mühendisler vb. bunu dile getirdiğinde, büyük bir saldırı ile karşı karşıya kalıyorlardı. Ayrıca onlara, “sizin dediğiniz bu proje ancak 30 yılda biter” diyorlardı. Oysa Karadeniz sahil yolu, birçok iktidarı arkasında bırakarak, neredeyse 30 yılda bitti.

Ve Karadeniz sahil yolu, bölgedeki sel cinayetlerinin ilk temel taşıdır. Devlet, Karadeniz’i, mafya-işadamı örgütlenmeleri ile denetlerken, Karadeniz halklarına sürekli milliyetçilik ve din ile karışık bir ideoloji ile denetim kurmaya çalışırken, sel cinayetlerini yaşamın bir parçası hâline getirmekten geri durmuyor.
Sahil yolu yetmedi.

Devlet, belli bölgelerde eroin trafiği için tesisler oluşturmaya başladı.

Bu da yetmedi, bölgede milliyetçilik arttıkça, devlete bağlı mafya gruplarının çete eylemleri devreye girdi ve tarihi ile barışık olmayan cinayetler devreye girmeye başladı.

Ve işte tam da bu gerici yönelimin verdiği fırsatla, Karadeniz’e yeni bir “ödül” vermeye karar verdiler. HES projeleri devreye sokuldu. HES projeleri deyip geçmeyin, Rize, Artvin ve Trabzon’da 150’yi aşan HES projesine izin verildi. Ve bu projelerin eğer hepsi, istisnasız hayata geçmiş olsa, ülkenin elektrik üretimine toplam katkısı %2 olacaktı. Oysa, sadece Marmara bölgesindeki elektrik hatları toprak altına alınırsa, elde edilecek tasarruf, bunun 7 katıdır. O kadar çıplak bir çelişkidir ki bu, bölge halkı, gerçekten HES’lerin ardında başka şeyler aramaya başladı. Osmanlı’da oyun bitmez hesabı, devletin, devlete bağlı mafya-işadamı çetelerinin, halkın anasını bellemek ile para kazanmak arasında bağ kuran suç şebekelerinin neyin peşinde olduğunu düşünmekten geri durmadı.

HES projeleri büyük tepki ile karşılaştı.

1990’ların ortasına kadar elektrik ve yolu olmayan yaylalara, bugün, devlet, duble yol yapmaya, Karadeniz yaylalarını 2600 km yol ile “birleştirmeye” karar verdi. Benim görevim “rant üretmektir” diyen Erdoğan, bölge için gelen Arap taleplerini değerlendiriyor olmalıdır. Bölgede duble yollarla, bilmem kaç yıldızlı oteller yapımı planlanıyor. Bu otellere kimler gelecek, bu otellerin sahipleri kimler olacak? Şimdiden bellidir.

Karadeniz yaylalarında yaşayanların, hiçbir zaman bir yayladan başkasına araba ile gitmek gibi derdi olmamıştır. Her yaylaya, orada yaşayanların araçları ile ulaşacakları, köylerinden geçen bir yolları zaten vardır. Ama bu rant üretimi için yeterli değildir.

2600 km yol, Edirne’den Bağdat’a kadar giden yoldan daha uzundur. Karadeniz’in yaylalarını yaralamak dışında bir işe de yaramaz. Ama 2600 km yol, mesela “halkın anasını bellemek” konusunda kararlı işadamı-müteahhitler için on yıllarca sürecek gelir kaynağı demektir, milyarlarca dolar demektir.

İşte, tüm bunlar, herkesin aslında zaten bildiği bu rant projeleri, Karadeniz’deki milliyetçi-dinci-mafyacı-devletçi örgütlenmenin sayesinde yapılabiliyor.
Halkın çok ama çok büyük bir çoğunluğu buna karşı olduğu hâlde, bu çeteler eli ile orada devlet denetiminde işler kotarılıyor. Doğası yok ediliyor.

İşte Hopa’daki cinayet, adına sel denilen cinayetlerin ardında bu rant uygulamaları vardır.

Sahil yolu, Karadeniz’i öldürmektedir. Dere yataklarını tıkayan bu yol, buna bağlı ortaya çıkan kentleşme, ranta dayalı şehircilik, hem doğayı bitiriyor, hem de bu cinayetlerin temelini oluşturuyor.

Ordu açıklarında denizi doldurarak havalimanı yapacaklarına, mesela iki fabrika yapsınlar. Ama fabrika yapımında, müteahhitin kazanacağı büyük rantlar yok. İşte bu nedenle, sürekli ranta dayalı bir yaşam kuruluyor. Ranta dayalı yaşam, doğayı yok etmeyi emrediyor ve muktedir, bundan hiçbir biçimde geri durmuyor.
Bölgedeki, hatta ülkedeki büyük ve işbirlikçi müteahhitlerin karnelerini Bilal’e teslim ettiği bugün, tüm inşaat sektörü, bizzat Erdoğan ailesinin elindedir ve öyle “sıfırla” demekle sıfırlanmayacak kadar büyük paralardan söz edilmektedir.

Tam da bu noktada, Malezya’da AK Parti’nin kardeşi olan hükümetin yolsuzluklar ile çalkalanması ve anlaşıldığı kadarı ile, oradaki başbakanın da kendisine komplo kurulduğunu söylemesi, paralel yapıdan söz etmesi anlamlıdır. Tam da bugünlerde, Malezya kökenli bir şirket, sessiz sedasız, Nihat Özdemir’in Sabiha Gökçen Havalimanı’ndaki hisselerini satın almıştır. Malezya’ya gittiği konuşulan paralar, herhâlde bu yolla geri gelmektedir.

İşte Hopa’da ölen 11 kişinin kanında bu rant projeleri vardır.

İşte bu nedenle, Hopa’da sel olunca, bir doçent, “allahın cezası”ndan ve bundan Hopalıların ders çıkarmasından söz ediyor.

Herkesin hatırlayacağını sanıyorum: Özgecan öldürüldüğünde, tüm ülke, en çok da kadınlar ayağa kalkmış, adeta isyana başlamıştı. Neden olduğu bilinmez, AK Parti, neredeyse cinayeti savunur gibi, cinayeti protesto edenlerin üzerine yürüdü.

İşte Hopa’daki de böyledir. Bir sel, 11 cana mal oluyor, ortalığı alıp sürüklüyor, evler yıkılıyor, ama AK Parti hükümeti, bizzat muktedir, oradan yükselen feryadı, sanki kendilerine karşı bir muhalefet olarak okuyor.

Halk ve iktidar, halk ve devlet, en sıradan olaylarda bile iki ayrı cephede kendini gösteriyor. Devlet, halkları, her zaman kendine düşman, her zaman sağılacak inek, her zaman güdülecek koyun olarak görmüştür, öyle görmektedir.

Karadeniz’deki cinayetler, artık afet değildir. Anlamak isteyen, devletin tutumuna baksın yeter.

Ortadoğu’da savaş ve dünya gericiliği

Bu süreç, ABD’nin savaş hazırlıklarını ve dünya çapında bir yeni paylaşım savaşı ile, tek süper güç olarak, dünya imparatorluğunu ilan etme isteğinin ne kadar güçlü olduğunu görmemize yetti. ABD, 1917 Ekim Devrimi ile geriye çekilen, işgale dayalı sömürgeleştirme politikalarını, tüm emperyalist dünya adına yeniden sahaya sürdü. Yeniden, dünya savaşı daha yakın bir olasılık olarak konuşulmaya başlandı. Ve bu arada, işgalci ABD güçleri, “demokrasi taşımak” gibi ulvi bir incir yaprağı ile örtülmek istendi. Ama ne incir yaprağı işe yaradı, ne de bu işgal politikaları, 17. 18. ve 19. yüzyıldaki gibi sonuçlar verdi. Afganistan ve Irak yangın yerine döndü. Kendi denetimlerinde olan Saddam, bir anda, hızla devrildi. Ama ardından Irak’ta, milyonlarca insan öldürüldü, milyonlarca kadının ırzına geçildi, milyonlarca çocuk sakat kaldı, milyonlarca insan evlerini terk etti.

Sonuçta, ABD, hem Afganistan’da, hem de Irak’ta, bir şeyler kazanmış olmalıdır. Yeni dünya savaşı için kendi güçlerini dünyaya yayma konusunda epey mesafe almış olmalıdır, yeni üsler edindiler, yeni olanaklar da. Ama bu arada, gerçek bir zafer kazanmadıkları, bugünlerde, olayda epey zaman geçtikten sonra, kendi ağızlarından dile getirilmektedir.

Burada kalmadılar.

Savaş naralarını geri çekmeye ve ‘umut’ olarak Obama’yı devreye sokmaya karar verdiler. Obama, bu politikayı değiştirecek gibi izlenimler yarattı. Dünya imparatorluğu hayalleri, biraz geri çekildi ya da bir süreliğine arka plana çekildi. Ama bu umut Obama politikası tutmadı. Tersine, umut Obama, yeni bir savaş ve saldırı doktrini ile şahinleşmeye başladı.

Mısır’da kitleler, 30 yıllık diktatörlüğe karşı sokaklara dökülünce, ABD ordu aracılığı ile durumu kontrol altına almak için her şeyi devreye soktu. Peş peşe denemelerden sonra, biraz olsun durumu kontrol altına aldılar.

Bu arada, ABD etrafındaki Irak’a müdahale koalisyonu, Afganistan’a müdahale koalisyonu dağılmaya başladı.

ABD, her emperyalist gücün gözlerini kamaştıran Libya petrolleri için bir adım atmaya, bu petrolleri müttefikler arasında paylaştırarak, onlara bir miktar bal vermeye, böylece koalisyonu yeniden sürdürebilmeye karar verdi. Libya, Fransa, İngiltere, ABD yönetimlerinin “demokrasi taşıma” iradesini gösterdikleri yeni alan oldu. Libya yerle bir edildi. Bugün, üzerinden 4 yıl geçmiş bulunuyor ve Libya’da demokrasinin d’si bile yok. Irak’a demokrasi taşıma girişiminin sonuçları biliniyor ve Afganistan’da durum, herkes için açık.

Demokrasi taşıma yalanı, artık bir işe yaramıyor olmalıdır.

Teröre karşı savaş da pek bir işe yarar gibi değildir.

Ve ABD, Libya ile koalisyonu sağlamış iken, fırsat bu fırsat, Türkiye’ye, Suriye’yi sıkıştırma görevini verdi. ABD, İsrail, İngiltere, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye cephesi, Suriye’ye demokrasi götürmek için saldırıya başladılar.

Türkiye, yine kapitalist bir ülke olmasına rağmen, ABD politikalarının tetikçisi olmamış olsa idi, Suriye ile son derece gelişmiş ekonomik ilişkiler kurarken, savaş naralarına yataklık yapmaya yeltenmeyebilirdi. Ama Türkiye, ABD’nin bir dış eyaleti olarak davranmaktan kendini hiçbir zaman alıkoyamamıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, Türkiye, hemen hemen hiçbir yerde, hiçbir durumda ABD isteklerine karşı tutum almamıştır. Burada da durum öyle oldu. Suriye’ye karşı savaş ne İngiltere’yi, ne ABD’yi sınırları nedeni ile etkileyecek durumda değil iken, Türkiye, bu iki güçten daha istekli davranmaya karar verdi.
Bugünkü Başbakan, Erdoğan’ın 17-25 Aralık operasyonu sonrası paraları uçakla taşıdığı söylenen ülkede, Malezya’da eğitim görmüş birisi olduğundan mı, Müslüman Kardeşler’le Erdoğan’ın ilişkileri nedeni ile mi, AK Parti içinden bile söylenen Davutoğlu’nun ABD ile olan yakın ilişkilerinden mi, yoksa Erdoğan’ın “süpürülmeyecek ve kullanılacak” bir adam olmasından mı, yoksa Osmanlı hayalleri yeniden canlandığından mı, yoksa Kürt hareketini boğmak için Suriye’yi düşürmek gerektiğine inanan güvenlik politikaları nedeni ile mi, yoksa tüm bunların bir bileşkesi olarak mı bilinmez, Türkiye, Suriye meselesine tam bir tetikçi olarak devreye girdi.

Görünüşe göre, TC devletinin, bir bütün olarak Ortadoğu politikası vardı. Görüntüye göre, Türkiye, sabah yola çıkıp, öğlen namazını Şam’da kılacaktı. Görünüşe göre, o zaman dışişleri bakanı olan Davutoğlu, bu işin bilimini hatim etmişti ve şehadet şerbetini içmek için can atmaktaydı.

Ama işler planlandığı gibi gitmedi.

ABD, Rojava’yı Barzani’ye bağlama, Halep ve Hatay’ı içine alan bir devlet kurarak, bu topraklardan petrolü taşıma planlarını gerçekleştiremedi.
Savaş, yıllara yayıldı.

Şimdi, sorulabilir: Suriye savaşı, Pandora’nın kutusunu mu açtı?

Emperyalist güçler, başta ABD ve İngiltere olmak üzere, İsrail, Türkiye, S. Arabistan ve Katar’ı yanına alarak, IŞİD çetelerini sahaya sürdü. IŞİD çeteleri, akıl almaz vahşetler sergileyerek, bölgeyi dümdüz etme projesini devreye soktu.

Nihayetinde, İngiltere ve ABD, bu bölgede sınırları olan ülkeler değildir. Ama Suudi Arabistan, İsrail, Katar ve Türkiye bölge ülkeleridir. Bunun bir önemi olması beklenirdi, ama bu dört ülke ABD’nin bükülmez gücüne o kadar güvenmekteydiler ki, IŞİD’in katliamlarına o kadar bel bağlamışlardı ki, sonuca çok yakın olduklarını düşündüler.

Ama hesap, Kobanê’de bozuldu, Suriye istedikleri sürede pes etmedi. Arap gazetelerinin söylediklerine göre, Rusya, Suudi Arabistan’ın milyarlarca doları karşılığında Esad’ı satmadı, Çin tüm bu sürece boyun eğmedi.

Acaba Pandora’nın kutusu açıldı mı?

Ardından Yemen’e karşı, Suudi Arabistan önderliğinde askerî operasyonlar başladı. ABD’nin petrol kuyuları üzerine kurulu bu devletlere verdiği destek ile, askerî operasyonlar devreye sokuldu. Suudi kralı, gücünü göstermek istedi. Yemen’e karşı savaş, çocukların, sivil halkın canlarına mal olacakmış, onlara ne.
Acaba, Pandora’nın kutusu Suriye’de mi açıldı?

Ve 2015 yılında, gelişmeler ABD ve müttefiklerinin istedikleri şekilde yürümemeye başladı.

Yemen güçleri, Suudi sınırlarından sızarak, Suudi askerî güçlerine büyük zararlar verdiler, diye söylenmektedir.

IŞİD, Irak’ta ve Suriye’de katliamlara devam etse de, Kobanê direnişinden sonra güç kaybetmeye başlamıştır ve arkasındaki güçler, açıktan onu savunabilir durumda olmaktan çıkmıştır. ABD, İngiltere, son günlerde de Suudi Arabistan, IŞİD’e desteklerini çekmiş gibi davranmaktadırlar. IŞİD, ne ABD’ye, ne İngiltere’ye, ne kendisini terörist ilan eden Türkiye’ye karşı harekete geçmiş değil, ama öyle anlaşılıyor, Suudi Arabistan’da, camilere saldırmaya başlamıştır.

İran ile nükleer müzakerelerde anlaşmaya varılmış olması da büyük bir gelişmedir, hesaba katılması gereklidir.

Ve Türkiye önderliğinde, Suriye’de savaşmak üzere, IŞİD dışındaki güçleri toparlayacak, ÖSO’yu devre dışı bırakan, bir yeni uygulama devreye sokulmuştur ve ABD buna sessizce izin vermiştir. Bir yeni ordu oluşturulmuş, adına “Fetih Ordusu” denmiştir.

Bir soru; acaba, bu yeni ordunun isim babası Erdoğan mıdır, yoksa Davutoğlu mudur?

Bir soru daha; acaba Türkiye’de yeni organize edilmekte olan özel savaş gücünün, Erdoğan emrindeki birliklerin adı Fetih ordusu mudur?

Bu soruları bir yana bırakalım çünkü yanıtlarını biz de bilmiyoruz. Ama bölgeden birçok kaynağın bildirdiğine göre, Türkiye, Suriye’de var olan bu yeni Fetih Ordusu içine 500 savaşçı göndermiştir. Türk özel kuvvetleri, savaşın içindedir. Bu aslında Türkiye’nin savaşa daha farklı bir konumda, farklı bir düzeyde dahil olduğunu göstermektedir.

Bu yeni durumun bir göstergesi de, Kobanê’den gelen cenazelerin sınırda bekletilmesi, Kobanê’den Türkiye’ye giren ailelere ateş açılması vb.dir. Bu yeni tablo, bize savaşın bu yeni aşamasında Türkiye’nin çok aktif olduğunu göstermektedir. Bazı çetelerin liderleri, Türkiye’nin kendilerine kamyon, silâh, zırhlı araç vb. vereceğini açıkça söylemektedir. Sınırdan sürekli olarak yaralılar getirilmekte ve ambulanslarla bölgeye gönüllü savaşçılar gönderilmektedir.

Bölge halkları, Türkiye’nin hazırlığının, Afrin bölgesini kuşatmak olduğunu söylemektedir. Türkiye, IŞİD ve Fetih Ordusu’nu, El Nusra’yı da yanına alarak, Afrin bölgesine saldıracak söylentileri ciddi ve yaygındır.

Ve IŞİD, El Nusra gibi çetelerin Kürtlere karşı kimyasal silâhlar kullandıkları, Türkiye basınında es geçilse de, dünya basınında ciddi bir gündemdir. Elbette sorulardan biri de, bu kimyasal gazların nereden geldiğidir.

Ülkemizde süren savaş, bu savaştan bağımsız değildir. Elbette Erdoğan, seçimler ve başkanlık sistemi gibi konularda ısrarcı olduğundan, fiili olarak savaşı tırmandırmaktadır, buradan kendine gelecek çıkarmaya çalışmaktadır. Ama işin bir yönü de bölgede süren savaştır. TC devleti savaşın büyümesini, yayılmasını istemektedir. Savaş ne kadar yayılırsa, o kadar kuralsız bir savaş ortaya koymaktadırlar.

Bu savaş, dünya gericiliğinin bölgemize dönük katliam planlarının bir parçasıdır. Bu savaş, bir yağma ve talan savaşıdır.

Bu savaşın bir yanında dünya gericiliği vardır, diğer tarafında, tüm insanlık. Kobanê bunun en somut örneğidir.

Bu savaşın daha uzayacağı da bellidir. Bölgede kan dökülmedik toprak bırakmadılar ve Pandora’nın kutusu açılmışa benzemektedir.

Öyle görünmektedir ki, bu savaşa dahil olan her ülke, bu savaştan pay almaktadır. Sonuçta ellerine ne geçeceğini bilmesek de, bugünden nelere mal olduğunu görmek mümkündür. Bu nedenle, bölgenin tüm ülkeleri, acil barış çağrıları yapmalı iken, tam tersi bir süreç yaşanmaktadır.

Oysa, Afganistan, Irak, Libya deneyleri, çok geçmişe ait deneyler değildir ve sonuçları da ortadadır.

Ülke ve devlet mantığından sıyrılıp, halkların anti-emperyalist cephesini kurmak, halkların ortak mücadelesini geliştirmek, bu mücadeleye açık katkı sunmak, insanım diyen herkesin görevidir. Savaşı durdurabilecek tek şey, halkların mücadelesidir.

Savaş ve TC devleti

Ama gerçekte bu sadece Erdoğan’ın savaşı mıdır?

Bu savaş, aynı zamanda tüm devletin, yüzlerce yıllık geleneğinin yeniden boy atması mıdır? Halkları kendine düşman gören egemenlerin, halkları bastırmak, kendi egemenliklerini ebedi kılmak için, eski metotları yeniden, modern yollarla devreye sokması mıdır?

Düne kadar, AK Parti-Erdoğan ile daha çok ordu olmak üzere devlet kadroları arasında var olan kavga, birden bire rafa kaldırıldı. Dün Erdoğan’a ateş püsküren, onun vatan hainliğinden dem vuranlar, bugün, halkın hafızası ile alay edercesine, Kürt özgürlük hareketine karşı savaş kışkırtıcılığında Erdoğan’la yarışıyorlar.
Bugün, devreye sokulan savaş, elbette Erdoğan’ın özel isteklerinin, saltanat arayışının, başkanlık arayışının bir sonucudur. Ama sadece onun değil.
Bu savaş, aynı zamanda, TC devletinin, ABD başta olmak üzere emperyalist güçler adına Ortadoğu’da yürüttüğü tetikçiliği, tetikçisi olduğu yağma savaşının içeriye ilk yansımalarından biridir. Dünya gericiliği, ülkemizde ve bölgemizde, insanlığın, özgürlük ve barışın gelişimini istemiyor. Bu nedenle, topyekûn bir savaş yürütüyorlar. IŞİD’in arkasındaki güçler bunlardır.

Bu savaş, Kürt devrimini boğmak, Gezi süreci ile birlikte su üstüne çıkan Anadolu’nun tüm tepkisini bastırmak ve bölgede mayalanmakta olan özgürlük, eşitlik, sosyalizm, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya arayışını yok etmek üzere geliştirilen karşı-devrimin bir yeni örgütlenmesidir.
Bu üç neden üst üste, savaşın boyutlanmasını sağlamaktadır.

Erdoğan’ın ihtirasları, muktedirin bitmez başkanlık düşleri, bu savaşı ölçüsüz, kuralsız hâle getirmektedir.

Suruç saldırısı, savaşın yeni boyutuna en net işaret eden bir saldırıdır ve Kobanê nezdinde gelişmekte olan her devrimci hareketi boğmak için karşı-devrimin gelişimidir. Bu yeni gerici saldırının, bu yeni karşı-devrimin ülkenin her alanına yayılacağı kesindir. Amaçları budur.

Suruç saldırısı ilk değildir. Ağrı’da başlayan, arkasında Efkan Ala ve ekibinin olduğu açık olan saldırı, Adana-Mersin’de HDP binalarının bombalanması, Diyarbakır’da miting alanına bomba yerleştirilmesi, savaşın bu yeni uygulamalarını ortaya koymaktadır.

Aynı anda devlet, işçi-memur eylemlerine, devrimci harekete, aydınlara, gazetecilere vb. de saldırıyı artırmaktadır.

1915 katliamının 100. yılında, TC devleti, yeni katliamlar planlamaktadır. Bugün, Kürt halkının örgütlü bir gücü olması, bu nedenle büyük bir olanaktır. Bu nedenle, sürekli olarak PKK’ye silâh bırak çağrısı yapılmaktadır. Suriye’de IŞİD’i destekleyenlerin, neler yapabilecekleri konusunda, bugün değil, bizim, 1915’ten, hatta daha öncesinden de fikrimiz vardır.

Ancak tüm bu savaş süreci, gerçekte, ne Erdoğan’a, ne de TC devletine yardımcı olacaktır.
Erdoğan, 7 Haziran seçimlerini tanımamaktadır.

Burhan Kuzu, okuduğu hukuk kitaplarına ihanet ederek, halka, “bu kadar da olur mu, bu muhalefetin nesine oy verdiniz, bu kadar hizmeti olan bir başkana neden oy vermediniz” diye azarlamalara girişmektedir. Erdoğan ve çevresi, halkın 7 Haziran’da ortaya koyduğu iradeyi tanımamaktadır. 7 Haziran seçimlerinin tüm adaletsiz seçim yarışına rağmen, tüm hukukdışı uygulamalarına rağmen, ortaya çıkardığı tablo, seçim barajının yerle bir edilmesi, Erdoğan ve devlet güçlerini rahatsız etmektedir.

Seçim öncesinde başlayan saldırılar, iç güvenlik yasası gibi yasaların devreye sokularak olağanüstü hâl uygulamalarının devreye sokulma hazırlığı, bugün, seçimin üzerinden 2 ay geçtikten sonra kendi niteliğini tam olarak ortaya koymaya başlamıştır. Kürt illerinin çoğunda, olağanüstü hâl uygulamaları devreye sokulmuştur.
“Kardeşim Esat”tan, “düşman Esed”e geçiş sürecinin bir benzeri, barış sürecinden savaş sürecine geçişte ortaya konmaktadır. Hem Erdoğan, hem de devlet geleneği, bu konularda rota değiştirmekte yeteneklidir, bunu her aşamada bir kere daha görebilmek mümkündür.

Erdoğan, yeni bir seçimi devreye sokma niyetindedir.

Bunun için, öyle anlaşılıyor, parlamentoyu da feshetmeden, AK Parti’nin iktidarı altında yeni seçim sürecine gireceği anlaşılmaktadır.
Buradan bir net sonuç çıkmaktadır: Erdoğan, AK Parti’nin birkaç günlüğüne dahi olsa, iktidardan uzak kalmasına tahammülü yoktur. O kadar büyük bir korku içindedirler ki, bir günlüğüne dahi olsa iktidarı terk etmek istemiyorlar.

Demek ki, net olarak devlet olanaklarını kullanarak, yenilenecek olan, muhtemelen de Kasım’da gerçekleşecek olan seçime gitmek istiyorlar.
İki amaçları olduğu açıktır; birincisi, HDP’yi baraj altında bırakmaktır. İkincisi, oy hırsızlığı ile oylarını artırmaktır.
Bu yolla, çoğunluğu sağlayıp, parlamentoyu devre dışı bırakıp, Erdoğan’ın başkanlığına giden yolu döşemek istiyorlar.

Peki bunu başarabilecekler mi?

Çok ama çok zordur. Halkların nezdinde barış süreci gelişmiştir, barış özlemi derinlik kazanmıştır. Bu nedenle, bugüne kadar, 6 aydır sürdürdükleri savaş, halk nezdinde geri tepmektedir. TV kanallarının tüm çığırtkanlığına rağmen, halk bu sürece “terör ve teröre karşı savaş” demiyor. Açık olarak bu bir savaş olarak tanımlanıyor ve bu açıdan, işleri zordur. Buradan AK Parti’ye bir oy devşirmeleri mümkün değildir. AK Parti, daha da kötü bir sonuçla karşı karşıya kalacaktır. Yeter ki, seçimlerde büyük hileler yapılmasın.

Erdoğan, bu hile işini garantiye almak için, ABD’nin Ortadoğu’da içine düştüğü zor durumu fırsat bilerek, üsler karşılığında ABD’den seçim hileleri konusunda destek istemişe benzemektedir. TC tarafı, üslerin Suriye sınırında güvenli bölge karşılığı verildiğini söylemektedir. Oysa ABD tarafı bunu açıkça yalanlamaktadır. Bu durum, elbette arkada başka ne gibi pazarlıkların olduğu sorusunu gündeme getirmektedir. Erdoğan, seçim meselesi ve başkanlık ihtiraslarına öylesine kapılmıştır ki, bu konuda ABD ile nelerin pazarlığının yapıldığını tahmin etmek bile mümkün değildir.

Bu savaş ve saldırgan politika, bu karşı-devrim saldırısı ve bunun ülkenin her alanına yayılması, AK Parti’ye bir artı oy getirecek gibi durmamaktadır. Halklar, bu savaş çığırtkanlığına prim vermeyecek gibidir. Bu durumun Erdoğan ve ekibi tarafından da görüldüğü açıktır.

İşte bu nedenle Erdoğan, savaşı, daha da boyutlandırmaktadır, ki devlet güçleri de bu yeni hazırlıklardan son derece memnundur.

Benim esnafım polistir, hakimdir, savcıdır, alperendir, çağrıları bunun bir parçasıdır.

Muhtarlara muhbirlik dayatmaları bu yeni sürecin bir parçasıdır.

Basına dönük kontrolün genişletilmesi bunun bir parçasıdır.

Bu, karşı-devrim örgütlenmesidir.

Bu, iç savaş örgütlenmesidir.

İşte Erdoğan, bu önlemleri de alarak, kendine bağlı bir kontr-gerilla örgütlenmesi ile süreci kontrol edeceği düşüncesindedir.

Ancak tüm bu önlemlerin ters tepmesi, çok daha büyük bir olasılıktır. Seçimler yenilendiğinde daha büyük bir oy kaybı ile karşı karşıya kalmaları çok büyük bir olasılıktır. HDP, değil %10 barajını geçmek, daha da ileri giderek, net olarak üçüncü parti olma olanaklarına sahiptir.

Öte yandan, tüm bu savaş, TC devletinin kazançlı çıkacağı bir savaş olacak mıdır? Erdoğan’ı bir yana bırakırsak, devletin de bu savaştan kazançla çıkacağı tartışılırdır. Kürt halkı örgütlüdür. Bu örgütlülük, 1990’lardaki savaş taktiklerinin daha kapsamlı olarak ortaya konması durumuna dahi hazırlıklı olmak demektir.

Öte yandan, bu karşı-devrim dalgasının, bu yeni gericiliğin, Batı’da da sonuç vermesi olanaklı değildir. Batı’da, devlet güçleri milliyetçiliği yeniden yükseltemeyecektir. Gezi ile başlayan direniş ve uyanış sürecinin ancak hızını durdurabilirler, yoksa onu ters yöne çeviremeyeceklerdir. Bugün bazı çevrelerden ilk anda yükselen, PKK bu savaşa yanıt vermesin, sessiz kalsın çağrıları, gerçekte, gerçek saldırganın devlet olduğu gerçeğini de ortaya çıkarmaktadır. Ve kuşku yok ki, Erdoğan ve devletin bu yeni sınır tanımaz saldırıları karşısında sessiz kalmak, onları düşünmeye, savaş yolundan alıkoymaya yetmeyecektir.

Evet, biz devrimcilerin, Batı’da örgütlenmelerimiz zayıftır, halkların Batı’da örgütlenmesi çok geridir. Ama daha geriye gideceği yolundaki umutlar da hayaldir. 12 Eylül darbesinden buyana gidilebilecek en geri noktaya, örgütlenme açısından zaten gittik. Tersine, ağır bir ilerleyişle de olsa, bu örgütlenme gelişecektir. Gezi’yi takip eden eylemlerin bir kaçını bile anmak yeterlidir, Soma, Torunlar inşaatta işçilerin asansörde ölümü sonrası eylemler, Bursa’da işçi eylemleri, Özgecan’a tecavüz sonrasında gelişen eylemler, 6-8 Ekim eylemleri ve diğerleri. Bunların tümü, göstermektedir ki, muktedirden rahatsızlık had safhadadır. Halkların günlük yaşamları artık çekilmez hale gelmiştir. Ve tüm gelişen saldırılara karşı, her mahallede, kendini koruma isteği gelişmektedir, gelişecektir. Bu karşı-devrim saldırıları, halkların tepkisi ile karşılaşacaktır.

Kendi halklarına karşı savaş, devletin her zaman bir refleksi, bir geleneği olagelmiştir. Her zaman devlet, bu topraklarda yaşayan halkları kendi potansiyel ya da fiili düşmanı olarak görmüştür. Bugün de bu durum değişmemiştir.

Anadolu’da kadın hareketleri Kadın mücadelesinin bugünü (Sol, feministler, Kürt kadınları)

 

 

DÜNYA

Dünyada kadın mücadelesi 1824 yılında ABD’de Prode Island’da Pawtucket kadın işçilerin greviyle görünür olmuştur. Ardından, 1857’de New York’ta 40 bin dokuma işçisi kadının grevi 8 Mart’ı yaratmıştır. 1871 Paris Komünü’nde en önde savaşanlar arasında yine kadınlar ön sıralardadır. 1905’te -Ekim Devrimi öncesi- kadınların yaptıkları grev burjuva demokratik devrimin yaratılmasına etki eder ve bu gelişme, Finlandiya’da 25 kadının meclise girmesine katkı sunar. 1908’de İngiltere’de 3 kadın öncülüğünde seçme seçilme hakkı protestoları yaygınlaşır, kadınlar tutuklanır ve sonunda kadınlar bu hakkı elde ederler. 27 Şubat 1909’da Amerikan Sosyalist Partisi kadın emeğinin sömürüsüne karşı eylem yapar.

 

ANADOLU – OSMANLI DÖNEMİ

Dünyada 1800’lü yıllarda ortaya çıkan kadın mücadelesi Anadolu’da da aynı yıllarda başlamıştır. Dünyada başta ekonomik temelli, işçi kadınların grevleriyle ortaya çıkan kadın mücadelesi burjuva kadınların daha çok erkeklerle eşit haklara sahip olma (oy hakkı, okur yazarlık hakkı vb.) talepleriyle sınırlandırılmıştır. Anadolu’da özellikle Osmanlı döneminde yine belli bir ekonomik özgürlüğe sahip kadınlarla dönemin bürokrat ve aydınlarının eşleri ve kızlarının içinde yer aldıkları dergi ve derneklerle gerçekleştirdikleri mücadele sınıfsal karakterden uzaktır. Belli aralıklarla yayınlanan dergi, gazeteler ve dernekler daha çok kadınları aile, eş, çocuk eğitimi konusunda bilgilendirme ve yardım amacıyla örgütlenme şeklindedir. II. Meşrutiyet sonrası gelişen milliyetçilikten kadın mücadelesi de etkilenmiştir. Osmanlı’da 1913 yılında “Kadınların Dünyası” adıyla çıkan kadın dergisi radikal görüşleri ve dergi olma özelliğiyle bazı kadınların tepkisini çeker. Feminizmi gündem eder. Toplumun ekonomik, siyasi, ideolojik gelişimi kadın mücadelesinin gelişimini de etkiler durumdadır. Kadın mücadelesi sürecinde dillendirilen talepler, kadınların hangi toplumsal kesim içinde yer aldıklarına (ekonomik durumlarına, eğitim durumlarına vb.) göre değişmektedir. Osmanlı’da öne çıkan kadın yayınları ve derneklerine bakarsak;

Osmanlı’da da kadın eylemleri ve mücadelesi hemen hemen aynı yıllara rastlar. Cumhuriyet öncesi 40 kadın dergisi var. 1869 yılında çıkartılan Osmanlı’daki ilk kadın gazetesi Terakki Muhedderat (Müslüman kadınlar için gazete)’tır. 1875’te Vakit Yahud Mürebbi-i Muhadderat kadın dergisi çıkmıştır. Yine aynı yıl, haftalık 30 sayı çıkan Ayine adında bir dergi vardır.

1880’de Aliye isimli aile dergisi çıkmıştır. Bu derginin özelliklerinden biri, imzasız yazılar olması ve kadınları yayınlarda daha çok evlilikte ilişkiler, eşlerin tutumu, aile ve çocuk sağlığı vb. konuların işleniyor olmasıdır.

1883 yılında çıkan İnsaniyet dergisi de kadınları aydınlatmayı ilke edinmiştir.

1883 yılında çıkan “Hanımlar”da kadın imzaları artmıştır. Günümüze ilk beş sayısı ulaşan Şüküfezar ise sahibi ve yazı kadrosu tümüyle kadın olan ilk dergidir. 1895 yılında çıkan “Hanımlara Mahsus Gazete”nin kadrosu dönemin aydın bürokrat kesiminin kızları ve eşleridir. Yayın hayatına 13 yıl devam eden “Kadınlara Mahsus Gazete” en uzun süre devam eden yayındır. 1908-1909 yıları arasında çıkan Mehasin renkli ve rersimli ilk kadın dergisidir. 1906 yılında Kırım’da çıkan “Tercüman” gazetesine ek olrak çıkan gazete Kafkasya’da yaşayan Müslüman kadınlara yöneliktir. 1908’de ilan edilen meşrutiyetle kadın dergilerinde patlama yaşanmıştır. 1908’de “Demet”, “Mehasin” ve “Kadın” dergileri yayınlanır. Kadın (26 Ekim 1908-Mayıs 1909) dergisi kendisini ilmi, edebi ve siyasi olarak tanımlar. Kadınlar siyasal konularla ilk Demet’le tanışmışlardır. Demet’te yazan İsmet Hakkı Hanım feminizm konularını ve kadınların kız okullarına fen derslerinin konulması gerektiğini gündem etmiştir. Mehasin dergisi promosyonlara yer veren ilk kadın dergisidir. Kadınlar Dünyası 1913’ten 1921’e kadar devam etmiş kadınların hak mücadelesini yürütecek araç olarak ele almış toplumun her kesiminden kadınların kendilerini ifade edebilmelerini hedeflemiştir. Diğerlerinden ayrı olarak her kesimce sahiplenilmiş, radikal görüşlere sahip olduğu için bazı kadınların tepkisini çekmiştir.

Osmanlı’da kadınlar ilk olarak yardım dernekleriyle örgütlenirler. Bunun yanında farklı etnik gruplara ait kadın dernekleri (Çerkesler, Rumlar vb.) vardır. Bunlar da daha çok yardım çalışmaları yapan derneklerdir.

  1. yüzyılın başlarında politik ve kültürel faaliyet gösteren kadınların sayısı sınırlıdır. Bu dönem kurulan kadın örgütlerinden Cemiyeti İmdadiye, Hilal-i Ahmer kadınlar merkezi ve donanma cemiyetleri savaş sonrası ortaya çıkan göçmen kızlarına ve şehit çocuklarına yardım amaçlı kurulan orduya giysi hazırlayan derneklerdi. 1. Dünya Savaşı sırasında açılan kadın derneklerinin sayısı artmakla birlikte çalışma alanları daha çok savaş yetimlerine biçki dikiş kursu, yerli mallarının kullanımını teşvik vb.dir. Sayıları az da olsa bu dönem emekçi kadınların sesleri de duyulmaya başlanmış, haklarda tam eşitlik, kadınların tüm yönetici kadrolarda bütün yasal işlere kısıtlama olmaksızın kabul edilmesi şeklinde talepleri vardır. 1. Dünya Savaşı ve sonrası dönemde kadınların çalışma hayatına teşvik edilmesi söz konusu olmuştur.

Osmanlı’da açığa çıkan kadın mücadelesi daha çok egemen sınıfın kadınları tarafından ve onların ihtiyaçlarına göre şekillenmiştir.

CUMHURİYET DÖNEMİ

Cumhuriyetin kurulduğu yıllardan toplumsal muhalefetin yükseldiği 1960 ve sonrası döneme kadar kadın mücadelesi yine sınıf savaşımının gelişmişlik düzeyine bağlı olarak ilerler. Kadınların toplumsal ekonomiye katkıları, sosyal ve kültürel gelişimleri kadın mücadelesinin de gelişim hızını ve yönünü belirler durumdadır.

Dünyanın herhangi bir yerindeki sınıf savaşımı ve ortaya çıkan durum dünyanın diğer bölgelerini de etkiler. Buradan yola çıkarak tıpkı işçi sınıfı mücadelesine olduğu gibi kadın mücadelesine de Sovyet kadınlarının kazanımları etki etmiştir.Sovyetler’de kadınların elde ettiği haklar kapitalist ülkelerde olduğu gibi yeni kurulan cumhuriyet içinde de yer bulmuştur. Kadınların kamusal alanlarda daha fazla hak elde etmeleri, eşit işe eşit ücret talepleri, kreş vb. hakları çoğunlukla Sovyet kadınlarının kazanımlarının yansımasıdır.

Cumhuriyetin ilk yıllarında Türk Kadınlar Birliği Nezihe Muhiddin başkanlığında “Kadın Yolu” dergisi ile siyasi iktidara kadınlık ve feminizm konusunda danışmanlık yapmışlardır. Nezihe Muhiddin 15 Haziran 1923’te Kadınlar Halk Fırkası’nın (ilk parti) kuruluş beyannamesini içişleri bakanlığına sunmuş, seçme ve seçilme hakkı olmadığı gerekçesiyle partinin kurulmasına izin verilmemiştir. Kadınlara parti yerine dernek kurmaları öğütlenmiş, takrir-i sükûn kanunundan sonra 7 Şubat 1924’te Türk Kadınlar Birliği kurulmuştur. Kadınların seçme seçilme hakkı tanındıktan sonra dernek kapatılır.

Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllardan 1960’a kadar olan döneme kadın mücadelesi açısından bakıldığında bir durgunluk dönemi yaşanmaktadır.

Gerek kadınların Osmanlı’dan cumhuriyete kadarki mücadele birikimleri, gerek Sovyetler’in etkisi ve gerekse yeni kurulan cumhuriyetin kendini meşrulaştırma çabaları ile kadınlar medeni kanunla bazı haklara sahip olurlar. Erkeğin birden fazla kadınla evlenmesi yasaklanır, boşanma hakkı tanınır, mirasta ve mahkemelerde kadın ve erkelerin eşit hakka sahip olmaları sağlanır. 1927’de kadınların baroya kabulü, belediye seçimlerinde oy kullanma belediye meclis üyeliğine seçilmeleri 1930, yasama organlarına seçme ve seçilme hakkı 1934 yıllarında kabul edilir. Fakat bu hakların yasalarla kabul edilmesiyle uygulanması arasında farklar vardır.

Cumhuriyetle birlikte kurulan dernekler tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi, yöneticileri, kurucuları ve yöneldiği kitle, egemen sınıfın kadınlarına yönelik çalışmalar yapan derneklerdir. Hiçbir yığınsal niteliği yoktur ve diğer kapitalist ülkelerdeki burjuva feminist akımıyla aynı niteliktedir.

Ancak, toplumsal muhalefetin yükseldiği dönemlerde kadın mücadelesi ve talepleri de büyümüş ve gelişmiştir.

Bu duruma yığınsal bir karakter kazanan İKD deneyimi ile görmek mümkündür.

 

SOL

İKD, 1975 yılında kurulur. Birleşmiş Milletler’in 1975 yılını dünya kadın yılı ilan etmesi üzerine TKP’nin kadın örgütü kurulmasının teşvikiyle kuruluş çalışmalarına başlamıştır. 1980 darbesi öncesi 1979 yılında ilk kapatılan dernektir. 2 yıl çalışmalarına Kadının Sesi gazetesi ile illegal devam etmiştir. Merkezi İstanbul olmak üzere 15 bin üyesi 33 şube ve 35 temsilcilikle örgütlenmiş kadınların sesi gazetesi 30 bin baskıya ulaşmıştır.

Emekçi kadınları örgütlemeyi hedeflemiş İstanbul şubeleri için kadın işçilerin çalıştığı bölgelere öncelik tanınmıştır. Kendini kadınları mücadeleye çağıran, emekçi kadınları temel alan, genel mücadeleyi de içeren kadın örgütü olarak tanımlar.

Faaliyet alanları olarak işçi kadınların bulunduğu mahalleler, sendikalar, köylü kadınlar (köylü kadınlar, öğretmenler, ebeler), ev kadınları ve diğer kadın çalışması yapan dernek ve siyasetler olarak belirtmiştir.

Eğitim çalışmalarına özel bir önem verilmiş, her faaliyet alanına dair farklı eğitim gündemleri belirlenmiştir. Çalışmalarında öne çıkan bir diğer konu da kadınları toplumsal yaşam içinde daha aktif hale getirebilecek faaliyetlere (okuma yazma kursu, biçki dikiş, meslek edinme kursu) önem vermiş olmalarıdır. Sendika, sol ve diğer demokratik kitle örgütleriyle ortak bir çalışma ağı örmeyi başarmıştır.

Tamamen ayrı bir örgüt olarak sadece kadınların çalışması, emeği ve ortak aklıyla büyümüştür, bununla birlikte kurulması karma bir örgüt aklıyla gerçekleşmiştir. Yığınsal karakter kazanan diğer kadın örgütleriyle ortak özelliklerinden biri öncelikli kadınların sorunlarını gündem almış olsa da sadece kadınların sorunlarını değil toplumsal gelişmeler ve temel gündemleri de faaliyet alanları içine dahil etmesidir. Örneğin, 1978 yılında Ankara’da gerçekleştirdikleri “Evlat Acısına Son” mitingine 200 bin kadın katılmıştır.

En önemli özelliklerinden biri kendi içindeki çatışma ve sorunlardan değil, 1980 darbesiyle kapatılmış olmasıdır. Öncesinde, sonrasında ve bugün hâlâ bazı sol siyasetlerin kendilerine özgü oluşturdukları kadın kollarından birçok açıdan ayrılır. Gerek siyasetlerin kadın çalışmaları gerekse feminist gruplar ve kadın mücadelesine katkı sunan aydın yazar vb. kadınlar bir bütün olarak mücadeleye güç katmış olsalar da mücadeleye yön verme ve toplumun daha geniş kesimi kadınlarınca sahiplenilme konusunda yetersiz kalmışlardır.

Kadın yoldaşlarını tüm kadın örgütlerini kapsayıcı bir kadın örgütü kurmaya teşvik eden TKP, İKD’nin kurulmasına öncülük etmiş bir örgüttür.Kadın işçi ve emekçilerin temel sorunlarının eşit işe eşit ücret, analık hakkının korunması, harbe, militarizme, faşizme karşı savaşmak olarak tanımlayan TKP, kadın emekçilerin bu gibi genel kendilerine özgü sorunlar etrafında özerk derneklerde ve sendikalarda örgütlenmelerini ve savaşımlarını desteklemek partimizin amaçlarından biridir, demiştir.

O dönem diğer öne çıkan sol siyasetlerin kadın mücadelelerine bakarsak:

TİP’in 1976 yılındaki parti programında kadınlara dönük bir değerlendirme yoktur. Oysa 1970 genel kongresinden sonra genel başkanlığını yapan Behice Boran o döneme kadar cumhuriyet tarihi işçindeki ilk kadın parti başkanıdır. 1970’lerin ortalarına doğru birçok kadın derneği kurulmuş olmasına rağmen TİP böyle bir örgütlenmeye sıcak bakmamıştır. Kadın üye sayısında artış sağlanmaya çalışılmış fakat ayrı bir kadın derneği vb. kurulmamıştır.

TSİP’in 1974 yılındaki parti programında ise, kadınlardan sadece işçiler ve iş hayatıyla ilgili sosyal haklar bölümünde “cinsiyet, yaş ve bunun gibi ayrılıklardan doğan ücret farklılıkları aynı işte aynı ücret şeklinde değiştirilecektir” denilmiştir. 1976 yılındaki programında kadınlar için ayrı bir bölüm açılmış, ilk programa göre talepler biraz daha netleştirilmiştir. Ve 1979 yılına gelindiğinde ise “demokratik kadın birliği” adında bir dernek kurulmasına ön ayak olunmuştur.

1970’lerden bu yana birçok siyaset farklı zamanlarda kendisine bağlı kadın yapılanmaları oluşturmuştur. Bu yapılanmaların sayısının oldukça fazla olduğu, fakat etki alanlarının kendi politikaları etrafında şekillenip daha dar kaldığı söylenebilir.

İKD deneyiminden sonra öne çıkan bir diğer kadın mücadelesi deneyimi de Kürt kadınlara aittir.

Kürt kadınlarının mücadelesini incelerken, ulusal ve uluslararası düzeydeki sosyo-ekonomik, politik gelişmelerin yanında özellikle Ortadoğu’daki gelişmelere bakmak gerekir.

 

1980 ÖNCESİ DÖNEM

Kürt kadınların da toplumsal yapı içindeki yerleri üretimde yer aldıkları yerle ilgili olmuştur.Hayvancılık ve tarımla uğraşılan dönemde kadın erkek arasında olduğu gibi kadınlar arasında da hiyerarşi vardır. Bu dönem 1980 öncesine karşılık gelir ve kadınlar arasındaki hiyerarşide yaşlı kadınlar ile gelinler ve yaşı küçük olan kadınlar arasında görülmektedir.

1960’larda tarımın kapitalistleşmesi, köyden kente göçle birlikte kırsalda geleneksel üretim ilişkileri değişir, sosyal ve ekonomik ilişkiler çözülür. Buna bağlı olarak aşiret bağları, geniş aile yapısı yavaş yavaş çözülür ve çekirdek aile yapısı yaygınlaşır. Bu toplumsal değişim içerisinde kadınların konumunda olumlu bir gelişme görülmez.

1960 sonrası aşiret bağlarından kopan gençler okumak için geldikleri kentlerde sol ve milliyetçi akımlarla tanışırlar. Kürt aydın ve yazarları daha çok bu dönemde yetişir.

1970’li yıllarda Kürt hareketi silâhlı bir örgüt olarak kurulur. 1980 darbesinin Kürt hareketine yönelik tasfiye politikaları sosyalist harekete uyguladığı tasfiye kadar başarılı olmaz, aksine Kürt hareketi darbe sonrası toparlanır. Özellikle Diyarbakır Cezaevi’nden çıkanların kitlesel olarak PKK’ye katılarak dağa çıktığı bir süreç yaşanmıştır.

1980 SONRASI 1990’LI YILLAR

1986 yılından itibaren Kürt harekti içinde kadın sorunu daha fazla yazılıp konuşulur olmuştur. Başlangıçta kadın sorunu “kadın ve aile sorunu” olarak adlandırılmıştır. İlk yıllarda kadınların özgürleştirilmesi gerektiğinden bahsedilirken 90’larda “kadının özgürleştirici” olduğu vurgusu öne çıkmıştır. Kadınların maruz kaldıkları çok katlı baskının kadınları kolay harekete geçiren itici bir güç olduğu söylenebilir.

1988-1992 yılları arasında devletin uyguladığı baskıya karşı kitlesel halk gösterileri düzenlenlenir ve kadınların seferber edilmesiyle kamuoyu ilgisi ve toplumsal destek sağlanır. 1990-92 arasında kentlerden, üniversitelerden örgüte katılım artmıştır. 1993 yılında örgütün dağ kadrosunda 371 kadın vardır.

90’lı yıllardaki yaygın çatışmalı ortam içinde kadın, erkek ve aile için kimlik söylemi geliştirilir.Eski aile yapısının yerine ulus ailesi söylemi öne çıkartılır. Ulus ailesi = parti ailesi fikri gelişir.

Erkeğin kadın ve çocuk üzerindeki baskısının sisteme karşı mücadeleyi engellediği düşüncesiyle erkeklik duygusunun yıkılması gerektiği fikri öne çıkar. Eski aile eleştirisi ve namusu kadın bedenine odaklanmaktan çıkartarak anlam alanı vatan sathına yaymaya çalışılmıştır. Fakat namus anlayışı tam olarak değiştirilemedi.

“Vatan işgal edilir, vatana tecavüz edilir kılınız kıpırdamaz” …

 

1990 SONRASI

Yine 1990’lardan sonra Kürt hareketi içinde sadece kadınlardan oluşan siyasi ve askerî birlikler kurulur. Bu dönem, Özgür Kadın Hareketi’nin ilk görevi erkekten kopma olarak tanımlanır. Karma modellerde kadının erkeklerin gölgesinden kurtulmasının güç olduğu öz iradesini, özgür bilincini, bağımsız düşünce gücünü yaratmakta zorlanacağı düşünülmüştür.

Kürt kadınları 1980 sonra dönemden itibaren siyasi partilerde yer almaya başlamışlardır. HADEP’te %40 oranında kadın katılımı vardır. 2002 yılında HADEP’in kadın eğitim programında “Erkeği Öldürmek” (Öcalan) kitabı vardır.

1995 yılından itibaren Med TV, Roj TV’de kadının kurtuluşu ile ilgili programlar yayınlanmaya başlamış bu tür çalışmalar kadının özgürlük mücadelesine katkı sunan çalışmalar olmuştur. 90’lar ile 2000’li yıllara kadar açılıp kapatılan hiçbir Kürt partisinde kadınların sorunlarına ilişkin özgül bir program yoktur. Bu gelişme 2000’li yıllardan sonra oluşur. Örneğin 92’de HEP parti programında beslenmeye bir buçuk sayfa, konut sorununa iki buçuk sayfa yer ayırırken kadın sorununa ilişkin yazı bir satırdır ve sonraki bölümde ise ailenin korunacağına dair görüşler vardır.

1994 yılında kurulan HADEP tüzüğünde partinin işçilerin, esnafın, sosyalistlerin, aydınların vb partisi olduğundan bahsedilirken bunların içinde kadın kimliği yoktur. Kürt halkına yönelik saldırıların şiddetinin artmasıyla kadınların partiye katılımı ve kadın birimlerinin oluşumu artmıştır.

 

2000’LER

HADEP’in 2000 yılındaki kongresinde kadın ve gençlik kolları kendi yönetimlerini seçen özerk çalışma alanları oluştururlar. Parti tüzüğüne pozitif ayrımcılık ilkesi eklenmiştir.

2003 yılında kapatılan HADEP yerine kurulan DEHAP’ta ilk sırayı Kürt sorunu alırken ikinci sırada kadının özgürleşmesi vardır. DEHAP bu dönem üç temel çelişkiyi öne çıkarmıştır.

Emek sermaye, erkek egemen sistemin cins çelişkisi, insanla doğa arasındaki çelişki.

Bu dönem partilerde oluşturulan ilk kadın komisyonlarının gündemleri güncel gelişmelerdir.

Kürt halkının sesini parlementoda daha güçlü duyurmak çabasıyla siyasi hayatına başlayan BDP, 2 Mayıs 2008 tarihinde kurulduğunda, genel tüzük ve parti programına bağlı olarak BDP kadın meclisi de; genel merkez kadın meclisi, il ve ilçe kadın meclisi, mahalle ve köy kadın meclisi şeklinde örgütlenmiştir.

BDP kadın meclisi Demokratik Özgür Kadın Hareketi (DÖKH) amaç ve ilkelerine paralel olarak çalışmalarını yürüteceğini açıklamış Türkiye’de çalışma yürüten sivil toplum örgütleri, kadın ve gençlik örgütleri siyasi parti ve yerel yönetimler gibi birçok alanda çalışma yürüten Kürt kadınlarından oluşan bir harekettir.

Kendini ırkçılığa, milliyetçiliğe, militarizme, cinsiyetçiliğe, doğanın tahrip edilmesine, emeğin sömürüsüne karşı mücadele eden kadın meclisi olarak tanımlar. BDP kadın meclisi DHÖK’nin bileşenidir. Diğer kadın örgütleriyle ortak çalışma alanları oluşturmayı hedefleyen BDP kadın meclisi pozitif ayrımcılık ilkesine dayanarak bütün yerel ve merkezi yönetimlerinde %40 kadın kotası uygulamasını başlatmıştır. BDP’de kadınlara ait ayrı bir bütçe vardır ve parti gelirlerinin %15’i kadınlara aittir. Hiyerarşiye karşı yatay bir örgütlenme modeli benimsemiştir. Cinsiyet eşitliği/eşitsizliği ile ilgili uygulamaların denetim ve yaptırımına olanak sağlayan bir kadın bakanlığı kurulması için mücadele etmiştir. Yerel yönetilmede sığınma ve kadın dayanışma evleri açmak için bütçe ayrılması ile yetki ve donanımların arttırılması için mücadele etmiştir. TC’nin KCK operasyonları adı altındaki saldırılarından BDP kadın meclisi de payını almış ve kadın meclisi sözcüsü 2 milletvekili, 5 belediye başkanı, 29 belediye meclis üyesinin içinde olduğu 500 kadın tutsak edilmiştir.

Parti tüzüğüne yüzde 40 kadın kotasını ekleyen BDP’nin 2009 yerel seçimlerinde seçilen 15 kadın belediye başkanı vardır.

BDP siyasi hayatına devam ederken “emek demokrasi özgürlük” bloğu adıyla ve birçok bileşenle 12 Haziran 2011 milletvekili genel seçimlerine katılan BDP seçim başarısını ve bu bileşenlerle yan yana gelme projesini kalıcı kılmak, ortak bir mücadele alanı yaratmak amacıyla halkların demokratik kongresi için çalışmalara başlar.

15-16 Ekim 2011 tarihinde ilk kongresini toplayan HDK genel kurulu halklar şölenine dönmüştü. Kadın kotası uygulaması, eş başkanlık sistemi ve kadın mücadelesi yürüten diğer kadın örgütleriyle birlikte bir mücadele alanı yaratma çabası HDK kadın meclisinde daha önceki kadın çalışmalarına oranla daha ileri adımlardır.

İçinde feministlerden diğer birçok siyasetin kadınlarının da yer aldığı HDK kadın meclisi mücadele alanları olarak;

Ortadoğu’ya dönük demokratik yeni bir ana yasa mücadelesi ile kadınlara dönük her türlü ayrımcılık, şiddet, taciz ve tecavüzle, emperyalist savaşa karşı, mücadeleyi öne çıkarmıştır.

Kürt kadınlarının mücadelesi HDK ve HDP döneminde, alanını genişletme yönünde eğilim göstermiştir.

HDK’den sonra HDP’li kadınlar sadece Kürt kadınlara dönük politikalar yerine içine feministleri, LGBTİ bireyleri, siyasetlerin kadın çalışmalarını da kapsayacak şekilde genişlemeyi hedeflemiştir.

Suriye özelinde Ortadoğu halklarına dönük saldırıların arttığı bu dönemde Kürt kadın mücadelesi de gelişmiş ve genişlemiştir.

Ortadoğu halklarına ve özelde kadınlarına IŞİD çeteleri eliyle saldıranlara karşı özellikle bölgedeki kadınlar arasında silâhlı mücadeleye katılım oranı artmıştır. Kürt, Ezidi, Süryani, Arap halklarından kadınlar YPJ içinde ortak mücadelenin en güzel örneklerini vermiş, Rojava’daki devrimi kadın devrimine dönüştürme yolunda önemli adımlar atmışlardır.

Kadınlar tüm toplumsal gündemlerde kendi bulundukları yerden mücadeleye katkı sunarken Rojava’daki kadın devriminde enternasyonalist dayanışma büyümüştür.

Bugün yaşadığımız coğrafyada kadın mücadelesinin büyümesine katkı sunan bir diğer hareket ise feminist harekettir.

 

FEMİNİSTLER

Türkiye’de feminist hareketi; birinci, ikinci ve üçüncü dalga feminist hareket olarak tanımlayabiliriz.

  1. dalga: Cumhuriyetin ilanı ile 1935 yılı arası.
  2. dalga: 1980-1990 yılları arası.
  3. dalga: 1990’dan günümüze kadar gelen dönem.
  4. DALGA

Cumhuriyetin ilanından sonra Nezihe Muhiddin öncülüğünde Kadınlar Halk Fırkası (partisi)’nın kurulmasına kadınların seçme seçilme hakkı olmaması gerekçesiyle izin verilmemesinin ardından 7 Şubat 1924 tarihinde kurulan Türk Kadınlar Birliği Derneği kurulmuştur. Bu dernek seçme seçilme hakkının elde edilmesinden sonra genel kurul yaparak kapatılmıştır. Türkiye’de 1. dalga feminist hareket dönemin koşullarına ve dünyadaki kadın mücadelesi gelişimine paralel olarak daha çok burjuva kadınların öncülük ettiği, belli bir kesime dönük çalışmalar yapan bir karakterdedir.

1940 ve 1950 arası ölü bir dönemdir.

  1. DALGA:

1980 sonrası feminist hareket çoğunluğunu sosyalist kadınların oluşturduğu bir yapıya sahiptir. Darbenin etkisiyle kapatılan birçok siyaset ve örgütteki kadınlar feminizmi yeni bir mücadele alanı olarak görmüş çalışmalarını bu yönde çevirmişlerdir. 12 Eylül yasaklamaları altında 1984 yılında “Kadın Çevresi” adında mecburen şirket olarak kurulan feminist dergi feminist literatür oluşturmak için kitap basmaya başlar. Bu dönem kitap kulübünde basılan kitapların tamamı çeviridir. Bu çevre içinde yer alan kadınların ilk yayını “Feminist”tir. Ardından bu gruptan ayrılanlar “Sosyalist Feminist Kaktüs” dergisini çıkartırlar. Kadın çevresi 4 kitap yayınlamış, iki dergi ve bugün izleri sürülen feminist ekolleri yaratmıştır.

1987 yılında feminist kadınların öncülüğünde “dayağa karşı kampanya” adıyla gerçekleştirilen mitin 1980 darbesi sonrası yapılan ilk mitingdir. Mitinge 2000 kadın katılmıştır. 1989 yılında cinsel tacize karşı yürütülen kampanyanın sembolü mor iğnedir. Feminist kadınların yakalarına taktıkları mor iğneler ve kahvelere giderek yaptıkları eylemler basında tepki uyandıran eylemlerden olmuştur. Ardından TCK’nın 438. (hayat kadınlarına tecavüz suçuna verilecek cezada indirimi öngören Türk Ceza Kanunu’nun 438. Maddesi) maddesini protesto etmek amacıyla “iffetli kadın olmak istemiyoruz” eylemleri başlamıştır.

Daha sonra bedenimiz bizimdir, boşanma, dayağa karşı kampanya eylemleri dönemin öne çıkan eylemleridir. Kadının adı yok 1987 yılında yayınlandığında oldukça ses getirmiş, 1988’de yasaklanmış ve 1991’de tekrar yayın hayatına başlamıştır. 1980 sonrası önemli politik tartışmalar İHD’nin kuruluş aşamasında da yaşanmıştır. 1988 yılında İHD kadın kurultayında kadın mücadelesinin yönü hakkında önemli tartışmalar yaşanmıştır. Temel mesele mücadelenin erkeklere karşı mı yoksa sınıfsal temelde mi olacağıdır.

Bu dönem feminizm kuruluş (kendini var etme) aşamasındadır, dönem ilerledikçe feminist hareket kampanyalarla zirve yapmıştır ve oldukça hareketlidir. Teorik tartışmalar öne çıkmıştır.

3 . DALGA:

1990’larda feminizm daha çok kurumsallaşma eğiliminde olduğu söylenebilir. 25 Ekim 1990’da kadın statüsü ve sorunları genel müdürlüğü, 1991’de kadın ve aile bakanlığı kurulur, yine 1991’de ilk kadın vali Leyla Ataman Muğla valisidir. 1990’da Mor Çatı, Kadın Eserleri Kütüphanesi, İstanbul Üniversitesi’nde kadın sorunları araştırma ve uygulama merkezi kurulur. 1996 yılında ise Uçan Süpürge, 1997 yılında ka-der kadın adayları destekleme derneği siyasette kadın erkek eşitliğini sağlamak amacıyla kurulmuştur.

Doksanlardan sonra feministler, sosyal feministler ve radikaller olarak kadınların sömürülmesinin ekonomi politiği üzerine tartışmaları sürdürmüşlerdir.

Doksanların başında devlet gelişmekte olan feminist harekete müdahale yolları ararken, feministler devletle mesafelerini korumaya çalışmışlardır. Fakat medyanın tam da Kürt sorunu kendini yakıcı bir şekilde ortaya koyduğu dönemde Kürt hareketinin gelişimini medya eliyle gizlemeye çalışmış, burada da kadın eylemlerini öne çıkartarak gündem değişikliğine gitmeye çalışmıştır.

1990’lı yıllardan sonra feminist kadınlar arasında devam eden hiyerarşi tartışmaları, kadınları hiçbir şey yapmamaya kadar götürmüş, doksandan sonra nerdeyse hiç kampanya düzenlenmemiştir. Bu sessizliğin ardından 1994 yılında toplumsal araştırmalar vakfında “80’li yıllarda kadın hareketi” başlıklı panelde Gülnur Savran, hiyerarşi saplantısının iş yaptırmama haline gelmesinin zararlarından bahsederek, iş bölümünün gerekliliğinden bahsetmiş ve yeni bir koordinasyon önermiştir. Bu çağrı yeniden bir araya gelme çağrısı olmuştur.

Bu dönem devlet ve hükümetler kadın hareketini bir sivil toplum hareketi olarak muhatap kabul etmeye başlamışlardır.

 

SONUÇ YERİNE

Osmanlı’dan cumhuriyete ve sonrası gelişmeler ışığında kadın mücadelesine ve öne çıkan örgütlülüklere baktığımızda:

* Toplumsal muhalefetin yükseldiği her dönemde kadın mücadelesinin de büyüdüğü,

* Kadın sorunlarının tarifi, mücadele ve çözüm yöntemlerine bakıldığında, her dönem açığa çıkmamış olsa da sorunun sınıfsal bir karaktere sahip olduğu ve bu yönde geliştirilecek mücadele yöntemlerinin gerekliliği,

* Geçmişte ve bugün feminist kadınların daha çok beden politikaları, taciz, şiddet gündemli politikaları öne çıkardıkları bununla birlikte örgütlü yapılar içinden çıkan kadın hareketlerinin, yoğunluklu olarak emekçi ve ezilen kadınlara dönük politikalarla toplumsal diğer sorunları birlikte ele aldıkları ve bu yöntemin kitleselleşmeye önemli katkılar sunduğu,

* Kadınların kadın kimliklerinden kaynaklı yaşadıkları sorunlar ile içinde yer aldıkları toplumun temel ve güncel sorunlarının çözümünün iç içe geçtiği ve geçmesi gerektiği, birbirinden ayrı ele alınamayacağı,

* Kadın mücadelesinde öne çıkan, toplumun büyük çoğunluğu tarafından sahiplenilen, mücadeleye yön veren kadın örgütlerinin karma değil ayrı yapılanmalar olmalarına rağmen ortaya çıkışları ve beslendikleri yerin bağlı bulundukları örgütler olduğu,

* Kadın sorununun çözümünde farkı politikalara sahip olsalar da mücadeleye güç katan tüm kesimlerin ortak bir mücadele hattında birleşmelerinin mümkün, gerekli ve kazandırıcı olacağı, bu anlamda tüm kadın çalışması yapan kurumlar gibi bize de kadın mücadelesini geliştirmek ve ortaklaştırabilmek adına önemli sorumluluklar düştüğü söylenilebilir.

 

Kaynaklar:

Serpil Çakır, Osmanlı’da Kadın Hareketleri

Handan Çağlayan, Analar Kadınlar Tanrıçalar.

Muazzez Pervan, İlerici Kadınlar Derneği

Emel Akal, Kızıl Feministler

Makaleler:

Aylin Moralıoğlu: 80’li yıllarda kadın hareketi ve kampanyalar

Aksu Bora: kadın hareketi: nereden nereye

Mine Koçak: 80’li Yıllar Kadın Hareketi

Yeliz Ergün-Burcu Güler-İlkay Tanyer: Türkiye’de 80 Sonrası Kadın Hareketi

Doç Dr. Sevgi Uçan Çubukçu ile röportaj: Kadın hareketi gökten zembille inmedi

 

 

-Nursel Güvendir

 

Yeniden seçim Peki ne değişecek?

Erdoğan’ın kimyası, Gezi Direnişi ile bozuldu, Kobanê ile büsbütün korkmaya, baştan aşağıya sarsılmaya başladı. Dengesi bozuldu.

İşte 7 Haziran seçim sonuçları, bunun üzerine geldi.

O çok kullandıkları “milli irade”, ona başkanlık, AK Parti’ye tek başına iktidar vermedi. Hile ve desiseye rağmen, istedikleri sonuçları alamadılar. Ve yolun sonu göründü. Birdenbire, “milli irade”nin sonuçlarını tanımamaya karar verdi. Burhan Kuzu’nun deyimi ile, “sen kalk, bunca hizmet etmiş adama vize verme” demeye başladılar.

Ve topyekûn savaş senaryoları, akıl almaz hilelerle birlikte devreye sokuldu.

Zaten, torbada bekleyen, el altından fısıldanan “dar-ül harp” meselesi gündeme getirildi. Ve her şey mübah dönemi başlatıldı.

Muktedir, gücünden sual olunmaz seçilmiş, birdenbire bir açmazla karşı karşıya kaldı ve hemen harekete geçti.

Suriye’de devreye koydukları tüm savaş biçimleri ve hileleri, içeriye nüksetmeye başladı. Kibirden gözlerinin görmediğini kabul edecek değildi herhâlde. O da, hukuk tanımaz bir biçimde, tüm kuralları ayaklar altına alarak, seçimleri geçersiz saydı ve yeniden seçim süreci için, halkları salak yerine koyan bir tiyatro sahnelediler.

Ve nihayet, amacına ulaştı, elma şekerini eline aldı, yeniden seçim kararını çıkarttı ve 1 Kasım 2015’te seçimlerin tekrarına karar verildi.
Peki ne değişecek?

Diyelim ki, seçimlerden, üç aşağı-beş yukarı, aynı sonuçlar çıkarsa, bir kere daha mı seçim yapılacak? Sabah gazetesinin yazarına bakarsanız; allahın hakkı üçtür. Üçüncüsü de arkadan mı gelecek?

Erdoğan, AK Parti ve devlet, “milli irade”ye bir ders verme isteğindeler. Bu nedenle savaşı tırmandırıyorlar.
Peki ne değişecek?

Biz, elbette yine HDP’yi destekleyeceğiz. Bu kez daha büyük bir enerji ile çalışmalarımızı yürüteceğiz ve seçimler sürecinde daha sağlam örgütlenmenin yollarını döşeyeceğiz. Eğer üçüncüsü gelirse, üçüncü kere seçim derlerse, bu defa daha “eğlenceli” olacağı da kesin.

İlk değişecek şey, bu sefer, HDP’nin ülkenin üçüncü partisi olması olacaktır. %15’i geçmesi, çok ama çok olanaklıdır.

İkinci değişecek şey, muhtemelen AK Parti’nin daha az milletvekili çıkarması olacaktır. Özellikle dinî inanışlarında samimi olanlar, inancını paraya endekslemeyenler, bu süre boyunca biraz daha gözlerini açmıştır, açacaktır.

Bu nedenle Erdoğan, bir yandan HDP’yi baraj altında bırakmak için, saldırılarını yalanlarla beslemektedir. Ama ne yazık ki, artık mızrak çuvala girmiyor. Terörist dedikleri HDP’yi, geçici hükümete davet etmek zorunda kalmışlardır. Türkeş’i para ile bakan yapmaları MHP’nin oylarını azaltacak gibi değildir. Ve ne olursa olsun, milliyetçilik de etkisini biraz olsun kaybedecektir.

Ölümler karşısında, acılı ailelerin “şehit olma mutluluğunu tatma” tavsiyelerine karınlarının tok olduğu görülmektedir. Bu mutluluğu, buyurun siz tadın demelerinin anlamı budur. Bu durum, halkların savaş karşıtı, barış bloğundan yana tutum aldıklarının en somut kanıtıdır.

Üçüncüsü, AK Parti’nin Kürt halkından aldığı oyların daha da azalacağını göreceğimiz yönünde işaretler oldukça kuvvetlidir.

İşte bu nedenle, daha da büyük bir güçle savaşı tırmandırma yönünde adım atacakları anlaşılıyor. Bu kolay da olmayacaktır. Ama Erdoğan’ın söylediği şey açıktır: Bu iç güvenlik yasaları boşuna çıkmamıştır. Tutuklamalar birbirini izlemektedir. AK Parti kurmayları, savaştan galip çıkma, “bölgede devlet otoritesini galip çıkarma” yönündeki demeçleri, tamamen bu hedefe dönüktür.

Bu koşullarda Kürdistan’da bir seçimin nasıl yapılacağı da oldukça belirsizdir. Bu savaşı, ülkenin her yanına yaymak istedikleri de açıktır. Bir çok yerde polisin “biz IŞİD’iz” diyerek saldırması, bunun işaretidir.

Dengesi bozulanlar, halkın da dengesini bozmak istemektedirler. “Milli irade” zapturapt altına alınmak istemektedir.

Devlet, demokratik tüm hakları askıya almaya yeltenmiştir.

Dünya gericiliği ile kurdukları ilişki, üslerin ABD’ye açılması ile bir adım daha ilerletilmiştir.

Peki tüm bunlar, acaba, seçimlerden “başkanlık” sistemini çıkarmaya yetecek midir? Tüm bunlar, AK Parti için, tek başına iktidar çıkarmaya yetecek midir?

Erdoğan, siyasal iktidarı AK Parti ile başka bir partinin paylaşmasından yana değildir. Bu durumun, dağlar gibi yığılmış yolsuzluk dosyalarının, suç dosyalarının patlamasına yol açacağını ve hızla her şeyi kaybetme noktasına doğru evrileceğini görüyorlar. Öfkeleri bundandır, korkuları bundandır.

Bu nedenle, büyük bir karartma siyaseti devreye sokulmuştur, basın üzerindeki kontrollerini artırmak istemektedirler, aykırı hiçbir fikre, habere tahammülleri yoktur. Kan ve yalan, karanlık birlikte yükseltilmektedir.

Ama tüm bunlara rağmen, istedikleri sonuçların sandıktan çıkmayacağını da görüyor olmalıdırlar.

Olağanüstü hâl uygulamaları, ülkenin her yanını sarmaktadır. Okulların açılışı, doğrudan savaş nedeni ile ertelenmiştir. İhaleler garanti altına alınmaya çalışılmaktadır.

Mevcut hâli ile parlamentodan istedikleri yasaları çıkarmaları da zor olduğu için, anayasanın askıya alındığı bir dönemden geçtiğimiz ve geçeceğimiz daha da açık hâle gelmektedir.

Soru son derece çıplak ve açıktır: Tüm bu uygulamalar ne içindir, muktedirin istediği rejimi yerleştirmek için değil midir? Bunu artık kör gözler de görmektedir.
Bu nedenle açıkça söyleyebiliriz ki; bu şiddet, bu karartma, bu yalan kampanyası, bu zalimlik, bu kibir, tam tersine tepki almaktadır ve tüm bu uygulamaların ters tepmesi olanaklıdır.

Bu nedenle, bu seçimde aslında çok şey değişmeye açıktır. Bu ikinci denemede, halkların AK Parti’ye ve Erdoğan’a vize vermemesi, birçok şeyi değiştirebilecek bir açılıma olanak sağlayacaktır.

Burjuva medya artık bitmiştir ve bu seçimlerle birlikte daha da dibe vuracaktır. Devlet çarkının işleyişi, tüm çıplaklığı ile açığa çıkmaktadır. Yolsuzlukların artık saklanır yanı kalmamıştır. Ve artık burjuva egemenliğin her biçimi sorgulanmana başlamıştır, bu daha da yaygınlaşacaktır. Artık, kendi koydukları kurallara kendilerinin uymadığı gün gibi açıktır. Bizzat muktedir, anayasayı rafa kaldırmıştır. Savaş bloğunun kimlerden oluştuğu açığa çıkmıştır. Tüm bunlar, önemli kazanımlardır.

İşte bu nedenle, bir kere daha sandıktan, özgürlük, barış ve adalet talebinin çıkması gereklidir. Bir kere daha, onların istediği sonuçların çıkmaması önemlidir. Tüm bu baskılara, tüm bu savaş hâli ve olağanüstü hâl uygulamalarına son vermek için, bu seçimler önemlidir.

Siyonizm karşısında Filistin ile Arafat’ı

“Ölümsüz olan icraattır.”1

Sömürgeci Siyonist İsrail, emperyalist ABD saldırganlığının Ortadoğu’daki işgalci/ terörist üssü ve Filistin’in kâbusudur.

Rakan El Mecali’nin “Balfour Deklarasyonu, Filistin’de Yahudilere ulusal bir vatan tesis edilmesi için çalışılması vaadini içeriyordu. Bu amaç deklarasyonun birinci şıkkıydı. İkinci şık da dönemin Britanya Başbakanı Arthur James Balfour’un şu vaadiydi: ‘Britanya, Filistin’deki Yahudi olmayan toplumların çıkarlarına ve haklarına zarar verebilecek hiçbir çalışmada bulunmayacaktır.’

Bu sözlerin aldatıcılığı sır değil. Filistin’in yerli bir halkının bulunduğu, Yahudi göçmenlerin Filistin topraklarına sızan yabancılar ve işgalciler olduğu zikredilmiyordu. Dahası, Filistinlilerin çıkarlarına zarar verilmeyeceğinden dem vurulması koca bir yalandır. Zira ‘Yahudilere ulusal bir vatan’ deyişiyle Filistinlilere zaten zarar verildi,”2 diye ifade ettiği tarihsel arka planın bugününde “İsrail’in Gazze’de 1.5 milyon Filistinli’yi tecrit ederken; “Azami güvenlikli bir hapishaneye girmek, 1.5 milyon Filistinli’nin yaşadığı ve uzunluğu 45, genişliği en fazla 8 kilometre olan Gazze’ye girmekten kolay”dır…3

Durum bu kadarla da sınırlı değildir!

Örneğin İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun, Kudüs’ü Filistinlilerle paylaşmaları ya da 1967 sınırlarına çekilmelerinin asla söz konusu olamayacağı ya da Filistin’le gelecekte bir barış anlaşması imzalasalar bile İsrail’in, kurulacak Filistin devleti topraklarında varlığını sürdürmeye niyetli olduğunu açıklamalarına kadar uzanırken; İsrailli Prof. Uri Ben-Elizer de, bu hâlin İsrail’de halkı “ultra nasyonalist ve ortodoks” yönde etkilediğine dikkat çekiyor.4

Söz konusu hâl, İsrail’deki ırkçılığın da münbit zeminini oluşturmaktadır.

Örnek mi? İsrail vatandaşlık yasasını değiştirdi. Sadece gayri Yahudiler vatandaş olmak için “Yahudi ve demokratik İsrail devletine sadakat” yemini edecek. Nüfusun beşte birini oluşturan Arap asıllı vatandaşların “ırkçılık” olarak nitelendirdiği sadakat yemininin ardında Siyonizm gerçeği ve anti-Semitizm yaygaraları yatmaktadır!

İsrail ırkçılığına ilişkin itirazlara konusunda Christopher Hitchens’in, “Niçin anti-Semitizm suçlamasına ve yaygaraya yol açtığını anlamıyorum,”5 notunu düştüğü tabloda; saldırgan ve dolayısıyla da “Kışkırtıcı Bir Tarih”6 olarak “Siyonist oluşum, tıpkı Filistin halkının talepleri konusunda olduğu gibi insanî yardım ve hukuk kuruluşlarına da güvenlik penceresinden bakıyor,”7 Hazım Ayyad’ın ifadesiyle…

Kolay mı? Şaş Partisi’nin ruhani danışmanı Haham Oveida Yosef, “Ebu Mazen ve bütün bu kötü insanlar dünyadan silinsin. Tanrı onları bir salgınla vursun,”8 diye haykırırken; “İsrail, Kutsal Topraklar’da din savaşı çıkarmayı bir çıkış yolu olarak görüyor,”9 saptaması dillendiriyor Macid Keyali…

* * * * *

Bu tablonun öteki yüzüne gelince; orada Siyonist olmayan başka Yahudiler var.

“Nasıl” mı?

Larry Derfner’in, “İsrail ordusunun Filistinlilere yönelik ihlâllerini araştıran ‘Sessizliği Kırmak’ adlı kuruluş, Gazze ve Batı Şeria’da görev yapmış 21 askerin tanıklıklarını yayımladı. İsrailliler bu hikâyelerden bıkmış olabilir ama neyse ki İsrail’in dışında hâlâ vicdanı olan ve işgali eleştiren bir dünya var,”10 diye tanımladığı söz konusu gerçek “Yeter Artık” diyor…

Mesela… 5 yıl boyunca Hamas’ın elinde rehine tutulan İsrail askeri Gilan Şalit’in babası Noam Şalit, bir İsrail televizyonuna verdiği mülakatta, İsrail askerlerinin kaçırılması ile ilgili olarak, eğer Filistinli olsaydı kendisinin de benzer eylemlere katılacağını söylüyor!11

Mesela… Filistin işgalini hâlâ sürdüren ve evsiz yurtsuz bıraktıkları topraklara yerleşim kuran İsraillilerin hayalleri artık çıkmaza girdi. Ülkedeki ekonomik sıkıntılarla uğraşan İsrailliler artık bu topraklarda yaşamak istemiyor. ‘Haaretz’ gazetesinin yapmış olduğu anket İsrailli yerleşimcilerin yüzde 40’ının ülkeyi terk etmek istediğini yazıyor. Ankete katılan İsraillilerin yüzde 75’i ekonomik bir iyileşme tahayyül etmezken, yüzde 78’i ise Tel Aviv yönetiminin hiçbir şekilde iyileşmeyi sağlayacak bir planının olmadığını düşünüyor!12

Mesela… “İsrail’de insanlar durmaksızın ‘Gölge’den söz ediyor. Hiçbir şeyin peşini bırakmayan bu gölge Filistinliler değil, İsrail’in Filistinlilere reva gördüğü ve kendi korkusuyla bağlantılı olan muamele. Filistinliler meşru devletlerine sahip olmadıkça bu gölge de bir yere gitmeyecek,”13 diye haykırıyor Margaret Atwood…

Haksız da değil! Çünkü Hüseyin Aga ile Robert Malley’in, “Yıllardan beri dikkatler Filistin devletine, sınırlarına ve yetkilerine odaklanıyor. Fakat meselenin kalbi illa ki bir Filistin devletinin nasıl tarif edileceği değil. Bu İsrail devletinin nasıl tarif edileceği meselesi! İhtilafın kökenleri görmezden gelindiği sürece iki devlet de çözüm olmayacak,”14 notunu düştükleri tabloda barış “imkânsızlaşıyor”!

Emperyalist ABD’nin, ‘The Financial Times’ tarafından, “İsrailli siyasetçilerin Amerikan desteğini çantada keklik görmek gibi bir eğilimi var,”15 diye formüle edilen tutumu “Elbirliğiyle Gazze’yi bir ‘toplama kampına’ dönüştürüyor”ken;16 “ABD’nin İsrail-Filistin kördüğümünü çözmeye çalışan ‘dürüst bir arabulucu’ olduğu yönündeki hâkim yanılsamayı ortadan kaldırmak gerek,”17 diyen Noam Chomsky’nin saptamasının altını özenle ve defalarca çizmek gerek!

* * * * *

Bunlardan niye mi söz ediyorum?

Gayet basit!

Siyonist İsrail gerçeği kavranılmadan; Fatva Tukan’ın, “Aşk ver bize, aşk ver./ Aşkın içinde patlar bizim büyük cevherimiz,/ aşkın içinde ışıldar.

Aşk ile yeşerir türkülerimiz bizim,/ aşk ile yeşerip dökülür kalbimiz,/ dökülüp yayılır/ ve zenginleşir toprağımız aşk ile.

Aşk ver bize, aşk ver.

Aşk ver ki,/ kuralım yeniden/ yıkılan dünyamızı,/ aşk ver ki,/ serpelim tekrar tekrar/ bereketli kıvancı/ kısır dünyamıza.

Kanat ver bize, kanat ver.

Açalım dört bir yandan kuşatılmış bu zindanı,/ bu demirden, çelikten duvarları yıkalım,/ uçurtalım özgürlüğü ta yukarılara, doruklara./ Işık ver bize, aydınlık ver.

Zifiri karanlıkları yarıp geçecek bir ışık ver,/ parlak soluğuyla hepimizi/ yücelere fırlatacak bir aydınlık.

Özgürlük getir bize./ Var olmanın tek olanağını,/ tek amacını yaşamanın!” dizeleriyle tanımlanan Filistin ile Arafat’ı anlaşılamaz…

* * * * *

Umarım hâlâ herkesin belleğindedir: İsrail’in kuşatması altında yaşamını yitiren ve ölüm nedeni şüpheli bulunan Filistin’in efsane lideri Yaser Arafat’ın elbiselerinde polonyum 210 maddesi bulunduğu açıklanmıştı.

İngiltere’nin önde gelen tıp dergilerinden ‘The Lancet’in yayımladığı rapora göre, 2004’te 75 yaşında ölen Arafat’ın zehirlendiği şüpheleri güçlendi. İsviçreli radyasyon uzmanları, Arafat’ın eşi Suha Arafat tarafından temin edilen kıyafetleri ile diş fırçasındaki kan, idrar ve salya örnekleri dahil 75 numune üzerinde yaptıkları inceleme sonucunda yüksek oranda polonyum 210 radyoaktif maddesi tespit etti. Ölmeden önce Arafat’ta görülen mide bulantısı, kusma, hâlsizlik ve karın ağrısı zehirlenme ihtimalini gündeme getirmişti.

Evet isminin başına “efsanevi lider” tanımlaması getirilebilecek sayılı şahsiyetlerden biri Arafat. Henüz üniversitede Filistinli savaşçılara silah taşınmasına yardım eden, mezuniyetinden sonra gittiği Kuveyt’te Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) en önemli parçası hâline gelecek El Fetih hareketini başlatan, 27 yıl boyunca ‘sürgünde’ kalan ve nihayetinde Filistin yönetiminin başına gelen Arafat’ın ‘yaşam felsefesi’ hakkında temelde iki şey söyleniyor: Herkesin yardımına yetişen(!) ABD’nin arabuluculuğunu yaptığı barış görüşmelerinde hep son anda cayan Arafat belki varılacak yeri değil, yolculuğun kendisini seviyordu. Belki de “üzüm yemek değil bağcıyı dövmek” misali asıl isteği Filistin devleti kurmak değil İsrail’i yıkmaktı.

Nitekim 13 Kasım 1974’te BM Genel Kurulu’ndaki konuşmasının son cümlesi ile ‘bizi sınamayın’ mesajı vermişti: “ Bugün buraya bir zeytin dalı ve bir özgürlük savaşçısının silahı ile geldim. Zeytin dalının elimden düşmesine izin vermeyin. Tekrar ediyorum: Zeytin dalının elimden düşmesine izin vermeyin.” Ancak otopsi raporu o zeytin dalının yerine birilerinin zehir koyduğunu gösterdi. Baş zanlı ise hâliyle İsrail…

Ramallah’taki karargâhı Mukata’da Mart 2012’de İsrail’in ev hapsine aldığı Arafat’ın 2 yıl sonraki ani vefatı, ‘tarlanın ortasındaki ezilmiş bir dikeni’ hatırlatır hep. 638 suikast girişiminden kurtulmayı başaran Küba lideri Fidel Castro’yla yarışabilecek ‘son anda yırtmaları’ yüzünden uyurken bile tetikte olan Arafat’ın ‘sağlığı’ 20 Ekim’de bozuldu. Mide sancıları geçiren Arafat’ın safrakesesinde taş olduğu söylendi, 25 Ekim’de kurmaylarıyla toplantı yaparken birden kusmaya başladı. Mısır, Tunus ve Ürdün’den getirilen doktorlar da derdine derman bulamayınca 29 Ekim’de apar topar Fransa’nın başkenti Paris’teki Percy Askeri Hastanesi’ne yatırıldı. O dönem de zehirlenmiş olabileceğinden şüphelenen doktorlar bu iddiayı destekleyecek bir bulguya rastlamadı. Ancak 3 Kasım’da komaya giren Arafat’ın vücudu hızla iflasın eşiğine geldi, 8 gün sonra da 75 yaşında hayatını kaybetti. Doktorlar ölüm nedenini bir kan hastalığından kaynaklanan felç olarak açıklasa da Arap dünyasında başlayan ama Batı’da ‘komplo teorisi’ diye eleştirilen ‘Öldü mü öldürüldü mü’ tartışmaları bugüne dek geldi.

Çok sigara içtiği de konuşuldu. AIDS olduğu da. Ancak eşi Süha’nın talebiyle İsviçreli, Rus ve Fransız uzmanlar tarafından geçen yıl başlatılan incelemede önce kişisel eşyalarında radyoaktif polonyum-210 maddesine rastlandı. Polonyumla zehirlenen bir kişi kanserin son evresindeki bir hastayla aynı belirtileri gösteriyor. 1898’de bulunan ve dünyadaki en nadir maddelerden biri olan polonyum yerkabuğunun düşük yoğunluklu katmanlarından çıkarılabiliyor veya nükleer reaktörlerde üretilebiliyor. İnsan vücuduna girdiğinde ise bir daha dönüşü olmuyor…

Dönemin İsrail Savunma Bakanı Ariel Şaron, Maariv’e 1982’deki Lübnan savaşında Arafat’ı öldürmedikleri için pişman olduğunu söylemişti. Eylül 2003’te Başbakan Yardımcısı Ehud Olmert “Arafat’ı öldürmek de seçenekler arasında” demişti. 2004’te ABD Başkanı George W. Bush, Arafat’ın kaderini Tanrı’nın eline bırakmanın en iyisi olduğunu söylemiş, Şaron ise “Bazen birilerinin Tanrı’ya yardım etmesi gerekir” yanıtı vermişti. New Yorker’daki bir Şaron profilinde ise şu ifadeler vardı: “Arafat, Şaron’un kendisini 13 kez öldürmeye çalıştığını söylüyor. Şaron ise belli bir sayı vermiyor ama şimdiye kadarki tüm İsrail hükümetlerinin Arafat’ı yok etmek için uğraştığını vurguluyor.” Muhabir kılığındaki Mossad ajanlarının Arafat’ı yüksek teknoloji ürünü ve içi zehir dolu bir lazer tabancasıyla hedeflemiş olabileceği de söylentiler arasında.

Arafat’ı zehirledikleri iddiasını ‘pembe dizi’ olarak niteleyen İsrail’in yakın geçmişte ‘aksiyon filmi’ çevirmişliği de var. 1996’da Hamas üyesi Yahya Ayyaş cep telefonuna yerleştirilen 15 gramlık patlayıcıyla havaya uçuruldu. 1997’de Mossad ajanları Hamas komutanı Halid Meşal’in kulağına zehir enjekte etti. 1972’den beri buna benzer 27 vaka mevcuttu…

* * * * *

Muhammed Abdülrauf Arafat es Qudwa el-Hüseyni, yoldaşları arasındaki adıyla Ebu Ammar ya da tüm dünyada bilinen adıyla Arafat, Paris’te Percy Askeri Hastanesi’nde 2004 yılında hayatını kaybettiğinde onunla birlikte bir devir de kapanmıştı. Filistin sorununu dünyaya duyuran heyecanlı konuşmasıyla, kısa boyuyla, askeri üniformasıyla ve elbette ünlü kefiyesiyle tam bir ikon hâline gelmiş olan Osmanlı subayı bir babanın çocuğu bu Ortadoğulu küçük dev adam geride ihanetlere, arkadaş kayıplarına, siyasi cinayetlere tanıklık etmiş bir yaşam ve acılı bir halk bırakmıştı.

El Fetih, 1959’da silahlı mücadelenin başarıya ulaşmak için tek seçenek olduğu fikriyle yola çıkan, bugün hiçbiri hayatta olmayan Arafat (Ebu Ammar) Salah Halef (Ebu Iyad) ve Halil El Vezir (Ebu Cihad) üçlüsünün, Filistin sorununu gerçek anlamda Filistinlileştirmesinin hikâyesidir. Bu üçlü 1957’de Mısır’dan mühendis olarak çalışacakları Kuveyt’e gittiklerinde El Fetih’in ilk yayın organı olan ‘Filistinuna’ yani ‘Bizim Filistin’i çıkardıklarında belki bugün gelinen noktadan çok daha fazlasını amaçlamışlardı. Yine de büyük iş başardılar.

Filistin’in en büyük direniş hareketi El Fetih’in Beytüllahim’de yapılan tarihi 6. kongresinde, Filistin’in efsanevi lideri Arafat’ın ölümüyle ilgili dosyanın soruşturulması kararlaştırıldı. Kongre çalışmalarının sözcüsü Nebil Amr, Arafat’ın 2004’te Fransa’da ölümüyle ilgili dosyanın, ölümün ardındaki sır perdesi ortaya çıkana kadar kapanmaması kararı alındığını belirtti.

Tunus’ta sürgünde yaşayan El Fetih Genel Sekreteri Faruk Kaddumi’nin, Arafat’ın El Fetih liderleri, ABD ve İsrail’in ortak komplosuyla öldürüldüğünü iddia etmesi gerginliğe yol açmıştı.

Bunlarla birlikte aradan sekiz yıl geçtikten sonra, eşi Süha Arafat’ın “zehirlenerek öldürüldü” iddiası çarpıcıydı ama kimse için şaşırtıcı olmadı. İddianın doğruluğundan ötürü değil, böyle bir ölümün Arafat için çok normal olacağına inanıldığından. Çünkü General Arafat’ın İsrail’den olduğu kadar yakın çevresinden de kaynaklanan suikast girişimlerinin hedefi olduğu bilinmedik değildi. Süha Arafat’a göre eşinin giysilerinde istihbarat örgütlerinin kullandığı bilinen Polonyum zehrinin izine rastlanmıştı.

Lozan Üniversitesi Adli Tıp Merkezi ve Radyasyon Fiziği Enstitüsü’nden uzmanları, 7 Kasım 2013’teki basın toplantısında tıbbi kayıtlarda inme sonucu hayatını kaybettiği belirtilen Arafat’ın ölümünün “kazara olamayacağını’” belirtirken; ‘Radyasyon Fiziği Enstitüsü’nden Profesör François Bochud, “Ölüm nedeninin polonyum olduğunu ne onaylayabiliriz ne reddedebiliriz. Ancak polonyum kalıntısının miktarı üçüncü kişilerin dahline işaret ediyor,” deyip, polonyumun doğada bulunan bir madde olmadığını vurguladı.

Ayrıca Arafat’ın eşi Süha ise raporun “siyasi suikast” iddiasını kanıtladığını söyledi. ‘El Cezire’ye 6 Kasım 2013 tarihli demecinde “Rapor şüphelerimizi doğruluyor. Eşimin öldürüldüğü bilimsel olarak kanıtlandı” diyen Süha sorumlu konusunda ise yorum yapmadı. Süha Arafat 7 Kasım 2013’de AP’ye demecinde ise bu kez İsrail’i işaret etti: “Hiç kimseyi suçlayamam ama sadece nükleer reaktörü bulunan ülkelerin polonyuma sahip olduğu açık” diyen Süha, eşinin ‘haleflerinin adaletin peşine düşmesi’ çağrısı yaptı: “Top Filistin Yönetimi’nde. Uluslararası mahkemelere başvurabilirler.”

FKÖ yöneticisi Vasel Ebu Yusuf da ‘sorumlunun bir devlet olduğunu’ savundu: “Arafat’ın polonyumla zehirlendiği kanıtlandı. Bu radyoaktif maddeye bireyler değil devletler sahip olur. Bu da bu suçu bir devletin işlediğini gösterir.” Yusuf ayrıca, Lübnan Başbakanı Refik Hariri suikastında olduğu gibi Arafat için de uluslararası soruşturma komitesi kurulmasını talep etti. Yusuf, “Fail sorumlu tutulmalı. Bu ölümden çıkarı olan ise işgalcidir,” dedi.

* * * * *

Arafat katledildi; sebebi, Filistin için mücadelesiydi…

Arafat, mücadelesinde asıl zorluğu İslâmi Cihad, Hizbullah ve Hamas gibi İslâmcı örgütlerle yaşadı. Bu örgütler Arafat’ın liderliğinde bağımsız bir Filistin olacağına inanmadıklarını hep dile getirdiler. Aslında hep İsrail’le görüşmeler gerçekleştirilmesinden yana olan Arafat’ın, kontrol edemediği İslâmcı örgütlerce gerçekleştirilen İsrailli sivillere yönelik saldırılar, İsrail’in işine geliyor, Arafat’ı dünya kamuoyunun gözünde zor durumda bırakıyordu. Uyguladığı kuşatma ile her türlü kurumunu çökme noktasına getirdiği Filistinliler arasında Hamas özelinde İslâmcı hareketlerin gelişmesinde dolaylı katkısı olmuştur İsrail’in.

Ama yine de İsrail’in “siyasi liderliği bitmiştir” dediği, İslâmcı örgütlerin “bizi temsil edemez” diye çıkıştıkları Arafat, 1993 yılında İsrail’i Oslo Anlaşması için Washington’da masaya oturtmayı başarmıştır.

Bu anlaşma sonucunda İsrail, Arafat’ın 1958 yılında kurduğu ve yıllarca liderliğini yaptığı FKÖ’nün Filistinlilerin tek temsilcisi kabul etmiştir. Arafat, yıllarca savaştığı İsrail’in Başbakanı İzak Rabin ile birlikte Nobel Barış Ödülü’ne layık görülecektir.

Ama İsrail ne Oslo Anlaşmasındaki ne de sonra yapılan anlaşmalardaki vaatlerini tutacaktır. Kudüs’de, Batı Şeria’da Yahudi yerleşim birimleri kuracak, Gazze Şeridi’nde katliamlar gerçekleştirecektir. Ariel Şaron’un, 2002 yılında “Oslo Anlaşması ölmüştür” demesi malumun ilanıdır sadece. Arafat’ın, Filistin’de dizginleri artık elinden kaçırdığı, İslâmcı hareketler sokaklara egemen olduğunda anlaşılacaktı. 1995’te İkinci Oslo Anlaşması’nı imzaladığında Filistin’de Hamas’lı militanlarla FKÖ militanları çatışıyordu.

Arafat, İsrail ile mücadele ettiği kadar Suriye’nin entrikacı lideri Hafız Esad’ın “büyük Suriye” hayalleri ile de mücadele etmek zorunda kaldı. Esad, FKÖ’ye uzun yıllar destek verdi ama örgüt içinde Suriye yanlılarını etkin hâle getirmeye çalıştığı bilinir. Hafız Esad’ın desteklediği Lübnan’daki Şii Emel örgütü militanları, 1985 yılında Beyrut’ta bir Filistin mülteci kampına saldıracak, büyük bir Filistinli mülteci kıyımı gerçekleştirecektir. Emel örgütü ile Filistinlilerin savaşı üç yıl sürecektir. Tam 3000 Filistinlinin hayatına mal olmuş bir “kirli savaş”tır bu. Uzun süre kuşatılmış olan kamplardaki Filistinlilerin açlıktan kedileri, köpekleri bile yediği haberlere konu olmuştur. Hafız Esad, FKÖ’nün efsanevi lideri Arafat’la arasını 1991 yılında düzeltebilecektir.

Yurdunun bayrağından çok kefiyesinin tanındığı dünyadan 2004’de ayrıldı Arafat. Ölümüne içtenlikle üzülenler İntifada çocukları ile yoksul Filistinliler oldu. Dönemin İsrail Adalet Bakanı Yosef Lapid’in, “Dünyanın Arafat’tan kurtulmuş olması sevindiricidir” sözleri anlaşılabilirdi ama Hamas ile İslâmi Cihad’ın ve Hizbullah’ın gizli bir sevinç duyarcasına ölüm hakkında açıklama yapmamaları anlaşılabilir gelmez yine de. FKÖ içindeki en büyük örgüt olan El Fetih’in önde gelenlerinden Ahmed Ganim, Filistinli liderin naaşının karargâhı olan Mukata’da toprağa verileceğini ilan edip, “Onu tahta değil, taş bir lahitle defnedeceğiz. İleride özgür Kudüs’te yeniden toprağa vermek için,” demişti.18

O günde gelecek elbet! o

30 Aralık 2014, Ankara.

 

 DİPNOTLAR:

1 Ermeni Atasözü.

2 Rakan El Mecali, “… ‘Yahudi Devleti’ Etnik Temizliğe Yol

Açar”, Düstur, 7 Eylül 2010.

3 “İsrail İdeallerini Gazze’de Kaybetti…”, Radikal, 10 Ağus-

tos 2010, s. 14.

4 Taha Akyol, “İsrail Nereye?”, Hürriyet, 15 Temmuz 2014,

  1. 20.

5 Christopher Hitchens, “Lobinin Hikmetinden Sual Olun-

maz”, Slate İnternet Sitesi, 4 Ekim 2010.

6 Yücel Kayıran, “Kışkırtıcı Bir Tarih”, Radikal Kitap, Yıl:

13, No: 694, 4 Temmuz 2014, s. 20.

7 Hazım Ayyad, “… ‘Düşman Listesi’ Kabarık”, Sebil, 20

Haziran 2010.

8 Stephen M. Walt, “Hamas Ne Düşünüyordu?”, Radikal, 3

Eylül 2010, s. 15.

9 Macid Keyali, “İsrail Çözümden Kaçışı Din Savaşında

Bulduğunu Zannediyor”, Hayat, 24 Mart 2010.

10 Larry Derfner, “İsrail İstediği Sessizliği Sağlayamıyor”,

The Jerusalem Post, 3 Şubat 2010.

11 “Filistinli Olsam Ben de Yapardım”, Habertürk, 15 Mart

2012.

12 “İsrail Halkının Üçte Biri Ülkeyi Terk Etmek İstiyor”,

Birgün, 17 Aralık 2012, s.11.

13 Margaret Atwood, “İsrail Kendi Gölgesinin Altında Yaşı-

yor”, Ha’aretz, 2 Haziran 2010.

14 Hüseyin Aga-Robert Malley, “İki Devletli Çözüm Hiçbir

Şeyi Çözmez”, The New York Times, 11 Ağustos 2009.

15 “Netanyahu Dostlarını Utandırıyor”, Financial Times, 17

Mart 2010.

16 Mete Çubukçu, “Gazze ‘Toplama Kampı’na Dönerken”,

Radikal İki, 3 Ocak 2010, s.7.

17 Noam Chomsky, “Kördüğüm Çözülür mü?”, Truthour, 3

Ocak 2010.

18 Mustafa K. Erdemol, “Kefiyeli Cengâver: Yaser Arafat”,

Cumhuriyet, 30 Ağustos 2012, s. 12.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Katleden devlet üç maymunu oynuyor Hopalılar dayanışmayla yaralarını sarıyor, dayanışmayı büyütüyor!

1970’lerden beri Karadeniz’in üzerine kara bulut gibi çöken yağmacılar, yıllardan beri sürdürdükleri yamyamlıkla 25 Ağustos 2015 günü felaketler tarihine bir yenisini daha eklediler.

25 Ağustos günü Hopa sele boğuldu.

25 Ağustos günü Hopa’da on can yitti. İnekler, tavuklar öldü; tarlalar mahvoldu, evleri su bastı, yollar kapandı.

25 Ağustos günü Hopa’da hayat durdu.

Karadeniz halkları Fatsa’da Cerattepe’de siyanüre karşı mücadele ederken, Samistal yaylasında Yeşil Yol’a karşı direnirken, bölgenin neredeyse her köyünde HES’lere karşı dururken bir ekolojik katliam daha yaşadılar. Hopa’da yaşanan sel doğal bir afet değildi. Sorumlusu iklim ya da doğa değildi. Bizzat talancı devletin kendisiydi. Dereleri ‘ıslah’ etmek için yataklarını daraltan, imara açan, barajlar yapan ranttan gözü dönmüş sistemin kendisiydi. Tüm bunlarla yıllarca bu felaketin zeminini hazırladılar. Doğa ise biriktirdi, biriktirdi ve sonunda patladı. Faturası ise köylülere kesilmiş oldu. Hiçbir katliamda, felakette olmadığı gibi, burada da acıyı geçen kanı gören halkın kendisi oldu. Egemenler saraylarında talanlardan elde ettikleriyle sefa sürerken ölen Hopalılar oldu. Metin öğretmenle el ele HES’lere karşı direnen, derelerine HES yaptırmayan o yiğit, cesur güzelim Hemşinliler, Lazlar..

Şimdi tüm yaşananların ardından yaralarını kendileri sarıyorlar. Kurdukları dayanışmayla, tüm Anadolu’dan gelen yardımlarla, devrimciler, köylüler el ele vermiş Hopa’yı yeniden yaşatmaya çalışıyorlar. Devlet; medyasıyla, bürokratlarıyla, politikacılarıyla, kolluk güçleriyle, arama kurtarma ekipleriyle üç maymunu oynarken onlar büyük bir azim ve iradeyle Hopa’ya nefes aldırmanın yollarını yapıyorlar. Felaket yaşandıktan sonra üç gün boyunca devletten ne yardım geldi ne de arama kurtarma ekipleri gönderildi. İnsanlar ölen akrabalarını çıkartabilmek için tırnaklarıyla toprakları kazımak, yaralıları kilometrelerce kucaklarında taşımak zorunda kaldı. Elektrikler günlerce gelmedi. Sular günlerce kesik kaldı. Arama kurtarma ekipleri geldiğinde sadece evlere baktılar ve ebleh ifadeleriyle “Yüzeysel bir arama yapar gideriz.” dediler, nitekim yüzeysel bir arama yapıp gittiler. Heyelandan kapanan yolları halk kendisi açtı, yiyecek-giyecek-su ihtiyaçlarına çözümü halk kendisi yarattı. Çamura bulanan yataklarını kendisi temizledi. Failler ise sadece seyretti. Yetmezmiş gibi çevik ordusuyla bakanını şehre yollayıp gövde gösterisi yapmaya kalktı ama, direnişi köklerinde barındıran halkın tepkisiyle duvara tosladı. Medyasıyla felaketi ört bas etmeye, doğal afet süsü vermeye kalktı ama, devrimcisinden çobanına kimse yalanlarını yemedi. Metin öğretmenin çocuklarına, bu direngen halka yalanların, göz boyamaların, tehditlerin sökmeyeceğini bir kez daha gördüler.

 

İsyanın İntikamı Alınmaya Çalışılıyor!

Devlet felaketi yarattığı yetmezmiş gibi, bunu bir de Hopa halklarından intikam almak için bir araç olarak kullanmaya çalışıyor. Günlerce yardım göndermeyişinin, kafasını çevirip hiçbir şey yaşanmamış gibi davranıyor oluşunun başka bir açıklaması olamaz. Sonuçta zamanında Metin Lokumcu’yu katlettikten sonra tüm halkı terörist ilan edenler onlar değil miydi? Katliamını meşrulaştırmak için “Taş attılar.” diyen, “Yasaları değiştiririm yine de o HES’leri yaparım” diye meydanlarda haykıran onlar değil miydi?

Tüm bunları yaparlarken sandılar ki, tüm halklar onlara uyacak, yalanlarına kanacak ve Hopa’ya sırtını dönecek. Halk dayanışmayı öremeyecek, felaket büyüyerek devam edecek. Ancak sadece umut etmekle kaldılar. Felaketin hemen ardından, Hopa’daki devrimciler oluşturdukları Hopa Halk İnisiyatifiyle ihtiyaçları toplamaya başladı ve Anadolu’nun her yanından yardımlar yağdı. Tonlarca su, kuru gıda, bebek bezi, çizme, battaniye geldi. İnisiyatifle el ele veren halk, günlerce kapı kapı gezerek her evin ihtiyacının karşılanmasını sağladı. Yayınlanan metinlerle, yapılan açıklamalarla felaketin altında yatanlar teşhir edildi. Devletin nasıl Hopa’yı hunharca talan ettiği, 10 canın katili oldukları sokak sokak haykırıldı. Nitekim amacına da ulaşmış oldu. Onlarca köyde neredeyse hangi eve gitseniz aynı cümlemleler kuruluyor, “Bunlar başımıza hep barajlar yüzünden geldi.”, “Küçücük bıraktıkları dereler patladı.”, “Birileri daha fazla para kazansın diye başımıza bunlar geldi.”, “Biz ölürken devlet neredeydi? Şimdi yıkılan evlerimizi onarmak zorundalar, mahvolan tarlalarımızın zararını ödemek zorundalar.”

Aslında halk her şeyin farkında. Egemenlerin tüm talan politikalarının, Karadeniz’in üzerinde oynanan oyunların, kimlerin ceplerinin dolduğunun kimlerin sefalet çektiğinin ve de en önemlisi ne kadar güçlü olduklarının. “Hopa’daki tek bir dereye HES yaptırmadık biz!” diyorlar çünkü. “Bizi öldüren devlettir.” diyorlar çünkü.

Çünkü, direnmenin güzelliğini biliyorlar, yaşam alanlarına sahip çıkmaları gerektiğini biliyorlar. Onlar dur demezse bu felaketlerin son bulmayacağını, derelerine onlarca HES yapılacağını, ekecek bir tane tarlaları kalmayacağını biliyorlar. Bir yandan devletin barbarlığıyla yüz yüze kalırken diğer yandan dayanışmanın gücünü hissediyorlar.

Hopa halkı felakete karşı direniyor. Talana, yağmaya karşı mücadeleyi büyütüyor.

Metin Lokumcu’nun bıraktığı yerden, yaşam alanlarını savunmaya devam ediyor.

Devlete karşı, devlete rağmen gücünü büyütüyor, direnişi yükseltiyor.

Direnen Hopa halkının yanındayız! o

 

AKA-DER Ekoloji

Hopa: Afet değil devlet, kader değil cinayet!

Bu felakete sebep olanlar paradan başka değer tanımayan, doğaya, insana yabancılaşmış haramilerdir, onlar üç kuruş daha fazla kâr için betondan, demirden, dereden yatağını çalanlardır. Hopa’ya gittiğimizde bu gözü dönmüşlerin ne kadar arsızca saldırdıklarını gördük. Belki 40 metre olan dere yatağını daha az malzeme kullanmak için,daha fazla rant alanı açmak için 10 metreye kadar düşürmüşler. Bununla da yetinmeyip dere üstüne yapılan köprülerde daha az demir kullanmak için de köprü ayaklarını 5 metre açıklıkla yapmışlar.Mühendis olmaya gerek yok, bilim adamı olmaya gerek yok bunu görmek için (zaten görmedikleri söylenemez, ancak öncelikle baktıkları paradır). Soru şu kadar basit 40 metre genişlikte akan bir dere 5 metre aralıktan nasıl geçer? Kâr hırsı insanı işte bu kadar soysuzlaştırmaktadır, bilim onların elinde ancak kâr getiriyorsa başvurulacak bir şeydir. İşte Hopa’nın Sugören mahallesi dere ıslahının rant odaklı yapılması, köprü ayaklarından demir çalınması sebebiyle sular altında kaldı. Sugören mahallesini ziyaretimiz esnasında bir amca, 42 senedir burada yaşadığını ve böyle bir felakete tanık olmadığını söyledi ve ekledi: “Burada bir köprü var, demiri az kullanmak için köprünün ayaklarını eksik yaptılar. Su getirdiklerini bu köprünün altında biriktirdi, baraj oldu, baraj dayanamayınca patladı, su da geldi Sugören mahallesini vurdu” dedi. Başka bir amcaysa “biz zamanında bunlara; derelere bu duvarları yapmayın dedik.Bize akıl gerekmez dediler, şimdi ben de onlardan evimi istiyorum” diyerek isyan etti. Aşağıdaki resim Sugören mahallesinde yapılan köprünün resmi, altındaki resimse doğasını tanıyan, onunla uyum içinde yaşamadığında doğanın intikamını alacağını bilen Karadeniz halklarının inşa ettiği 150 yıllık köprü afet esnasında hiçbir zarar görmemiş.

Karadeniz sahil yolu felaketin başlıca sebeplerinden, derelerin denizle irtiaatını çok noktada kesmiş..Toplumun itirazlarını görmezden gelerek inşa edilen bu yol doğadan defalarca cevabını almıştı. Ancak konu para olunca ne doğa ne de insan önemlidir onlar için. Bugün doğa Hopa’da yeniden cevap verdi: Karadeniz sahil yolunun, derelerle kesiştiği noktalarda da Sugören mahallesinde olduğu gibi setler oluşmuş. Burada kabaran su Sundura mahallesini ve Orta Hopa’yı vurmuş. Buralarda oluşan hasar da çok büyük. Dükkânlar, evler, tır parkı sular altında kalmış.

HES’ler ise bu gözü dömüşlüğün başka bir noktası. Karadeniz’de hemen her dereye HES yapmaya çalışanlar bazı noktalarda bu projeyi hayata geçirdiler. Hopalılar HES’lerden sonra iklimin çok değiştiğini dile getiriyorlar. Hopa’da önceleri hemen her gün yağmur yağdığını ancak HES’lerden sonra bu yağış rejiminin değiştiğini dile getiriyorlar. Havanın artık daha fazla nem tuttuğunu ve yağan yağmurların tahribatının daha yüksek olduğunu söylüyorlar. Bu afete sebep olan yağmurun da böyle bir yağmur olduğunu dile getiriyorlar.

Karadeniz halkının tüm itirazlarına rağmen haramilerin ısrarla hayata geçirmeye çalıştığı bu projelerin nelere yol açabileceğinin bir ispatı Hopa’daki felaket. Ama onların bu felaketten ders almayacağı açık. Açık çünkü Hopa’da bu afetin yaşandığı esnada onlar hâlâ Yeşil Yol’a direnenlere cop sallıyorlardı. Havuz medyaları gazetelerden, ekranlardan DOĞAL AFET diye basbas bağırıyor, afete sebep olan tahribatlarının üstünü örtmeye çalışıyordu. Çevre Bakanları korkusundan afet bölgesine arama-kurtarma ekibi yerine çevik kuvvet yığınağı yapıp, kendini koruma altına almaya çalışıyordu.

 

HOPA, HALK, DEVRİMCİLER ve DEVLET

FELAKETE YOL AÇANLAR (DEVLET) ORTADA YOK!

Hopa’da sermayenin yol açtığı afette 10 insan yaşamını yitirdi, birçok insan evi, dükkânını, dalındaki çayını kaybetti. En küçük rantı gördüğünde üstlerine bildiren, hemen işe koyulan yerel bürokratlarsa günlerce ortalarda görünmedi.Bakanları, valileri, kaymakamları, belediye başkanları halkın güvenliğini almak yerine önce kendilerini korumaya aldılar. AKUT, AFAD, JAK (jandarma arama kurtarma) saatlerce herhangi bir şey yapmadı.Saatler sonra ortaya çıkanlarınsa, halkın kabaran öfkesini dizginlemek ve göz boyamak için ortaya çıktıkları anlaşıldı. Sugören mahallesini ziyaretimiz esnasında tanık olduklarımız bunun ispatı.JAK ekibinin arasındaki konuşmada şunlar söylendi. Yüzeysel bir arama yaparız, yüzeysel bir arama bulunur bulunur. Bunun dışında devletin çevre illerden gönderdiği itfaiye, arama kurtarma ekipleri, Hopa kaymakamlığı ve belediyesi tarafından bir koordinasyon oluşturulmadığı için çay bahçelerinde oturuyor, iş makinalarıi otoparklarda bekletiliyordu. Halksa her fırsatta bundan duyduğu rahatsızlığı dile getiriyordu. 3 kişinin (Erdal Eren Gedik, Emniyet Gedik, Ünsal Gedik) yaşamını yitirdiği Yoldere köyünde, cenaze evinde sohbet esnasında bir Yoldereli “seçim akşamı saat beşe kadardır bunların iyilikleri, gelirler sen bizim adamımızsın derler, bir ihtiyacınız var mı derler. Saat beşten sonra bir daha yüzlerini göremezsin. Bir de sende Müslüman kanı var mı derler.” Yoldere köyü Hemşinlilerin yaşadığı bir köy. Hemşinliler Müslümanlaşmış Ermeniler.Devletin hâlâ asimile etmeye çalıştığı bu halklara düşmanca baktığını bir kez daha gözler önüne seriyor bu konuşma.

HALK SORUNLARINI KENDİ ÖRGÜTÜYLE ÇÖZÜYOR: HOPA HALK İNSİYATİFİ

Devletin bu tutumu karşısında halk ve devrimciler kendi örgütlülüğünü oluşturmuş. Yerelde bulunan devrimci örgütler ve gönüllülerin oluşturduğu bir dayanışma Hopa Halk İnsiyatifi. Afetten zarar görenlerin sorunlarını çözmeye ilk elden başlayan da bu daynışma. Hopa Kaymakamlığının karşısında Meydan Park’ta bulunan insiyatifin masasının etrafı oldukça kalabalık. Gönüllüler gelip buraya isimlerini yazdırıp iletişim bırakıyorlar.Bunun dışında gelen yardımlar da insiyatife bildiriliyor ve sahilde bulunan çadırda toplanıyor.Sonra sosyal medya aracılığıyla oluşturulan ihtiyaç bildirim merkezine halk ihtiyaçlarını yazıyor ya da köy ve mahallelere ihtiyaç malzemesi taşıyan insiyatif gönüllülerinin tespitleri merkeze bildiriliyor. Böylece insiyatif bu köy ve mahallelere dayanışmayla sağlanan ihtiyaç malzemelerini gönderiyor. Günlük koordinasyon toplantıları yapılıyor ve ihtiyaçlar belirleniyor; buna göre görev dağılımları yapılıyor. İhtiyaç malzemeleri ülkenin dört bir yanından dayanışmayla gönderilenlerle sağlanıyor. Dayanışma çadırının önündeyken; Rize’den gelip gönüllü olanlar, Trabzon’dan ihtiyaç malzemesi getirenler, Kürdistan’daki belediyelerden gönderilen yardım tırları gözümüze çarpıyor.Yani Hopa’da devlet sadece göz boyamaya çalışıyor; sorunları halk ve devrimciler çözüyor.

 

HOPA’DA DOĞA ve HALK HARAMİLERİN PLANINI BOŞA ÇIKARDI!

Dereyi yatağına, insanı toprağına yabancılaştırararak kârına kâr katmayı hedefleyen haramilerin planını, Hopa her anlamda boşa çıkarmış oldu.Dereler ve doğa kendine yöneltilen tüm saldırılara cevabını verdi, dereler yataklarını sınırlayan duvarları aştı, köprüleri yıktı, belediyenin gizlediği çöpleri ayuka çıkardı. Üzerine HES yapılması için getirilen araçları önüne katıp sürükledi.

İnsanlarsa devletin ve sermayenin tüm saldırılarına rağmen Hopa’da Metin Lokumcu’nun Kâzım Koyuncu’nun yolundan yürüdüklerini ortaya koydular. Bunu Hopa’da hâlâ bir HES inşa edememelerinden anlıyoruz, bunu sermayenin yarattığı felaketten sonra bir araya gelip kendi sorunlarını kendi örgütlülükleriyle çözmelerinden anlıyoruz.Erdal Eren Gedik, Emniyet Gedik, Ünsal Gedik’in yaşamını yitirdiği köyden valinin apar topar kaçmasından anlıyoruz. Halkın her fırsatta sermayenin kirli politikalarına lanet etmesinden anlıyoruz.

SERMAYE DEFOL! KARADENİZ BİZİMDİR!

YAŞASIN DEVRİMCİ DAYANIŞMA! o

 

 

 Selah Çerçi

 

 

 

Venezuela Devlet Başkanı Maduro: Bolivarcı Devrim radikalleşmeli

Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Maduro Bolivarcı devrimin “daha da radikalleştirilmesi” çağrısında bulundu.

Komün Hükümeti Başkanlık Konseyi toplantısında konuşan Maduro, “kendimizi daha radikal bir devrime hazırlamalıyız” sözlerini kullandı.

Venezuelalı lider konuşmasında, halkın yerelden örgütlenerek yönetime katıldıkları Komünal Konseylere ait işletmelere dönük bütçenin artırılacağı müjdesini de verdi. Maduro yeni bütçenin 500 milyon Bolivar olacağını kaydetti.

Bolivarcı devrimin önderi Chavez’in 2006’da çıkardığı yasa ile hayata geçirilen Komünal Konseyler çok sayıda küçük ve orta ölçekli işletmeyi organize ediyor. Başkan Maduro konuşmasında Komünal işletmelerin ülkenin büyük oranda özel sektörün elinde olan ekonomisinde artan ağırlığı ve önemine dikkat çekti.

Hükümetin Komün işletmelerine dönük bütçeyi artırma hamlesi, petrol fiyatlarındaki düşüş nedeniyle yaşanan ekonomik krizin derinleştiği bir dönemde geldi. Ancak Maduro hükümetinin ekonomiyle ilgili önemli değişikliklere gitmeden önce 6 Aralıkta yapılması planlanan parlamento seçimlerini beklediği düşünülüyor.

Brezilya ve Ekvador’la Dayanışma

Başkan Maduro, son dönemde ülkelerinde protesto edilen Ekvador ve Brezilya Devlet Başkanlarıyla dayanışma duygularını dillendirdi.

Protestolarda ABD emperyalizminin rolüne değinen Maduro, oligarkların Latin Amerikalı sol ve merkez sol hükümetleri sabote etmeye çalıştıklarını belirtti.

Maduro ayrıca Correa’ya karşı çıkan siyasileri NGO’lar taratından satın alınmakla suçladı.

Ekvador lideri Correa için “yenilmez lider” sözlerini kullana Maduro, 8 yıldır hiçbir seçimde yenilgi almadığını hatırlattı.

direnisteyiz.net

 

Perspektif

Taksim’in gölgesinde Kadıköy: 2025 1 Mayısı

Son yıllarda her yıl olduğu gibi, 2025 yılı 1 Mayıs kutlamalarında da, devlet-sol ve sendikalar arasında bir “manevra savaşı” devreye girdi. Her yıl 1 Mayıs...