Ana Sayfa Blog Sayfa 257

Yerli ve milli

Eski defterleri karıştırmaya bakalım. Yerli ve milli, eski sayılmalıdır. Hele ki, AK Parti iktidarı için, hele ki, Erdoğan’ın iktidarı için.
Erdoğan, birçok kere, bizzat kendisi, farklı ifadelerle olsa da, bu “yerli ve milli” vurgularının tam tersini söylemiştir. Uygulamaları da böyledir.

Sadece ve sadece özelleştirme uygulamalarına bakın. Bu özelleştirmeler, acaba milli ve yerli mi idi?

Demek ki, eski defterleri karıştırmak da duruma uymaktadır.

Şimdi, bu demode elbisenin, gardıroptan çıkartılarak, sahneye sunulması vesilesi ile, milli ve yerli denilen şeye daha yakından bakalım.

Bakanlar kurulunda, İngiliz vatandaşı olduğu söylenen kişi varlığı acaba yerli midir? Ekonomi yönetimini, uluslararası sermayenin taleplerine uygun ayarlamak, acaba milli midir?

Rüşvet, emin olabilirsiniz ki, son derece milli ve son derece yerlidir. Bir banka müdürünün evinde ayakkabı kutularının içinde para çıkması, milyon dolarlar çıkması da son derece yerlidir, hatta biraz da otantik olacak kadar millidir.

Ama yine de, Zarrab’ın önünde yatmak, her ne kadar yerli ise de, milli midir?

Bir saygın din adamının, rüşvet iddiaları karşısında, fetva vererek, halife de %10 alırdı demesi, sadece yerli ve miili olarak anılamaz, aynı zamanda çaresizlik içinde dinin kullanımında ileri bir yeni adımdır. Bu açıdan, yeni milli ve yeni yerli olarak ele alınabilir.

Gezi sürecinde ortaya konan devlet şiddeti, son derece milli ve son derece yerlidir. Klasik denecek kadar. Ama Kabataş ve Dolmabahçe yalanları, olsa olsa, ileri yerli, ileri milli uygulamalar olarak anılabilir.

Cizre’de ortaya konan uygulamalar, son derece yerli ve son derece millidir.

Araplara yapılan satışlar, acaba bunlar yerli midir, milli midir?

Suriye’ye ve tüm bölgeye dönük saldırılar ne kadar yerlidir, ne kadar millidir? Buna karar veremiyor olanlar için, ABD’nin planları ile ne adımlar atıldığına bakmak iyi bir başlangıç olabilir.

NATO, Kore Savaşı’na gönderilen mehmetçiklerden dolayı milli ilan edildi, o zaman İncirlik üssünün kullanımı da son derece yerli, son derece millidir.
İç güvenlik yasası, son derece millidir. TOMA’lar yeni milli unsurlardır. Gaz fişekleri yerli midir bilmiyoruz, ama Berkin Elvan’ın öldürülmesi son derece yerlidir, eski, alışılmıştır.

IŞİD, El Nusra acaba yerli midir, ne kadar yerlidir? Ama onlara giden silâhlar son derece yerli olarak görünmektedir. ÖSO, acaba yerli midir? Ya Fetih Ordusu? Ama öğlen namazını Şam’da kılacağız söylemi son derece yerlidir.

İsviçre bankalarındaki paralar acaba yerli midir?

Havuz medyası yerlidir, Aydın Doğan Hilton pazarlıklarına kadar yerlidir, ama Sabah gazetesine benzemezse yerli midir? Doğuş Yayın Grubu tam olarak yerli, tam olarak milli olmayı hak etmektedir. Ama DİHA, ama Evrensel, ama Birgün, kısacası muhalif basın, sol basın, doğrudan anti-miili ve asla yerli olmayandır.
Fabrikalarda işçilerin sigortasız çalıştırılması, tamı tamına millidir, üstelik yerlidir.

Maden ocaklarında ölümler yerlidir ve 300’den fazla işçinin ölümünün fıtratlarından gelmesi ise tamamen millidir. Hatta, Cuma hutbesinde, “işyerlerinde aşırı güvenlik önlemi almak allaha şerh koymaktır” demek tamamen yerlidir.

Milyonlarca aç muhtemelen dış güçlerin işidir, milyonlarca işsiz muhtemelen gayrı milli güçlerin işidir, ama AVM yapımı, talan ve yağma tamamen yerli ve %100 millidir.

Bir gencin, sokakta linç edilmesi milli ve yerlidir. Gösteride Ethem Sarısülük’ün polis kurşunu ile öldürülmesi millidir ve onu öldüren polisin taktir edilmesi yerlidir.

Kadınların eşleri, sevgilileri tarafından öldürülmesi yerlidir ve buna karşı çıkan kadınlar, kesinlikle, mutlaka ve mutlaka, gayrı millidir. Tecavüzcüler yerlidir, tecavüzcülerin mahkemede iyi hâl indirimi alması millidir. Buna karşı gösteri yapan kadınlar kesinlikle kökü dışarıdadır, finans lobisinin kollarıdır, ama onlara TOMA ve gaz ile müdahale edenler kesinlikle millidir.

Fabrikaların kapatılması, satılması millidir. Ama başbakanın “benim görevim rant yaratmaktır” sözleri tamamen milli, tam anlamı ile yerlidir.
Demiryolu ağı, kesinlikle gayrı millidir, kökü dışarıdadır. Ama trafik kazalarında binlerce kişinin her yıl ölmesi ise, tam anlamı ile milli ve yerlidir.
Grev, tamamen gayri millidir, hak arama ise tamamen tamamen kökü dışarıdadır. Kanıt mı, bakın dünyaya her yerde grev ve hak arama eylemleri var. Demek ki kökü dışarıdadır. Ama fabrikalarda işçi kanı emilmesi, işçi ölümleri tam anlamı ile millidir. Hele bu ölümler karşısında devletin tutumu, tamamen yerlidir.
HDP’ye oy vermek kökü dışarıda bir davranış, tamamen gayrı millidir. Ama AK Parti’ye oy vermek, tam milli bir davranış olmalıdır. Hele hele, sandıkları taşımak, oy avcılığı için her türlü hileye başvurmak, köylüleri 5 km ötedeki köylere oy kullandırmak, tamamen yerli, mutlaka millidir. En millisi ise, eğer bu sefer olmazsa, allahın hakkı üçtür düsturuna sarılmaktır.

Sahi kim yerlidir, sahi ne millidir?

Bana hizmet ediyorsa, benim iktidarıma yarıyorsa, yerlidir. Benden yana ise millidir. Benim kasam doluyorsa yerlidir ve millidir.
Peki o zaman neden milli neden yerli diyorsunuz? Buyurun bana yarayan, buyurun benden yana olan deyin.

Neden süslü millilere, neden süslü yerlilere başvuruyorsunuz? Derdinizi, neden açık söylemiyorsunuz?

Egemenler, ne zaman kendi iktidarlarını, kendi geleceklerini, kendi düzenlerini tehlikede görürlerse, ne zaman halkın demokrasi ve hak arama eylemleri sahneye çıkarsa, işte o zaman “milli”, “yerli”, “vatan” edebiyatına başvururlar. Bu eski, bilinen, kesinlikle yerli ve sadece bize özgü olmasa da millidir.

Zayıflığın saldırganlığı

Günlük konuşmalara ısrarla yansıtılmaya çalışılan, “ama bu halk da buna nasıl destek verir, herkes layık olduğu gibi yönetilir” tarzında konuşmaları hepimiz yaşıyoruz. Pek çok durumda bu soruya yanıt vermek öyle kolay da değil.

Ama şöyle soralım: Devlet, egemen sınıfın devletidir. Hiçbir zaman halkın, halkların devleti olmadı, hiçbir zaman işçilerin yoksulların, emeği ile çalışanların devleti olmadı. Her zaman sermayenin, her zaman emperyalist efendilerin devleti oldu. Öyle ise, doğru soru şudur: Egemenler, Koç’lar, Sabancı’lar, TC’nin kibirli bürokrasisi, ordusu polisi, yargısı, bu duruma nasıl onay verdi?

Halkları, ezilenleri karanlıkta bırakmak, onlardan gerçeği gizlemek, onları aldatmak mümkündür. Karanlık üreten burjuva basın, onlarca yıldır 12 Eylül hukuku ile elleri kolları bağlanmış, “bireyleştirilerek”, sosyal bir varlık, insan olduğunu unutan, günlük yaşamın derdi içinde anını kurtarmaya çalışan, örgütsüzleştikçe “hiç”leşmiş milyonlarca emekçiyi, sahte “gerçek”lere mahkûm etmiştir. Bunu nasıl başarabildiklerini biliyoruz. Bunu, Almanya’da da, Amerika’da da, İngiltere’de de, Fransa’da da yapabiliyorlar. Büyük ölçüde basın, manipülasyon aracı olmuştur ve gerçek dışında her şeyi vermeyi alışkanlık hâline getirmiştir.

Konu Erdoğan ve iktidarı olunca, halkları nasıl kandırdı, hâlâ halkın oylarını nasıl alıyor diye sormak, eksik kalacaktır. Sormak lazım, eğer, bir zincir biçiminde birbirine bağlanan rant yiyiciler bile durumu tehlikeli görüyor ve gemiden kaçmak için yol arıyorken, Erdoğan’ın etrafında şehirleri yakma emirleri verenler, ona alkış tutanlar, orduyu polisi, yargıyı halkın üzerine sürenler, hâlâ neye güvenmektedirler?

Bu duruma, Erdoğan iktidarı, muktedir iktidarı diyelim. Erdoğan iktidarı ya da muktedir iktidarı, Erdoğan-AK Parti iktidarı-devlet üçlüsü arasında kurulan ortaklığı, birlikteliği, farklılıklara rağmen birlikteliği ifade etsin. Her seferinde, sadece Erdoğan’ın isteklerinden söz etmiyoruz, devlet de işin içindedir diye hatırlatmalar yapmayalım. Her seferinde AK Parti hükümeti ve devlet ilişkileri üzerine detaylı durmak zorunda kalmayalım. Bu nedenle, ister Erdoğan iktidarı diyelim, isterseniz muktedir iktidarı diyelim, ama bu üçlünün ilişkilerini de bize ifade etmiş olsun.

Erdoğan iktidar, yani devlet de dahil, ordusu polisi, yargısı ile, hükümeti de dahil, hepsi, son yıllarda sürekli tırmanan bir saldırganlık içindedir. Ve elbette öncesinden de bu saldırganlık vardır, yeni değildir. Ama son dönemde, özellikle son iki yıl ve bunun da son altı ayı, bu saldırganlık daha da artmıştır. Sürekli tırmanan bir saldırganlıktır bu. Ama bunu vurgularken, sakın ola, öncesinde saldırgan değildi sonucu çıkmasın. Biz, Gezi’den bu yana sürekli tırmanan bu saldırganlığı ele alacağız.

Gezi sürecinden bu yana olup bitene bakalım. Biz buna “zayıflığa dayanan saldırganlık” diyoruz.

Gezi Direnişi, Erdoğan’ın korkularını artırdı, dengesini bozdu, Batı’da büyük ölçüde süren sessizliğin bitmesi, onu çok tedirgin etti. Deyim uygun düşerse, kimyasını bozdu. Şu ya da bu nedenle, onunla konuşanlar, mesela Gezi sürecinde ziyaretine giden aydınlar vb. ondaki dengesizliği anlatarak şaşkınlıklarını ortaya koydular. Ama sadece onlar değil, örneğin, kendi çevresindekiler de, üstelik kendi davaları adına, bu dengesizliği eleştirmeye kalktılar.

Biz bu anlatılanlardan çok, eylemlere bakalım.

Mesela Kabataş yalanını ele alın. Sizce bir muktedir, güçlü hissediyorsa, bu açık seçik yalana bu denli sarılır mıydı? Ya da Dolmabahçe Camii meselesini ele alın, buradaki yalan, hangi güçlülüğün ürünü olabilir. Sanki zayıflığın, güçsüzlüğün dayattığı bir yalandan medet umma durumu söz konudur. Yalandan açılmış iken, 2015’e gelelim, Sümeyye’ye suikast girişimini ele alın, acaba, hangi güçlü iktidar böylesi bir yalana başvuracaktır? Daha yakına gelelim, Cizre’de 9 günlük sokağa çıkma yasağı boyunca hiç kimse ölmedi açıklaması acaba nasıl bir güçle bağlantılıdır?

Örnekleri devam ettirmeliyiz, zira, hafızaları tazelemeye de gerek var.

Gezi Direnişi sürecinde, sivil çeteler devreye sokuldu. Yasaları açıkça ayaklar altına alan uygulamalar sahneye konuldu. Elleri sopalı siviller, elleri palalılar, halkın üzerine sürüldü.

Bugünlerde, Kürdistan’da kan akıtmak için, bu aynı sivil çeteler, yanlarında kolluk kuvvetleri ile, jandarma ve polislerle birlikte halkın üzerine kurşun sıkmaktadırlar. Anayasa dahil tüm yasal haklar ayaklar altına alınmaktadır.

Kürdistan’daki şiddet ve baskıya karşılık, Batı’dan bir direnişle sokaklara taşma girişimini önlemek için, Batı’da bu çeteler devreye sokuluyor ve seçerek saldırıyorlar, Hürriyet gazetesi baskını, sadece Aydın Doğan medyasını susturmak, kendine yedek hâle getirmek için sahnelenmedi, aynı zamanda sokak gösterilerine, barış meclislerinin eylemlerine, yeni kitlesel eylemlere önlem almak için yapılmıştır. Bir gözdağı eylemidir. Ama güçten çok, zayıflık işaretleri ile doludur. Bir milletvekili, çete reisi olarak devreye girmiştir. varsayalım ki, bir HDP’li milletvekili öncülüğünde, Gezi direnişçileri, havuz medyasına yönelselerdi, acaba, bugün ülkede hangi yasalar devreye sokulacaktı?

7 Haziran seçimleri öncesinde, Adana ve Mersin HDP binalarının bombalanması, acaba bir güçlü olma göstergesi miydi, yoksa bir zayıflık göstergesi midir? Diyarbakır’da mitinge bomba koymak gibi girişimler bir güç göstergesi midir?

Savaşı kışkırtıp, halkın üzerine yürümek, zırhlı araçlarla halka ateş açmak, rastgele sokaklarda ateş açmak, acaba, mezarlıktan geçerken ses çıkarmak için uğraşan bir korkunun göstergesi değil midir?

Savaşı kışkırtıp, ardından gelmekte olan cenazelere “şehitlik mertebesine ermenin mutluluğu” diye nutuklar atmak, acaba savaş komutanlığına soyunmuş bir güçlü kişiliğin göstergesi midir, yoksa çare bulunmaz bir kibrin göstergesi midir? O mutluluğu tatmak için ne AK Parti yönetimindekilerin aileleri, ne devlet bürokrasisinin üst düzey aileleri, harekete geçmiyorlar. Sadece başka ailelerin “tattığı mutluluk”tan memnun oluyorlar. Bu, güçlü olma hâli midir?

Gelen cenazelerde annelerin, ailelerin figanlarına kulaklarını tıkamak bir güç göstergesi midir? Aileler, bu sefer neredeyse birlikte karar almışlar gibi, “vatan sağolsun” diyemiyorum diye feryat ediyorlar. Barış sürecine ne oldu diye feryat ediyorlar, hani anneler ağlamayacaktı, diye feryat ediyorlar, kanını helâl etmiyorum, diye feryat ediyorlar.

Ve bu feryatların arasında, 400 milletvekili vermediniz, oylarınızı kaosa attınız, istikrar istiyorsanız 1 Kasım’da oyunuzu AK Parti’ye verin sözleri, kibrin göstergesidir, zalimliğin göstergesidir, olsa olsa güçten çok çaresizliğin göstergesidir.

Oğlunu, kardeşini, kocasını savaşta kaybeden asker ve polis ailelerine, oğlum, eşim, kardeşim vatana helâl olsun demedikleri için davalar açmak, kendi yakınlarını mahkeme kapılarından uzak tutmak için yasaları değiştirmek, acaba güçlü olma durumu mudur?

Dağlıca’da 16 asker öldükten sonra, gazete manşetlerine, “misli ile ödettik, 72 ölü” diye manşetler atmak, savaş tamtamı çalmaktır, ama bunun bir güç göstergesi olduğundan herkesin şüphesi vardır. Olsa olsa bir güçsüzlüğün göstergesidir.

Açıktan anayasayı ve yasaları ayaklar altına alırken, devrimcilere basın açıklaması yaptılar diye, işçilere haklarını istediler diye davalar açmak, sokaklara barış için çıkan insanların üzerine zırhlı araçları sürmek, acaba, nasıl bir güç göstergesidir?

300’den fazla işçi öldüğünde, Soma’da fıtrat konuşmasını yaptıktan sonra, acılı ailelere söylenmedik söz bırakmamak, nasıl bir güçtür? Diyanet işleri, 300’den fazla kişinin ölümünden sonra işyerlerinde öne çıkan güvenlik önlemleri nedeni ile Cuma hutbesi verdi ve bu hutbede, bu kadar önlem, aşırı önlem, allaha şerh koymaktır dedi. Bu bir güç göstergesi midir? Acaba aynı diyanet işlerinin başkanı, zırhlı araçla dolaşırken, ölüme karşı bu denli önlem alarak allaha şerh koymuş oluyor olabilir mi? Cumhurbaşkanı, koruma ordusu ile dolaşırken, sarayında zehirlenmeye karşı yemekleri tadacak insanlar çalıştırırken, acaba, aşırı önlemler alıp, allaha şerh koyuyor olabilir mi?

Acaba hangisi güçlülük göstergesi olabilir, bir cumhurbaşkanının, bir davaya bağlı hareketin liderinin halkın arasında silâhsız, korumasız dolaşabilmesi mi, yoksa halktan sürekli koruma ordusu ile ayrılması mı?

Acaba, bir şehri kuşatıp, tepelere keskin nişancılar yerleştirerek, sokaklarına zırhlı araçlar salarak, evlerine bombalar yağdırarak, ölü çocukların defnedilmesine izin vermeyerek, yaşlı adamları balkonda sigara içerken öldürerek, sokakta oynayamayan çocukları kapının önünde öldürerek bir iktidar sürmek, acaba bu zalimlik, bir güç göstergesi midir?

İşte bizim yanıtımız tersine, bu durumun, bu ölçü bilmez vahşetin, bu yasa tanımaz şiddetin kaynağının bir güçlü olma hâli değil, bir güçsüzlük hâli olduğudur. Bu sadece Erdoğan’ın güçsüzlüğü, çaresizliği de değildir. Bu, ordusu, polisi, yargısı ile, tüm sistemi ile, basını ile, burjuva egemenleri ile, tüm devlet çarkının, tüm iktidar erkinin güçsüzlüğünün ürünüdür.

Ve bu güçsüzlüğü açığa çıkaracak şey, halkın sokak eylemleridir. Sokaklarda, tıpkı Gezi Direnişi’ndeki gibi, geliştirilecek eylemler, gösteriler, bu baskı ve zulme boyun eğmediğimizin açık ilanı, bu zalimlerin sonunu getirecek şeydir.

Sokak eylemleri, protestolar, hak arama eylemleri, yürüyüşler, yasal haklardır, en temel haklardır ve bunların kullanılması, hiçbir biçimde engellenemez. Bu nedenle, halkın sokaklarda, işçilerin fabrikalarda, öğrencilerin okullarda geliştireceği direniş, bu zulme, bu savaş tamtamlarına hayır demenin tek yoludur. Susmak ve seyretmek, zalimi onaylamak olacaktır.

Bu savaş, ülkenin sadece bir bölgesinde değil, tüm ülkede reddedilmelidir, barış direnişi, tüm ülkede örgütlenmelidir. İnsan olmanın ve insan olarak kalabilmenin tek yolu budur.

Onlar da güçsüz olduklarını biliyorlar, istedikleri, bu güçsüzlüğü örtmek, halkları korkutmak ve bu arada fırsatlar ele geçirip, yeniden güçlenebilmektir. Buna izin vermemek, boyun eğmemek mümkün ve gereklidir.

Vatan-millet ve devlet terörü ve Üç Tarz-ı Siyaset

Osmanlı’nın çöküşü, bize ve birçok tarihçiye göre, zirvede olduğu dönemde Kanuni döneminde başlar. Zirve, her zaman tehlikelidir. Bu dönemlerden başlayarak, Osmanlı, gelişimini tamamladı ve bir yenilenme, bir yeni rota, bir alt-üst oluş yaşamaya niyeti olmadan, gidecek yeri kalmamıştı (Bu konuda detaylı bir analiz için, “Anadolu; Dün Bugün Yarın, Tarih ve Devrim” isimli Deniz Adalı’nın kitabına bakılabilir. Faydalı olacağı, sadece meraklısı için değil, devrimci ve Anadolu ile ilgilenen herkes için ilgi çekici olacağı kanısındayım). Ama biz o kadar geriye gitmeyelim. 1800’lerden başlayarak, Osmanlı kendini ayakta tutabilmek için, önceleri, Osmanlıcılık diye bir siyasal yönelime girdi. Böylece Osmanlı, kendi sınırları içinde yaşayan, Arap ya da Yunanlı ya da Sırp vb. halkları, bir arada tutmayı, çözülmesini durdurmayı hedefliyordu. Osmanlıcılık, elbette, 1600’lü yıllarda, Osmanlı gelişiminin zirvesinde iken, bir refah, bir adalet, bir eşitlik, bir birarada yaşam bilinci olarak gelişmedi. Tersine, Osmanlı, dünya çapında yayılan burjuva devrimlerin kendini etkilemesini önlemek için, Osmanlıcılık siyasetine sarıldı. 1789 Fransız Devrimi, uluslaşma sürecini de etkiledi. Başka etkileri yanı sıra elbette. Ve bu durum, Osmanlı üzerine de yansımaları olan bir süreci başlattı ve Osmanlı, buna tepki olarak, özellikle 1840’larda daha da öne çıkan Osmanlıcılık ile yanıt verdi. Osmanlıcılık, aslında, arka planda şöyle bir akıl yürütmeye dayanır, eğer ulusçuluk dersek, hangisini diyeceğiz, bu olmaz, eğer din üzerine dayansak, imparatorluğun Avrupa topraklarında milyonlarca Hıristiyan yaşamaktaydı.

Osmanlıcılık, bu açıdan bir “buluş” sayılabilir. Şöyle bir akıl yürütme: Bu devleti ayakta tutabilmek için, bize bir tanımlama lazım, bir anlamda “ulus”un yerine geçecek bir çözüm lazım, bu ne olsun? Osmanlıcılık olsun. Elbette bu işi karikatürize etmek olur, ama gerçekten de uzak değildir. Ve bir çözülme döneminde bir “yapıştırıcı”, bir arada tutucu aramak, aslında geç kalınmış bir arayıştır ve bu nedenle de tutması mümkün değildir. Bir anlamda “toplum mühendisliği”dir. Hem Osmanlı’da, hem de İslam’da bu yaygın bir mühendislik türüdür de.

Osmanlıcılık, aşağı yukarı, Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanması, ardından Balkanların kaybedilmeye başlanması ile sona erdi.

Bu kez, devlet aklı, oturup, başka bir yapıştırıcı aradı. Bu yeni yapıştırıcı, İslam oldu. Öyle ya, Balkanlar dışarıda bırakılırsa, Osmanlı nüfusu içinde Hıristiyan nüfus oranı bir hayli düşüyordu. Anadolu’nun kadım halklarından Ermeniler, Rumlar, Süryaniler bir yana bırakılırsa, tüm Arap yarımadası Müslüman idi. Öyle düşündüler ve yeni yapıştırıcı, İslamcılık olarak bulundu. İslamcılık, aynı zamanda Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki Osmanlı varlığını sağlama alma amacını güdüyordu. Böylece, çözülme sürdükçe, Osmanlı çöküşü ilerledikçe, bir yeni kontr-kimlik çalışması devreye sokuldu. Bu tarihe kadar Osmanlı, elinde bir ünvan olarak var olduğu hâlde, halifeliği kullanmadı bile. Ama çöküş dönemleri, eski defterlerin açıldığı dönemlerdir de. Osmanlı devlet aklı, halifelik dahil her şeyi kullanarak, aslında hiç de samimi olmayan duygularla, İslam kardeşliği ve ümmet vurgusu yapmaya başladı. Bugün, siyasal İslam içinde, anti-emperyalist olan bazı arkadaşlar, son Osmanlı padişahlarının İslam ve ümmet vurgularını, o günün şartlarından ve “İslamcılık” devlet siyasetinden ayrı olarak ele alırlar. Saflık budur işte, aslında Osmanlı devlet aklı, topraklarını bir arada tutacak, devleti ayakta tutacak bir şey arıyor. İslamcılığı bu nedenle kullanıyor. Elbette çözülmekte olan Osmanlı, kapitülasyonlar vb. nedeni ile, gizli kapılar ardında emperyalist ülkelerin isimlerini anarak da dedikodu-eleştiri yapan padişahlara, yöneticilere sahip olmuştur. Ama bunlara anti-emperyalist demek, olsa olsa, yine bu siyasal İslamcı hareketler içindeki arkadaşların körlüğü olarak yorumlanabilir.

Kısacası bu siyasal İslamcılık ile, örneğin Mısır’daki aynı türden değildir. Osmanlı devleti, devlet olarak, kendine bağlı Müslüman halkları kendi devleti içinde tutabilmek için İslam’ı kullanmaya karar vermişti.

Ama bu İslamcılık, Üç Tarz-ı Siyaset’in ikincisi olan İslamcılık, Kuzey Afrika’daki ülkelerin Osmanlı’dan ayrılmaya başlaması ile son buldu. İslam kardeşliği yerine ‘kalleş Arap’ tanımlamaları öne çıkmaya başladı. Tıpkı, ‘kardeşim Esad’dan, ‘kalleş Esed’e geçişte olduğu gibi. Ve bu süreç, elbette, halklara karşı da baskı ve şiddetin daha da arttığı bir dönem de demek oldu. Osmanlıcılık ile kıyaslandığında, daha geç sahneye giren yapıştırıcı, elbette devlet terörünü de daha açık ortaya koymak zorundaydı. Öyle oldu. Ermeni katliamı, Rumların sürülmesi, Süryanilerin yok edilmesi vb. bu sürecin ayrılmaz parçası oldu.

Ve ardından, Türkçülük devreye girmeye başladı. Türkçülük, Osmanlı’nın giderek daraldığı, toprak kaybettiği, çözüldüğü, emperyalist güçlerin masasında paylaşıldığı bir dönemde, yine devlet aklının ürettiği bir üçüncü nesil yapıştırıcıdır. Ve elbette daha şiddetli, daha katliamcı olmuştur.

Türkçülük, kafatasçılığa vardı. Bu konuda daha geniş bilgi her yerde bulunabilir. Ama ben yine de, Deniz Adalı’nın çalışmasını ısrarla öneriyorum.

Bu Üç Tarz-ı Siyaset, aslında devletin, devlet aklının, devleti ayakta tutmak için geliştirdiği siyasetlerdir. Akçuralı Yusuf, bunu tüm samimiyeti ile ifade etmiştir.

Demek ki, bu üç siyaset, aslında, bir pozitif mantıkla, bir ileriye bakan gözle geliştirilmiş siyasetler değildir. Tersine birer savunma siyasetleridirler ve her üçü de gericidir. Her üçü de kontr-ideolojik perspektiflerdir ve her üçünde de şiddet vardır. Elbette, tarih sırasına göre, en yenisi, daha öncekinden daha çok devlet şiddetini içerir.

Üç Tarz-ı Siyaset, bir anlamda “Osmanlı’da oyun bitmez” sözünü, bir başka açıdan da, esas olan devlettir, halklar tebaadır mantığını içsel olarak taşımaktadır.
Bu Üç Tarz-ı Siyaset, TC devleti içinde de sürmektedir. Hele bugünlerde.

Bir sorudur: Acaba, neden bugünlerde Üç Tarz-ı Siyaset, yeniden devreye bu denli güncel bir tarz olarak giriyor? Bu Osmanlı’nın çöküş döneminin kontr-siyasetleri, acaba bugünlerde neden güncelleniyor?

TC devletinin tarihinde iç savaş dönemleri hiç eksik olmaz, olmamıştır. Ve iç savaş dönemleri, aynı zamanda milliyetçiliğin devlet eli ile şaha kaldırıldığı dönemlerdir. Vatan-millet edebiyatı, her zaman hırsızların, katillerin, kısaca egemenlerin yapıştırıcısı olmuştur. Ama bu öyle bir yapıştırıcıdır ki, sürülmekle tutmuyor, bir de şiddetle bastırma gerekiyor. Ve TC devleti bu nedenle, bu toprakların “realitesi”ni, kendisi için bir tehdit olarak görmüştür. Sanki devlet, uzaydan gelmiş gibidir. Yerlileri, halkları, halkların varlığını kendisi için bir tehdit olarak gören devlet, onlara bir elbise biçti. Türkçülük bu elbisedir ve bu sayede istediği tarzda baskı ve katliam politikasını devreye sokabilmektedir. Halkları birbirine kırdırmak, Müslüman’ı Ermeni’ye saldırtmak ve tüm bunlara “vatan için” diye bir kılıf bulmaktır bu. Son derece pratiktir. Şair şöyle demişti, “neler yapmadık vatan için, kimimiz öldük, kimimiz nutuk söyledik.” Eklemek gerekiyor, kimimiz devlet için, devlet adına öldürdük.

Faili meçhul cinayetlerin sayısına bakın, Ermeni katliamına bakın, Maraş, Çorum, 1 Mayıs 1977, Sivas, acaba sayarak bitirebilir miyiz, bunlara bakın.
Bugünlerde, 7 Haziran seçimlerini beğenmeyen muktedir, seçimi yenileme kararı alıp, saldırıları artırmaya başladı. Saldırılar, Cizre gibi yerlerde zirveler yaptı. İnsan olanın utanacağı vahşetle saldırılar devreye sokuldu.

Ve elbette bu şiddetle birlikte milliyetçilik de yeniden körüklenmeye başladı.

TC devleti, 12 Eylül ile, karşı-devrimi devreye sokup, tüm toplumsal muhalefeti ezerken, ideolojik olarak da, Türkçülük ve İslamcılığı kullanmaya başladı. Türk-İslam sentezi tartışmaları, yine aynı devlet aklının, devleti ayakta tutabilmek için devreye soktuğu siyasetlerdir. Bugünkü muktedir, aslında 12 Eylül ile zirve yapan Türk-İslam sentezinin ürünüdür. Varlığını buna borçludur ve ne anlatırsa anlatsın, yerli bir proje de değildir. ABD’nin yeşil kuşak projesini hatırlamak, 12 Eylül ve Türk-İslam sentezi arasındaki bağı anlamak için yeterli olacaktır.

12 Eylül bu olumsuzluk, bu gericilik ile halkları etkiledi. Ama aynı zamanda Kürt devriminin yükselişi, bu olumsuz etkiye karşın, bir olumlu etken olarak devreye girdi.

TC devleti, Kürt devriminin Batı’ya yayılmasını, etkilerinin tüm halkları sarmasını önlemek için, Kürt devrimine karşı kirli savaşı devreye koymakla kalmadı, aynı zamanda, bir milliyetçilik duvarı yükseltilerek, Batı’ya ideolojik etkilerinin yansımasını önlemeye çalıştı. Bunu büyük ölçüde de başardı. Burjuva basın, bu açıdan tam bir devlet basınıdır, sadece bugün değil, dün de.

Gezi Direnişi, Batı’da halkın sokağa taşması, aynı zamanda 12 Eylül ile bir hesaplaşma, kendisi ile bir hesaplaşma, fakat aynı zamanda da bu milliyetçilik duvarını delme girişimidir. Bu açıdan da sonuç alınmaya başlanmıştır.

İşte TC devleti, bugünlerde yeniden Kürt devrimine, Kürt halkına saldırırken, aynı zamanda Batı’da Gezi Direnişi’nin etkilerini yok etmek, milliyetçiliği yeniden yükseltmek istiyor.

Milliyetçilik, bir pozitif siyaset olarak sahneye girmedi, ne dün, ne bugün. Milliyetçilik bir kontr-siyasettir. Ve devletin şiddet ve terörünü maskelemek için, devletin daha kolay yönetimini sağlamak için devreye sokulmaktadır.

7 Haziran seçimleri sonrasında, Kürt halkına ve PKK’ye dönük saldırılar birlikte devreye sokuldu. Muktedir, iktidarı kaybetme riskini göze alamıyor. Zayıftırlar ve o nedenle daha saldırgandırlar. Savaşı tırmandırmak istiyorlar.

Ama bu hesapta bir hata olduğu ortaya çıkmıştır bile.

Asker ve polis cenazeleri, aynı zamanda Erdoğan’a ve iktidara tepkilerin yükseldiği cenazeler olmaya başladı. Hatta, anneler, açıktan kendi tepkilerini ortaya koydukça, “şehitlik, şehit annesi, şehit babası” vb. unutuluyor ve bir anda “karaktersiz adam”, “oğlunu askere göndermeseydin” gibi sözler devreye girmeye başlıyor.

Devlet yöneticilerine açıktan, “vatan sağolsun” demeyeceğim denilmektedir.

Devlet yetkilileri “şehit olma mutluluğu”ndan söz ettikçe, halktan “o hâlde sen de oğlunu gönder” tepkileri gelişmeye başladı.

Buna karşılık, milliyetçilik yeniden devreye sokuluyor. Hrant Dink’i öldüren çocuğun bayrakla polislerle birlikte fotoğraf vermesi gibi, bugün de katliamlarını bayrağın arkasına saklamak istiyorlar. Yeniden vatan-millet edebiyatı, yeniden bayrak edebiyatı devreye sokuluyor.

Ve nihayet, bayraklı mitingler dönemi başlatılıyor.

Devlet, yine bir kontr-siyaset unsuru olarak milliyetçiliği, bu sefer bayrakla sararak devreye sokuyor. Muktedir, HDP’yi baraj altında bırakmak için, kontr-siyaset unsuru olarak, bu kez, bayrak siyaseti yapıyor.

Milliyetçilik yeniden, saldırganlığın bir paravanı hâline sokuluyor.

Hürriyet gazetesi baskınını yapanların konuşmaları ortaya çıktığı hâlde, onlara karşı hukukun yaklaşımına bakın, bir de hakkını aramak için, sokağa çıkan işçilere karşı hukukun tutumuna bakın.

Başbakan ve fiili Başkan, ikisi birlikte, teröre karşı birlik mitinginde, bayrağını al da gel mitinginde, açıktan, seviye tanımaz bir biçimde, HDP’yi baraj altında bırakın diye çağrılar yapıyorlar. Kimin yerli, kimin kökü dışarıda olduğunu tartışıyorlar. Hiçbir gazeteci kalkıp, efendim, NATO üsleri, İncirlik vb. bunlar yerli ve güçlü iktidarların işleri midir, diye sormuyor.

Bu milliyetçilik tutacak mı?

Acaba cenazeler gelmeye devam ettikçe, devlete, devlet yöneticilerine tepkiler yükselecek mi, yoksa ortadan kalkacak mı? Acaba Gezi ile birlikte, medyanın yalanlarını anlamaya, idrak etmeye başlayan halklar, yeniden bu yalanlara inanacak mı, yoksa bu yalanlara inanmama süreci genişleyecek mi?
Vatan, millet, din iman adına kullanmadıkları şey kalmadı.

Bu ideolojik saldırganlık da devreye sokulmuştur.

Tam anlamı ile bir karşı-devrim saldırısıdır bu.

Ve her şeyi kullanmaya hazırdılar.

Bugünlerde, Üç Tarz-ı Siyaset, aynı anda devreye sokulduğuna göre, çok çaresidirler. Hem Osmanlıcılık, hem İslamcılık, hem de milliyetçilik aynı anda devreye sokulmuştur.

Tam bu nedenle, hiçbir kalıcı sonuç elde etmeleri mümkün değildir.

Halk, artık, vatan-millet edebiyatına toktur ve dinî duyguların kullanılmasının sonuna gelinmektedir.

Çete-devlet Devlet-çete

Biz, devrimciler için, devlet, sınıflı toplumun, bir insanın bir başka insan tarafından sömürülmesine dayanan sınıflı toplumun varlığının itirafı demektir. Devlet, insan tarihi ile birlikte başlamadı. İnsanlık, ilkel komünal toplumdan, köleciliğe geçtiğinde, devlet de doğdu. Köleci toplum, sınıflı toplumların ilkidir. Bu ilk sınıflı toplumun, insanın insanı sömürdüğü ilk toplumsal biçimin içinde, sınıfların varlığının itirafı olarak devlet şekillendi. Devlet, sömüren sınıfın elinde diğer sınıfları bastırmak için bir araç olarak şekillendi. Sınıflı toplumlar “geliştikçe”, feodal toplum, kapitalist toplum vb. devlette “gelişti”. En gelişmiş devlet, en kötü olanıdır, en “insanlık dışı” olanıdır.

Biz devrimciler, bu sınıflı toplumu yıkmak için, insanın insan tarafından sömürülmesine son vermek için mücadele ederiz. Devrim, ezilen sınıfların, muktedirin sözü ile “ayak takımının”, üzerine yapışmış sömürücüleri alaşağı etmesi ve yeni bir dünya kurmasıdır. İktidarı devirdiğimiz, ama henüz komünizmi kuramadığımız bir süre için, işçi sınıfı ve halk iktidarı devlete ihtiyaç duyar. Proletaryanın bu devleti, aslında yarım bir devlet sayılır, çünkü zaman içinde sönmesi hedeflenmektedir.

Ekim Devrimi ile SSCB’de ne hatalar yapıldı tartışması bizce önemlidir. Bunları kendi tarihimizin bir parçası olarak görürüz ve buradan öğrenmeyi, bir zorunluluk olarak ele alırız. Ekim Devrimi’nin sonrasında SSCB döneminde, devrimin dünyaya yayılamaması, emperyalist kuşatma altında zorunlu olarak devlet aygıtının güçlendirilmesi, komünizme geçiş sürecini uzatmıştır. Bugün, artık o dünyada değiliz. Bugün, 1917 ile kıyaslanmayacak ölçüde, dünya komünizme geçişin teknik altyapısına sahiptir. Sadece iletişimi, sadece plastik kartlara yüklenmiş parayı vb. ele alın, anlamanıza yetecektir. Özetle, biz, devlete, nesnel olarak giderek kısalmakta olan sosyalizmden komünizme geçiş süreci boyunca ihtiyaç duyacağız, hepsi budur. Sonra devlet, sönümlenecektir, tarih sahnesine çıktığı gibi, tarih sahnesini terk edecektir. Olumsuzlanmanın olumsuzlanması denilen yasa böyle kendini gösterecektir.

Kısacası, biz devleti hiçbir zaman “sevmeyiz”, “kutsamayız”. Elbette devlet, proletaryanın, halkın elinde olduğu zaman, bizim için, dünyayı değiştirme sürecinde bir yeni aşamaya erişmiş oluruz. Bu nedenle, burjuva devleti yıkmak, yerle bir etmek isteriz. Bu da devlete bir “önem” verdiğimizin kanıtı olabilir. Ama onu sevmeyiz ve kutsamayız.

Günümüz devleti, burjuva sınıfın devletidir. Bu artık dünyanın her yerinde böyledir. Ve bu devlet, burjuva sınıfın, tarih boyunca yaşadığı sınıf savaşımını deneylerini içererek, ona göre şekillenmiştir. Bu nedenle, günümüz devletinin, her zaman Hitler ve Mussolini döneminde ortaya çıkan, özü gereği, Ekim Devrimi ile başlayan dünya devrimine karşı gelişen faşizmi de içermektedir. Avrupa’nın en “mükemmel” demokrasilerinde, faşizmin dişlileri “kadife bir şal” ile örtülü durmakta ve çalışmaktadır. ABD ve İngiltere başta olmak üzere, dünya “demokrasinin beşiği” denilen ülkelerde, 21. yüzyılın sadece 15 yılı boyunca, “demokrasi” denilen şeyin, kendi anayasalarının nasıl ayaklar altına alındığını hep beraber gördük, yaşadık, yaşıyoruz.

Ama son yıllarda, burjuva devlette de daha farklı değişimler gündeme geliyor. İncelemememiz gereklidir. Öyle ya, alaşağı edeceğimiz düşmanın elindeki en gelişmiş silâh, devlet denilen makinadır. Bunu analiz etmeden olmaz.

İki örnek vardır yakından bildiğimiz ve hakkında tartıştığımız, birincisi IŞİD’dir, ikincisi Ukrayna’daki devlettir. Bugünlerde buna, ülkemizdeki devlet de eklenmiştir. Irak, Afganistan deneyimlerinin ardından, dünyada meydana gelen değişimleri görmemiz için, bu üç örneğe bakmamız gerekiyor.

SSCB çözülünce, emperyalist güçlerin, Washington ve Londra’da ikamet eden “efendiler”in, birikmiş arzuları su üstüne çıktı. Öyle anlaşılıyor ki, birbirleri ile yarışmaya başladılar. Artık, “bir ülkenin silâhlarla işgali” eski moda olmaktan çıktı. Artık, rafa kaldırılmış planlar yeniden masaya yatırıldı. Ve dünyanın emperyalist güçler arasında yeniden paylaşımı savaşımı devreye girmeye başladı. Almanya, Fransa bu pastadan az pay almaya hiç de niyetli değillerdi. Almanya, Doğu Avrupa’da hatırı sayılır bir “ekonomik” ilerleme kaydetti.

ABD, Afganistan ve Irak’ı işgal etti. Bu ülkelerde devlet yapılanması ciddi ölçüde değiştirildi. Nasıl ki, SSCB döneminde lanetlenen “sömürgecilik yöntemleri” yeniden gözde hâle getirildi, yeniden sahaya sokuldu ise, aynı biçimde devlet denilen burjuva aygıt da, tüm çıplaklığı ile ortaya çıkmaya başladı. Nasıl olsa korkulacak bir dünya sosyalist sistemi kalmamıştı. SSCB döneminde aldıkları “sosyal haklar” önlemlerine de gerek yoktu, dünyayı fethetmek için bazı kontrol ve frenlere de ihtiyaç duymuyorlardı. Dünya bir köy idi, globalizasyon bunu söylüyordu ve bu köyün eski sosyalist ülkelerden oluşan bölümü sahipsiz idi. Eskiden onlara güç vermemek için, köyün bazı mahallelerinde “centilmen” olarak davranmaya çalışırlardı, artık ona da gerek yok. Biraz sonra haşlanmış bir tavuk hâline getirilecek bir sömürge yetkilisine, “buyurun” derlerdi, şimdi buna gerek yok, açıkça haşlama işine kapıdan, kameraların önünden başlanabilirdi. Öyle yapıyorlar.
Dünyanın emperyalist güçler arasında paylaşılması için yapılan kurgu, sadece emperyalist güçlerin pastadan alacağı pay nedeni ile değil, halklardan yükselmeye başlayan tepki nedeni ile de farklı eğilimler almaya başladı. Dünyanın pek çok yerinde halkların sokaklara çıkışı gerçekleşti. Bu süreç, paylaşım savaşımı ile birleşince, yeni görüntüler ortaya çıkmaya başladı.

Afganistan’daki devletin, pek de devlet olmadığını, tıpkı Suudi Arabistan devletinin bir petrol kuyusunun kontrolü üzerine kurulu yobaz ve yoz bir yapılanma olduğunu bildiğimiz gibi, Afganistan’daki devletin de eroin pazarlaması üzerine kurulu yoz bir devlet olduğunu biliyoruz. Afganistan ve Irak deneyimi, ABD’ye epeyce yüksek maliyetlidir. Ama anlaşılan ABD, buralardan epey şey de öğrenmiştir.

Ukrayna devleti, bir çete devletidir. İkinci Dünya Savaşı yenilgisi ile, ülkeden kaçan, ABD ve daha çok Kanada’ya yerleştirilmiş olan Nazi artıkları, ABD operasyonunun bir parçası olarak, Ukrayna devletini kontrol etmektedirler. Ve Ukrayna halkları arasında, yüzyıllarca unutulmayacak ölçüde kan dökülmüştür. ABD, bu “modern” devlet uygulamaları ile, çete-devlet uygulamaları ile, hem paylaşım savaşı için yapması gereken hamleleri hızlı yapma şansını elde ediyor, hem de sonu gelmez düşmanlıklar için tohumlar ekmiş oluyor. Evet, ABD Ukrayna’da Kırım konusunda amacına ulaşamadı. Ama, birincisi, Almanya ve Rusya yakınlaşmasını kesti, İkincisi Ukrayna’da, her zaman sorun olan bir çete-devlet kurmayı başardı, bu Ukrayna halkını kendi tarihinden uzaklaştırmak için mükemmel bir avantaj olarak okunmalıdır, üçüncüsü Rusya’nın batısındaki ülkelerde, gerçekte Almanya’nın önünü de kesmeye yarayacak şekilde asker yerleştirmeyi başardı. Bu işten Rusya ve Almanya’nın zararla çıktığı kesindir. Ukrayna halkı ise kaybeden, bedeller ödeyendir, daha da ödeyeceği kesindir.

IŞİD, bir başka ilgiye değer çete-devlet örgütlenmesidir. ABD, Libya’nın ardından Suriye’yi, bir lokmada yutacağını sanmış olmalıdır. Ama öyle olmadı. Şimdi, ABD, Filistin sorununun gelişimini de bilerek, Suriye, Irak, Filistin gibi alanları yerle bir etmek, tarihten ve insandan arındırmak istiyor. Dubai tarzı yekpare camdan yapılanmalarla, sokaklarında tarihin silindiği bir alan yaratmak istiyorlar. İsrail’in yıllardır Filistin halkına uyguladığı baskı ve şiddet, İsrail’i şu noktaya getirmiştir: Tamamen, binaları ve insanları ile Filistin’i dümdüz etmek gerekli. Yoksa burada doğan her çocuk, bir direnişçi hâline gelmektedir. İşte Suriye’de bunu yapmak istiyorlar ve adı IŞİD’dir.

Bir örgüt, ilk kez, El Nusra, El Kaide vb. adlarla değil, doğrudan, adına “devlet” kelimesini alarak kurulmuştur. Bizce uygundur, zaten sizin devletleriniz, modern burjuva devletler, ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye vb. hepsi birer IŞİD’dir. Kadınları boğazlayan, çocukları katleden, tarihi yok eden vb. Devletleriniz ile IŞİD arasında fark nerededir?

IŞİD, bir devlet olarak ortaya çıktı, sınırları her gün değişen bir devlet, yasaları olmayan bir devlet. Tıpkı, bugünlerde Türkiye Cumhuriyeti devleti gibi. Kendi anayasasını ayaklar altına alan bir devlet.

Erdoğan yönetiminde şu son yıllarda TC devletinin evrimi de izlemeye değerdir.

Erdoğan-devlet-AK Parti, bu üçü bir arada ele alınmalıdır. Yoksa sadece Erdoğan olarak ele almak, aslında resmin sadece bir parçasını görmek olur.
Erdoğan, bir proje idi. Bunu, hani onlar Demirtaş’a böyle saldırıyorlar diye, bizde yanıt olsun diye söylemiyoruz, daha biz söylemiyoruz. En yakınında bulunanlardan biri, Zapsu, Amerika’daki yetkililere, mesela ‘karanlık prensi’ diye anılan Fehmi Koru’nun çok yakından tanıdığı kişiye, “efendim bunu süpürüp atmayın, kullanın” demişti. Biz buradan biliyoruz. Kendisine ABD adına, eşbaşkanlık görevleri verilmiştir, buradan biliyoruz.

Ve Erdoğan projesi, Suriye kayasına çarptı. Bir sabah yola çıkıp, Maho Ağa, yanına Davutoğlu’nu Kibar Feyzo rolünde alarak (Kibar Feyzo’ya haksızlık olacak, Davutoğlu’nun elleri kanlıdır), öğlen namazını Şam’da kılcaklardı. Ama olmadı. Erdoğan için şansın döndüğü an budur. Biliniyor, her “projenin” bir başlangıcı bir de sonu vardır. Projeyi yapanlar Erdoğan’a nasıl bir son uygun görmüşler ve ne zamanı uygun görmüşler bilmiyoruz. Ama öyle anlaşılıyor, Erdoğan bu sona, planlanandan erken gelmektedir. Suriye’de işler ters gittiğinde, elbette ABD, önce Davutoğlu’nu, sonra Erdoğan’ı haşlamıştır. Ama Gezi Direnişi, işi tamamen farklı bir noktaya taşımıştır. Muktedirin kimyası bozulmuştur. Muktedir, söylentiler böyledir, artık kimseyi dinlemez hâle gelmiştir. Bunu, zaten, Zarrab’ın önüne halı olarak serilen İçişleri Bakanı’nın internete düşmüş ses kayıtlarından da anlıyoruz. Ve elbette muktedir bunu yaparsa, işe yaramaz hâle geldiğini görmek, efendiler için zor olmaz.

Konu Ortadoğu olunca, ABD’nin de hiçbir politikası tutmamaktadır. Bu nedenle, IŞİD devreye sokulmuştur. Erdoğan, uzun süre kendisini IŞİD’in sahibi sanmış olmalıdır. Ama hayat gösterdi ki, ABD, kendisi organize ettiği IŞİD’e karşı operasyona hızla başlayabiliyorken, kendisini IŞİD’in sahibi sanan TC devleti, aynı manevrayı, göstermelik olarak olsa bile yapamıyor. Büyük ölçüde silâh sevkiyatı sürerken, şimdi buna kimyasal silâhlar eklenmiş iken, üstüne üstlük, Kürtlerin IŞİD’e karşı zaferinden korkuya kapıldıkları için, bir bölge oluşturmak, sonra da Afrin’i boğmak istiyorlar. Bunun için, bölgeye 500 kişiden oluştuğu söylenen, Afganistan’da da savaşmış, özel kuvvet gönderiyorlar. Bu özel kuvvet, “Fetih Ordusu” denilen yeni ordunun çekirdeğini oluşturuyor. TC devleti, artık ÖSO ile iş yapmıyor. TC devleti, bir Fetih Ordusu oluşturmuş, bu orduya yol vermesi için El Nusra belli bölgelerden geri çekiliyor, bunlar IŞİD ile konuşuluyor ve böylece, Fetih Ordusu kontrolünde bir bölge ile, Kürtler iki yönden kuşatılmak isteniyor. Geriye iki yön daha kalıyor ki, burada da IŞİD devreye girecektir.

Demek oluyor ki, bir anda, birden bire, bir devlet kuruluyor: IŞİD. Bu devleti, mesela TC devleti tanıyor. Onlarla ticaret yapıyor, diplomatik ve askerî ilişki kuruyor. Ve bir de görüyoruz ki, bir günde ÖSO kurulmuştu ve şimdi yarım günde Fetih Ordusu kuruldu.

Fetih Ordusu önemlidir, çünkü bizi bir yere götürüyor. Fetih Ordusu ismi, Suriyeliler tarafından konmuyor. Neyi fethedecekler. Daha önceki ÖSO ismi de kendilerine ait değildir ama olabilirdi, çünkü Esad yönetiminden “özgürlük” talebi, çekici bir etkiye sahip olabilirdi. Ama Fetih Ordusu, Erdoğan ve şürekasının koyduğu bir isimdir. Suriyelilerden umudunu kestiler, şimdi Suriye’yi topyekûn fethetme rüyasındalar. Bunun için Fetih Ordusu ismini koydular ve IŞİD’den de destek istemektedirler.

Görüldüğü gibi, bölgede Pandora’nın kutusu açılmıştır.

Birden bire ABD-İngiltere-İsrail-Suudi Arabistan-Türkiye ve Katar tarafından organize edilen IŞİD diye bir çete-örgüt ortaya çıkmıştır ve bölgeyi yerle bir etmekte, soykırım ve tarih katliamları organize etmekte, kadınları pazarda satmakta, çoluk çocuk ırzına geçmekte ve bunları İslam adına yapmaktadır. TC devleti, bu örgüt ile her düzeyde temastadır ve Fetih rdusu ile kendisi bizzat sahaya girmiştir. IŞİD’e ülke içinden sağlanan destek yeterli gelmemiş ve doğrudan TC devleti 500 kişilik bir özel kuvvet ile devreye girmiştir.

Bize göre Ukrayna’daki çete nasıl mevcut devlet çarkını ele geçirmiş ve devlet olmuş ise, IŞİD, bir çete-devlet olarak organize edilmiştir. Bu sayede belki, “devlet baba” düşünceleri, duyguları vb. yerle bir olur, belki insanlar, devlet denilen mekanizmanın ne olduğunu biraz daha iyi anlarlar.
Bu arada ise TC devleti de evrim geçirmektedir. Erdoğan-Devlet-AK Parti üçlüsü, isterseniz siz buna teklisi de diyebilirsiniz, son yıllarda, ülkeyi savaş alanına çevirmiştir. AK Parti, tek başına iktidar olamadığı seçim sonuçlarını açıktan tanımamıştır, Erdoğan anayasayı rafa kaldırmış ve fiili durum ilan etmiştir. Ülkenin her alanında devlet eli ile şiddet tırmandırılmaktadır. Basın üzerinde baskılar dur durak bilmeden artmaktadır ve Kürt illerinin hemen hepsinde sıkıyönetim, sokağa çıkma yasağı vb. devreye sokulmuştur.

Erdoğan’ın, şiddeti tırmandırarak kendini kurtarma isteği biliniyor. Ama bu, daha ileri taşınmıştır. Erdoğan, bugün, başkanlık sistemini ilan etmiştir. Devlet içinde daha önceden var olan ve adının Ergenekon olduğunu öğrendiğimiz kontr-gerilla yapılanmasının yerine, doğrudan Erdoğan’a bağlı bir yapı oluşmuştur. Fetih Ordusu’nun içerde de bir izi olduğu fikrindeyiz. Erdoğan, devlet ihalelerini dağıtmak için, açıktan bir çete kurmuştur. Bu çetede yer alan müteahhitler, karne ve tabelalarını Bilal’e teslim etmiştir. Bu çete, devletin tüm gücü ile, tüm inşaat sektörünü, hatta dahasını ellerine geçirmiştir. Sabiha Gökçen Havalimanı’nın satılmasını ele alın, tüm bu çarkı göreceksiniz. Bu çete mantığı, bu mafya mantığı, bugün, Erdoğan’a bağlı devlet örgütlenmesinde de yansımasını bulmuştur.
Erdoğan, devlet, AK Parti, üçü birlikte, tüm gücü ile Kürdistan’ı kana bulamaktadır. Özel TİM ve özel kuvvetler devreye sokulmuştur. Polis üniformalı kişiler, “biz IŞİD’iz” diye bağırmaktadır. Rastgele sokaklarda ateş açılmaktadır. Bu sadece Erdoğan’ın kendini kurtarma girişimi değildir. Bu sadece iktidarı paylaşmayı reddetme ve seçimlerle birlikte halkın iradesini ayaklar altına almak değildir. Bu aynı zamanda TC devletinin baştan aşağıya çeteleşmesidir.

Devletin her kademesi, bu özel savaştan fayda ummaktadır. Cizre gibi ilçelere binlerce asker ve polis yığılmaktadır. Daha çok İçişleri Bakanlığı’na bağlı jandarma ve polis güçleri devrededir. Valiler, doğrudan Erdoğan valileri olarak devrededir. Ve tüm bölge kana bulanmaktadır. 7 yaşında çocuklar öldürülmektedir. Tam da IŞİD’in yaptıklarına benzer bir terör havasıdır bu. Çeteleşme, kendini hiçbir hukuka bağlı görmemek de demektir. Devletin çeteleşmesi budur.

Bu nedenle, bu, sadece Erdoğan’ın operasyonu değildir, tümden bir çeteleşmedir. Devletin baştan aşağıya bir bütün olarak savaşı tırmandırdığını görmekteyiz.
Erdoğan, tüm halka, devlet denilen şeyin, tam bir çete, tam bir kirli ilişkiler ağı olduğunu göstermiştir. Devlet baba, artık bitmiştir. Devlet makinası, halkın, işçi ve emekçilerin, özgürlük isteyenlerin, ayrımcılık ve haksızlıktan şikâyeti olanların, onurlu bir yaşam isteyenlerin tam karşısındadır, tam karşısında bir kirli ilişkiler ağı, hukuksuz bir savaş makinası olarak durmaktadır.

Olağanüstü hâl uygulamaları ve 1 Kasım seçimleri

Sahi yeri gelmişken, hukuk diplomalı Kuzu’nun konuşmalarının, neden bu denli ve bu ölçüde, Cübbeli Ahmet Hoca’nın TV konuşmalarına benzediğini sormadan geçmemeliyiz.

7 Haziran seçim sonuçları devlet tarafından kabul edilmedi. İsterseniz siz buna Erdoğan kabul etmedi deyin. Biz, devlet diyoruz.
Neden seçim sonuçları kabul edilmedi?

Çünkü, iktidarı paylaşma riski, AK Parti’nin uzun iktidar sürecinin çuvala sığmayan suçlarınının ortaya çıkması demektir. Aslında bu suçlar, zaten varlığı anlamında gizli de değildir. Sadece biz, boyutlarını ve detaylarını yeterince bilmiyoruz

Seçim sonuçlarının kabul edilmemesi demek, elbette, sınırsız bir baskı sürecinin başlaması demektir. Bu zaten 7 Haziran seçimleri öncesinde, iki açıdan belli idi. Birincisi, iç güvenlik yasası denilen yasanın çıkışı, bir hazırlıktı. Cumhurbaşkanı, açıkça, bu yasaların boşuna çıkmadığını söyledi. İkincisi ise, seçim öncesinde Ağrı’da, Adana-Mersin’de ve Diyarbakır’da ortaya konan özel saldırılarla geliştirilmişti. Demek ki, 7 Haziran sonuçlarının kabul edilmeyeceği, bir saldırı sürecinin başlatılacağı, ve bunun olağanüstü hâl uygulamaları ile besleneceği açık idi.

Nasıl olağanüstü hâl uygulamaları ortaya çıkıyor, hep birlikte görüyoruz.

Cizre başta olmak üzere, her alanda, Kürt illerinde ortaya konan uygulamalar, eşine az rastlanır, tüm hukuk değerlerini ayaklar altına alan uygulamalardır. Olağanüstüdür ve dahası, akıl almaz bir kin ve öfke ile sahneye konmaktadır. En tepeden, “siz kaosu seçtiniz” alın size denilmektedir.

Cizre, 8 gün, hapishaneye çevrilmek istenmiştir. Cizre’de, çocuklar, bebekler öldürülmüş ve devlet katından, “içlerinde hiç sivil yoktu” denilerek savunulmuştur. Anneler, ölü çocuklarının bedenlerini dondurucuya koyarak saklamak zorunda kalmıştır. Bu başka bir gezegende yaşanmıyor. Bu bu ülkede, Kürt halkına karşı özel savaş uygulamalarında ortaya konuyor. Bu, 21. yüzyılın 15 yılını geride bıraktığımız zamanda yaşanıyor. Bu, 30 yıldır Kürt devrimini boğmak için uygulanan güvenlik tedbirlerinin iflas ettiği noktanın geçilmiş olduğunun sanıldığı bir ortamın ardından sahneye konan bir saldırıdır.

Her alanda tutuklamalar devreye sokuluyor, gazeteler basılıyor, “makul şüphe” uygulamaları devreye sokuluyor.

Her ilde, her gün, mahalle mahalle sıkıyönetimler ilan ediliyor, sokağa çıkma yasakları, kabarık sayıda polis ve jandarma gücünün devreye sokulması ile uygulanıyor. Sokaklarda tanklar dolaşıyor.

Bir mahalle, bir ilçe, tümden ablukaya alınıyor, obüs topları ile evler bombalanıyor, sokaklarda rastgele ateş ediliyor, keskin nişancılar adeta bir atış talimi yapar gibi çocukları avlıyor. Çocuk, kadın, yaşlı insan cesetleri defnedilemiyor.

Top oynayan çocuklar top sahasında öldürülüyor.

Mezarlıklar saldırıya uğruyor. Cumhurbaşkanı açıktan, mezarlıklarda kurulan taziye mekânlarını yerle bir etmekten söz ediyor, bundan gurur duyuyor.
Seçime gidiliyor ama ortada seçim çalışmalarından çok, sandıkların taşınması, baskının artması, saldırıların devreye sokulması, çocuk avlayan keskin nişancılar vb. sahne alıyor.

Devlet ya da Erdoğan ya da AK Parti, açık olarak HDP’yi, eğer o olmazsa MHP’yi baraj altına indirmek için açık bir saldırı politikası uyguluyor.
Tüm bunlar, seçim sonucunda bir AK Parti iktidarı çıkarmak için yapılıyor.

Bu arada, Gezi süreci ile sihiri bozulan milliyetçilik, yeniden yükseltilmek isteniyor.

Ama ne ki, durum öyle olmuyor. Ölen asker ve polis yakınları, açıktan tepkilerini ortaya koyuyor. Toplum, gerçekte, bu saldırgan milliyetçiliğe yönelmiyor.
Tamamen denetim altına alınmaya çalışılan medya, toplum nezdinde büyük ölçüde prestij kaybetmiş bulunuyor. Ve etkileri kalmayan ya da etkileri büyük ölçüde azalan medya organları, zehirli bir dille, bu savaş hâlini körüklemeye çalışıyor. Ama yine de istedikleri karşılığı elde edemiyorlar. İşte bu nedenle, daha da saldırgan bir politika devreye sokuluyor.

Ve açıkça, iktidarın “akademisyenleri”, açıkça, bu baskıların devlet galip gelene kadar devam edeceğinden söz ediyorlar. Ve sadece saray değil, tüm devlet çarkı bu saldırının arkasındadır. Ülkede her anlamda hukuk ayaklar altına alınmıştır, alınmaktadır.

Uzatmak mümkün, ama gerekli değil. Yeterince açıktır. Bir savaş hâli uygulamaları ile, 1 Kasım seçimlerinden “zafer” bekleniyor. Neye mal olursa olsun “zafer”.
İşte 1 Kasım seçimlerine böyle gidiliyor. Ve Erdoğan, açıkça, eğer bu seçim sonuçları istenileni vermezse, üçüncü bir seçim devreye girecektir söylemini geliştiriyor.

Ama açıktır ki, 7 Haziran’da hedef 400 vekil idi ve başkanlık idi. Ama bugün, bu hedef bir adım geri çekilmiştir. Bu sefer mesele yeni bir 4 yılı garanti altına alacak bir sorunsuz iktidar talebidir.

Ve eğer bu seçim sonuçları ortaya çıktığında, her şeye rağmen, durum nitelik olarak değişmezse, “Allahın hakkı üçtür” yaklaşımı ile üçüncü kere seçim yapılacak olsa dahi, bu kez bir basamak daha geri adım atılacağı kesindir. Yani mesele açık ve net olarak, seçimlerden, tüm halklar adına iyi bir sonuç elde etmekle çözülecektir. Vermeye çalıştıkları imajın tersine, eğer, HDP oylarını artırırsa, işte o zaman gerçek anlamda bu saldırılara dur denilmiş olacaktır.
Bu nedenle, bu sefer, daha yoğun bir seçim çalışması yapmak, her yerde, hayatın her alanında, doğruları savunmak, halkların gelişen barış taleplerini dillendirmek gereklidir. HDP’nin oylarının artması, tüm bu süreci durdurmanın önemli bir yoludur. Bu nedenle, bir kere daha yenilenen seçimlerden, iyi sonuçlarla çıkmak gereklidir.

Eğilimler, bugün itibari ile göstermektedir ki, HDP oyları artma eğilimindedir. Bunu sağlamak için, daha duyarlı bir çalışma yürütmek gereklidir.
1 Kasım seçimlerinden %15 ile çıkan bir HDP, olağanüstü hâl uygulamalarının durdurulmasına da olanaklar sağlayacaktır.

Suruç şehitleri ölümsüzdür

Suruç’ta katledilen SGDF’li yoldaşların katledilişlerinin 1. ayında anma etkinliği gerçekleştirildi. Yüksel Caddesi’nde gerçekleştirilen etkinliğe polis saldırdı. Suruç şehitlerinin resimlerinin olduğu asılı pankartı söken polis tepki gösteren halka saldırdı. Anmaya saygı duruşuyla başlandı ve anma etkinliği konuşmalarla devam etti. Şair Ahmet Telli ve Mehmet Özer’in şiirler okuduğu etkinlik sloganlarla son buldu.

Soma’da katliamdan kurtulan işçi, İzmir’de işçi cinayetinde hayatını kaybetti

1

İzmir’in Bayraklı Belediyesinde çalışanı Rahmi Sözüer, Doğançay’da yürütülen inşaat  çalışması sırasında kullandığı arabanın yüksek gerilim hattına temas etmesi sonucu hayatını kaybetti.

Rahmi Sözüer, 13 Mayıs 2014 tarihindeki Soma’da yaşanan işçi katliamından hemen önce vardiya değişimi için madene gitmiş, başka bir arkadaşının onun yerine madene inmesi ile tesadüfen hayatta kalmıştı. Yaşanan katliamın ardından büyük bir yıkım yaşayan Sözüer, tekrar madene girmeme kararı alarak iş aramaya başlamış, geçtiğimiz Temmuz ayında Bayraklı Belediyesi Fen İşleri Müdürlüğü’nde taşeron hizmet veren firmada, işe başladı.  20 gündür burada çalışan Sözüer’in  geçtiğimiz cumartesi sabah saatlerinde işçi cinayetinde hayatını kaybettiği ortaya çıktı.

Belediyenin Doğançay’daki şantiye alanına kamyonla dolgu malzemesi götüren Sözüer yükü indirdiği sırada, kamyon kasası yükselerek alanda bulunan yüksek gerilim hattına temas etti. Bunun farkına varamayan Sözüer, aracın metal aksamına değince elektrik akımına maruz kalarak yaşamını yitirdi. 36 yaşındaki Sözüer’in, nişanlı olduğu ve evlilik hazırlığı yaptığı öğrenildi.  Sözüer’in cenazesi, otopsiden sonra pazar günü memleketi Soma’da toprağa verildi.

“Ya barış ya barbarlık”*

Yöntemsel olarak da, bu hedefler doğrultusunda, en azından şimdilik, yani projelendirilmiş istikrar koşulları oluşturulana kadar ve onu oluşturmanın yolu olarak, bölgenin kaos içinde felç halinde tutulması siyaseti ortaya çıkmaktadır. Bölgenin Amerika tarafından yeniden yaratılması da ancak böyle mümkün olabilecektir. Tanrının insanı kendi gül cemalinden yaratması gibi, ABD de bölgeyi kendi hayat tarzının imgesinden yeniden yaratmayı düşlüyor ve bunu yerlerin ve göklerin efendisi olarak tanrısal “yaratıcı kaos”u ile gerçekleştirmeyi denemektedir.

IŞİD, bu yönelimin basit araçlarından birisidir sadece. ABD, örneğin Afganistan’da önce, Reagan’ın “özgürlük savaşçısı” diye tanımladığı, silahlandırdığı ve eğittiği Taliban’ı yarattı, ülkeye egemen kıldı. Sonra da (ve halen de) Afganistan’ı Taliban’dan kurtarmaya kalktı.

Bir IŞİD taşıyla ABD şimdi de birçok kuş vurmakta Ortadoğu’da. Irak’ta Maliki’yi devirip yeni bir iktidar yarattı, yeniden askerîsi de dahil müdahale etmenin zeminini oluşturdu. İran’ı terbiye etti, nükleer anlaşmaya kadar geldi. Merkez’le ilişkilerinden hoşlanmadığı Barzani’yi geri çekti, PKK’nin “özgüç” iradesine kama sokmaya kalktı. Suudileri Yemen’de yeniden eğitiyor. Türkiye’yi nasıl yeniden kıvama getirdiğini, yoldan çıkmış taraflarını tıraşladığını görmekteyiz. Tarihinin en büyük krizleriyle boğuşurken ve dişleri çoktan çekilmiş haliyle bunları yapmaya kalkışmasıysa, ayrı bir konu; bu onu hem saldırganlaştırıyor, hem ödünlerle dolu bir yumuşaklığa mahkum ediyor, hem de çürük zeminlerde yetersiz kazanımlara razı hale getirebiliyor. Ama onun da yürüyüşü, hamleleri, hegemonik pozisyonunu yer yer tahkimi sürüyor.

Bu çerçeve içinde Türk dış politikasının Ortadoğu’ya ilişkin politikasının bugün öne çıkan bütün boyutlarının belirleyici dinamiği Kürt Sorunu’dur. Bunu üç ayrı bağlamda görmek mümkündür.

İlk düzlemde, Suriye’ye, bir zamanlar yakın ilişki içinde bulunulan Esad rejimine karşı izlenen politikanın seyri Kürt Sorunu’na bağlı olarak şekillenmiştir. Türkiye, Güney Kürdistan/Kuzey Irak alanında kendi rızası dışında gelişen “Kürt statüsü” gerçekliği karşısında paniğe kapılmıştır. Bölge’de ana hatlarıyla Birinci Paylaşım Savaşı sonrasında oluşan, “Kürdistan’ın parçalanması ve her parçada Kürtlerin statüsüz bırakılması”nı içeren statükodaki kırılmanın Türkiye’nin “statüsüz Kürd”e dayalı düzeninin sürdürülmesini zora soktuğunu gören egemenlik sistemi aklı buradan bir ders çıkartmıştır. Davutoğlu’nun ifadesiyle, “Irak’ta yoktuk Suriye’de varız” biçiminde dillendirilen bu stratejik yönelimin temel amacı, “yeni bir Kürt statüsüne kesinlikle ve her yöntem kullanılarak engel olmak” biçiminde özetlenebilir.

Türkiye, ABD’nin (Batı’nın) bir biçimde Esad rejimini devireceği düşüncesiyle, Irak’tan alınan dersle, Suriye’de “askerle beslenen bir varlık” oluşturarak orada olası bir Kürt statüsüne engel olmayı planlamıştır.

Bu yönde üçlü bir plan oluşturulmuştu.

Birincisi, bir doğrudan işgal durumunda, Irak’ın aksine, Türkiye en önde akıncı rolü üstlenecek ve işgalci güçlerden biri olarak yeni Suriye’nin oluşturulmasında etkin rol alacaktı. Böylece, bir Kürt statüsünün de önüne geçilecekti. Bu gerçekleşmedi.

B Planı, insanî sorunları bahane ederek, buna ilişkin gerekçelerle ve bu türden sorunlara yanıt olarak, aynı şeyi bir “tampon bölge” oluşturarak aynı amaca ulaşmaktı. Bu da olmadı.

C Planı ise, kendi topraklarına yönelik “terör saldırıları”nın ve büyük göç dalgalarının, ulusal güvenliğine tehdit oluşturduğu gerekçesiyle fiilen uçuşa kapalı bir “güvenli bölge” oluşturmak idi. Bu planın alt versiyonu da, şayet orada Türk askeri bulundurulması mümkün olmazsa, bir “vekalet işgali” altında alan açmakta, Türk Hava Kuvvetleri başta başka silahlı unsurlarla “koruculuk” görevi üstlenmekti.

Bu “askerle beslenen varlık”; a) Suriye’de Kürt statüsünü önleyecek; b) kendi Kürt savaşında Türkiye’ye yeni bir lojistik ve stratejik destek alanı yaratacak; c) Güney Kürdistan üzerinde bir baskı unsuru olacak; d) olası bir İran krizi sonrasında Türkiye’ye oluşacak diplomatik “Kürt Masası”nda daha avantajlı bir konum sağlayacaktı.

Suruç katliamından sonra C Planı’nın devreye sokulduğunu görmekteyiz…

Gelişmelere ikinci düzlem perspektifinden baktığımızda, Türkiye’nin IŞİD ile ilişkilerini belirleyen etmenin de Kürt Sorunu olduğunu görebiliriz. Türkiye baştan beri IŞİD’i “ölüsü de dirisi de” işe yarayan bir araç olarak görmüştür ve en hafif tabirle onu bir “sorun” olarak değil de “Çözüm” olarak algılamıştır. IŞİD’in dirisi, Türkiye’nin yapamadığını yapan dinamik bir müttefik olarak algılanmış, Kürtlere yönelmiş bu unsurla yollar çok çeşitli biçimlerde kesişmiştir. IŞİD’in hedef alınması da bir fırsat olarak ele alınmıştır. Böylece, IŞİD’e karşı oluşan askeri koalisyonda yer alan Türkiye böyle bir süreci, Suriye’ye ve özellikle de Suriye Kürdistanı’na (Rojava’ya) girmek, bu yolla “askerle beslenen bir varlık” oluşturma imkanı barındıran bir fırsat olarak kullanmayı projelendirmiştir. Nihayet, IŞİD’in ölüsü de, ondan boşalacak alanlarda Türkiye’ye, en azından Türkmenler ve öteki muhalif güçler dolayımıyla “vekalet işgali” planını hayata geçirme olanağı yaratacak bir fırsat olarak düşünülmüştür. Nitekim bugün bu noktaya gelinmiş gibi görünmektedir. Bu son hamle, Türkiye bakımından bir yanıyla hem bir ricat, hem “üst akıl” denen odakta çeperden merkeze nüfuz etmek, hem de oraya kendi aklını monte etmek biçiminde okunabilir. Bu aklın salt Kürt statüsüne karşı çıkmaya uyarlanan biçimde çalıştığı açıktır.

Bu durum da bizi üçüncü düzleme, ABD ile yapılan son İncirlik anlaşmasına getirmektedir. Burada da, Türkiye bir geri adım atmış, İncirlik Üssü’nü açmış, karşılığında da “güvenli bölge” ve “vekalet işgali” izniyle, Suriye Kürdistanı’nın (Rojava’nın) hem topraksal bütünlüğünü engellemeyi, hem de orada kendisine (denetimi altında) bir “alan” açmayı mümkün kılan bir hamle yapmıştır.

Şimdi bir başka düzleme geçebiliriz. AKP, “eski Türkiye”nin odağını Kürt Sorunu ve Kirli Savaş’ın oluşturduğu çok boyutlu büyük krizlerin ağırlığı altında çökmesiyle iktidara geldi ve bir “yeni Türkiye” oluşturmaya girişti. Yani, AKP iktidarı, aynı zamanda, bir sistemik krizi yönetme iktidarı olarak ele alınmalıdır. Kapitalizm koşullarında sistemik krizlerin temel yöntemi ikili unsur barındırır: Birincisi, genellikle “tek adam”a dayalı otoriter ya da totaliter yönetim ve ikinci olarak da, sermayenin dışa yayılma güdülerinin durdurulamaz biçimde harekete geçirilmesi. Sermayenin her ekonomik yayılma hamlesi, elbette ayrıca sosyo-kültürel, politik ve imkânlar ölçüsünde askerî hegemonyayla birlikte gelişir. İşte bu noktada da, Türkiye bölgede, özellikle Kürdistan’ın parçalarında hegemonik konuma gelerek, yani yayılıp genişleyerek Kürt Sorunu’nu çözmeye çalışmaktadır. Ulusalcıların, “Musul’u alamazsak Diyarbakır’ı kaybederiz” düşüncesi, AKP iktidarının kriz yönetimi sürecinde, salt şiddetle değil de, çok boyutlu (ekonomik, politik, kültürel) hegemonya ile hayata geçirilmeye çalışılmaktadır. Yeni Osmanlı-İslam-Türk sentezi, hegemonik alanında Kürtlere Osmanlı türünden “muhtariyet serbestisi” vererek, Kürt mirlerinin yeniden üretilebileceği sosyo-ekonomik koşullara uygun/benzer bağımlılık zemininde Sorun’un tasfiyesini hesaplamaktadır.

Son olarak da şu söylenmeli: Her düzlemde ve modelde kuşkusuz şiddet, terör ve savaş, büyük stratejinin ayrılmaz nihai parçasını oluşturmaktadır.

Dolayısıyla bugün (elbette adil ve onurlu) bir barış talebi stratejik önem kazanmaktadır. Uzun vadede geçerli olan “ya sosyalizm ya barbarlık” sloganı, bugün acil bir mesele olarak ve ilk ağızda bölgemizde kendini “ya barış ya barbarlık” olarak dayatmaktadır.

Haluk Gerger

“Ateş en çok dumanı, sönerken çıkarır!”*

Aralarında Fikri Sağlar’ın da bulunduğu CHP’li milletvekilleri, sıcak çatışma bölgelerinde, Yüksekova, Van ve Hakkari’de incelemelerde ve gözlemlerde bulunmuşlar. Konuştukları insanlar: “Tayyip Erdoğan’a 3 defa oy verdik, 1 kere oy vermeyince, o da bizi öldürmeye kalkıyor…” demişler.1 Cumhuriyet gazetesinde bu haberi okuduğumda, Bertolt Brecht’in yıllarca önce söylediği yukardaki sözünü hatırladım.

Siz Tayyip Erdoğan’ın “milli irade” tekerlemesini ağzından düşürmediğine bakmayın, o milli iradeden kendine oy verenleri anlıyor. Oy vermeyenleri de “iç düşman” ilan ediyor ve hizaya getirmek için elinden geleni yere koymuyor. Tabii “iç düşmanın” mucidi o değil. Cumhuriyetin kurulduğu günden beri bu rejim, varlığını ve bekasını “iç düşmanlara” karşı yürüttüğü kahramanca mücadeleye borçludur… 7 Haziran’dan (2015) bugüne kadar geçen yaklaşık üç ay içinde olup-bitenleri şöyle bir hatırlamak, ‘Türk demokrasisi’ hakkında bir fikir sahibi olmaya yeter. TBMM’nin nasıl içi boş bir midye kabuğu olduğu, siyasi partilerin ne olduğu ve neye yaradığı, profesyonel politikacıların çapı, anayasanın ve kanunların nasıl niyete göre yorumlandığı veya savsaklandığı, yargının sefil halleri, ikiyüzlülüğün ve ahlâksızlığın boyutları… velhasıl ‘demokratik, laik, sosyal hukuk devleti’ denilenin ne mene bir şey olduğunu görür.

Kan gövdeyi götürüyor ve TBMM ortalarda görünmüyor… Bir parlamento böylesi zamanlarda işini yapmayacaksa ne zaman yapacak? Aslında o parlamento kimin işini, ne zaman ve nasıl yapacağını çok iyi bilir… İnsanlar merak edip “ey efendiler biz sizi neden seçtik biliyor musunuz?” diyebilseler… Bizde siyasi partiler halktan oy alır ama halkı temsil etmezler (tabii bu başka yerlerde durumun matah olduğu anlamına gelmez), siyasi partiler de onların oluşturduğu parlamento da halkı temsil etsin diye dizayn edilmemiştir. Demokrasiyle değil, egemenlerin ‘nasıl yöneteceğiz’ sorusuyla ilgilidirler… Bunlar devletin hizmetinde olan yapılar ve kurumlardır. Devlet de mülk sahibi sınıfların hizmetinde olduğuna göre, çember tamamlanıyor. Tabii “bal tutan parmağını yalar” da denmiştir.
Profesyonel politikacılar sadece bütçeyi, hazineyi, kamu kaynaklarını “birilerine” yağmalatmakla kalmıyorlar. Becerebildikleri ölçüde kendileri de yağmalıyorlar. Onlar için siyaset, kendi ailesini ve çevresini zenginleştirme aracıdır. Öyle söylendiği gibi yüksek ulvi amaçlar, kamuya hizmet gibi kaygılar asla söz konusu değildir.

Elbette aralarında samimiyetle kamu hizmeti yapma niyet ve kaygısı taşıyanlar da vardır ve nitekim var ama onların varlığının şeylerin gerçek seyri üzerinde etkili olması mümkün değildir. Bizde milletvekili olmak ayrıcalıklı bir statüye, ‘seçkinler sınıfına” terfi etmek, bir tür “sınıf değiştirmektir”. Bir milletvekili yaklaşık 15 asgarî ücrete eşit maaş alıyor. Buna diğer reel ve nakdî avantalar da eklendiğinde aradaki fark 20’yi aşıyor. Siyasi partiler de zaten tam bir tek adam şirketi gibi işliyor. Bir partinin en üst düzey sorumlusu, sabahtan akşama rakip partiye küfrediyor, hakaret ediyor… Bir de bakmışsınız pılıyı-pırtıyı toplayıp o partiye geçmiş, hakaretin ve küfrün muhatabı aniden değişmiş… Elbette toplum vicdanı bu tür saçmalıkları onaylamıyor ama gerekli tepkiyi de göstermiyor maalesef… Bir adam kendi partisini bırakıp beklenmedik bir şekilde başka partiye niye geçer? Eğer o parti bir şirket gibi işliyorsa, hiçbir ilkenin ve ahlâkî kaygının orada esamesi okunmuyorsa neden olmasın! Besbelli ki, kişisel çıkar, kişisel zenginleşme arzusu söz konusu…

Ne demek istediğimi görmek için AKP’nin geride kalan 13 yılda yaptıklarını hatırlamak yeter. O kadar çok yağma ve talan yaptılar, yağmalattılar, yağmaladılar, talan ettiler ki, onlar için iktidardan düşmekten daha büyük kâbus olamaz. Ülkenin geleceğini kendileriyle özdeş saymalarının nedeni odur… Son dönemde yaptıkları ve yapmak istedikleri, “iktidarımızı nasıl koruruz” sorusuna verdikleri cevapla ilgili. İktidarlarını ‘ilelebet muhafaza ve müdafaa edebilmek” için, rejimi değiştirmeleri gerekiyor. Gönüllerinde yatan faşizmin din soslu bir versiyonu… Nitekim din soslu bir dikta rejimiyle 2023’ü, 2054’ü, 2071’i gözlerine kestirmişler… Tabii ne de olsa ‘ileri görüşlü, ‘vizyon sahibi’ adamlar…’ Aç tavuğun düşünde kendini darı ambarında görmesine bir engel yok. Başkanlık sistemine geçme söylemi aslında ideolojik bir manipülasyon. Bir aldatma aracı. Tayyip Erdoğan başkanlık retoriğiyle XXI’inci yüzyılın padişahı olma niyetini ortaya koyuyor. Osmanlı İmparatorluğu’nu ihya etmek istiyorlar. Tabii aralarında Suudi Arabistan’daki rejimi bu topraklara ithal etmek isteyenler de az değil…
Lâkin unuttukları, bilmedikleri, bilmek istemedikleri bir şey var: Tarihte geriye dönüş mümkün değildir. Çözüm her zaman ilerdedir, gelecektedir. Dolayısıyla geçmişte çözüm aramak beyhude bir çabadır. Öyledir ama nedense gerici, karanlıkçı saplantılara ve hezeyanlara kapılanlar da hiçbir zaman eksik değildir.
Sömürünün, yağma ve talanın, yaptım-oldu’nun tadına o kadar çok vardılar ki, ne yapıp-edip iktidarı elden bırakmak istemiyorlar, “yeni Türkiye’yi” inşa etmek için yanıp-tutuşuyorlar. Fakat, iktidara bunca yapışmalarının yegâne nedeni o değil, bir neden daha var: Hırsızlığa, yolsuzluğa (corruption) ve suça o kadar çok batmış durumdalar ki, iktidarı bıraktıkları gün yakalarına yapışılacağını çok iyi biliyorlar… Hesap verme korkusu zihinlerini esir almış durumda. Lâkin ‘korkunun ecele faydası yok’ denmiştir…

Tayyip Erdoğan ve “şahin ekibinin” din soslu bir baskı rejimini dayatmaları mümkün değil. Gericiliği asla dayatamazlar zira eşyanın tabiatına aykırı. Bu ülkenin demokratik, özgürlükçü birikimi ve potansiyeli bu iktidar sapkınlarına o fırsatı vermez. Kaldı ki, meşruiyetini kaybetmiş bir iktidarın “istediğim kadar iktidarda kalırım” demesinin de bir karşılığı yok. Bu rejim çoktan geniş halk kitlelerinin gözünde meşruiyetini yitirmiş, değersizleşmiş, itibarsızlaşmış bulunuyor. Maç bitti… Şimdi uzatmalar oynanıyor ve uzatmalar da sürekli uzatılabilir değil. En sonunda penaltılarla iş bitiyor… Fakat, yazının başlığında söylendiği gibi, “ateş en çok dumanı sönerken çıkarır” denmiştir. İktidarlarını kalıcılaştırmaları mümkün değil ama, zararı büyütmeleri mümkün. O halde süreci vakitlice tersine çevirmek ve hasarı olabildiğince küçültmek için, seçimlerden ve TBMM’den çözüm bekleme aymazlığından yakayı kurtarmak gerekiyor. “Seçim demokrasisi” yanılsamasından kurtulmak gerekiyor. Bu tehlikeli tırmanıştan, saçmalıklardan, akılsızlıklardan rahatsızlık duyan geniş kitlelerin duruma müdahil olması gerekiyor. Unutmamak gerekir ki, böylesi kritik durumlarda şeylerin seyri, ancak kitlelerin sürece aktif bir şekilde müdahil olmasıyla, kendi işini kendi eline almasıyla, yani kitleler sokağa çıktığında değiştirilebilmiştir. Ve kitlelerin gerekeni yapmamaları için de hiçbir neden yok. Zira, ‘sandık demokrasisine’ hak etmediği gücü vehmetmek doğru değildir. İktidar sahipleri ne kadar gaddar, ne kadar saldırgan, ne kadar kıyıcı olurlarsa olsunlar, kitlelerin istemediği hiçbir şeyi dayatmaları mümkün değildir… Tabii kitleler gereğini yapmaya hazır ve niyetli olmak kaydıyla…

Öncesi, sonrasıyla Suruç güzergâhı…*

Charles Dickens’ın, “Zamanların en iyisiydi ve de zamanların en kötüsü,” saptamasıyla betimlenen bir kesitte; öncesiyle Suruç Katliamı, sonrasındaysa coğrafyamız ve Ortadoğu açısından sarsıcı sonuçlara yol açan ve Ceyda Karan’ın, “Cehennemin kapılarının aralanması”; Nilgün Cerrahoğlu’nun “Ateş çemberi” olarak betimledikleri bir realiteyle yüzleşiyoruz…

AKP’nin totaliter bir ideoloji eşliğinde otoriterleşmesi ve yolsuzlukları, 7 Haziran 2015’de bir seçim yenilgisine dönüşürken; Erdoğan’ın “Başkanlık Planları” yerle yeksan oldu.

Koalisyon manevralarının neyi ne kadar kurtaracağı meçhulken ve bu da Erdoğan’ı kesmezken;2 yetkisiz/kadük bir hükümetin savaş aracılığıyla, coğrafyamızı milliyetçi hissiyatın gıdıklandığı bir erken seçime taşıyarak sandık zaferi kazanması hesapları yapılırken patlatıldı Suruç’taki kalleş bomba!
Hatırlayın: Başbakan Davudoğlu’nun İstanbul’da yaptığı bir konuşmada “Osmanlı düzenini, adaletini getireceğiz… Çevremizdeki ateş çemberinin içinden barışla, istikrarla, kalkınmayla çıkacağız” sözlerinden üç gün sonra, Suruç’ta bombalı bir saldırı, katliam gerçekleşti. Buradaki acı ironiyi görmemek olanaksız.
Başbakan’ın katliamdan sonra yaptığı konuşma da “ilginçti”. Diğer siyasi partilere, teröre karşı birlik çağrısı yaptı; Fransa’daki saldırıların ardından oluşan birlik havasını örnek gösterdi. Fransa hükümetinin terörist örgütlerin çalışmalarını kolaylaştırdığına ilişkin iddiaların hedefi olmadığını unuttu. AKP’yi eleştirecek olanları önceden adeta suçlu ilan etti; HDP’yi özellikle uyardı; eleştirilerden kurtulmak için sürekli “her türlü terör” genellemesine sığındı, bir türlü DAEŞ yerine IŞİD demeyi başaramadı. Sesi titriyordu, cümleleri bozuluyordu, bitmeden kalıyordu. AKP hükümetinin Suriye iç savaşıyla bağlantısı, “TIR’lar dolusu silah” haberleri, isyancılara ev sahipliği yapmaya devam etmesi varken, bu katliamın ardından “milli birlik” adına eleştirilerden kaçılabilir miydi?
İzlerken, “daha önce bu ülkeyi, jeopolitik farkındalığı bu kadar zayıf, kafasındaki dünya resmi realiteden bu kadar uzak bir başbakan, böyle bir siyasi kadro yönetti mi?” diye düşünmemek olanaksızdı. “Acaba hiç bu kadar çirkef, vicdansız bir yandaş medya olmuş muydu?”3

AKP’nin 12 yıldır izlediği politikalar, bunların arkasındaki “fantastik” dünya görüşü, tam anlamıyla iflas etmiştir. Cilvegözü, Reyhanlı, Ulukışla, Diyarbakır nihayet Suruç bu iflasın yarattığı ortamın sonucudur.

Bu “fantastik” dünya görüşü, başbakanın bayram konuşmasında, yine vurguladığı gibi “Osmanlı düzenini, adaletini” geri getirmeyi arzuluyor. Bu dünya görüşü, Osmanlı düzenini, Arap dünyasının nasıl bir nefretle anımsadığının, Türkiye’nin Sünnî İslâm geleneğinin ve pratiğinin, yükselmekte olan Selefî akımlarca küçümsendiğinin, hatta hedef olarak görüldüğünün hâlâ farkında değildir. Jeopolitikte böyle yetersizliklerin faturası her zaman kanla ödenir.

Ödenmektedir de… Bu “fantastik” dünya görüşünün ürünü Suriye politikası önce, Türkiye’nin çok yünlü bir iç savaşa taraf olmasına yol açtı. Liderlik hevesi, diplomatik acemilik, megalomani trajik bir yalnızlık üretti. Türkiye fiziki, ekonomik, kültürel olarak ve güvenlikle ilgili alanlarda kaldıramayacağı bir göçmen dalgasının ev sahibi, bu dalgayla gelen dinci militanların çalışma alanı, savaşa giden cihatçıların transfer koridoru oldu. Bu gelişmeler AKP hükümetini adının, IŞİD, El Nusra gibi, terörü siyasi, askeri, kültürel savaş aracı olarak kullanan örgütlerle birlikte anıldığı bir noktaya getirdi; nihayet canlı bombaların hedefi bir “failed state”e (başarısız devlete) dönüştürmeye başladı…

Bir diğer iflas Kürt sorunuyla ilgilidir. Kürtleri “çözüm süreci” fantezileriyle yıllarca oyaladıktan sonra hükümet gerçek yüzünü, Kobanê savaşındaki “düştü düşecek” tutumuyla, genel seçimlerde “Kürt sorunu yoktur” saçmalığıyla açığa vurdu. Maskenin böyle aniden, şiddetle sıyrılması Kürt halkında öfkeye dönüşmeye başlayan muazzam bir belirsizlik, düş kırıklığı yarattı.

Suruç katliamı, işte bu iki fiyaskonun kesişme noktasındadır. Kobanê’nin yeniden inşasına, “Bir başka dünya mümkündür ve yapabiliriz” umudu, iyimserliği ve cesaretiyle katılmaya giden sosyalist gençlere, İslâmın kendi yorumundan başkasını tanımayan, tüm uygarlığı yok etmeye kararlı nihilist bir el “Hayır yapamazsınız” dedi.4

Kim ne derse desin; gelişmeler “kaos” ortamına girdiğimizi gösteriyor.

Kaosun nereye kadar ilerleyeceği henüz belli değil, ama bence bir şey kesin: Yaşananlar AKP hükümetinin 12 yıllık restorasyon projesiyle uyumlu.

Bugünün tarihine, ülkede yeni bir “durum” yaratan “Gezi olayı”ndan başlamak gerekir. Bu “durum” Suruç katliamıyla yeniden değişmeye başladı. “Gezi olayı”, AKP önderliğindeki siyasal İslâmın, bir süredir restorasyon projesine toplumun rızasını alamadığını, giderek daha fazla şiddete başvurduğunu; liberallerin desteklerini çekmesiyle boşalan yeri milliyetçiliğin doldurmaya başladığını ortaya koydu. Bu noktadan sonra, ülke siyaseti bir “tek adam”, totaliter rejim konjonktürü içinde ilerlemeye başladı. “Bu ilerlemenin momentumu seçimlerde kırılabilir mi” sorusu gündeme oturdu.

AKP’nin elindeki devletin, medyanın giderek daha fazla şiddete dayanma eğilimine, bir taraftan “Gezi olayı”nın yankıları diğer taraftan, AKP söyleminin giderek daha fazla Sünnî-milliyetçi bir eksene oturması eklenince, seçimlerde HDP barajı aştı. Böylece totaliter konjonktürdeki ilerlemenin momentumunun kırılmasının koşulları oluştu.

AKP’nin tek başına hükümet kuramayacağı, başkanlık sistemine geçemeyeceği anlaşılınca, ilerici demokrat hatta liberal kesimlerde bir özgürlük, iyimserlik havası esti; medya, üzerinden bir yük kalkmış gibi davranmaya başladı. Cumhur Başkan ister istemez dilini yumuşatmak, medyada profilini düşürmek, durumu kabul etmiş gibi davranmak zorunda kaldı.

Bu sırada, siyasal İslâmcı entelijansiya, iktidarda kalamayabileceklerine ilişkin büyük bir korkuya kapılmıştı. Şimdi bu ikilemin merceğinden geriye, o birkaç haftaya bakınca insanın aklına Weimar Almanya’sı geliyor: Kısa süreli bir özgürlük, iyimserlik patlaması dönemi; faşizmin devleti ele geçirmesinden önce… Bu benzetme de, Suruç katliamı acaba “Reichtag Yangını” mıydı sorusuna açılıyor.5

Evet, Suruç sonrasında coğrafyamız, “Reichtag Yangını” tehdidinin AKP’de cisimleşen saldırganlığıyla yüzleşmektedir.

AKP NEDİR, NEYE YARAR?

Batı’nın AKP’ye desteğini yorumlayan Samir Amin’in, “Avrupa liderleri faşistlere bayılır,”6 saptamasıyla betimlenmesi mümkün olan ve “sivil toplum”cu Tayfun Atay’ın, “Hem İslâm’ın fundamentalist savunuları, hem de anti-İslâmî polemikler bir ‘yekpare İslâm’ kavrayışında birleşir ve bu dinin söylem ve uygulamadaki tarihsel-yöresel çeşitliliğini gözden kaçırır,”7 iddiasını yerle yeksan eden AKP, şiddetli siyasi, ekonomik krizlerin ürünü olarak ortaya çıktı. Hem 28 Şubat’a dayanan iktidar, hem de onu izleyen koalisyon hükümeti, tam anlamıyla bir yönetim krizi sergilediler. Bu sırada uluslararası hegemonyacı gücün, kendi hegemonya krizini imparatorluk ve Büyük Ortadoğu projeleriyle aşmaya çalışması da dış koşulları oluşturdu.

“Mania grandiosa/ Megalomani”nin “Exitus letalis/ Ölümcül sonuç”u devreye soktuğu AKP döneminde, işçi haklarını, demokratik hak ve özgürlükleri kısıtlayan yasalar hep, Cumhuriyet öncesinin kodlarına, dine, ahlâka yapılan göndermelerin yanı sıra “demokrasi” söylemiyle gizlenerek ilerledi. AKP’nin toplumsal tabanına bakınca, İtalyan faşizminin kırsal oy tabanına benzer, muhafazakâr, dindar, kırsal kökenli, yoksul bir kesim görüyoruz. Bu kesim, sürekli dini değerler vurgulanarak, Alevîler anımsatılarak, “ecdadımız” söylemine başvurularak son derecede saldırgan, otoriter, onların düzene olan öfkesini istismar eden bir dil ile kışkırtıldılar, bir lider kültüne ram edildiler…

AKP döneminde Gezi olayının yarattığı korku baskı dalgasını getirdi. Ancak esas dönüm noktası, bu dalganın ardından geldi: Yasalara rağmen yapılan uygulamalar, yolsuzluk soruşturmalarının susturulması, Cumhurbaşkanı’nın yürütmenin başı gibi hareket etmeye başlaması, yeni MİT yasasıyla ardından gelen yeni polis yasası, Roboskî’den Gezi olayına, Kobanê protestolarına kadar cinayetlerin faillerinin bir türlü bulunamaması, kimi hükümete yakın şahısların Meclis komisyonunun ifade verme çağrısını cevapsız bırakabilmesi bence şunu gösteriyor: AKP rejimi, iktidarını bir daha gitmeyecek biçimde konsolide etmeye yönelik son adımları attı…
AKP’nin kamu düzeni saplantısı, ağzından düşmeyen “komplo”, “dış akıl”, “üst akıl” açıklamaları, kontrolü kaçırmakta olan bir yönetim görüntüsü sergiliyorken;8 AKP, neo-liberal saldırganlığın karşı-devrimci tahkimatıdır. Kimsenin inkâr edemeyeceği üzere, AKP çok özel bir partidir.

AKP sıradan bir düzen partisi değildir. Türkiye devleti için de “post-colonial” (içinde “yabancı” iktidar barındıran) özellikler sergileyen bir “bağımlı” devlet tanımı yanlış olmaz.

AKP’nin en büyük özelliği, projesinin kapitalist toplumun genel anlamda istikrarını, sınıfları arasındaki çelişkinin düzen sınırları içinde kalmasını sağlamaya ilişkin en temel ilkesini yadsıyan, başka bir “düzeni” arzulayan bir “restorasyon partisi” olmasıdır.

Bu partinin liderliği, güçler ayrılığı ilkesini, ilgili kurumları bir istikrar garantisi olarak değil, “arzusu” önündeki engeller olarak görmüştür.
Bu partinin liderliğinin, kişi yaşamının özelliği ilkesini, kadın erkek eşitliğini, piyasa kurallarını kabul etmek gibi bir anlayışı yoktur. Siyasi görevle ekonomik faaliyetin ayrı tutulması geleneği ise bu liderlik için anlamsızdır.

Bu partinin liderliği, iktidarda olduğu yıllar boyunca, kapitalizmin liberal demokratik devlet geleneğini hemen her adımda hiçe saymış, yıkmaya çalışmıştır. Bugün Türkiye’de serbest piyasa ekonomisinden söz edilemez. Karşımızda bir “ahbap çavuş” ekonomisi, “aile vesayeti” olduğuna ilişkin, sorgulanmasına olanak verilmeyen çok sayıda iddia vardır.9

Bu parti devlet bürokrasisini, güvenlik güçlerini partizan bir yapıya dönüştürerek “devletin göreli bağımsızlığını” ortadan kaldırmak için elinden geleni yapmış, bir Devlet-Parti-hareket- lider “bir”liği kurmayı amaçlamış, büyük ölçüde de başarılı olmuştur.10

Geride bıraktığımız yıllar boyunca devletin kültüründe, pratiğinde bu gelişmelerin hepsi önemli bir değişime yol açmış, AKP liderliğini, daha da önemlisi siyasal İslâmı destekleyen, kayıran bir “habitus” şekillenmiştir. Bu liderlik ve hareket, muhalefeti ve muhalefet liderlerini meşru görmeyen, her fırsatta aşağılayan, projesi her aksadığında “Haçlı-Siyonist” bir komplo arayan akıldışı, paranoyak, saldırgan bir medya tarafından da desteklenmektedir.11

Bu ve benzeri özellikler AKP’yı sıradan veya herhangi bir burjuva partisi olmaktan çıkarır. Çünkü onlar, Allah’ın ‘inayeti’ olarak iktidar talebiyle örgütlenirler.

Böylelikle de AKP liderliğinde iktidara gelen siyasal İslâm kendince, yüz yıl sonra ele geçirdiği bu fırsatı, “parantezi kapamak”, Osmanlı dünyasını restore etmek, Türkiye’nin düşünsel (simgesel) dünyasını, her zaman iktidarda kalmasına olanak verecek insanları yetiştirmek için kullanmak istiyorken;12 AKP iktidarı 2002’den beri, tahayyülünde olan düzeni ve toplumu oluşturmak amacıyla, bir takım sosyal mühendislik faaliyetlerine girişmiş bulunmaktadır. AKP iktidarının siyasi ve hukuki yapılanmalarla sürdürülen faaliyetlerin en temel araçlarından biri de Diyanet İşleri Başkanlığı’dır.13

Çünkü AKP patentli Siyasal İslâmcı Restorasyonda din (ve dolayısıyla da Diyanet İşleri Başkanlığı) önemli/ başat bir kaldıraçtır.

Siyasal İslâmcı Restorasyon, temel değerleri, sadakat beyan ettiği “hakikât rejimi” bağlamında, “demokrasi” ve Cumhuriyet kavramlarına, hatta modern kapitalist devletin 200 yıllık geleneğine, en azından ilgisiz, ama daha doğrusu düşmandır. Bu düşmanlık bir cehaletin ürünü değildir, bir patolojik tahammülsüzlükten de kaynaklanmaz. Bu düşmanlık, karşısındaki şeyin kendi projesine yaşamsal bir tehdit oluşturduğunun bilincinde olmaktan kaynaklanan bir öz savunma refleksidir.14

HÂL(İMİZ) VE GİDİŞ(İMİZ)

Bunların böyle olduğunu coğrafyamızdaki hâl(imiz) ve gidiş(imiz) net biçimde kanıtlamaktadır!

Sümeyye Erdoğan’ın, “Yeni Türkiye’nin mayasında imam hatip ruhu var,” dediği;15 “İHL’li sayısı 1 milyona dayandı”;16 “Bursa’da insanların ‘Ateistsin’ diye dövdüğü”;17 Din Şûrası Kararları’nda, “İmamlar ‘Toplum Mühendisi’ olacak,”18 denildiği coğrafyamızda adım adım ümmetleştiriliyoruz! “Resmi Sünnî devlet yapıları” ile “Sivil Sünnî yapılar” her alanda paralel İslâmîzasyon araçlarına ve kurumlarına sahipler. Her iki alanda bu yapıların paralel işbirliği var. Menfaat şebekeleri karşılıklı olarak birbirlerini besliyor.19

İki İslâmîzasyon yapısı var. Bir; Devlet Sünnîliği, toplumu yukardan aşağı doğru İslâmîzasyona tabi tutuyor. Bunu da “kamusal din hizmetleri” olarak dayatıyor.
İki; Sivil Sünnî yapılar ise toplumu aşağından yukarıya doğru İslâmîzasyona tabi tutuyor. Bu yapılar daha çok, cemaatler, tarikatlar, İslâmcı, muhafazakâr ve milliyetçi siyasi partiler, dernekler, vakıflar, medya ve sermaye olarak karşımıza çıkıyorlar.

Resmi ve sivil olmak üzere bu paralel İslâmîzasyon alanlarına ve kurumlarına kısaca bir göz atarsak tablo kabaca şöyledir:

İSLÂMİZASYON ALANLARI VE KURUMLARI20

AKP DEVLETİ ELİYLE SİYASAL SİVİL
DİNDARLAŞTIRMA SÜNNİLİK ELİYLE
YAPILARI DİNDARLAŞTIRMA
YAPILARI
AKP hükümeti ve Türk Diyanet İşleri Vakfı
mezhepçi politikaları (TDV) Diyanet İşleri Baş-
kanlığı ve MEB ile paralel
çalışıyor.
Diyanet İşleri Başkanlığı İslâmcı Vakıf (Sayıları
(150 bin imam) 2000 -2200)
Diyanet TV İslâmcı ve Cami yaptırma
dernekler
(sayıları 16 Bin 121)
Diyanet Radyo Derneklere tapulu camiler
Diyanet Akademisi İslâmcı Vakıf üniversiteleri
(Çalışmaları devam
ediyor)
Diyanet’in dini yayın- İslâmcı dershaneler
cılığı (Milyonlarca
mezhepçi kitap)
Hac organizasyonları Hac organizasyonları
Ramazan iftar çadırları Özel Kur’an Kursları
(15 Bin)
Yurt dışında Sünnî İslâmcı çocuk yuvaları
misyonerlik (1527
Sünnî Din Görevlisi)
İlahiyat Fakülteleri İslâmcı cemaatlerin özel
(82 Adet) eğitim evleri
İmam Hatipler (952’si İslâmcı öğrenci yurtları,
Lise, 1355’i Ortaokul Çeşitli burs ve yardımlar
olmak üzere toplam
2307 İHO)
Camiler (devlet kurum- İslâmcı dergi, kitap, yayın,
larına tapulu camiler) cd-film
Kur’an kursları İslâmcı TV ve Radyo
(20 bin 094)
Zorunlu Din Kültürü İslâmcı sosyal paylaşım
Ahlâk Bilgisi Dersi siteleri
Seçmeli Kur’an-ı Kerim İslâmcı Partiler
dersi
Seçmeli Hz. Muham- İslâmcı sanayi ve
med’in Hayatı dersi iş adamları dernekleri
Kutlu Doğum Haftaları İlahiyat, İmam hatiplilere
burslar
Diğer kamu dinsel “Kamu yararına” İslâmcı
etkinlikleri Deniz Feneri gibi dernekler
Aile İrşad Büroları Cami altına dükkânlar ve
ticaret (Dükkânların işle-
tilme sorumluluğu cami
yaptırma derneklerine ait-
tir. Aynı zamanda dernekle-
rin elde ettikleri gelirlerin
yüzde 10’u Diyanet’e ait-
tir).
Din Bütçesi (10 milyar
Dolar)
Diyanet’in yurtdışı tem-
silciliklerini açmak
(86 adet)

“İslâmın barışçıl mesajı Kerbela’da bitmiştir, vurgusuyla İhsan Eliaçık’ın Mevcut İslâm kültürü öldürmeyi, çalmayı önemsemeyip, tespih çekip, zikir yapmayı göklere çıkarıyor… Türkiye’deki İslâm kültürüyle yetişen bir genç üç gömlek sonra IŞİD’cidir,21 dediği tabloda her şey tam da Turan Eser’in ifade ettiği gibidir:

Allahın izniyle toplumu Sünnîleştirmek için eğitimi dinselleştirip, sözde laik eğitimi özde teokratikleştirdik…
Sünnîleştirme projemiz için okul müdürlerini İmam Hatiplilerden ve yandaş Eğitim-Bir-Sen üyelerinden atadık…
Vatandaş esasına göre topladığımız vergiyi Sünnîleştirip, Diyanet’in 150 bin imamını, mollasını ve melesini maaşa bağladık. 5 Milyar 500 bin TL bütçe ayırdık! Din eğitimi için de bir o kadar bütçe ayırmayı ihmal etmedik…

Tek din, tek mezhep için 100 bin cami, 82 ilahiyat fakültesi, 20 bin Kur’an kursu, 952 İmam Hatip Lisesi açtık…
Kur’an kurslarına katılmak için yaş şartını kaldırdık…

DİB camilerini ailelerin çocuklarıyla birlikte gelip dinini öğreneceği, dini öğretim merkezi hâline getirdik…
DİB ve MEB olarak evlerde, ailelere ve çocuklara din eğitimi vermeye başladık…

AİHM’in zorunlu din dersleri kararlarına kulak tıkayıp, Ulemayı dinledik. Alevîleri Sünnîleştirmek için Kur’anı Kerim, Hazreti Muhammed’in Hayatı ve Temel Dini Bilgiler gibi zorunlu seçmeli din (Sünnî-Hanefi) derslerini müfredata ekledik…

Düz liseleri imam hatiplere çevrilmekle kalmadık. Bazı okulların içinde ayrıca İmam Hatip sınıfları açtık…

İmam Hatip Lisesi sınıflarına 18 öğrenci düşerken diğer okulların sınıflarına 50-60 hatta 90 öğrenci düşmesini sağladık…

Sünnîlik sembollerinin okulda kullanılmasının önünü açtık…

5. Sınıftan itibaren başörtüsüyle derslere girilmeli dedik. Oldu! Şimdi sıra anaokullarında…

Cami imamı, mele ve mollaların okullarda din dersi vermesini sağladık…

TEOG ile Alevî, Hıristiyan, ateistler ve mevcut sisteme itirazı olan Sünnî öğrencileri zorla tercih etmediği imam hatiplere sokmaya gayret gösteriyoruz…
Özellikle Alevî çocukların uhrevileşen okulda doğrudan ve dolaylı horlanmaya, ayrımcılığa, asimilasyona ve dışlanmaya maruz kalmasının ve öğrenciler arasındaki kutuplaşmanın önünü açtık
Aile hekimi yetmez, birde toplumu Sünnîleştirmek için bir de aile imamı olsun istedik…

Diyanet ile MEB ve Sağlık Bakanlığı gibi kurumların kamu hizmetlerini Sünnîleştirmek için işbirliğini sağladık…

Sünnîler için her yerde ibadet edebilsinler diye, AVM’lere mescit zorunluluğu getirdik…

Çocukları Sünnîleştirmek için okullara mescit ve namaz odaları açıyoruz…

Gençleri Sünnîleştirmek için okul kampuslarına, üniversitelere ve fakültelere mescit-cami yapılmasını zorluyoruz…

Sünnîleştirmek için Taksim’e camiyi zorladık, fakat 37 bin 500 kişilik Çamlıca’ya dikilecek camiyi bitirmek üzereyiz…

Kılık kıyafet yönetmeliğini Sünnî-Hanefi inancı doğrultusunda serbestleştirerek, imam hatiplerde, Kur’an kursları, diğer dini eğitim kurumlarında Sünnîler için başörtüsü takılmasının önünü açtık…

YGS sınavları ile Sünnîleştirmek için ‘İslâm dini’ hakkında sorular eklendi…

Kamuda hizmet alan ve veren ayrımını ortadan kaldırıp, Sünnîleştirmek için öğretmenler dahil başörtüsü takma serbestliği fiilen uygulanmaya başlandı…

MEB ve Diyanet olarak kardeş kardeş her yıl Sünnîleştirmek için 20 bin civarından Kutlu Doğum Haftası düzenliyoruz…

Dini bayramları ve Ramazan ayındaki iftar çadırlarını Sünnîleştirmek için kuruyor ve kamu bütçesiyle karşılıyoruz…

Öğrencileri Sünnîleştirmek için MEB ve Diyanet işbirliği ile Hac ve Umre ziyaretleri düzenledik…

Süt kardeşler evlenmesin diye Sağlık Bakanlığının ‘Süt Bankası’ projesini Diyanet’in fetvasıyla iptal ettirdik. Kürtaja katliam dedik…

Devlet ve cemaat dinbazlığı ile yolsuzluğumuzun, hırsızlığımızın ve hak gasplarımızın üstünü örtük…

Alevî’nin, Hıristiyan’ın, Ateistlerin ve mevcut uygulamalara itiraz eden Sünnîlerin devlete doğrudan ve dolaylı ödedikleri vergileri, hukuksal kılıf uydurarak sadece Sünnî-Hanefilik inancına aktardık”…22

Evet, tüm bunlar Siyasal İslâmcı Restorasyona işaret etmektedir!

“Nasıl” mı? Prof. İştar Gözaydın’ın, Diyanet İşlerinin 1930’larda da bugün de “ideolojik bir aygıt” olarak toplumsal dönüşümün merkezinde bulunduğu vurgusuyla, “İçerik farklı ama yöntem aynı. Diyanet’in gücünün artması çok daha geniş çerçevede okunmalı,”23 notunu düştüğü tabloda Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB), toplumun dini konularda güven duyduğu en üst kurummuş. DİB’in “magazinel” bir dille yıpratılmasının, hatta kapatılması vaadiyle politik malzeme yapılması, toplum nezdinde kaygı ve endişelere yol açıyormuş. Bu nedenle toplumun söz sahibi bütün kesimleri, sorumlu davranmaya ve söylemlerinde daha dikkatli olmaya davet ediliyormuş.
Kim diyor bunları? Türkiye’deki 66 ilahiyat fakültesinin dekanı. Evet, YÖK kuruldu kurulalı, neredeyse benzerine rastlamadığımız bir dayanışma örneği gösteren 66 dekan, birkaç gün önce ortak açıklama yaptı…

Ve kimse de kalkıp onlara “darbeci” filan demedi. Ki bu yaklaşım bize yabancı değil: Zira daha önce de Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, kurum bütçesiyle ilgili tartışmaları “haddini aşmak” diye yorumlamıştı!24

Alın birkaç örnek daha…

i) MEB, 4+4+4’ün istatistiklerini yayınladı, 37 bin kız okuldan koparıldı!25 Zorunlu olmasına karşın Türkiye’de ortaöğretime devam etmeyen kız öğrencilerin sayısı iki kattan fazla arttı!26

ii) Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, Türkiye’de 80’i aşkın üniversitede cami inşaatlarının sürdüğünü belirterek “15’ini ibadete açtık, 50’sini de 2015’te açacağız,” dedi!27

iii) 8 Ocak 2015’te imzalanan protokol ile hastahanelerde artık imamlar da görev yapacak… Sağlık Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı arasında protokol imzalandı. Protokole göre din görevlileri hasta ile yakınlarına manevi destek ve moral verecek!28

iv) Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı, ilişki ile gebeliğin mümkün olmadığı durumlarda başvurulan ‘Taşıyıcı anneliğin’ İslâm dini açısından uygun olmadığını; nikahlı olmayan kişiler arasında başlayıp sonuçlamayan tüp bebek uygulamasının, insanlık duygularını rencide etmesi ve zina unsurlarını taşıması sebebiyle caiz olmadığını açıkladı!29

v) Diyanet İşleri Başkanlığı’nın aylık dergisinin şubat 2015 sayısında yer alan makalede, nişanlı çiftlerin “el ele dolaşmalarının dinen uygun olmadığı” savunuldu. Fetvada, nişanlı çiftlere “İslâmî usullere göre görüşüp konuşmaları” önerildi!30

vi) Manisa Milli Eğitim Müdürlüğü, rehberlik öğretmenlerinin öğrencilere yol göstermesi için geliştirdiği ‘Yaşam Koçumla Başarıya Doğru’ projesine imamları da kattı. Lise öğrencilerine, “Değerlere saygı, ahlâk ve sorumluluk duygusu” kazandırmak için eğitilecek imamlar, öğrencilerin yaşam koçu olacak!31

vii) G. Antep’in Şehitkâmil ilçesindeki bazı okullara, okul yönetiminin bilgisi ve gözetiminde ‘Herkese Lazım Olan İman’, ‘Namaz’, ‘İngiliz Casusunun İtirafları’ ve ‘Kıyamet ve Ahiret’ gibi dini içerikli kitaplar dağıtıldı. ‘Fareler ve İnsanlar’, ‘Şeker Portakalı’ gibi dünyaca ünlü klasik kitapların sakıncalı bulundu!32

viii) Bağcılar Merkez Mahallesi’nde “Çocuk Bahçesi Alanı”na cami yapılacak. AKP’li Bağcılar Belediyesi Meclisi, bölgede caminin az olduğunu, çocuk bahçesi ve park alanların ise yoğun olarak bulunduğunu öne sürerek bir teklif hazırladı!33

ix) İzmir’de 692 okul müdürünün belirleneceği sözlü sınavlarda yönetici adaylarına meslekleriyle ilgisi olmayan, “Ortaoyununda Kel Hasan’ın kavuğu kime verildi?”, “BM Genel Sekreteri’nin yardımcısı kimdir?” gibi sorular yöneltildi. Eğitim Sen 2 No’lu Şube Başkanı Hasan Ali Kılıç, “Sözlü mülakat AKP kadrolaşmasının bir parçası. Kimlerin müdür yapılacağı zaten belli,” dedi!34

x) Okullar, her yıl olduğu gibi bu yıl da temizlik ihtiyaçlarını karşılayabilmek için yasak olmasına karşın velilerden para toplama yoluna bile başvururken, imam hatip liseleri (İHL) bu sorunu yaşamadı. Milli Eğitim Bakanlığı, (MEB) imam hatip liseleri için kesenin ağzını açtı. Bakanlık, aralarında İstanbul ve Ankara’nın da olduğu 15 ilde 53 imam hatip lisesinde mevcut temizlik personelini yeterli görmeyerek ek personel alınmasını istedi. Din Öğretimi Genel Müdürlüğü’nden ilçe milli eğitim müdürlüklerine gönderilen yazıya göre 53 müstahdemin 4 aylık maaşları ve sigorta primleri dahil 341 bin 320 TL ödenek ayrıldı!35

xi) Bütçe disiplininin ve gerçekleşmelerinin değerlendirilmesindeki en önemli göstergelerden biri olan başlangıç ödenekleri ile yılsonu ödenekleri arasındaki sapma oranlarında Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın adını taşıyan üniversite, onlarca kamu idaresini ve 100’ü aşkın yükseköğretim kurumunu geride bırakarak ilk 10’a girdi. Bütçe yılı başında 81 milyon 440 bin TL ödenek ayrılan Erdoğan üniversitesi, yıl sonunda 224 milyon TL harcadı!36

xii) Amasya Gümüşhacıköy ilçesinde okul müdürlüğüne atanacaklardan 8’inin, AKP Amasya Milletvekili Avni Erdemir’in akrabası, listedeki diğer müdürlerin ise AKP’ye yakınlığıyla bilinen Eğitim-Bir-Sen üyesi veya yöneticisi, İlim Yayma Cemiyeti, AHİMDER gibi hükümete yakın dini referanslı dernek ve vakıfların üyeleri oldukları belirtildi!37

xiii) Ankara’nın Çankaya İlçesi Kurtuluş semtinde Hüdaverdi Camii’nde cuma hutbesinde imam, “İktidarı eleştiren tweetler atmayın,” dedi!38

xiv) Erzincan’ın yanı sıra Dersim ile Adıyaman’da şalvarlı, cüppeli ve sakallı kişiler türlü bahanelerle, Alevî köylerinde dolaşırken, halkın endişesi büyüyor. Erzincan’ın Kemah ilçesinde Alevî köylerine yönelik olarak cihatçılar tarafından keşif yapıldığı iddiasının ardından, Dersim’in Alevî ve Kürt köylerinde de benzer söylentilerin olması tedirginliği artırıyor. Bununla beraber Adıyaman’a bağlı beldelerde yaşayanlar da “Kaygılıyız” açıklaması yapıyor. Adıyaman’da yaşamını sürdüren, Z.T. adlı yurttaş, “Adıyaman’ın Alevî köylerinde de keşif mahiyetli ‘ziyaretler’ olduğunu düşünüyoruz. Ülkenin içinde bulunduğu bugünlerde, bu tip durumların yaşanması huzurumuzu kaçırıyor,” diyor… Öte yandan Adıyaman’ın Yarmayaka (Çakal) Köyü’nde olanlar endişeleri derinleştiriyor. Z.C., halı satmak bahanesiyle köye gelen şalvar pantolonlu ve sakallı üç kişinin varlığından söz ediyor: “Birinin sırtında eski bir halı vardı. Köyde dolaştı. Halı satıcısı olduğunu söyledi. ‘Ancak buralarda kaç Alevî köyü var?’ diye de sordu. Tersleyince arkadaşlarıyla birlikte uzaklaştı”!39

xv) Kocaeli Büyükşehir Belediyesi, İzmit’te açık alanda personeli için düzenlediği iftar yemeğine katılımı mecburi tuttu. Personelin cep telefonlarına gönderilen mesajlarda, “katılımın mecburi” olduğu vurgulanırken, katılamayacakların mutlaka mazeretlerini bildirmeleri istendi!40

xvi) Ve nihayet Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan İstanbul’da düzenlenen KADEM 1. Uluslararası Kadın ve Adalet Zirvesi’nde aynen şunları diyebildi: “Kadın ile erkeği eşit konuma getiremezsiniz, o fıtrata terstir. Tabiatları bünyeleri fıtratları farklıdır. İş hayatında hamile bir kadını erkekle aynı şartlara tabii tutamazsınız. Çocuğunu emzirmek zorunda olan bir anneyi, bir erkek ile eşit konuma getiremezsiniz. Kadınları erkeklerin yaptığı her işi yaptıramazsınız, komünist rejimlerde olduğu gibi. Eline ver kazmayı küreği çalışsın, olmaz böyle bir şey. Onun narin yapısına ters düşer. Anadolu’da da böyle yapılmadı mı? O garibim analarımız ne çileler çektiler be, kamburları çıktı. Erkek de kahvede pişpirik oynasın zar atsın.
Bizim dinimiz kadına bir makam vermiş, annelik makamı. Anneye bir makam daha vermiş. Cenneti ayakları altına sermiş. Babanın değil annenin ayakları altına koymuş. Annenin ayağının altı öpülür. Ben anacığımın ayağının altını öperdim. Anam nazlanırdı, anacığım çekme ayağını derdim, çünkü burada cennetin kokusu var. Bazen ağlardı. Anne başka bir şey. Ve makamların o ulaşılamazdır. Ama bunu anlayanlar olur anlamayanlar olur. Bunu feministlere anlatamazsın mesele, onlar anneliği kabul etmiyor. Ama anlayanlar yeter bize diyoruz, onlarla yola devam ederiz”!41

SİYASAL DURUM(UMUZ)

Coğrafyamızdaki siyasal durumu; Antonio Ferrari’nin, ‘Corriere della Sera’da ‘Ülkenin Babası mı? Hayır… Artık Sadece Sahip ve Efendi O!’ başlığıyla çıkan yorumdaki “Ülkenin sahibi ve efendisi” tümcesi açıklar!42

IŞİD’e desteğini açıklayan İBDA-C’nin, Kurban Bayramı’nda İstanbul’daki bürosunda düzenlediği, ‘Adımlar Dergisi’nde notları yayınlanan toplantıda Kürtlere ve Kobanê’deki direnişe karşı İŞID’le işbirliğini, yaklaşan “iç savaşı” ve “Müslümanların hazırlıklarını” tartıştığı43 coğrafyamızda; ‘The Financial Times’dan David Gardner’in, “Ankara artık güvenilir görülmüyor,”44 notunu düşmekte haksız değil!

Tıpkı Türkiye için Nuray Mert’in, “Polis devletinde toplumsal barış olmaz”; Deniz Kavukçuoğlu’nun, “Çürüme”; İstanbul Barosu Başkanı Ümit Kocasakal’ın, “Ülkenin üzerine sağanak bir hukuksuzluk yağıyor. Bu açıkça faşizmdir”; Melih Pekdemir’in, “Karşımızda yine sömürge tipi (taşeron!) bir faşizm var ama buna ilaveten bir de “İslâm tipi” bir faşizm geliştiriliyor. Çünkü her ülkenin faşistleri kendilerine temel olarak en “makbul” öğelerini öne çıkarırlar ve bu yüzden Naziler Alman ırkına sarılmışlardı. Faşizm sınıfsallığını geri plana itmek için dinsel, etnik kurgular üzerinden yapılanır. 12 Eylül faşizmi Türk-İslâm sentezi ve Atatürkçülük söylemiyle kurgulanmadı mı? MHP’lilerin faşistliğini köpürten Türk milliyetçiliği, AKP’lilerin faşistliğini köpürten de Sünnî İslâmcılığıdır,” saptamalarını dillendirmeleri gibi…

Bu hâle dair Can Dündar’ın altını çizdiği gerçek de şudur: “Bir polis darbesine doğru gidildiğinden kaygılıyım. AKP, askerin dişini söktükten sonra, ona rakip bir polis gücü yaratmaya koyuldu.

İktidara geldikten sonra Emniyet mensubu sayısını yüzde 50’ye yakın oranda artırdı. 750 bin askeri olan Türkiye’de, 350 bin kişilik bir polis ordusu yarattı.
Kişi başına düşen polis oranında, dünyada Rusya’dan sonraki en güçlü polis teşkilâtı kuruldu.

Polisin sayısı artırılırken, teçhizatı da güçlendirildi.

AKP iktidarında 26 bin zırhlı/zırhsız araç alındı. Teşkilât, helikopterlerle, TOMA’larla, Kobra’larla donatıldı.

2014’te Emniyet’in bütçesi, bir önceki yıla göre yüzde 12.5 artırılarak, 17.5 milyar liraya çıkarıldı. Böylece Milli Savunma’nın 22.5 milyar liralık bütçesine yaklaştı.

Son olarak TSK kontrolündeki Jandarma’nın da İçişleri Bakanlığı’na bağlanacağının açıklanmasıyla, hükümet kontrolünde bir kır polisi oluşturulmasına zemin yaratıldı.

Bu, İçişleri Bakanı’nın emrinde, yaklaşık 200 bin kişilik yeni bir silahlı güç anlamına geliyor.

Yani, sayıca askere denk bir polis ordusu… Giderek güçlenen özel güvenlikçileri saymıyorum bile…”45

Şunun çok net olarak görülüp, kavranması gerekiyor: AKP döneminde, “pasif devrim” modeli içinde ilerleyen bir geçiş sürecindeyiz. Bu siyasal İslâmın, liderliğini yapan Sünnî-Müslüman entelijansiyanın simgesel üretim araçlarına sahip olma özelliklerine göre şekillenmiş totaliter bir kapitalist devlet biçimine geçiş sürecidir.46

Çok önceleri, AKP diktatörlüğünün otoriter bir rejimden, totaliter bir rejime, tekçiliğe dönüştüğünü ifade edip, “Bugün Türkiye’de kendisine, ‘Cumhurbaşkanıyım’ diyen Recep Tayip Erdoğan hem Başbakan’dır, hem Dışişleri Bakanı’dır, hem ekonomiden sorumlu bakandır. Yani tekçiliğin simgesidir. Tekçiliğin, bu düzeyde dayatıldığı bir toplumda son hukuki düzenlemeler ya da güvenlik paketi denilen şeyin yasaya konulması bal gibi totaliter bir rejimi devreye sokmaktadır” değerlendirmesinde bulundu. “Bugün AKP’nin uygulamalarıyla Mustafa Kemal’in buyrukçu uygulamaları, yukarıdan aşağıya topluma kendi öznel isteklerini dayatma açısından herhangi bir fark yoktur. AKP’ye ikinci Kemalist restorasyon girişimi demekte sakınca yoktur,” diye47 tarif ettiğim bu süreç doğası gereği bir toplumsal kamplaşma ve kapışmaya da kapı açmaktadır!

EKONOMİK HÂL(İMİZ)

Kaldı ki Türkiye’de bunun çok ciddi bir ekonomik zemini de vardır! “Nasıl” mı?

AKP’nin anti-popülist politikalarla sosyal demokrat uygulamalar ve sonuçlar ürettiğini belirten Yapı Kredi Başekonomisti Cevdet Akçay’ın, “Türkiye’de 12 senede orta sınıf oluştu”; Eastpak CEO’su Massimo Ferrucci’nin, “Ülke büyüyor. Orta sınıf zenginleşiyor,” türünden zırvalarını bir kenara bırakırsak; Koç Holding Yönetim Kurulu üyesi Ali Koç’un dahi Türkiye’deki gelir dağılımı eşitsizliği ve işsizlikten bahsettiği konuşmasındaki, “Ben şahsen 6 ve 8 yaşında iki çocuk sahibi bir baba olarak çocuklarımızın geleceğinden endişe duyuyorum,”48 diyebildiği bir gerçekle yüz yüzeyiz…

İşte ekonomik duruma ilişkin kimi veriler!

i) Malatya Valiliği önüne gelen, 2 bin TL kira borcunu ödeyemediğini belirten Ali Özbay, üzerine benzin dökerek kendisini yaktı!49

ii) Eskişehir’de Çiftçi ailesi, 6 yaşındaki işitme engelli oğulları Enes Çiftçi için aldıkları işitme cihazının taksitlerini geciktirince firma küçük çocuğu icraya verdi!50

iii) Konut ve gıda fiyatları ortalamasının enflasyon üzerinde artması, zengin ile yoksul arasındaki enflasyon farkını da rekora çıkardı. Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi’nden Prof. Dr. Seyfettin Gürsel ve Dr. Ayşenur Acar tarafından hazırlanan rapora göre, zenginle yoksul arasındaki fark 2014 yılında 2013’e göre yüzde 13’ten yüzde 18’e yükseldi!51

iv) ‘The Forbes’un zenginler listesinde Türkiye’den 32 milyarder girdi. Zenginler listesinde Murat Ülker 369’uncu (4.4 milyar dolar), Hüsnü Özyeğin 690’ıncı (2.7 milyar dolar) Semahat Sevim Arsel 714’üncü (2.6 milyar dolar) oldu. Listede, Mustafa Rahmi Koç (2.5 milyar dolar), Ferit Faik Şahenk (2.5 milyar dolar), Şarık Tara, (2.4 milyar dolar), Erman Ilıcak (2.2 milyar dolar) Suna Kıraç (2.2 milyar dolar), Filiz Şahenk (2.2 milyar dolar) ve Ali İbrahim Ağaoğlu da (1.8 milyar dolar) yer aldı!52

TÜRK(İYE) DOLAR MİLYARDERLERİNİN

‘THE FORBES’IN 2014 LİSTESİNDEKİ SIRALARI
‘THE KİM SERVETİ
FORBES’IN (milyar
LİSTESİN- dolar)
DEKİ SIRASI
737 MUSTAFA RAHMİ KOÇ 2.5
737 FERİT FAİK ŞAHENK 2.5
782 ŞARIK TARA 2.4
847 ERMAN ILICAK 2.2
847 SUNA KIRAÇ 2.2
847 FİLİZ ŞAHENK 2.2
1105 ALİ İBRAHİM
AĞAOĞLU 1.8
1118 AHSEN ÖZOKUR 1.7
1312 BÜLENT ECZACIBAŞI 1.5
1324 AHMET ÇALIK 1.4
1324 FARUK ECZACIBAŞI 1.4
1324 AHMET NAZİF ZORLU 1.4
1386 MUSTAFA LATİF
TOPBAŞ 1.4
1386 HAMDİ ULUKAYA 1.4
1415 MEHMET AYDINLAR 1.3
1415 MUBARİZ
GURBANOĞLU 1.3
1500 TURGAY CİNER 1.3
1500 DENİZ ŞAHENK 1.3
1533 MEHMET RÜŞTÜ
BAŞARAN 1.2
1533 MEHMET NAZİF
GÜNAL 1.2
1533 MEHMET SİNAN TARA 1.2
1605 MEHMET EMİN
KARAMEHMET 1.2
1712 MUSTAFA VEHBİ KOÇ 1.1
1712 ŞEVKET SABANCI 1.1
1741 AYDIN DOĞAN 1
1741 SUZAN SABANCI
DİNÇER 1
1741 SERRA SABANCI 1
1741 MURAT VARGI 1
1741 FATMA YAZICI 1

v) AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında Türkiye’deki en zengin yüzde 1’lik nüfus toplam servetin yüzde 39.4’üne sahipken ülkenin geri kalan yüzde 99’luk kesimi Türkiye’deki toplam zenginliğin yüzde 60.6’sını elinde bulunduruyordu. AKP iktidarı altında geçen yıllar içinde, Türkiye’deki en zengin yüzde 1’lik kesimin toplam zenginlikten aldığı payı geri kalan yüzde 99’un aleyhine çok hızlı biçimde artırdığını ve 2012 yılı itibariyle en zengin yüzde 1’lik kesimin geri kalan yüzde 99’un toplam mal varlığından daha fazla birikime sahip olduğunu görüyoruz. Servet bölüşümündeki bu adaletsiz gidişat sonucunda 2014’e geldiğimizde artık Türkiye’deki en zengin yüzde 1’lik nüfus toplam servetin yüzde 54.3’üne sahip; buna karşın nüfusun geri kalan yüzde 99’luk kesimi toplam servetten, ancak yüzde 45.7 oranında pay alıyor. Yani artık Türkiye’deki çok küçük bir azınlık geri kalan yüzde 99’luk nüfusun toplam mal varlığından daha büyük bir servete sahip!53

vi) ‘Türkiye Bankalar Birliği Risk Merkezi’ tarafından açıklanan ‘Negatif Nitelikli Bireysel Kredi ve Kredi Kartı Mart Raporu’na göre, 2015 yılının ilk üç ayında bireysel kredi veya kredi kartı borcundan dolayı 384 bin kişi yasal takibe girerken,54 tasfiye olunacak kredi miktarı 38 milyar 239 milyon 507 bine ulaştı!55

vii) Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun (BDDK) 15 Mayıs 2015’te yayımladığı verilerine göre, mart ayında bankalara olan kredi borcunu ödeyemeyip takibe giren yani icralık olan KOBİ sayısı 226 bin 830’a ulaştı. Bunun 9 bin 699 adedini orta büyüklükteki işletmeler, 36 bin 191 adedi küçük işletmeler, 180 bin 940 adedini de mikro nitelikteki işletmeler oluşturdu. Türkiye’de yaklaşık 3.5 milyon KOBİ olduğu düşünüldüğünde rakamlar KOBİ’lerin yüzde 6.5’inin icralık olduğunu gösteriyor. Diğer yandan bankalardan kredi alan KOBİ 2 milyon 495 bin 924, Buna göre kredi alan her yüz KOBİ’den 9’u icralık!56

viii) “2015 yılının Ocak-Şubat aylarında 1.5 milyar liralık, 158 bin adet senet protesto edildi”!57

ix) 2009 Ocak-2015 Ocak döneminde kredi kartı ve kredi kartı borcundan dolayı yasal takipte olan kişi sayısı 3.94 milyona çıktı!58

x) Batık kredi kartı sayısı 1 milyonu geçti. Ödenmeyen kredi kartı borç toplamı da 2002’de 222 milyon lirayken, 25 kat artarak 5.8 milyar liraya ulaştı. Tüketici Birliği Başkanı Mehmet Bülent Deniz, 9 milyon insanın, kart borcunun yalnızca asgari tutarını ödeyebildiğini söyledi. Ödenmeyen kredi kartı borç toplamı da 2002’de 222 milyon lirayken, 25 kat artarak 5,8 milyar liraya ulaştı. Batık kredilerin, işsizliğin zirve yaptığı kriz dönemlerinde yükselmesi dikkat çekiyor. 2009’da 3 milyon 43 bine ulaşan işsiz sayısı daha sonra azalarak, 2012’de 2 milyon 518 bine inmişti. 2014 yılında bu sayı 3 milyon 64 bine yükseldi!59

xi) AKP’nin iktidara geldiği “2002 sonunda 364.6 milyar lira (221.3 milyar dolar) olan toplam borç stoku, 2014 sonu itibarıyla özel sektör dış borçlarıyla birlikte 2 trilyon 516 milyar liraya (932 milyar dolara) ulaştı”. Buna göre “2002 sonunda 5 bin 524 lira olan kişi başı borç yükü de 32 bin 386 liraya ulaşmış oldu”. Diğer bir ifadeyle, dünyaya gözlerini yeni açan “her bebek, bu ülkenin bir bireyi olarak 32 bin 386 lira borçla hayata başlıyor!60

xii) Türkiye’nin 2003 başında 129 milyar dolar olan toplam dış borç stoku, 2014 sonuna gelindiğinde 3 misli artarak 403 milyar dolara çıkmıştır. TÜİK verilerine göre 2013 itibarıyla yoksulluk sınırında, aylık geliri 579 TL’den az olan 21.9 milyon; aylık geliri 330 TL’den az olan 6.7 milyon kişi bulunmaktadır.
Türk Tabipleri Birliği verilerine göre Türkiye’de 2012 yılında gerçekleşen 72 milyar 820 milyon TL toplam sağlık harcamasının yüzde 79.5’i, yani 57 milyar 892 milyon lirası şahıslar tarafından sağlanmıştır. Kişi başına yıllık 1.009 TL olan sağlık harcamasının, 785 lirası kişilerin kendileri tarafından yapılırken yalnızca 224 TL’si devlet tarafından karşılanmıştır.

Diğer yandan, OECD verilerine göre ilköğretimde öğrenci başına toplam 1.860 dolarlık eğitim harcaması ile Türkiye, OECD’de 7.974 dolar olan ilkokul eğitim harcaması ortalaması ile karşılaştırıldığında, son sırada yer almaktadır. Orta öğretimde ise Türkiye’de öğrenci başına eğitim harcaması 2.470 dolar düzeyinde iken, aynı rakam OECD’de 9.014 dolara ulaşmaktadır. 15-29 yaş arası “genç” nüfus içerisinde eğitimde bulunan kişiler sadece yüzde 32 iken aynı oran OECD’de yüzde 47’ye çıkmaktadır!61

xiii) Resmi rakamlara göre AKP iktidarı boyunca 3.5 milyon kişi işsiz. Ülkedeki yoksul sayısı 20 milyonu aşıyor. 227 bin KOBİ icralık. Günde ortalama 350 dükkân ve küçük işyeri kapanıyor. Ailelerin yüzde 65’i borçlu. Yılda ortalama 1200-1300 işçi iş cinayetine kurban gidiyor!62

xiv) AKP iktidarı dönemi boyunca, yolsuzluk, kayırma, ihalelerde şaibe ve usulsüzlük iddiaları havada uçuştu. İktidarın yargı ve emniyette sağladığı denetim nedeniyle suçlamaların çoğunun üzeri örtüldü. Önüne iddialı hedefler koyan AKP, büyümede yüzde 6 düzeyinden yüzde 3’lere gerilemeyle ekonomide yavaşlamanın önüne geçemedi. Cari açık, 2002’de eksi 0.3’ken eksi 5.7’ye çıkarak 44.26 milyar dolara tırmandı. İşsizlik oranı AKP açısından önemli bir başarısızlık göstergesi olarak, resmi rakamlara göre yüzde 10’luk ortalamanın altına inmedi!63

ERDOĞAN, YILLIK 183 BİN DOLARLIK MAAŞLA DÜNYA SIRALAMASINDA SEKİZİNCİ64
SIRA KİM ÜLKE MAAŞ
(dolar)
1. BARRAC
OBAMA ABD 400.000
2. STEPHAN
HARPER KANADA 260.000
3. ANGELA
MERKEL ALMANYA 234.400
4. JACOP ZUMA GÜNEY
AFRİKA 223.500
5. DAVID
CAMERON İNGİLTERE 214.800
6. SHINZO ABE JAPONYA 202.700
7. FRANÇOİS
HOLLANDE FRANSA 194.300
8. RECEP
TAYYİP
ERDOĞAN TÜRKİYE 183.000
9. VLADİMİR
PUTİN RUSYA 136.000
10. MATTEO
RENZI İTALYA 124.600
11. NARENDRA
MORİ HİNDİSTAN 30.300
12. Xİ JİNPİNG ÇİN 22.600

xv) Gıdada yıllık artış yüzde 13.25 oldu!65

xvi) Türkiye’nin milli gelirinden en az payı alan yüzde 20’lik grubun tüketim harcamalarındaki payı 2014’te azaldı. En yoksul grup toplam tüketimin sadece 8.5’ini gerçekleştirirken, yüzde 20’lik en zengin grup ise tüketim harcamalarının yüzde 37.2’sini yaptı. Eğitim harcamalarının da yüzde 64.7’sini zenginlerden çıktı… Türkiye’de toplam tüketim harcamasının yüzde 37.2’sini en zengin yüzde 20’lik grup yaptı. En yoksul yüzde 20’lik grup toplam tüketimin sadece 8.5’ini gerçekleştirdi. Yani en zengin grup en yoksul grubun 4.5 katı daha fazla harcadı. TÜİK’in 2014 yılına ait hanehalkı tüketim harcamaları istatistiklerine göre, Türkiye’nin milli gelirinden en az payı alan en yoksul grubun tüketim harcamaları payı 2013’e göre de azaldı. 2013 yılında toplam tüketim harcamalarının yüzde 8.8’ini en yoksul yüzde 20’lik dilim yaparken 2014 yılında sadece yüzde 8.5’lik bölümünü harcadılar. Yani en yoksulların tüketim harcamaları da azaldı. Gelirden en az payı alan en yoksul yüzde 20’de bulunanlar gelirinin yüzde 32.8’ini kiraya, yüzde 28.8’ini ise gıdaya harcadı. Barınma ve yiyecek gibi en temel ihtiyaçlarına en fazla harcamayı yapan en yoksul grubun diğer harcaması ise yüzde 6 ile mobilya ile ev eşyasına oldu. Bu grup gelirinin sadece yüzde 0.6’sını eğitime aktarabildi. En yoksul kesimin en yüksek aylık geliri bin 407 lira olarak gösterildi!66

xvii) Türkiye’de bankalarda tasarrufu olan yetişkin nüfusun toplam nüfus içindeki payı yüzde 4. Kredi kartı sahiplerinin toplam nüfusa oranının yüzde 45… İç tasarruf oranı 10 yılda yüzde 24’ten yüzde 13’lere geriledi!67

xviii) Türkiye’deki 81 ilden sadece 4’ünün tasarrufundan daha az borcu bulunurken, en borçlu il G. Antep çıktı. G. Antep’te 2014 yılında nakdi kredilerin mevduata oranı yüzde 352.59 oldu!68

xix) Türkiye İstatistik Kurumunun (TÜİK) Ölüm İstatistikleri verilerine göre, Türkiye’de ölüm sayısı 2014 yılında, yüzde 4.7 artışla 390 bin 121 düzeyine yükseldi. Ölenlerin yüzde 54.7’sini erkekler, yüzde 45.3’ünü kadınlar oluşturdu!69

xx) Türkiye anne olmak için en iyi ülkeler sıralamasında 179 ülke arasında 65. oldu. Listenin başında Norveç, sonunda Somali var!70

xxi) Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2014 yılı verilerine göre, 2013 yılında evlenen çift sayısı 599 bin 704 ile yüzde 0.1 azalırken, boşanan çift sayısı 130 bin 913 ile yüzde 4.5 arttı. TÜİK evlenme ve boşanma istatistikleri, 2014 yılında boşanmaların yüzde 39.6’sının evliliğin ilk 5 yılı, yüzde 21.8’inin ise evliliğin 6-10 yılı içinde gerçekleştiğini gösteriyor!71

Geçerken konuyla ilintili bir not; “Marx sefalette tüm soyut merhametlilerin ve daha soyut ütopyacıların gördüğü gibi yalnızca sefalet de görmez, sefaletteki infial etmeni onda gerçekten infiale yol açar ve infialin sebebine karşı etkin bir güce dönüşür. Böylece sefalet, kendi sebebini anladığı anda, bizzat bir devrimci kaldıraç olur,” der Ernst Bloch ‘Umut İlkesi’nde…

BİR SAVAŞ OCAĞI: TERÖRİST T.“C”

Ekonomi-politik verileriyle T.“C”, hem bölgede hem de yerelde terörist bir savaş ocağıdır!

Kolay mı? ‘Demokrasileri Koruma Vakfı/ Foundation of Defense for Democracies’ın 21 Şubat 2014’de yayımladığı ‘Türkiye’de Terörizmin Finansmanı-Giderek Artan Bir Endişe’ başlıklı rapora göre, “Türkiye büyük terör gruplarının finansmanında anahtar rol oynuyor.”72

Irak Şam İslâm Devleti’ni (IŞİD) el altından destekleyip, bölgesel planları için kollayan T.“C” şahsında AKP kurmayları, “Biz Suriye meselesini bir dış mesele olarak görmüyoruz. Suriye meselesi bizim iç meselemizdir” buyurmuşlardı taa 6 Ağustos 2011’de… Komşuda ideolojik hırslarıyla körükleyip durdukları yangını Türkiye’ye çoktan taşıdılar! Suruç’ta yitirdiğimiz 31 can, bu zihniyetin sebep olduğu ikinci toplu katliamın kurbanlarıdır.

Söyleye söyleye dilimizde tüy bitti. Mesele salt IŞİD MIŞİD değil. Mesele Türkiye’yi yöneten siyasal İslâmcı ideolojinin azgınlaşan zihniyetidir.

Kaldı ki ‘The New York Times’tan Stephen Kinzer, “Türkiye’nin IŞİD’i kontrol etme hayali bir fanteziden ibaretti” diyerek ekliyor: “Bu ne yazık ki çok geç, IŞİD Türkiye’de hücreler oluşturduktan sonra fark edildi. IŞİD artık Türkiye içinde açıkça yerleşmiş durumda. Bunun, Türk hükümetiyle zımni bir anlaşma olmaksızın yapılamayacağını da biliyoruz. Türkiye’nin şimdi aktif olarak IŞİD’le savaşması, en başta mücadele etmesinden çok daha zor.”

Yine ‘The Independent’tan Patrick Cockburn daha çarpıcı bir uyarıyla 2015’in Haziran ayında 39 kişinin yaşamını yitirdiği Tunus örneğini veriyor. “Tunus’un içinde Türkiye’de konuşlandığı kadar IŞİD’cinin konuşlanmadığını” hatırlatıyor.

O hâlde içimizde yuvalanan Frankeştayn’ın ne olduğu hakkında bu durumda çok daha fazla kafa yormak durumundayız ve bunun AKP patentli Siyasal İslâmcı Restorasyon ile doğrudan ilintili olduğunu bir an dahi unutmamalı/unutturmamalıyız.

İşte bunun somut veri ve kanıtları:

i) Interpol Genel Sekreteri Ronald Noble, Fransa’nın Monaco kentinde yaptığı açıklamada İslâmcı militanların deniz yoluyla en fazla gittikleri yerin İzmit olduğunu, bilhassa Suriye ve Irak’a İzmit üzerinden geçişlerin arttığını belirtti!73

ii) Musul’da rehin tutulan 49 konsolosluk personeli karşılığında Türkiye tarafından serbest bırakıldığı iddia edilen IŞİD militanlarından birisi ‘The Times’a, Ş. Urfa’da tutuldukları hapishanede internet bağlantıları olduğunu ve IŞİD’le konuştuklarını belirtti. Shabazz Suleman adlı militan, pizza dahi yiyebildiklerini, görevli polislerin de kendilerine çok iyi davrandığını anlattı!74

iii) İstanbul’da konuşlanan Suriye muhalefetinin oluşturduğu geçici hükümetin Başbakanı Ahmed Tumeh, hükümetin merkezinin G. Antep olduğunu açıklayıp, “G. Antep’ten Suriye’nin çeşitli bölgelerine daha kolay ulaşabileceğimizi düşünüyoruz,” dedi!75

iv) Irak’ın Ebu Gureyb hapishanesine 2013’ün temmuz ayında El Kaide militanları tarafından düzenlenen baskın sonucu kaçan yüzlerce cihatçının Suriye’ye geçtiği, Iraklı ve Batılı yetkililerin bu konudaki korkularının gerçek olduğu bildiriliyor. ‘The Foreign Policy’ dergisi, Türkiye’den Suriye’ye geçen Ebu Ömer’le G. Antep’te konuştu. G. Antep’ten Türk malı bir tablet ve dijital Ortadoğu haritaları yüklenmiş küçük bir GPS cihazı alan Ebu Ömer, Ebu Gureyb’den hücre arkadaşı 6 kişinin de Suriye’ye geçtiğini anlattı. Çok sayıda militanın daha Suriye yolunda olduğunu söyleyen Ebu Ömer, “Herkes Suriye’de cihada gitmek istiyor,” dedi!76
v) Suriyeli muhalif kaynaklar, Arap ülkeleri tarafından satın alınmış 400 ton silahın Türkiye üzerinden Suriye’ye nakledildiğini açıkladı. Muhammed Selam ‘Reuters’e verdiği demecinde Türkiye sınırından gelen 20 silah yüklü TIR’ın çeşitli muhalif gruplara ait silah depolarına doğru gittiğini söyledi. Suriyeli muhaliflere ait Askeri Konsey’e mensup bir yetkili de yapılan silah naklini doğruladı!77

vi) ‘The Daily Mail’ gazetesi muhabiri Sam Greenhill, Türkiye-Suriye sınırını geçmenin ne denli kolay olduğuna bizzat tanıklık ettiğini yazdı. Greenhill’in haberine göre turist gibi davranarak Antalya’ya ya da doğrudan Hatay havalimanına giden Avrupalı cihatçılar, Türkiye sınırlarının “rahatlığından” yararlanarak oldukça kolay bir şekilde terör örgütü IŞİD’e katılıyor, bu rota da “Cihat ekspres” ya da “Cihada giriş kapısı” olarak adlandırılıyor. Her gün yaklaşık 20 yabancı cihatçı bu rotayla sınırdan Suriye’ye geçiyor!78

vii) ‘The Newsweek’e konuşan “Şerko Ömer” kod adlı eski IŞİD üyesi, “IŞİD komutanları, hiçbir şeyden korkmamamızı, Türkiye ile tam işbirliği içinde olduklarını söylüyordu. IŞİD özellikle konu Suriye’deki Kürtlere saldırmaya gelince Türkiye’yi müttefiki olarak görüyordu. Kürtler Türkiye ve IŞİD’in ortak düşmanıydı. IŞİD Türkiye ile müttefik olmak zorundaydı çünkü sadece Türkiye üzerinden Suriye’nin kuzeyine ve Kürt bölgelerine savaşçılarını sevk edebiliyordu,” dedi!79
viii) ‘The Independent’ yazarı Patrick Cockburn, “Türkiye’nin Suriye sınırını kapatması, cihatçıların Avrupa’ya giriş çıkışlarını engellemek için en işlevsel yol. Türkiye Hükümeti bunun durdurulamayacağını söylüyor. İnanmak zor,”80 diyor!

ix) CHP Genel Başkan Yardımcısı Nihat Matkap, Esad yönetimine muhalif Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) mensuplarının, havaalanlarından “VİP (çok önemli kişi) müşteri” olarak geçiş yaptıklarını açıkladı!81

x) Tuluyhan Tekelioğlu’nun röportajına göre; Hatay Reyhanlı’da Esad’a karşı savaşan yaralı askerlerin tedavisinin yapıldığı pansiyon diye faaliyet gösteren dört hastane bulunuyor. Kapısında Türkçe konuşan yerel bir güvenlik görevlisi var. Hastanelerde Arapça bilen doktorlar çalışıyor, başında Suriyeli başhekim bulunuyor.
Türkler’in girmesinin yasak olduğu, Tekelioğlu’nun “Hollandalıyım” diyerek girdiği hastanelerden birinin kapısında “Yörük Pansiyon 03264130054 ve 05069951229” diye yazıyor. Ancak içeri girildiğinde bir hastane olduğu görülüyor. Fizik tedavi merkezi olduğu anlaşılan hastanede kullanılan ilaçlardan aletlere kadar her şey Suudi sivil toplum örgütü tarafından sağlanıyor. Hastanenin duvarlarına Suudi sivil toplum örgütünün amblemi yapıştırılmış.

Hastanede fotoğraf çekmek de yasak. Tekelioğlu hastanedeki tabelaların fotoğrafını çekince, hemşire tarafından engelleniyor. Tabelalar, pansiyon görünümlü hastaneyi Suudi Arabistan kökenli “Rabıtatül Alemi İslâmî Uluslararası İmar ve Kalkındırma Kurumu”nun finanse ettiğini gösteriyor. Rabıta’nın kollarından biri olan bu kurum kişilik geliştirme ve meslek edindirme merkezi olarak geçiyor, buna imam hatip ve din kursları da dahil.

Tabelalar, söz konusu binada aynı zamanda kişilik geliştirme ve mesleki eğitim edindirme merkezi olarak faaliyet gösterdiğine işaret ediyor. Zaten ikinci bir tabelada da “Türkiye’deki 3. meslek edindirme merkezine hoş geldiniz” yazıyor.

Merkezi Mekke’de olan 19 Mayıs 1962 yılında Kral Suud tarafından kurulan Rabıtatül Alemi İslâmî’nin söz konusu pansiyon görünümlü hastanesinin Hatay’da 9 yıldır faaliyette olduğu kaydedildi!82

xi) ‘The New York Times’, Ş.Urfa’nın Akçakale ilçesinden IŞİD kontrolündeki Tel Abyad’a taşınan gübrelerin bomba yapımında kullanıldığını açıkladı. Gazetenin 6 Mayıs 2015 tarihli nüshasında “Bomba yapımında da kullanılan gübre Türkiye’den IŞİD topraklarına geçiyor” başlığıyla yayımlanan haberde, içlerinde amonyum nitrat gübrelerinin bulunduğu öne sürülen çuvalların işçi oldukları belirtilen kişilerce römorka yüklendiği görülen bir fotoğrafa da yer verildi. Gazete muhabirleri gübre yüklü araçların iki günde dört kez sınır kapısından geçtiğini ve bir süre sonra boş olarak Akçakale’ye döndüğünü bildirdi!83

xii) ‘Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’nin (Mirsad) raporuna göre, Arap ülkeleri ve Türkiye’den, Özgür Suriye Ordusu’na gönderilen silah ve askeri yardımların bir kısmı ülkenin doğusunda ve kuzeyinde IŞİD’in eline geçti!84

xiii) ‘Foreign Policy’ kaynaklı habere göre, Suriye’deki isyancılara silah göndermekten sorumlu Libyalı eski bir isyancı komutan, Esad’ın devrilmesi için ülkeye silah gönderdiklerini açıkladı… Libyalı isyancıya göre Bingazi’den Türkiye’nin İskenderun limanına iki silah yükü gönderilmiş. Biri Şubat 2013’te, ikincisi 2013 Haziran’ındaydı.. Türk yetkililerin bilgisi dahilinde, kara yoluyla Suriye’nin kuzeyindeki muhaliflere ulaştırıldığını iddia eden Libyalı isyancı, “İki kargoda 450 ton malzeme bulunuyordu, bunun büyük bir bölümü silahtı. İnsani yardımlar da vardı,” diyor!85

xiv) Hatay’da içinde silah olduğu iddiasıyla jandarma tarafından durdurulan TIR’ın MİT’e ait olduğu ortaya çıktı. Özel yetkili Adana Cumhuriyet Savcısı Özcan Şişman’ın TIR’ın aranması yönündeki emrine karşın Hatay Valisi Celalettin Lekesiz’in TIR’ın bırakılması yönündeki talimatı üzerine araçta arama yapılamadı!86
Jandarma, TIR’da yüklü konteynırları olay yerinden götürmek isterken polisle karşı karşıya geldi. Yaşanan gerginlikte “bir el” devreye girdi ve TIR’lar Hatay’a hareket etti!87

Reyhanlı ilçesinde durdurulan, ancak MİT görevlilerinin “devlet sırrı” gerekçesiyle aratmadığı TIR olayına İçişleri Bakanı Efkan Ala ile birlikte, Adalet Bakanı Müsteşarı, MİT Hukuk Müşaviri’nin de müdahil olduğu ortaya çıktı!88

Terörle Mücadele Kanunu’nun (TMK) 10. maddesiyle yetkili Adana Cumhuriyet Savcısı Özcan Şişman, 1 Ocak 2014’de Suriye’ye mühimmat taşıdığı iddiasıyla Kırıkhan-Reyhanlı yolunda durdurulan TIR’ın aranmasını engelleyen MİT görevlileri, savcılar, Hatay Valiliği ve İçişleri Bakanlığı yetkilileri hakkında suç duyurusunda bulundu!89

xv) 19 Ocak 2014’te sonradan MİT’e ait olduğu anlaşılan 3 TIR’da arama yaptırdığı için önce sürgüne gönderilen, ardından da hakkında soruşturma başlatıp, görevini yaptığını vurgulayan eski Adana Cumhuriyet Savcısı Savcı Aziz Takçı, “Bu olayda ben ve kolluk, kanunların verdiği görev ve yetkiyi kullandık. Yaptığı iş yasal zeminde olmayan MİT’ti. Zaten bu suçluluk nedeniyle suçlarının kapatılması için sadece yasaların verdiği görevlerini yapan savcıları açığa alıyorlar, kolluk görevlilerini hukuka aykırı olarak yargılıyorlar. ülkemiz şu anda terör örgütleri açısından adeta bir cennet. IŞİD de bundan yararlanıyor,” dedi!90

xvi) Türkiye’den Suriye’ye MİT TIR’larıyla yapılan silah ve cephane sevkıyatının Türkmenlere değil cihatçı Ansar el İslâm örgütüne gittiği ortaya çıktı!91

xvii) Türkiye’nin, Suriye’deki muhaliflere kimyasal gönderdiğine ve Adana’da ele geçirilenin bunun küçük bir bölümü olduğuna yönelik iddialara yol açan sarin gazı operasyonunu, Milli İstihbarat Teşkilâtı’nın (MİT) yaptırdığı ortaya çıktı!92

xviii) Türkiye üzerinden Suriye’de radikal gruplara silahlı destek sağlandığı ilk kez Güvenlik Konseyi raporuna yansıdı…93 BM Güvenlik Konseyi’nin El Kaide Yaptırımlar Komitesi’ne destek sağlayan “Analitik Destek ve Yaptırımları İzleme Birimi”nin, Güvenlik Konseyi’nin 15 Ağustos 2014 tarihinde kabul ettiği 2170 sayılı karar uyarınca “DEAŞ (IŞİD), El-Nusra Cephesi ve El-Kaide’yle bağlantılı diğer kişi, grup ve oluşumlardan kaynaklanan tehdit ve alınabilecek tedbirlere ilişkin tavsiyeler” konusunda hazırladığı raporda, IŞİD’e giden silahlar konusunda çarpıcı saptamalar yapıldı.
Raporda, Türkiye’yi ilgilendiren iki kritik bölüm bulunuyor. Raporda, IŞİD’in elindeki silah gücünden söz edilirken, IŞİD ve El Nusra’nın özellikle geleneksel silahlarla dolu bir çatışma bölgesinde faaliyet göstermeleri nedeniyle çok iyi silahlanmış gruplar olduğu belirtiliyor. “Özellikle Irak Hükümeti’ne ait yüklü miktarda ağır silaha el koymuş olan IŞİD, tam teçhizatlı bir gruptur” denilen raporda, Türkiye üzerinden silah geçtiği şöyle anlatılıyor:
“Ayrıca IŞİD ordusunda geleneksel savaş deneyimi olan ve tank ve ağır silahlar da dahil pek çok silah sistemine hâkim savaşçılar bulunmaktadır. Silah ve teçhizat, 1980’ler ve 1990’larda depolanmış mühimmatın yanı sıra daha yeni malzemelerden oluşmaktadır. Bunların pek çoğu ya Irak ya da (daha nadiren) Suriye Arap Cumhuriyeti’nin silahlı kuvvetlerinin el konulmuş teçhizatıdır veya öncelikle Türkiye üzerinden geçirilen kaçak silahlardır”!94

xix) IŞİD militanlarının Niğde Ulukışla’daki saldırısına ilişkin dava dosyasına giren telefon kayıtları, Türkiye’nin silah kaçakçılığının merkezi hâline geldiğini ortaya koyuyor. Dosyaya göre soruşturma kapsamında dinlenen şüphelilerden Ayhan Orli, silah ve cephane alım satımına aracılık eden kişilerle 162 ayrı konuşma gerçekleştirdi. IŞİD militanlarının Niğde Ulukışla’daki saldırısına ilişkin dava dosyasına giren telefon kayıtları, Türkiye’nin silah kaçakçılığının merkezi hâline geldiğini ortaya koydu. Soruşturma kapsamında dinlemeye alınan şüphelilerden Ayhan Orli’nin silah ve cephane alım satımına aracılık ettiğine dair çeşitli kişilerle yaptığı telefon görüşmeleri de kayda alındı!95

xx) TSK, Suriye’nin Kesap kasabasına saldıran cihatçıların verdiği koordinatlara top ateşi açmış… Suriye’nin Türkiye sınırında bulunan ve nüfusunun yüzde 80’inden fazlasını Ermenilerin oluşturduğu Kesap kasabasına yönelik saldırılarda Türkiye’nin askeri desteğine ilişkin iddiaları kanıtlayan telefon konuşmaları ortaya çıktı. Niğde Ulukışla’daki IŞİD saldırısının dava dosyasına giren telefon konuşmalarında Kesap’ta savaşan cihatçıların verdiği koordinatlara göre Türkiye’den top atışı yapılması isteniyor. Konuşmalara göre koordinatları gönderen kişi, Kesap’a yönelik saldırılara katılan Bayır Bucak Türkmen Cephesi’nin komutanlarından Adil Orli. Kardeşi Ayhan Orli aracılığıyla Whatsapp uygulamasıyla koordinatlar Yayladağı Gençlik Derneği Başkanı ve AKP delegesi Mehmet Toktaş isimli kişiye bildiriliyor. Ayhan Orli, “Whatsapp’tan gönderdim sana… 7 nokta enlem boylamlarını gönderdim sana” dedikten sonra atış yapılmasın istiyor. Orli’nin, “Sizin buradaki atışlar hayırlı oldu. Arkadaşlar da gerisini hâlettiler yani ama hâlâ 7 nokta var. Bunlara birer tane atsanız yeter” şeklindeki konuşmaları daha önce de Türkiye topraklarından Suriye’ye ateş açıldığını gösteriyor!96

xxi) Washington’ın terör örgütlerine destek veren 11 kişilik yaptırım listesindekilerden biri Türk, üçü de Türkiye ile bağlantılı… Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) 24 Eylül 2014’te oybirliğiyle “yabancı savaşçılarla” mücadele tasarısını kabul ederken Washington’dan cihatçı örgütleri hedef alan yaptırımları genişletme kararı geldi. ABD’nin 11 kişilik yaptırım listesinde yer alanlardan biri Türk. Ayrıca listedeki isimlerden üçünün Türkiye ile bağlantılı olduğuna da dikkat çekiliyor. ABD Hazine Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada, IŞİD, El Nusra Cephesi, El Kaide ve buna bağlı gruplar ile Güneydoğu Asya merkezli Cemaati İslâmîye’ye mali yardım ve malzeme desteğinde bulunan, Suriye’ye yabancı savaşçı gönderilmesinde rol oynayan bir organizasyon ve 11 bireyin “terör listesine” alındığı duyuruldu. Kararın BMGK’nin “yabancı savaşçılarla” mücadeleyi öngören tasarısının bir parçası olduğu kaydedildi!97

xxii) IŞİD’in 29 Kasım 2014 günü bombalı araçlarla Kobanê’ye düzenlediği saldırılarla ilgili, YPG ve HDP’den sonra bölge halkı da bombalı araçların Türkiye’den Kobanê’ye gittiğini, askerlerin saldırdan önce kendilerini sınırdan uzak durmaları konusunda uyardığını iddia etti!98

xxiii) IŞİD tarafından 29 Kasım 2014’de Türkiye üzerinden Kobanê’ye yönelik bombalı araçla gerçekleştirilen saldırının aydınlatılması için inceleme komitesi kurulmasını isteyen Kobanê Kantonu Başbakanı Enver Muslim, “Bizlerin yanı sıra Türkiye’de bulunan insan hakları kuruluşlarının, siyasi partilerin, bağımsız şahsiyetlerin ve milletvekillerinin içinde bulunduğu bir inceleme komitesi oluşturulmalı. Kim suçlu, kim sorumlu ortaya çıkarılmalı ve hesap sorulmalı,” dedi!99

xxiv) Nafeez Ahmed’in ‘Middle East Eye ve Medium’da yayımlanan değerlendirmesine göre IŞİD’e karşı koalisyonun en büyük iki unsuru olan ABD ve İngiltere, bölgedeki önemli siyasi kaynaklara göre IŞİD’i dolaylı yoldan finansal olarak destekliyor. Ahmed’e göre ABD’li ve İngiliz petrol şirketleri bulanıklıklarla yüklü ve IŞİD’in karaborsa petrol satışlarını sağlayan jeopolitik üçgene aşırı derecede yatırım yapmış durumdalar.
Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) ve Türk askeri istihbaratının da IŞİD’in petrol kaçakçılığı faaliyetlerine destek verdiğinin belirtildiği analizde IŞİD’e zaman zaman bu odakların silah dahi sağladıkları bilgisi Kürt, Iraklı ve Türk yetkililere dayanılarak veriliyor.
Özellikle İKBY ile başlıca Kürt firmalarından birine petrol sağlamak üzerinden anlaşmalı olan İngiliz Petrol Şirketi “General Energy” firmasının IŞİD’in Türkiye’ye petrol satışlarında aracılık yaptığı iddia ediliyor. Bu firmanın bölgede doğrudan İngiliz Hükümeti’nin desteği ile bulunduğu bildiriliyor!100

xxv) AKP, dünya kamuoyuna IŞİD’e savaş açtığını ilan ederken, seçim öncesi ve seçimlerin hemen ardından getirdiği iki gümrük düzenlemesi Türkiye sınır kapılarını terörün finansmanına açtı. Gümrüklerden nakit para giriş çıkışıyla ilgili yapılan düzenlemeleri Suriyeli muhalif grupların TL’ye geçişi takip etti… Merkez Bankası’nın açıkladığı verilere göre ise 2015’in temmuz ayında toplam emisyon hacmindeki hızlı artış da dikkat çekiyor. Temmuz başında 95.5 milyar lira olan emisyon hacmi 18 Temmuz’da 108.6 milyar liraya kadar yükseldi. 2015’in Mart sonundan haziran temmuz başına kadar da yaklaşık 6 milyar lira arttı!101

xxvi) Hamas’ın Türkiye’de oluşturduğu merkeziyle ilgili iddiaların ayrıntıları ortaya çıkarken; Hamas’ın İstanbul’daki örgütlenmesi hakkında Al Monitor yazarı Shlomi Eldar ilginç bilgiler verdi: ‘Türkiye’deki Hamas Bürosu’ başlıklı yazısında Eldar, Hamas yöneticisi Salih Arouri’nin Türkiye’deki faaliyetlerine yer verdi. Makalede aynı zamanda Arouri’nin Türkiye üzerinden örgüte maddi kaynak sağladığına ilişkin bilgiler içerirken, Hamas Lideri Meşal’e karşı bir güç olmaya başladığını da ileri sürdü!102

O hâlde Suruç’un da faili olan terörist T.“C”nin bir savaş ocağı olduğu gerçeğinin altını çizip, geçerken aktaralım:
“İstanbul’un en soğuk gecesi. Savaştan kaçan Suriyelileri konuk eden Küçükpazar’da 80 metrekarede 100 kişi tutunmaya çalışıyor. ‘Niçin kamplara gitmiyorsunuz’ sorusunun yanıtı buz gibi: Kızlarımız güzel, tecavüz ediyorlar.”103
“G. Antep’teki Karkamış çadır kampından sorumlu iki sığınmacı anlatıyor: “Kamptan Suriyeli bir kadın almak isteyenler oluyor. 5 bin TL karşılığında kadını alırsın. Daha aşağı da olur. Pazarlık yapılır. Resmi nikâh şart olmadığı için kadını bırakmak kolay. Kötü niyetliler de var tabii. Gecelik ilişkiler de olur.”104
İşte terörist T.“C” bir yanıyla da budur; böyledir!

“SONUÇ YERİNE”

“In flamam flammas, in mare fundis aquas/ Ateşe ateş katıyorsun ve denize su döküyorsun,” diye betimlenen tabloda bu kadar veri yeter değil mi?
Ama yine de birlikte hatırlayalım (ve hatırlatalım): “Gezi”den bu yana gerginlikleri, çelişkileri derinleşmekte olan “toplumsal yapı”, Suruç katliamıyla “durum” değiştirdi…

Şimdi “Çözüm Süreci” yerini savaşa, imhaya, misillemeye bıraktı. Ülkenin 12 yıldır şekillenen simgesel evrenindeki (aslında o biçimiyle bir “imkânsızlık” olan) bir “şey” yok oldu, büyük bir delik açıldı. Gezi’den seçimlere giderken yok olan, bir başka “şey”in (diğer inançlara, “dünyalara” saygılı İslâm – bir başka “imkânsızlık”) yerinde açılan delik de şimdi hızla büyüyor.

Biraz “tarihsel” baksak: Cumhuriyetin ilk kurucu dönemi kapanırken, bu “fanteziler”, önce Kürt isyanlarının, sonra NATO, Soğuk Savaş yapılanmalarının; işçi hareketini, sosyalist hareketi, Kürtlerin taleplerine ilişkin kıpırdanmaları bastıran askeri darbelerin; Müslüman entelijensiyayı yeniden devlet-siyaset alanına davet, giderek entegre eden siyasi partilerin, hükümetlerin elinde aşındılar; neo-liberalizmin ekonomik- toplumsal-ideolojik modelinin şokuyla da hızla dağıtmaya başladılar.

AKP döneminde bu dağılma, bir çöküşe dönüştü. Bu çöküşün toplumsal sancılarını uyuşturacak, devlet- siyaset alanında başlayan, hegemonya sürecini, iktidar değişikliğini gizleyecek, demokratikleşme, ılımlı İslâm, “Müslümanlara baskı yapılıyordu”, “Kürt açılımı” gibi yeni “fantezilerin” de ömrü uzun olmadı.
“Gezi olayı”, “yolsuzluk skandalları”, her türlü muhalefete yönelik, acımasız fiziki ve simgesel şiddet, Suriye politikası, IŞİD-TIR’lar vb., açıkça dillendirilen tek adam yönetimi, totaliter rejim arzusu, nihayet seçimlerden başlamak üzere iktidarla muhalefet arasındaki çizginin Sünnî İslâm olarak şekillenmesi bu “fantezileri” yıktı…

Sünnî İslâm dışındaki mezhepler (Cumhurbaşkanı’nın Endonezya açıklamalarına bakınca), İslâmı bölen, hatta ateistleri savunan zararlı akımlardır. Siyasal İslâmın entelijensiyasına göre “Kürt sorununun tek çözüm yolu, İslâmdır; ötesi hüsrandır!”, “Bireysel özgürlükler, özgürleşme, laiklik hurafedir… Sınıfsal, etnik, ulusal, cinsel farklılıklara, çelişkilere cevap ’ümmet’tir”.

Suruç’tan sonra hızla şekillenen durum, iç savaş taktiklerinin devreye girmesi, bu noktaya ulaşmakta açık şiddetin açıkça kullanıldığını, sürecin Meclis’te dokunulmazlıkların kaldırılması gibi incir yapraklarıyla süsleneceğini de gösteriyor.
AKP, siyasal İslâm, atması gereken adımları milliyetçilerin desteğini de alarak kararlılıkla atıyor. Peki ya “demokratik” muhalefet?105 Ya biz radikal sosyalistler?

Tarihin yanıtını aradığı soru(n), bugün ve gelecekte sadece budur!

İyi de verili tabloda “Ne mi yapacağız”?

Gayet basit; uğruna dövüştüğümüz barışın devrimci barış olduğunu ve sürdürülemez kapitalist çerçeveye sığmadığını; Kürtlerin bağımsız, birleşik hedefli ulusal kurtuluş mücadelesinin tahvil edilmeye çalışıldığı ‘çözüm süreci’ yalanı ardından açığa çıkan,106 “J’avait reculer pour mieux sauter/ Önce geri çekileceksin ki iyi sıçrayasın” gerçeğini unutmadan; Komutan Yardımcısı Marcos’un, “Mücadele bir çember gibidir, her noktasında başlar ama asla bitmez”!; George Orwell’in, “Bilinçleninceye kadar asla başkaldırmayacaklar, ama başkaldırmadıkça da bilinçlenemezler”!;107 Forrest Carter’ın, “Savaşmak, yaşamaktır”!108 uyarılarını kulağımıza küpe ederek yolumuzu açacağız!
6 Ağustos 2015, Çeşme Köyü.

* Kaldıraç’ın 1 Eylül 2015 tarihinde İzmir/Dikili’de düzenlediği “Düşlerimizde Özgür Dünya -10. Öğrenci Kampı”nda yapılan konuşma…

1 Thomas Carlyle.
2 Bir erken seçim HDP imha edilmeden AKP’ye istediği so-
nucu getirmez, HDP imha edilirse seçim sonuçları siyasal İslâmın projesine arzuladığı “rızayı” sağlamaz. AKP’ye de, seçimler, parlamento gibi incir yapraklarından kurtulup, totaliter rejimi tüm açıklığıyla olarak oturtmayı denemekten başka bir seçenek kalmaz.
3 Geçerken aktarayım: “Ertuğrul Özkök, 24 Temmuz 2015’te
Hürriyet’te Cumhurbaşkanı’nı savunmak için televizyonlarda yorum yapanların seviyesizliğini eleştirirken şöyle diyordu: ‘Nerede, onu savunan entelektüel donanımı güçlü, fikri yapıları tutarlı, şuurlu aydın takımı… Hasan Cemal’ler, Cengiz Çandar’lar, Şahin Alpay’lar, Ali Bayramoğlu’lar, Atilla Yayla’lar, Mustafa Karaalioğulları’lar, Fehmi Koru’lar, Nihal Bengisu Karaca’lar, Ayşe Böhürler’ler, Sibel Eraslan’lar, Mümtazer Türköne’ler, Soli Özel’ler, Hasan Bülent Kahraman’lar, Ahmet İnsel’ler, Mehmet ve Ahmet Altan’lar’… Yazısındaki bu bölüme koyduğu ara başlık da şöyleydi: ‘Saray’ın entelektüel müdafaa hattı çöktü’…” (Emre Kongar, “Sarayın Entelektüel Müdafaa Hattı(!)”,Cumhuriyet, 25 Temmuz 2015, s. 3).
4 Ergin Yıldızoğlu, “Stratejik Derinlikten Suruç Katliamı-
na…”, Cumhuriyet, 23 Temmuz 2015, s. 10.
5 Ergin Yıldızoğlu, “Gezi’den Suruç’a Ya sonra?”, Cumhuri-
yet, 27 Temmuz 2015, s. 9.
6 Ömür Şahin Keyif, “Samir Amin, Batı’nın AKP’ye Deste-
ğini Yorumladı: Avrupa Liderleri Faşistlere Bayılır”, Birgün, 6 Nisan 2015, s. 13.
7 Tayfun Atay, “Bir Ayrıntılı Gökkuşağı: İslâm”, Cumhuri-
yet, 4 Temmuz 2015, s. 7.
8 Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Demokrasi’ Masalı Biterken…”,
Cumhuriyet, 29 Ekim 2014, s. 7.
9 Bir zamanlar Başbakan danışmanı olan Etyen Mahçupyan,
“İslâmî kesimin yarısı AKP yolsuzluğun farkında” (“Mahçupyan: İslâmî Kesimin Yarısı Yolsuzluğun Farkında”, Cumhuriyet, 16 Kasım 2014, s. 6) demişti!
“Her birimiz Recep Tayyip Erdoğanız. Ruhunun o masada olmasına gerek yok. Kimse Recep Tayyip Erdoğan’ı bizden kopartamaz. Recep Tayyip Erdoğan bizim hareketimizin lideridir. Davutoğlu da Erdoğan’dır, Erdoğan da Davutoğlu’dur,” diyor Mehmet Metiner. (Cumhuriyet, 4 Ağustos 2015… http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/337649/ AKP_li_Metiner__Her_birimiz_ Recep_Tayyip_ Erdogan_iz.html)
10 Ergin Yıldızoğlu, “AKP-CHP Koalisyonu Olasılığı Üze-
rine”, Cumhuriyet, 16 Haziran 2015, s. 8.
11 Ergin Yıldızoğlu, “Bu Kez İklim Çok Farklı – II”, Cumhu-
riyet, 21 Nisan 2015, s. 8.
12 İştar Gözaydın, “AKP ve Diyanet”, Cumhuriyet, 3 Nisan
2015, s. 18.
13 Ergin Yıldızoğlu, “İki Küme, Bir Yanılsama…”, Cumhuri-
yet, 9 Nisan 2015, s. 8.
14 “Sümeyye Erdoğan: Yeni Türkiye’nin Mayasında İmam
Hatip Ruhu Var”, Cumhuriyet, 12 Nisan 2015, s. 6
15 Sinan Tartanoğlu, “İHL’li Sayısı 1 Milyona Dayandı”,
Cumhuriyet, 12 Nisan 2015, s. 9.
16 Levent Genceli, “Bursa: ‘Ateistsin’ Deyip Dövdüler”,
Cumhuriyet, 19 Ekim 2014, s. 15.
17 “Din Şûrası Kararları: İmamlar ‘Toplum Mühendisi’ Ola-
cak”, Cumhuriyet, 14 Aralık 2014, s. 17.
18 Çocuk yurtlarında yaşanan skandalların ardı arkası kesil-
miyorken; Yaşananlar, “muhafazakâr iktidarın” çocukları, muhafaza edemediğini gösteriyor. Mağdur çocuklar fuhuş batağına sürükleniyor, suç çetelerinin kucağına itiliyor. Devletin olanı görmezden gelmesi, çocuklar üzerinden rant sağlayanları daha da cesaretlendiriyor… İstanbul Emniyet Müdürlüğü 2013 yılında kapatılan Taksim Bakım ve Rehabilitasyon Merkezi’ndeki çocukların fuhuşa nasıl sürüklendiğini belgeleriyle ortaya koyarken mülki amirlerin tavrının olayı örtbas etmek ve soruşturmanın genişlemesini engellemek olduğunu ortaya koyuyor. “Bakanlık, dolaylı olarak da iktidar zarar görür, üzerine gitmeyin” talimatı veriliyor, soruşturmada usulsüzlük yapılıyor ve sonrasında adı iddialara karışanlar başka devlet kurumlarına atanarak adeta ödüllendiriliyor. Yurttan kaçmasına göz yumulan yaşı küçük kızların çalıştırıldığı gece kulüpleri ise adlarını bile değiştirmeye gerek görmeden hâlen çalışmaya devam ediyor (Erk Acarer, “Fuhuş Skandalı AKP’ye Zarar Verir Diye Kapatıldı”, Cumhuriyet, 24 Mart 2015, s. 10).
19 Turan Eser, “Paralel İslâmîzasyon”, 24 Şubat 2015…
http://www.birgun.net/news/view/paralel-İslâmîzasyon/-
14121
20 Erdal İrmek, “İhsan Eliaçık: Türkiye’deki İslâm Kültü-
rüyle Yetişen Bir Genç 3 Gömlek Sonra IŞİD’cidir”, Evrensel, 10 Ocak 2015… http://www.evrensel.net/haber/101771/turkiyedeki-İslâm-kulturuyle-yetisen-bir-genc-3-gomlek-sonra-isidcidir#.VLDIHpb5bZQ.hootsuite
21 bkz. 20. dipnot
22 Turan Eser, “Selamünaleyküm Çocuklar”, Birgün, 30 Ey-
lül 2014, s. 7.
23 Serpil İlgün, “Prof. İştar Gözaydın: AKP, 1930’larla Aynı
Taktiği Uyguluyor”, Evrensel, 9 Şubat 2015, s. 14.
24 Çiğdem Toker, “66 İlahiyat Fakültesi Dekanına Çağrı”,
Cumhuriyet, 13 Mayıs 2015, s. 8.
25 Sinan Tartanoğlu, “Kızlar Eve Hapis”, Cumhuriyet, 30
Mart 2013, s. 7.
26 Figen Atalay, “Kızlar Evde Erkekler Okulda”, Cumhuri-
yet, 29 Mayıs 2013, s. 20.
27 “80 Üniversiteye Cami”, Cumhuriyet, 22 Kasım 2014,
s. 10.
28 “Hastanelerde İmam Dönemi”, Cumhuriyet, 8 Ocak 2015,
s. 9.
29 İhsan Dörtkardeş, “Diyanetten Fetva: Taşıyıcı Annelik
Yöntemi Zina Unsurları Taşır”, Hürriyet, 22 Mart 2015… http://www.hurriyet.com.tr/gundem/28520975.asp?utm_source=newsletter&utm_medium=mailling&utm_campaign=gunluk-bulten
30 “El Ele Dolaşmayın, Örtülü Gezin”, Cumhuriyet, 14 Şu-
bat 2015, s. 15.
31 Sinan Tartanoğlu, “İmam Yaşam Koçu Oluyor”, Cumhu-
riyet, 3 Ocak 2015, s. 7.
32 Bekir Şahin, “Laik Eğitime Saldırıyorlar”, Cumhuriyet,
25 Ocak 2013, s. 13.
33 Hazal Ocak, “Çocuk Bahçesi Değil Cami Olacak”, Cum-
huriyet, 14 Ocak 2015, s. 6.
34 “Müdür Adayına ‘Kavuk’ Sorusu”, Cumhuriyet, 24 Ekim
2014, s.13.
35 Sinan Tartanoğlu, “İHL’ye Yine Kıyak”, Cumhuriyet, 24
Eylül 2013, s. 8.
36 Fırat Kozok, “Üniversitenin Adı Yetti”, Cumhuriyet, 30
Eylül 2014, s. 5.
37 Mehmet Menekşe, “Akrabalara Özel Atama”, Cumhuri-
yet, 27 Ekim 2014, s. 4.
38 “İktidarı Eleştiren Tweet Atmayın”, Cumhuriyet, 3 Ocak
2015, s. 4.
39 Erk Acarer, “Halı Satmayan ‘Halıcı’ Alevî Köylerini Ne-
den Sorar?”, Milliyet, 6 Ağustos 2015… http://www.milliyet.com.tr/hali-satmayan-halici-Alevî-gundem-2097946/
40 “Kocaeli Belediyesi’nden Personele Zorunlu İftar”, Bir-
gün, 1 Temmuz 2015, s. 6.
41 “Cumhurbaşkanı Erdoğan: Kadın Erkek Eşitliği Fıtrata
Ters”, Hürriyet, 24 Kasım 2014… http://www.hurriyet.com.tr/gundem/27640428.asp
42 Nilgün Cerrahoğlu, “Türkiye’nin Efendisi Erdoğan”,
Cumhuriyet, 16 Aralık 2014, s. 7.
43 “İstanbul’da IŞİD, İBDA-C, Hüda-Par’dan Kontra Top-
lantısı”, 19 Ekim 2014… http://siyasihaber.org/haber/istanbulda-isid-ibda-c-huda-pardan-kontra-toplantisi
44 “The Financial Times: Türkiye Artık Güvenilir Değil”,
Cumhuriyet, 16 Nisan 2015, s. 13.
45 Can Dündar, “Darbeyi Askerden Değil, Polisten Bekle-
yin”, Cumhuriyet, 24 Ekim 2014, s. 8.
46 Ergin Yıldızoğlu, “Sıra ‘Ötekinin’ Dilini Kesmeye Gel-
di”, Cumhuriyet, 10 Aralık 2014, s. 6.
47 “Temel Demirer: Türkiye’de Her Kesin Can Güvenliği
Tehdit Altında”, DİHA, 5 Aralık 2014… http://www.dic-
lehaber.com/tr/news/content/view/433559?from=
675588005
48 Mustafa Çakır, “Ali Koç: Çocuklarımızın Geleceğinden
Endişeliyim”, Cumhuriyet, 26 Şubat 2015, s. 8.
49 “Kirayı Ödeyemeyince Valilik Önünde Kendini Yaktı”,
Cumhuriyet, 16 Nisan 2015, s. 15.
50 Can Hacıoğlu, “Altı Yaşındaki Çocuğa İşitme Cihazı İcra-
sı”, Cumhuriyet, 5 Mart 2015, s. 14.
51 “Zenginle Yoksulun Enflasyonu da Farklı”, Cumhuriyet,
3 Mart 2015, s. 13.
52 “Forbes En Zenginler Listesinde 32 Türk”, 3 Mart 2015…
http://www.gorelesol.com/haber/haber_detay.asp?haberID=20602
53 K. Murat Güney, “Ekonomi Kimin İçin Büyüyor? Türki-
ye’de Servet Bölüşümü Adaletsizliği”, Birgün, 28 Mayıs 2015, s. 5.
54 2002 yılında kullanılan konut, taşıt, ihtiyaç kredisi tutarı
2014 yılında yaklaşık 126 kat arttı. Türkiye Bankalar Birliği verilerine göre, tüketici ve konut kredisi kullanan kişi sayısı 15 milyona ulaşmıştır. Aynı dönemde kredi kartları ile yapılan harcamalar 4.3 milyar liradan 79.2 milyar liraya yükseldi. Merkez Bankası verilerine göre kredi/kredi kartı borcunu ödeyemeyenlerin sayısı sürekli artıyor, takibe alınan kredi kartı borcu miktarı 20 Şubat (2015) itibarı ile bir önceki yıla göre yüzde 10.39 artışla 6 milyar liraya yaklaştı… Bugün vakıflar ve belediyeler aracılığı ile yapılan yardımlardan yararlananların sayısı 2 milyon aileye, yeşil kartlı sayısı 9.5 milyon kişiye ulaşmıştır. Yapılan bir araştırmada yardım almanın yaşam biçimine döndüğü, bağımlılık yaptığı saptandı. Ailelerin çoğu yardımsız yaşamayız diyor. Yardım alan üç kişiden ikisi işsiz olmasına karşın iş aramıyor (İrfan O. Hatipoğlu, “Öncelik Yoksullukla Mücadele”, Cumhuriyet, 1 Mayıs 2015, s. 18).
55 “38 Milyarlık Batık”, Cumhuriyet, 12 Mayıs 2015, s. 10.
56 Pelin Ünker, “Borcunu Ödeyemeyen 227 Bin KOBİ İcra-
lık Oldu”, Cumhuriyet, 25 Mayıs 2015, s. 9.
57 “1.5 Milyar Liralık Senet Protesto Edildi”, Cumhuriyet,
21 Mart 2015, s. 9.
58 “4 Milyon Borçlu Takipte”, Cumhuriyet, 11 Mart 2015,
s. 7.
59 “Batık Kredi Kartı Sayısı 1 Milyonu Geçti”, Radikal, 12
Nisan 2015… http://www.radikal.com.tr/ekonomi/batik_kredi_karti_sayisi_1_milyonu_gecti-1333994
60 “Türkiye’de Çocuk Olmak Zor”, Sözcü, 23 Nisan 2015,
s. 8.
61 Erinç Yeldan, “Seçime Doğru Ekonomi”, Cumhuriyet, 3
Haziran 2015, s. 9.
62 Bülent Falakaoğlu, “AKP’nin Ekonomide 13 Yılı: Sömü-
rü Ekti Yoksulluk Biçti”, Evrensel, 3 Haziran 2015, s. 10.
63 Zeki Tezer, “İşte AKP’nin 13 Yılı: Yağma, Talan, İflas”,
Cumhuriyet, 22 Haziran 2015, s. 9.
64 Pelin Ünker, “Erdoğan Maaşlara Göre Gerçek Bir ‘Dünya
Lideri’…”, Cumhuriyet, 12 Mart 2015, s. 9.
65 Güngör Uras, “Gıdada Yıllık Artış Yüzde 13.25”, Milli-
yet, 4 Haziran 2015, s. 11.
66 Şebnem Turhan, “Zengin Harcadı Yoksul Baktı”, Hürri-
yet, 6 Ağustos 2015… http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/29736883.asp
67 Meral Tamer, “Yetişkin Nüfusun Yüzde 4’ünün Bankada
Tasarruf Hesabı Var”, Milliyet, 1 Mayıs 2015, s. 8.
68 “Borca Battık!”, Milliyet, 17 Şubat 2014… http://uzman-
para.milliyet.com.tr/haber-detay/gundem/haberin-detayi/
13425/
69 “Türkiye’de Ölüm Hızı Artıyor”, Evrensel, 30 Nisan
2015, s. 16.
70 “Norveç Anne Cenneti”, Cumhuriyet, 6 Mayıs 2015, s.
15.
71 “Boşananların Sayısı Son Bir Yılda Yüzde 4.5 Arttı”,
Cumhuriyet, 3 Nisan 2015, s. 2.
72 Pelin Ünker, “Türkiye Uluslararası Terörün Finansörü”,
Cumhuriyet, 2 Mart 2014, s. 8.
73 “Interpol: Cihatçı Çetelerin Geçiş Noktası İzmit”, Birgün,
8 Kasım 2014, s. 9.
74 “Türkiye’de Cezaevinde IŞİD’le Konuşabiliyorduk”,
Cumhuriyet, 16 Ocak 2015, s. 5.
75 Duygu Güvenç, “Üssümüz G. Antep”, Cumhuriyet, 28
Kasım 2013, s. 17.
76 “Firari Cihatçıların Geçiş Noktası Türkiye”, Cumhuriyet,
8 Ekim 2013, s. 9.
77 “Muhalifler: Türkiye Üzerinden 400 Ton Silah Aldık”,
Evrensel, 26 Ağustos 2013, s. 9.
78 Birce Bora, “Türkiye Sınırı Cihada Giriş Kapısı”, Hürri-
yet, 27 Ağustos 2014, s. 17.
79 “Eski IŞİD Militanı: ‘Türkiye ile Tam Bir İşbirliğimiz
Var’…”, Cumhuriyet, 9 Kasım 2014, s. 14.
80 Ömür Şahin Keyif, “Patrick Cockburn: Cihatçılara Engel
Olamamak İnandırıcı Değil”, Birgün, 21 Ocak 2015, s. 6.
81 “Muhaliflere VIP İddiası”, Cumhuriyet, 15 Eylül 2013,
s. 8.
82 “Rabıta Sizden mi İzin Aldı?”, Cumhuriyet, 4 Kasım
2013, s. 8.
83 “Bomba İçin IŞİD’e Türkiye’den Gübre Gidiyor”, Cum-
huriyet, 6 Mayıs 2015, s. 10.
84 “ÖSO’ya Verilen Silahlar IŞİD’in Elinde”, Taraf, 3 Tem-
muz 2014, s. 3.
85 Mehveş Evin, “Suriyeli Muhaliflere Silah Gönderiliyor
mu?”, Milliyet, 22 Temmuz 2013, s. 7.
86 Akın Bodur-Canan Coşkun, “Bir Garip Tır: Jandarma
Durdurdu, Vali ‘Serbest Bırakın’ Dedi!”, Cumhuriyet, 3 Ocak 2014, s. 7.
87 Savaş Kürklü, “Yedi TIR’lık Kriz Var”, Cumhuriyet, 22
Ocak 2014, s. 8.
88 “TIR’ı Böyle Aratmadılar”, Cumhuriyet, 22 Ocak 2014,
s. 8.
89 Savaş Kürklü-Akın Bodur, “MİT Çatışmayı Göze Aldı”,
Cumhuriyet, 4 Ocak 2014, s. 7.
90 Ahmet Şık, “MİT Suç İşledi”, Cumhuriyet, 8 Mart 2015,
s. 14.
91 Ahmet Şık, “… ‘TIR’daki Sır Aydınlandı”, Cumhuriyet,
14 Şubat 2015, s. 8.
92 “Sarin Operasyonu Hükümeti Zora Soktu”, Taraf, 26 Ey-
lül 2013, s. 9.
93 IŞİD Ortadoğu’nun kadim halklarından Êzîdîlerin ardın-
dan Süryanîleri de hedef alırken eleştiri okları yine Türkiye’ye yöneldi. Suriye’nin Kürt bölgesindeki Haseke’de IŞİD’in rehin aldığı Süryanîlerin sayısının 150’yi bulabileceği, 1000 Süryanî ailenin de kaçmak zorunda kaldığı belirtilirken, Suriye Katolik Kilisesi’nin Haseke-Nisibi Başpiskoposu Jacques Behnan Hindo Ankara’ya sert çıktı. Vatikan Radyosu’na konuşan Hindo, Türkiye’nin Hıristiyanları katleden cihatçıları sınırdan geçirirken Hıristiyanların geçişini engellediğini söyledi.
Başpiskopos, “Abluka nedeniyle her gün onlarca aile Şam üzerinden uçakla ülkeyi terk ediyor. Kuzeyde Türkiye sınırdan kamyon kamyon IŞİD militanı, Suriye’den çalınan petrol, kaçak buğday ve pamuğa izin veriyor: Bunların tümü kolayca geçirilirken bir tek Hıristiyan bile geçemiyor” dedi.
Türkiye’deki Süryanî Deyrulzafaran Manastırı ve Kiliseler Vakfı Başkanı İliye Kırılmaz, “Bunu yapan insan olamaz. İnsanlık adına söylenebilecek kelime bulamıyoruz. Kaçırılan insanların günahları nedir” diye isyan etti. “Kahroluyoruz ama bir şey yapamıyoruz. Yazık, çok yazık,” dedi. (“Süryanîler Türkiye’ye Öfkeli”, Cumhuriyet, 26 Şubat 2015, s. 12).
94 Fırat Kozok-Duygu Güvenç, “Türkiye’den IŞİD’e Kaçak
Silah Hattı”, Cumhuriyet, 30 Aralık 2014, s.9.
95 Ahmet Şık, “… ‘Cihatçılar’ Silah Pazarlığında”, Cumhuri-
yet, 15 Şubat 2015, s. 8.
96 Ahmet Şık, “Cihatçılara TSK’dan ‘Topçu’ Desteği… İşte
O Telefon Konuşmaları”, Cumhuriyet, 13 Şubat 2015, s. 8.
97 “Kara Listede Türkiye İzi”, Cumhuriyet, 26 Eylül 2014,
s. 14.
98 Mahmut Oral, “Sınırda Tampon Tartışması”, Cumhuriyet,
1 Aralık 2014, s. 6.
99 Ersin Çaksu-İbrahim Aslan, “IŞİD Saldırısından Türkiye
Sorumlu”, Evrensel, 3 Aralık 2014, s. 3.
100 “İşte IŞİD Petrollerini Satanlar: Barzani, Talabani, Er-
doğan, İngiltere…”, 1 Ağustos 2015… http://haber.sol.org.tr/dunya/iste-isid-petrollerini-satanlar-barzani-talabani-erdogan-ingiltere-124752
101 Pelin Ünker, “Suriye’de Muhalifler TL’ye Geçti”, Cum-
huriyet, 27 Temmuz 2015, s. 9.
102 “Hamas, Türkiye’de Örgüte Para Sağlıyor”, Evrensel, 3
Aralık 2014, s. 11.
103 Erk Acarer, “Ölmemek İçin Uğraşıyoruz”, Cumhuriyet,
9 Ocak 2015, s. 3.
104 Erk Acarer, “Kamplardaki Kadın Ticareti”, Cumhuriyet,
18 Ocak 2015, s. 8.
105 Ergin Yıldızoğlu, “Peki Şimdi Ne Olacak?”, Cumhuri-
yet, 4 Ağustos 2015, s. 8.
106 KCK’nın Yürütme Konseyi üyesi Zübeyir Aydar, ‘Ame-
rika’nın Sesi’ radyosunun Kürtçe bölümüne verdiği mülakatta çözüm sürecinin bitmediği vurgusuyla, “Biz ABD kongresinden ve Beyaz Saray’dan Kürt meselesinde çözüm için barışı ön plana çıkaran bir rol oynamalarını istiyoruz… Amerika nasıl Türkler ile diyalog kuruyorsa, bu diyalogları Kürtler ile de kurmasını istiyoruz. Biz ile Türkiye’yi bir masa etrafında yan yana getirmelidirler,” (“KCK’den Çözüm Süreciyle İlgili Önemli Açıklama”, Cumhuriyet, 6 Ağustos 2015… http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/338801/KCK_den_cozum_sureciyle_ilgili_onemli_aciklama.html) dedi!
107 George Orwell, 1984, Çev: Celâl Üster, Can Yay., 50.
baskı, 2015, s. 95.
108 Forrest Carter, Dağlardan Sorun Beni, Çev: Şen Süer
Kaya, Say Yay., İkinci Basım, 2000, s. 80.

Perspektif

Taksim’in gölgesinde Kadıköy: 2025 1 Mayısı

Son yıllarda her yıl olduğu gibi, 2025 yılı 1 Mayıs kutlamalarında da, devlet-sol ve sendikalar arasında bir “manevra savaşı” devreye girdi. Her yıl 1 Mayıs...