Ana Sayfa Blog Sayfa 269

TEZKEREYE “EVET” DİYEN EMPERYALİZMİN UŞAKLARI, EN ÖNDE CEPHEYE GİTMELİDİR!

Daha bir gün önce, küçük bir bebeğin kıyıya vurmuş cansız bedeni; emperyalist efendileri, onların uşağı bölge devletleri ve onların desteklediği tecavüzcü, katil çeteleri eli ile yürütülen savaşın vahşetini insan olan herkesin yüzüne vurmuşken, mecliste savaş tezkeresine onay verdiler.

Sizin savaşınıza verecek tek bir canımız yok.

Bu alçakça savaşa, bu kıyıma en önden siz, çocuklarınız ve yakınlarınız gitsin!

Bize düşen; yaşattığınız, pay sahibi olduğunuz tüm bu vahşetin hesabını sormaktır!

Kaldıraç

4 Eylül 20151

Bu bebeğin cansız bedeninde, Baran var, Emin var, Nihat var, Berkin var, Ceylan var, Uğur var…

insanlık kıyıya vurmuş

Bu bebeğin cansız bedeninde, isimlerini bilmediğimiz ve aklımızda tutamadığımız binlerce çocuk var.
Bu bebeğin cansız bedeninde, bir avuç, gerçekten bir avuç sömürücünün, sermayenin doymak bilmez kâr hırsına, bunun için çıkarttığı savaşlara kurban gitmiş çocuklar var.
Derin alıyoruz nefesimizi, dişlerimiz sıkılı…
Biz halklara, yeryüzünün lanetlilerine; kendi cennetleri için cehennem yaşatan sömürücü asalaklar, bizim cennetimizde, bu dünyada, cehennemi yaşayacaklar!
And olsun!
Kaldıraç
2 Eylül 2015

 

 

Saray/devlet savaş istiyor! Durdurmak elimizde!

 

Saray, devlet; 7 Haziran seçimleri öncesi deneyip başaramadığı savaşı, seçimlerin ertesinde büyük bir panikle başlatmıştı.

20 Temmuz Suruç katliamı ile başlatılan saldırılar, bu güne kadar aralıksız bir şekilde devam etmiş; Nisan ayına kadar barış görüşmeleri yaptıkları Kandil her gün bombalanmıştır.

Silopi’den Silvan’a, Yüksekova’dan Nusaybin’e… mahalleler kuşatılmış, özel harekat polisleri, keskin nişancılar ve  komandalar eşliğinde, İsrail’in Filistin halkına karşı gerçekleştirdiği vahşeti hayata geçirmiş, çoluk çocuk sivil halk katledilmiş, evler yakılıp yıkılmıştır.

Halen kuşatma altında olan Cizre’de halk, 45 günlükten, 17 yaşına kadar katledilen çocuklarının cenazelerini kaldıramamakta, buzdolaplarında saklamaktadır.

Batıda da, en ufak bir basın açıklamasına dahi saldırılmakta; gözaltılar, tutuklamalar, devrimcilere dönük yargısız infazlar gerçekleştirilmektedir.

Böylesi bir süreçte, Dağlıca’da operasyona çıkan askeri birliklerin çatışmalarda büyük kayıplar vermesi üzerine, tek merkezden organize edilmiş güruhlarla, batıda linç kampanyaları devreye sokulmuştur.

Bu saldırılar, “IŞİD birincil tehdit değildir” açıklaması yapan Erdoğan’ın, Dağlıca’nın yaşandığı gün dediği gibi, 400 vekil alamadığı için başlatılan savaşın bir adım daha ilerletilmesi; polisin, askerin yanına bizzat organize ettikleri ırkçı-mezhepçi faşist güruhları ekleyerek halkı sindirmeye girişmesidir.

128 noktada HDP binalarına saldırılar olmuş, binalar yakılmış, talan edilmiştir.

Ankara Beypazarı’nda yaşayan Kürt tarım işçilerinin evleri, tıpkı Sivas Madımak’ta olduğu gibi yakılmış; insanlar sokak ortasında linç edilmiştir. Yine Ankara’da, Mamak/Tuzluçayır ve Dikmen’de ırkçı-mezhepçi güruhlar mahallelere saldırıya yönelmiş, ancak halkın sokaklara dökülerek mahallelerini savunmaları ile geri püskürtülmüştür.

Batı’da yürütülen bu linç kampanyasını ve Kürt halkının göçe zorlanmasını organize edenler, buna alet olanlar, en çok “korktukları” bölünmeyi körüklediklerinin bilincinde dahi değillerdir.

Aynı gün, Ankara’da ORS metal işçilerinin haklarını almak için eşleri ve çocukları ile birlikte yaptıkları eyleme, polis gaz bombaları, tomalarla saldırmıştır.

Ortada halklara, işçi-emekçilere ilan edilmiş bir savaş vardır.

Bu savaşın bir ucu dışarda, Irak’ta, Suriye’de; IŞİD’inden Nusra’sına cihatçı katliam ve tecavüz çeteleri eli ile yürütülmekte; bir ucu da içerde, askeri-polisi, ırkçı linç güruhları, medyası ile yürütülmektedir.

Bu kirli savaş; sarayın önce kendini kurtarma, sonra da tek başına muktedir olma savaşıdır!

Bu kirli savaş; ırkçı-milliyetçi devlet egemenlerinin sömürü ve zulmünü sürdürme savaşıdır!

Bu kirli savaş; emeğin, doğanın, kentlerin ve tarihin yağmalanması savaşıdır!

Bu kirli savaş; bölgemizde emperyalist haydutların sürdürdüğü egemenlik savaşından kırıntı kapma savaşıdır!

Sivas Madımak’ın, Soma’nın, Torunlar’ın, Hopa’nın, Özgecan’ların, sorumluları kimlerse; kıyılara vuran bebeklerin cansız bedenlerinin, Reyhanlı’nın, Roboski’nin, Suruç’un, Silvan’ın, Silopi’nin, Cizre’nin, Dağlıca’nın sorumluları onlardır!

Bu yaşananların sorumlusu, savaş tezkeresine evet diyenlerdir!

Bu savaşı durdurmak, insanca, onurumuzla ve kardeşçe yaşayacağımız bir gelecek kurmak bizim elimizdedir.

Ya onların savaşında birbirimizi boğazlayacağız ya da birlikte bu savaşı dayatanlara karşı ortak mücadeleyi büyüteceğiz!

Gün, topyekûn saldırıya karşı topyekûn mücadeleyi büyütme günüdür!

Yaşasın Halkların Kardeşliği!

Yaşasın Halkların Ortak Mücadelesi!

Örgütlü Halkları Hiçbir Kuvvet Yenemez!

KALDIRAÇ

8 Eylül 2015

 

Tunus Emekçileri Partisi’nden OHAL’e tepki bildirisi

Tunus’ta hükümetin ‘terör saldırıları’ gerekçesiyle ilan ettiği olağanüstü hale yönelik tartışmalar sürüyor. En Nahda (Müslüman Kardeşler)-Nida Tunus (Tunus Çağrısı) partilerinin oluşturduğu koalisyon hükümetinin aldığı kararın, emek hareketini bastırmak için 1978 yılında çıkartılan bir kararnameye dayandırıldığı ortaya çıktı.

Tunus Emekçileri Partisi de yayınladığı bildiriyle olağanüstü hal ilanına tepki gösterdi ve “terörist saldırıların” engellenmesi için yapılması gerekenleri sıraladı. Açıklamada hükümetin, 1978 tarihli 50 numaralı kararnameye dayanarak 4 Temmuz’da 30 günlük olağanüstü hal ilan ettiği hatırlatıldı. Bu kararnamenin 26 Ocak 1978’de işçilerin genel grevinin kanla bastırılması için çıkartılmış bir kararname olduğunun belirtildiği açıklamada, kararın Anayasaya aykırı da olduğuna dikkat çekildi.

Bildiride ayrıca OHAL’in toplumsal mücadeleyi ve sendikal hareketi kriminalize ettiği, Libya ile sınır olan bölgenin son derece hassas olduğu ve artan terörist saldırılara karşı acil önlemler gerektiği, IMF dayatmalarının ülkenin halk kesimlerinin durumunu kötüleştireceği ve ülkenin dışa bağımlılığını derinleştirerek terörizme karşı hiçbir koruma sağlamayacağı belirtildi. Terörizmi besleyen yoksulluk ekonomik bağımlılık gibi sorunlara eğilinmesi gerektiği vurgulanan bildiride koalisyon hükümetinin terörizmi kışkırtan ve onunla belli uzlaşma noktalarını koruyan bir hareketin parçası olduğu ifade ediliyor.

Parti halkı bedeller ödenerek kazanılmış başarıları eski rejim güdümündeki siyasi ve medyatik tehditlere karşı korumaya çağırıyor.

Tunus’ta 2011 yılında devrilen bin Ali diktatörlüğünün ardından iktidara gelen Müslüman Kardeşlerin Tunus kolu olan en Nahda Partisi toplumsal hareketin yükselmesiyle iktidardan devrilmişti. Ancak son seçimleri kazanan ve ‘laik’ olduğu iddiasındaki Nida Tunus (Tunus Çağrısı) Partisi çoğunluğu sağlamak için bir kez daha en Nahda’yı koalisyonla hükümete dahil etmişti.

Tunus, IŞİD’e en çok militanın gittiği ülkeler arasında bulunuyor. Bardo müzesi ve son olarak Susa kentindeki bir turistik otelin plajına yapılan IŞİD saldırılarında çoğu turist onlarca kişi hayatını kaybetti.

Kaynak: Evrensel

Meksika’da öğretmenler Pena Nieto’ya güvenmiyor

Haziran’ın ilk haftasında gerçekleşen bu eylemle öğretmenler, seçimleri tanımayacaklarını ilan etti. Adı yolsuzluklara karışan Enrique Peña Nieto ve hükümetinin, halkı temsil etmediğini belirten öğretmenler, eğitim reformunu ve geçtiğimiz yılın eylül ayında, gelecek kaygısıyla sokağa çıkan öğretmen adayı 43 ögrencinin 26 Eylül 2014’te çete-polis işbirliğiyle kaçırılıp, öldürülmesini protesto ediyor.

Meksika Başsavcılığı, bu yılın Ocak Ayı sonunda, kaçırılan öğrencilerden birine ait kemiğin bulunması üzerine tüm öğrencilerin öldürüldüğü kanaatine varmıştı.

Meksika’da 2007 yılından bu yana yaklaşık 100 bin kişinin faili meçhul cinayetlerle hayatını kaybettiği iddia ediliyor. 2012 yılında göreve gelen Devlet Başkanı Enriqe Pena Nieto, suç oranının düşülmesi için aktif mücadele sözü vermişti. Bu pazar günü yapılacak seçimler, bu nedenle güven oylaması niteliği taşıyor.

Meksika’da Öğretmenler Havalimanını İşgal Etti

Meksika’da sınav sistemi öngören reforma karşı çıkan öğretmenler havalimanını işgal etti ve hafta sonu yapılacak ara seçimleri boykot çağrısında bulundu.

Meksika’da sınav sistemi öngören reforma karşı çıkan eğitimciler, Uluslararası Santa Cruz Xoxocotlan Havalimanı’nı işgal etti. Öğretmenler, havalimanını işgal ederek hafta sonu yapılacak ara seçimleri boykot çağrısında bulundu.

Sputnik’te yer alan habere göre, Oaxaca de Juares kentindeki Uluslararası Santa Cruz Xoxocotlan Havaalanı’nda seferlerin aksamasına neden olan gösteri sırasında herhangi bir şiddet olayı meydana gelmedi. Öğretmenler, devlet okulları reform yasasına eklenmesi öngörülen hükümleri, doğrudan içişleri, eğitim ve maliye bakanlıklarıyla müzakere etmeyi talep ediyor. Reform yasasına ilave edilmesi planlanan hükümler arasında, öğretmenlerin bu yıldan itibaren zorunlu sınava tabi tutulması bulunuyor. Üç kez değerlendirme sınavını geçemeyen öğretmenlerin işlerine son verilmesi öngörülüyor.

Meksika çapında 100 bin civarında üyesi bulunan eğitim çalışanları sendikası CNTE, pazartesi günü süresiz grev kararı aldığını duyurmuştu. Göstericiler, pazartesi gününden bu yana Guerrero, Oaxaca ve Chiapas eyaletlerinde hükümet binalarına zarar verdi ve seçim belgelerini yaktı. Reform yasasının yanı sıra yolsuzluğu da protesto eden öğretmenler, Kongre’nin 500 üyesinin, 9 valinin ve yüzlerce belediye başkanının belirleneceği, 7 Haziran’da yapılacak ara seçimleri boykot etme çağrısı yaptı.

Ulusal Seçim Kurumu Başkanı Lorenzo Cordova, CNTE’nin, Oaxaca eyaletinde 11 seçim merkezini işgal ettiğini açıkladı. Guerrero, Oaxaca ve Michoacan, Meksika’da ara seçimlerde kaos yaşanması en muhtemel eyaletler olarak gösteriliyor.

Kaynak: direnisteyiz.net

Savaş naraları! Çeteler ve paylaşım savaşı

ABD, dünyanın yeniden paylaşılması için dünyanın her yerinde saldırgan bir politika izliyor. Bu saldırgan politikaların hedefi, diğer emperyalist güçler henüz yeterince güçlenmeden, hâlâ ABD askerî açıdan güçlü iken, konum elde etmek ve dünyayı, ABD çıkarına yeniden paylaşmak, daha kibarca söylersek “yeniden şekillendirmek”tir. Bu nedenle ABD’nin acelesi olduğu kesindir.

Ve TC devleti, bu gelişen savaş koşulları içinde, yeni Osmanlıcılık hayallerini harlandırıyor. Yeni Osmanlıcılık, belki Muktedir’in rant hesapları ile çok  örtüşüyordur. Ama anlamak gerekir ki, bu konuda aynı zamanda bir ideolojik yöneliş vardır. Davutoğlu, işin daha çok bu misyonunu temsil ediyor görünmektedir. Davutoğlu, gerçekte bugünkü Ortadoğu politikasının mimarlarından biri olarak gösterilmektedir. “Komşularla sıfır sorun”, “stratejik derinlik” olarak ortaya konan politikalar, “sıfır komşu sonsuz sorun” ve “sıfır derinlik” noktasına doğru evrilmektedir. Ama buna rağmen Türkiye, ABD’nin Ortadoğu politikalarına tetikçilik yaparken, aynı zamanda bu “yeni Osmanlıcılık” politikalarını, sözümona el altından, gerçekte ise beceriksiz bir “gizlilik” içinde devreye sokuyor.

Emperyalist güçlerin büyük bir hevesle destekledikleri, kundakladıkları savaş, dünyanın neresinde olursa olsun, halklara kan ve gözyaşı getirmiştir. Ve elbette bu emperyalist güçlerin yerel tetikçileri, işbirlikçileri, her zaman halkların azgın düşmanı olarak davranmışlardır.

Bugün, bölgemizde, bu emperyalist paylaşım savaşı kundaklanmaktadır. Suriye’de süren savaş, Irak işgali ile başlayan savaş, Yemen’de süren savaş, bunların göstergesidir. ABD ve diğer emperyalist güçler, bölgede kendi varlıklarını ve alanlarını artırmaya çalışırken, bölgede şu ya da bu emperyalist güce dayanan işbirlikçi devletler, bu paylaşımdan pay almaya çalışmaktadır.

ABD ve diğer emperyalist güçler, bölgede savaşı sadece işbirlikçi devletler aracılığı ile kundaklamıyor. IŞİD gibi çeteleri de devreye sokuyorlar. ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan 6’lı grubu, bölgede savaş kundakçılığından geri durmamakla kalmıyor, aynı zamanda İŞID gibi bir çeteyi devreye sokarak, katliamlar organize ediyor.

Bu çete savaşı, sadece Irak ve Suriye’de devreye sokulmuyor. Ukrayna’da da bu çete savaşı devrededir ve her ikisi de “devlet” olarak ilan ediliyor. Biri “resmî” devlet, diğeri “gayrı resmî” devlet, ama ikisi de devlet. Biri, İkinci Dünya Savaşı’nın Nazi artıklarına dayanıyor, diğeri ise, yeşil kuşak projesi olarak anılan Sovyetler’i İslam’la kuşatma siyasetinin kalıntılarına dayanıyor.

IŞİD, Sünni İslam içinde yer alan selefi gibi akımların tarihi ile de bağ kurarak, Saddam’ın yıkılmasının ardından “işsiz” kalan subayları da içine katarak, Afganistan ve diğer alanlarda anti-komünist mücadeleye ABD kontrolü altında katılan ve dünyanın farklı ülkelerinde yerleşmiş savaşçıları da içine alarak, Irak-Suriye zemininde yerleşmeye çalışıyor.

IŞİD, kanlı katliamlarla, bölgede, emperyalist efendileri adına, vahşi bir temizlik yürütüyor. Temizlik, hem halkların katliamı şeklinde devreye sokuluyor, hem kentlerin yerle bir edilmesi, hem de tüm tarihin silinmesi girişimi olarak ortaya konuyor. Sahneye konan ve barbarlıktan da öte bir vahşeti ifade eden bu savaş, bölgenin yeni Dubai’ler kurulması için tam bir temizliğe uğraması olarak görünmektedir.

IŞİD, kuşku yok ki, bölgede belli bir temel de bulmuştur. Bu temel, sadece selefiler değil, Sünni İslamî çevrelerden, farklı yoğunlukta ve farklı nedenlerle verilen destekler de bunun içindedir. Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi ülkeler, Müslüman Kardeşler gibi örgütler, farklı saiklerle IŞİD’e destek vermektedir.

Sahada sadece IŞİD güçleri yoktur. Suriye ve Irak’ta, kimin eli kimin cebinde belli değildir. IŞİD’in yanısıra El Nusra ve daha pek çok farklı adla örgütler de devrededir. Kim kime karşı, ne için savaşmaktadır sorusu, bazı durumlarda neredeyse cevapsız gibidir. Ama sonuçta bu savaş, bölgenin yerle bir edilmesi, halkların sürgün edilmesi, katledilmesi, tarihin silinmesi sürecine katkıda bulunmaktadır.

Bu denli bir kanlı savaş, gerçekte, bölgesel nitelikli bir savaştır ve sadece savaşın daha açık hâle gelmesi anı beklenmektedir. Bölgesel bir savaş zaten vardır, farklı araçlarla yürütülmektedir. Ama bu savaşın büyümesi, an meselesidir ve dahası, bu savaş dünya savaşına evrilme potansiyeli göstermektedir.

Tüm bu kan ve katliamların içinden, kaosun içinde, halkların devrimci uyanışı da sürmektedir. Rojava devrimi ve Kobanê direnişi, bunun en somut ifadesidir. Yenidir ve tarihsel olarak da bir çözüm yolu göstermektedir.

Bu nedenle de, yağmacı ve savaşçıların, katliamcıların tepkisini çekmektedir. Erdoğan, en kritik direniş günlerinden birinde, “Kobanê düştü düşecek” diye sevinç naraları atmaktaydı. Bu sadece bir anlık bir duygu değil, bu gerçek duyguların dile getirilişidir. Ama ne yaparsın, muktedir de olsanız, bazı istekleriniz yerine gelmiyor.

7 Haziran 2015 seçimlerinde muktedirin yenilgisi, işte tam da böyle bir ortamda gündeme gelmiştir. Muktedir, “mutlak iktidarını” kaybetmiştir. Artık, Erdoğan tarzı başkanlık sistemi, eskisi kadar açıktan savunulabilir değildir. Erdoğan’ın deyimi ile, milli irade, kendisine %52 oy veren milli irade, bu kez, hayır demiştir. Gel ki, %52 ile övünürlerken de bir hata yapıyorlardı. Zaten cumhurbaşkanı olmak için, en az %50+1 oy almak gerekirdi. Bu durumda %52, abartılacak bir çoğunluk değildir. Ama böyle de olsa, bu aynı milli irade, bu kez Muktedir’e dur demiştir.

İşte bu noktada Erdoğan, bir savaş senaryosunu devreye sokma isteğindedir. Savaş, Suriye’ye karşı bir saldırı, “milli bir durum” yaratır ve Erdoğan’a ülkenin mutlak iktidarı olma şansını verebilir. Erdoğan’ın bu amaç için yapmayacağı “çılgınlık” yoktur.

Ve o da bunu ifade etmiştir: “Bedeli ne olursa olsun”, “Suriye’nin kuzeyinde” “güneyimizde” bir “Kürt devleti” kurulmasına izin vermeyiz diye buyurdu. “Suriye’nin kuzeyi” ya da “güneyimiz” kavramlarına da dikkat etmek gerekir.

Erdoğan, eğer bir savaş çıkmaz ise, eğer soruşturmalar başlar ise, ödeyeceği bedelin daha yüksek olduğuna karar vermiştir. Ve “kendisi bedel ödemektense”, mehmetçiği savaşa sürüklemenin daha doğru olacağı ya da daha az maliyetli olduğu sonucuna kolayca karar vermiştir.

Bu savaş naraları, gazetelerde yankılandı. Havuz medyası, hemen savaşı pompalayan yayınlara hız vermiştir.

Anlaşılıyor ki, Cumhurbaşkanı, Suriye’ye askerî bir müdahaleden yanadır ve yine anlaşılıyor ki, bu savaşı daha çok, kendisi ve ailesi için istemektedir. Bu savaşın kendisine hiçbir maliyeti yoktur ve muhtemelen önemli ölçüde ailesine gelir kazandıracaktır. Bu savaş isteğini ve kundakçılığını, seçimler öncesindeki  manevralarında da ortaya koymuştu.

Yine anlaşılıyor ki, Cumhurbaşkanı, savaş tehdidini, Kürt hareketini sıkıştırmak için de kullanmaktadır. Seçim öncesinde Kürt sorunu yoktur noktasına kadar gelmişlerdi. Cumhurbaşkanı, masayı atmaktan söz etmekteydi. Ve aynı zamanda, Kürt hareketini tehdit ederek, kendi başkanlığına destek aramaktadır. Açıkça, beni desteklemezseniz, ateşkesi bozarım ve savaşı yeniden devreye sokarım tehdidi devrededir. Ama bu öyle bir “tehdit”tir ki, ancak blöf olarak okunabilir. Ama yine de devrededir. Bu ister “güneyimizde” kurulacak bir devlete karşı çıkmak şeklinde ifade edilsin, ister PKK’ye karşı savaş naraları şeklinde ortaya çıksın, fark etmez.

Anlaşılıyor ki, Türkiye, aynı anlama gelmek üzere Erdoğan, IŞİD’e ve Kürtlere karşı savaşabilecek herkese açıkça destek vermektedir. Bu destek, sadece düne kadarki TIR dolusu silâhlarla devrede değildir, aynı zamanda ciddi bir lojistik, teknik destektir de. Kobanê’deki IŞİD saldırılarını teşvik etmek, desteklemek TC devletinin politikası olarak devrededir.

Öyle anlaşılıyor ki, Genelkurmay, seçimden önce de, seçimden sonra da, Suriye’ye girme konusunda o kadar hevesli değildir. Asker kanadı, ABD, İran ve Rusya’nın tepkilerinden söz etmekte, bununla sınırlı kalmamakta, Suriye rejimi ile diyalog kurulmasını önermektedir. Buna görüş ayrılığı diyebiliriz. Abartmamak koşulu ile böylesi bir görüş ayrılığı vardır.

Öyle anlaşılıyor ki, devlet, bir bütün olarak, ülke içinde muhalefete karşı her türlü saldırıyı devreye sokmuştur. Seçim öncesinde çıkarılan yasalar, kolluk kuvvetinin daha kuraldışı kullanımına olanak sağlamaktadır. Yeni meclis, ilk iş olarak, hükümet dahi kurulmadan, bu yasanın kaldırılması konusunda bir hamle yapmalıdır. Devlet, işçilere, emekçilere, LGBTİ’lere, doğa ve çevre savaşçılarına, öğrencilere, topyekûn bir saldırı planlamaktadır. Bunun ilk uygulamaları, daha 8 Haziran tarihinden başlayarak devreye sokulmuştur. Bu arada, çeteler üzerinde bir yeni kontr-gerilla örgütlenmesi devrededir. Bu nedenle, IŞİD sadece Suriye ve Irak’ta faaliyet göstermekte olan bir örgüt değildir. Aynı zamanda Türkiye içinde de yerleşiktirler ve bu yerleşim devletin bilgisi, gözetimi dahlindedir.

İşte savaş, bu koşullar altında kundaklanmaktadır. Devlet, ABD’nin isteklerini yerine getirerek, kendi saldırı planları için fırsatlar kollanmaktadır. Bu, aynı zamanda içeride savaşı yoğunlaştırmaktır. Erdoğan, içeride daha şiddetli bir saldırı planını devreye sokmuştur.

Görülüyor ve anlaşılıyor ki, bu savaş, sadece dışta bir savaş değil, aynı zamanda içeride de bir savaştır. Bu savaş naraları, aslında halkların taleplerine karşı da bir meydan okumadır.

Derler ki; yel eken fırtına biçer.

Kapitalist sistem ve yükselen yeni muhalefet

Tehlikeli genellemeler yapmadığımız sürece, bu hareketlerin her birinin gelişimini aklımızda tuttuğumuz sürece, bu üç ülkede yükselen muhalafetle ilgili tartışmak olanaklıdır. Her üçünde de, sistemin alışılagelmiş partilerinin, yani düzen partilerinin alternatif olmadan çıkışı söz konusudur. Neo-liberal politikalar, kapitalist-emperyalist sistemin, dünyanın her yerinde sahaya sürdüğü politikalardır ve bu politikalara karşı doğrudan cepheden bir muhalefetin gelişimi oldukça sancılı olsa da, bir yol aramaktadır.

Ama bu arayış, üç ülkede de ancak dışarıdan bakıldığında, benzer yönleri arandığında, bir araya getirilebilir. Örneğin, Yunanistan’da meydana gelen toplumsal patlama ve ardından gelen eylemlilik süreci, devrimci hareketin, örgütsüzlüğü ortamında, kurulu sistemin tüm partilerine karşı ortak mücadele geliştirmesi söz konusudur. Bizde ise HDP, bir yandan Gezi Direnişi’ne dayanmakta olsa da, esas olarak Kürt devrimci hareketinin, 30 yılı aşkın mücadelesine bağlanmaktadır. Kürt halkı, bugün, en azından bölgemizin en örgütlü halkıdır. Bu örgütlülük küçümsenemezdir. Sistemin, düzenin, Kürt hareketine karşı uyguladığı politikanın iflas etmeye başlamasının HDP yükselişinde etkisi belirleyicidir. TC devleti, bir yandan Kürt halkının özgürlük mücadelesine karşı kontr-gerilla yöntemleri
ile kirli bir savaş organize etmiş ve diğer yandan bu özgürlük mücadelesinin Türkiye halklarına olası olumlu etkilerini kırabilmek için, büyük bir medya karanlığı örgütlemiş ve bununla bir milliyetçilik duvarı örmüştür. Gezi süreci, bu karanlığı aralamış, bu milliyetçilik duvarında delikler açmıştır.

İspanya’da Podemos ise her ne kadar dünya basınında, bizim sol basında Syriza ile benzetilmekte ise de daha farklı bir sürecin ürünüdür. Podemos hareketinin, tabandan, Latin Amerika’nın solcu iktidarları ile, hatta ve hatta Venezuela ile ilişkileri bilinmektedir. Ama tabandan gelişen bu ilişkilerin, partinin karakteri hakkında yeterli bilgi verdiği tartışılır bulunabilir. Podemos, daha çok neo-liberal politikaların, ABD’de ortaya çıkan krizin doğrudan İspanya’ya konut sektörü üzerinden yansımasının ve euro bölgesinde var olan krizin karşısında 2012’de 15 Mayıs’ta ortaya çıkan protesto gösterilerinden gelmektedir.

Bu üç hareket için bir karşılaştırma yapmak mümkün ise ve bu mutlaka ve mutlaka bir genelleme, kısa bir cümle vb. ile olacaksa, şöyle söylemek mümkün: Akdeniz’in batısına gittikçe hareketin yumuşadığını, sistem karşısında daha “belirsiz” bir yerde durduğunu söylemek mümkündür. En batıda İspanya’da Podemos’un sisteme karşı eleştirileri daha bulanıktır. İşçi sınıfı ve anti-kapitalist mücadele vurguları geridedir.

Bizim için ise, burada birincil olan konu, bu Akdeniz çevresindeki ülkelerde ortaya çıkan ve parlamentoları sarsan hareketlerin varlığının önemidir. Bu üç hareketi de dünya devrimi adına önemsemek gereklidir. Her bir hareketin farklılığını, çok ama çok önemli bulduğumuzu da belirtmeden geçmemek koşulu ile

Bu hareketlerin bugün durumları da farklıdır. Seçimler sonrasında, Syriza Yunanistan’da hükümeti almıştır, iktidardır. Çok farklı bir süreçle karşı karşıyadır. Podemos, İspanya’da seçimlerde büyük bir zafer kazanmıştır ve “elitlere” karşı muhalefet görevine soyunmuştur. Bizde, Türkiye’de ise HDP, seçimlerden net bir zaferle çıkmış, %10 gibi standart dışı bir barajı yerle bir etmiştir ve bugünlerde tek muhalefet partisi olarak mücadeleyi sürdürmektedir.

Şimdi, ortak soru şudur: Kapitalist sistem, içinde bulunduğu bu krizde, Sovyet sonrası dünyada, devrimci sosyalizmin yeterince güçlü olmadığı bu koşullarda, işçi sınıfının yeterince örgütlü olmadığı bugünlerde, gelişmekte olan bu muhalefeti, sistem içi hâle getirebilecek, uysallaştırabilecek mi?

Öncelikle bu soruyu, bu hareketlere bir güvensizlik olarak ele alma ihtimali olanlara, asla böyle bir niyetle bu tartışmayı açmak istemediğimizi söylemek isteriz. Bu önemlidir, çünkü, bu hareketleri önemli buluyoruz. Ama, yine de önümüzde böylesi bir nesnellik vardır. Yani, bu soruyu eğer ilk kez bizden duymuş iseniz, lütfen geç kalmış olduğunuzu da kabul ediniz. Çünkü, aslında bu bir nesnelliktir. Yunanistan’da sistem, sadece Yunanistan egemenleri değil, Avrupa kapitalizmi, IMF vb. hep birlikte, Syriza’yı sistem içi hâle getirmek, yola getirmek için, son derece acımasızca bir mücadele yürütmektedirler. IMF üzerinden geliştirilen,
Alman emperyalizminin sıkıştırmaları ile ortaya konan iflas açmazı, Syriza’yı, oylarını aldığı halkla karşı karşıya geliştirmek içindir. Bu nedenle Syriza, referandum yoluna başvurmuştur. Bunu bir direniş olarak görmek gereklidir. Bugün Syriza, düzen partileri ile aynı noktaya gelsin, bugün halka sırtını dönsün, kredi muslukları hemen açılacaktır. Bundan kuşku duymaya bile gerek yoktur.

Sadece bu örnek bile bize, sorunun haksız olmadığını, niyetlerimizin ürünü değil, nesnel gerçeğin kendisi olduğunu anlamamıza yeterlidir.

Sistem, bu üç ülkedeki gelişen muhalif hareketi, elbette farklı açılardan yüklenerek, elbette farklı yollar deneyerek sistem içi hâle getirmek için çoktan harekete geçmiştir.

Kapitalist sistemin midesi geniştir, pek çok muhalif hareketi hazmetmeye yetecek kadar deneyimi olmuştur. Bu nedenle, sistem karşısındaki konumumuzu korumak, halkların oylarını alırken sistemle mücadeleyi yükseltmek, ezbere sağlanacak, otomatiğe bağlanabilecek bir çizgi değildir.

Bu soru, HDP de içinde, bu üç hareket için geçerlidir. Bunun nedeni bu hareketlerin karekteridir. Geniş kitlelerin oyları ile gelişmek, aynı zamanda o kitlelerin dönüştürülmesi sürecinin de zorluklarını görmeyi gerektirir. Seçim sürecinde HDP karşısında “diyanet” tartışmasının nasıl kullanıldığını hatırlamak yeterlidir. Devletin dine açık müdahalesi demek olan diyanet işlerinin kapatılması gerektiğini, bugüne kadar söylememiş dindar kesim yoktur, ama buna rağmen, bizim yıllardır söylediğimiz bu talep, karşımıza bir saldırı aracı olarak, çarpıtılarak çıkarılmıştır. Yine HDP’nin karşısına çıkarılan “PKK ile bağım yok de” ya da “silâhları bırak çağrısı yap” gibi konular, gerçekte aynı amaçla yapılmaktadır, HDP’nin halk nezdindeki desteğini azaltma amacı ile.

Öyle ise sistemin bunu deneyeceği değil, denemekte olduğu açıktır. Bugün, bu denemelerini daha ileriye taşıyacaklarını tartışmalı, görmeliyiz.

Buna ehlileştirme süreci diyelim.

Bu süreç, ehlileştirme, sadece köşeye sıkıştırma taktikleri ile mi yürür? Elbette ki hayır. Yunanistan’da, borç krizi kullanılarak, Syriza eli ile, halkın kemer sıkmasını sağlayacak neo-liberal politikalar devreye sokulmak isteniyor. Böylece sistem, bir kere daha halkın hayallerini kıracak, gelişen mücadeleyi kıracaktır. Umutları söndürmek için, “bakın başka yol yoktur” demek istiyorlar. Eleştirebilirsiniz, güzel fikirleriniz olabilir, eşitlik, adalet ve özgürlük isteyebilirsiniz, ama
eninde sonunda ekonomik politikalara sıra geldiğinde neo-liberalizm dışında yol yoktur. İşte bunu kabul ettirmek için, Yunanistan halklarının iradesini kırabilmek için, Syriza’yı, karşı olduğu her şeyi kabul etmeye zorluyorlar.

Bu, ünlü çığlığı hatırlatıyor: Tarihin sonu!.. SSCB çözüldüğünde, emperyalizmin ideologları böyle haykırmıştı. Şimdi, pratik olarak bunu yaşatmak istiyorlar.

Bir hareketi, baskı ve şiddet ile bastıramadıkları zaman, onu “gerçekler” ile kuşatmak istiyorlar. Bu “gerçekler” elbette onların gerçekleridir. Hükümet olabilirsiniz ama, gerçek anlamı ile siyasal iktidarı almadığınız takdirde, bu tehlikeye karşı mücadele zorunludur. Venezuela örneği açıktır. Venezuela’da gelişen halk iktidarına karşı ortaya konan komplolar, yıllardır tükenmemektedir.

Burada da sistemin bir başka türlü hazmetme operasyonu devreye girmektedir.

Ama kuşkunuz olmasın ki, bu arada, anlamamızı istedikleri “gerçekler” sadece ekonomik değil, aynı zamanda “hassas duygular” da devreye sokulmaktadır. HDP’ye karşı, ülkenin her bir tarafında organize edilen saldırılar, Mersin-Adana, Diyarbakır, Ağrı gibi olanları dışında, bir de halkın galeyana getirilmesi ile korkutma, “hassas duyguları” anlama operasyonlarıdır. Yani, sadece provokatif eylemler organize etmediler, aynı zamanda linç girişimleri ile, kendilerine bağlı bir çete örgütlenmesini devreye soktular. Polis denetimi ve koruması altındaki bu çeteler, “hassas duyguları” dile getirmekte idi ve bizim bunlara karşı anlayışlı
olmamızı istemektedirler. Tüm barış süreci boyunca, bu konuda yaptıkları denemelerin haddi hesabı yoktur. Bu yıldırma politikası, halkların oylarını alan HDP’nin, “halkın” bir kesiminin tepkisi ile bu yoldan vazgeçmesinin sağlanması girişimleridir.

Ve elbette ki bunlara, daha ortada gibi duran, “akıllı” adamların tavsiyeleri, parasını başkalarından aldıkları “danışmanlıkları” gibi “yardımlar” devreye sokulmaktadır.

Eski ve bilindik bir hikâyedir, eylemciyi tutuklarsın, işkence edersin, işten atarsın, okulundan atarsın, olmadı mı, o zaman ailesini ziyaret edersin ve “çocuğuna sahip çık” dersin. Böylece aile mesajı alır ve kendi çocuklarının karşısına dikilir; çocuklarının ne yapmaya çalıştığını bir yana bırakarak, ona karşı durmaya, onu korumak için onu yolundan çevirmeye çalışırlar. Bu topraklarda, bunu tanımayan bunu yaşamamış aile yoktur desek yeridir. Ama yine de bu politikayı devreye sokarlar.

Seçimlerin hemen ardından, bu süreç geliştirilmeye çalışılmaktadır. Bir yandan tutuklamalar, diğer yandan baskı ve şiddet, yıldırma politikaları devreye sokulmaktadır. Hak arayan kim varsa karşılarına dikilmektedirler. LGBTİ yürüyüşüne de saldırmaktadırlar öğrenci eylemine de, işçi eylemine de saldırmaktadırlar cenaze törenlerine de.

Aslında bu, sitemin korkusudur.

Bize, bunun dışında hayat yoktur, diyorlar.

Bize, neo-liberal politikalar dışında yaşam alanı yoktur, diyorlar. Ve bunları kabul edip, adaletsizliği, işsizliği, açlığı, esirliği kabul edin, ama muhalif olmaya da devam edin diyorlar.

Elbette bunun çaresi de açıktır.

Örgütlenmektir. Daha geniş alanlarda, toplumun her yerinde, gelişmekte olan her hak arama eyleminde, her soru sorma girişiminde örgütlenmek. Yaşamın her alanını savunmak üzere örgütlenmek. Her muhalif sesi yükseltmek üzere örgütlenmek.

Esas olan, halkların, işçi ve emekçilerin örgütlenmesidir. Buradan geri adım atmamak gerekir.

Muktedirin her uygulamasını, elitlerin her saldırısını, sistemin kendisinden gelen bir saldırı olarak görmek, bunu göstermek gerekir. Mesele kişilerin meselesi değildir. Mesele bir ülkedeki burjuva egemenliğin kendisidir. Bu nedenle, işçi sınıfının kendi örgütlülüğü, halkların kendi örgütlülüğü, öğrencilerin kendi örgütlülüğü temeldir. Ve tüm muhalif hareketleri, sınıf karakteri ile ortaya çıkarmanın önünü açmak önemlidir. Örneğin erkek egemen sisteme karşı mücadelenin, somut olarak, burjuva egemenliğe karşı bir mücadele olduğunu, örneğin HES’lere karşı doğayı koruma mücadelesinin, sınırsız kâr emellerine karşı bir mücadele olduğunu anlamak ve anlatmak üzere örgütlenmeliyiz. Bu yolda elde edilen her kazanımı, sisteme karşı mücadele için bir mevzi olarak örgütlemeliyiz.

Çok uzun yıllardır, dünyanın bir ülkesinde gelişmekte olan bir devrimci hareket gördüklerinde, tüm emperyalist güçler, hep bir ağızdan, Sovyetlerin bunları desteklediğini söylediler. Ve bu arada kendileri dünyadaki her türlü gericiliği desteklemekten geri durmadılar. Bugün Suriye’deki savaşa bakalım, bugün Ukrayna’daki savaşa bakalım, dünyanın her yerinde barbarlığı aşan uygulamaları ortaya koyan hareketleri besleyenler kimlerdir? Bunlar bize dış destek, yabancı el gibi nutuklar atma hakkına sahip değildirler. Dünya gericiliği, en küçük bir muhalefet karşısında bir bütün olarak davranmaktadır. Biz dünyanın her yerinde devrimci dayanışmayı geliştirmek konusunda neden geri duracağız?

Hareket noktalarımızı, değerlerimizi koruyarak, örgütlenmek ve sisteme karşı uyanık bir mücadele yürütmek gereklidir. Dilin, tarzın, üslubun önemi kadar, örgütlenmenin önemini de kavramalıyız. Bunları birbirinin yerine koymadan, sisteme karşı topyekûn mücadeleyi geliştirmeliyiz.

Savaş-iç savaş ve TC devletinin akıl tutulması

Diyarbakır’daki katliam girişimini, 4 ölü ve yüzlerce yaralı ile atlatmıştık. Ama bu kez, 30 ölü ve yüzlerce yaralı var.

Suruç, Kobanê sınırına yakın bir bölgedir.

Suruç, MİT’in ve devlet güçlerinin cirit attığı bir bölgedir.

Suruç, TC devletinin IŞİD üyelerini sınırda desteklediği, giriş çıkışına olanak tanıdığı ve bunların kamera görüntüleri ile tespit edildiği bir bölgedir.

Böylesi bir bölgede, anlaşılan IŞİD tarafından düzenlenen bir intihar saldırısı var.

Saldırı, doğrudan, Kobanê ile dayanışma göstermek için bölgeye gelen devrimci ve sosyalistleri hedef alıyor.

Saldırının ardından, TV kanalları, hep bir ağızdan yoruma başlıyorlar. Doğrudan AK Parti yanlısı olanlar, doğrudan Erdoğan’a bağlı olanlar, saldırının IŞİD tarafından yapılıp yapılmadığı belli değil, durun bakalım, diyorlar. Devletin, açıktan bir intihar saldırısına işaret etmesine rağmen, saldırıyı “PKK kendi kendine yapmıştır” diyenler bile çıkıyor.

Ana akım medya dediğimiz kanallar ise, “acaba neden Türkiye’yi hedef alıyorlar”, “Türkiye IŞİD’e karşı politika değiştirdiği için bu bir mesaj mıdır” gibi, akıl tutulmasını ifade eden sorular soruyorlar.

Oysa olay son derece açıktır.

1- Saldırıyı yapanlar, muhtemelen IŞİD’i kullanmışlardır.

2- Saldırı, Erdoğan’ın “sabrın da sınırı var” sözlerini zikrettiği Bayram’ın hemen ertesinde gerçekleşmiştir. “Kobanê düştü düşecek” sevinç çığlıkları yarım kalanlar, ağızlarından kin ve nefret kusuyorlar. Bölgede barış adına, halkların ortak iradesi adına, dayanışma adına ne eğilim gelişirse, kendilerini öfkeye boğuyor ve saldırganlıkları dillerine vuruyor.

3- Saldırı, doğrudan Kobanê dayanışmasını ve bu dayanışma için bölgeye gelen, genç sosyalistleri, Batı’dan gelen desteği hedef almıştır. TC devletini hedef almadığı gün gibi açıktır ve TC devletinin her bir yetkilisi için devrimci sosyalist gençler, ayak takımıdır, çapulcudur vb. Bu “kökü dışarıda” olanlara gelen saldırıyı TC devletinin kendisine yapılmış bir saldırı olarak algılaması, olası bile değildir.

4- Seçim döneminde Ağrı’da, Adana ve Mersin’de, Diyarbakır’da zirve yapan saldırılar neyi amaçlıyorsa, bu saldırı da aynı şeyi amaçlamaktadır. Bu nedenle saldırının IŞİD’in eli ile yapılması ayrı bir konudur, saldırı doğrudan devlet terörünün bir dolaylı ifadesi, kontr-gerilla taktiklerinin yeniden sahneye konmuş bir şekli, bir iç savaş uygulamasıdır.

5- TC devleti, dışarıda, Suriye başta olmak üzere, bölge halklarına karşı, ABD ve emperyalist güçler emrinde sürdürdüğü savaşı, bugün, bir iç savaşa dönüştürmektedir.

Bu durum, seçim sürecinde yaratamadıkları “olağanüstü hâl” ile seçimlerin ertelenmesi taktiğinin, bir başka versiyonudur. TC devleti ya da bu saldırıyı organize edenler, doğrudan doğruya bir iç savaş kundakçılığı yapmaktadırlar.

Devrimciler, IŞİD eli ile öldürülmektedir.

TC devleti, bu yolla, kendi ellerinin kana bulanmamış olduğunu göstermek istemektedir. TC devleti, kendini bu saldırılardan sorumsuz kılmaya çalışmaktadır.

12 Eylül öncesinde devrimcilerin üzerine faşist çeteleri sürenler, bugün, işçi sınıfının gelişen mücadelesi, halkların ortak özgürlük arayışları, Kürt halkının özgürlük mücadelesi, Gezi sürecinde ortaya çıkan toplumsal uyanış karşısında, çareyi IŞİD çetelerinin de içinde olduğu yeni bir kontr-gerilla saldırısında aramaktadırlar.

Kendi iktidarları için, tüm toplumu ateşe atmaya niyetlenmişlerdir.

Böylece, gelmekte olan muhtemel seçim sürecinden zaferle çıkmayı ya da kurulacak olan koalisyon hükümetinin program ve yapısını kendi istedikleri yere çekmeyi başaracaklarını ummaktadırlar.

Bir yandan, PKK güçlerini, “ha siz mi barış istiyorsunuz, bakalım nereye kadar sabredeceksiniz, nereye kadar ille de barış diyeceksiniz” diyerek, saldırgan bir tutumla, köşeye sıkıştıracaklarını ummaktadırlar. Böylece ateşkes sürecini PKK bozmuş olacak, böylece, oylarını kaybettikleri Kürtlere, bakın biz değil, PKK barış sürecini bozdu diyecekler.

Diğer yandan ise, Gezi ile başlayan ve milliyetçilik duvarlarının delinmesine neden olan uyanış sürecini durdurmaya çalışıyorlar.

Bu açıdan bakıldığında, Suruç saldırısı, son derece seçmeli bir şiddet uygulamasıdır, sıradan bir saldırı değildir ve hedefi son derece açıktır. “Kobanê düştü düşecek” diyenleri sevindirmeyi, Kobanê ile dayanışma geliştiren başka halkları durdurmayı hedefleyen bir saldırıdır.

Ama işte burada, tam da burada TC devletinin bir akıl tutulmasına işaret etmek gerekir.

Sanıyorlar ki, şiddeti daha da artırarak, bu süreçten kârlı çıkacaklar.

Erdoğan ve AK Parti’li devlet, savaş ile, şiddeti tırmandırmak ile, iç savaş ile tüm halkları tehdit etmektedir. Eğer boyun eğmezseniz, eğer başkanlığı vermezseniz, sizi yakıp yok edeceğim demektedir. Bu kibirdir. Bu “şahsım adına olayı kınıyorum” demekteki kibrin ta kendisidir.

Ama bu, akıl tutulmasıdır.

PKK’ye karşı onlarca yıl, her türlü savaş metodu kullanılarak, gayrı nizami harp kuralları içinde yapılmadık çirkinlik bırakılmadan savaşılmış olduğu, buna rağmen bu hareketin yenilmemiş olduğu ne çabuk unutulmuştur? Bugün, IŞİD ve gelişen bölge savaşı nedeni ile, kimyasal silâhlar vb. mi kullanacaksınız? Bugün, PKK’nin halk ile bağları daha mı zayıfladı, yoksa daha mı güçlendi?

Savaş, TC devleti için gerçekten bir çözüm müdür?

Evet, TC devleti, böylece karşı-devrimi yeniden tırmandırmak istemektedir. Bunu görebiliyoruz.

TC devleti, bu saldırılarla, halkların ortak yaşama ve ortak mücadele geliştirme iradesini kırabileceğini mi düşünmektedir.?

Bu ülkede artık Gezi ruhu vardır ve bunun gelişimini, isyanın büyümesini bugün için önlemiş olmak, bu ruhu yok etmek anlamına hiç gelmez. Zalim, her zaman lanetlenecektir. Ve bu zulüm karşısında, bu saldırı karşısında, bu baskı ve terör karşısında birkaç adım geri attırabilseniz de, halkların mücadelesini durdurmanız mümkün değildir.

TC devleti, büyük bir kibirle, kendi halkına karşı, kendi halklarına karşı, her düzeyde bir iç savaşı geliştirmektedir. Katliam politikaları devrededir. Bizzat devletin amaçları için IŞİD ile karanlık ortaklıklar kurulmaktadır.

Bu bir akıl tutulmasıdır.

Tüm bunlar ne Erdoğan’ı kurtacaktır, ne de ona destek verenleri. TC devleti, katliamlar, faili meçhuller vb olmadan ayakta duramaz durumdadır. İşte “yeni Türkiye” dedikleri budur. Kan ve gözyaşı, eninde sonunda zalimleri boğacaktır.

Derler ki; yel eken fırtına biçer.

Neo-liberal siyasal İslam; bir proje olarak AK Parti-Erdoğan

Ama emin olun, egemen sınıf içinde, ister ordudan, ister eski elitlerden,isterse “yeni” elit dediğimiz muhafazakâr İslamcı kesimlerin hepsi, farklı tarzda kendisini tanıyordur. Graham Fuller, “Yeni Türkiye” isimli kitabını yazdığında, muhtemelen daha AK Parti iktidarda değildi ve Fethullah Gülen ile muhtemelen çok derin ilişkiler kurulmuştu. Bugünlerde “yeni Türkiye” sözünü sürekli olarak duymaktayız. Ne olduğunu bize açıklamadan Tayyip ve Davutoğlu, sürekli ‘yeni Türkiye’den söz ediyorlar. Graham Fuller, bu sözün patentini almış olamaz. Ama ılımlı İslam’a dayalı bir Türkiye’den söz ettiğini, yıllar önce de Kaldıraç sayfalarında okumuş olanlar vardır. Demek oluyor ki, bir “yeni Türkiye” planı var.

Bu, şu açıdan da ele alınabilir, demek ki, eskisi ile iş göremiyorlar.

Bu yeni Türkiye, ılımlı İslamlı, neo-liberal İslamî bir Türkiye olarak planlanmış olmalı idi. Oysa bugünlerde, bu projenin çoktan miadı doldu. Erdoğan ve ekibi, bir proje olarak geldiklerini biliyorlar. Kendilerinden işi bildiklerinden olacak, HDP’ye de bir uluslararası proje demekten geri durmuyorlar. Kişi kendinden bilir işi. Hırsız, her eve gireni kendisi gibi hırsız sanırmış. Şimdi, Erdoğan ve ekibi, daha çok da Erdoğan -zira bir muktedir olarak onun ekibe ihtiyacı da yok-, sanıyorlar ki, ABD aynı projeyi, kendileri olmadan devam ettirmek istiyor. Oysa doğru değil, ABD politikalarının hangi sıklıkta değiştiğini anlamak için, mesela yakın dönem, AK Parti ile aynı yıllarda yaşanan Irak işgali ve sonrası politikalarına bakmak mümkündür. Bugün, hiçbir Amerikan gazetesi, hiçbir Amerikan kalemşörü, hiçbir Amerikan memuru, hiçbir Amerikan projesi (muktedir gibi), dün söyledikleri şeyi, Amerika Irak’a demokrasi götürüyor sözünü söylemiyorlar. Hatta hatırlamak bile istemiyorlar. Irak’a demokrasi götürme projesi, içeriği aynı olmak üzere, bu kez başka biçimler almaktadır ve bu ABD için sorun değildir. ABD, belli bir uzaklıktan, sürece genel olarak bakabilmektedir. Mesela Erdoğan ve Davutoğlu’na, Suriye sürecine dahil olun dediklerinde, El Nusra vb.lerine silâh sevkiyatına izin verdiklerinde vb. hep beraberdiler. Onlar da en az Erdoğan kadar, en az o kadar suçludurlar. Ama gün geldi, IŞİD, kimyasal silâhlar kullanmaya başladı ve gün geldi, ABD, ustaca manevra yapıp, IŞİD’e tüm desteğine rağmen, ona karşı imiş gibi davranabilmektedir. Oysa Türkiye, bir yandan işin içinde doğrudan ve yakınen olduğundan, diğer yandan bir bölge ülkesi ve oyun kurucu olmadığından ve üçüncüsü bu denli bir vizyona sahip olmadığından, El Nusra ve IŞİD ile girdiği kanlı ilişkileri gizlemekte ve IŞİD’e karşı mücadele bayrağı açmak manevrası yapmakta o denli başarılı değildir olamazdı. Bu nedenle, ABD’nin manevraları, onu takip etmeye çalışan Türkiye’nin, sürekli şamar yemesine neden olmaktadır. Timsahın kuyruğuna burnunu bu kadar sokarsan, sürekli kuyruk darbelerini başında hissedersin.

Şimdi, ABD’nin elinde bir “ılımlı İslam” denemesi var. Bu deneme ile, İslam’ı, tüm coğrafyada, bu arada Türkiye’de de nitelik olarak zayıflattılar. Ama bu deneme Türkiye’de işe yaramıyor ve Ortadoğu için de artık çok fazla anlamlı değildir. Sünni ve ılımlı İslam projesi, tersine Sünni ve radikal İslam projesine dönüşmüştür. ABD için bölgeyi kontrol etme projesi, şimdilerde tüm Suriye ve Irak coğrafyasını (mevcut devletlerin eski sınırları anlamında bunu söylüyoruz yoksa zaten ortada ne sınır vardır ne de bu devletlerin eski hâlleri) ve daha da geniş bir alanı, bilfiil dümdüz etmek, tarihi ve coğrafyası ile, insanı ve kültürleri ile yok etmek istiyorlar. IŞİD’in akıl almaz eylemleri, bu düzleştirme, imha etme siyasetinin kendisidir. Elbette bunu bizzat kendileri yapmayacaktı. Çünkü onlar ardından gelecek, yekpare camdan gökdelenler dikecek, sokaklarında tarih, sokaklarında çocukların tarihle yoğrulmuş hâli olmadan yeni Dubai’ler kuracaklar. Kârları da
cabası. Planladıkları budur. Ama Ortadoğu, her zaman şişenin içinden cin çıkartan, halıyı uçuran bir yerdir. Onlar planlıyor diye onların dediği olacak değildir.

Ama bu durum bize Erdoğan’ın, işinin çok zor olduğunu göstermektedir. Hele ki, İran ile imzalanan anlaşma, mutlaka ve mutlaka, İran’a karşı kullanılan ılımlı İslam’ın da arkasındaki desteği azaltacaktır. Mutlaka ve mutlaka, Türkiye ve Suudi Arabistan gibi ülkelerin stratejik önemlerini değiştirecektir. Yine ‘yeni Türkiye’ demeleri mümkün, ama bunun ılımlı İslam ile olma ihtimalı artık daha da düşüktür. Tayyip ve ekibi ile olmayacağı da kesindir.

Bu noktada, açıkça söyleyebiliriz ki, bu 20 yıllık proje, Türkiye’de İslam’a büyük ölçüde zarar vermiştir.

İslam uzun süre, emperyalizme karşı mücadele ile birlikte anılmıştı. Ama ABD patentli, SSCB’ye ve komünizme karşı savaşa endeksli yeşil kuşak projesi ve ardından geliştirilen bu ılımlı İslam projeleri, İslam’ı, emperyalist güçlerin oyuncağı hâline getirmiş gibidir. Kuşku yok ki, bunun dışında İslamî güçlerden, hâlâ anti-emperyalist olan güçlerden burada söz etmiyoruz.

Erdoğan, “allahın bütün vasıflarını taşıyan adam” hâline geldiğinde olup bitenden söz ediyoruz. Müteahhitlik işlemlerinden, ortaya çıkan korkunç soygun ve rant sürecinden söz ediyoruz. Allah zenginliği istediğine verir derler, Erdoğan ve çevresi, bu artan zenginlikleri nedeni ile olsa gerek, seçilmiş ilan edildiler. Karaman, kendisi düne kadar saygın bir din adamı, en azından hakkaniyete sahip bir kişi olarak bilinirken, birden bire, rüşvet ve yolsuzluklar konusunda fetvalar vermeye başladı. Efendim halife de %10 alırmış gibi. Yenilen rüşvete, korkunç boyutlardaki yolsuzluğa böyle yaklaşan bir mantık, ne İslam’ı bir yere taşıyabilir, ne de eğer varsa bir gelecek planları, bunu kurabilir. Hırsızlığa onay veren fetvalar çıkarmak, hangi zaman diliminde olursa olsun, o kişilerin savunduğu değerlerin tümüne zarar verir. Burada, bunu İslam adına yapmaktadırlar.

Bizim zaten bu süreçteki tutumumuz taraflıdır, bu nedenle, biraz daha karşı tarafın argümanlarını dikkate alalım diyerek yavaşlasak, maalesef daha kötüsünü görüyoruz.

Bir savunma, Erdoğan’ın, kutsal bir amaç için, kendisi için değil, bu serveti biriktirdiği yolundadır. Bir gazeteci, ben bu paraları gözümle görsem, Erdoğan’ın bunları yarın hayırlı bir iş için kullanmak üzere evinde topladığını, zekât olarak aldığını düşünürüm yollu konuşmuştu. Detayları bir yana bırakalım. Bu gazeteci diyor ki, bizim tüm İslam âlemi için bir amacımız var. O ayakkabı kutularının içindeki paralar Kosova’ya okul için gidiyordu vb. Erdoğan da İslam âlemini emperyalizmin zulmünden kurtarmak için, her yol ve araçla para toplamaktadır. Dediğinin özeti budur. Hırsızlık olduğuna bakmayın, aslında bunlar ulvi bir amaç içindir.

Biz devrimciler, devrim için, gideriz büyük zenginlerin paralarına kamu adına el koyarız, devrimden önce kısmî bir kamulaştırma yaparız. Dünya tarihinde bunun sayısız örneği vardır. Ama birincisi, bunu kendi çıkarlarımız için kullanmayız, ikincisi bunu yakalanmadan önce de savunuruz.

Erdoğan, eğer bir halife ise, gizli bir halifelik kurulmuş ise (ki bu durumda IŞİD ile halifelik üzerinden bir savaşa tutuşmuş olmaları da gerekir) ve buna dayalı olarak %10 alıyorsa, bunu önceden ilan etmelidir. Öyle ya, belki destek verecek olanlar, gönüllüce verirler de, o da kaçırmak zorunda kalmaz. Belki onlar doğrudan Kosova’daki okula kendileri götürler de, sonrasında böylesi yalanlar uydurulmak zorunda kalınmaz. Paranın tümünü Bilal’in vakfına depolamak gerekmez, TIR’ların içinde silâhlar olduğunu ve paralarını Katar şeyhinin Bilal’e ödediğini gizlemek zorunda kalmazdınız. Hem sonra, burada kimden ne gizleniyor? ABD, CIA, Gülen, Almanya, İsrail, İngiltere biliyor, her şeyi biliyor ise, kimden bu gizlilik, halktan mı? Hırsızlığa ulvi bir amaç eklediniz mi, aslında o inançları da yerle bir etmiş olursunuz. Yaptıkları da budur, İslam adına savunulacak bir şey yapmıyorlar.

Diyelim ki, Erdoğan’ın amacı İslam dünyasını ayağa kaldırmak olsun. Bu Osmanlıcılık değildir. Yani, biz bir imparatorluk kuracağız değil de, biz, İslam dünyasının hep birlikte emperyalist boyunduruktan kurtulmasını sağlayacağız olsun. Amaç bu ise, Erdoğan bir yolunu bulumalı ve NATO’ya ait tüm sırları aleni hâle getirmelidir. Mesela Suriye’ye karşı savaşı desteklememesi gerekir, tersine İslamın kurtuluşu’ndan sonra Suriye ne olacak diye tartışıyor olması gerekirdi. Suriye’de, Irak’ta, ABD adına tetikçilik yaparak, ulvi amaçlar mı gizleniyor? Öyle ise ne zaman bu ulvi amaçlara uygun bir tek adım görebileceğiz? ABD ne istiyorsa yapmak, acaba bir yol mudur?

Bu hanım gazeteci, kusurumuza bakmasın ama onun düşüncelerini haklı çıkartacak hiçbir şey bulamadık.

Diyelim ki, proje Osmanlıcılık olsun, öyle anlaşılıyor ki, Davutoğlu’nun böyle hayalleri var. Bu durumda, bölge devletlerinin zayıflaması, yok edilmesi yolu ile bir imparatorluk peşinde oldukları açıktır. Bu ne demektir? Bu emperyalizmi kovmak değil, bu ABD adına, bölgede büyük bir imparatorluk olmak demektir. Hayaldir, çünkü, emperyalizm denilen şeyi, bir dirhem anlamamaktır. Dahası, İslam tarihini, bir dirhem olsun bilmemektir. Tam bir cehalettir. Biraz tarih bilen herkes, biraz emperyalizmi tanıyan herkes, ABD’nin emrinde büyük bir devlet olup da, oradan bağımsızlık bulmanın, çocukların bile kurmayacağı bir hayal olduğunu bilir. Buna ham hayal deniyor. Üzerinde egzersiz yapılmamış, defalarca kurgulanıp ele alınmamış demektir.

Ve aklımıza bir temel soru geliyor. Acaba, ister Osmanlıcı olsunlar, isterse büyük bir İslamî özgürlük ve bağımsızlık hareketi başlatmış olsunlar, diyelim ki zafere ulaştılar, işler nasıl yürüyecek? Mesela Türkiye NATO’da mı kalacak? Dağ gibi yiğit Erdoğan, muktedir de olmuş iken, %10 rant için verdiği kavganın binde birini NATO’dan çıkmak için verse acaba olmaz mı? Yoksa ona daha sıra gelmedi mi? İşler nasıl yürüyecek, yine ihaleleri kardeş firmalar mı alacak? İşler nasıl yürüyecek, yine madenlerde işçiler sırf fıtratında var diye mi ölecek? İşler nasıl yürüyecek, toprak ağaları mı olacak? İşler nasıl yürüyecek, birkaç dünya zengini istedi diye Karadeniz’in dağları 2600 km yol ile delik deşik mi edilecek? İşler nasıl yürüyecek, yine rüşvet diz boyu mu olacak? İşler nasıl yürüyecek, bir bürokratın, bir varlıklının oğlu bir kişiyi arabayla ezince olay kapatılacak mı? İşler nasıl yürüyecek, yine mülk muktedirlerin mi olacak, günlük hayatta mülk muktedirlerin, dua sırasında mülk allahın mı olacak?

Eğer bunlar değişmeyecekse, eğer sizin düzenininiz yine bugünkü gibi olacaksa, sizin bugünden bir farkınız olmayacaksa, ulvilik bunun neresindedir. Dünkü düzenin savunucuları, kendi düzenlerini, kendi egemenliklerini kendileri için cennet diye sunuyorlardı bugün de siz aynısını yapıyorsunuz, farklılık nerededir, ulvilik nerededir?

Siyasal İslam, büyük ölçüde, neo liberal politikalarla örtüşmektedir. Ortada, kurulu sisteme karşı bir mücadele varmış gibi yapılmaktadır. Bunun için simgeler bulunmakta ve din acımasızca kullanılmaktadır. Mesela camilerin yapımı, mesela başörtüsü vb. Oysa, ülkenin tüm fabrikaları satılmaktadır. Neo-liberal politikalar dışında bir politikası olmayan bir İslamî hareket, düzenin bugüne kadar verdikleri dışında kime ne vaat edebilir.

Neo-liberal politikalara karşı adım atmak için, neyi beklemeleri gerekiyor?

Mesela iş güvenliği, mesela sendikalaşma için neyi beklememiz gerekir? 300’den fazla işçi öldüğünde fıtratından söz etmek, utanılası bir şey değil midir? Bu ayıbı, hiçbir kuvvet Erdoğan’ın yüzünden temizleyemez. Ve yetmedi, diyanet işleri, altında milyonluk zırhlı araba ile dolaşan, milli eğitim bakanlığından, sağlık bakanlığından fazla bütçesi olan diyanet işleri bakanlığı, katledilen işçiler için cuma hutbesi verdi. Bu hutbede, çalışanların ölmemesi için, aşırı önlemler almak,
allahın işine karışmak olarak ele alınmaktadır. Böyle sunulmuştur. Bu utancı, kim temizleyebilir? Madem diyanet işleri, bu kadar önlem almanın allahın işine karışmak olduğunu düşünüyor, neden kendisi zırhlı araba ile dolaşıyor, müsade etsin de kendisinin canını yaratan korusun. madem işyerlerinde önlem almak bu kadar allahın işine karışmaktır, bırakalım da cumhurbaşkanı, 300 kişilik koruma ordusu ile dolaşmasın, işin fıtratında ne varsa o gerçekleşsin, yaratan onu da korur diyelim olmaz mı? Sarayda çeşniciler tutmak, sarayı ışıkları ile konuşturmak, masal alemine kırk haramiler gibi dalmak, acaba, allahın işine karışmak olmuyor mu?

Demek ki, Erdoğan’a inanmış bir “masum”un gözü ile bakınca da durum iç açıcı değildir. AK Parti, bir Amerikan projesidir ve büyük ölçüde İslamî hareketi emperyalist sistemle bütünleştirme işini görmektedir. Kuşkusuz Türkiye’nin Ortadoğu’da bir Amerikan kaması olarak kullanılması vb. yanısıra.

Ve bir kere daha ortaya çıkıyor ki, Erdoğan, büyük bir rant sistemi kurmuştur. Bu rant sistemi, havaalanı, otoyol, konut projeleri vb. yapmaya endeksli müteahhitlik sistemidir. Birkaç taşeron, Ağaoğlu, Mehmet Cengiz, Taş Yapı, Varyap vb. etrafında toplanmış, her biri belli bir yüzde ile çalışmaktadır. Erdoğan, açık olarak söylemektedir: Benim işim rant yaratmaktır. Onu yapmaktadır. Bunun içinde hiçbir islami referansı yoktur. O sadece oy alabilmek, mevcut cennetini sürdürebilmek için İslamî referanslara ihtiyaç duymaktadır. Ve onu seçenler için bu önceden bilinmektedir. Erdoğan, bu nedenle seçilmiştir.

Şimdi, Şems rolüne bürünmüş Ethem Sancak, bir yandan havuz medyasının nimetlerinden yararlanıyorken, bir yandan da kendi Mevlana’sını bulmuş olmayı itiraf ederek, aslında İslam tarihini kirletmektedir. Bunu biz, İslamî referanslarımızın kuvvetli olması nedeniyle söylemiyoruz, bu tarihe, üzerinde yaşadığımız ve her yönü ile bizim olarak kabul ettiğimiz tarihimize sahip çıktığımız için söylüyoruz. Onun Mevlana’sı ile ilişkisinde %10 var, havuz medyası var, krediler var, rant var. Bu kadar ile kirliliğin boyutlarını anlamaya yeter.

Bugün, bir proje olarak, Erdoğan projesinin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Bu proje, bugün, her zamankinden daha fazla tahripkâr olmaya başlamıştır. Bölge halkları için savaş naralarının atıldığı bir ortamda, milyonlarca insanın ölümüne sessiz kalmak ya da açıktan destek vermek anlamına gelmektedir. Irak savaşında milyonlarca Iraklı öldü, milyonlarcası evlerinden sürüldü, yüzbinlerce kadının ırzına geçildi. Suriye’de ‘kardeşim Esad’dan ‘zalim Esed’e geçilirken milyonlarca Suriyeli evlerinden oldu, yüzbinlercesi öldü. Esad’ın zalimliklerine karşı konuşanlar, halkların katliamlarına gizlice destek verdiler. Bölgeyi
cehenneme çevirdiler. ABD, Erdoğan ve AK Parti olmadan, bu işi bu denli kolaylıkla yapamazdı.

Bugün, Erdoğan’ın kullanım süresi bitmektedir. “Bu adamı süpürmeyin, kullanın” sözünün sonuna gelindi. Şimdi Erdoğan, iktidarını kaybetme sürecindedir ve birden kahraman rolüne bürünmesi boşunadır. Kalkar da eğer, kendi suçlarını bir bir sayarsa, kalkar da eğer bölgedeki ABD politikalarını bir bir açıklarsa, kalkar da eğer, şimdi tüm bu günahlarımla, durum şudur diye ortaya koyarsa, belki siyasal olarak intihar etmiş olur, ama gerçekten saygı duyulacak bir şey yapmış olur.

Bu elbette ki mümkün değildir.

Ama durum tamamen budur.

Dünyada neo-liberal politikaların artık sonu görünmektedir. Kapitalizmin insanlık için sürdürülebilir bir sistem olmadığı artık açığa çıkmaktadır. Neo-liberalizme bulaşmış hiçbir hareket, temiz kalamaz. Buna siyasal İslam da dahildir, radikal olduğunu söyleyen sol da.

Yunanistan ve AB

Demokrasi tartışması, aslında AB normlarını tekrar tekrar, en gelişmiş insanlık normları olarak cilalamak içindir. Daha iyisi yoktur demeye getiriyorlar. Ve ama, sen çalışacaksın, eğer sen Yunan halkı gibi hep tavernalarda eğlenirsen, bir gün kriz çıkıp gelir diyorlar.

İki uçta da yapmak istedikleri, büyük çaplı bir yalan ile, krizin faturasını Yunan halkına ödetmektir.

AB, ırkçılığı yükseldiği, devlet eli ile beslendiği bir yerdir. AB içinde ırkçılığı, yabancı düşmanlığını herhâlde desteklemeyen ülke yok gibidir. AB’nin gözde ülkeleri Fransa ve Almanya, Libya’da elleri kanlı saldırganlar blokundadır. Almanya, Ukrayna’da ABD tarafından tezgahlanan ve Nazi artıklarına dayanan çete devletinin mimarlarındandır. Sadece dünyanın çeşitli yerlerinde çıkarlarına uygun emperyalist politikalarına uygun politikalar sergilemiyorlar. Aynı zamanda, kendi ülkelerinde de halklara karşı şiddet ve terörü sürekli kullanıyorlar.

Evet buna rağmen, AB ülkelerinde, bizim ülkemizdeki burjuva demokrasisi ile kıyaslandığında, daha gelişmiş bir burjuva demokrasisi var.
Yunanistan ile kıyaslandığında ise, bir dirhem olsun ileride olmadıklarını söylemek mümkündür.

Ama bu kriz fırsat bilinerek, tüm halklara, demokrasi kulübü olarak AB sunulmak istenmektedir. Onların demokrasisinin üzerindeki şalı kaldırdığınızda, faşizmin dişlilerini görmek zor olmayacaktır. Bu nedenle, biz bu devlete “tekelci polis devleti” diyoruz. Ülkemizde, polis uygulamalarını, devlet terörünü gündeme getirdiğimizde, eline fırsat geçince Erdoğan, hemen bakın diyerek, ABD’den, Almanya’dan, Fransa’dan örnekler veriyor. Yanlış değildir. Oralarda da bu var. Yanlış olan, bu yolla kendi polisinin, askerinin, devletinin terör uygulamalarını haklı göstermektir. Erdoğan, ABD’de polisin siyahlara karşı şiddetini gördüğünde, açıkça çıkıp, efendilerine seslenip, sizi kınıyorum, bu yüzyılda hâlâ siz ırkçısınız, kafatasçısınız, demeliydi. Yoksa, bizim ülkemizde, Gezi’de halka ateş açan polisleri savunmak için Amerika’dan bir tas su getirmesi, onu kurtarmaz.

Böylece, işin bir ucunda demokrasi tartışması olduğunu görüyoruz.

Nitekim Çipras, durumu görerek, kendilerine dayatılan kemer sıkma politikasını, krizi halka ödetme politikasını referanduma götürdü. Oldukça güzel bir hamle idi ve nihayetinde de halk tarafından reddedildi. Ama yine de Çipras, AB’nin “kurtarma” paketini kabul etti.

Bizim ülkemizde halk arasında şöyle bir espiri vardır: Evde arkadaşlar yemek yiyecekler, menemen yapılmıştır, tam o sırada birisi daha
gelir, diğerleri daha masaya oturmadan, menemeni yer bitirir. Ne yaptın derler ona, o da, “Amerikan yardımı” diye yanıtlar. Yani, elinizdekini alırlar ve buna yardım derler. Sizi batırırlar ve buna kurtarma paketi derler.

Yunan halkının tembelliği, her yolla her kanalda işleniyor. Burjuva medya, AB’nin tümü, başka yalan bulamamış. O kadar kısa süreli bir yalan söylüyorlar ki, yakında kriz, mesela Belçika’yı vurunca, mesela Hollanda’yı vurunca ne diyecekler? Şimdilerde kriz, Akdeniz sahilindeki ülkelerde dolaşıyor, İspanya, Portekiz, İtalya, Yunanistan gibi. Ama AB bu krizi, bu ülkeler ile atlatamaz ise ne olacak?

Krizin kaynağı, Yunan halkının tembelliği değildir. Tersine, onlarca yıldır uygulanan politikalardır. AB, onun etkili güçleri Almanya başta
olmak üzere, Fransa, Yunanistan’ı sürekli turizm ile ayakta duran, üretimi, sanayi yatırımlarını öldüren ülke hâline getirdiler. Yunan hükümetleri, buna yol verdi. Fabrikalar özelleştirildi, oldukça iyi oldukları denizcilik bitirildi, tarım yok edildi vb. Daha buraya kadarına bakınca, aklınıza son 20 yıllık Türkiye uygulamaları gelmiyor mu? Şeker fabrikaları vardı, kâğıt fabrikaları vardı, şimdi neredeler, yerlerinde otel mi var, yoksa Bilal’e bağlı taşeronların inşaatları mı yükseliyor? Ülkenin yeni üretime dönük yatırımlarının olmaması bir yana, mevcut var olanlar da yok ediliyor, arsaları aile çevresine peşkeş çekiliyor ve yerlerine, her birinin artık %10 ile çalıştığı, büyük patrona bağlı inşaat şirketleri yükseliyor, Ağaoğlu, Fi Yapı, Taş Yapı, Varyap, Cengiz İnşaat vb. Bunlar o kadar uçurumun kenarındadırlar ki, muktedirin, büyük patronun onları bir adım itmesi yeterlidir. Bu nedenle, tüm ülke inşaat sahasına çevrilmiştir. Bu nedenle, Samsun’da havalimanı var iken, Samsun’dan Ordu’ya 1 saatte gitmek mümkün iken, Ordu’da denizin ortasında havalimanı yapılmıştır. Bu limanı kimin yaptığını, ihalesinin ne kadar tuttuğunu bilin, gerisini anlarsınız. Ama Ordu’ya bir fabrika yapılması söz konusu bile olamaz.

İşte bu bizim yakından bildiğimiz politikanın aynısı, Yunanistan’da geliştirildi. Yunan turizmi, “bacasız sanayi” diye göklere çıkarıldı. Yunan turizmi ile Türk turizmi karşılaştırıldı ve hangi ülkede “hizmet daha iyi” diye yarıştırıldı. Öyle ya, kim daha fazla eğiliyor, kim anında masanın isteğini yerine getiriyor, onlar için önemlidir.

Şimdilerde bizim ülkemizde, Karadeniz dağlarını 2600 km yol ile birbirine bağlamak istiyorlar. Bu da aynı uluslararası güçlerin talebidir. Onların yılda 15 gün yaşayacakları maceralar için, kendilerine hizmet sunulacak, akıl almaz yatırımlar yapılmaktadır. Yatırım sırasında Erdoğan ve inşaat mafyası, zaten cebini dolduracaktır. Doğa mahvolacak, devlet kasasından akıl almaz ve anlamsız paralar harcanacak, ne fark eder ki?

Yunanistan’ı bu duruma getiren süreç, aslında tam da ülkenin yağmalanmasından kaynaklanmaktadır. Bir süre sonra, AB, Türkler de tembel, demeye başlayacaktır. Tarım arazilerini otellere, tesisilere verirsen, tarımda çalışmayı enayilik olarak göstermeye başlarsan, genç nesillere, sürekli olarak nasıl köşeyi dönerisin mantığını işlersen, seni aklasınlar diye rüşvetin her türünü başarı olarak sunarsan, yağma ve talanı bu denli körükler ve “bal tutan parmağını yalar” diye bunu açıklarsan, uzun sürmez, bir süre sonra, herkes tembel olmaya
başlar.

Kriz, egemen sınıfın krizidir her zaman.

Kriz sistemin krizidir her zaman.

Egemenler, bu krizi, uygun araçlarla, halka yansıtır, maliyetini halka ödetirler. Bizde de bunu yapıyorlar, bugün Yunanistan’da da yapmak istedikleri budur.

Mesele Yunan halkının tembelliğinde değildir. Olsa olsa, Alman zenginleri, Atina’daki tavernaları çok kalabalık buluyordur, bu kalabalığın azalması ve kendilerinin daha rahat eğlenmeleri için bunları söylüyorlardır.

Tüm bu sürece karşı, halk eyleme geçti. 2009 yılından beri, Yunan halkı direniyor. Ve sonunda Syriza ile, borçlarını ödememek, krizin maliyetini halka yüklememek, kemer sıkma politikalarını reddetmek üzere mesajını verdi.

AB, Çipras’a karşı restini çekti. Ya anlaşma ya da para yok dedi. Ve Çipras, durumu halkoyuna sundu. Halk, krizin faturasını ödetecek kemer sıkma politikalarını reddetti.

Ama Çipras’ın, Syriza başkanın direnişi kırılmaya başlandı. AB toplantısına katılmamayı deklere etti ama katılmak zorunda kaldı. Dahası, bazı açılardan yumuşatılmış olsa da, bir kemer sıkma politikasını kabul etmek zorunda kaldı.

Şimdi, gerçek anlamı ile bir demokrasi sorusu ortaya çıkmıştır: Halkın iradesi, bu krizin faturasını ödememek yolunda idi. Halk, Almanya’nın yalan propagandasına karşı çıkıyordu, hayır, bizim emeklilik maaşlarımızı siz ödemiyorsunuz diyordu. Bugün, Merkel, Yunanistan’a yardımı onayladı, kalkıp, Alman halkına, “Yunanistan’daki emeklilerin maaşlarını ödeyeceksiniz” mi diyecek? Bin kere hayır. Merkel’in gözü adalardadır, Yunanistan’ın diz çöktürülmesindedir.

Emperyalizm denilen şey anlaşılmadan, emperyalist güçlerin mali ve parasal mekanizmalarla nasıl ülkeleri kontrol ettikleri anlaşılmadan, bu süreç doğru görülemez. Sanki, AB ülkeleri, Yunanistan’ı kurtarmak için, ona havadan para veriyorlar.

Ödenecek borçların, %60’ı faizlerden oluşmaktadır. Sadece bu bile, ne kadar kârlı bir iş yaptıklarını, Yunanistan’a borç vermenin ne kadar
kârlı olduğunu göstermektedir.

İşin bir de Yunanistan bölümü vardır.

Ortaya çıkıyor ki, AB, bir demokrasi kulübü vb. değildir. Emperyalist güçlerden biridir. Almanya, Fransa ve İngiltere’nin denetiminde, dünyanın geleceği ile ilgili söz söylemek için organize edilmiştir. Bu nedenle, ABD, bu gücü içerden çökertmeye çalışmaktadır. Yine aynı nedenlerle, İngiltere, AB içindeki Almanya’nın artan etkisi karşısında, kendi bağımsız politikalarını uygulamaktan çekinmemektedir.

Yunanistan halkı, şimdi yeniden, kemer sıkma politikaları altında fakirleşecektir. Yunanistan’da turizm şirketleri, daha fazla yabancı sermayenin denetimi altına girecektir. Almanya, başarabilirse, Yunan gemiciliğini kontrol etmek için uğraşmaktadır. Bu Almanya’nın sıcak denizlere ulaşma hayalinde sıradan bir hedef değildir.

Ve elbette tüm bunları yaparlarken, Yunan halkları daha fazla tembellik etmeyip çalışacaktır. Daha fazla çalışmak, daha fazla yoksulluk birlikte masaya konacaktır.

Syriza, bu sürece karşı bir tepkidir. Ama öyle anlaşılıyor ki, kapitalist sistem, sadece ve sadece devrimlerle durdurulabilecek.

Anlaşılmıştır ki, egemen güçlerin halkın iradesine saygısı yoktur, kendi çıkarları zedeneleniyorsa halkın ne istediğinin önemi yoktur. Ve sistemi değiştirmeyi, sistemi yıkmayı hedeflemeyen her türlü muhalefete, belli sınırlar içinde tahammül edebilmekte, onu sistemin içinde eritebilmektedirler.

Anlaşılıyor ki, sosyalizmden başka çıkış yolu yoktur.

Evet, SSCB’nin çözülmesinden bu yana, sosyalizmi savunmak, sosyalizmi istemek delilik olarak sunulmaktadır. Ama başka yol olmadığı da açıktır.

Bu mücadele bitmemiştir, henüz başlamıştır.

Yunanistan’da bir sosyalist devrim mayalanmaktadır.

Etkisi bize de yansımaktadır.

Selâm olsun Yunan halkının onurlu direnişine!