Ana Sayfa Blog Sayfa 279

15-16 Haziran yol gösteriyor metal işçilerinin direnişi büyüyor

  • Birleşik Metal-İş’e bağlı metal işçileri Ocak ayında bir greve çıktılar. Çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve toplu sözleşme haklarının gaspının ortadan kaldırılmasına ilişkin… 10 farklı kentte ve 22 farklı fabrikada başlayan 15.000 işçinin katıldığı grev 29 Ocak tarihinde Bakanlar kurulunun aldığı kararla ertelendi.

Bakanlar kurulu grevin “milli güvenliği tehdit edici nitelikte” olduğuna karar vermiş, Birleşik Metal-İş önce kararı tanımıyoruz demiş sonrasında ise “yasa dışı bir greve dönmeden biz işçileri fabrikalara sokarız” demişti.

Bakanlar kurulu haklıydı “milli” güvenlik tehlikedeydi, işçilerin güvenliği zaten genelde tehlikededir. Birleşik Metal-İş de haklıydı, sendikaların asli görevi işçileri fabrikalara geri sokmaktır en nihayetinde…

  • Mayıs ayında imzalanan TİS (Toplu İş Sözleşmesi)’te ücretlere ilk altı ay yüzde 7 artı 70 kuruş, ikinci altı ay yüzde 7 artı 20 kuruş, üçüncü altı ay enflasyon artı 15 kuruş, dördüncü altı ay için ise enflasyon artı 15 kuruş zam yapıldı. İmzalanan sözleşmeyle Bosch işçilerinin ücretleri MESS (Metal Sanayicileri Sendikası) sözleşmesi kapsamında olan diğer fabrikaların ücretlerini geçti.

Bursa’da Renault, Coşkunöz, Mako, Delphi fabrikalarında çalışan metal işçileri; Bosch’ta kendileri gibi Türk-Metal’e mensup olan işçilere daha yüksek ücret verilmesine karşın kendileri için de daha iyi sözleşme talebiyle eylemlere başladı. Yürüyüşler, yemek boykotları ve sendika önünde protestolarla devam etti.

Coşkunöz, Renault, ve Mako fabrikalarından öncü işçilerin oluşturduğu ‘Fabrikalar Arası Kurul’ bu tepki ve arayışı koordineli hale getirerek ortak talepler etrafında bir dizi karar aldı.

İşçiler taleplerini üç başlıkta topladı:

  1. MESS ile imzalanan yürürlükteki sözleşme Bosch ile imzalanan sözleşmeyle yenilenecek.
  2. Sözleşme görüşmeleri sendikanın belirlediği temsilcilerle değil, sendikadan bağımsız, işçilerin seçtiği temsilcilerle yürütülecek.
  3. Hiçbir işçi işten çıkartılmayacak

“Taleplerimizi kabul edeceksiniz, polise haber verirseniz fabrikanızı kaybedersiniz!”

Bu talepler için işçiler patrona ve Türk Metal sendikasına 5 Mayıs’a kadar süre tanıdı. Tarihler 5 Mayıs’ı gösterdiğinde hiçbir değişiklik yapılmadı. İşçiler Türk Metal’den toplu istifa için buluştu. Türk Metal mafyası, işçilere saldırdı. İstifa dilekçelerinin alınacağı bilgisayarlar parçalandı.

16 işçi işten atıldı.

Renault işçileri kararlı: “Arkadaşlarımız işe geri alınmazsa üretim falan yok!” dediler. Patron görüşme istedi, temsilciler gitti, görüştü. Geriye kalan talepler için 21 Mayıs’a kadar süre istedi ve işçileri işe geri almak zorunda kaldı. Renault işçileri, iş başı yaptı.

“Dönmek yok! Ölmek? O bizim ‘fıtrat’ımızda var”

  • 15 Mayıs’ta patronun ek zam talebini reddetmesi üzerine sabah 08.00 civarında fabrika önünde 4 bin 500 işçi toplandı. İşçiler ‘olumlu bir sonuç çıkmazsa direnişe devam edeceğiz’ dedi.

16 Mayıs’ta binlerce metal işçisi Renault önünde direnişini sürdürürken Tofaş ve Coşkunöz Fabrikalarında da işçiler üretimi durdurup direnişe geçti. İşveren yaptığınız eylem ‘yasadışıdır’ diyerek işçileri tehdit etti. Tofaş ve Renault yönetimi pazartesiye kadar tatil kararı aldığını açıklarken, Coşkunöz’de ise yönetim pazartesiye kadar üretimin devam etmesini istedi. İşçiler yönetimin talebine “Ölmek var dönmek yok!” sloganıyla yanıt verdi.

“Söz uçar yazı kalır, üretimden metali alın geri neyi kalır…”

17 Mayıs’ta Vali, fabrikaların insan kaynaklarından, MESS ve Türk Metal Sendikası’ndan yetkililerle görüşüp uzlaşma sağlamaya çalışacağını belirtti. “Kimse işten atılmayacak” sözleri üzerine işçiler “imza istiyoruz” “sözle hareket etmeyeceğiz” karşılığını verdiler.

 

Üretimin durduğu üç fabrikaya 18 Mayıs’ta Mako, 19 Mayıs’ta ise Valeo katıldı.

Renault marka arabası olan insanlar, markanın üzerine kağıtla “diren” yazarak Renault direnişine destek olmaya başladı. Destek bununla da sınırlı kalmadı, İstanbul’da, Ankara’da İzmir’de Metal İşçisine destek eylemleri yapıldı.

Bu arada TOFAŞ’ın patronu tarihi bir karar aldı. Belki de dünya üzerinde ilk defa bir patron üretimi durdurma kararı aldı, ilk olan kısmı ise fabrikada işçiler üretimi durdurduğu halde üretimi durdurması… Ambulansın arkasına takılıp trafiğin önünde açıldığını düşünmek gibi yani… Ambulansın içinde yatan sermayesinin derdiyle hem de…

Bursa KESK şubeler platformu metal işçilerine destek için basın açıklaması yaptı, işçilerin talepleri derhal karşılanmalıdır dedi. Çağdaş Hukukçular Derneği ise yazılı bir açıklama yaptı, metal işçilerine destek olmak için… Akademisyenler de imza topladı. “Yaptığınız insan haklarına aykırıdır” dedi.

“Soru bir sendika nedir? Soru iki sendika kimin hakkını savunur? Soru üç Türk Metal bir sendika mıdır?”

21 Mayıs’ta Ankara’da Koç Holding’e bağlı Türk Traktör fabrikası içinde yürüyüş yapan işçiler, fabrika yöneticileriyle yaptıkları görüşmenin ardından mesaiye kalmayarak fabrikadan ayrıldı. Türk Metal sorgu işleri daire başkanlığı tamamen duygusal sebeplerle işçilerin yanına giderek masumane sorularını sordu “Neyden memnun değilsiniz? Buralarda Müslüm denen bir hıyar varmış?”

  • Coşkunöz işçileri, direnişlerini sürdürürken temsilciler yerine takım liderlerini görüşmeye çağıran patron direnişin gerisinde kalan takım liderlerini işe geri dönmeye ikna etti. Coşkunöz işçisi işe dönmeyi reddetse de ertesi gün yayılan ‘çok insan işe geri döndü’ söylentisiyle direniş kırıldı. İşçiler diğer fabrikaları uyardı: Kendi temsilcilerinizden vazgeçmeyin!

“e-artık yeter, e-bu da sendika mı, e-biz de insanız”

Kocaeli’de, Türk Metal’den toplu halde istifa edeceklerini açıklayan Ford Otosan işçileri, Sabri Yalım Parkı’nda bin 500 işçinin bir araya gelmesiyle e-devlet üzerinden istifalarını gerçekleştirdi. İstifanın ardından bir basın açıklaması yapan işçiler daha önce açıkladıkları taleplerinin karşılanmasını istedi.

  • 22 Mayıs’ta 6 saat süren toplantı sonunda Renault işçilerinin talepleri önce fabrika yönetimi tarafından kabul edildi. Kabul edilen protokolün işçi temsilcileri tarafından imzalandığını da belirten işçiler daha sonra MESS’in fabrika yönetimiyle ayrı toplantı talep ettiğini ve 2 saat sonrasında imzalanan protokolün yok sayılıp yeni ve bilindik dayatmayla gelindiğini söylediler. MESS işçilerin taleplerini tabi ki reddetti.

Sendikaysa sendika, üyesinin hakkını savunan sendika MESS!

Sabah saatlerinde patron fabrikada çalışan memurlara işçi kıyafeti giydirip üşenmeden basını çağırıp fotoğraf çektirip “işçiler iş başı yaptı” diye son dakika yalan haber servis etti. Bu kadar uğraşı işçiler için verseydi, işçiler gerçekten iş başı yapabilirdi…

  • Tofaş’ta bir işçi bebeğini kaybetti. Eşi düşük yaptı, haberi gelince ağlayarak ‘direnişi bırakamam’ dedi. İşçi sınıfının kararlılığı, ölüm karşısında yaşamın nasıl bir inançla savunulacağını bir kez daha gösterdi.

Kocaeli Spor taraftar grubu Hodri Meydan, ‪Ford‪ ‎Otosan direniş alanına geldi, işçileri ziyaret etti. Ford işçileri, gece yarısı servislerle kapıya gelerek “hadi gidelim” diyen patrona da kulak asmadı. Sonuçta işçi sınıfı geceleri eğlenmeye pek vakit bulabilen bir sınıf değil. İşçilerin patronun gündüz böyle bir teklifle gelmesi durumunda teklifi değerlendirebilecekleri düşünülüyor.

25 Mayıs’ta Türk Traktör, Türk Metal sendikasının gitmesi, yemek ve servislerinin iyileştirilmesi, Cumartesi izinlerinin geri verilmesi, ücretlerin saat ücreti üzerinden BOSCH’da imzalan sözleşmeyle aynı oranda olması ve eylemlerden dolayı kimsenin işten atılmamasını talepleriyle direnişe geçti.

  • Direnişe Bekaert, Baysan Kazan, Çelikord, Manga Otomotiv’den sonra UNİLEVER fabrikası işçileri destek vermeye başladı.

Ford Otosan firmasının Eskişehir’in İnönü ilçesindeki fabrikasında çalışan işçiler,’ücretlerinde iyileştirme yapılması’ ve ’Türk Metal Sendikası’nın Ford fabrikasından çıkması’ talepleriyle fabrika bahçesinde iş bırakma eylemine başladı.

  • Renault’ta işçi temsilcileriyle patronlar arasında yapılan görüşme yaklaşık 7 saat sürdü. İşçilerin kimsenin işten atılmaması ve işçi temsilcilerinin muhatap alınması talepleri kabul edilirken, avans, pirim ve banka promosyonu verileceğini ancak saat ücretlerine zam yapılmayacağının bunun için bir ay süre istendiği patronlar tarafından dile getirilmesinin ardından işçilerden “Teklifiniz sizin olsun, biz direnmeye devam ediyoruz” kararı çıktı.

26 Mayıs’ta Ford Otosan direnişinin temsilciler kurulunda yer alan iki işçi işten atıldı.

  • Kartal ve Gölcük’te bulunan fabrikalardaki İşçiler ile iletişime geçmeye çalışan Eskişehir Ford işçileri Türk-Metal tabelalarını söküp diğer illerdeki arkadaşları ile birlikte birlik sağlanırsa yeni bir sendika kurmaya hazırlanıyor.

Bolu’daki Arçelik fabrikasında çalışan yaklaşık 600 işçi, Ford fabrikasında eylemlerini sürdüren işçilere destek vererek yetkili sendika Türk Metal Sendikası’nı alkış ve ıslıklarla protesto etti.

  • Gebze Organize Sanayi’de kurulu bulunan Türk Metal’in örgütlü olduğu Arçelik LG fabrikasında işçiler yarın sabahtan itibaren eyleme geçme kararı aldı. Ancak bu haberi duyan patron, işçileri ücretli izne çıkardı. Patronun işçileri bu kadar çok düşünüyor olması göz yaşartıcı…

Polatlı’da bulunan ORS işçileri 500’e yakın işçi, “Türk Metal istifa” sloganları atarak sendikaya tepki gösterdi.

  • İzmir Çiğli’de Kurulu CMS fabrikasında işçiler fabrika içerisinde eylem yaptı. “Türk Metal istifa”, “Türk Metal gidecek dertler bitecek”, “Türk Metal defol CMS bizimdir” sloganları ile yürüyen işçiler daha sonra fabrika dışında açıklama yaptılar.

Metal işçilerinin direnişi devam ediyor. Direniş yayılıyor, her toplu sözleşme döneminde işçileri yüz üstü bırakan Türk Metal’den, Bakanlar Kurulu kararını alın yazısı olarak kabul eden Birleşik Metal-İş’ten, tabela sendikacılığı yapan Çelik-İş’ten haliyle ümidi kesen işçiler kendi sendikalarını kurmak için kollarını sıvadı.

 

METAL İŞÇİSİ

KENDİ GELECEĞİNİ

KENDİ ELLERİNE ALMALI

Bu yazıda birbirine bağlı üç başlık var;

  1. Temsilcilerin seçimi
  2. Yeni bir sendikanın kuruluş süreci
  3. Nasıl bir sendika?

Meselenin özü, işçilerin kendi geleceğini kendi ellerine almasıdır. Türk Metal gibi bir sendika mafyasını fabrikalardan silmeyi başardıysak – ki bu, 12 Eylül sendikacılığının ruhuna fatiha demektir- kendi sendikamızı da kurabiliriz.

İşçi Gazetesi olarak bu konudaki görüşlerimizi; belki bazı soru işaretlerine açıklık getirmek, belki bazı tartışmalara katkı yapmak amacıyla işçi arkadaşlarımızla paylaşıyoruz.

Renault fabrikası, ilk ateşin yakıldığı yerdir.

Hala devam eden mücadele sürecinde kritik rol oynamaya devam ediyor. Mücadelenin kalıcı bir örgütlülüğe dönüşmesinde Reno işçilerinin atacağı adım diğer yerleri etkileyecektir.

Görüşlerimizi Reno fabrikasını baz alarak ifade edeceğiz.

TEMSİLCİLERİN SEÇİMİ

Esas olan tüm üretim birimlerinin temsiliyetini sağlamaktır.

  • Mevcut direniş süreci temsilcileri seçimin ön hazırlıklarını yürütmeli. Görev almak istemeyenlerin yerine işçilerin önerdikleri yeni arkadaşlar geçmeli.
  • Fabrika yönetimi ile imzalanan protokol gereği seçim için gerekli zaman ve ortam ayarlanmalı, evrak, sandık vb. gibi teknik ihtiyaçlar temin edilmeli.
  • Her depatman/birim hiçbir baskı ve dayatma olmadan kendi temsilcilerini gizli oy-açık sayım esasına göre seçmeli… (Fabrika yönetiminin öne sürdüğü ya da Türk Metal atıklarının araya sokmak isteyeceği ikili oynayan kişiler açıkça uyarılıp devre dışı bırakılmalı)
  • Seçilen temsilciler tüm vardiya çalışanları önünde açıklanarak sonuç deklere edilmeli… Tüm vardiyaların temsilcilerinin listesi Türk Metal’in kovulduğu işçi temsilciliği odasına asılmalıdır.
  • Her vardiya seçimde aldığı oy oranına göre 3 kişiden oluşan “Vardiya Temsilcisi” seçmeli. (3 vardiya temsilcisi kendi arasında dönüşümlü olarak 1 kişiyi “Vardiya Sözcüsü” olarak belirleyebilir.)
  • Üç vardiya ve artı 08/5 vardiyası ile birlikte 3’er kişiden 12 kişi, Reno’nun “Fabrika İşçi Kurulu”nu teşkil etmiş olacak.
  • Bu 12 kişilik Fabrika İşçi Kurulu kendi arasında en az 3 kişilik bir “Yürütme Kurulu” seçmeli.
  • 12 kişilik kurul tüm fabrika işçilerinin tam temsiliyetinden sorumlu oluyor. Bu kurulun seçtiği 3 kişilik yürütme ise şu anın acil ihtiyacı olan yeni bir sendikanın kuruluş sürecini üstlenmeleri gerekiyor.

Her kurulun neler yapacağı, nasıl bir işleyişinin olacağı daha ayrıntılı ele alınabilir. Bunu her fabrika kendisi tartışıp belirleyebilir, ya da boza-yapa öğrenilir…

Mesele isim koymak değildir, doğru ve işleyen bir sistem kurmaktır. Doğru ve işleyen sistem işçinin; “bunu ben-biz kurduk, artık söz ve karar bize aittir” duygusuyla kendi eliyle kurduğuna sahip çıkmasıdır.

“Seçtik, bitti!” deyip sormadan sorgulamadan eski halimize dönersek, yarın; “bunlar da bizi sattı!” deme hakkımız olamaz…

YENİ BİR SENDİKANIN KURULUŞ SÜRECİ

Metal işçisi arkadaşlar şu anda yeni bir sendika kurma hazırlığı yapıyor. Türk Metal belasından kurtuldular. “Şuna üye olalım” diyebilecekleri güvenilecek bir seçenek de göremiyorlar. “Öyleyse kendi sendikamızı kendimiz kuralım” diyorlar. Ağır basan eğilim budur.

Bu konudaki önerilerimizi üstte yazdığımız satırlardan devamla şöyle özetleyebiliriz;

  • Reno’da 12 kişilik “Fabrika İşçi Kurulu”nun seçtiği en az 3 kişiden oluşan “Renault Fabrikası Yürütme Kurulu” seçim sürecini hızla tamamladıktan sonra, mücadeleye atılan fabrikalar başta olmak üzere tüm metal fabrikalarına çağrıda bulunacak.
  • Çağrının özeti şudur; “Kendi sendikamızı kuruyoruz.. Her fabrika, işçilerin onayını aldığını belgeleyerek (her fabrika göndereceği temsilcileri kamuoyu önünde deklere etmeli) sendikamızın kuruluşunu gerçekleştirmek üzere temsilcilerini belirlesin. (Toplantı tarihi, yeri, saati verilip netleştirilmeli.)
  • Her fabrikanın süreci, sıkıntıları farklı olduğu için tam katılım beklenemez, başlangıçta şart da değildir. Ancak, işkolunun; Ford, Türk Traktör, Tofaş, Arçelik, Mako, Coşkunöz, Ototrim, ORS, CMS ve daha sayamadığımız kritik fabrikalarını sürece katmak gözetilmelidir.
  • Sendika kuruluşunda, emek mücadelesinde güvenilirliği tartışılmayan, bu konuya hakim hukukçu dostlarımızdan destek talep edilmelidir.
  • Sendikanın ismi konusunda oraya buraya çekiştirme olacaksa düz ve net; “Metal İşçileri Sendikası” (MİS –gibi!) olabilir.
  • Sendikanın kuruluşu teknik olarak herhangi bir köy derneği kurmak gibidir. Asıl olan “Nasıl bir sendika” sorusuna verilecek yanıttır.

Bu konuda mesele geç kalmamaktır… Geç kalındıkça birlik ruhu zayıflar, her yerden ayrı sesler çıkmaya başlar. Tam da patronların ve fısat kollayan Türk Metal’in istediği ortam oluşur.

Metal işçilerinin üç-beş tane yeni sendikaya ihtiyaç yok! İşçileri birleştiren, işçilere ait olan, gerçek bir işçi sendikası gereklidir.

Ayrışmak kaçınılmaz hale gelmiyorsa, şu anki ilkemiz; “Tek yumruk, tek sendika!” olmalıdır.

NASIL BİR SENDİKA?

Basitçe şudur; Bize gerçek bir işçisi sendikası lazım;

  • İşçiler tarafından yönetilen, işçilerin ücretlerini ve fabrika içindeki çalışma şartlarını iyileştiren, işçilerin sosyal haklarına sahip çıkan ve tüm sosyal haklarını isteyen bir sendika istiyoruz…
  • Sendika işçilere kendi hakkı-hukuku konusunda eğitim verecek, işçiye bilinç taşıyacak; Bu boktan kapitalist sistem nasıl işliyor, nasıl bir sömürü düzeneği var, düzenin tüm gizli ve açık biçimlerini anlatacak… Bu amaçla beleşten para yiyen göstermelik uzmanlar değil işçi sınıfının davasına inanan, işçileri örgütleyebilen eğitimciler istihdam edecek.
  • Sendikanın kapıları ardına kadar açık olacak, işçiler kendi evine girer gibi girecek… Sendika ticari işletme değildir; “kızım üç çay” devri kapanacak. Her işçi kendi çayını alacak, her kes kendi bardağını yıkayacak.
  • Sendika şeffah olacak… Geliri nedir, harcamalar nereye gidiyor, her işçi bu bilgilere ulaşabilecek, her ay panolara asılacak…
  • Gerçek bir işçi sendikası kendinden menkul olamaz… Petkim işçisi eyleme geçiyorsa, ‘bana ne ben metal sektörüne bakarım’ diyemez, tersine öbürü de ‘bana ne’ diyemez. İşçiler bir bütündür, bir sınıftır. Dünya işçileri de onun sınıf kardeşidir. Gerçek bir işçi sendikası, işçilerin birliğini ve dayanışmasını, halkların kardeşliğini savunacak, bu gerçeği üyeleriyle tartışarak benimsetecek.
  • Gerçek bir işçi sendikası toplumsal sorunlara duyarlı olacak… Soma’da yüzlerce işçi katledildi, Türk-İş 3 dakikalık eylem kararı aldı! Bu mudur duyarlılık? Memleket ayağı kalktı. Bu onursuzların insanlığı bile yok. Böyle işçi sendikası olamaz!
  • Tepedeki yöneticiler emperyalist devletlerin tetikçiliğini yapıyor. Açıkça IŞİD denilen katiller çetesini destekliyor, çeteler hergün Suriye’de, Irak’ta insan kafası kesiyor, ülke savaşa sürükleniyor, sendika buna sessiz kalabilir mi?

Nasıl bir işçi sendikası meselesi için daha çok şey söylenebilir. Temel noktaları itibariyle ifade etmeye çalıştık.

İşçi Gazetesi /1 Haziran 2015

 

 

 

Taksim-Gezi Direnişi’nin 2. yılı için İstanbul’da yürüyüş düzenlendi

Taksim-Gezi Direnişi’nin 2. yılı nedeniyle yapılan eylemler İstanbul’da başladı. Saat 13.00’te Mis Sokakta buluşan eylemciler Taksim’e doğru yürüyüşe geçti. Yürüyüşte sık sık “Bu Daha Başlangıç Mücadele Devam”, “Gezi Şehitleri Ölümsüzdür” sloganları atıldı. Fitaş sineması önünde polis barikatıyla karşılaşan kitle, Taksim-Gezi direnişinde yitirilenler için saygı duruşuna başladı, ardından barikatın önünde oturma eylemi yapıldı.
Önce Mücella Yapıcı konuştu. Konuşmasında “Bugün bizi Gezi’ye sokmayabilirsiniz ama unutmayın gün gelecek devran dönecek, hesap verecekler!” diyen Yapıcı’nın ardından Ali Çerkezoğlu mikrofonu aldı. Çerkezoğlu Gezi direnişinin hala devam ettiğine değinerek “Ethem’i Ankara’da kurşunla vurunca biter sandınız. Anlamadınız” dedi. Bir konuşmacı Ali İsmail Korkmaz’ı anımsatarak “Ne demişti Ali İsmail, ‘korkacaksın, titreyeceksin, yıkılacaksın adi hükümet’” dedi ve ardından “Korkunuzu Gerçeğe Çevireceğiz” sloganı atıldı.
Oturma eylemi sırasında Gülsüm Elvan da konuşma yaptı. “”Berkin küçücük yaşıyla kocaman yüreğiyle itibarını sıfıra indirdi. Bu da sana ders olsun Tayyip” diyen Elvan’ın ardından Gezi Direnişi’nde yitirilenleri temsilen İstiklal Caddesi üzerine karanfil bırakıldı. Kitle, saat 15’teki Kadıköy Özgürlük Parkı ve Beşiktaş Abbasağa Parkı’nda eş zamanlı yapılacak etkinliklere katılmak üzere dağıldı. (Direnişteyiz.net)

Direniş seli, Türk Metal’i yıkıyor

Gezi Direnişi, bu karartma politikasına bir darbe vurdu, bu karanlığı deldi ve gökyüzünü, güneşi bir parça olsun gösterdi. Karanlık delindi, korku duvarlarında delikler açıldı. İnsanlar yürüdü,
direndi, dayanışmayı geliştirdi ve kendilerinin yalnızlıklarını yendi. Herkesin bir hikâyesi oluştu, direniş hikâyeleri, gelecek kuşaklar için değil, önce ve öncelikle, herkesin kendisi için, herkesin
kendi geleceği için mücadele etmek için oluştu.

Ve bu direniş ruhu, derinde yer etmeye, bu direniş mayası tutmaya başladı.

Ardından meydana gelen her gelişmede, devletin her saldırısında kitlelerin duyarlılığı yeniden gelişti, sokaklarda direniş yeniden başladı. Torunlar inşaatın asansöründe ölen işçilerin ardından,
Soma’da 301 işçinin katledilmesinin ardından, Özgecan cinayetinin ardından, Kobanê saldırılarına TC devletinin “düştü düşecek”te ifadesini bulun utanmazca desteğinin ardından ve daha bir
çok saldırının ardından, kitleler, yeniden harekete geçti.

Ve Gezi ile “kimyası” bozulan muktedir ve çevresindekiler, Gezi’ye nasıl bir hınçla saldırdılarsa, nasıl TOMA’ları, mermileri devreye soktularsa, nasıl palalıları devreye soktularsa, nasıl linç
kültürünü diriltmeye çalıştılarsa, aynı biçimde, her yeni direnişe, bu korku ile saldırdılar. Akılları zorlayan bir korkudur bu. Hiçbir korkuya benzemez, egemenlerin cennetlerini, iktidarlarını kaybetme korkusu. Bu nedenle, büyük bir kinle saldırıyorlar.

Ve Bursa’da 15 Mayıs’ta işçiler, otomotiv işçileri üretimi durdurdu.

12 Eylül sendikacılığının en belirgin örneği olan olan Türk Metal Sendikası’nın örgütlü olduğu otomotiv sektöründe alttan gelen bu beklenmedik eylem, deprem etkisi yarattı, yaratıyor. Egemenler
hemen 15-16 Haziran’ı hatırladılar, yerindedir. Gezi’yi hatırladılar, yerindedir.

12 Eylül sendikacılığı, gerçekte, sarı sendikacılığın zirvesidir. İşçi sınıfı üzerinde, sendika mafyasının egemenlik kurması ve bu egemenliğin kurumlaştırılmasıdır. Sendika mafyasının en somut
ifadelerinden, en saf ifadelerinden biri, Türk Metal sendikacılığıdır. Bu sendikacılık, kapitalistlerin, patronların gökte arayıp da yerde bulduğu bir sendikacılıktır. Bu sendikacılık, işçilerin üzerine
bir sülük gibi yapışan, işçilerin kanlarını emen bir sendikacılıktır.

Bir yandan sendikaları bitirme, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma sürerken, diğer yandan, sendikalar eli ile tam bir devlet-mafya-patron denetimi. Yani, ya sendikasız olacaksın ya da sendika
mafyasına evet diyeceksin. Her iki hâlde de işçi sınıfı olarak varlığını inkâr edeceksin, kendini tanımayacaksın, kendi iradeni yok edeceksin ve patronların, devletin iradesine köle gibi tabi olacaksın. İşte 12 Eylül ile hukuklaştırılan sistem budur.

1- Otomotiv direnişi, Bursa işçilerinin başlattığı, “artık yeter” direnişi, bu tabloyu parçalamıştır.

Bugünden bu direnişin bir sonucu ortaya çıkmıştır, Türk Metal nezdinde, sendika mafyacılığı sonuna yaklaşmıştır. Bu çürümüş, bu asalak, bu işçi düşmanı sendikacılık deşifre olmuş ve büyük bir yara almıştır.

Türk Metal Sendikası’nın gösterdiği tepki bunun en açık kanıtıdır. Renault’nun patronundan çok daha şiddetli, çok daha saldırgan bir tutum almıştır. Türk Metal, kendi egemenliğini kaybetmiştir ve bunun gerisi gelecektir. On binlerce işçi Türk Metal’den ayrılmış, topluca istifa etmiştir.

İşçiler, Türk Metal’cilikten “Harranlı”laşmaya doğru açık net bir adım atmıştır. “Harranlıyız” dediler ve Türk Metal’den kopmaya başladılar. Türk Metal gibi asalak sendikacılığı, sırtlarından
atmaya karar verdiler ve bu konuda çok net bir tutum aldılar.

Evet, henüz, Bursa’da başlayan, Bursa’yı güzelleştiren otomotiv direnişi, yeni bir sendikal örgütlenmenin, yeni bir örgütlenmenin yolunu açmış değildir. Ama Harranlılar, aslında bu yola da baş koyacaktır. Harranlılaşmak, özgürleşmeye doğru bir adımdır, sırtından ağırlıkları atmaktır, ellerini toprağa bastırıp, dizleri üzerinden ayağa kalkma adımıdır.

Silkinme ve uyanıştır otomotiv direnişi.

Ve bu silkilen, işçilerin sırtından atılan Türk Metal’dir. Türk Metal yönetimi, o kadar aymazdır ki, açıkça işçileri tehdit etmiştir: “Kimsenin burnu kanamadan eyleme son verin” demiştir. İşçilerin
burunlarının kanaması konusunda ne kadar da hassaslar! Tehdide bak, polis, patron, bu tehditlerin gerisinde, gölgesinde kalmıştır.

Türk Metal’ın sendika olarak sonu görünmüştür. Mafya olmasa, onurlu bir sendika yöneticisi, bu denli işçiler tarafından reddedilen bir sendika yöneticisi, orada bir dakika durmaktan utanç duyar. Ama parasal bağlantılar, soyup soğana çevirmekten gelen refah, bunun önünde engeldir, hiçbir utanma duyguları yoktur ve bu, bugün açığa çıkıyor.

Direniş, aydınlatıyor.

2- Direniş aydınlatmadır. Direniş, en büyük öğretmendir.

İşçiler, birbirini etkileyerek, içlerinde besledikleri bireysel endişeleri, sendikaya karşı kötü hislerini, artık açığa vuruyorlar. Bu nedenle, Türk Metal’den ayrılma hızla yayılıyor. Sadece Renault’da değil, birçok fabrikada direniş geliştikçe, işçiler hem Türk Metal’den kopuyor, hem de haklarını alma mücadelesini yürütüyor. Direniş Kocaeli’ne, Eskişehir’e yayıldı, yayılıyor.

Bu, aydınlanmadır. Bu, farketme, bilincine varmadır, bu, düne kadar birikmiş düşüncelerin somut anlama bürünmesidir.

İşçiler direndikçe, çok sade biçimde, işçi kardeşliğini anlamaya, görmeye başladılar. Kendini tanımak, kardeşini, yanında eylemde yer alan kişileri tanımak ile başka bir anlama bürünüyor. İşçi
sınıfı, sınıf olarak kendini tanımaya, yeniden işçi sınıfı ruhunu hissetmeye başlıyor.

Bu daha başlangıçtır.

Gezi nasıl bir başlangıç ise, otomotiv direnişi, Türk Metal direnişi de bir başlangıçtır, daha henüz bir başlangıçtır.

Bursa’da başlayan, Eskişehir’e, Kocaeli’ne sıçrayan süreç, otomotiv direnişi, en büyük sonucunu Türk Metal konusunda işçilerin aldığı tutum nedeni ile vermiştir. Bu küçümsenemez bir kazanım, küçümsenemez bir ilerlemedir.

Artık, otomotiv işçilerinin de bir hikâyesi vardır. Tıpkı Gezi Direnişi’nde herkesin, tüm toplumun bir hikâyesi olduğu gibi.

3- Elbette bu bir başlangıçtır.
Eylem nasıl birleştiriyorsa, örgüt de o ölçüde özgürleştiriyor, gücü toparlıyor.

Örgüt güçtür, örgüt özgürlüktür. Örgüt, işçi sınıfının yalnızlığı yenmesi, işçi sınıfı bilincini, işçi kardeşliğini geliştirme anahtarıdır. Devlete, egemenlere, patronlara karşı gerçek bir örgütlenme, işçi sınıfının çıkarlarını savunabilme olanağı, işte güç budur.

Bu nedenle otomotiv direnişi daha başlangıçtır. Türk Metal’i sırtımızdan atmak bir adım, küçümsenemez bir adımdır, ama işçilerin şimdi esas gündemi, nasıl örgütleneceğimizdir. İşçiler, sendikal örgütlenmeyi geliştirmelidir. Bu sadece yeni bir sendikaya yönelmek değildir, bu işyeri temsilciliğini, her ana bölümde işçi temsilciliğini örgütlemekle mümkündür. Öyle ise, önemli bir halka, her ana birimde, fabrikanın her bölümünde işyeri temsilciliğini örgütlemek gerekir. İşyeri temsilciliği, gerçek bir işçi birimi olmalıdır, gündemi olmalı, düzenli toplanmalıdır. Her yıl, yeniden seçilmelidir. Seçilmiş olan bölüm işçi temsilciliğinin görevden alınabilmesi için bir anda tekrar seçim yapılmalıdır. Canlı bir işçi temsilciliği örgütlenmesi hayata geçirilmelidir. Elbette bu işçi temsilciliği, sendika ile dinamik, sürekli, düzenli bağ kurmalıdır. Sendikalar, sendika binalarında faaliyet gösteren bir örgütlenme olmaktan çıkarılmalıdır. Düzenli eğitimler yapılmalıdır, düzenli tartışmalar yapılmalıdır.

Bunun nüveleri, Bursa Renault’da, Türk Traktör’de, Mako’da atılmıştır. Eylemler içinde bunun nüveleri ortaya çıkmıştır. İşçilerin kararlı direnişinin ardında bu vardır. Bu olmadan, işçilerin bu başarılı ve sonuç alıcı direnişi devam edemezdi. Şimdi, hareketli anlarda gelişen bu işçi temsilciliğinin kurumlaşması gereklidir, bu doğrultuda sürekli ve kararlı bir çaba sarf etmek gereklidir.
Sendikacıların zaaflarını önleyecek şey budur.

Ve işçiler, nasıl ki bu direnişte, diğer fabrikalarla, kararlı ilişkiler kurabilmiş ise, buna devam etmeli, bunu örgütlemelidir. İşçiler, başka fabrikalarla, sendikalara rağmen, sendikaların engellemelerine rağmen, patronların tüm önlemlerine rağmen, devletin tüm tehditlerine rağmen bu ilişkileri kurabilmiştir. Fabrikaların her birinin direnişe katılması, işçilerin kazanması için büyük bir enerji yaratmıştır. Sınıf dayanışması, bu koşullar altında geliştirilmiştir.

İşçi sınıfının dayanışmasının ne sonuçlar doğuracağını en net bu eylemde, eylem sürecinin bizzat içinde, bir kere daha gördük. İşçiler, kararlılıkla, bu sınıf kardeşliğini geliştirmiştir. Bu dayanışmanın nelere yol açabileceğini, biz, hep birlikte Gezi Direnişi’nde de gördük.

Yaşasın sınıf dayanışması!

Dünyanın tüm işçileri kardeştir!

Birleşen özgür olur!

Eylem aydınlatır, örgüt özgürleştirir!

Seçim sonuçları ve olasılıklar

Anayasayı, işlerine geldiğinde ayaklar altına aldılar. İşlerine geldiğinde, mesela baraj meselesinde, anayasayı savunmaktan geri durmadılar. Egemenler, kendi iktidarlarını sürdürebilmek, istedikleri gibi sürdürebilmek için, kendi yasalarını çiğnemekten çekinmediler, bundan sonra da çekinmeyeceklerdir.

korumak için, iç güvenlik paketleri gibi, her açıdan “sorunlu” yasaları devreye soktular. Kolluk kuvvetlerinin sınırsız saldırganlığını teşvik etmek için, onları koruyacak yasalar çıkardılar. Kendi
iktidar korkularını, halklara bulaştırmak için her yolu denediler.

Seçim süreci boyunca, saldırganlığın her türünü devreye soktular. Seçim kampanyasını katliam ve kan üzerine kurdular. Ağrı’da, Adana ve Mersin’de, ve en son Diyarbakır’da, katliam politikalarını sahneye koydular. Faili meçhul cinayetleri yeniden sahneye sürdüler, katliam taktiklerini yeniden sahaya sürdüler.

Ve öyle anlaşılıyor ki, bundan geri de durmayacaklar. Seçimlerden istedikleri sonuçları almamış olmaları, onları durdurmayacak, daha yeni saldırıları sahneye koyacaklardır. 7 Haziran seçimleri ile, barajı yıkarak geçen işçi ve emekçiler, halklar, HDP’yi meclise taşıyarak, bu politikanın sınırlarını gösterdiler.

Bu açıdan seçimin kesin yenilgisi, tuhaf başkanlık sistemi hayalleri ile sahne alan Erdoğan  tarafından alınmıştır. Erdoğan’ın “Türk usulü başkanlık” hayalleri, bu seçim sırasında oylanmış ve kesin olarak reddedilmiştir.

Milli irade naraları atan muktedir, seçim sonuçlarını manipüle etmesine rağmen bu sonucu almıştır. Bu durum, yenilgisini daha da katmerli hale getirmiştir. Eğer milli irade bu kadar önemli ise, Cumhurbaşkanı’nın, hemen istifa etmesi gerekir. 400 milletvekili verin diyordu, halk Türk usulü başkanlığı destekliyor diyordu, Kürt sorunu yoktur diyordu, barış mı o da ne diye nara atıyordu. Kadınlar bana sırtını döndü diyerek ahlâk dışı konuşmalar yapıyordu. Bu seçimi kazanmış olsa idi, “halk beni destekledi” diyeceğinden eminiz. Bu durumda, başkanlık sistemi için her adımı atacaktı. Anayasa, 10 Ağustos’ta rafa kalkı diyordu. Öyle ise, seçim sonuçları, doğrudan Erdoğan’ın yenilgisidir.

Seçim sonuçları, AK Parti, CHP ve MHP ittifakının yenilgisi demektir. CHP ve MHP, AK Parti’nin en büyük destekçileri olmuştur ve bu seçim sonuçları ile, hepsinin başındakilerin istifa etmesi
gereklidir.

Sandıkta, tüm devletçi politikalara açık bir tepki çıkmıştır.

Bizim görevimiz, bu süreci örgütlemek, daha yaratıcı, daha direngen, bir yeni örgütlenme süreci başlatmaktır.

Seçim sonuçları, tek parti hükümetini reddetmiştir.

Bu nedenle, en canlı tartışma konusu, nasıl bir hükümetin oluşacağı konusudur.

En büyük olasılık, AK Parti-CHP koalisyonudur. Bu koalisyonu, tüm egemenler istemektedir. Bu koalisyon, Erdoğan’ın bir nefes almasının da koşuludur. Erdoğan, yeni planlar yapmaya başlamıştır bile.

Erdoğan ile Baykal’ın, saray dışında yaptığı görüşme, kapalı kapılar ardında, korkular üzerinden bir pazarlığın devreye sokulduğunu göstermektedir. Acaba Erdoğan, Baykal’a, eski işbirlikçisine,
yeni kasetler ile tehditler mi savurmuştur? Bunun ihtimal dışı olmadığı açık. Ama daha çok, AK Parti-CHP koalisyonu için pazarlık yapıldığı anlaşılmaktadır. Baykal’ın, seçim sürecinde ağzından çıkan “tarım bakanlığını kesinlikle biz almalıyız” yollu açıklaması, bu planların eskiye dayandığını göstermektedir.

Anlaşılan odur ki, CHP, koalisyon için belli koşullar ortaya koymuştur. 17-25 Aralık dosyası bunlardan biridir. Muhtemelen Erdoğan, kendisi ve ailesinin yargılanmaması koşulu ile, dört bakanın
yargılanmasına izin verecektir. Yoksa CHP, bu koalisyona giremez durumdadır.

Öyle anlaşılıyor ki, CHP, alacağı bakanlıkların içinde, Milli Eğitim, İçişleri ve Adalet Bakanlığı’nı vazgeçilmez olarak görmektedir. Bu ise, aynı zamanda yargılamanın Erdoğan ailesine ulaşmaması
için bir şart gibidir.

Böylesi bir koalisyon içinde, bir restorasyon dönemi devreye sokulmak istenecektir. Buna büyük sermayenin olumsuz bakmayacağı açıktır.

AK Parti, muhalefet olmayı göze alamamaktadır. AK Parti’nin iktidardan düşmesi, dağılma süreci demektir. Bu dağılma sürecini önlemek için, bazı fedakârlıklar yapacakları anlaşılmaktadır. Bu
noktada Arınç’ın, iktidar olmak zorundayız açıklaması önemlidir. Aynı biçimde Davutoğlu’nun CHP-MHP ve HDP koalisyonunu önlemek için, kaç ilden milletvekili çıkarıldığı hesaplarını ortaya
koyması, boşuna değildir. Bu durum CHP’yi koalisyona ikna etme girişimidir. Aynı anda “başkanlık sistemi tartışması bitmiştir” demesi de CHP’yi rahatlatma girişimidir.

Böylesi bir koalisyon, kuşku yok ki, barış sürecini yeniden devreye sokacaktır Ve elbette bunun öncesinde, yeni bir saldırı dalgası örgütlemeleri mümkündür.

Bu koalisyonun, iç güvenlik paketini rafa kaldırmak zorunda olduğu düşünülürse, saldırı politikalarına hiç ara vermeyecekleri kesindir.

Elbette bu, olasılıklardan biridir.

Bir başka olasılık, Erdoğan’ın fırsatını yakalayıp, parlamentoyu fes ederek, fiili başkanlık sistemi uygulamalarını yeniden devreye sokmasıdır, ki bunun için olağanüstü hâl ilan etmeleri gerektiği
açıktır. Bunun bir çılgınlık olacağı, egemenler açısından açık olsa da, seçim sürecinde ortaya konan tavırların bunu olası kıldığı da unutulmamalıdır.

AK Parti’nin hükümet kuramaması durumunda, dağılma sürecinin çok hızlanacağı da kesindir. Bu riski göze almak istemedikleri de açıktır.

MHP’nin CHP ve HDP ile bir koalisyona girmek istememesi, aslında açık olarak AK Parti – CHP koalisyonuna açık bir destek olarak okunmalıdır.

Öte yandan, AK Parti ile koalisyona girmek, hem MHP’yi, hem de CHP’yi oldukça yaralayacak durumdadır. Bunu göze almaları da zordur. MHP, bu nedenle, çözüm sürecinin rafa kaldırılmasını
şart koyarak, ya yeni seçim ya da AK Parti- CHP koalisyonu seçeneklerini zorlamaktadır.

Tüm bu durum, var olan bir yönetme krizinin daha derinleştiği, derinleşeceği anlamına gelmektedir.

Elbette AK Parti, dışişleri bakanlığını alacaktır.

Ülkenin Ortadoğu politikası değişmeyecekse, bu durumda, herhangi bir koalisyonun yaşama süresinin kısa olduğu açıktır.

Ülkenin, gerçek anlamda tam bir değişime ihtiyacı olduğu açıktır. Bu, mevcut sistemi her açıdan zorlamaktadır. Ortadoğu’da gelişen süreçlerin içinde bir savaş kundakçısı olarak yer alan bir Türkiye’nin, hangi iktidar ile, hangi hükümet ile, bunun dışına çıkabileceği sorusu ortadadır. Bu sorunun yanıtı, elbette bir halk iktidarı, bir devrimci iktidardır. Bu nedenle, oluşacak olan hükümetlerin ömrü sınırlı olacaktır.

Önemli bir başka sorun, Kürt sorunudur. Gerçek anlamı ile bir çözüm sürecinin gelişmesi nasıl sağlanacaktır? Bu sorun ile, iç güvenlik uygulamaları birbirine sıkı sıkıya bağlıdır.

Öte yandan bir başka önemli sorun, ekonomik politikalardır. Neo-liberal ekonomik politikalarla, sadakaya, taşeronlaşmaya dayalı bir politikanın ne ölçüde ve nasıl sürdürüleceği, kocaman bir soru olarak ortada durmaktadır.

Biz devrimciler açısından HDP’nin barajı yıkması, yerle bir etmesi, büyük bir olanak, bir kazanımdır. Bunun gerçek bir kazanıma dönüşmesi mümkündür, olanaklıdır. Ama bunun yolu, esas olarak toplumun her alanında örgütlenmenin geliştirilmesidir. Sağlam bir örgütlenme, bu gelişmekte olan tepkinin, uyanışın daha da ilerlemesinin yolunu açacaktır. Bu açıdan önümüzde çetin ve yaratıcı bir mücadele dönemi durmaktadır. Hiçbir biçimde zafer sarhoşluğuna kapılmadan, hiçbir biçimde gevşemeden, safları sıklaştırmak, örgütlenmeye güç vermek gereklidir. Seçim sürecinde gerçekleştirilen olağanüstü duyarlılık, irade ve örgütlü duruşun, daha da ilerletilmesi, toplumun her kesiminin örgütlenmesine evrilmesi acil görevdir.

Şimdi, Gezi Direnişi’nin sonuçlarının toplanması, şimdi halkın örgütlenmesinin geliştirilmesi daha da olanaklıdır.

Zehirli milliyetçilik, dinin ahlâksızca kullanılması, sarayın mutlak egemenlik arayışları artık para etmeyecektir. Burjuva medyanın karanlık üretim makinaları eskisi gibi tıkır tıkır işlemeyecektir.
Ama tüm bunlar, kendiliğinden burjuva egemenliğin geriletileceği anlamına hiç ama hiç gelmez. Halkların örgütlü mücadelesi geliştirilmeden, işçi ve emekçilerin toplumsal mücadele sahnesine daha aktif girmeleri sağlanmadan, bu başarının ilerletilmesi mümkün olmaz.

Türk Metal’de oyun bitmez

Bugünlerde bu sözü, hem Erdoğan’da somutlaşan iktidar oyunlarına, hem de ondan feyz alan tüm egemenlik ilişkilerinde görmemiz mümkündür.

Seçim atmosferi içinde, Bursa’da başlayan ve hızla yayılan otomotiv işçilerinin direnişi, büyük bir zafer ile sonuçlandı. Buna aslında birinci raund demek yerinde olur.

İşçilerin zaferi ise, ertelenmiş olan metal işçileri grevinin, bir direnişle, fiili bir grevle hayata geçirilmesi olmuştur. Bu direniş, her gün anayasayı ve yasaları çiğnemekte beis görmeyen iktidarın,
metal işçilerinin grevini erteleme girişimlerine bir yanıttır. Bunun kendisi bir başarıdır.

Ama dahası var. İşçilerin elde ettiği ekonomik kazanımlardan söz etmeyeceğiz. O da başarıdır ama sadece en küçük cinsinden.

Ama işçiler, Türk Metal Sendikası’nı sarsmıştır. İşçilerin önemli bir bölümü, fabrikalarından Türk Metal’i, sendika mafyası örgütlenmesinin en tunçtan örneği olan Türk Metal’i, kovmuşlardır. Türk Metal’den topluca istifalar gündeme gelmiştir. Esas kazanım budur.

Türk Metal, 12 Eylül müdahalesinin işçilere dönük en somut saldırılarının maddeleştiği sendika mafyası örgütlemesinin çekirdeğidir.

Sendika mafyası, sarı sendikacılığı bir adım daha ileri taşımış bir örgütlenmedir. Bir yandan büyük paralar, bir yandan işçilerin denetlenmesi için kolluk kuvvetinin yanında mafya tarzı silâhlı
güçlerin devreye sokulmasıdır. Devlet, patron denetiminde bir sendikal denetim mekanizmasıdır. Kontr-gerillanın bir uzantısı gibidir.

Soma direnişi, 301 işçinin ölümünün ardından, bu gerçeği, bu tarz sendikacılığı, çırılçıplak hâle getirmiştir. Muktedir, Soma’da konuşmuş, ama işçilere başsağlığı dileyeceğine “fıtrat”tan söz etmiştir. Tüm devlet mekanizması, sendika, patron işçilere karşı net bir cephe olarak bir kere daha sahaya çıkmıştır. Taşeronlaştırma ve Türk Metal tarzı, Hak-İş tarzı örgütlenmeler atbaşı yürümüştür. Gerçek anlamı ile işçi sendikacılığı, 12 Eylül ile toprağa gömülmüş, gömülmeye çalışılmıştır.

Bursa’da başlayan, hızla yayılan, büyük eylem, Türk Metal’e açıktan cephe açmıştır ve işçiler, sırtlarında taşıdıkları bu kan emicileri sırtlarından silkelemeye başlamıştır. Kazanım da budur.

İşçiler, doğrulmaya başlamıştır. Ellerini yere basarak, dizlerini doğrultup, başlarını yukarıya dikmişlerdir. Bu, elbette bir başka durumdur.

İşçiler, doğruldukça, işçi olduklarını, koca bir sınıf olduklarını anlamaya başlamışlardır. Eylem hızla yayılmış ve başka illere sıçramıştır. İşçiler fabrikaların içinde kalmış, sokaklara taşmamıştır. Ama bu arada kendilerine karşı mücadele edenlerin kimler olduğunu görmeye başlamışlardır. MESS, sendika mafyası, devlet, bakanlıkları, valisi vb. ile devlet karşılarında durmaktaydı.

Bunu görmek ve topluca Türk Metal’den istifa etmek bir kazanımdır. Fabrikada sendika bürosunun tabelasını indirip, işçi temsilciliği tabelasını asmak bir kazanımdır.

Ve elbette ki şoka giren Türk Metal Sendikası’nda oyun bitmeyecektir. Türk Metal sendikasının hiçbir direniş göstermeden, peki diyerek kenara çekileceğini düşünmek saflık olur.

Türk Metal başkanı, açıklama yaptı: 100 milyon liramız var, bunu üyelerimize dağıtacağız diye seslendi. Tıpkı siyasal iktidar gibi. Onlar nasıl ihale ve rüşvet dağıtıyorlarsa, sendika mafyası da, bir yandan tehditler savururken, bir yandan elini cebine sokmaya karar vermiştir. İşçileri satın almak için, sendika üyelerine para dağıtmaya karar vermiştir. İşçiler, kendi aidatlarından oluşan bu parayı, grevlerde kendilerinin desteklenmesi için kullanacakları bu parayı, hiçbir biçimde denetleyememektedir. Mafya tarzı örgütlenme ile sendika, bu parayı iç etmektedir. İşçiler, direnişleri sayesinde, sendikanın ne kadar parası olduğuna dair, gerçeğin bir bölümünü öğrenme şansına sahip olmuştur. İşte kazanım dediğimiz şeyin sonuçlarından biri budur.

Nasıl ki siyasal iktidar, halkın vergilerinden toplanan paraları, sana yol yapacağım diye kullanmakta ise, sendika, ahlâksızca, işçi aidatlarını üyelerine dağıtmak için kullanmaya kalkmaktadır. İşçilerin paraları, işçileri satın almak için kullanılmaktadır.

Kimin parasını kime vereceksiniz? İşte soru budur. İşçiler, sendikadan istifa ettiği için, sendika onlara kendi paralarından rüşvet önermektedir. Osmanlı’da oyun bitmez sözünün bir kere daha sahne almasıdır bu. Bir kere daha sendika mafyasının ne olduğunun ortaya çıkmasıdır bu.

Sorun sendikanın parasının olması değildir. Sorun, işçilerin bu paranın denetimi haklarına fiili olarak sahip olmamasıdır.

Bu oyunlar göstermektedir ki, işçiler kendi örgütlülüklerini geliştirmelidirler. Örgütlülük geliştikçe, kendi kaderlerini kendi ellerine alabileceklerdir. İşçiler, sendikanın gerçek sahibi olmalıdırlar
ve bunun tek yolu, işçi temsilciliği sisteminin daha da örgütlenmesidir.

Evet Türk Metal’de oyun bitmez, evet sendika mafyasının numaraları son bulmaz, evet işçilerin kanını emenler konumlarını hemen tek etmezler. Ama işçilerin direnişi de bitmez. Bu yol açılmıştır ve işçiler bu yeni oyunları da aşacaktır.

Artık, sendika mafyası bitiş sürecine girmiştir. Bunu onlar da görüyor ve o kadar korkmuşlardır ki, “kutsal” paralarını devreye sokmuşlardır. Şimdi, gerçek işçi sendikacılığı dönemi başlayacaktır.

 

AKP’nin “kinder, kuche, kirche”si (1)

Aslına bakacak olursanız, iki konuda yazmak ve konuşmak zordur: biri, üzerine hiç yazılmamış / konuşulmamış konularda. Tartışmaların namevcut, kaynakların kıt olduğu konularda, pusulasız
bir gemi gibi, nereye varacağınızı kestiremeden el yordamıyla ilerlemeye çalışırsınız.

Bu durumda, ikinci vak’aya göre daha şanslı sayılabilirsiniz; nihayetinde, ortaya tartışılabilir bir zemin çıkartabilme şansınız vardır; sonradan ne denli yanılmış olduğunuzu acı acı kavrasanız da, en azından sizden sonra bu tehlikeli sularda seyredecek olanlara, yıkacakları ya da üzerine bir şeyler inşa edebilecekleri bir temel bırakmış olursunuz.

İkincisi ise, üzerine çok yazılmış, konuşulmuş konulardır. Bunlar genellikle güncel, yakıcı, çetrefilli, ve ideolojik kutuplaşma alanlarına denk düşerler. Bazı durumlarda okuru-dinleyiciyi öylesine
bezdirmiştir ki, “konuş-konuş, bir sonuç çıkmıyor işte” yılgınlığında, söyledikleriniz, buharlaşır, uçar gider.

Bugün benden istediğiniz konu, “Türkiye’de kadın olmak”, ikinci tipe dahil. Çok acil, çok güncel, çok yakıcı, çok çetrefil, ve de çok ideolojik(-leşmiş)…

Acil, güncel, yakıcı olmasının nedeni açık: Türkiye’de her gün 2-3 kadın, eril şiddete kurban gidiyor. “Kadın cinayetleri” bu ülkede kadın ölümlerinin belli başlı nedenlerinden biri hâline geldi.

Düşünebiliyor musunuz, bu topraklarda 2000-2014 yılları arasında (büyük bölümü bir yakını tarafından) öldürülen kadın sayısı 10 793. Tüm Kurtuluş Savaşı boyunca cephede ölen subay ve er sayısı ise 9167! (3)

Gün geçmiyor ki bir erkek, karısını, eski karısını, kızını, kız kardeşini, sevgilisini mini etek giydi, kendisini reddetti, (4) aldattığından şüphelendi, (5) boşanmak istedi, (6) yabancı bir erkeğe işveli işveli saati sordu, köfte-patates gibi pratik yemekler yaptı, (7) rüyasında striptiz yaptı, rüyasında başka bir erkekle sevişti, (8) çalışmak istedi, okumak istedi, internette chat’leşti, cep telefonunda mesajlaştı, dar pantolon giydi, yemeği vaktinde hazırlamadı.. diye boğarak, keserek, vurarak, şişleyerek, yakarak… öldürmesin.

Üstelik de katiller yargı önüne getirildiklerinde, önlerini ilikleyip öne doğru kaykıldıklarında, “iyi hâl” (9) ya da en entipüften nedenlerle “tahrik” (10) indirimlerinden yararlanıyorlar genellikle.

Sadece kadın cinayetleri, taciz, tecavüz,(11) hatta “çocuk gelinler”(12) mi? Bu ülkede kadınlarla ilgili bütün veriler, “felaket” kıvamında… Örneğin eğitim: Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın (UNDP) ‘İnsani Gelişme Endeksi’ne göre, Türkiye’de en az ortaöğrenim görmüş kadınların oranı yüzde 39. Bu oran erkeklerde yüzde 60. Ortalama öğrenim görme süresi kadınların 6.4 yıl, erkeklerin 8.7 yıl. (13) Bir başka deyişle, kadınların yüzde 60’ı ilköğretim ya da daha geride bir öğrenim düzeyiyle idare etmek zorunda… Yüzde 20’si ise hiç formel temel eğitim görmemiş ve/veya formal bir temel eğitimi tamamlamamış durumda! (14)

Örneğin gelir düzeyi: Aynı endekse göre kişi başına düşen gayri safi milli hasıla, kadınlarda sadece ama sadece 8 bin 813 dolar, erkeklerde 28 bin 318 dolar. Yani erkeklerin milli gelirden kişi başına aldıkları pay kadınların tam 3.5 katı. Salt bu veriler dahi, Türkiye’yi endeksin hesaplandığı 148 ülke içinde 118. sıraya yerleştirmeye yetiyor! (15)

Devam edeyim… Örneğin, siyasete katılım oranı: kadınların siyasete katılması, parlamentoda temsili konusunda yıllardır kopartılan onca gürültüye, bu konudaki sivil toplum çabalarına, siyasal
partilerin vaadlerine karşın, parlamentoda kadın oranı hâlen yüzde 14.3’te seyrediyor; akçalı işlerin gerçeklendiği alan olan yerel yönetimlerde ise durum daha vahim: yüzde 1.2. (16) (Oysa, örneğin, Seçme ve seçilme hakkını 1960 yılında elde eden ve ilk kadın milletvekilini 1982 yılında seçen Burundi’de kadınlar parlamentoda yüzde 35 oranında temsil ediliyor).(17) Hükümetteki 26 bakandan 1’i, 2 bin 924 belediye başkanından 26’sı, (18) 34 bin 210 muhtardan 65’i, 81 validen 1’i kadın… 26 müsteşar arasında hiç kadın yok! BDDK, Yargıtay, Sayıştay başkanlıklarında hiç kadın yok! Türk-İş, HAK-İŞ, KAMU-SEN, MEMUR-SEN, TOBB, MÜSİAD, TZOB, TESK yönetiminde hiç kadın yok! (19)

Tekrar ediyorum; “Türkiye’de kadınlık durumu”, çok acil, çok güncel, çok yakıcı, çok çetrefil, ve de çok ideolojik(leşmiş) bir konudur.

Evet, “ideolojik(leşmiş)”: Çünkü bu ülkede “rejim tartışmaları” büyük ölçüde kadınlar üzerinden gerçekleştirilmiştir ve bu durum hâlen devam etmektedir. Geç Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde Batıcılığın en önemli isimlerinden biri kabul edilen Abdullah Cevdet’in, Türkiye’nin modernleşmesi için “Kur’an’ı kapat, kadınları aç,” formülünü ileri sürdüğü bildirilir. Kadınların bedeni, giyimleri, kamusal alanda nasıl boygösterecekleri, o gün bugündür, modernleşmeciler ile muhafazakârlar; laiklerle İslâmcılar ateşli bir savaşın konusu olagelmiştir. Çağdaşlaşmacı-laiklerin indinde, kadınların çarşaftan kurtulması, eğitim görmesi, çalışma hayatına girmesi, sembolik de olsa siyaset alanında temsil edilmesi, ülkenin “gerilikten sıyrılması”nın, “çağdaş uygarlık düzeyine ulaşması”nın simgesi sayılmaktadır. Öte yandan, muhafazakârlar, İslâmcılar, hem geç dönem Osmanlı reformistlerinin, hem de yeni rejimde galebe çalan çağdaşlaşmacıların, laiklerin, kısacası Kemalist rejimin kadınlar konusundaki her tasarrufunu, halkı Müslümanlıktan uzaklaştırmaya, dinden soğutmaya, böylelikle de “yüzyıllar boyunca İslâm sancağını zaferden zafere ulaştırmış” bir devleti çökertmeye çabalayan Batı’nın ve onun yardakçılarının oyunu olduğunu düşünürler.

Aslına bakarsanız bugün bu topraklarda “kadın olmak” büyük ölçüde bedenini bu bitmeyen savaşın “muharebe alanı” kılınmasına seyirci kalmak anlamına gelmektedir. Ve kanımca, 2002 yılından beri hükümet, son birkaç yılda da “iktidar” olmaya başlayan İslâm referanslı AKP’nin ricalinin kadına ilişkin söylemleri (20) ve bir çeşit “rövanş”a dönüşen icraatları, bu saptama ışığında değerlendirildiğinde daha iyi anlaşılabilecektir.

Ancak tarafların üzerinde zımnen anlaştıkları bir konu vardır ki, bu da kamusal alandaki görünürlüğü ne olursa olsun, “özel alan”ın kadın için başatlığıdır. Gerek muhafazakâr/İslâmcılar için, gerekse Kemalistler için kadın, “öncelikle anne”- dir; (21) “dışarıda” yaptığı iş ne olursa olsun, özel/ domestik alan kadının birincil sorumluluk alanıdır.

Bu durumu, aynı zamanda “İslâmî aile hukukundan bir kopuş olarak da tasarlanan ve 1926’da kabul edilen Medenî Kanun’da açıkça görmek, mümkündür. Örneğin, kadını evleninceye dek kendi kararlarını alma hak ve sorumluluğuna sahip, tam ehliyetli birey olarak kabul eden Medenî Kanun, kadını evlendiği andan itibaren bu haklarının büyük kısmını elinden alarak bir çeşit sınırlı
ehliyetli konumuna sokar. Evli kadın, “evlilik birliğine ilişkin hiçbir konuda tek başına karar alamamaktadır. Evi, çocukları, hatta kendi malları hakkında bile tüm hak ve sorumluluklar kocaya aittir. Medeni yasa evli kadını, kendi kararlarını alamayacak, bunların sorumluluğunu taşıyamayacak, kocasının yardımına muhtaç bir varlık olarak görmektedir. Eşlerin evlenme isteklerini beyan edecekleri makam, kocanın ikametgâhı belediyesidir. Bu hükümle kadın kimliğini kaybetmeye başlamakta, artık yasal işlemlerini kocanın ikametgâhında yapmaktadır. Evlenmeyi kabul  ettiği anda kendi soyadını terk etmekte, evleninceye kadar varolan kimliğini evlenme kararı ile geride bırakmaktadır. Eşlerin ortak yaşamını yürütecekleri konutu seçme hakkı kocaya bırakılmış, kadına bu konuta bir söz hakkı tanınmamıştır. Aile reisliği diye bir kurum yaratılarak aile içinde hiyerarşik bir yapı oluşturulmuş, bu yetki de kocaya verilerek aile ile ilgili tüm konularda karar alma hak ve yetkisi kocaya bırakılmıştır. Bu kararlar evin seçiminden ortak malların idaresine, ortak çocuklarla ilgili konularda karar almaya değin uzanmaktadır. Kadını kocasının yardımcısı olarak kabul etmiş ama her konuda son sözü söyleme hakkı kocaya bırakılmıştır. Birliği kocanın temsil edeceğini, kadının ailenin sürekli ihtiyaçları bakımından temsil yetkisine sahip olduğu kabul edilmiş, ancak bu yetkiyi genişletme ve daraltma konusunda kocayı yetkilendirdiği için kadına tanıdığı bir lütuf niteliğini almaktadır.” (22)

Medenî Kanun’un bazı hükümleri, 1990’lı yıllarda, kadın hakları aktivistlerinin, özellikle de feminist hukukçuların çabaları sayesinde değişikliğe uğratıldı. Ancak, Yasa’nın çizdiği genel çerçeve, yani kadının birincil varlık alanının “özel/domestik alan” olduğu görüşü ve erkeğe tabi konumu, günümüzde, Kemalistleri büyük ölçüde bertaraf ederek dümene geçen muhafazakâr/ İslâmcılarca siyasallaştırılarak yaygınlaştırılmaktadır. Bu durum, günümüzde genelgeçer bir “toplumsal mutabakat” konusudur. Ve kanımca “Türkiye’de kadın olmak” sorusunun tüm sinir uçları, dönüp dolaşıp domestik alanın başlıca aktörü olan “ev kadınlığı”nda düğümlenmektedir.

Bu nedenledir ki, bu söyleşide temel tezimi “Türkiye’de kadın olmak” sorusunun belkemiğini, “ev kadınlığı” oluşturduğu savıyla ifade ediyorum.

 

Türkiye’de “Ev Kadınlığı” Hâli

 

“Ev kadınlığı”nın ne olduğunu anlayabilmek için, dilerseniz bir miktar Marksist literatüre müracaat edelim.

Bilindiği üzere Karl Marx, insanın temel, yaşamsal faaliyeti olan emek süreci, üretim ve tüketim, ya da daha doğru bir deyişle “yeniden üretim” olmak üzere birbirinden ayrılamaz iki evreden oluşmaktadır. Üretim, insan(lar)ın doğanın sağladığı nesneleri dönüştürerek gereksinimlerini karşıladıkları süreç, yeniden üretim ise, üretimi gerçekleştirmelerini sağlayan insana içkin bir potansiyel olan “işgücü”nü üretmek üzere yapıp ettikleridir. Kadınların toplumsal konumunu kavrayabilmek üzere “Yeniden üretim” nosyonuna başvuran Lisa Vogel, sınıflı toplumlarda işgücünün yeniden üretimini üç tip sürecin oluşturduğunu söyler: 1) Doğrudan üreticilerin emek güçlerini, ertesi gün işbaşı yapmalarına olanak sağlayacak tarzda restore eden gündelik faaliyetler; 2) Madun sınıfın çalışmayan üyelerine (çocuklar, yaşlılar, hastalar ya da başka nedenlerden dolayı işgücüne katılmayan kişiler) yönelik benzer faaliyetler; 3) Madun sınıfın, herhangi bir nedenle artık çalışmayan üyelerinin yerine yenilerini ikame eden faaliyetler. Titi Bhattacharya ise, Vogel’in hattını şöyle devam ettirir: “Toplumsal yeniden üretim kocasını ertesi gün işe göndermek üzere yemek pişirip evi temizleyen ev kadınından ibaret değildir. Patron işçinin toplumsal olarak nasıl ve ne ölçüde yeniden üretildiğinin özgülleriyle ilgilidir. Bu anlamda önemli olan salt yiyecek, giysi ve sabahleyin sermayenin kapısında hazır olmak değil, mevcut işgücünün niteliğini etkileyen, eğitimden ‘dil yetilerine… genel sağlığa’, hatta ‘işe yatkınlığa’ her şeyi kapsar. (…) Bu nedenledir ki, toplumsal yeniden üretimin iç içe üç tarzda gerçekleşen toplumsal yeniden üretime ilişkin anlayışımızı bilemeliyiz: a) Artan ölçüde hem erkekler, hem de kadınlar tarafından gerçekleştirilen aile içi ücretsiz emek; b) Ev içindeki ödenmemiş emeği kısmen telafi etmek üzere devletin toplumsal ücret olarak sağladığı hizmetler; c) piyasada kâr için satılan hizmetler.”[23]

Bir başka deyişle, “yeniden üretim”, günümüzde kamusal alanda gerçekleştirilen üretimin aksine, evlerde, yani domestik alanda gerçekleştirilen faaliyetlerden oluşur; ve Türkiye’de ağırlıklı olarak kadınların sırtına yüklenmiştir. Bu nedenle, ev işlerini ücretli olarak bir başkasına gördürmeyen her kadın, Türkiye standartlarında, dışarıda çalışsın ya da çalışmasın, aynı zamanda “ev kadınıdır” ve de öyle olması beklentisiyle sosyalleştirilmektedir.

Bunu, dilerseniz kimi somut verilerle destekleyelim.

Günümüzde Türkiye’de işsizliğin (resmi rakamlara göre) yüzde 10 dolaylarında seyrettiği biliniyor. Kentsel bölgelerde bu oran yüzde 12’yi buluyor. “İşsizlik”ten farklı olarak da, “işgücüne katılım” oranı, yüzde elli dolaylarında. Bir başka deyişle, bu ülkede 15-65 yaş arası nüfusun kabaca yarısı çalışırken diğer yarısı ise istihdamın dışında yer alıyor.

Peki, “işsiz” olmamakla birlikte, “istihdam dışı” olan nüfusun yarısı kimlerden oluşuyor? Öğrenciler, engelliler, yaşlılar vb.

Ancak burada çarpıcı bir durum var. “İşgücüne katılım”da, yani çalışan nüfus içerisinde kadınlarla erkekler arasında bir uçurum gözlemleniyor. Türkiye’de 15 yaş üstü erkeklerin yüzde 70 küsuru (2013 verilerine göre yüzde 71.5), kadınların ise ancak yüzde 30 kadarı (2013 verilerine göre yüzde 30.8) işgücüne katılıyor.[24] Bu arada, belirteyim: çalışan kadınların yüzde 30 kadarı ise, “ücretsiz aile işçisi” konumunda, yani bir ücret almıyor![25] Onları dışta tutacak olursak, bir başka deyişle, bu ülkede, çalışabilir yaştaki kadınların yüzde 70’i çalışmıyor. Hayır, onlar “işsiz” olarak da tanımlanmıyorlar (“işsiz” olduğunu beyan eden kadınların sayısı, DİSK-AR’a göre Eylül 2014 itibariyle 3 330 000’dir; yani istihdam edilen kadınların ¼’ü![26]); onların resmî istatistiklerdeki yeni adları “ev işleriyle meşgul”dür! Sayıları ise, 12.2 milyonu buldu: bir başka deyişle, aktif nüfus dilimi içerisindeki (15-64 yaş grubu, ki sayıları kabaca 22 milyon dolayındadır) kadınların yarıdan fazlası, “ev kadını”dır![27]

Evet, iktidar partisinin “kadın istihdamını arttıracağız!” yollu parlak söylemlerine karşın[28] ülkenin aktif kadın nüfusunun yarıdan fazlası, ev kadınıdır. Ve bu durum yakın gelecekte de değişeceğe benzemiyor. Neden mi? Nedeni anlamak için Çalışma Bakanlığı ile Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın hazırladığı “Kadın İstihdamı Paketi”ne bir göz atmak yetecektir. Pakette, bildiğiniz üzere kadına verilecek doğum izninin 18 haftaya çıkarılması, doğumdan itibaren 69 ay süreyle devlet memuru kadınların yarızamanlı çalışması, çalışılmayan sürelerin emeklilik kesenek ve karşılıklarının devletçe karşılanması gibi maddeler yer almaktaydı. Bir başka deyişle “Kadın İstihdamı Paketi”, her vesileyle “En az üç çocuk!” ısrarını dile getiren Cumhurbaşkanı Erdoğan eliyle “devlet politikası”na dönüşen “kadınlar, doğurun!” buyrultusu doğrultusunda hazırlanmıştı; ve “kadın istihdamını arttırmak” cilasının ardında, kadınları eve kapatmak yatıyordu! Patronlar, mesajı almakta gecikmediler; ve daha tasarı yasalaşmadan, “bu durumda kadın işçi almayacaklarını” duyurmaya başladılar.[29]

Yani “resmî devlet politikası” hâline gelen “çok çocuklu aileler” ve “gayrıresmî” çocukların bütün yükünü kadınların sırtına yükleme politikası sürdükçe, kadınlar “ev kadını” olarak yaşamlarına devam edeceklerdir. Nitekim, Hak-İş’in 8 Mart vesilesiyle örgütlü olduğu iş yerlerindeki 1000 kadın işçiye uyguladığı anket, kadın işçilerin yüzde 45’inin çocuksuz, yüzde 26’sının tek, yüzde 23’ünün ise iki çocuklu olduğunu ortaya koyuyordu. 3 çocuklu kadın işçilerin oranı yüzde 5, beşten fazla çocuk sahibi olanların oranıysa yüzde 1’in altındaydı![30] Bir başka deyişle, hem “çok çocuk” hem de “kadın istihdamı”, (çocuklar münhasıran kadınların sorumluluk alanı olarak görüldüğü, devlet bu konuda erkeğin ve/veya kendisinin sorumluluğunu -kreş, ücretsiz bakım hizmetleri vb. aracılığıyla- üstlenmedikçe) bir arada yürümemekteydi, yürümez de!

Türkiye’nin mevcut durumunda, ev kadınlarının sayısının sürekli olarak şişmesi, sistem tarafından pek bir “sorun” olarak görülmemekte. Tersine, bu durumun ülkenin dümenini elinde tutanlar açısından pek çok avantajı var.

Örneğin, kadınların kendilerini “işsiz” olarak değil de “ev kadını” olarak tanımlamaları, bir yandan işsizlik sayı ve oranlarını “sürdürülebilir” bir düzeyde tutmaya yarıyor. Öte taraftan ise, kadınların talepkârlık düzeyini düşürüyor: Öyle ya, bir gün gelip de 12.5 milyon kadın, “biz ev kadını değil işsiziz; bize iş verin” diye sokaklara dökülse, hâlleri nice olur? Bu kadınlara çalışmalarına yetecek vasıf, insanca bir gelir sağlayabilecekleri bir iş ve devletin onları bakmakla yükümlendirdiği çocuklara kreş, bakımevi vb.’ni Türkiye’nin alaturka neo-liberal kapitalist sistemi, nasıl sağlayacak?

Ne diyor iktisatçı Mustafa Sönmez?

“Ekonominin hedef küçülttüğü 2012’de, ‘işsizlik yatay seyir izliyor’ kerametini yumurtlayanlar, 15 yaş üstü nüfustan işgücü olabilecekken, muhtemelen de işsiz olarak kayıtlara geçerek işsizlik oranını çift haneye taşıyacakların, nereye gittiklerini araştırmamış görünüyorlar. Araştırsalar, son 12 ayda 500 bin kadının ‘işgücü’ meydanı yerine ‘eve’ yöneldiklerini, bunun da işsizlik oranını bir hayli düşürdüğünü göreceklerdi.

Ev kadınlığı, Türkiye için hiç göz ardı edilmeyip hem sosyal politikada, sosyolojide, hem siyasette bir hayli önemli bir kategori. Çalışan, yani istihdamdaki nüfusun yarısı kadar nüfus, ev kadını. Her 2 çalışana, 1 ev kadını düşüyor. 12.2 milyondan, yani sivil nüfusun yüzde 17’sinden, 15 yaş üstü nüfusun yüzde 23’ünden söz ediyoruz. Seçmen olarak tek bir partiye oy verseler, şaka değil, ortaya CHP cesametinde bir ev kadınları ana muhalefet partisi çıkar!

Ev kadınlığı, tutucu AKP’nin beslediği bir rol. En az 3 çocuk yapacak, erkeğin ve çocukların beklentilerine cevap verecek bir rol. O nedenle de ‘Eve yöneliş’lerin hiç önünü kesmiyor AKP rejimi. Sayı da pek gerilemiyor. Yıldan yıla, daha çok kadının işgücü piyasasına çıkması beklenirken 2012 Mart’ındaki ev kadını sayısı 2006’dan pek geride değil. Hatta, 2006’da her 10 aile efradına 4.5 ev kadını hizmet verirken, sayı 2012 başlarında 5’e çıkmış. Ev kadınının ‘iş yükü’ artmış, anlayacağınız.”[31]

Mustafa Sönmez’in “ev kadınının iş yükü” dediği şey, yemek pişirme, bulaşık, çocukların bakımı, temizlik, çamaşır, ütü gibi, piyasadan karşılanmaya kalkışılsa, külliyetli bir maliyet getirecek, yani üretim için kullanılacak olan işgücünün maliyetini bir hayli yükseltecek olan “yeniden üretim” faaliyetleri. Ev kadınları bu faaliyetleri boğaz tokluğuna gerçekleştirdikleri ölçüde, demek ki diğer “yarar”larının yanısıra, ücretleri düşük tutma gibi bir “fayda” daha sağlıyorlar sisteme…

Bu nedenledir ki iktisatçılar -üstelik yalnızca sol eğilimli olanlar değil, liberaller de- kadın istihdamınını artışının önemine, bunun ülke ekonomisini nasıl canlandıracağına dikkat çekerken, sosyalist saflarda, “ödenmeyen emek” olarak görülen ev kadınlarının ev içinde harcadıkları çabaya ilişkin farklı talepler geliştirilmektedir. Bunlardan biri, devletin (ya da meşrebe göre, kocanın veya patronun) ev kadınlarına “ücret” ödemeleridir.[32]

Bu, çok akıl kârı bir “çözüm” gibi gözükmüyor. Çünkü nihayetinde ev kadınlarına bir ücret bağlamak, onları müebbeden evlerinin dört duvarı arasına mahkûm etmek, hâllerini tartışma konusu olmaktan çıkartmaktır ve bu konuda geliştirilebilecek farklı taleplerin (ev hizmetlerinin kamusal olarak, ücretsiz ya da düşük ücretlerle karşılanması, çalışabilir durumdaki bütün kadınların, insanca yaşamalarına olanak verecek istihdam sağlanması, ev işleri ve çocuk bakımının erkeklerce paylaşılması vb.) ifadelendirilmesinin önünü kapatmaktadır. Ücretin gerçekten kadınlar tarafından kullanılmasını garantileyecek mekanizmaların olanaksızlığı bir yana, böylesi bir uygulama, kadın-erkek işbölümünü geri dönüşsüz biçimde sabitleyecek, kadınların dışarıya yönelmesinin önünü bütün bütün kapatacaktır.

Dahası, “ev kadınlığı”nı bir “meslek” olarak gören bu tip öneriler, “iktisadî indirgemecilik”ten malûldur. Yani soruna salt iktisadî açıdan bakmaktadırlar.

Oysa ev kadınlığı hâlini yalnızca kadın istihdamı, işsizlik, iktisaden faal nüfus, işgücü maliyeti vb. terimler çerçevesinde düşünmek, onun kadınlar üzerindeki yıkıcı etkilerini perdelemektir.

Bilmem denk düştünüz mü? Radikal gazetesinde -Almanya’da oldukça muhafazakâr bir çevre içerisinde yetiştiği anlaşılan, Zehra Yavuz imzalı, Türkiye’de ev kadınlığını çerçevelendiren psikolojiye değgin çarpıcı bir yazı yayınlanmıştı. Yavuz şöyle betimliyordu “Tipik Türk Kadını”nı (özetle):

  • Kocasından dayak yese de aşağılansa da boşanmak istemez. Buna da kılıf uydurur: Kocaya itaat, sabır.
  • Kocasız bir hayat tasavvur edemez. Evlenmek demek, hayatını garanti altına almak demektir. Evlenebilmek için okumaktan, meslek edinmekten dahi vazgeçebilir, bu kadar önemlidir evlilik. Evde boş oturmanın, komşularla dedikodu etmenin İslâmî olduğunu düşünür.
  • Kendisi okuyamamışsa okuyan kızları çekiştirir, ahlâklarını gözetler.
  • Evliliği iyi gitmiyorsa kocayı elinden kaçırmamak için hemen tekrardan hamile kalır.
  • Anne olduysa çocukları üzerinde sürekli tahakküm kurar, annelik hakkım der, süt hakkım der, doğururken çektiğim acılar der.
  • Beş çocuk doğursa da çocuk psikolojisi hakkında 5 kitap okumamıştır. Televizyonda eğitim programları izleyebildiyse ve öğrendiklerini doğru uyguluyorsa ne âlâ. Ne kadar çok çocuk doğurursa hayatını o kadar garanti altına almıştır (!). Asla yalnız kalmayacağını düşünür. Çocuklarını kendi malı gibi görür.
  • Erkek çocuk doğurduğunda şımarır, daha fazla huysuzluk eder.
  • Çok genç yaşta evlendiği için çeşitli erkeklerden ilgi-sevgi görememiştir.Evlilikten birkaç yıl sonra kocasından ilgi göremeyince doğurduğu oğullarının sevgi ve ilgisiyle yaşamaya başlar, bu yüzden oğullarına tapar, onları şımartır.
  • Kızlarını evin hizmetçisi olarak kullananları fazla sayıdadır. ‘Anneye yardım’ derler ama aslında kızı bütün işleri yapar, anne kızına yardım ediyor gibi yapar.
  • Başını örttüyse, 5 vakit namaz kılıyorsa kendisini Hazreti Fatıma zanneder.
  • Hobileri: Dizi izlemek. Tüketim. Gözetim. Denetim. İletişim. Dedikodu etmek, gıybet etmek, kınamak. Tabii bunları “Dertleşiyoruz” diyerek yapar.
  • Kendisini namus-ahlâk abidesi zanneder. Evde yaptığı işleri, aile arasında yaşadığı birkaç olayı “Çok acılar çektim ben” diyerek anlatır. Dünyada çekilen çetin ıstıraplardan habersizdir.
  • Silahları: 1- Bebek doğurarak sosyal statü elde etmek, övünmek, hayatını garantilemek, evdeki ücretsiz işgücünü yükseltmek. 2- Oğlan çocuğunu şımartarak gelin üzerinde tahakküm kurabilmek. 3- Cinselliği kullanarak kocasından elde edemeyeceği şeyleri koparabilmek.
  • Erkeğe muhtaçtır, bu yüzden erkekleri eleştir(e)mez. İtaatkâr hanım rolünü oynar. Erkekleri çok sevdiğini de unutmayalım. Kocasının ahlâksızlıklarını, karakter bozukluklarını destekler. Kocası adam öldürse “Kocam haklıdır, kışkırtılmıştır” der.

‘Standart Türk kadını’ yapımı budur. Ortalama üstü zekâ ve sinsilik, ağlamaklı dini duygular, ortalama üstü yemek zevki… Gelişme: Çocuk doğurmaya ve tüketmeye yönelik![33]

Çok mu acımasız? Çok mu sert? Belki. Ancak yukarıda betimlenen portre, tüm yaşamı evinin dört duvarı, kocası, çocukları, akrabaları, kayınları, komşuları, en iyi ihtimalle çarşı-pazar esnafı ile sınırlandırılmış, hayatındaki neredeyse tek sosyalleşme aracı TV olan bir kadının ne olabileceğiyle ilintilidir. Çevremizde çok sık karşılaştığımız bir tipoloji… Denilebilir ki TSE damgalı…

Çevresinin darlığı, içinde dönenip durduğu kısır döngüyü kırmasına olanak tanımaz. Tahayyülü TV’deki evlilik, mutfak, moda, pratik bilgiler, Survivor vb. programlarıyla sınırlandırılmaktadır. Elindekileri yitireceği korkusu, hiç değilse eve ekmek getiren bir kocaya, başını sokacak bir yuvaya sahip olabilmenin güvencesi, ötesini düşünmesini engeller. Zaten tüm bir kurgu, TV’deki kadın programları, gazetelerin kadın sayfaları, konu-komşu, akraba-ı taallukat, ötesini bırakın düşünmesine, hayal kurmasına dahi mahâl bırakmazlar. Ev kadınlığı, kendisini sürekli olarak yeniden üreten bir “mahalle baskısı” altındadır. Daha yaşlı, tecrübeli kadınlar, taze gelinlere “rol modeli” olur…

Eğer “aile içi şiddet”in dozajı fazla yüksek değilse ve eğer aile fazla fakr ü zaruret içerisinde değilse, bu sınırlandırılmış yaşamın kendisine özgü cazibeleri de vardır: sabahın köründe kalkıp işe gitmek üzere tıklım tıkış toplu taşıma araçlarına binmek zorunda olmamak; günde 9-10 saat patronun, amirin, ustabaşının, müdürün ağız kokusunu çekmemek, “çalışan kadın” olarak konu-komşunun dedikodularına malzeme olmamak, kendi zamanını kendi bildiğince kullanmak, yemeği temizliği bitirip televizyon karşısına kurularak Seda Sayan’ı, Müge Anlı’yı, ne bileyim, magazin programlarını izleyebilme lüksü…

Ancak bu “lüks”ün bedeli, çok vahim bir içsel yoksunlaşma, donanımsızlıktır. Kitap okumayan, sinemaya, tiyatroya gitmeyen,[34] çevresindeki dünyayla hemen hiç ilgilenmeyen, düşünce dünyası sığ, olayların akışına seyirci, kendi yaşamı üzerinde dahi söz sahibi olmayan, üstelik bunu pek de istemeyen bir kadın tipi…

Böylesi bir tipolojinin bu ülkedeki “kadınlık durumu”nu, tüm sorunları ve boğuculuğuyla yeniden üretilmesinde katkıda bulunmadığını öne sürebilir miyiz?

Örneğin insanca bir yaşam sürmesine olanak sağlayacak bağımsız bir gelirden yoksun bir kadın, koca şiddetine karşı ne kadar durabilir – hele ki kadını “aile”si dışında düşünmeye dahi tahammül edemeyen İslâm referanslı neo-liberal muhafazakârlığın iktidarı koşullarında…

Nitekim, KONDA Hayat Tarzı Araştırması bulguları, kadınların yüzde 25’inin, eşinden şiddet görmesi durumunda “hiçbir şey yapmam, hayat böyle” dediğini ortaya koyuyor. Yüzde 39’u ise, kıyafeti nedeniyle komşunun tacizine uğradığında da “bir şey yapamam, hayat böyle” demekte.[35] Ve kadınların yüzde 54’ü, kadınların çalışmasının kocanın iznine bağlı olması gerektiğini düşünmekte…[36]

Ama bu kadar değil… Araştırmalar, bu kısır döngünün gelecek kuşaklara da devredilmekte olduğunu gösteriyor. Nüfus Bilim Derneği’nin BM Nüfus Fonu ile ortaklaşa Ankara, Aydın ve Erzurum’daki okullarda gerçekleştirdiği “Kadına yönelik şiddet konusunda ilköğretim ikinci kademe ve lise öğrencilerinin tutumları araştırması” Türkiye’de kadınlığa ilişkin tutum ve değerlerin yeniden üretilmesi konusunda çarpıcı bir serdi gözler önüne. Örneğin, öğrencilerin ev işlerini erkeklerin yapması ve kadınların iş hayatında olmasına dair yorumları:

* Aydın-10.sınıf-kız: “Baba gider çalışır, eve ekmek getirir. Kadın evindedir. Evinde olması zaten gerekiyor. Ben şu an okuyorum ama benim de yerim aslında ev yani. Bunu biliyorum ben. Hani okumam bana bir fayda etmeyecek. Kadının evde oturması şart.”

* Erzurum-12. sınıf-erkek: “Herkes yapabileceği şeyleri yapmalı. Mesela bi bayan gidip su faturasını yatırmamalı.”

* Erzurum-12. sınıf-erkek: “Sadece bayanın bir alışverişe çıkması, bakkala, markete falan gitmesi doğuda biraz hoş görülmüyor.”

* Erzurum-12. sınıf-erkek: “Kadının erkeğin karışacağı işlere karışmaması gerekir. Evde mesela, bir kredi çekilmesi gerekiyordur bankadan… Ben bazen şahit olurum, kadınlara sinirlenirim böyle. Para iş erkekten sorulur.

Çocukların şiddete yönelik duygu ve düşünceleri:

* Erzurum-12. sınıf erkek: “Mesela zaten Allah bayanı erkeğe eşit olarak yaratsaydı, karşılıklı olarak şiddet uygulayabilirlerdi. Ama zaten Allah erkekten biraz daha kuvvetsiz, güçsüz olarak yaratmış. Kulları koruması gerekirken şiddet uygulaması haksızlık.”

* Erzurum-12. sınıf-erkek: “Hani kadın zaten haksızsa erkeğin de yani bir yere kadar sabretme gücü var, ordan olabiliyor, sabrı taşabiliyor bir erkeğin.”

* Erzurum-12.sınıf-erkek: “Hak ettiği durumlar olabilir mesela laftan anlamıyor, Mesela hayvana laf anlatılmaz, şiddet uygulanır. Hayvanlar düşünemez, öyle insanlar var ki onlar da düşünemez. Yani hayvandan bir farkı olmayan insanlar var. Onlara da şiddet uygulamak lazım.”

* Erzurum-9.sınıf-erkek: “İşten gelince erkek mesela bazen sinirli olabilir. Karşısındakinin onu anlaması, alçakgönüllü davranması iyidir.”

* Aydın- 11.sınıf-erkek: “Benim anlayabileceğim tek şiddet namus. Namus konu olursa ben gerçekten dayanamam kendi açımdan söyleyeyim.”

* Erzurum-12.sınıf-erkek (Çocuk hakkında): “Ama daha birinci olmamış, yok ben kariyer yapıcam yok ben onu yapıcam. Adam da sonuçta yani evlat ister, çocuğunu sevmek ister. Bayan istemiyorsa o da biraz yanlış olur.”

* Ankara-11.sınıf-erkek: “Çocuğu erkek ister kadın istemezse erkeğin saldırması şiddet olmaz. Tecavüz değil ki bir kere onun helali olmuş.”

* Ankara-6.sınıf-erkek: “Bence çok kırılgan hanımların da evlendiğinde biraz huylarını değiştirmesi gerekir. Ben olsam o kadının ağzını burnunu dağıtırdım yani. Yani hergün küsen bir kadına kimse dayanamaz.”

* Ankara 6.sınıf-kız: “Bence her şey şiddete girmez. Çünkü her ailede bir kavga, çatışma olur. Ama çok aşırı bir şekilde, kadını acayip bir şekilde dövmek şiddete girer bence.”[37]

* * *

Toparlıyorum…

Sonuç olarak, kadın sorununun, farklı toplumlarda farklı biçimler alabilen, farklı vurgular edinen çetrefil bir konu olduğunu söyleyebiliriz. Bir eril iktidar formu olarak ataerki tek biçimli değildir; farklı sömürü biçimleriyle farklı bileşimler oluşturabilmektedir.

Günümüzde Batı Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerinde ataerki, neo-liberal kapitalizmle uyarlı bir hâlde, esas olarak kadın istihdamındaki eşitsizliklerde çıkmaktadır ortaya. Kadınlar aynı işi yaptıkları erkeklerden daha düşük ücretlerle çalışmakta, daha çok esnek, yarı-zamanlı, düşük ücretli geçici işlerde istihdam olmaktadır; ve genel olarak erkeklerden daha yoksuldurlar.

Buna karşılık örneğin Suudî Arabistan’da ataerki, kadınların hukuksal özne kabul edilmeyişinde tezahür etmektedir. Kadınlar yaşları ne olursa olsun, erkek bir veli tarafından temsil edilmektedirler: baba, koca, ağabey… Oy hakları yoktur, vb.

Ya da cinsiyete dayalı kürtaj nedeniyle her yıl yüzbinlerce kız çocuğun daha doğmadan öldüğü Hindistan’da, kadınlar kast sisteminin cenderesinde kıstırılmış durumdadır.

Kadın-erkek eşitliğine hem hukuken, hem de eğitim, siyasal katılım, çalışma yaşamında, yani kamusal alanda büyük ölçüde sağlayabilmiş olan sosyalist sistemde ise ataerki, domestik alanın neredeyse tümüyle kadınlara deruhte edilmiş olmasında tezahür ediyordu. Erkeklerle eşit eğitim görmüş, her alanda çalışabilen, politikada temsil oralnları yüksek sosyalist ülke kadınları, mutfakta yapayalnız bulmaktaydılar kendilerini. Ve uzun, yorucu iş gününün ardından günde 3-4 saatlerini yemek hazırlamaya, bulaşığa, çamaşıra, ütüye, camları silmeye, çocuklarla ilgilenmeye ayırmak durumundaydılar…

Türkiye’de ise kadın sorunları, “ev kadınlığı” olgusu etrafında dizilmişe benzemektedir. Çalışabilir durumdaki kadınların yarıdan fazlası, ev kadını konumunda, bağımsız bir gelir kaynağından yoksun, koca eline bakarak sürdürmektedir yaşamını. Bu durum, yaşamlarını son derece kırılgan kılar: koca şiddetine karşı yapabilecekleri, bir hayli sınırlıdır.

Türkiye’de kadınların yüzde 60’ının ilköğrenim ile yetindiği ya da formel bir eğitimden yoksun olduğunu belirtmiştim. Son dönemde yüksek öğrenim mezunu kadınlar arasında işsizliğin tırmanıyor olmasına karşı,[38] bu ülkedeki ev kadınlarının ana gövdesini, eğitim düzeyi düşük kadınlar oluşturmaktadır. Böylelikle, içinde bulundukları kısır döngü, süregitmektedir; “meslekleri”nin onlara vaadedebileceği dünya, son derece küçüktür: koca, çocuklar, akrabalar, kayınlar, konu-komşu ve televizyon: ufukları yerli dizilerin, reklamların, evlilik, magazin, yarışma programlarının kendilerine sunduğu kadardır…

Öte yandan, koca-odaklı yaşam pratikleri, onları dar bir çevre içerisinde koyu bir yalnızlığa mahkûm kılmaktadır; ortak sorunlar doğrultusunda birlikte davranabilme yetisinden yoksundur pek çoğu. Bu durum, ücretli bir işte çalışmıyor olmanın kendilerine sağladığı boş zaman avantajını kullanmalarını engeller. Nihayetinde, mahalledeki tek çocuk parkının kaldırılarak yerine bina dikilecek olmasına karşı eylemlere girişmek, bu uğurda imza toplamak, belediye kapılarını aşındırmak, evin ekmek getiricisi, mutlak otorite kocanın pek hoşuna gitmeyebilir.

Yanısıra, ev kadınlarının oranının bu denli yüksek olması, çalışan kadınların durumunu da kırılganlaştırmaktadır. Hem “kadınlık”a ilişkin rollerin ev kadınlığı modeline dayandırılmasından: Kadınların yarıdan fazlasının “ev kadını” olarak tanımlandığı bir ülkede, çalışan kadınların kocalarını yemek-ütü-temizlik yapmaya ikna etmeleri, bir hayli zor olacaktır. Hem de cinsiyetler arasındaki servet ve prestij dağılımı bu nedenle büyük ölçüde kadınların aleyhinde gerçekleşmektedir.

Türkiye’de kadınlığa ilişkin değer ve beklentiler, büyük ölçüde bir çeşit toplumsal “standart” kabul edilen ev kadınlığı üzerinden biçimlenmektedir: yuvayı yapan dişi kuş, fedakâr ana, hamarat, titiz, tutumlu, eserip beseren, pişirip kotaran becerikli kadın, kocasının namusuna hâlel getirmeyen iffetli kadın, gözü dışarıda olmayan uysal kadın…

Ancak, bir kez daha altını çizmek gerekir; bu model, yalnızca toplum tarafından üretilen kültürel bir görüngü değil; biçimlenişinde siyasetin payı büyük.

Yukarıda, Türk siyasetinde iki rakip akımın, laik-çağdaşlaşmacılık ile İslâmcılığın, domestik alanı, ya da “yeniden üretim” alanını kadına münhasır bir alan olarak görmekte uzlaştıklarına değinmiş, bunu Türkiye’de toplumsal yaşamın sekülerleşmesinin temel metni olan Medenî Kanun’dan örneklemiştim. Bir anekdotla destekleyeyim bu görüşümü:

“Günümüzden tam 67 yıl önce, 28 Şubat 1942 tarihli “İnkılapçı Gençlik” dergisinin birinci sayfasında “Bulut Geçti” adlı bir şiir yayımlanır. Şiir şöyledir: Sen şimdi kocanın evinde oturursun/ Ve saçların artık eskisi gibi değil/ Geceleri yemekten sonra/ Çorap söküğü dikersin/ Belki de ellerin soğan kokar/Senin kocan bir suratı çirkin adam/ Ağzı açık uyur/ Ve senin vücudun bozulur çocuk doğurdukça

Şair Salah Birsel’in bu şiirden dolayı başına gelmedik kalmaz. Ulus gazetesinden Sabahattin Sönmez, Tan’da Refik Halit Karay, onu topa tutarlar: Şair “millî aile değerlerine saldırmakta”, “yalnız evlenmeyi kötülememekte; genç kızları ere varmaktan, evli olmaktan şiddetle tiksindirdikten başka, onları sadece bir eğlence ve nefis körletme vasıtası olarak tanıdığını da anlatılmakta, oynaşlığa, sürtüklüğe heveslendir”mektedir! İş, Birsel’in “aile mevcudiyetini ve aile kurmak esasını sarsacak ve kadınlığın ana olmak hususundaki fikri temayülünü zayıflat”mak; “açıkça çocuk doğurmamayı telkin et”mek suçlamasıyla yargılamasına dek varır![39]

Bu tip örnekler çoğaltılabilir, ama bence yeri değil.

Her durumda, 2002’den bu yana süregitmekte olan İslâm referanslı AKP iktidarı, kadınları öncelikle (hatta zımnen “münhasıran”) ev kadınları olarak görmek istediğini hem söylem hem de icraatıyla ortaya koyarken, seleflerini bu alanda tartışmasız bir biçimde geride bırakmıştır.

İki gerekçeyle: Kuşku yok ki AKP’nin hareket noktası, bir hayli eril terimlerle yorumlanmış bir Sünnî İslâm’dır. Epigonları, “Kadın-erkek eşitliğine inanmadığı”nı her vesileyle beyan eden, durup durup “feministler”e çatan, genç kadınlarla erkkeklerin bir arada bulunmasından duyduğu rahatsızlığı sık sıkdile getiren, kadınlara genç yaşta evlenmelerini ve üç-beş, Allah ne kadar verirse çocuk yapmalarını salık veren, “her kürtaj bir Roboskî’dir” diyen bir liderin açtığı yoldan coşkuyla ilerlerken, toplumu partinin Sünnî-İslâm eksenli muhafazakâr projesi çerçevesinde dönüştürmeyi hedefleyen adımlar birbirini izlemektedir.

Diyanet’in okul kıran çocuklardan banka faizlerine dek her konuda hüküm veren bir fetva merciine dönüştürülmesi, eğitimin imam-hatipleştirilmesi, “hafız yetiştirmeye başlamanın ideal yaşı 9’dur” diyerek baştan aşağı değiştirilen eğitim sistemi, dinle ilişkili derslerin yoğunlaştırılması, okullarda kız ve erkek öğrencileri birbirinden ayırma çabaları, kız ve erkek öğrencilerin aynı merdivenleri kullanmasını yasaklayan müdürler, erkek öğrencilerden kısa etek giyen kızları “taciz timleri” kurduran idareciler, TRT ve “yandaş” kanallarda yoğunlaşan dinsel propaganda, içki yasakları, ulusal bayramların dinselleştirilmesi, TCK’nın din ve peygambere hakaret maddelerindeki cezaların ağırlaştırılması, baş örtüsünün kamusal alanda serbest bırakılması…

Yalnızca toplumsal yaşam mı, Batı ile ilişkiler “serinletilirken” İslâm coğrafyası ile ilişkilerin sıkılaştırıldığı, Ortadoğu’da Sünnî eksenini güçlendirmeye yönelik çalışmaların yoğunluk kazandığı dışişleri, “helal ticaret”in desteklendiği, faiz politikalarının bıçak sırtında yürütüldüğü ekonomi, emekçilerin hakları için mücadele edecek yerde dinsel telkinlerde bulunan “sendikacı”ların boyverdiği, tüm “hak” tartışmalarının “helal-haram” çerçevesine yerleştirildiği çalışma yaşamı; heykellerin söküldüğü, sanat yapıtlarının “müstehcen” damgasıyla sergilerden kaldırtıldığı, tiyatro oyunlarının yasaklandığı, devlet eliyle dinsel vurgulu yapımların desteklendiği kültür-sanat dünyası…

Uzatmaya gerek var mı; AKP iktidarı kamusal yaşamın bütün veçhelerini, İslâmî-Osmanlıcı bir esinle yeniden dizayn etme çabasında.

Kadınların eve yönlendirilmesi, bu”muhafazakâr proje”nin bir parçası. Malûm, İslâm’ın başat yorumu, kadınların kamusal alanda boygöstermesinden pek haz etmez! Camilerin önlerinde, İslâmcı kitabevlerinde satılan ilmihâller, İslâmcı kanalların akıl hocalarının programları, dinci internet siteleri, “muhafazakâr” yazarların sütunları, kadınlara evden pek çıkmamalarını, çıktıkları zaman hicaplarını ihmal etmemelerini, yabancı erkeklerin aklını çelecek davranış ve tavırlardan uzak durmalarını, mümkün olduğunca çok doğurup ümmeti çoğaltmalarını… salık veren telkinlerle dolup taşmaktadır. Kürtajın yanısıra sezaryeni de sınırlandıran, anne adaylarını hamileliğin tespit edildiği andan itibaren takip altına alan beden politikaları, kadının siyasete katılımını seçim öncesi seferber edilip kapı kapı dolaştırılan kadın kolları ile Meclis’e zevahiri kurtarmak üzere sokulacak birkaç kadın milletvekiliyle sınırlandıran, bürokrasiyi “kadınsızlaştıran” politik yaşam, kadınları doğrganlığa teşviki esas alan, işyerlerinde kreş koşulunu kaldıran, evdeki yaşlı ve hastalara bakan kadınlara maaş bağlamayı “kadın istihdamını arttırmak” sayan çalışma politikaları…

Bu zihniyetle kadınları evlerinin dört duvarı dışına çıkartmak, mümkün değil.

Ama işin bir başka yönü daha var. AKP iktidarının muhafazakâr kadın politikalarının, şevkle sürdürücülüğünü üstlendikleri neo-liberal ekonomik uygulamalarla uyarlılığı…

AKP’nin, 1980’lerden bu yana Türkiye’de olanca şiddetiyle uygulanmakta olan neo-liberal politikaların kararlı sürdürücüsü olduğu biliniyor. Sermayenin kârlılığı ve yeryüzündeki servet bölüşümündeki eşitsizliğin azamîleşmesi için her yolu mubah kabul eden bu politikaların, konumları kırılgan olan toplumsal kategorilerin (yaşlılar, engelliler, çocuklar, kadınlar, etnik azınlıklar…) alabildiğine aleyhine işlediği, kısa sürede görülecekti. “Devletin (sermayenin önünü alabildiğine açacak tarzda) küçültülmesi” retoriğinin sosyal güvenlik ve destek mekanizmalarının tasfiyesi anlamına geldiği de… Böylelikle, bir yandan istihdamın “esnekleştirilmesi”, güvencesizleştirilmesi, bir yandan da “sosyal devlet/refah devlet”in tasfiyesi, kadınları vuracaktı: kadınların esnek, yarı-zamanlı, kayıtdışı işlere, ücretsiz aile işçiliğine yönlendirilerek emeklerinin değersizleştirilmesi, devletin yeniden üretime yönelik faaliyetlerden desteğini çekmesi sonucunda bu hizmetlerin neredeyse tümüyle kadınların sırtına yıkılması; çözülen devletlerin, etnik-dinsel savaşların, dünya kaynaklarının, enerji hatlarının yeniden paylaşımı savaşlarının, ekolojik felaketlerin yerinden ettiği kadınların küresel ölçekte bir kadın trafiğinin (kölelik koşullarında çalıştırılmaktan fuhşa, organ kaçakçılığına) konusu olmasına yol açacaktı.

Türkiye bu “trend”in dışında kalmadı. Neo-liberal politikaların Türkiyeli kadınlar açısından tercümesi, kadın emeğinin -çeyizini düzmek, aile bütçesine katkıda bulunmak kaygısıyla- birkaç yıl çalışıp evlendikten sonra evine çekilen genç kadınlara irca edilmesiydi: Esas yerini fabrika, büro, atölye vb.nde değil de “yuvası”nda gören “ev kadınlığı” öz algısı, AKP iktidarıyla birlikte atağa kalkan “Anadolu Kaplanları”na ucuz, geçici, örgütsüz, uysal, disiplinli, sigortasız, kıdem tazminatsız, talepkârlık düzeyi düşük, masrafsız işgücünü sağlayacaktı. İşe alırsın, üç-dört yıl çalıştırır, sonra kendi ellerinle evlendirir, bir de çeyrek altın takarsın. Hem maliyetleri dibe cekmiş hem de “baba patron” imajına hâlel getirmemiş olursun!

Gencecik yaşlarında çoluk çocuğun yükünü, evdeki yaşlıların, hastaların bakımını, bulaşığı, çamaşırı, temizliği üstlenip devletin sosyal harcamalarını, çarşı-pazar dolaşıp en ucuzu, en hesaplıyı bulup buluştururken kocalarının talepkârlık düzeyini düşürmeleri de cabası! Ceplerine sıkıştırdığın birkaç kuruşun lafı mı olur?

Evet, Türkiye’de kadınlar, emekleri, bedenleri ve kimlikleriyle, neo-liberal kapitalizm ile İslâmcı muhafazakârlığın “tuhaf” dansının sahnesini oluşturuyorlar.

AKP’nin “Kinder, Kuche, Kirche”si, bir hayli mesafe kat etti!

 

23 Mayıs 2015 08:15:33, Ankara.

 

N O T L A R

[1] “Çocuk, mutfak, kilise”. Alman Kayseri II. Wilhelm’e atfedilen, ve Hitler’in III. Reich’ında doğurganlık teşvikleri, çeşitli sosyal destek politikaları ve istihdamda ayırımcılık uygulamalarıyla somut politikalara dönüştürülen, kadının aslî görevinin evi, kocası, çocukları ve ibadetle sınırlı olduğunu vurgulayan deyiş… 27 Mayıs 2015 tarihinde ‘Kadın ve Yaşam Derneği’nin İzmir’de düzenlediği “Türkiye’de Kadın Olmak” başlıklı söyleşi metni…

[2] Mánes Sperber.

[3] “Kurtuluş Savaşı Bilançosu”. http://www.frmtr.com/turkiye-ye-sahip-cik/350323-kurtulus-savasi-bilancosu-sayisal-askeri-kayiplarimiz.html

[4] “Çorum’da 28 yaşındaki H.G. kendisinden hoşlanan ve flört etmek isteyen İ.A.’yı reddetti. Olaydan birkaç gün sonra pazara giden H.G. reddettiği genç adam tarafından herkesin gözü önünde vurularak öldürüldü.” (Tuğçe Tatari, “Size Kaç Kadın Cesedi Lazımdı?”, Akşam, 25 Ağustos 2012, s.5.)

[5] “Niğde’de oturan fırıncı 17 yaşındaki İ.A. ile resmi nikahsız evlendirilen 13 yaşındaki H.Ü., 21 Ekim’de odasında göğsünden tabancayla vurulmuş hâlde bulundu. Bir aylık evli H.Ü’nün intihar ettiği ileri sürülürken, vurulduğu tabancanın nikahsız eşinin babası Rahmi A.’ya ait olduğu ortaya çıktı. Tutuklanan 59 yaşındaki Rahmi A.’nın, küçük gelinini, oğlunu aldattığı gerekçesiyle öldürdüğü iddia edildi. Kendini öldürdüğü iddia edilen talihsiz kızın ‘uzak atış’ sonucu öldüğü ortaya çıktı. H.Ü’nün sosyal paylaşım sitesinde tanıştığı nikahsız eşinin tecavüzüne uğradığı, bu durum nedeniyle İ.A. ile kaçarak evlenmek zorunda kaldığı da anlaşıldı.”( Uğur Mart- Adnan Çelebi, “13 Yaşında Tecavüzcüsüyle Evlendi, 1 Ay Sonra Aldattığı İddiasıyla Öldürüldü”, Hürriyet, 15 Mart 2015… http://www.hurriyet.com.tr/gundem/28458312.asp)

[6] “Boşanmak isteyen eşi Beyaz Bal’ı 9 Ağustos 2013’te, Beyoğlu İlçe Emniyet Müdürlüğü’ne 100 metre mesafede 27 bıçak darbesiyle öldüren Osman Bal’ın yargılanmasına devam edildi.” (Ayşegül Usta, “Kadın Cinayetine Karşıyım”, Hürriyet, 18 Aralık 2014, s.3.)

[7] “İki aylık hamile Mahmure Karakule’yi 47 bıçak darbesiyle öldüren Zülfikar B.’den kan donduran ifade! Köfte-patates gibi pratik yemekler yapınca beni aldattığını anladım…” (Levent Albayrak, “Köfte Patates Yapınca Beni Aldattığını Anladım”, Akşam, 23 Temmuz 2012, s.11.)

[8] “İzmir Güney Mahallesi’nde meydana gelen olayda, M.G’nin rüyasında eşi 18 yaşındaki F.G.’nin, kendisini aynı mahallede oturan bir kişiyle aldattığını gördüğünü söylemesi üzerine tartışma çıktı. Büyüyen tartışma sonucu M.G, F.G.’yi vücudunun 15 yerinden bıçakla yaralayarak kaçtı.” (“Kadına Şiddet: 2 Ölü, 2 Yaralı”, Cumhuriyet, 28 Mart 2012, s.3.)

[9] “Evini yakan, karısını ve sevgilisi olduğunu iddia ettiği komşusunu öldüren koca, iyi hâl ve tahrik indirimiyle 31 yıl hapis cezası aldı.” (Salih Üçtepe, “O Kocaya İndirimli 31 Yıl”, Hürriyet, 19 Aralık 2014, s.3.) “Devletten koruma isteyen bir kadın daha 17 Kasım 2011’de vahşice öldürüldü sevgilisini parçalara ayıran sanık ise iyi hâlden yararlandırıldı. (Savaş Kürklü, “Kadın Cephesinde Değişen Bir Şey Yok”, Cumhuriyet, 18 Kasım 2011, s.8.)

[10] “Sakarya’da 14 yaşındaki kız çocuğuna cinsel istismar davasında sanık avukatı İsmail Gürses, duruşma sırasında, Hz. Muhammed’in evliliklerinden örnekler verdi. Gürses, ‘Peygamberimizin de benzer evlilikleri var. Müslüman ülkede yaşıyoruz’ dedi.

İskenderun’da eski sevgilisi Y.D.’nin taciz ve ölüm tehditlerine maruz kalan kadına savcı: ‘Niye ilişkiye girip sonra bizi uğraştırıyorsun?’

Gebze’de, boşanma davası açtığı eşi tarafından polis korumasında olmasına rağmen öldürülen Mehtap Civelek’in davasında savcı, ‘Eşini aldattığı kuşkusu var’ diyerek tahrik indirimi istedi.

İstanbul’da trans kadın Seda’yı döverek öldüren ve hakkında müebbet istenen R.S.’ye Bakırköy 4. Ağır Ceza Mahkemesi, maktulün kendisine ilişki teklif etmiş olabileceği gerekçesiyle haksız tahrik indirimi uyguladı, cezayı 18 yıla düşürdü, sonra 15 yıla indirdi.

İzmir’de Sevgi Aguş’u çocuklarının gözleri önünde bıçaklayarak öldüren şahsa İzmir 11. Ağır Ceza müebbet verdi. Sonra, ‘Kadın kot pantolon giymiş, tanımadığı erkeğe cilveli şekilde saat sorarak adamı tahrik etmiştir’ gerekçesiyle cezayı 24 yıla, ardından da pişmandır diye 20 yıla indirdi.

Yargıtay CGK 9’a karşı 14 oyla, 15 yaşındaki öz kızına defalarca tecavüz edip hamile bırakan adamın 17,5 yıllık cezasını oy çokluğuyla onadı. Muhalif yargıçların görüşü: Kız uzun süre olayı kimseye anlatmamış, demek ki zor kullanılmamış,rızası var. Sızlanmak, isteksizlik ve direnme sayılmaz. Rızaya dayanan cinsi münasebet suçu vardır.

Şahıs, 17’lik erkek çocuğuna Osmaniye’de bir kere tecavüz ediyor, sonra da ‘herkese anlatırım’ tehdidiyle devam ediyor. Yargıtay 5. Ceza’nın kararı: ‘Mağdur 9 ay boyunca şikâyet etmemiştir, olayda cebir ve tehdit yoktur, rıza vardır’. (…)Dumanı üstünde üç yeni haber:

1) Apartman boşluğunda cesedi bulunan Nazlı Sinem Erköseoğlu’nun katil zanlılarına mahkeme beraat verdi. Gerekçe: “Daha önceden sadece selamlaştığı bir erkekle alkol alıp evine giden, cinsellik yaşayan mağdurenin ne yaptığını tespit etmek mümkün değildir”.

2) Japon turiste taciz davasında mahkeme sanığa cinsel saldırı suçundan 2 yıl ceza kesti, sonra duruşmadaki iyi hâli nedeniyle 1 yıl 8 aya indirip erteledi.

3) Boşandığı eşini 8 yerinden bıçaklayıp bir de otomobille üzerinden geçerek öldüren Kamil Çolak için savcı, ağırlaştırılmış müebbet yerine, haksız tahrik indirimi uygulanarak 18-24 yıl hapis istedi. (Baskın Oran, “Özgecan’ın Katilini Kim Azmettirdi?”, Agos, 20 Şubat 2015. http://www.agos.com.tr/tr/yazi/10640/ozgecanin-katilini-kim-azmettirdi)

[11] İşte sadece bir yılın (kısmî) verileri: “İstanbul’da 2011 yılında 1.486 tecavüz, 2.488 çocuk istismarı, 2.223 taciz davası açılmış. İzmir’de 568 çocuk istismarı davası, Ankara’da 1162 çocuk istismarı davası. Adana’da 461 tecavüz, 656 çocuk istismarı ve 291 taciz davası açılmış. Antalya 432 tecavüz, 548 çocuk istismarı, 473 taciz davası. Gaziantep 558, Bursa 545, Mersin’de 500 çocuk istismarı davası açılmış Kayseri’de de 263 tecavüz davası, 374 çocuk istismarı davası ve 273 taciz davası görülmüş. Konya, 609 çocuk istismarı davasıyla ilk 5 il arasında yer almış ayrıca aynı kentte 354 tecavüz ve 438 taciz davası görülmüş. Liste uzayıp gidiyor. Ama tüm bu davalar buzdağının görünen kısmı. Neden mi? Tecavüze, tacize uğrayan kadınların çocukların ortaya çıkıp uğradıkları saldırıyı ifade edebilmeleri çok zor da ondan.” (Bilge Seçkin Çetinkaya, “Kadının Beyanı Esastır”, Birgün, 21 Şubat 2014, s.4.)

[12] “Çocuk gelinler konusunda çalışma başlatan ve başta Diyanet olmak üzere pek çok kurum ile işbirliği yapan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde çocuk gelinler tablosunu ortaya koydu. Rakamlara göre, 11 yılda yaklaşık yarım milyon çocuk (504 bin 957), 16-17 yaşında resmi olarak gelin oldu.” (Meltem Özgenç, “… ‘Resmi’ Çocuk Gelinler Oldu”, Radikal, 8 Mart 2014, s.6.) ve: “18 yaş altındaki her 100 kız çocuğundan 32’si evlendiriliyor Türkiye’de; Avrupa Konseyi ülkeleri arasında Gürcistan’dan sonra 2. (Murat Yetkin, “Sabancı, Kürt Sorunu ve Çocuk Gelinler”, Radikal, 12 Şubat 2013, s.12.) Nihayet: “Türkiye’de 181 bin çocuk yaşta evlendirilerek istismar edilmiş kız çocuğu var ve bunlar sadece resmi, kaydedilebilmiş rakamlar: i) Her üç evlilikten biri çocuk yaşta yapılıyor… ii) Dünyada çocuk yaşta evliliklerin en çok görüldüğü ikinci ülkeyiz… iii) Sığınma evlerindeki kadınların 3’te biri “çocuk gelin”… iv) Reşit olmadan evlendirilen kız çocuklarının sayısı ise erkek çocuklarının sayısından 20 kat fazla… v) 18 yaşından küçük kızlarını evlendirdikleri için dava açılan aile sayısı da yüzde 94.2 artmış durumda… (Adile Doğan, “Kader ile Tek Farkımız Hâlâ Yaşıyor Olmamız”, 23 Ocak 2014)

[13] Şebnem Turhan, “Cinsiyete Dayalı Gelişmede Türkiye Sınıfta Kaldı”, Hürriyet, 4 Eylül 2014, s.12.

[14] Esin Ergin, “XXI. Yüzyılın Başında Türk Kadını: Sadece Adı Değil, Kendisi de Yok”, Cumhuriyet Bilim Teknoloji, No:1372, 5 Temmuz 2013, s.10-11-13.

[15] Şebnem Turhan, “Cinsiyete Dayalı Gelişmede Türkiye Sınıfta Kaldı”, Hürriyet, 4 Eylül 2014, s.12.

[16] Seher Kırbaş Canikoğlu, “Siyasette Görünmeyen Kadın”, Radikal, 27 Mart 2014, s.19.

[17] Esin Ergin, “XXI. Yüzyılın Başında Türk Kadını: Sadece Adı Değil, Kendisi de Yok”, Cumhuriyet Bilim Teknoloji, No:1372, 5 Temmuz 2013, s.10-11-13.

[18] “Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfının (TEPAV) raporuna göre 2009 yerel seçimlerinde seçilen 301 bin 759 yerel yöneticiden yalnızca 3 bin 708’i kadındı. (…) TEPAV araştırmasına göre 2004 yılı yerel seçimlerinde Türkiye genelinde 18 olan kadın belediye başkan sayısı, 2009 yılındaki yerel seçimlerde 26’ya yükselebildi. Ülkenin 2 bin 498 belediyesinde yalnızca 26 kadın belediye başkanı bulunuyor. Yerel yönetimlerde de kadın sayısı oldukça az. Şu an ülkede belediye meclis üyesi 1340, il genel meclis üyesi 110, 65 köy muhtarı, 329 köy ihtiyar meclisi üyesi, 429 da mahalle muhtarı kadın var. Toplama bakıldığında ise ortaya çıkan tablo tam bir uçurum: Türkiye’nin 301 bin 759 yerel yöneticisinden yalnızca 3 759’u kadın. Yani yaklaşık yüzde biri!” (Birkan Bulut, “Yerel Yönetimlerin Sadece Yüzde 1’i Kadın”, Evrensel, 31 Ocak 2014, s.6.)

[19] Zeynep Göğüş, “Erkek Erkeğe İlerleme Olmaz”, Cumhuriyet, 8 Mart 2012, s.9

[20] Nedret Akova’nın derlediği bir “seçki”: i) Tayyip Erdoğan: Kadın erkek eşitliği doğaya aykırıdır, kürtaj bir cinayettir, her kürtaj bir Uludere’dir, kadının öncelikli rolü anneliktir… ii) Bülent Arınç: Kadın herkesin içinde kahkaha atmayacak. Bütün hareketlerinde cazibedar olmayacak, iffetini koruyacak… iii) Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu: Anneler, annelik kariyerinin dışında bir başka kariyeri merkeze almamalıdır… iv) Maliye Bakanı Mehmet Şimşek: İşsizlik oranı niye artıyor biliyor musunuz? Özellikle kadınlar arasında kriz dönemlerinde işgücüne katılım oranı artıyor. (…) v) AKP Sakarya Milletvekili Ayhan Sefer Üstün: Tecavüze uğrayan kadınlar doğurmalı, kürtaj yaptıranlar tecavüzcüden daha büyük suçlu… vi) Eski Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül: Türk hanımları evinin süsüdür… vii) Çevre ve Orman BakanıVeysel Eroğlu (iş isteyen kadına): Evdeki işler yetmiyor mu? viii) Ankara Anakent BelediyeBaşkanı Melih Gökçek: Kadın ahlâklı olsun, kürtaj yaptırmak zorunda kalmasın… ix) AKP İl Genel Meclis Üyesi: Kızlar okuyunca, erkekler evlenecek kız bulamıyor. (Selda Güneysu, “İşte AKP’nin ‘Şiddet’ Karnesi”, Cumhuriyet, 30 Ocak 2015, s.13.)

[21] “Kadının en büyük vazifesi analıktır! İlk terbiye verilen yerin ana kucağı olduğu düşünülürse, bu vazifenin ehemmiyeti layıkiyle anlaşılır.” (M. Kemal)(http://www.yenimakale.com/ataturkun-kadinlar-ile-ilgili-sozleri.html#ixzz3ambqjigZ ) ve: “Kadınlarımızın genel görev ve çalışmalarda paylarına düşen işlerden başka, en önemli, en hayırlı, en faziletli bir ödevleri de “iyi anne” olmalarıdır. (M. Kemal) (http://www.yenimakale.com/ ataturkun-kadinlar-ile-ilgili-sozleri.html#ixzz3amcDF1Vv)

[22] T. Asma, H. Kaynak ve M. F. Tarakçı (1996). “Medenî Hukuk ve Kadın”, Çağdaş Hukuk (Çağdaş Hukukçular Derneği Merkez Yayın organı, yıl 4/5, sayı 46-49; Mart-Haziran 2006, Kadın Hukuku Dosyası içinde).

[23] Titi Bhattacharya (2013-14). “Explaining gender violence in the neoliberal era”, International Socialist Review, 91.

[24] TÜİK Haber Bülteni, sayı 16015, 6 Mart 2014, http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=16015

[25] “Ücretsiz aile işçisi olarak çalışan kadın oranı 2011 yılında Türkiye genelinde yüzde 31,8, erkek oranı ise yüzde 3,8”di. (“İşgücüne Katılım Oranı Yüzde 25, Aile İşçisi Kadın Oranı Yüzde 31!”, Birgün, 6 Mart 2014, s.4.)

[26] Şehriban Kıraç, “Milyonlarca Kadın İşsizliğe Mahkûm Edilecek”, Cumhuriyet, 14 Ocak 2015, s.11.

[27] Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı’na (TEPAV) göre, Türkiye’de işgücü dışında kalan ev kadını nüfusu 12.2 milyon kişiye ulaştı. TEPAV İstihdam İzleme Bülteni’nin 8’inci sayısı yayımlandı. Bültende, şu değerlendirmeler yer alıyor: “Başka bir ifadeyle 15 yaşın üstünde olup işgücü topluluğuna katılması mümkün nüfusun, bunun yerine işgücü dışı nüfusa dahil olduğu, özellikle ‘ev kadını’ statüsündeki nüfusun önemli ölçüde arttığı dikkat çekmektedir. İşgücü dışında özellikle ev kadını nüfusunun artması dikkat çekici bir gelişmedir. Nitekim son 12 ayda artmış görünen 868 bin işgücü dışı nüfusun 500 bine yakınının ev işleriyle meşgul kadın nüfusa dahil olduğu görülmektedir. Böylece ev kadını nüfusunun 12.2 milyona ulaşarak istihdam edilen nüfusun yarısına ulaştığı dikkat çekmektedir.” (“İşsizliği Eve Kapanıp Çözdük”, Vatan, 14 Temmuz 2012, s.7; “Onlar Zoraki Ev Kadını”, Cumhuriyet, 15 Temmuz 2012, s.11.)

[28] İstatistik, bilindiği üzere, manipülasyona çok açık bir alan. İktidarın geçtiğimiz yıl “2 milyon kadına istihdam sağlandığı” “müjde”sinin de bu türden bir manipülasyon olduğu, Türk Girişim ve İş Dünyası Konfederasyonu Türkonfed’in raporunda ortaya çıktı. Rapora göre “bu 2 milyonluk artışın 450 bini hükümetçe yapılan düzenlemelerle evlerinde yaşlılara ve engellilere baktığı için para kazanan kadınlar. Net asgari ücrete eşit bir para kazanıyorlar. Yani 848 lira civarında. Ve (…) bu kadınların sosyal güvenceleri yok. Devlet ücret ödüyor ama SGK kapsamına almıyor. Yani, devlet 450 bin kadını ‘kayıt dışı’ hatta ‘kaçak işçi’ statüsünde çalıştırmış oluyor. (…) 2 milyon yeni kadın istihdamının 450 bini böyle. Peki, geriye kalanı? 600 bini tarım sektöründen kaynaklanmış. AKP bu kadınların tarımda çalışmasını kayda geçirmiş ama onların da yaklaşık yüzde 96’sı kayıt dışı. Yani hâlâ ücretsiz tarım işçisi olarak çalışıyorlar.

Hatırlarsınız. Bundan bir iki yıl önce AKP yeni istihdam teşvik paketini açıklamıştı. Bu pakete göre kadın işçi çalıştıran işyerlerinde kadınların primleri 4 yıl boyunca devlet tarafından üstlenilecekti. Türkonfed’in raporuna göre bu teşvikten sadece 110 bin kadın yararlanabilmiş. Sayının bu denli düşük olmasının nedeni bürokratik işlemlerin karmaşıklığı ve uzunluğu…

Özetleyecek olursak, 6 yılda 2 milyon yeni istihdamın neredeyse yarısı AKP’nin rakamlarla oynaması ile gerçekleşti. Gerçekten kadın istihdamını artıracak politikaların hemen hiçbiri uygulamaya alınmadı. Zaten pek istendiği de söylenemez.” (Özlem Yüzak, “Kadın İstihdamı: Yalanlar ve Gerçekler”, Cumhuriyet, 25 Haziran 2014, s.11.)

[29] “Ankara Sanayi Odası (ASO) Başkanı Nurettin Özdebir, ‘Kaş yapalım derken göz çıkarmayalım. Doğum yapan kadına sağlanacak ek haklar, kadınları iş hayatından etmesin’ uyarısında bulunurken ‘ASO üyesi bir sanayicimiz düzenlemeden duyduğu kaygıyla bundan sonra fabrikasına kadın işçi almayacağını bana söyledi. Taslak bu hâliyle yasalaşırsa, kadın işçi çalıştıran işletmelerin istihdam maliyetleri artacağından, yöneticilerine kadın yerine erkek işçi alınması talimatı vermiş,’ dedi.” (Özlem Yüzak, “Kadını ‘Eve Sokma’ Paketi”, Cumhuriyet, 25 Eylül 2013, s.11.)

[30] “Kreş En Acil Sorun”, Cumhuriyet, 8 Mart 2012, s.7.

[31] Mustafa Sönmez, “Ev Kadınının Sömürülmesi ve Hakkı…”, Cumhuriyet, 25 Haziran 2012, s.10.

[32] Nitekim Mustafa Sönmez, sözkonusu yazısında böyle bir talebi dile getiriyor: “Öyleyse ne olmalı? Bunu tek tek patronlardan almak mümkün değil. Ama devlet, patronlardan aldığı vergiyi yükselterek, ev kadınının bu karşılıksız emek gücünün “ücret”ini tahsil edebilir. Sonra da bunu, “ev kadınları”na bir sosyal ücret olarak ödeyebilir, ödemelidir. Dolayısıyla eve kıstırılmış kadınların, genç kızların, devletten böyle bir sosyal ücreti talep etmeleri haklarıdır ve bunun için örgütlenmelidirler.” (Mustafa Sönmez, “Ev Kadınının Sömürülmesi ve Hakkı…”, Cumhuriyet, 25 Haziran 2012, s.10.)

[33] Zehra Yavuz, “30 Maddede Tipik Türk Kadını!”, Radikal, 9 Şubat 2013, s.19.

[34] Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nca 12 bin aile üzerinde yapılan “Türkiye’de Aile Yapısı Araştırması”na göre (….) 23 bin 379 kişi ile görüşme gerçekleştirilerek hazırlanan araştırmada, şu saptamalara yer verildi: i) Aile bireylerinin yüzde 44’lük kesimi hiç kitap okumuyor, yüzde 74’ü hiç sinema ve tiyatroya gitmiyor… ii) 2006-2010 yılları arasında 18 yaşın altında evlenme oranı erkeklerde binde 2, kadınlarda ise yüzde 9… iii) Erkeklerin yüzde 85’i evleneceği kadının “ilk kez evlenecek olması”na, yüzde 75’i “dindar olması”na, yüzde 59’u “aynı mezhepten olması”na, yüzde 58’i eğitimli olmasına önem veriyor. (“Çocuk Gelin Çok Az”, Cumhuriyet, 26 Nisan 2012, s.3.)

[35] Bekir Ağırdır, “Kadın Meselesi Değil Erkek Meselesi”, Cumhuriyet, 21 Şubat 2015, s.2.

[36] “Türkiye’de Kadınların İzin Almadan Çalışması Doğru Bulunmuyor”, Business Intelligence, 24.09.2014. http://www.connectedvivaki.com/turkiyede-kadinlarin-izin-almadan-calismasi-dogru-bulunmuyor/

[37] Damla Yur, “… ‘İçimizdeki Çocuk’ Ölmüş!”, Milliyet, 30 Aralık 2013. http://gundem.milliyet.com.tr/-icimizdeki-cocuk-olmus-/gundem/detay/1814842/default.htm

[38] Ocak 2013 dönemi için işsizlik oranı ve kayıt dışı, kadınlar için arttı. Yeni işsizlerin yarısından çoğu lise ve yükseköğretim mezunu kadınlar oldu. Yeni işsizlerin yüzde 76’sı kadınlardan oluştu. (“Kadınlar Diplomayı Aldı, Eve Kapandı”, Cumhuriyet, 16 Nisan 2013, s.11.)

[39] Sunay Akın, “Kocanın Evinde Oturursun”, Cumhuriyet, 22 Mart 2009, s.15.

 

Ortadoğu’da paylaşım savaşı

ABD’nin Irak işgali, bölgede alttan alta süren paylaşım savaşımı ve bölgeyi kontrol etme çabalarını, bir yeni aşama sıçrattı. Bölge her türlü çatışmanın mayalandığı, uluslararası güçlerin birbiri ile, bölge halkları üzerinden hesaplaştığı bir sürece girdi.

Irak işgali, aslında işgalci güç olan ABD’nin isteklerine ulaşmasını değil, belli ölçülerde de başarısızlığı içermeye başladı. Başarı ve başarısızlık, birlikte ele alınabilir. ABD, elbette Irak işgali ile bazı avantajlar elde etmiştir. Ama aynı ABD, istediklerine ulaşamadığını, hatta İran’ın bölgedeki etkisinin önüne geçemediğini de söylemektedir. Sonuçta işgal, istenileni vermemiştir. Milyonlarca Irak vatandaşının canına mal olan, yüzbinlerce çocuğu sakat bırakan bir savaş yürüttüler ama yine de istediklerini alamadıklarını söylüyorlar.

Ardından ABD, Libya saldırısı sonrasında Suriye’ye yöneldi. Suriye’yi işgal etmeyi hedefleyen saldırı, Libya saldırısı ile, birçok batılı emperyalist gücü yeniden biraraya getirdikten sonra başlatıldı. Dünyanın her yerinden toplanan katiller, çeteler, Suriye muhalefetine eklenerek, ÖSO oluşturuldu. Bugün artık ismi anılmasa da ÖSO, bu savaşın, Suriye rejimine karşı mücadele olarak algılanmasını sağlamak üzere kullanıldı. Gerçekten de rejime muhalif olanlar vardı ve onlara, öylesine çeteler eklendi ki, sonuçta ÖSO, El Nusra’ya, IŞİD’e dönüştü. IŞİD, çok kısa bir sürede
10 binlerce savaşçı toplamış oldu.

ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan 6’lısı tarafından yaratılan, beslenen, eğitilen, toplanan bu çeteler, bölgeyi kana bulamaya, sadece binaları yok etmeye değil, insanları topluca katletmeye, çocukları öldürmeye başladılar, aynı zamanda büyük bir tarih yağmasını da birlikte yürüttüler.

Tarihi yok etmek istiyorlar.

Halkları yok etmek istiyorlar.

Binaları yok etmek istiyorlar.

Sanki, tam bir “arazı temizliği” ile, tüm sahayı yerle bir edip, sonra da modern bir Hong-Kong, modern bir Dubai kurmak istiyorlar. Ne tarih kalacak, ne o tarihten kalan binaların, taşların, eserlerin arasında büyümüş, kulağı onların sesleri ile beslenmiş nesiller kalacak. Böylece, sıfırdan bir yeni alan organize edecekler.

Bu nedenle bu paylaşım savaşı, bir vahşi savaştır, barbarca bir savaştır.

Ve modern barbarlık, hiçbir açıdan, yağmacı barbarlarla karşılaştırılamayacak kadar “gelişmiş” bir barbarlıktır, ölçü tanımaz şekilde sahneye konan insanlık suçları toplamıdır.

ABD ve beşli çetesi, tüm bölgeyi yangın yerine çevirmek için, hiçbir adımı atmaktan çekinmiyor, geri durmuyorlar.

IŞİD katliamlar ile bölgede kan dökerken, tüm bu tablo açığa çıkmaya başladı. Kobanê direnişinin tarihi yönü bir açıdan buradan da gelmektedir. Kobanê direnişi, bu barbarlığın arkasındaki güçleri, göstermelik de olsa durdurdu ve ABD, IŞİD’e karşı sözümona saldırılara başladı.

ABD, İngiltere, görünüşte IŞİD’e karşı imiş gibi konum alıp, alttan alta, Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan’ı daha etkin tarzda devreye sokmaya başladılar. ABD, bir yandan, IŞİD’i bombalıyor, ama diğer yandan, “eğit donat” gibi açık ve doğrudan bir müdahale ile Suriye’ye karşı savaşı besliyor.

Tüm bu trafik, Türkiye cephesinden deşifre olmuştur.

El Nusra tarafından istenen silâhlarda kesinti olduğu için, Türkiye içinde patlatılan bombalarla 53 kişinin ölümü, bu sürecin ilk açığa çıkışıdır.

İnsan akımı, silâh akımı, petrol işinin organizasyonu tek tek açığa çıkmıştır.

Ünlü MİT TIR’ları, bu açığa çıkmada bir başka aşamadır. Öyle anlaşılıyor ki, bu süreç içinde büyük paralar kazanmak hırsı ile ortaya çatlaklar çıkmıştır ve bu çatlaklar içinde TIR’lar ortaya çıkmıştır. MİT, bu TIR’ların aslında Türkmenlere insanî yardım olarak giden malzemeleri içerdiğini açıklamıştır. Türkmenler ise, bu yardımların kendilerine ulaşmadığını söylemişlerdir. Bu durumda işin ne olduğu herkesçe açık hâle gelmiştir. Açılan davalar ve davalar üzerine konulan yayın yasakları vb. zaten gizlenenin ne olduğunu herkese söylemiştir. Ve Cumhuriyet gazetesi, aslında herkesin bildiğini, herkesçe malum olanı fotoğrafları ile ortaya koymuştur. Ardından kopan kıyamet, gerçekte, tartışmasız olarak, gizlenen “aleni” gerçeği ortaya koymaya, anlatmaya yeterlidir. Cumhuriyet gazetesine dönük saldırılar, Can Dündar’a dönük saldırılar aslında işin ne kadar büyük çaplı yapıldığının da kanıtıdır.

Elbette ki bu fotoğraflar, bir biçimde gizli dosyalardan sızmıştır. Ve sonunda, Türkiye, Katar, Suudi Arabistan eli ile yürütülen operasyonların önemli bir parçası olduğu anlaşılmaktadır. Bu TIR’lardaki silâhların ödemeleri kimler tarafından yapılmaktadır? Ve dahası, kime yapılmaktadır?

Kobanê “düştü düşecek” naraları atılırken, tüm bölge halkının yakından bildiği, kameralara yansıyan IŞİD’e açık destek zaten biliniyordu. Bugün, bu süreç devam etmektedir. Kobanê zaferi, IŞİD ve arkasındakileri durdurmamıştır. Hâlâ insan geçişi, eğitim desteği, silâh desteği, üstelik ağır silâhlarla sağlanan destek devam etmektedir. TIR’ların yerine kamyonlar, otobüsler devreye sokulmuştur.

Tüm bu süreç, bölgede savaşı derinleştirme isteklerinin ve çabalarının tam hızla devam ettiğini göstermektedir. Obama, IŞİD ile savaşı 3 yıl sürecek bir savaş olarak tanımlamıştır. Bu üç yıl içinde, bölgenin dümdüz edilmesi planlanmaktadır. Katliamları kimin üzerine yıkacakları ise açıktır. IŞİD eli ile katliamlar yapılacak ve sonunda, elleri “temiz” batı güçleri devreye girip, kurtarıcı olarak roller alacaklardır. Planları budur.

Tüm bölge, bir dünya savaşının fitili hâline getirilmiştir.

Ve bu savaşta aktif olarak rol alan, Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan, bu savaştan kârlı çıkacakları hesaplarını yapmaktadır. Bir yandan mezhepler savaşı beslenmekte, diğer yandan ise, savaşı
bizzat destekleyenler, boğazlarına kadar savaşın içine girmek zorunda kalmaktadır. Bu savaş, bunu kundaklayanlara, bu savaş için her türlü destekleri sağlayanlara da bulaşacaktır, bulaşmaktadır. Bölge, her açıdan, her araçla, her yolla karıştırılmaktadır.

Bu, tüm bölge halkları için, bu kanlı, bu vahşi savaş, bu insanlık dışı savaş, katliamlar, kan ve gözyaşı demektir.

Bu savaşta, halkların yeri, barışın, özgürlüğün saflarıdır.

ve onların bölgedeki işbirlikçileri ile mücadele etmek dışında bir yaşam umutları yoktur. Çıkış yolu budur. Halkların ortak mücadelesi, özgürlük ve barışın, ekmek ve adaletin tek yoludur.

Bu açıdan Kobanê direnişi son derece öğreticidir. Hem halkların mücadelesinin, bu büyük güçlere karşı etkili olabileceğini göstermiştir, hem de ortak mücadelenin temelinin olduğunu tartışmasız
ortaya koymuştur. Kuşku yok ki, bu açıdan bir başlangıçtır, ama çok değerli bir başlangıç.

Örgütlü olmanın anlamını, içinden geçtiğimiz bu süreçte, her an daha da artmaktadır. Katliam planlarına karşı, yağmaya ve işgale karşı ancak ve ancak örgütlülüğü geliştirdikçe ayakta kalma mümkün olacaktır. Kobanê’den çıkan en temel gerçek budur.

Bu açıdan bakıldığında, halkların örgütlülüğünün yeterli olmadığı açıktır. Dahası, bu örgütlülüğün, gelişmekte olan savaşı durdurabilecek noktaya gelebilmesinin zor olduğu da açıktır. Evet öyledir, ama bunu başarmak, savaşı önleyecek bir anti-emperyalist mücadele geliştirmek, halkların ortak mücadelesini ve örgütlülüğünü savaşı önleyecek kadar geliştirmek zor da olsa olanaklıdır. Halkların örgütlü gücü, mucize denilen olayları yaratabilecek bir güçtür.

Türkiye, bu savaşın doğrudan içindedir. TC devleti, ABD politikalarının destekçisi olmakla kalmıyor, daha da ileri giderek, bölgedeki yağma ve talandan pay alabilmek için saldırgan bir politika uyguluyor. Irak politikası, Libya politikası, Suriye politikası açıktır. Bu saldırgan politika, halklara karşı bir savaş politikasıdır.

Bu nedenle, ülkemiz işçi ve emekçilerinin geliştirecekleri örgütlü mücadele sadece ülkemiz için değil, tüm bölge halkları için önemlidir. Kuşkusuz bu aynı önem, bölge halklarının her birinin
mücadelesi ve örgütlülüğü için de geçerlidir. Yani, bölgede gelişen her direniş ve örgütlenme, kendi sınırlarını aşma olanaklarına sahiptir ve çok çok önemlidir.

Özetle, bölgede bugün süren yağma ve talan savaşına, halklara dayatılan katliamlara karşı, halkların örgütlü mücadelesi, işçi ve emekçilerin örgütlü mücadelesi gerçek bir alternatiftir. Bunun
bir başka alternatifi de yoktur. Savaşı önleyecek, özgürlük ve barışı getirecek tek gerçek alternatif budur.

Asimilasyondan katliama, katliamdan soykırıma Aleviler yol ayrımında

Tarihin bir anında yaşanmış büyük salgınlar, katliamlar, savaşlar, sürgünler vardır. Tarihin bir anında donup kalmış büyük acılar vardır. Fakat Aleviler için tarih böyle işlemez. O büyük acıların hikâyesinden çokça vardır bu halkın heybesinde. Tehcir duymak isterseniz Yemen’den Kilikya’ya, Dersim’den Anadolu’nun pek çok vilayetine nasıl göçtükleri hafızalarındadır. Tecavüzler unutulmamıştır, sağ kurtulan ailelerin dağıtılması unutulmamıştır, yağmalar unutulmamıştır ve unutulmamıştır daha pek çok kan tarihi…

Yüz yıl önce nasılsa -belki bin yıl önce nasılsa demek gerekir adına- bugün de öyle saldırılar devam ediyor Alevilere. Ortadoğu’da yayılan emperyalist savaşın ceremesini büyük ölçüde Aleviler çekiyor ve bu yangın yeri ne zaman sönecek, nasıl sonuçlanacak burada savaşan halkların mücadelesi, yakın zamanda kestirmek güç gibi görünüyor.

Kendi de, kütüphaneleri de, bahçeleri de yakılmış bir halkın bugünü dününü aratmıyor. Devletin Eti Türk’ü, Türkleştirilmesi gereken “Nusayrisi” bugün Sünnilerin olması gereken yeri kaplıyor yani katliam kapıda bekliyor. En azından yediden yetmişine bir halk bir gece ansızın IŞİD’i bekliyor.

Arapça konuşanın işkencelerle cezalandırıldığı, Kur’an satışının Alevi Araplara yasaklandığı, Türkmenlerle evlilik için çeyiz teşviki yapıldığı, ağaya, Fransa’ya, TC’ye direnenin zeytin ağaçlarında
asıldığı, köylerin yakıldığı yakın zaman tarihini geçelim.

Dersim’i, Çorum’u, Maraş’ı, Sivas’ı unutmayalım. Ellerinden gelse Alevileri bir kaşık suda boğmak isteyenleri, bir bardak suyu esirgeyen zihniyeti tanıyalım.

Ve en azından bir tartışmayı gönül bağından noktalamak adına belki de önce şöyle demek gerekir: “Onlar Alevi değil.” diyenlere ya da dostlara düşmanlara; bu halk, Anadolu Alevilerinin tüm acılarını acısı bilmiş sahiplenmiştir. Eylemlerde, sokaklarda, direnişlerde yan yana durmuştur. Kader birliği vardır. Ve bu kader birliği Çaldıran yolunda katledilenlerle Mercidabık’a giderken Halep’te katledilenlerin öyküsüdür…

Şimdi bu yüzden belki de Suriye savaşına aynı tepkiyi aynı tondan vermektedirler. Aynı hassasiyeti yaşamaktadırlar. Antakya için psikolojik olarak sınırlar kalkmıştır. Artık halkından ayıran burjuvanın sınırları yoktur ve kanlı bir sabah kadar birbirlerine yakındırlar.

Aklı sınırın ötesinde olan herkes Samandağ’dan, Lazkiye’den yükselen ağıtları zılgıtları her gün duyabilir. Her gün uğurlanan cenazelerin siren seslerini işitebilir.

Deneyimleri hanesine ölümlerle kazınmış bir halk için bu durumu bir tepe uzaklığı mesafeden yorumlamak başka. Hanesine atılan her bir çentik bir zulmü anlatıyorsa durum başka… Savaşmaktan başka çaresi olmayıp, savaştığı yerde sistematik olarak hedefte olan bir halk için durum başka. “Feda” ruhuyla savaşırken sınırın ötesi, berisinde izlemek başka. İnancından ötürü sistematik olarak katledilen fakat ulusu için savaşan bir halkın siyonizme, emperyalizme biat etmeyen iradesine tanıklık etmek başka.

Emperyalizme biat etmeyen, Amerikan tahakkümünü kabul etmeyen Suriye’de 2011’den bu yana çetelerin saldırısı sonucu onlarca Alevi katliamı gerçekleşti. Birçok kez Dersim katliamında, Ermeni soykırımında yaşanan zulme benzer hikâyeleri duyduk. Kurşun israf etmemek için kör bıçaklarla kafası kesilenler, parça parça edilenler, köpeklere yedirilen insanlar, taşla linç edilenler, fırınlara atılan çocuklar… Zulümler, zulümler, zulümler…

Başlangıçta dünya halklarının tepkisini çekmemek için katliamların pek çoğu sahiplenilmedi ve hatta katliamı ordu gerçekleştirdi denildi. Aralık 2011’de Hatay’daki çadır kentte kalan ÖSO komutanı Suriye savaşının ve katliamların sorumlusu olarak Alevileri işaret etti. “Sizi Suriyeden sileceğiz. Suriye’yi Alevilerin mezarı haline getireceğiz” dedi. Oysa ÖSO komutanı Alevilerin yüzyıllardır yaşadığı bir şehir olan Antakya’daydı. Ve anlaşılan Yavuz’un, Osmanlı paşalarının, Selçuklu’nun hatta “şarkın en sevgili sultanının” bile Alevileri bu topraklardan silmeye gücünün yetmediğini bilmiyordu ama deneyecekti kendinden öncekiler gibi…

Mayıs 2012’de Hula’da 49’u çocuk 34’ü kadın 108 sivil katledildi. Katliamın sorumlusunun Suriye ordusu olduğu iddia edildi. Ardından görgü tanıklarının anlatımı ve ÖSO’nun ölenlerin rejim yanlısı olduğu açıklamaları durumu netleştirdi.

Aralık 2012’de Hama’nın Akrab köyüne ikinci defa saldıran ÖSO üç yüz kişiyi katletti. Katledilenler toplu şekilde gömülürken, İngiliz Channel 4 TV 200-250 kişininse kaçırıldığını iddia etti.

4 Aralık 2013’te Muhacirin ve Ensar orduları adlı grupların Lazkiye kırsalında yaptığı köy baskınlarında yüzden fazla sivil hayatını kaybederken Alevi din adamı şeyh Bedr Ğazel işkence ile katledildi. Bu durum Antakya, Adana, Mersin’de halk arasında büyük etki yaratırken halkta Suriye hassasiyeti ve tarafgirlik artmaya başladı.

Lazkiye köy baskınlarında esir alınan kadın ve çocukların sayısı yine net olmamakla birlikte hâlâ durumları meçhuliyetini koruyor. Ahrar ur Şam Mart 2014’te 106 esir Alevi kadın ve çocuğun  videosunu yayınlayarak İslamî kurallara göre davranıldığını açıkladı. Türkçesi çetecilere cariye, pazarda köle ya da ihtiyaç sahibi bir muktedirin organ ihtiyacını karşılamak için kullanılacaklar.

Hums Mekser El Hasen’de 29 kişi kurşuna dizilerek katledildi. 7’si kadın 4’ü 65 yaş üstü, 4’ü on altı yaşından küçüktü. Nusra militanları haberi şöyle verdi öldürülenler: Esad milisleri kâfir Alevi
ve Dürzilerdir.

Aralık 2013’ün ortalarına doğru Adra artık güvenli bölge değildi. Sabaha karşı Adra halkına Nusra militanının yaptığı çağrı şuydu: “Allahu Ekber Allahu Ekber Aleviler teslim olun.” Şehirde sadece siviller kalmıştı. Hıristiyan, Durzi, Alevi, Sünni siviller. Yüzden fazla Alevi’nin katledildiği, çocukların fırınlarda yakıldığı Adra’da Alevilerin, Dürzi ve Hıristiyanların kafalarının kesilme işlemi iki gün sürüyor. Yazarken aklıma fırında yakılmış çocukların bedeni, Adra’da işlenen cinayetlerin azgınca propaganda edildiği videolar geliyor. Bıçağını bileyenleri tanıyor, tırlarla silâh gönderenleri
biliyoruz. Keleşe kimin şarjör olduğunu çok yakından tanıyoruz. O daha çocuk Allah rızası için onu öldürmeyin diye yalvaran bir ihtiyarın sesi tekrar tekrar doluyor kulaklarıma… Görüntüler görüntüler görüntüler…

Görüntüler bu kez Maan’dan Şubat 2014’te Cund el Aksa çoğu kadın ve çocuk olmak üzere altmış kişiyi katletti. Maan, Antakya sokaklarını ısındırırken Anadolu’nun pek çok şehrinde ve Avrupa şehirlerinde protesto edildi. Suriye haber ajansında çalışan genç gazeteci, haberi “Suriyelilere karşı girişilen sistematik saldırılar protesto edildi” şeklinde yapmakta ısrarcıydı. Gerekçesi ise Alevilere değil Suriyelilere sistematik bir saldırı vardı. Ki Suriye Arap Enstitüsü bu konuyu böyle yorumluyordu. Alevi oldukları için ölüyorlar, Suriye vatanı için savaşıyorlardı.

Nisan 2014’te Keseb saldırısı ile birlikte Ermeniler Keseb’i boşaltmaya zorlanırken Antakya’ya getirilen Ermeniler İHD raporuna göre Alevilerin doğrandığını, Alevi yerleşim alanı olan on köyün hedefte olduğunu belirtti.

1 Ekim 2014’te Hums İkram EL Makzumi ilkoulunda yaşanan bombalı saldırıda 41’i çocuk 48 kişi yaşamını yitirdi. Saldırıyı kimse üstlenmedi. Fakat İslami Cephe veya Nusra Hums’ta defalarca benzer saldırılar gerçekleştirmişti.

Bunlara benzer pek çok infaz, katliam, sürgün görüntüleri mevcut. Son olarak İştebrak’ta yaşanan katliam vadinin iki ucundan sivil halka ateş açılması saldırıların bitmek bilmeyen örneklerinden… Bugüne kadar katli vaciptir fetvaları Ortadoğu’da âlim olma rozeti gibi dolaştı. Katline fetva vermeyen selâmını almayın dedi, yemeğini yemeyin diyen de oldu, ciğerini yemek sevaptır deyip ciğerini kalbini söküp yiyen de… Beş yaşında çocuğun kafasına dört keleşi doğrultmak caiz midir diye sormaya gerek yok onların etini makinalardan geçireceğiz diyen de oldu köpeklere diri diri yedireceğiz deyip, yediren de… TC medyasında fikren karşılığını bulsa da pratikte karşılığını bulmadı henüz bu saldırılar fakat hücre hücre kuşatıldı Aleviler ve geri sayım başladı.

Ne zaman dahil olacağız bu savaşa soruları soruldu sıkça, dahil olduklarını bilmeden? Katliamlar, fetvalar Alevileri direniş eksenine daha fazla bağladı çünkü tarihleri ve yaşamları bunun üzerine şekillenmişti. Saldırılar Suriye’de Alevileri Hizbullah’a yakınlaştırdı. Halk savunma birlikleri kuruldu. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz, ÖSO komutanının söylediği gibi bir Alevi mezarlığına dönecekse Suriye, elde silâhla düşecek Aleviler. Savaşmadan yenilmeyecekler.

Peki ya sınırın bu tarafındakiler?

Devran Le Zıhre

Seçimlerin sonrasında…

Evet, bir yük kalktı. Bundan böyle hiçbir aklıevvel, kolay kolay “başkanlık sistemi”ni önümüze süremeyecek. İtiraz eden çiftçilere analarını da alıp gitmelerini söylerken, yakınlarını “kaza süsü” verilmiş bir katliamda yitirmiş madencileri tekmelerken, en küçük protesto gösterisini gaza, tazyikli suya boğarken, “üstünde poşi var; demek ki örgüt üyesi” diye öğrencilerin hayatlarını karartırken, kadınlara nerede ve nasıl güleceklerini, kaç çocuk doğuracaklarını dikte ederken… o kadar değneksiz dolaşamayacak bundan böyle. Ülkeyi savaşa sokma yetkisi, kaldır parmak indir parmak, gönlünde yatan aslanın halifelik mi, padişahlık mı olduğu meşkuk bir tek adamın uhdesinde olmaktan çıktı… Sanırız bundan sonra cihatçı katillere MİT elemanları eşliğinde TIR’larla silâh sevkiyatı yapmak da o denli kolay olmayacak..

Bunların hepsi, doğru… Daha fazlası da var. Ama bundan sonrasının kolay ya da güllük gülistanlık olacağını düşünmek safdillik olacaktır.

Öncelikle, Tayyip Erdoğan ve hempalarının yerleştikleri mevzilerden sökülmesi hiç de kolay olacağa benzemiyor. Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı konumunun kendisine tanıdığı (hatta tanımadığı: mevcut Anayasa, cumhurbaşkanını “tarafsızlığını” öngörmüyor muydu?) tüm yetkileri, sonuna dek zorlayacağı, kriz politikasıyla Haziran seçiminde kendisinden uzaklaşan seçmenleri geri kazanmaya çalışacağını öngörmek, zor değil.

Nitekim, seçimin ertesi günü “TL değer kaybetti, döviz fırladı, borsa çakıldı” haberleri saçıldı ortalığa anaakım medyada. Asgarî ücretle, belediye yardımlarıyla, yeşil kartla yaşamını sürdürmeye çabalayan “istikrarsever” AKP seçmeninin gözünü korkutup, “istikrar kalesi” AKP’nin surlarının içine sığınmalarını sağlamaya yönelik bir harekât hattı, partiye kaybettiği oyların bir kısmını yeniden kazandırabilir…

İkinci olarak, yeni meclisin çetrefilli aritmetiği, kurulabilse dahi, uzun ömürlü bir hükümeti pek olanaklı kılmıyor. TV kanallarından, gazetelerden, sosyal medyadan başınız şişmiştir; “koalisyon, olmadı dışarıdan destekli azınlık hükümeti, olmadı büyük koalisyon” olasılıklarına hiç girmeyelim. Denklem ortada; çocukluğumuzda oynadığımız üç kurt ile üç koyunu ırmağın öbür tarafına sayılarındaki eşitliği bozmadan geçirin oyununu andırıyor.

Üçüncü olarak, bu toplum, başta Kürt coğrafyası olmak üzere seçim propagandalarında iktidar partisinin ve onun cumhurbaşkanının başvurduğu zehirli dilin üzerine tüy dikeceği biçimde, fazlasıyla gerildi… Hüda-Par-HDP gerginliği olarak sunulan ve bir çatışma çıkarma potansiyeline sahip saldırılar, bombalamalar, suikastler… Bölgedeki IŞİD ilerlemesine eklendiğinde, ortalığı bir anda ateşe verme olasılığını gündemde tutuyor.

Yeni oluşan parlamentonun, ülkenin bu ve diğer patlayıcı biriktiren sorunlarının üstesinden gelebilme olasılığı fena h â lde düşük gözüküyor. Tayyip Erdoğan ve hempalarının bu “krizli” durumu, AKP’den uzaklaşan seçmeni yeniden iktidar partisi çevresinde konsolide etmek için manipüle etmeye çabalayacağını kestirmek için ise kâhin olmak gerekmiyor.

Teslim etmek gerek; seçim çalışmaları sokağı yordu. Ve de, sanırız sosyalistlerin büyük bölümünü parlamenter hesaplara fazlasıyla kilitledi. Tekrar ediyoruz; HDP’nin seksenin üzerinde milletvekiliyle meclise girmiş olması, totalitaryen ilerleyişe bir nebze olsa da sekte vurabildi. Çok da iyi oldu… Ancak 80 küsur milletvekilli de olsa, hatta şu ya da bu şekilde bir koalisyona dahil de olsa HDP’nin sözünü ettğimiz sorunları parlamento aracılığıyla çözümleyebilme olasılığı, yok. Hele ki, her vesilede “HDP bu seçimlerde muhafazakâr Kürtlerin desteğini kazandı, ona göre davranması, sosyalist vitrinden vazgeçmesi gerekir” telkininde bulunan Altan Tan gibilerle, hiç yok!

Birbirine eklemlenen sorunların altında artan ivmeyle rejim krizine sürüklenen bir ülkede, sosyalistlerin etkin olabilmesi için “sokağın” hazırlıklı olması gerekiyor oysa.

“Seçim çalışmaları” gerekçesiyle sosyalistlerin büyük bölümünün ıskaladığı metal işçileri direnişi, rejim krizine karşı bu ülkede sömürülenler ve ezilenler cephesinin örülmesinin hem olasılığına hem de ivedi gerekliliğine işaret etmekte.

Sosyalistlerin yüzlerini bir an önce parlamentodan yeniden sokağa, Kürt hareketiyle emek hareketi arasında birlik ve dayanışmayı sağlama çabalarına döndürmelerinde sonsuz yarar var.

 

“Halklar Konuşuyor” Konferansı’nda halkların talepleri gündemdeydi…

Birinci oturumda yer alan Yaşar Güven – Jıneps Gazetesi, Betül Karataş – Pomak Enstitüsü, Alexis Kalk – Nor Zartonk, Seher Eriş – Arap Alevi Gençlik Meclisi, Pakrat Estukyan – Agos Gazetesi, Selma Koçiva – Laz Mektebi,
Tuma Çelik – Avrupa Süryaniler Birliği, Fazlı Kaya – Demokratik Gürcü Platformu, Azad Barış – Ezidi Kültür Vakfı, Yannis Vasilis – Pontos, Seydi Fırat – Demokratik Toplum Kongresi kendi yerelleri ve örgütlülüğü, yaşadıkları kimlik sorunları, savaş, devletin örgütlü saldırıları ve ekolojik yıkım ile ilgili bilgiler verirken konuşma sonlarında taleplerini dile getirdiler.

Etkinliğin ikinci oturumunda Aydın Deniz – Hubyar Sultan Alevi Kültür Derneği, Ender Abadoğlu – Helesa, Eşref Yılmaz – Gürcü Dil Merkezi, Hikmet Akçiçek – Vova (Hemşin), Mihail Vasiliadis – Apoyevmatini Gazetesi, Şabo Boyacı – Süryaniler.Com, Turan Esen – Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu adına, Vedat Kara – Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı, Kürşat Bafra – Anadoluu Kültür ve Araştırma Derneği kendi yerelleri ve örgütlülüğü, yaşadıkları kimlik sorunları, savaş, devletin örgütlü saldırıları, asimilasyon politikaları ve ekolojik yıkım ile ilgili bilgiler verirken konuşma sonlarında taleplerini dile getirdiler.

Etkinliğin son oturumunda HDP milletvekili adayları konuşma yaptılar.

Konuşmalarda geçmişte seçilen Alevi milletvekillerinin kimliklerinden uzaklaşmasına, inanç özgürlüğüne, devletin yapmış olduğu imha, inkar ve asimilasyon politikaları, mücadelenin ortaklaştırılması ve taleplerin mecliste yer bulması için bizlerin mecliste olması gerekliliği vurgulandı. Konuşmalarda mücadelenin önce barajı yıkmakla başlayacağını akabinde her günün meclise girenlerle koordineli olarak Halklar Meclisi’nde mücadele içerisinde geçeceğine değinildi.

İstanbul 3. Bölge Adayı Ali Kenanoğlu konuşmasında geçmiş dönemlerde Alevi kimliğinin seçim malzemesi olarak kullanılarak sömürülmesine değinen Kenanoğlu, HDP ile kimliklerin özgürleşeceğini ve 8 Haziran sabahı daha güzel olacağını belirtti.

İstanbul 1. Bölge Adayı Hüda Kaya, inanç özgürlüğünün her halk ve her inanç mensupları için geçerli olduğunu belirterek neden HDP sorusunun yanıtını verdi.

İstanbul 3. Bölge Adayı Erkan Metin, devletin yıllardır yürüttüğü asimilasyon politikasına değinen Süryani aday Erkan Metin, yapılan mücadelenin tüm halkların özgürlüğü için olduğunu belirterek, geçmişle ve geçmişte yapılmış olan soykırımların kabulü ve yüzleşmesiyle halkların tanınması gerektiğine değindi.

Bursa Adayı Birgül Asena Hızal, kendi dilinde yani Çerkesçe selamlayabilmenin devletin uyguladığı bu asimilasyon politikası nedeniyle kendisi için şans olduğunu ve kendisine çok iyi geldiğini belirterek, halkların bir ağacın dallarından olduğunu ve geçmişini tanımanın ancak halkların mücadelesi ve kimliklerin tanınmasıyla mümkün olabileceğini belirtti.

Suriye savaşının dibindeki bölge olan Hatay’dan aday olan Nihat Eraslan konuşmasında
mücadele sözü vererek bulunduğu kimliğin yaşadığı sorunları dile getirdi.

İstanbul 1. Bölge Adayı Murad Mıhçı, Kamp Armen gibi kökenle bağların kopartılma çabasının devlet tarafından tüm hızıyla yapıldığına değindi, halkların tüm talepleriyle mecliste olacağını beyan etti.

Edirne Adayı Sedat Zımba konuşmasında insanların ortak acılarına karşı mücadele etmenin gerektiğini ve Kürt özgürlük mücadelesinin halkların kazanımı olduğunu ve buna Çingeneler olarak kucak açtıklarına değindi, mücadelenin devrim perspektifi ile yapılması gerektiğini ve 12 Eylül’ün getirdiği barajının ortak mücadeleyle yıkılacağını belirtti.

İstanbul 2. Bölge Adayı Turgut Öker, Aleviler olarak bakış açısının değişmesi gerektiğine  değindi, halkların eşit yaşamının mümkün olduğunu ve yok sayılan, horlanan ezilen halkların tüm taleplerini 7 Haziran sonrası meclise taşıyacağının sözünü verdi.

İstanbul 1. Bölge Adayı Altan Açıkdilli, yıllardır halkların talepleri için mücadele verdiğini belirtti, seçimle birlikte asıl meclise girenin konferansa katılanlar olduğunu ve mücadelenin vekilleri meclise girdikten sonra bitmemesi halk meclisleriyle taleplerin vekillere yol çizmesi gerektiği, halklar ile vekillerin sürekli temas halinde olması  gerektiğini belirterek seçilmesinin veya seçilmemesinin bu süreci değiştirmeyeceğinin kendisinin sürekli olarak bu mekanizmanın bir parçası olacağını belirtti.

İzmir’de AKA-DER Alsancak Şube “Halklar Konuşuyor” etkinliği düzenledi. Selma Koçiva ve HDP İzmir Milletvekili Adayı Semra Uzunok’un katıldığı etkinlikte ilk olarak Koçiva söz aldı. Koçiva, Karadeniz’de yaşayan halklara uygulanan inkar ve imha politiklarından bahsederek, bugün Lazlara, Pontoslara, Hemşinlere nasıl bakıldığına da değindi. “Laz kültürünün bu kadar kısa sürede bilinir olmasını sağlayan kültürel  gelişmedir. 80 sonrası biz kapı kapı gezip Laz kültürünü anlatmaya kalkıştığımızda bize ‘siz terörist misiniz’ diyorlardı. Şimdi Laz mektebi kuruyoruz, akademisyenler üniversite öğrencileri geliyor. Bu gelişimi hem yükselen Kürt hareketine hem de Kazım Koyuncu’yla birlikte başlayan kültürel gelişime borçluyuz” dedi.

Koçiva’nın ardından konuşan Semra Uzunok kendisinin de bir Boşnak olduğunu ve Anadolu’da yaşayan halkların taleplerini meclise taşımak istediklerini söyledi.

Konuşmaların ardından etkinlik sona erdi.