Ana Sayfa Blog Sayfa 29

“Alaturka” neoliberalizmin biyopsisi: Karabük Üniversitesi

“Eğer eğitim öğretim
zayıf ve değersiz ise
insanı da zayıf ve
değersiz yapar.”[1]

Haber gözünüzden kaçmış olamaz: Karabük Üniversitesi’nin Instagram hesabındaki “İtiraf Sayfası”nda yer alan notlardan, kentteki Afrikalı öğrencilerle ilişkiye giren çok sayıda kadın ve erkek öğrencinin HIV ve HPV belirtileri nedeniyle sağlık merkezlerine müracaatta bulunduğu anlaşılmıştı.[2]

Anımsayacaksınız, Karabük 2023 yılında 17 yaşındaki Gabon’lu öğrenci Dina cinayeti ile kamuoyunun gündemine gelmiş, kentte Afrikalı öğrenci sayısının yüksekliği dikkat çekmişti. Gerçekten de, Karabük Üniversitesi’nde 98 farklı ülkeden 12 bin yabancı öğrenci eğitim gördüğü, bunların yaklaşık 6 binini Afrika’nın farklı ülkelerinden gelen öğrencilerin oluşturduğu bildiriliyor.[3] Bir başka deyişle, 132 binlik kent nüfusunun yüzde onunu yabancı, yüzde beşini ise Afrikalı öğrenciler oluşturuyor!

Bu nasıl mı oluyor? Hakkındaki yolsuzluk iddialarının[4] ayyuka çıkması ardından profil resmini değiştirip Cumhurbaşkanı Erdoğan’la çekilmiş bir fotoğrafını koyan[5] eski rektör Prof. Dr. Refik Polat’ın iki yıl önce verdiği bir röportaj, çok açıklayıcı: “Biz üniversite olarak, hele hele devlet üniversitesi olarak para nasıl kazanılır bunu öğrendim. Yani devletin bana yıllık verdiği yatırım bütçesi kadar belki o kadar ulaşmadı ama ona yakın bir miktarda ben para kazanıyorum. Uluslararası öğrencilerden kazanıyorum, formasyondan kazanıyorum, TÖMER’den kazanıyorum, yaz okulundan kazanıyorum, efendim gayrımenkul şeylerden kazanıyorum. Kiralarımdan kazanıyorum. Nereden baksan 14-15 milyon, eski parayla 14-15 trilyon… Sadece yaz okullarından bu sene 4 milyon lira para kazandım. Ben devletten gidiyorum Naci Ağbal’dan para istiyorum vermiyor…”[6]

“Neoliberal üniversite” anlayışının alaturka versiyonu… Eski rektör, üniversitelere (ve tabii diğer bütün kamu hizmeti veren kurumlara) yönelik kamu bütçesini kısıp “başınızın çaresine bakın, ekmeğinizi taştan çıkartın!” diyen neoliberal dictum’u iyi kavramış. Hem üniversitesini kamunun sırtında bir “yük” olmaktan kurtarmış, hem de onu “eski parayla trilyonlar” kazanan bir ticarethaneye dönüştürmüş!

Ama dedim ya, “alaturka” bir versiyon… Aslına bakılırsa kapitalizmin neoliberal birikim modeli, önceki modellerden, yüksek adaptasyon yetisiyle ayırt ediliyor. Önceki modeller bir dizi kurumsal uyarlanmayı (ulus-devlet, Batı-tipi bir “modernizm”, sekülerlik, görünüşte de olsa işlerlikte olan bir insan hakları ajandası, hatta demokratik işleyiş, vb…) gerektirirken, neoliberal modelde bu bagajı boşaltıldı. Neoliberal kapitalizm sirayet ettiği coğrafyalardan tüketim kapasitesinden başka hiçbir şey beklemediği gibi, kendisini her siyasal-toplumsal kültürel varyanta uyarlamaya muktedir gözüküyor: bu bağlamda Suudi Arabistan versiyonu da, İran versiyonu da, Çin versiyonu da, Brezilya versiyonu da aynı ölçüde kapitalist, aynı ölçüde “küresel”!

Bu olgu, bizi “Karabük/Karabük rektörü” vakasının başka veçhelerine ulaştırıyor. AKP’nin “alaturka neoliberalizmi”nin anlaşılmasında olmazsa olmaz değer taşıyan başka veçhelerine…

Örneğin dinsel veçhe: 2019’da Cumhurbaşkanı tarafından atanan rektör Refik Polat, Yeniçağ Gazetesi’nden Fatih Ergin’in bildirdiğine göre, Hakyol cemaati mensubu… “Döneminde, Hakyolcular üniversitede örgütlenmiş ve akademisyenlerden Afrikalılar için ‘himmet’ toplanmış! Cemaatçi olmayanlar da bağışa mecbur kalmış!” [7]

“Hakyol da ne” mi? Nakşibendiliğin Türkiye’deki en etkili kollarından biri olan İskenderpaşa Cemaati’nin kurduğu vakfın adı… Kurucusu, cemaatin lideri Esad Coşan… Esad Coşan’ın Avusturya’da geçirdiği bir trafik kazasında ölmesinin ardından onursal başkanlık, oğlu Muharrem Nureddin Coşan’a devrolacaktı.

Malum, İskenderpaşa, Turgut Özal, Necmeddin Erbakan gibi devlet ricalini saflarına katabilmiş, devlet içinde en örgütlü cemaatlerden biri. “Yeni dönem”de yıldızı AKP’nin Fethullah Gülen “fiyaskosu”nun ardından, Gülen cemaatinden açılan boşluğu doldurmasıyla parladı. Özellikle sağlık ve adalet kurumlarında güçlü olan cemaat, öyle gözüküyor ki Hakyol aracılığıyla, üniversitelerde de örgütlenmekte.[8]

Ve neo-Osmanlıcılık hevesi: Eski rektör, belli ki hem kişisel, hem de cemaat ilişkilerini kullanarak Afrika ülkeleriyle yakın bağlar kurmuş, anlaşmalar imzalamış. Tanzanya, Gabon, Zanzibar, Çad, Sudan, Senegal… Taraflar açısından “ballı” anlaşmalar: Tabii ki varlıklı ailelerden gelen Afrikalı öğrenciler için “hazır diploma”, üniversite (ve genelde Karabük) için ise milyarlarca doları bulan bir getiri:

“Yerel kaynaklardan kimle görüşsek yabancı öğrencilerden kayıt esnasında ciddi meblağlarda para alındığı söyleniyor. (…) Şehirdeki yabancı öğrenciler kendilerinden alınan tutarın bölümden bölüme değiştiğini belirtiyor. Örneğin 2 yıllık bir Otomotiv bölümü için yıllık 1000 dolar gibi bir ödeme yapılırken Tıp Fakültesi’nden bu tutar 20 bine kadar çıkıyor.”[9]

Ve karanlık ilişkiler: Hâl böyle olunca ve kayıtlar nizamî yollardan değil de, aracı firmalar eliyle yapıldığından, mafyalaşma da kaçınılmaz hâle geliyor: aracı şirketler arasındaki rekabetin, tehdit, şantaj, insan kaçırma, silahlı çatışma boyutlarına ulaştığı, Karabük Adliyesi kayıtlarına geçmiş bile![10]

Ancak “mafya(lar)” yalnızca Afrika ülkelerinden öğrenci getirip onları fahiş (ve tabii yasal olmayan) meblağlarla üniversiteye kaydettirmekle yetinmiyorlar. Gabonlu öğrenci Dina’nın katli, kentte hareketli bir fuhuş sektörünün varlığını da ortaya çıkardı… “Karabük sokaklarında dolaşırken kaynağımızın söyledikleri, bakire üniversiteliler için kurulan borsanın büyüklüğünü gösteriyordu. Dina’yı kovalayan 3-4 kişinin bu fuhuş çetelerinden birinin üyeleri olabileceği iddialarını güçlendiriyordu. Ona göre bu ağ o kadar büyüktü ki, İstanbul’dan bile (fuhuş çetelerinin daha geniş ağa ulaşabilmesinden kaynaklı) insan getirebiliyor.”[11]

Ve ne acıdır ki tüm bunlar, yakın bir zaman öncesine dek neredeyse tek geçim kaynağı, emekçilerin Kardemir’i olan bir işçi kentinde olup bitiyor: 1994 yılında zarar ettiği gerekçesiyle kapatılmasına karar verilen, ancak işçilerin yanısıra tüm halkın seferber olduğu bir direniş sonucu kapatma kararından geri adım atılarak Karabük halkına devredilen, Türkiye’nin ilk demir-çelik fabrikasının kenti…

Özetle, tekmili birden kusursuz bir “yerli ve milli” neoliberalizm serüveni… İçinde yok yok! Sanayisizleştirme, üretim yerine rant ekonomisine geçiş, ticarethaneye dönüştürülen “girişimci” üniversite modeli, neo-Osmanlıcı Afrika “açılımı”, yolsuzluk, tarikat, mafya, fuhuş, cinayet…

Bunları gerçekten de hak ediyor muyuz?

23 Mart 2024 10:17:31, İstanbul.

N O T L A R

[1] Niccolo Machiavelli, Siyaset Üzerine Konuşmalar, çev: Hakan Zengin, Dergah Yay., 2008.

[2] “Karabük Üniversitesi’nde Birçok Öğrenci HPV ve HIV Belirtileriyle Hastanelere Başvurdu”, Cumhuriyet, 22 Mart 2024… https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/karabuk-universitesinde-bircok-ogrenci-hpv-ve-hiv-belirtileriyle-2188602

[3] A.y.

[4] İşte eski rektör Refik Polat hakkındaki yolsuzluk iddialarından bazıları: İki sekreterini ve güvenlik görevlisini akademik kadroya aldırmak, üç daire başkanlığına din kültürü öğretmenleri atamak, makam odasına banyo yaptırmak, evinde çalışan kadının ücretini üniversite bütçesinden ödemek, üniversitede çalışan temizlik görevlilerini özel hizmetinde kullanmak, rektörlük konutunu yıktırıp sadece peyzajına yüzbinlerce lira harcanan tenis kortlu yeni bir konut yaptırmak ve bu süre içerisinde lojmanda değil de arkadaşının evinde kalıp kirayı üniversite bütçesinden ödemek, 10 milyon TL’yi aşan bir malvarlığı… (Deniz Gök, “Hakkında Yolsuzluk İddiaları Ortaya Atılan Rektör, Profil Fotoğrafına Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı Koydu”, Onedio, 30 Ekim 2021… https://onedio.com/haber/hakkinda-yolsuzluk-iddialari-ortaya-atilan-rektor-profil-fotografina-cumhurbaskani-erdogan-i-koydu-1013360.)

[5] Ay

[6] Ersin Eroğlu, “Sayıştay’dan Karabük Üniversitesi Raporu: Yabancı Öğrenci Sınavı Ücretini Yetkisiz Kişiler Tahsil Etmiş”, 10 Haber, 23 Mart 2024… https://10haber.net/gundem/sayistaydan-karabuk-universitesi-raporu-yabanci-ogrenci-sinavi-ucretini-yetkisiz-kisiler-tahsil-etmis-388625/

[7] https://twitter.com/Fergin923/status/1771466289636048897

[8] “Hâlen Hakyol Vakfı’nın onursal başkanı olan Muharrem Nureddin Coşan, bugünlerde üniversitelerde yapılanma içine girdiği için ciddi şekilde gözlem altına alınmış durumda… Müritlerinin çoğunluğunun üniversitelerde önemli görevlerde yer alması ve çoğunluk elde etmesinden dolayı devlet tarafından üniversiteler gözlem altına alındı.” (Ebru Küçükaydın, “Üniversitelerde HAKYOL Tarikatı Mercek Altında”, Haberimizvar.net, 22 Eylül 2019… https://www.haberimizvar.net/universitelerde-hakyol-tarikati-mercek-altinda-6321-haberi)

[9] Ersin Eroğlu, Hazar Dost, “Karabük’te ‘Bacasız Sanayi’: Afrikalı Öğrencilere Üniversite Diploması Ticareti”, 10 Haber, 15 Nisan 2023… https://10haber.net/gundem/karabukun-bacasiz-sanayi-yabanci-ogrencilere-universite-diplomasi-ticareti-169613/

[10] Ay.

[11] Ersin Eroğlu, Hazar Dost, “Dina’nın Şüpheli Ölümünde Fuhuş Şüphesi ve 1002. Cadde’nin Sırrı” Haber 10, 17 Nisan 2023,https://10.haber.net/gundem/fuhus-suphesi-ve-1002nci-sokakta-yasananlar-170643/

1 Mayıs, tarihi anlamak ve madalyonun farklı yüzü – Şeyda Tuğgen Gümüşay

Tarihî bilgi edinmek, tarihi anlamlandırmaya çalışmak yahut tarihin önemini kavramak; hemen hemen her gün, her birimizin sürekli olarak yaptığı günlük bir pratik sayılabilir. 1 Mayıs’ı ilk kez duyan biri “1 Mayıs da neymiş” diyerek birçok kaynağı tarayabilir, edindiği bilgiler üzerinden bir çıkarıma varabilir. Tam böyle bir noktadan 1 Mayıs neden her sene kutlanan bir gündür dersek hızlıca “Haymarket” karşımıza çıkar.

1886’da Chicago’da Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu, sekiz saatlik iş günü için 1 Mayıs’ı grev ve sekiz saat uygulamasını hayata geçirme günü olarak seçti. 1 Mayıs 1886’da, grev ve gösterilere yarım milyon işçi katıldı. Grev ve gösteriler, 1 Mayıs’tan sonra da devam etti. İşçilerin çoğu, 3 Mayıs’ta sokaklara çıktı. McCormick fabrikasından çıkarılan ve grevde olan işçiler de miting yaptılar. Miting sona ererken, McCormick fabrika düdüğünü çalarak içerideki grev kırıcıları dışarı çıkardı. Grev kırıcılarını protesto etmek için bir grup işçi fabrikaya yöneldi. Polis, işçilere ateş açarak 4 işçinin ölümüne ve onlarca yaralanmaya neden oldu. Bu saldırıyı protesto etmek için 4 Mayıs’ta Haymarket Alanı’nda bir miting düzenlendi. Miting tam sona ererken, kürsünün önüne nereden geldiği belli olmayan bir bomba atıldı. Polisin hemen önünde patlayan bomba sonucu 7 polis öldü ve 69’u yaralandı. Yüzlerce işçi asılsız suçlamalarla tutuklandı. Tutuklanan işçilerden sekizi, yargılanmak üzere seçildi: Albert R. Parsons, August Spies, Samuel J. Fielden, Michael Schwab, Adolph Fischer, George Engel, Louis Lingg ve Oscar Neebe.

1889’da toplanan İkinci Enternasyonal’de ise Fransız bir işçi temsilcisinin önerisiyle 1 Mayıs’ın tüm dünyada Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü olarak kutlanması kararlaştırıldı. O yıldan bu yana 1 Mayıs her yıl kutlanmaya devam etmekte.

1 Mayıs’ın tarihini öğrenmeye çalıştığımızda edindiğimiz bu özet, bilgi verse dahi 1 Mayıs’ı ortaya çıkaran koşulları ve tarihselliğini anlamlandırmak için hiç de yeterli değildir. 1 Mayıs, tarihin bir kesitiyken o kesiti var eden anların ve birbirinden farklı yüzlerin aynı amaç için mücadelesinin toplamıdır da.

O yüzden 1 Mayıs tarihinde gözden “kaçırmamak gerekenlere” ve madalyonun “daha az bilinen yüzüne” biraz bakalım.

ABD’de 1820’ler ve 1830’lar, iş saatlerinin kısaltılması için yapılan grevlerle dolu bir dönemdi. Birçok fabrikada, iş günlerinin 10 saate indirilmesi talebi öne çıktı. Bu süreçte somut bir başarı elde edilemedi fakat bu talep 19. yüzyılın sonuna kadar grevlerin sıkça gerekçesi oldu. Bu grevlerde, kadınların da liderlik ettiği etkili grevler dikkat çekiyordu. Örneğin, Batı Pensilvanya’da 15 Eylül 1845’te gerçekleşen iplik fabrikası işçilerinin grevi, çalışma günlerini 6 güne, çalışma saatlerini ise 15 saatten 10 saate indirmek için önemli bir adımdı. Bu grev sonuçsuz kalsa da, Ulusal Emek Birliği’nin kurulmasına zemin hazırladı. Bu birlik, kadınlar ve erkekler arasında eşit ücret talebini ilk dile getiren örgütlerden biriydi ve yönetim kadrolarını kadınlara ve siyahilere açtı. 1873’teki dağılmasının ardından, mücadele Emek Şövalyeleri’ne devredildi.

Haymarket olayının en öndeki kadınlarından biri, “köle” bir anneden doğan ve hem işçi haklarına hem de siyahi haklarına adanmış bir yaşam süren Afrika-Amerikan kökenli bir Amerikalı olan Lucy Gonzales Parsons’tı. Chicago polisi tarafından “bin isyancıdan daha tehlikeli” olarak nitelenen Parsons, Haymarket isyanının yaklaşmasıyla birlikte kadın işçi örgütlenmelerinde aktif rol aldı ve dönemin anarşist yazınında yazılar kaleme aldı. Ayrıca, 1905’te IWW isimli militan işçi örgütlenmesinde ve 1927’de Uluslararası Emek Savunması’nın kurucuları arasında yer aldı.**

Fransa’da 1789’daki kıtlık döneminde, bir işçi maaşının %88’ini ekmek almaya harcamak zorunda kalıyordu. Bu dönemde, ardı ardına ekmek ayaklanmaları patlak verirken, devrim öncesi 300’den fazla ayaklanmanın tamamında kadınlar öncülük ediyordu. Ekmek ayaklanmalarında kadınların olmadığı bir durum düşünülemezdi. Kadınlar, “Fırıncıyı, karısını ve çırağını bulalım” sloganlarıyla 5 Ekim 1789’da Versailles Sarayı yürüyüşünü başlatarak, 6-7 bin kadının katılımıyla bir gösteri gerçekleştirdiler. Ancak, 1791’in sonuna doğru fiyatlar tekrar yükseldiğinde, 1792’de Avusturya ve Prusya ile başlayan savaşın etkisiyle, şehre gelen temel gıda maddelerinin -özellikle sütün- kesilmesiyle işçi kadınların öfkesi arttı. Yıl boyunca hızla artan yerel kadın kulüplerinin çabalarıyla fiyatlar kontrol altına alındı. 25 Şubat 1793’te, işçiler dükkânlara baskın düzenleyerek, dükkân sahiplerini yiyecekleri kendi belirledikleri fiyattan satmaya zorladılar. Bu işçiler arasında, özellikle sabun fiyatlarından şikâyetçi olan çamaşırcı kadınlar da bulunmaktaydı.***

1848’te yine Paris’te başlayan ve 1848 devrimlerini yaratan süreçler ve etkileri Fransa halk hareketlerini dolayısıyla işçi kadınları yeniden hareketlendirmişti. Ancak 1871’de, I. Enternasyonal’in Fransız bölümünün kadın üyelerinin örgütü, nisan ayında Komün’ün en önemli kadın örgütlerinden biri olan Paris’i Savunma ve Yaralılara Yardım için Kadınlar Birliği’ni kurdu. Birlikteki kadınlar, yaralılara yardım, komünün savunulması, eğitim reformunun planlanması, seyyar mutfaklar, kilise baskısından özgürleşme, fabrikalarda gündüz kreşleri kurulması gibi birçok görevde yer aldı ve örgütledi.

Haymarket grevlerinin bir diğer öncüsü, Elizabeth “Lizzie” May Hunt 21 Aralık 1850’de Lowa’da doğdu. Lizzie, dört yaşındayken ailesiyle birlikte Ohio’nun Berlin Heights şehrine “özgür aşk” komününe taşındı. Lizzie, ileri düzeyde eğitim aldı ve 15 yaşında Ohio’daki tek odalı bir okul binasında öğretmenlik ve müzik eğitmenliği yapmaya başladı. 1877 Büyük Demiryolu Grevi hakkında bilgi edindikten sonra işçi hareketine katılmak için 1879’da Chicago’ya taşındı. Chicago’da bir yıldan fazla kaldıktan sonra, Lizzie o dönemlerde Amerika Sosyalist İşçi Partisi’nin bir kolu olan Çalışan Kadınlar Sendikası’na katıldı ve kısa bir süre sonra sendikanın sekreteri oldu. Sekreterlik görevi sırasında, Çalışan Kadınlar Sendikası, o zamanki en popüler işçi sendikalarından biri olan Emek Şövalyeleri’nin üyesi oldu. Chicago’daki hazır giyim endüstrisi işçilerinin örgütlenmesinde önemli bir rol oynadı ve 1886’da kadın aktivistler, hazır giyim endüstrisi çalışanlarını temsil eden üç farklı Emek Şövalyeleri meclisi kurdu.

Almanya’da ise SPD’nin kadınların örgütlenmesi alanında elde ettiği ilk kazanımlardan biri, kadın işçilerin sendikalarda örgütlenmesiydi. 19. yüzyılın ilk çeyreğinde özellikle dokuma bölgelerindeki kadınlar, illegal sendikal harekete katıldılar. Emma Patterson gibi kadınlar, sadece kadınlardan oluşan sendikalar kurulmasını savundular. 1847’de kadın ve çocukların iş gününün sınırlandırılmasına dair yasal güvence talepleri, erkek işçilerin de desteğini aldı ve tüm işçiler için çalışma günlerinin sınırlandırılması kazanımı elde edildi.

Diğer iki kadın işçi örgütçüsü gibi, Sarah E. Ames de Haymarket grevlerinin örgütlenmesinde özellikle iğne işçileri arasında en aktif olanlardandı. Ames, diğerleri gibi dönemin anarşist işçi yayınlarının çıkarılmasında da aktif rol aldı. “Amerikan Grubu”nda diğer iki kadınla birlikte yer aldı ve Enternasyonal’in Chicago bölgesinde İngilizce konuşabilen tek komiteyi oluşturuyorlardı.

1889’da Londra’da, 700 kibritçi kızın grevi “sendikalaşma alevini başlatan kıvılcım” olarak nitelendirildi. Gaz ve dok işçilerinin militanlığı, sendikalaşmayı hızlandırdı. 1906-1914 yılları arasında küçük işletmelerdeki örgütsüz kadınları hedefleyen Ulusal Kadın İşçiler Federasyonu, on binlerce kadın işçiyi greve çağırdı ve bu grevler erkek işçileri de cesaretlendirdi.

18. yüzyılın sonunda 19. yüzyılın sonuna kadar yayılan bu farklı kesitler, 1 Mayıs’ın tarihini tek bir günle olaydan ve tek bir anlatıdan ibaret saymak yerine; madalyonun farklı yüzüne, Haymarket’i açığa çıkaran işçi sınıfı hareketine ve hareketin farklı yüzlerine bakmayı mümkün kılar.

Tarihi anlamak diyorsak; sınıflı toplumların tarihinin sınıf savaşımları tarihi olduğunu unutmamak elzemdir. Sınıf savaşımı sadece belirli bir andaki toplumsal çatışma değildir, tarihin itici gücüdür; birden çok anın ve kesitlerin bağını kurmanın da yoludur. 1 Mayıs’ın tarihi işçi sınıfının tarihsel olarak sahneye çıkmasından ayrı okunamayacağı gibi, kadınların direnişlerde aldığı rol ve Haymarket Olayı’nda özneleşen kadınları da mücadelenin içinden okumak gerekir.

Tam da bu sebeple, 1 Mayıs işçilerin; birlik, mücadele ve dayanışma günü olarak kutlandığı gibi tıpkı Rosa’nın da dediği gibi

İşçilerin burjuvazi ve egemen sınıf karşısındaki mücadelesi devam ettiği sürece, ve tüm talepleri karşılanmadığı sürece, 1 Mayıs, işçi sınıfının bu taleplerinin her yıl dile getirildiği gün olacaktır. Ve daha iyi günler doğduğunda, dünya işçi sınıfı kurtulduğunda, büyük bir olasılıkla insanlık o zaman da 1 Mayıs’ı, geçmişte verilen zorlu mücadelelerin ve çekilen acıların anısına yine kutlayacaktır.****

* Bu makale 28 Nisan 2024’te www.jindergi.com’da yayınlanmıştır.

Kaynakça

** Kadın Savunma Ağı. (2022, Şubat 18). Kadınlar en başından Bu Yana 1 Mayıs’ta: Haymarket Kadın i̇syancıları. Kadın Savunması. https://kadinsavunmasi.org/kadinlar-en-basindan-bu-yana-1-mayista-haymarket-kadin-isyancilari/

*** Luxemburg, R. (1894, Şubat.). 1 Mayıs’ın Kökenleri Nedir? [MIA] Rosa Luxemburg (1894): 1 MAYIS’IN KÖKENLERİ NEDİR. (Çev. Marksist Tutum) https://www.marxists.org/turkce/luxemburg/1890s/1894.htm

**** Özkurşun, İ. (2024, Mart 27). Sosyalist Kadın Hareketi tarihi ve Kadın hareketindeki ideolojik ayrımların Tarihsel Kökenleri. https://idilozkursun.wordpress.com/2024/03/08/sosyalist-kadin-hareketi-tarihi/

“Hayata dair” kenar notları

“Hayatını gerçeğe ada.”[1]

Toprağın üzerinde yaşadığını sanan ölülerin giderek arttığı bir yabancılaşma kesitiyle yüz yüzeyiz ve parça parça ölüyor insan(lık)…

Sormak gerek: Nasıl bir hayat bu? Ezilenlere dayatılan sefillikten, kölelikten başka ne ki?

“Dünya, aç oldukları için uyuyamayanlarla açlardan korktukları için uyuyamayanlar arasında bölünmüş durumda”yken;[2] ya insan olmamanın acısı yaşanacak, ya da boyun eğmeyen, teslim alınamayan, başkaldıran onurlu insan olarak kalmanın acısı göğüslenecek.

Gerçek bugünde tüm çıplaklığıyla bu!

İnsan(lık) için “Kendi sınırların seni çarmıha geriyor,”[3] ya da “Ölü insanlar görüyorum ölü olduklarını bilmiyorlar,”[4] veya “Artık yaşanmayan bir yaşamda ne çok gece var!”;[5] sonra da, “Günümüzde insana en çok acı veren yoksulluk değil, büyük bir çarkın küçük bir dişlisi, bir robot hâline gelmiş olmak ve yaşamının boş ve anlamsız olmasıdır.”[6] diye betimlenmesi gereken ve “gibi yapanların”[7] hâlidir sözünü ettiğim.

Charles Bukowski’nin, “Kölelere asla özgür olacakları kadar ödeme yapmazlar. Sadece hayatta kalmalarına yetecek kadarını verirler ki çalışmaya devam etsinler,” betimlenmesindeki dizaynda bunlara kafa yorulması egemenler ile yalakalarının işine gelmiyor. Uyanmak ve anlamak gerek: Yaşamı televizyonlarla, eğlenceyle, yalanla, zorla yönlendiriyor kapitalizm. Ve “çoğunluk” bunun farkında bile değil.

Kolay mı? “Kendimizden çok başkalarından yararlanmaya zorlamışlar bizi.”[8] Yolumuzu kaybettik. Kapitalizm insan(lık)ı zehirleyip, deforme etti; “Uyudum, uyandım, uyudum, uyandım; kepaze bir yaşam,” vurgusundaki üzere Franz Kafka’nın…

Ahlâksızlık kayıtsızlığa dönüşüp; gereksinim hâlini aldı; alıp satarak, hayatlarını köle gibi geçiriyorlar; korkunç olan da bu.

Hayat ezenler için -televizyon izleyip, fal baktıran!- ezilenlerin yok edildiği bir yaşam biçimine dönüştürüldü; “Modern hayatta insan, kendi kaderini kabullenmeye şartlandırılır. Böylece patronlar ve politikacılar, kimsenin bir şeyi sorgulamadığı bir dünyada, istedikleri gibi hareket ederler,” ifadesindeki üzere Aldous Huxley’in…

KAPİTALİST SÜRÜLEŞTİRİLME!

İfadeye gayret ettiğim, “Sıradan insan hayatının mutluluğunu kendi dışındaki şeylere, mala mülke, şana şöhrete, kadın ve çocuklara, dostlara, cemiyete ve benzerine bağlar… Bir başka deyişle onun çekim merkezi kendi dışındadır; her heves ve arzuya bağlı olarak bu mütemadiyen yerini değiştirir,”[9] diye tarif edilen (ve tüketim[10] ve devlet terörü ile biçimlendirilen) sürüleştirilme hâlidir.

Sürüleştirilmiş insan(lık)ın normlarını -farkına varmadan!- toplumun yerleşik önyargıları biçimlendirip, bir kalıba sokarken; kapitalizm için “mükemmel insan”ın zihni ayna gibidir! Yansıtır ama yakalamaz. Hiçbir şeyi kavramaz. Böylelikle de hayatın içinde hiçbir çaba harcamadan hareket ederek, sürüleştirilip; Fyodor Dostoyevski’nin, “Yalnız kalsanız bile benzemeyin başkalarına,” uyarısına yabancılaştırılır.

Kapitalizmin insan(lık)a dayattığı hayat adil ol(a)maz. Çünkü yerkürenin dört yanında açlıkla “terbiye” eder. Bir başka deyişle, sömürenlerin bencilliğine hizmet eden kapitalizm, yani ücretli kölelik düzen(sizliğ)i, isçi sınıfını sömürerek onu güvensizlik, yoksulluk, sefil yaşam koşullarına mahkûm eder.

Sınıflı sömürücü cehenneminin/ vahşetinin koşullarına uyum sağlayamayan, ya yok olur gider ya da hiç yükselemez. Yani ezilenler batan Titanik gemisinde yaşamlarını kurtarmaya çalışırken, zenginler hâlâ güvertede en iyi koltuğu kapmak için koşuştururlarken; kapitalizmde insan(lar)ı korkutmak, kafasını karıştırmak ve onlara zulmetmek, dehşete düşürüp delirtmek ve hayatlarını felakete tahvil etmek doğalken; diktatörlerin başarısına da şaşırmamalıdır.

Çünkü sürüleştirilenlerin yaşamı, “Müdür, din uğruna ölmek büyük bir onurdur diyor. Babam ise, İrlanda uğruna ölmek büyük bir onurdur diyor. Hiç yaşamak isteyen yok mu?”[11] betimlemesindeki resmi ideoloji ve dinsel dogmalar ile kuşatılıp, ölüme mahkûm edilmiştir; “En kolayı ölmektir, zor olan yaşamak,”[12] dayatmasındaki gibi.

Yeri geldi aktarayım; Norman Cousins’in, “Ölüm, hayattaki en büyük trajedi değildir. En büyük trajedi, biz yaşarken içimizde ölenlerdir. Ölümden korkmamıza gerek yok,” deyişindeki üzere, insan(lık) var oluşu biçimlendiren ölüm dayatması veya ölüme mahkûmiyet değil; yaşamı değiştiren eleştirel praksistir.

Metin Üstündağ’ın, “Doğarsın ve ölürsün. Arada, bir hayat olduğunu fark edersen yaşarsın!”…

Leonardo da Vinci’nin, “Nasıl yaşamam gerektiğini anlamaya başladığımda, nasıl ölmekte olduğumu gördüm”…

Anaksimandros’un, “Ölümle yaşam arasında hiçbir fark olmadığını söyledi. ‘Öyleyse sen neden ölmüyorsun’ diye sorulduğunda ‘Çünkü’ dedi: ‘Hiçbir fark yok’!”…

Denis Diderot’nun, “Ölüm hayat kadar doğal olduğu hâlde, neden bu kadar korkarız?”…

Bernard Shaw’ın, “İnsan ne zaman ölür bilir misiniz? Tembellikten, inançsızlıktan ve hayatı yaşamaya değer kılmayı becerememekten”…

Jean Paul Sartre’ın, “Ölüm bensiz hayatımın devamı”…

Woody Allen’in, “Benim merak ettiğim ölümden sonra değil, doğumdan sonra hayat olup olmadığı,” vurguları eşliğinde aktaralım: Hayat hakkıyla yaşanırsa ölümü de aşar. Evet ölüm diye bir şey yok; ölüm hayata sığsa da, hakkı verilmiş bir hayat ölümü aşar.

Ölüm mü? Önemi yok çünkü hayat ölmezken; hayatı hep son günüymüş gibi korkusuzca yaşamalı!

Yanlış kanaatlerin toplamı olarak korkuların hayatı yönetmesine izin verilirse, her şey “İmkânsız” ilan edilir; “Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin!” ifadesindeki üzere Friedrich Nietzsche’nin…

Oysa insan(lık) için yaşamda hiçbir şey korkmak için değildir. Her şey anlaşılmak içinken; anlamak korkunun panzehiridir.

İNSAN(LIK)

Zor olanın “Ne” olduğu sorulduğunda, Anaksimandros’un, “Kendini bilmek,” yanıtını hatırla(t)malı öncelikle. Özellikle de alışkanlıkların duyarsızlaştırdığı insan(lık) giderek hiçleşirken. Oysa olması gereken insan(lık) duygularını ve düşüncelerini açıkça ifade edendir; bastıran, sessizliğe mahkûm eden değil!

Güçlünün zayıfı ezdiği, köleleştirdiği, delirttiği insanlardan kendi olmalarını beklemek kolay değil; sormayıp, basitçe inanan, bilmemesinin yanında bilmeyi de istemeyen insan(lık)ı üretmekteyken kapitalizm!

Bu durumda yabancılaşmışları zincirlerden kurtarmak zordur elbette. Çünkü yabancılaşmış insan(lık)ın, korkudan ve dogmalardan başka hiçbir inancı yoktur. Ancak her şeye karşın insan(lık) iyi olmaktan vazgeçmemeli.

Hayat, isteme ile erişme arasındaki sert mücadeledir; olması gereken insan(lar)ın aslî görevi ise, eşitlikçi özgürlüğü yaratmak ve savunmaktır: “Alevi en parlak olan mum yolu aydınlatan mumdur,”[13] vurgusu ile Andery Tarkovski’nin, “İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan, hayat ile olan saf ilişkisini yitirir,” sözlerindeki gibi.

O hâlde “Hayattan ne istiyorum?” sorusu yerine “Hayat benden ne istiyor” demek ve dünyaya anlaşılmak için değil, anlamak için geldiğimizi “es” geçmemek gerekiyor.

Emek ve sevği insan(lık)ın kendini aşmasıyken; hayatının ölçüsü, uzunluğu değil, anlamlı kılınmasıdır; “İnsanın içindeki adalet duygusunu köreltirsek, insanın insana saygısı kalmaz,” uyarısıyla Yaşar Kemal’in.

Kapitalist hükümranlık coğrafyasının tümünde olduğu gibi Türkiye’de de insan(lık)ı konuşmak zordur; “Her koyun kendi bacağından asılır”, “Gemisini kurtaran kaptan”, “Köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı de”, “Bükemediğin eli öp”, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” felsefesi(zliği) dört yanı kuşatmışken, çürümüş değer(sizlik)ler üzerinde yükselen kirli ilişkiler “yükselen trend” olmuştur.

Kolay mı?

Türkiye’de bir dolandırıcılık fırtınası yaşanıyor: Coğrafyamızda bir dolandırıcılık holdingi kurulmuş. Farklı dolandırıcılık yöntemlerini aynı çatı altında birleştiren çete, İstanbul’da 4 çağrı merkezi kurarak onlarca dolandırıcıyı çalıştırmış. Çetenin elinde 80 milyonun kimlik bilgileri ve internet alışveriş verileri var. Kargoyu teslim almayan ve iade eden binlerce kişiyi dolandırmışlar. Jigolo tuzağına onlarca kişiyi düşürmüşler. Cinsel ilaç vurgunu ile insanları zehirlemişler.

Ayrıca memleket dolandırıcılar cumhuriyeti oldu. Devlet, kişisel verileri koruyamadı ve on milyonlarca insanın kimlik, adres bilgileri ortalığa saçıldı, dolandırıcıların eline geçti. Memleket insanı sahipsiz ve yolunacak kaza dönüştürüldü. Adliyeler dolandırılan kişilerin suç duyurularıyla dolu ve savcılıklar şikâyetlere yetişemiyor.[14]

Bunlar da yetmezmiş gibi, “Ekvador’dan Avrupa’ya kokain ticaretini yöneten El Pipo Türkiye’de mi?”[15] sorusuna muhatap olunan koordinatlarda dünyanın bütün çeteleri memleketi üsse çevirmiş durumda.[16]

Şaka değil! Türkiye’de, 2019’dan beri giderek daha fazla metamfetamin yakaladı. Bu sayı 2022’de ikiye katlanarak 77.7 ton ile bütün zamanların rekorunu kırdı

Türkiye, 2022’de önceki yıllara göre daha fazla “Captagon” ele geçirilmiştir. 2021’de 14 milyon tablet yakalanırken, bu sayı 2022’de 24 milyon tablete yükselmiştir.

Esrarın çok güçlü bir şekli olan “skunk” kaçakçılığı Türkiye için ciddi bir sorun oluşturuyor. Ülkede, 2020-2022 kesitinde esrar yakalamalarında azalma gözlenirken, ele geçen “skunk” miktarlarının önceki yıllara göre artış kaydedildi. 2022’de ele geçen esrar miktarı 2020’ye göre yüzde 28 daha azdı. Buna karşılık “skunk” yakalamaları bir önceki yıla göre yüzde 56 oranında artarak 8.6 tona ulaştı.

Giderek artan şekilde, doğrudan Latin Amerika’dan gelen ya da dolaylı olarak Batı Afrika’dan transit olarak Türkiye’ye ulaşan kokainin Balkan Yolu üzerinden Avrupa’nın hedef piyasalarına ulaşmasında ülke transit konumunda. Yakalanan kokain miktarı 2021’de, 2014 rakamlarına oranla  7 kat artarak 2.3 ton gibi rekor seviyeye ulaştı. Türkiye’yi transit geçen kokainin bir bölümü Ortadoğu piyasalarını hedefliyor. 2022’de Türkiye’de 2.3 ton kokain ele geçirildi. Bu miktar, 2021’e göre yüzde 18 daha fazla.

Metamfetamin kaçakçılığındaki artış ve 2022’deki rekor düzeyde yakalamalar yanında metamfetamine bağlı ölümlerin uyuşturucuya bağlı toplam ölümler içindeki payı da giderek yükseldi. 2018’de bu sayı yüzde 6.2 olduğu hâlde, 2020’de yüzde 31.2 ve nihayet 2022’de yüzde 59.9 seviyesine geldi.[17]

İlaveten: Coğrafyamızda, çeteleşmeyle gelen “şiddet” gün geçtikçe artıyorken; peş peşe yaşanan saldırı olayları ardından, büyüyen şiddet sarmalına karşı Sosyolog Dr. Nil Mutluer, “Olağanlaşan şiddet, iktidar ilişkisinin ve ahlak anlayışının yansıması” diyor.[18]

Bilinmesi gerek: Neo-liberalizm yalnızca hayatın her alanını metalaştırmayı amaçlayan bir ekonomik model değildir; aynı zamanda egemen ideolojide radikal bir dönüşümü de getiriyor. Neo-liberalizm, kendine uygun insan öznelliğini sınıf, toplumsal çıkar, planlama, dayanışma, ilerleme, eşitlik kavramlarını bastıran, birey, haz, mutluluk, rekabet gibi kavramlarla kurulmuş bir ideolojiyle üretir. Bu öznelliği, metaları işlevlerinden öte haz nesnelerine dönüştüren “hazlara dayalı tüketim tarzı” içinde yeniden üretiyor.

Nihayet teknolojik gelişmeler: İnternet, daha sonra akıllı telefon bu ikisi üzerinde gelişen “sosyal medya” platformları bireyler arasındaki ilişkileri, zaman kullanma tarzlarını değiştiriyor. “Gösteri Toplumu” daha da derinleşirken, medyada felaket haberleri üzerinden sansasyon ile izleyici, okuyucu kapma yarışı, bu yarışın anne ve anne-babalarda yarattığı korku ortamı çocukların yetişme koşullarını da etkiliyor.

Bu “yeni” kuşağın ruh hâlini en iyi “anksiyete” kavramı tanımlıyor: “Anksiyete”, korkudan farklı olarak birey arzu nesnesine ulaşmanın imkânsızlığına inandıkça, egemen ideoloji verimliliğini verili anlamlar sistemi de istikrarını kaybettikçe, günlük yaşamda irili ufaklı travmalar yaşandıkça (medyada hazlara dayalı tüketimin reklamları-gerçek yaşamda güvencesizlik, yoksulluk), bireyin kendisi hakkındaki algısıyla dışındaki dünyadaki konumu arasındaki fark açıldıkça, tatmin ve mutluluk getireceğini düşündüğü nesneler düş kırıklığı (tatminsizlik) yarattıkça “Gelişen ve giderek derinleşen bir durum”[19] olarak tanımlanıyor.

Durgun bir huzursuzluk sarmış her yeri. Durgun olmasa daha iyi, ama insanlar öyle bir görünmezlik sisi içerisinde kalmış ki, adalet yoksunluğu öyle bir noktaya gelmiş ki… Durgun huzursuzluk, şimdiki zamanın kaybıyla ilgili. Kaygı yükü insanı geçmiş ile gelecek arasına sıkıştırırken şimdiki zaman da ellerimizden kayıp gidiyor.

Durgun huzursuzluk, her an her şey olabilir ve olacak şeylere etkisi olunamayacağı inancından beslenir. Savaş mı çıktı,? Bir öğrenci ihmal sonucu asansör faciasında mı öldü? Her şeye zam mı geldi? Birileri pazarda yerden sebze meyve toplarken, birileri de metrelerce uzunlukta paralar mı takıyor düğünlerde ya da kahvesini altın karıştırarak mı içiyor? Buzullar mı eriyor, doğal felaketler mi yaşanıyor? Her şeye durgun bir huzursuzluk eşlik ediyor.

Artık milyonlarca insan antidepresanlarla hayata tutunmaya çalışıyor, yalnızlık toplum sağılığını tehdit eden bir salgın gibi algılanır olduğu için İngiltere’de yalnızlık bakanlığı bile kuruldu![20]

Hayal kırıklıkları, sosyo ekonomik şartlar, dijitalleşme ve daha pek çok etken bizi bu noktaya getirdi; “Çürümenin derinleştiği, ahlâki yozlaşmanın kurumsallaştığı, vurdumduymazlığın arttığı bir ülkede bireyler önce toplum olma vasfını kaybederler. Çürüme ve yozlaşma toplumu bölüp parçalar. Gelecek umudunu yok eder,”[21] itirafındaki üzere Kemal Kılıçdaroğlu’nun…

Evet, “Siyasetin ar damarı” çatladı! Sözlüklerde bunun anlamı “Utanç duyulacak şeylerin hiç sıkılmadan, pervasızca yapılır olması” diye yazılı…

Post-modern dönem ve durum olarak da vaftiz edilen, çağımızın “küreselleşme” diye lanse edilen ortamında bir yanda “ideolojilerin öldüğü” tumturaklı laflarla ilan ediliyor; öte yanda egemenlerin ideolojileri, paradoksal olarak, “doğal durum/yazgı” olarak sunuluyor!

Kısacası, her şeyin mubah görülebileceği bir laf kalabalığı ortamı oluşturulup, yoğun bir kara propaganda süreci sürdürülmekte. Böylelikle hiç bir bağlaşım/tutarlılık kaygısı aranmadan kitleler “iğfal” edilebilmektedir.

Malum; gerçeklerin çarpıtılarak sunulabildiği yerlerde güçlü bir karşı propaganda oluşamıyorsa fiilen sunulanın etkilerinden sıyrılıp, kurtulmak hiç kolay değildir. Etkili karşı propagandanın dayanağı ise alternatif bir ideolojiye dayandırılıp dayandırılamamasıdır.

Sonuç kaçınılmaz olarak egemen ideolojiye bir tür teslimiyet oluyor. Bu nedenle “ar damarın çatlamasına çok şaşırmamalı![22]

Alain Badiou gibi düşünürlerin belirttiği gibi şimdiki zamanı yeniden inşa etmeden dünyalı olamayacağız.

Şimdi yeniden ideolojik düşünce ve davranışa muhtacız!

Bunsuz olmuyor. Bu vazgeçilemez insani bir özelliktir. Ve elbette böylesine düşünmemiz, iktidarın işine gelmezken; Joshua Reynolds, “Düşünmenin külfetinden kaçmak için insanın başvuramayacağı yol yoktur”…

Lev Tolstoy, “İnsan aklı, onu huzursuz eden şeylerden kurtulması için vardır”…

Thomas Bernhard, “Düşünen insan doğuştan mutsuz bir insandır”…

Hikmet Kıvılcımlı, “İnsan beyni taşları sürekli dönen bir değirmen gibidir. İçine bir şey atmazsan kendi kendini öğütür,” diye anımsatırlar. Çünkü düşünmeyen insan(lar) uyurgezerlere benzer; insanın ne istediğini bilmesi “olmazsa olmaz”dır ve böylesi bir duruşu da vazgeçilemez kılar.

“Kendi duruşundan emin olan kişilerin etrafındakileri aşağılamak gibi huyları yoktur. Kendini beğenmişlik ve kibrin nedeni derin bir korkudur.”[23]

İnsan olmakta/ kalmakta kararlı olanlar için ezilenlerin acılarına üzülmek yanında, onu paylaşmak ve onlara olduklarından ya da hak ettiklerinden daha az değer vermenin yanlış olduğunu anlatmak gerek.

Bir de umudu yaratarak toplumsallaştırmak gerek…

Umut ilkesi hayatın önemli gerçeklerindendir. İnsanlara bir varış noktası duygusu ve başlamak için cüret aşılar.

Bu nedenle John Berger, “Umut bir güvence biçimi değildir; bir enerji şeklidir ve çok karanlık koşullardaki enerjinin en güçlüsüdür”; Anne Bronte, “Hayat ve umut birlikte sona ermelidir,” derlerken; umudunu kaybetmeyenler, umutsuzluğa prim vermezler. Çünkü, “Usancı, bezginliği biran unutturan bir şey varsa yaşama sokuverdiğimiz umuttur…”[24]

Umudu umut yapan da hayatın amacı özgürlüktür!

Emma Goldman’ın, “İnsanlık kendi kuvveti ve yeteneklerinin bilincine varmalıdır; insanların daha iyi ve onurlu bir yeni hayat başlatmak için özgürleşmeleri zorunludur,” notunu düştüğü kolektif sorumluluk olarak o, yıldızlara bakmayı asla unutmamak ve severek yaşamaktır hayatı, büyük bir meydan okumayla…

GERÇEK, DİRENİŞ, ÜTOPYA, GELECEK

Meydan okumak ve dünyayı değiştirmek için hayale muhtacız ve hiçbir şey başkaldıran hayal kadar güzel ve güçlü olamaz.

Düşler(imiz) sürdürüldüğü sürece hayata mündemiçken; büyük hayaller, hayal kuran insanların eylemleriyle hayata geçirilir; “Olağan insanlar hayal gücümüzü etkileyemezler.”[25]

Ancak kimi insanlar hayal etme yetisinden yoksundurlar. Onlar sadece kendilerine söylenenleri tekrar edip dururlarken; sırf maaş vaadinden ötürü hayallerinin/ tutkularının peşinden gitmezlerken; farklı bir şey yapmayı, hak istemeyi, direnmeyi hayal bile edemezler.

Direnmek, gerçekten gerçeğimizi keşfetmemiz ve yaparak bildiğimizi göstermektir; sadece kitap okuyup, yazmak yetmez… Meydan okumalıdır insan(lık), kendine, hayata, dünyaya…

Gilles Deleuze’ün, “İktidar hayatı hedef aldığında, hayat iktidara direniş olur,” sözlerindeki üzeredir her şey; ve hayat(ımız)ı sınıf mücadelesi ekseninde kendimiz yaparız; bunu tam anlamıyla kavramış bir insan için hayatta katlanılamayacak hiçbir şey yoktur.

Kuşku yok: Bir kuruluş ile yıkılış serüveni olarak hayata değer katan bıçak sırtında olabilme cüretiyken; öyle yaşamalıdır ki, bitmemeli, evrene yayılmalıdır ısrarı: Sonsuza dek yaşayacakmış gibi düşünüp, yarın ölecekmiş gibi davranmalıyken…

Malum: Sonsuz değişimler içindir hayat. Yani söylediklerimiz ve yaptıklarımız, etkileri hayatımızın ötesine geçmiyorsa, önemsizdir. Bunun için de hayatı anlamlandırmak için dünyayı değiştirecek davanın neferi olmak gerek.

Özetle ahlâklı olmak, direnmek, vazgeçmemek kolay ve rahat bir hayat için uygun değildir; Jean Paul Sartre’ın, “Şu hayatta önemli olan tek şey, bir insanın ‘Ben gerçekten yaşadım’ diyebilmesidir. Onun dışında hiçbir şeyin önemi yok,” sözlerini hayata geçirmek için gerçeklere bağlanılmalıdır! Çünkü “Gerçek bir teori değildir, bir eylemdir, hayatın kendisidir,” altını çizdiği üzere Mikhail Bakunin’in…

Kolay mı?

Hayata dokunduğumuz ölçüde gerçeğe yaklaşırız.

Gerçeğin beklemeye tahammülü yok; beklemek bir tuzaktır. Her zaman beklemek için sebepler olacaktır; “Hepimiz bir şey bekleriz. Mesela ben, hayatım boyunca bir şeyler bekleyip durdum, bütün hayatım boyunca sanki tren istasyonunda bekler gibiydim, bütün zaman boyunca sanki yaşadığım hayat gerçek değildi de bir tür bekleyişti,” sözlerindeki edilgenlik ile Andrey Tarkovski’nin..

Tam da burada gelecek için beklentilerle ertelemeden gerçeğe cesaretle taraf olunmalıdır.

Gelecek, değişimin ürünüdür. Çünkü; ona karşı gelmek saçma ve boşa bir çaba olmaktan öteye geçemez. Değil mi ki, değişim hayatın ta kendisidir; ütopyanın realizasyon imkânıdır.

1516’da Thomas More’un yayımladığı ‘Ütopya’ başlıklı yapıt “olmayan yer” ya da “düş ülke”yi anlatır.

Özetin özeti: Hayatın anlamı, ona vermeyi seçtiğimiz şeydir. Anlam, sadece insan(lar)ın dünyayı değiştirme eylemlerinden doğarken; gerçekleştirebildiklerimiz ütopyalarımızdır.

“HAYAT” FASLI

“Hayat” faslında Jacques Vergès’in, “Hayatta en kötü şey, teslim olmaktır”…

Che Guevara’nın, “Hayat korkakları affetmez.” “Düşmanın yoksa, hayatta hiç başarılı olamadın demektir”…

José Ortega y Gasset’in, “Hayat ne olduğunuz değil, ne olmak istediğinizdir”…

Andrey Tarkovski’ni, “Hayatı yalnızca hazzın peşinden giderek yaşamamız gerektiğini kim söylemiş? Ben bu iddiayı saçma ve yanlış buluyorum”…[26]

Leonardo da Vinci’nin, “Hayatın sunduğu yol dikse, sen de başını dik tut,” sözlerinin altını ısrarla çizmek “olmazsa olmaz”dır.

Aslı sorulur ise hayatta en büyük şey, “yapamazsın” denileni yapmakken; o, kendini bulmak değil kendini yaratmakla ilgilidir. Yani yaşamayı sürdürmek sadece nefes almayı sürdürmek değildir.

Bunun için ne konuştuğunuzla değil, neyi yaptığınızla ilgilenen hayat oksijen alıp karbondioksit vermekten ibaret değildir ve dolu dolu yaşanırsa olağanüstüdür; ne kadar yaşanmamışsa da ölümden o kadar korkulur.

Gerçekten de hakkı verilirse ölümden çok daha güçlü olan hayattaki en büyük risk, risk almamaktır ve de hayat cesaretle yaşanmalıdır; uzun olmaması pahasına…

Hayata değer vermeyen onu hak etmemiştir; o, insan(lık)ın hayal gücüne göre büyür veya küçülür. Emeğin karşılığıdır ve hafızasız, edilgen bir hayat, hiçtir.

Kapitalizmin insan(lık)a dayattığı hayat; çoğunluğun gülemediği için ağladığı, lafta “yaşadığı” hâl(ler)den ibarettir. Sayısız insan, cehennem gibi bir hayat içinde ölümle pençeleşiyorken; devlet, hayat üzerinde ne kadar sınırsız güce sahipse, insan(lık)ın yaratıcı gücünü/ iradesini o kadar köreltip zayıflatır.

Hayal ve hakikât müthiş bir alaşımı olarak bugündeki hayatta, daima başka bir hayat ve yarın imkânı vardır ve de mümkündür. Tabii onu arayanlar için.

Böylesi bir hayat doğası gereği riskliyken; farklı olmaya cesaret eden bir duruş sergilenmelidir. Hayat göründüğü kadar basit olmadığı gibi, anlaşılmaz da değildir; yaşamın geliştirilip, değiştirilmesine dair ilkelerin öneminin bilince çıkarılmalıdır.

Ne kadar acımasızca olursa olsun, yüzleşmekten geri durulamaması gereken hayatı sorgulamayıp, üzerinde düşünmeyenler yaşamamaktadırlar. Ayrıca ne pahasına olursa olsun yaşamaya değer olduğunu söyleyenlerin bir rezillik kitabesi yazdıkları “sır” değildir. Çünkü onların hayatta kalmak için ihanet etmeyecekleri hiçbir neden ve hiç kimse yoktur.

Emile Ajar’ın, “Rol yapmazsanız asosyal, uyumsuz ya da sinir hastası damgası yersiniz,” uyarısını unutmayan ve elbette göze alan hayatın amacı onu estetize ederek toplumsallaştırmaktır.

Hayat bir mücadeledir, her birimiz üzerimize düşeni yapmalıyız. Onu para ile takas etme cinayetinden uzak durarak elbette…

İnsan(lık)ın hayatına anlam verememesi müthiş bir felakettir. Hayatın hakkını vermek, başkalarının acılarına kayıtsız kalmamakla mümkündür. “Yaşamak, amacını ortaya koyduğu zaman güzeldir”[27] ve anlamı da ötekiyle bulunur.

Söz konusu güzergâhta uzun yaşamak için değil, doğru yaşamak için çabalanmalıdır; sınıflı sömürü koşullarında insan(lar)ın yüzde doksanı yaşamayıp, sadece var oldukları görülmelidir.

Kaldı ki “Yaşama sevinci her şeyin üstünde”yken;[28] o, sadece karnın doyurulmasından, maddi gereksinimlerin karşılanmasından ibaret olmayıp; bir serüvendir, ama asla hazır bir reçete değil…

Böylesi cüretkâr bir yaşamın kısalığından yakınanlar, zamanlarını kötüye kullananlardır.Evet, evet hayat aynı yerde durmadan dönüp durmak, ardından da yaşlanıp ölmek değil elbette; dünyada başka türlü yaşamak mümkündür ve en büyük zafer hiçbir zaman düşmemekte değil, her düştüğünde ayağa kalkmakta yatar.

Hayat hem kendini geliştirmek hem de aşmaktır. Eğer bir şey sürekli aynı durumda kalıyorsa, o zaman yaşamak sadece ölmemektir. O kötülüklere karşı savaşmaktan ibarettir; eylemdir/ davranıştır; eylemsiz nafiledir.

O zor kararlarla doludur ve kazananlar bu zor kararları verenlerdir. Hayatı tahrip eden değil, onu inşa eden ve güzelleştiren insanlar olmaya gayret edilmelidir. Elbette başka bir yaşam olmalı, böylesine üzgün ve hüzünlü olmak için yaratılmış olamayız!

Uğrunda yaşama mücadelesi verilen hiçbir şeyin kalmadığı onursuz bir hayatın anlamı yoktur, olamaz da! Onun anlamı yaşadığın sürece fark yaratmaktır; “Hayata güvenin, bin kez güvenin. Umutsuzluğunuzu kovun. Böylece ölümü de kendinizden uzaklaştırmış olacaksınız. Cehennem sonsuza dek sürmez,” ifadesindeki üzere Elie Wiesel’in.

İnsan(lık)a kim olduğunu öğreten hayat, bir bakış açısını, duruşu getirirken ve hiçbir şey, vicdanını harekete geçiren bir insan(lık)dan daha güçlü olamazken; Lucretius’un, “Hayat bir işinize yaramadıysa, boşu boşuna geçtiyse, onu yitirmekten ne korkuyorsunuz? Daha yaşayıp da ne yapacaksınız?” sorusu eşliğinde hayatıyla değişim yaratmaya çalışan insan(lık) için yapılabilecek en iyi şey, elinden gelenin en iyisini yapma iradesidir.

Hayatı pragmatik yaşamak, gerçeklerden bir kaçıştır; onu iktidarın kurallarına göre yaşama zorunluluğuna itiraz etmek, diz çöküp, baş eğmemek insan olmanın gereğidir.

“İyi de daha iyi bir yaşam için ne yapmalı?” sorusunun yanıtı başkaldıran insani yaratıcılıkta gizlidir. Bu yolda asla hayata sırt dönülmemeli. Hayat mücadeleyle yaratılanlardan ibarettir. Yani onu iyi veya kötüye kullanmamak insan(lık)a aittir.

Hayat ya ilerler ya da geriler; yerinde saymak yoktur. O dinamik bir süreçtir, asla statüko değil. Ve de hayat ileri doğru yaşanmıyorsa, nafiledir. Ayrıca bir tercih meselesidir. En önemlisi de hayatın en büyük hatası vazgeçmektir.

Acı ve ölüm hayatın reddedilemez parçalarıyken; bir mücadele olarak asıl hayat insan(lık)ı, boyunduruktan kurtulduktan sonra bekler. Bu kapsamda hayatta her zaman soru(n)lar, eski ile yeni, belirsizlikler ile beklenmedik imkânlar varken; en önemlisi “kararlı” bir tutuma sahip olmaktır. Tam da bunun için hayatımızın kahramanı, ideallerimizin savaşçısı olmalıyız.

O hâlde Che Guevara’nın, “Hayatın kurallarını değiştirecek kadar güçlü değilim ama kurallara boyun eğmeyecek kadar güçlüyüm,” uyarısı doğrultusunda, gücümüzü hayattan alırız.

Hayat yaşandığı kadardır; o, kendiliğinden ne iyi, ne kötüdür; ona iyiliği kötülüğü katan insan(lık)ın seçim(ler)idir. Endişelerle her şeyi geleceğe erteleyen; hakkı verilmiş hayat insan(lık)ı pes edene ya da onun ötesine geçene kadar sınar.

Provası da, tashihi de olmayan hayattan korkmamak çok önemlidir; hata üstüne hata yapıp ders çıkaranlar başarılı olurlar.

Eğer insan(lık) hayal ettiği hayatı yaşamak için mücadele ederek yolunu açıp ilerliyorsa, bunun için çalışıp/ çabalıyorsa elbette başaracaktır.

Yaşam, alışkanlık rafına kaldırıp unutulacak bir şey değilken; gerçek amaç yaşamını giydirip kuşatmak değildir; bu yaşamın “sandığın” şeyden uyanmakla, reddetmekle ilgilidir; “Yaşamın olduğu her yerde savaşmak istiyorum!” ifadesindeki üzere Clara Zetkin’in…

NİHAYET!

Rudolf Rocker, “Dünya şu anda bir krizde, çeşitli ve farklı biçimleriyle kapitalizmin yıkılması, gezegenin hayatının devamını sağlamak açısından artık hayati bir önem taşıyor,” derken ekler Komutan Yardımcısı Marcos: “Kapitalizm bize tatminden uzak bir hayat dayatır ve bu durumun karşısında sadece bir seçeneğimiz vardır: Yaşamlarımızı başka türlü yaratmak.”

Başka türlü bir yaşamı tahayyül etmek kolları yeniden sıvayıp hayatı savunmak yolunda temel görevimizdir; hiç pişman olmadan yapılması gerekenleri yapmaktır.

Bunun için de Seneca’nın, “Herkesin gözü önünde yaşıyormuş gibi yaşamalıyız; birileri yüreğimizin en derinini görüyormuş gibi düşünmeliyiz”…

François-Marie Arouet Voltaire’in, “Sadece iki günümüz var yaşamaya, bu günleri de aşağılık heriflerin önünde diz çökerek geçirmeye değmez”…

Federico García Lorca’nın, “Kansız kalıp ölmek, kanı kuruyarak yaşamaktan iyidir,” uyarıları eşliğinde insan olmak (ve kalmak) fiiline ilişkin talebimizin hayat(mız)ı değiştirmek için radikal olmaktan başka seçeneği olmadığı kavranmalıdır!

24 Mart 2024 14:30:23, İstanbul.

N O T L A R

[1] Juvenal.

[2] Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Dilek Hattatoğlu-Erol Özbek, Ayrıntı Yay., 1991.

[3] Sylvia Plath, Günlükler, çev: Merve Sevtap Ilgın, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2014.

[4] Bruce Willis, The Sixth Sense, Altıncı His, 1999… https://www.nadirkitap.com/altinci-his-the-sixth-sense-1999-orjinal-vcd-film-bruce-willis-efemera35959198.html

[5] Albert Camus, Defterler 2, çev: Ümit Moran Altan, İthaki Yay., 2003, s.272.

[6] Erich Fromm, Özgürlükten Kaçış, çev: Selçuk Budak, Öteki Yay., 1993, s.280.

[7] Jonathan Crary, Yeryüzü Yakılıp Yıkılırken, çev: Tuncay Birkan, Metis Yay., 2023.

[8] Michel de Montaigne, Denemeler, çev: Sabahattin Eyüboğlu, Cem Yay., 2012.

[9] Arthur Schopenhauer, Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine, çev: Ahmet Aydoğan, Say Yay., 2018.

[10] “Lüksün sergilenişinin neredeyse büyüleyici bir karakter edindiği genellikle vasat çok sayıda filmde görüldüğü gibi, seyirci başka bir gündelik hayat sayesinde kendi gündelik hayatından kopartılır.” (Henri Lefebvre, Gündelik Hayatın Eleştirisi 1, çev: Işık Ergüden, Sel Yay., 2012, s.15.)

[11] Frank Mccourt, Angela’nın Külleri-Hatıralar, çev: Neşe Olcaytu, Epsilon Yay., 2001.

[12] Søren Kierkegaard, Kendinizi Sevmeyi Unutmayın, Aforizmalar, çev: Emre Murat Bozer, Aylak Adam Yay., 2016, s.83.

[13] José Saramago, Körlük, çev: Işık Ergüden, Kırmızı Kedi Yay., 2022, s.93.

[14] Timur Soykan, “Dolandırıcılar Cumhuriyeti”, Birgün, 6 Mart 2024, s.7.

[15] Mustafa Özdemir-Yıldız Yazıcıoğlu, “El Pipo Türkiye’de mi?”, 23 Mart 2024… https://d33vxfhewnqf4z.cloudfront.net/a/ekvadordan-avrupaya-kokain-ticaretini-yoneten-el-pipo-turkiyede-mi/7539629.html

[16] Sercan Meriç, “Timur Soykan: Çürümenin Portresi: Baron İstilası”, Birgün Pazar, 10 Mart 2024, s.12.

[17] “Bu Veri Kolombiya’dan Değil Türkiye’den”, Birgün, 6 Mart 2024, s.9.

[18] Deniz Güngör, “Çeteleşme, Şiddet Sarmalını Büyüttü”, Birgün, 28 Ağustos 2023, s.3.

[19] Ergin Yıldızoğlu, “Direniş Neden Etkili Olamıyor?”, Cumhuriyet, 18 Mart 2024, s.11.

[20] Bülent Usta, “Durgun Huzursuzluk”, Birgün, 8 Kasım 2023, s.13.

[21] Kemal Kılıçdaroğlu, “Ahlâksızlığın Kurumsallaşması -2”, Cumhuriyet, 21 Mart 2024, s.2.

[22] A. Raşit Kaya, “Siyasetin Ardamarı İdeoloji”, Birgün, 29 Şubat 2024, s.10.

[23] Alain de Botton, Statü Endişesi, çev: Ahu Sıla Bayer, Sel Yay., 2005, s.31.

[24] Bilge Karasu, Altı Ay Bir Güz, Metis Yay., 2018, s.16.

[25] Oscar Wilde, Dorian Gray’in Portresi, çev: Nihal Yeğinobalı, Can Yay., 2002.

[26] Andrey Tarkovski, Şiirsel Sinema, çev: Ebru Kılıç, Agora Kitaplığı, 2009.

[27] Jack London, Beyaz Diş, çev: Kerim Çetinoğlu, Kum Saati Yay., 2010.

[28] Eduardo Galeano, Ve Günler Yürümeye Başladı, çev. Süleyman Doğru-Savaş Çekiç, Sel Yay., 2017, s.288.

“Teraziyi değiştirme” zamanı…

“Radikal olmak sorunları kökeninde ele almaktır, insan için bu köken insanın kendisidir…”
Karl Marx

“Bana hedefi göster ama beni oraya ulaştıracak yolu da göster…”
Faust

Aslında yazının başlığı “perspektifi ve paradigmayı değiştirmeden asla…” da olabilirdi. Perspektifi ve paradigmayı değiştirmek, düşünce tarzımızı, üretim tarzımızı, tüketim tarzımızı ve yaşam tarzımızı değiştirmeden mümkün değil… Başka türlü söylersek, vakitlice düşünsel-entelektüel bir kopuşa ihtiyaç var… Zira verili düşünce tarzıyla şeylerin seyrini değiştirmek mümkün değil… Artık şeyleri adıyla çağırma zamanı gelmiş olmalıdır… Boşuna şeyleri adıyla çağırmamak bir yalan söyle yöntemidir denmemiştir…

İnsanlar “geleceğin güzel günleriyle” oyalanıyor… Lakin o güzel günler bir türlü gelmiyor, ufukta bir çizgi gibi hep uzaklara kayıyor. Tam tersi söz konusu. Her geçen gün insanların geleceği kararmaya devam ediyor… İnsanlar ilerleme, ekonomik büyüme, kalkınma yalanıyla oyalanıyor…

Sahte bir “demokrasi oyunu” sergileniyor. Aslında seçimler hiçbir şeyi değiştirmiyor… Hep aynı kumaştan kaşarlanmış burjuva siyasetçileri yönetiyor… Siyaset iki şeye yarıyor: Kitleleri aldatmak-oyalamak ve siyasetçi erbabı da dâhil, mülk sahibi sınıfları zenginleştirmek… Bizde oldum oyası siyaset, bütçeyi, hazineyi ve müşterekleri (herkesin olanı, olması gerekeni) yağmalamanın talan etmenin aracıdır… Fakat geride kalan yüz yılda 20 yıllık dinci AKP iktidarında olduğu gibi bir sömürü, yağma ve talan görülmedi… Ülkenin varı-yoğu utanmazca yağmalandı, talan edildi… Eğer bu yağma ve talan vakitlice durdurulamazsa, geriye kurtarılacak bir şey kalmayacak…

Temsilî demokrasi denilenin demokrasiyle gerçek bir ilgisi yok… Esasen bidayette “temsilî demokrasi” gerçek demokrasinin önünü kesmek amacıyla peydahlanmıştı… Seçilenler seçenleri temsil etmiyor… Kimi temsil ettikleri de bir sır değil…

Siz hiç kapitalizmi ağzına alan bir siyasetçi tanıdınız mı? Kapitalizmi yok sayarak bu dünyada bir şeyleri başarmak, şeylerin seyrini değiştirmek mümkün müdür? Yüz yüze geldiğimiz tüm sorunların, sosyal kötülüklerin (işsizlik, yoksulluk, açlık, sefalet, aşağılanma…), iklim krizinin ve ekolojik yıkımın (türlerin yok olması-ekosit) gerisinde insana, topuma, doğaya, canlıya düşman şu lânet olası kapitalizm yok mu?

Ne ile cebelleştiğini bilmek önemlidir denmiştir… Beş yılda bir sergilenen seçim oyunu, beş yıl süreyle kitleleri aldatmaya, oyalamaya imkân veriyor… Ve beş yıllar birbirini izliyor… Türkiye’de (askerî darbe dönemleri hariç) yaklaşık 80 yıldır bir “demokrasi oyunu” oynanıyor… Gide gide şimdilerde dinci AKP’nin tek adam rejimine ulaşıldığına bakılırsa, “oyunun başarıyla oynandığını” teslim etmek gerekir…

Artık hiçbir şey eskisi değil ve olmayacak… Müesses nizamın muhalefetinin taşı yerinden oynatması mümkün değil. Olmayacak duaya âmin demenin de bir âlemi yok… Zira, paradigmayı değiştirme zamanı gelip çattı… Artık yönetenleri değil, sistemi değiştirmenin gerekli olduğu bir zamandayız…

Bir zamanlar köyün birinde yaşlı bir bakkal varmış. İşini bir çırak yardımıyla yürütürmüş… Köylüler “az helva veriyor” diye çırağı bakkala şikâyet ederlermiş, bakkal da çırağı değiştirirmiş, yeni çırağı da şikâyet ederlermiş, onu da değiştirirmiş, şikâyetler sürüp girermiş… Sonunda terazinin bozuk olduğu anlaşılmış, terazi değiştirilmiş ve şikâyetler sonlanmış…

Kapitalizm varlığını büyümeye borçludur. Şimdilerde artık yeteri kadar büyüyemiyor ama büyürse de sosyal kötülükleri (açlığı, işsizliği, yoksulluğu, sefaleti, manevi yozlaşmayı…) derinleştiriyor; iklim krizini ve ekolojik yıkımı, ekositi (canlı türlerin yok olması) azdırıyor… Aslında bu durum, “boşa koysan dolmaz, doluya koysan almaz” hâlidir… İnsanlığın yüzleşmek zorunda olduğu kötülükler, sadece ekonomik kriz, finansal kriz, iklim krizi, ekolojik yıkım, sosyal kriz, politik ve jeopolitik, kriz, etik krizi… değil, bunların tamamı veya aynı anlama gelmek üzere bir uygarlık krizi… Daha da ötede şimdilerde antroposen (anthropocene) denilen bir “jeolojik çağ dönüşümü” zamanı…

Geçerli eğilimler ve süreçler insanlığı ve uygarlığı hızla “geri dönüşü olmayan” bir eşiğe doğru sürüklüyor ve bu durum oligarşik yağma ve talandan kaynaklanıyor… Dolayısıyla geçerli kapitalist üretim, tüketim ve yaşam tarzı dâhilinde artık bir gelecek olmadığının bilinmesi gerekiyor… Bir taraftaki açlığa, yoksulluğa, çaresizliğe, doğa tahribatına (ekolojik yıkım ve iklim krizi), diğer tarafta küresel oligarşinin şımarık üretimi ve tüketimi eşlik ediyor… İşte yüz yüze geldiğimiz sürdürülemezlik tablosu bu temelli olumsuzluktan kaynaklanıyor. O hâlde emperyalist Batı’da (şimdilerde “Global Nord” diyorlar) üretimin ve tüketimin radikal olarak kısılması gerekiyor… Azgelişmiş Güney’deyse (ki ona da “Global South” diyorlar) temel ihtiyaçlara cevap veren şeylerin üretiminin artırılması gerekiyor…

Kapitalizm dâhilinde bir gelecek yok… Radikal olarak kapitalizmden çıkma perspektifine ve programına sahip olmayan hiçbir siyasi öznenin, hiçbir muhalefetin taşı yerinden oynatması mümkün değil… Velhasıl, vakitlice paradigmayı değiştirmek gerekiyor… Aksi hâlde geriye kurtarılacak bir şey kalmayacak…

Araç bozuksa tamir edilir, tamir edilebilir değilse yenisini üretilir… Fakat kapitalizm reforme edilebilir, insafa gelebilir bir sistem değildir… Esasen hiçbir üretim tarzı reforme edilemez… Her üretim tarzı belirli-verili bir mantığa göre işler ve mantığın dışına çıkınca da sistem olmaktan çıkar… Velhasıl ne ile cebelleştiğini bilmek önemlidir denecektir…

Anadolu’nun Ermeni sosyalistleri

İnsanların etnik aidiyetleri üzerinden değerlendirilmeleri pek benimsediğim bir davranış kalıbı değildir. Hele bu insan sosyalizme gönül vermiş, yaşamını dünya halklarının kurtuluş mücadelesine adamış biri ise etnik aidiyetinin hiçbir değeri kalmaz benim gözümde. Lakin üzerinde yaşamış olduğumuz coğrafyanın egemenleri benim gibi düşünmezler elbette. Onlar bu coğrafyada doğup büyümüş olan insanları etnik aidiyetlerine göre sınıflandırır ve bu aidiyetleri anti-komünist propaganda aracı olarak kullanmaktan pek hoşlanırlar.

“Ermeni Terörist Yakalandı”, “Etkisiz Hale Getirilen Terörist Sünnetsiz Çıktı” tadındaki haberler süsler anaakım medya organlarının manşetlerini zaman zaman. Böyle davranarak coğrafyamızda yaşayan Türklerin dinî ve ulusçu duygularını istismar edip buradan yola çıkarak anti-komünist propaganda araçlarını güçlendirdiklerini düşünürler.

Öte yandan Anadolu’nun gayrimüslim topluluklarından birinin bir mensubu siyasi bir nedenle polis sorgusuna tâbi olmuşsa eğer, ayrıcalıklı bir işlem görür ve etnik aidiyeti nedeni ile ayrıca cefa çeker burada.

“Ulan p.z.v.k hem Ermeni’sin/Rum’sun bir de utanmadan komünist mi oldun?” cümlesi ile başlar burada sorgulamalar. Komünist olmak zordur bu coğrafyada ama gayrimüslim topluluklardan birinin mensubu olup komünist olmak daha da zordur. Bu nedenle ayrıca övülmeyi ve anılmayı hak eder bu insanlar.

Hak ederler etmesine de layık oldukları değeri ve saygıyı görürler mi? Bundan kuşkuluyum işte. Osmanlı devletindeki sosyalist hareketleri ve Osmanlı sosyalistlerini görmezden gelen Türkiye solu uzun yıllar tarihsel TKP ile başlatmakta ısrar etti Türkiye solunun tarihini. Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu adlı örgütü, Ergatis dergisi çevresini ve daha nicelerini hiç dikkate almadı. Oysa bu konularda akademik çevrelerde pek çok araştırma yapılmış ve sosyalist harekete ışık tutabilecek pek çok bulgu elde edilmişti. Ne var ki son dönem Osmanlı tarihinde önemli bir yeri olan Daşnaksütyun ve Sosyal Demokrat Hınçak partilerinden bile söz edilmedi uzunca bir süre. Bahse konu Ermeni partileri hakkında bizim sol cenahta bir şeylerin yazılıp çizilmeye başlanması için 1990’lı yıllara kadar beklenildi.

Nihayet 21. yüzyıl itibarı ile Madteos Sarkisyan (Paramaz) ve 19 arkadaşının (devrimci 20’ler) İTC yöneticilerine suikast girişiminde bulundukları iddiası ile idamları yazılıp çizilmeye başlanması hiç değilse bir kısım Ermeni devrimcinin ajandamıza girip değişik vesilelerle anılmasına neden oldu. Elbette bu da yetersiz. Yetersiz çünkü:

– Anadolu coğrafyasında doğup büyümüş gayrimüslim sosyalistler Ermenilerle sınırlı değildir.

– Anadolu coğrafyasının Ermeni sosyalistleri Daşnaksütyun ve Sosyal Demokrat Hınçak partisi üyeleri ile sınırlı değildir.

Bu coğrafyanın tarihinde yaşamını sosyalizm mücadelesine adamış enternasyonalist mücadeleleri ile sosyalizmin başarısını hedeflemiş pek çok gayrimüslim yer alır. Bu yazıda bunlardan Ermeni olanların bir kısmının yaşam öykülerini özetleyip onları Kaldıraç okurlarına tanıtmaya çalışacağım.

Kuşkusuz bu yazıda yer veremediğim Anadolulu pek çok Ermeni devrimci daha vardır. Bu çalışma sadece basit bir hatırlatma niteliğinde. Günün birinde araştırmacıların bu yazıda bilgi yetersizliğim nedeni ile yer veremediğim tüm Ermeni devrimcileri tanıtan bir eser yaratmaları dileği ile.

KRİKOR ZOHRAB

1978 yılında Mete Tunçay’ın “Türkiye’de Sol Akımlar” adlı çalışmasını incelerken tanıştım onunla. Maksadım Osmanlı’daki işçi hareketleri hakkında fikir sahibi olmaktı. Osmanlı solculuğunu incelerken dikkatimi çekti Zohrab Efendi. Kitabın yaptığı göndermeden yola çıkarak Kerim Sadi’yi (A. Cerrahoğlu) okudum bir de üzerine.

İkinci meşrutiyet yılları. Milletvekili seçilmiş, mecliste yaptığı konuşmalarda artan oranlı vergi sistemini savunuyor yani az kazanandan az çok kazanandan çok vergi alınmasını istiyor. Rezil ediyor İttihatçıların ünlü Maliye Bakanı Cavit Efendi’yi. Sonrasında gümrük serbestisine karşı çıkan bir konuşması var. Osmanlı’da henüz emeklemekte olan sanayi girişimlerinin öleceğini, insanların işsiz kalacağını anlatıyor. Lenin’in Emperyalizm adlı çalışmasına henüz başlamamış olduğu yıllar. Ve Osmanlı Meclisinde antiemperyalist bir tavır. Hayranlık beslememek mümkün mü? Cavit Bey de İttihatçılar da son derece rahatsız bu muhalefetten. Mecliste çoğunluk oldukları için yasalar istedikleri gibi çıkıyor belki ama hayli zorluyor onları Zohrab Efendi.

Tarık Zafer Tunaya Hoca “Solcu olduğu kadar milliyetçi idi” değerlendirmesini yapmış onun için. Katılmıyorum.

“Dinimiz muhtelif mezhebimiz birdir. Hepimiz hürriyet mezhepdaşlarıyız.”

Bu cümle ona ait. Farklı milliyetler arasında olması gereken eşitlik ve kardeşlik duygularını ne de güzel anlatmış. Bu cümleyi kuran adam milliyetçi olabilir mi?

1861’de Beşiktaş’ta doğmuş. Galatasaray Sultanisi’nde İnşaat Mühendisliği, ardından “Darülfünun”da hukuk öğrenimi görmüş ve 1884 yılında avukat olmuş.

Avukat kendisi ama edebiyatla da ilgileniyor. Pek çok öykü ve bir de romanda imzası var. Öykülerinde, eğitim görmemiş, korunmasız, sıradan insanın yanında saf tutar ve toplumun dikkatini bunların trajedisine yönlendirir. Bu işi yaparken gerçekleştirdiği ruhsal betimlemeler ve sosyolojik çözümlemeler de yaşadığı dönemin insanlarının ve toplumsal yapısının eşsiz fotoğraflarını sunar bizlere.

Hukuk alanında da başarılıdır. Dreyfus davası için Fransızca bir savunma hazırlar ve bunu, Dreyfus’u savunan Yahudi Komitesi’ne gönderir. Komiteden aldığı teşekkür mektubu ve Dreyfus portreli altın bir madalya ise bu uğraşın ödülüdür. Sonrasında kısa bir Fransa macerası var. Bir nevî sürgün diyebiliriz buna. Rejime muhalif ama vatana sevdalıdır. Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte geri döner, Darülfünun’da ceza hukuku hocası ve Ceza Kanunu değişikliği komitesinin bir üyesidir artık.

Ardından Meclis-i Mebusan üyeliği. Üç dönem boyunca İstanbul milletvekilidir.

Burada yaptığı çalışmalarda çok etnili, çok dinli imparatorlukta bütün uyrukların eşit muamele gördüğü, eşit söz hakkına sahip olduğu bir Osmanlı kimliği için çaba gösterir. Tüm çalışmalarında Osmanlı milliyetleri arasında dost ve kardeşçe ilişkilerin ve toplumsal eşitliğin kökleşmesi düşüncesi egemen olmuştur. Bu dönemde.

– Doğu illerinde can ve mal güvenliğini sağlayacak reformların yapılması,

– Avrupa sermayesinin Osmanlı Devleti’nde egemen olmasını sağlayacak yasal düzenlemelerin engellenmesi (Parlamento dışında da konu ile ilgili faaliyet yürütmüş ve Düyûn-ı Umûmiye karşıtı gösteriler örgütlemiştir),

– Osmanlı donanmasının güçlendirilmesi,

– Gayrimüslimlerin Müslümanlarla eşit haklara sahip olmaları,

– Gayrimeşru çocuk kavramının yasalarda terk edilmesi,

– Kadının toplumsal yaşamda aktif bir biçimde yer alabilmesi alanlarında çalışmalar yaptı. Kimi zaman başarılı kimi zaman da başarısız oldu. Ama asla mücadeleyi terk etmedi.

Yıl 1915, tehcir dönemi. İTC’nin tehcir politikasının bir sonucu olarak 21 Mayıs 1915’te tutuklanır Krikor Zohrab. Konya ve Adana üzerinden Halep’e gönderilir Erzurum mebusu Hovannes Serengülyan ile birliktedir bu yolculuğunda. İki mebusu Halep Valisi Mehmet Celal karşılar ve onları bir otele yerleştirir. Ardından da idarî bir hata yapıldığı düşüncesi ile mebusların İstanbul’a dönmeleri için girişimlerde bulunur. Ne var ki Vali Bey merkeze alınır bu çabaları sonunda. Mebuslar ise Urfa’ya gönderilir. Burada Çerkeş Ahmet adlı bir serseri ve iki arkadaşı tarafından öldürülürler.

Yıllar sonra Çerkeş Ahmet bir gazetede yayınlanan itiraflarında şöyle demektedir:

“Zohrab’ı tuttum, ayağımın altına aldım, taşla başına vura vura geberttim.”

20 Temmuz 1915 tarihli resmî ölüm raporunda ise “kalp krizi” nedeni ile öldüğü yazmaktadır.

ZABEL YESAYAN

2005 yılı Eylül ayında Bilgi Üniversitesi bünyesinde gerçekleştirilen “İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları” ya da kamuoyunda bilinen adı ile “Ermeni Konferansı” olmasa idi, bırakalım benim gibi sıradan insanları memleketin akademik ve entelektüel çevrelerinin bile haberi olmayacaktı bir zamanlar bu ülkede Zabel Yesayan isimli birinin yaşadığından.

Konferansa bildiri sunanlar arasında bulunan Elif Şafak, sunumunda söz etmiş ondan. Sunumu izlemedim. İzleyenlerden duyduğum kadarı ile son derece etkili olmuş, izleyiciler arasında ağlayanlar bile varmış.

Bunları öğrendiğimde, o tarihte otuz beş yaşında olan ve Ermenice bilgisinin en fazla Sümer dili bilgisi kadar olabileceğini düşündüğüm bu hanımefendinin nasıl olup da o güne kadar adını hiç duymamış olduğumuz bir yazar hakkında bu kadar kapsamlı bir çalışma yapabildiğini sorgulamak gereğini düşünmüştüm. Kısa sürede çıktı işin aslı ortaya. Hanımefendinin yaptığı sunumun nerede ise tamamı Marc Nichanian’ın “Writers of Disaster: Armenian Literature in the Twentieth Century” kitabındaki Yesayan bölümünden kopyalanmıştı.

Garip bir toplumsal yapımız var. Yüksek lisans tezinde intihal yaptığı ortaya çıktığı için birinin oturduğu rektörlük koltuğundan inmesini sağlıyoruz ama aynı suçu bilimsel bir toplantıda alenen işleyen bir başkasını baş tacı yapıp yıllarca memleketin en çok para kazanan yazarı hâline getiriyoruz. Perhiz ve lahana turşusu meselesi işte.

Elif Şafak’ın intihal suçu üzerinde nerede ise hiç konuşulmadı. Tersine tuhaf bir durum gelişti. Bir dizi insan Yesayan’ı keşfetti aniden. Dergilerde, internet sitelerinde hayatı, eserleri ve dünya görüşü hakkında yazılar çıktı birbiri ardına. İşin ilginç yanı ise bütün bu yazar çizer takımının Yesayan’ı hangi dilden okuduklarının bilinmemesi idi. Eserlerin Türkçeye çevrilip yayınlanabilmesi için 2014 yılını beklemek zorunda kalmış ama bu tarihe kadar geçen sürede onun yaşamı, dünya görüşü, çalışmaları ve daha bir sürü şeyi hakkında pek çok çalışmanın sahibi olmuştuk.

Kimileri kalktı ve “Türkiyeli aydınların Zabel Yesayan üzerinden 1915 ile yüzleşmesi” olarak yorumladı bu durumu. Bu yoruma katılamıyorum.

1915 ile yüzleşmek için ne yıllarca beklemeye ne de Zabel Yesayan’ı keşfetmeye gereksinim vardı. Bu yüzleşmenin gerçekleşebilmesi için yeterince doküman mevcuttu Yesayan keşfedilmeden önce de.

Gerçekte durum çok başka elbette. Zabel’in eserlerinin Türkçe olarak uzun yıllar yayınlanmamış olmasının da, Türkiyeli Ermeniler tarafından bile tanınmamış olmasının da ve (bana göre) aniden keşfedilmesinin (!) de çok farklı nedenleri var. Bunların her biri ayrı bir tartışma konusu ve bu yazının kapsamının çok dışında.

Ben burada onun acı dolu ve maalesef son derece hüzünlü bir şekilde sonlanmış yaşam öyküsüne odaklanmak istiyorum.

1878’de Üsküdar’da, Bağlarbaşı semtindeki Silahdar bölgesinde dünyaya gelmiş. İlk ve orta öğrenimi Surp Haç Lisesi’nde. Pek çok kaynağa göre orta hâlli bir ailenin çocuğu bana kalırsa hâli vakti yerinde ailesinin. Aksi takdirde gidebilir mi idi Sorbonne’a öğrenim görmeye?

Formasyonunda babasının büyük etkisi var. Okuması gereken yazarları öğütleyen, sohbetleri ile düşüncelerine yön veren hep babası.

Feminist derler onun için. Katılmıyorum. Feminist değil sosyalisttir o. Evet kadının özgürleşmesi ve erkeklerle eşit haklara sahip olması için mücadele vermiş, yazılar yazmıştır ama kadınların özgürlüğünün gerçekten ancak sosyalizm koşullarında hayata geçirilebileceğinin de bilincinde olduğunu ifade etmiştir.

Kimileri “milliyetçi” dedi onun için. Yine katılmıyorum. Sosyalist olduğu için üye olduğu Daşnaksutyun partisindeki milliyetçi eğilimleri görünce ayrılmazdı partiden milliyetçi olsa idi eğer.

O, yaşanan sıkıntıların basit bir yönetim değişikliği ile sona ermesinin mümkün olamayacağını, ancak köklü bir sistem değişikliği sonucu insanların özgür ve mutlu olabileceklerini bilmekte idi.

Devrimcidir Zabel, gelenekçi olmamıştır asla. Fransa’dan döndükten sonra bir cemaat okulunda öğretmenliğe başlayıp sakin bir hayat sürdürebilir, yazılarını yine yazardı Dzağig dergisinde. Ya da Fransa’da eşinin yanında kalıp “Mercure de France”da yazmaya devam eder, sakin bir yaşam sürerdi. Oysa o özgür bir çalışma ortamını tercih ettiği için İstanbul’da gazeteci oldu. Merak ediyorum onun yaşadığı dönemde Osmanlı’da kaç tane kadın gazeteci vardı acaba?

Yine merak ediyorum onun bu yaşam görüşü ve isyankârlığı, dönemin Ermeni cemaati arasında nasıl bir kabul görmüştür?

Adana’da yaşananları gözlemlemek için tam üç ay Adana, Mersin ve Tarsus şehirlerinde yaşadı. “Yıkıntılar Arasında” adlı çalışması buradaki gözlemlerinin bir ürünüdür. Dikkatle inceleyin lütfen bir nefret söylemi mi geliştirmiş? Yoksa acının iki yüzünü de göz önüne alan titiz bir çalışma mı yapmış? Bana kalırsa ikincisi burada yaptığı. Yine bana kalırsa sadece bu yaptığı bile takdire değer. Adana’da yaşanmış olanları onun gözü ile anlatan bir başkasını göremedim ben.

Anlayacağınız tehlikeli bir insandır Zabel. Devrimci kişiliği ile, özgür yapısı ve insanların özgürleşmesi için verdiği mücadele ile zararlıdır toplum için. O hâlde, fırsat bu fırsat, hazır 24 Nisan 1915 kararnamesi hazırlanmışken Zabel de eklenir sürgüne gidecek aydınların listesine. Listedeki tek kadındır.

Öngörülü ve yaratıcıdır o. Olabilecekleri sezmiş ve önlemini almıştır. Kılıktan kılığa girerek kurtulur devlet takibinden ve Bulgaristan’a geçer. Oradan da Bakü’ye.

Savaş bitene kadar geçen yıllarda tehcir mağdurlarına yardım ve destek işlerine adar kendini. Bir yandan da Ermeni halkına yapılan haksızlıkları haykırır dünyaya. Verçin Pacagi (Son Bardak) ve Hokis Aksoryal (Sürgündeki Ruhum) bu dönemde yaratmış olduğu eserlerdir.

Bir yandan da Paris’e seyahat eder sık sık. Eşi orada yaşamaktadır. Eşlerin birbirlerine ve yapmakta oldukları işlere olan saygılarının yarattığı bir durumdur bu.

1920’lerde Sovyetler Birliği’nin ve Sovyet Ermenistanı’nın kararlı bir destekçisi olmuştur. Prométhée Déchaîné (Zincirinden Kurtulmuş Prometheus) Forces Retraités (Çekilen Kuvvetler) adlı eserleri bu dönemde Sovyetler Birliği’nde gördüklerinin yazıya aktarılması sonucu ortaya çıktı.

1933 yılından itibaren Yerevan’a yerleşmiş ve üniversitede ders vermeye başlamıştır. Vernaşapik Kraki (Ateşten Gömlek) ve Silihdari Bardezneri (Silahtarın Bahçeleri) yaşamının bu döneminde gerçekleştirdiği eserler.

Silahtarın Bahçeleri onun otobiyografik çalışması, doğduğu yeri, çevresini ve o dönemin toplum yapısını çok güzel dökmüş yazıya. İlk kez okuduğumda aldığım lezzet hiç silinmedi belleğimden.

Bu arada Sovyet Yazarlar Birliği üyesi de olmuştur. Sonuna kadar hak edilmiş bir üyelik bana göre.

Silahtarın Bahçeleri onun son çalışması oldu bildiğim kadarı ile.

Yıl 1943.

Savaş dönemi politikalarının gazabına uğramış ve tutuklanmıştır. 65 yaşındadır bu tarihte.

Milliyetçilikle suçlanmış “karşı devrimci” damgası yemiştir.

Ve Sibirya.

Nerede, nasıl öldüğü, mezarının nerede olduğu hatta bir mezarının olup olmadığı bile bilinmiyor.

Zabel Yesayan, mücadeleci kişiliği, her şart altında kendi doğrularını savunması ve daha pek çok özelliği ile örnek bir insan. Mezarının nerede olduğu bile bilinmiyor. YAZIK.

JAK İHMALYAN

Anadolu’da yetişmiş komünist ressamlar kimlerdir, sorusuna verilecek yanıtlar Abidin Dino ile başlar ardından birkaç isim sıralanır belki ama Jak İhmalyan hiç akla gelmez nedense. Bir ressamın hem komünist hem de Ermeni olamayacağını düşündüğümüzden olsagerek.

Ayrımcılık öyle yer etmiş ki içimize, solculuğun da sanatın da bu coğrafyada sadece Türklere (solculuk kısmında Kürtlere de yer açıldı neden sonra) ait olduğuna inanmışız.

Bu yargıyı çürütmek için çok güzel bir örnek Jak İhmalyan.

Eserleri pek çok koleksiyonda ve müzede yer alan başarılı bir ressam, Ölümünde gömülmeyi reddedip yakılmayı isteyen gerçek bir komünist o.

1922’de İstanbul’da doğmuş. Daha küçük yaşlarda başlayan resim yapma tutkusu 1936’da Abidin Dino ile çalışması sonucu katmerlenmiş. 1939’da partilenmiş. 1942’de DGSA Resim Bölümü Bedri Rahmi Eyüboğlu Atölyesi’nde öğrenci olarak görüyoruz onu. Okulu bitiremiyor ne yazık. 1944 tevkifatı ve ardından Sanasaryan işkenceleri. Üç yılı aşkın mahpusluk sonrasında terk ediyor memleketi. Suriye üzerinden Beyrut.

Burada resim öğretmenliği yaparak yaşamını sürdürürken Beyrut havalimanı için “Halkların Dostluğu” konulu bir pano yapıyor Fransız ressam Simon Baltax ile birlikte.

1956 yılında Parti’nin önermesi ile Polonya’ya geliyor. Anadolu’dan gelen diğer komünistler gibi Varşova radyosu Türkçe yayınlar bölümünde değil görevi. Bir sanatçı olarak Polonya’da kurulu çizgi film stüdyosunda çalışıyor. Bu süreçte Nâzım Hikmet’in “Güneşi İçenlerin Türküsü” adlı kitabının Leh dilinde çevirisinin resimlerini de hazırlıyor.

1959 Pekin modern ve geleneksel Çin Resim Sanatı inceleme konusu Jak İhmalyan’ın.

1961’de Moskova’ya geçiyor. Bir yandan resim sanatı ile ilgilenirken burada, bir yandan da Moskova Devlet Üniversitesi Doğu Dilleri Enstitüsü öğretim üyesidir artık. Enstitüde öğrencilerine Türkçe öğretirken, Arbat’ta bulunan atölyesinde yeni tablolar üretiyor. Moskova’da yerleşik bulunduğu süre zarfında onlarca sergi açıyor İhmalyan.

1978’de Moskova’da veda etti yaşama. Cesedi Erivan’da yakıldı.

Jak İhmalyan, dünyanın tanıdığı bir ressam. Doğduğu ülkede sergiler açmak isterdi.

Türkiye’deki ilk sergisi ölümünden ancak 15 yıl sonra 1993’te açılabildi.

VARTAN İHMALYAN

İlginçtir Vartan’ın öyküsü. Yüksek öğrenimde iken askere alınmıştır örneğin. Savaş yılları. Gerçi Türkiye savaşta değil ama her an girebilir. Askere gereksinme var diyebilirsiniz. İyi ama askere aldığınız inşaat mühendisliği öğrencisine üç yıl boyunca Çivril’de taş kırdırmak da ne oluyor? Sanırım Çivril’de kırılacak taş kalmamıştır bu süre zarfında.

1913 yılında Konya’da doğmuş. Oralarda yaşam zor, hele Ermeni isen. Aile İstanbul’a göçüyor. İlk ve orta öğrenimini tamamladıktan sonra Robert Kolej’de (şimdiki Boğaziçi Üniversitesi) inşaat mühendisliği öğrenimine başlıyor. İşte bu esnada askere alınıyor. Ermeni olduğu için mi? Solcu olduğu için mi? Bilinmez. Bana soracak olursanız her ikisinin de etkisi var öğrenci iken vatan(!) görevine alınmasında. Üç yıl yıl boyunca taş kırmıştır Denizli’nin Çivril ilçesinde. Sonrasında gelip tamamlıyor öğrenimini. Ancak 31 yaşında bitirebiliyor okulunu. Başarısızlık değil askerlik nedeni ile verilmiş zorunlu aranın bir sonucu bu. Daha yirmi yaşında iken partilenmiş. Sessizce ama başarı ile gerçekleştirmiş parti görevlerini. Ancak 40’lı yıllarda komünist olmak hayli zor Türkiye’de. Dışarıda savaşın etkileri içeride ise Saraçoğlu hükümetinin baskıcı yönetimi var. Komintern’in aldığı separasyon kararı nedeni ile uluslararası desteğini de yitirmiş TKP. İçeride de baskılar nedeni ile pek çok insan el etek çekmiş mücadeleden. İşte bu dönemde Reşat Fuat önderliğinde partiyi yaşatmaya çalışan birkaç yiğit devrimciden biridir Vartan İhmalyan. Bu çalışmaları sonucunda tanışır Sanasaryan Han ile. O dönemin tüm işkence teknikleri uygulanır üzerinde lakin o pes etmez. Kimseyi ele vermediği gibi üzerine yüklenmeye çalışılan suçları da reddeder. Hüküm giymeden atlatır bu zorluğu. Ne var ki Sanasaryan’ın resmî görevlileri kararlı onu yıldırmaya. 1946’da tekrar gözaltı. Tam 90 gün sürüyor bu kez misafirliği. Dile kolay, içinden günde sadece bir kere tuvalet için, bir kere de falakaya girmek için çıkılan o tabutluk adlı hücrelerde geçen 90 gün.

Bırakın uzanmayı, oturmanın dahi mümkün olmadığı gün ışığı almayan tek kişilik hücreler bunlar. Acıkınca yemek yiyemezsiniz. Biraz peynir ekmek yiyebilmeniz görevli polisin insafına ve bir de (eğer varsa) cebinizdeki paranın miktarına bağlıdır. İşte bu koşullarda geçen 90 gün. Yine destansı bir direniş. Ancak çıktıktan sonra hayli yorgun ve yıpranmıştır otuz beş yaşındaki bu genç adam.

Ülkeyi terk etmeye karar verir. Bin zahmetle ulaşır Paris’e, burada yokluk ve yoksulluk içinde geçen 8 yıl. Sonunda TKP sahip çıkar bu eski militanına. Partinin girişimleri ile Budapeşte Radyosu Türkçe yayınlar bölümünde göreve başlar. Ancak şanssızlık burada da bırakmaz yakasını. Macaristan ayaklanması nedeni ile terk eder Budapeşte’yi. Yıl 1956. Önce Prag ardından Varşova. Sonrasında Pekin. Bu şehirlerde kurulu radyoların Türkçe seksiyonu görevlisidir her seferinde. 1961’de Moskova’ya geçer. Beş yılda dört kez ülke değiştirmiştir.

Prag’da iken Nâzım Hikmet ile tanışmış ve onun yönlendirmesi ile masal yazmaya başlamıştır. Yedi adet masal kitabında imzası vardır. Bunlardan “Sihirli Çiçek” Bulgaristan’da Türkçe olarak yayınlanmış, ayrıca “Duş” adlı masalı Türkiye’de ödül kazanmıştır. Masallarının dışında yine çocuklar için yazdığı “İhmal Amca” adlı bir öykü kitabı ile “Bir Yaşamın Öyküsü” adlı anı kitabı bulunmaktadır. Bahse konu çalışmalarından son ikisi 70’li yıllarda Türkiye’de de yayınlandı.

Konya’dan Moskova’ya yedi farklı ülkede ve kim bilir kaç şehirde geçen yaşamı 1987’de Moskova’da sona erdi.

Vartan İhmalyan inşaat mühendisi idi. Yollar, binalar, köprüler yapacaktı. Radyolarda spikerlik yaptı, masal kitapları yazdı. Konya’da doğdu Moskova’da vatanından çok uzakta öldü.

DOKTOR HAYK AÇIKGÖZ

Bazı insanların dünyaya gelmesi ve yaşama tutunabilmesi rastlantıların ürünüdür. Bunun bir örneğidir Dr. Hayk Açıkgöz. Vezirköprülü olan ailesi tehcirden nasibini almış ve yola düzülmüşken Sivas kırsalında verilen bir mola yaşamın akışını değiştiriyor Açıkgözler için. Burada bir değirmen var, kimse çalıştıramıyor değirmeni. Savaş yılları iş görebilecek erkeklerin nerede ise tümü cephede. Çalıştırınca değirmeni Bay Açıkgöz, ailesi ile birlikte Sivas’ta kalmasına izin veriliyor ve Hayk burada dünyaya geliyor 1917’de. Biraz düşününce bu tesadüfün onun için ne denli yaşamsal olduğunu kavramak son derece basit. O değirmen yakınlarında mola verilmese ve babası tarafından çalıştırılmasa, Hayk belki hiç dünyaya gelmeyecek ya da dünyaya gelse bile tehcir yollarında telef olup gidecekti.

1920’de dönerler Vezirköprü’ye. Yeniden kurarlar düzenlerini ve yaşam devam eder. Hayk Açıkgöz Samsun’da tamamlar ortaöğrenimini. Burada tanışır sol fikirlerle. Sonrası İstanbul. Tıp öğrenimi görecektir. Öğrenime devam ederken bir yandan küçük işlerde çalışıp geçimini sağlamakta bir yandan da partiyi aramaktadır. Tek başına değildir bu uğraşında. Vedat Türkali’nin de içinde bulunduğu bir grup oluşturmuşlardır. Bu süreç Vedat Türkali’nin doyumsuz anlatımı ile ölümsüzleştirilmiştir “Güven” adlı romanda.

İkinci büyük savaş yılları. Parti Komintern’in separasyon kararı nedeni ile iyiden iyiye içine kapanmış, solculara yönelik baskılar ise alabildiğine artmış. Bu nedenle hayli uzun sürüyor TKP’ye ulaşmaları ancak sonunda başarıyorlar. Biraz geç olmuştur partiyi bulmaları ancak sonuçtan mutlu, parti görevlerini icra etmeye başlarlar. Bu süreçte tutuklanır ve Sanasaryan Han ziyaretçileri arasına katılır.

Ağır işkencelerden geçer burada. “Ulan Ermeni olduğuna bakmadan bir de komünist olmuşsun şerefsiz” söylemi ile yatırırlar falakaya her gün. İşkencenin yanında bir de manevi taciz. Sonrasında tabutluk. Dayanır işkenceye, ne var ki dayanamayanlar da vardır. Konuşanların da etkisi ile Ankara’da yargılanır TKP davasında. Yaklaşık iki buçuk yıl süren hapislik. Sonrasında salıverilir. Ancak davaya bakan savcı salıverilme kararına itiraz edip temyize gider. Yeniden yargılanması gerekecektir. Kısa süren özgürlük döneminde babasını ziyaret eder son kez. Sonra bir yolunu bulup Lübnan’a geçer. Bundan sonraki yaşamı sürgünde geçecektir artık. Yıl 1949. Aylardan aralık.

Lübnan’dan sonra Polonya. Varşova radyosunda Türkçe yayınlar bölümünde görev yapar bir süre. Ardından Bizim Radyo’nun kuruluş sürecinde Leipzig. Burada kendisi mesleğini icra ederken eşi Angel’de radyonun sekreterliğini yapar.

1962 konferansında Leipzig komitesine seçilmiş. Sonrasında Marat ile (İ. Bilen) arası açılıyor.

1965 yılından itibaren sadece doktorluk yapıyor Hayk Açıkgöz. Parti ile ilişkisini kesmiyor ancak mesafesini de koruyor. TKP’nin atılım sürecinde ortalarda görünmüyor. Bu nedenle bizim kuşak komünistleri pek tanımazlar onu.

1995’te iki Almanya’nın birleşmesinden sonra, bir süre Halle’de yaşamıştım. Halle dediğin yer Leipzig’e 30 km. Arayıp buldum onu. Hayli yaşlanmıştı. Çok sevdiği İstanbul’dan birinin gelip onu görmesine de çok sevinmişti. Türkçesi de onca yıllık mülteciliğine rağmen düzgün sayılabilirdi. İstanbul’u konuştuk. Lakin siyaset konuşmadık. İstemedi o konulara girmeyi. İ. Bilen’in ölümü sonrasında Kutlu’ya bir mektup yazmış aralarındaki uyuşmazlığı kendi gözünden aktarmıştı. Parti içindeki itibarının iadesini beklemişti bir süre. Beklentisi gerçekleşmeyince kırılmış, Sovyetler’in dağılması ve TBKP’nin kendini feshetmesi ile de yıkılmıştı besbelli. Ben de üstelemedim. Üzmek istemedim bu koca çınarı. Birkaç İstanbul kartpostalı verdim kendisine gözleri yaşlı teşekkür etti.

2002’de Leipzig’de veda etti yaşama mezarı orada.

Ölümünden yıllar sonra 2006’da yayınlandı “Anadolulu Bir Komünistin Anıları”, oradan öğrendim parti ile arasına giren soğukluğun detaylarını. Burada hiç söz etmeyeceğim.

Dr. Hayk Açıkgöz.

Sürgünde doğdu, bir komünist olarak yaşadı ve yine sürgünde vatan hasreti ile öldü.

YAŞAM MARANGOZU SARKİS ÇERKEZYAN

Benim kuşağımın sosyalistleri ağırlıklı olarak Türkiye’de solculuğun hemen bizden önce 68 kuşağının mensubu olan ağabeylerimizle başladığına inanır, koca bir TKP geçmişini de bu geçmişin eseri olan gelenekleri de “revizyonist çizgi”, ”halktan kopuk aydın hareketi” vb. yaftalarla karalayıverir. Hele Osmanlı’da, solun varlığına bile inanmak istemez nedense. Bizim kuşaktan yetişen sosyalistlerin çoğuna göre TKP bir aydınlar kulübü, hayatı mücadele ile geçmiş Dr. Hikmet Kıvılcımlı cuntacı, Yunanistan’da antifaşist mücadelenin kahramanlarından Mihri Belli ulusalcı, Behice Hoca’mız parlamentarist, Nâzım Hikmet ise ulusalcı bir küçük burjuvadır. Bu anlayış nedeni ile 68 kuşağının devrimcileri ile başlar bizim kuşak için Türkiye solunun tarihi.

Yukarıda betimlemeye çalıştığım anlayış nedeni ile ömrünü mücadeleye adamış nice solcu son günlerini yalnızlık ve yokluk içerisinde geçirmiş, cenazeleri bile birkaç yakınının gayretleri ile kaldırılabilmiştir. Sarkis Çerkezoğlu da bunlardan biridir.

1916 yılında, ailesi sürgünde iken Halep’te dünyaya gelmiş Çerkezoğlu. Aslında Karamanlı zengin bir ailenin çocuğu. Sürgün öncesinde 53 bin altın liranın ve bir dolu mülkün sahibi aile. Öldüğü güne kadar sakladı Sarkis babasının sürgün öncesinde bankaya teslim ettiği altınların belgesini. Günün birinde geri almak için değil, tehcirin anısını canlı tutmak için sadece. 1920’de Karaman’a dönüyor aile. Gitmeden önce bıraktıkları, başkalarının malı olmuştur artık. Bu arada ailenin tüm malvarlığının Karaman Müftüsü tarafından gasbedilmiş olduğunu belirteyim. Bir kafirin(!) malının gasbı helâl olsagerek İslam kültüründe. Kabullenip durumu fakir bir yaşama razı oluyorlar. Durum o kadar vahim ki; birkaç yıl öncesinin ünlü zengini Gazaros Efendi. (Sarkis’in babası) iki paket tütün alacak paraya muhtaç. Yine de kabullenip durumu yerleşiyorlar, ne de olsa vatan toprağı. Yerleşiyorlar yerleşmesine de Karaman halkı rahat bırakmıyor onları. Tekrar görünüyor göç yolları. Bu kez sadece Ereğli’ye kadar. Burada karar kılıyorlar yerleşmeye ve yeni bir yaşam kurmaya. Bu şartlarda iyi bir öğrenin göremiyor Sarkis. Babasının onu okutabilmek için atını satmaya bile razı olduğunu, ancak bunun bir çözüm olmadığını anladığında ağlayarak vazgeçtiğini anlatırken Sarkis Usta’nın da gözleri dolardı. Meslek öğreniyor, marangoz oluyor, ailesinin geçimine katkıda bulunuyor.

Savaş yıllarında askerdir. Tam kırk iki ay. Yine de şanslıdır. 20 kura askerlik uygulaması onun normal askerlik dönemine denk düşmüş ve ikinci kez askerlik yapmamıştır. Şöyle anlatır o günleri:

“1312 (miladî 1897) doğumlulardan, 1332 (miladî 1917) doğumlulara kadar herkesi askere aldılar. Koca koca adamlar vardı asker olarak. Hepsine kahverengi çöpçü üniforması giydirdiler ve yol inşaatlarında çalıştırdılar.” (Tarihlerin miladî takvime dönüştürülmüş şeklini ben yazdım – HT).

Askerlik yaparken yitirmiş babasını. Görev yaptığı birliğin komutanının biraz da risk alarak izin vermesi ile gider Ereğli’ye, ancak yetişemez cenazeye.

1948’de İstanbul’a yerleşir aile. Arnavutköy’de bir ev tutarlar. Sarkis Usta önce bir atölyede işçi olarak çalışır, ardından da kendi dükkânını açar Kumkapı’da. Partilenmiştir bu arada. 51 tevkifatı dâhil pek çok olayın canlı tanığıdır. 6-7 Eylül olaylarında hedef olduğunu yazar Türkçe vikipedia. Bu gerçek değildir. Bahse konu tatsızlıkta belki bir gerginlik yaşamış ancak hedef olmamıştır. Kendisi de bunu açıkça ifade eder. Ellili atmışlı yıllarda komünistlik kolay değil, bir ara mülteci olmak ister, Sovyetler kabul eder başvurusunu ancak o gitmekten vazgeçer. Memlekette kalıp mücadeleye devam etme arzusu galip gelmiştir.

TKP’nin karakutusu denir onun için. Yıllarca Atılım’ı kendine ait marangozhanenin bir köşesinde gizlice basmış, kimsenin de haberi olmamıştır bu durumdan.

Enternasyonalin ne olduğunu da çok iyi kavramıştır. 1980 öncesinde yayınlanan “Türk Solu” adlı dergiye yazı yazması istendiğinde aşağıdaki yanıtı vermiş ve yazmayı reddetmiştir.

“Kırk yıllık İtalyan Pirelli’yi alıp Türk Pirelli yaptınız, Philips’i Türk Philips yaptınız. Bari solu Türklüğe mahkûm etmeyin.”

3 Ağustos 2009’da Surp Pırgıç Hastanesi’nde veda etti yaşama. Cenazesi sevenleri tarafından kaldırıldı.

Adına bir belgesel yapıldı ölümünden sonra. “Yaşam Marangozu”. YouTube’a baktım 1000 kişi izlemiş geçen zamanda.

Bir de kitabı var. “Dünya Hepimize Yeter”. Onu da alana üste para verecekler nerede ise.

YAZIK.

GARBİS ALTINOĞLU

1946 yılında Amasya’da dünyaya geldi. Robert College Academy (bugünkü Boğaziçi Üniversitesi) öğrencisi iken tanıştı sol düşünce ile. Önceleri Doğu Perinçek önderliğindeki PDA (Proleter Devrimci Aydınlık) hareketi yanlısı idi. Perinçek’in egemenler karşısındaki pasif tutumuna tepki gösterenler ile birlikte hareket etti ve TİKKO’nun kurucuları arasında yer aldı.

1971 darbesi ile tutsak düştü egemenlerin eline. 1974’e kadar sürdü bu tutsaklık. O dönemde karşı karşıya kaldığı muameleyi şöyle anlatır:

“Pek çok devrimcinin gördüğü işkenceleri, bir parça fazlasıyla ben de gördüm; Ermeni kökenli bir komünist olmam nedeniyle bu konuda da ayrıcalıklıydım.”

Tutsaklık sonrasında kopmadı devrimci mücadeleden. TKP/ML saflarındaki yerini aldı ve mücadelesine devam etti kaldığı yerden.

12 Eylül cuntası uzun uzun uğraştı onunla. Kahramanmaraş’ta yaşanan katliamın onun gerçekleştirdiği provokasyon sonucu meydana geldiğini kanıtlamaya çalıştı yıllar boyu.

Gerçi Kahramanmaraş katliamının yaşandığı sıralarda Garbis’in yoldaşları Alevilerin yaşamakta olduğu Yörükselim Mahallesi’ni korumuş ve faşist katillerin daha büyük bir katliamı gerçekleştirmelerinin önüne geçmişlerdi ama Garbis bu süreçte olay mahallinden yaklaşık 150 km uzakta Elbistan ilçesinde idi örgütlenme faaliyetlerini sürdürebilmek için.

Garbis şöyle demişti süreç ile ilgili olarak: “Keşke orada olsa idim ve direnenlerin yanında yer alabilse idim.” Lakin bu beyanı bile yeterli olmadı direnişe katkı vermediği hususuna.

İşin ilginç yanı ise yaşanan direnişe katkıda bulunamadığını beyan etmiş olmasına rağmen sadece devleti değil, mahalle halkını ve demokrat kamuoyunu da inandıramamış olması.

Faşist saldırının önüne kaya gibi dikilen, Yörükselim direnişinin sembolü olan bir kahramandır o mahallelinin gözünde. Aradan geçen yarım asra yakın zamana karşın bu imaj silinmemiştir. Tabii halk için bir kahramandı ama darbeciler için bir hain idi kuşkusuz.

Aşağıda 1980 sonrasında sıkıyönetim mahkemelerinde onun hakkında hazırlanan iddianameden bir bölüm yer alıyor:

“Her nasılsa Türkiye’de doğmuş, Türk tabiiyetinde olan, kolejlerde cemaat adına okuyan, Boğaziçi Üniversitesi’nde tahsil gören, hasılı devlet ve milletin bahşettiği en büyük nimetleri nefsinde yaşayan bu Ermeni oğlu Ermeni.”

Başka söze gerek var mı?

Tam beş ay sorgulandı Garbis sıkıyönetim görevlileri tarafından. Bu süreçte tüm işkence yöntemleri denendi üzerinde. Kaplumbağa işkencesi ilk kez onda denemişti örneğin. Bu işkencede insan ancak çömelerek girebildiği bir hücreye sokulur. O durumda kalır işkence sürecinde. Tuvalet ihtiyacını bile giderebilmekten acizdir burada. Sadece acı vermez. Onur kırıcıdır aynı zamanda. Tam bir hafta tutuldu burada Garbis. Çıktığında kambur yürüyordu. Tüm eklemleri kireçlenmişti. Ancak konuşmamayı başardı. Önder olarak benimsediği İbrahim Kaypakkaya’dan öğrenmişti ser verip sır vermemeyi.

Burnuna zincir taktılar, tef çalıp ayı oynatır gibi oynattılar. Onurunu kırdılar ama direncini kıramadılar.

Yer altındaki bir hücrede aylarca tek başına kapalı tuttular. Konuşturamadıkları için intikam almak istiyorlardı adeta.

Tutsaklığı bitince kaldığı yerden devam etti mücadelesine MLKP kurucuları arasında yer aldı.

Sonrasında ayrı düştü bu örgütün diğer kurucularından. Mücadele biçimini değiştirdi. Ülke dışına çıktı, Belçika’ya gitti. Ülke dışına gitti ama ülke ile ilgisini kesmedi. Gerek kendi bloğunda gerekse yazdığı kitaplarda sürekli tartıştı dünya ve memleket meselelerini.

4 Ekim 2019’da beyin kanaması geçirdi. 14 Ekim’de veda etti yaşama.

1946’da Amasya’da çarpmaya başlayan yürek 2019’da sustu. Arada geçen yıllarda ise mücadele ve tutsaklık ağırlıkta idi.

Görüşlerini tartışabilirsiniz ancak kendisinden sonrakilere bırakmış olduğu mücadele ve direniş geleneği asla tartışılamaz kanımca. Toprak incitmesin.

Bu kadarla sınırlı değil elbette Anadolu’nun Ermeni sosyalistleri. Hemen herkesin adını asla unutamayacağı Hrant var söz gelimi. Onunla ilgili bir şey yazmadım. Önemsemediğimden değil, hemen herkesin bildiğini tekrar etmek istemediğimden. Hrant hakkında yazılıp söylenenlere eklenecek bir şeyim olmadığından.

Dahası da var kuşkusuz. Adlarını bilemediğim sıra neferleri, geçmişte mücadele verip düşenler ve sosyalizm mücadelesinde hâlen yer almakta olan yoldaşlar

Aramızdan ayrılmış olanlara saygılarımı sunuyor mücadeleye devam edenlere ise “Haydi yoldaşlar” diyorum “Bu güzel Anadolu’da özgürlüğün işçi tulumu ile dolaşabileceği günler”e kadar mücadeleye devam.

Bir ileri, bir geri: Savaş boyutlanıyor

2024’ün nisan ayı, artık her yeni ay gibi, savaş konusunda yeni gelişmelerin ortaya çıktığı bir ay oldu. Artık her ay böylesi gelişmeleri göreceğimizi düşünmeliyiz. Belki de bu aylık periyotlar, haftalık periyotlara dönüşecek, dönüşüyor. Bu nedenle, bizim gibi aylık dergiler için yazılan bir makale, dergi daha çıkmadan, yeni gelişmelerin de eklenmesine ihtiyaç duyuyor.

Bugün savaşın sıcak biçimler aldığı belli coğrafyalar ya da noktalar var. Hepimiz sayabiliriz ama özet faydalı olur. Biri Ukrayna’dır. Orada savaş sürüyor. Neonazi taburları eli ile Ukrayna rejiminin kukla olarak ABD ve NATO adına yaptığı işler, hiç aralıksız sürüyor. İkincisi Suriye’dir ve bu savaş, tüm Ortadoğu çapında sürmektedir. İsrail’in Filistin soykırımı, savaşı sadece Suriye savaşı olmaktan, açık biçimde çıkartmıştır. Soykırım saldırıları, tüm dünyanın gözünün önünde en vahşi biçimleri ile yaşanıyor. Ukrayna’daki rejim, İsrail devletinin uygulamaları, aslında savaşın ne denli vahşice yürütüldüğünün de kanıtlarıdır. Her iki yerde de, savaşın artık bir uluslararası hukuk diye derdinin kalmadığını göstermektedir. Üçüncüsü Tayvan’dır. Tayvan’da, Çin’e karşı savaş kundaklanmaktadır. ABD ve NATO bu savaşı, Filipinler, Avustralya, Japonya ve başka katabileceği diğer ülkeler aracılığı ile kundaklamaktadır. Dördüncü alan Balkanlardır. Burada Kosova, Hırvatistan, Sırbistan, yani eski Yugoslavya sahası sürekli yüksek gerilimle yaşamaktadır. Beşinci alan, bugün alevlenmesi yeniden yükselmemiş olsa da Libya’dır. Aslında Afrika’daki savaşın odak noktalarından biridir. Altıncısı Kafkaslardır ve burada Ermeni-Azeri çatışması sürekli olarak körüklenmektedir. ABD ve Fransa, Ermenistan’ı Rusya’ya karşı yeni bir cephe hâline getirmek istemektedir.

Tüm bu savaşlarda, insanlar vahşice öldürülüyorlar ve bu gerçekleşirken, her insan ölümünde insanlık da ağır yaralar alıyor. Savaşın analar, kadınlar ve çocuklar için her zaman anlamı daha farklıdır. Ve bugün, bu kural tanımaz vahşi egemenlik ve paylaşım savaşı, kadın ve çocuk ayrımını tamamen ortadan kaldıran soykırımlarla sürüyor. Ömrünü çoktan doldurmuş bir sistem olarak kapitalizm, daha çok kâr, daha çok yağma uğruna, soykırımları sahneye koyuyor ve onların büyük propaganda makinaları İsrail’in kendini koruma hakkından söz edebiliyor ya da Rusya’da konser salonunu kana bulayanları gizli ve açık yollarla destekliyor. Uyuşturucu müptelaları, katiller, tecavüzcüler, gözü dönmüş serseriler, ipsiz sapsız lumpenler, başlarına birer general, birer istihbaratçı, birer gazeteci, birer psikolog konularak devletler eli ile örgütleniyor ve her seferinde daha vahşice saldırganlıklar sergiliyorlar.

Tüm bu noktalarda savaşı kundaklayan ABD ve Batı emperyalist güçleri, onların savaş örgütü NATO’dur. Yoksa, bunlar kendiliğinden ortaya çıkan gerilimler, savaş görünümleri falan değildir. Eğer ABD’nin rolünü unutursanız, yanılırsınız.

Biz, Filistin’e karşı İsrail saldırısı öncesinde, iki noktanın savaş cepheleri olarak öne çıkartılacağını düşünüyorduk; biri, İran’a karşı savaş ve diğeri de Tayvan üzerinden Çin’e karşı savaş idi. Bu iki noktadan ABD’nin yeni kundaklamalar peşinde olduğunu düşünüyorduk.

2023’ün ekim ayında, Filistin’e karşı İsrail’in soykırımı ortaya çıkınca, Ortadoğu daha öne çıktı. Ama bu durum aynı zamanda, İran’a karşı doğrudan saldırıyı biraz olsun geri itti. Gördüğümüz bu idi.

İran’a karşı savaş planları, İsrail, Türkiye, yukarıdan Kafkasya’dan cephe açılması vb. biçiminde planlandığı anlaşılmaktaydı. Bu açıdan Afganistan da bu savaşa dâhil edilmekteydi ve Türkiye, Irak Kürdistanı’nda NATO desteği ile yerleşerek, İran’a karşı cephe hazırlıkları yapmaktaydı.

Bunların tümü geçerli olsa da, Filistin meselesi, İsrail’in uyguladığı soykırım nedeni ile bölge halklarının İsrail’e tepkisi gelişmeye başladı ve bu durum, mesela TC devletinin, açıktan İran’a karşı harekete geçmesini engelleyici bir durum yarattı. Bölge ülkeleri, İran’a karşı İsrail ile birlikte savaşmak isteyenleri de dâhil, kendi durumlarını yeniden gözden geçirmek zorunda kalıyorlar, kalacaklar da. Samimi olduklarından değil, halkların tepkisi arttığı için, arkalarını kollamak amacıyla böyle davranıyorlar.

Bu noktada Batı emperyalist güçleri, bir adım geri çekilmeyi uygun gördüler. Bu nedenle, İsrail’i desteklerken, aynı zamanda onu biraz daha yavaşlatmak istediler. Tüm Avrupa, maskelerini indirdi ve Filistin soykırımını alkışlamakla kalmadı, İsrail’i protesto eden, Filistin’e destek veren gösteri eylemlerine karşı da şiddetli müdahalelere başladılar. İkiyüzlülük, her şeyi ile net bir biçimde ortaya çıktı. ABD, İran’a karşı savaşı, daha ileri bir tarihe atmaya yönelirken, İsrail bu savaşı öne çekmeye hevesli tutumlar aldı. İsrail, özetle, yapılmış olan planı (ABD, İngiltere ve İsrail tarafından yapılmış ve şimdi bir NATO planı hâline gelmiş olan planı) uygulamak istiyordu ama ABD, bunun için biraz daha uygun koşullar peşinde gibidir. Bu, savaşın zamanlamasını uzatıyor. Oysa İsrail bu noktada durursa, Netanyahu iktidarı kaybedecektir ve elbette savaş, İsrail halkından da gelen tepkilerle zorlaşacaktır. Bu, NATO cephesinde ya da daha özel söylersek İsrail-ABD ve İngiltere cephesinde, konum farkından kaynaklanan bir çelişik hâldir.

İsrail rejimi, TC devletine oldukça benzerlikler gösteren bir yapılanma içine girmiştir ve dini azgınca kullanmaktadır. Neonazi uygulamalar, sadece Filistin’de soykırım şeklinde ortaya çıkmıyor, aynı anda içeride halkın artan ve 2 yıla yakın süredir devam eden protestolarına karşı da azgınca saldırılarda da ortaya çıkıyor.

İsrail, bu konudaki azgınlığına devam etti ve Suriye’de, İran konsolosluğuna saldırdı. Saldırıda İran, bazı üst düzey komutanlarını kaybetti. Nisan ayının en kritik gelişmeleri böyle başladı.

Böylece İsrail, aslında doğrudan İran’a saldırmış oldu.

İran, nisan ayında bu saldırıya yanıt verdi.

Bu süreç, oldukça yüksek bir gerilim ortaya çıkardı. Batı, İsrail’in yanında olduğunu hemen ilan etti.

İran, mümkün olduğunca düşük yoğunluklu bir yanıt versin diye epeyce diplomasi yürütülmüşe benziyor. ABD, bu saldırıyı “ölçülü” olması koşulu ile kabul edilir bulacağını ifade etmenin yollarını buldu. Bir yandan açıkça İsrail’e desteklerini ilan ederlerken, diğer yandan, durumun da farkında olduklarını ifade ettiler.

İran, saldırı tarihini açıkça ilan etti. Kamikaze dronlar, seyir füzeleri ve balistik füzelerle, aslında İsrail’in hava savunmasını kırabileceğini göstermek isterken, aynı anda süpersonik 7 füze ile, İsrail’in en önemli üssünü vurdu. İsrail kayıplarını gizlemek zorunda kaldı. İran kaynakları, galiba bu doğru, 7 süpersonik füzenin, İsrail hava üssünü vurduğunu ve 44 asker-MOSSAD ajanının öldüğünü duyurdu. Bunların kaçının asker, kaçının ajan olduğu bilinmiyor olmalı, açıklanmadı. Bu arada ise, bir sivilin yaralanması dışında sivil kayıpları olmadığı anlaşılıyor. İsrail tarafı ise, yaralanan bir sivil dışında kayıplarının olmadığını ilan etti, ediyor.

Ardından, İsrail, etkisiz ve karşı yanıt gerektirmeyen bir saldırı yaptığını ilan etti.

Nisanın sonlarına geldiğimizde, tansiyon düşmese de, yükselme eğilimini geride bırakmış durumdaydı. ABD, İsrail’in yapacağı yeni saldırıyı desteklemeyeceğini ilan etti.

Aslında, bir adım ileri, bir adım geri şeklinde, savaşın boyutlandığını söylemek mümkündür. Yani savaş geri düşmüyor, tersine daha da derinlik kazanıyor. Ama savaşın ateşinin yandığı, yukarıda sayılan altı noktada savaş yeniden alevlenecektir.

Nihayetinde ABD ve NATO, Batı emperyalistleri, savaş politikalarından geri çekilmeyecektir. ABD, hegemonyasını kaybetmeyi göze alıp, geri çekilmeyecek gibi görünmektedir. Dahası, kapitalist emperyalist sistem, savaş politikalarını daha da ilerletmek dışında bir seçeneği kabul etmeyecektir. Çünkü ABD’nin geri çekilmesi, hegemonyasını kaybettiğini kabul etmesi demek olacaktır ve bunu kabul etmeyeceğini her yolla ifade etmektedir. Avrupa, doğrudan iradesini ABD’ye teslim etmiştir. Bu durumda Avrupa’dan anlamlı bir karşı çıkış hamlesi beklemek, biraz olsun boşuna beklemek demektir.

Bu durumda, Ortadoğu’da savaş soğumayacaktır. İran’a karşı saldırı planları, daha itina ile devam ettirilecektir. Bu alanda, TC devletini devreye sokacak yollar döşenecektir. Zaten TC devleti, Kürt hareketine karşı saldırılar için, bu durumu fırsat olarak görmektedir. Irak Kürdistanı’nda TC devleti, kesinlikle NATO emirlerine uygun olarak, İran’a karşı savaş hazırlığı içindedir. Elbette TC devleti için Kürtlere katliam politikalarını dayatma fırsatları, en büyük olanak olarak görünmektedir. Meselenin İran yönü, daha çok ABD emridir, NATO planıdır.

Ve elbette Kafkaslar, daha ciddi biçimde ele alınmaktadır. Bunun işaretleri vardır. ABD’nin Ermenistan’da sınırlı da olsa askerî faaliyetleri bunun kanıtıdır. Bu noktada Çin ve Rusya’nın tutumları da biliniyor. Her ikisi de İsrail’in saldırılarını kınamaktadır. İsrail, Rusya’nın İran’ın saldırısını kınamadığını söylediğinde, Rusya, Zaharova’nın sözleri ile, “İsrail’in Ukrayna saldırganlığını kınadığını hatırlamıyoruz” yanıtını vermiştir. Böylece, Ukrayna konusundaki tutumunun da bilindiği söylenmiş olmuştur.

Diğer yandan, TC devletinin İran’a karşı harekete geçebilmesinin olanakları da daralmıştır. Bundan vazgeçtikleri anlamında değil. Daha çok bunun psikolojik zemini kaybolmaktadır anlamında. TC devletinin burada ABD’nin emirleri dışında bir tutum alması mümkün değildir. İsrail’in Filistin soykırımı sürerken, içeride TC devletinin İsrail ile birlikte hareket edebilme olanakları zora girmektedir, hepsi budur. Yoksa soykırımcı İsrail ile ticaretin, askerî ilişkilerin sürüyor olması, zaten TC devletinin tutumu konusunda bir kanıttır. Ama yine de TC devleti, bugün, İran’a karşı İsrail cephesinde yer almakta bazı güçlüklerle karşı karşıyadır. Ülkemizde halk, böylesi bir savaştan yana değildir. Zaten bu nedenle, İsrail ile ticarete bazı sınırlamalar getirilmektedir. Erdoğan, hiç utanmadan, onca ticari ilişkiden sonra, şimdi sanki bir işmiş gibi ticareti sınırlamaktan söz etmektedir. Buyursunlar, ciddi iseler Malatya’da Kürecik’i kapatsınlar, İsrail uçaklarının Türkiye sahasında tatbikat ve eğitim yapmasını yasaklasınlar, İsrail ile askerî ve ticari tüm ilişkileri kessinler. Samimi değildirler, sadece İsrail ile İran’a karşı savaş için bazı zorluklar ortaya çıkmıştır. Bu da zaman demektir. Erdoğan’ın 9 Mayıs’ta Biden ile görüşmesi, bu açıdan bir yeni rotanın çizilmesi de demek olacaktır.

İran’ın İsrail’e yanıtı, aslında, birkaç şeyi göstermiştir: İlk olarak İsrail’in füze savunma sisteminin aslında rahatlıkla delinebileceğini göstermiştir. Üstelik aynı anda Hizbullah ve diğer güçler saldırmamıştır. İkincisi, süpersonik füzelerle etkili, uzaktan bir saldırı yapılabilecek kapasitede olduğunu göstermiştir. Üçüncüsü, İran’ın İsrail’in neresini vuracağı konusunda da bir bilgisi vardır. Bu en net olarak, sivil kayıplar olmadan gerçekleştirilen saldırı ile ortaya konmuştur. Ve doğrusu, İsrail’in Filistin’de sahneye koyduğu soykırım planlarını birkaç günlüğüne gündemden düşürmeyi başarmıştır.

ABD, bu arada elbette boş durmayacaktır.

Ukrayna’da daha saldırgan bir politika güdecekleri açıktır. Moskova’da bir AVM’ye gerçekleştirilen saldırılar gibi saldırıların da buna ekleneceği açıktır. Bunu deneyeceklerdir. Ve elbette Ukrayna’ya yeni silahların sevki de sürecektir.

Ama öyle anlaşılıyor ki ABD, NATO, Tayvan üzerinden yeni cepheler açmaya niyetli gibidir. Bunu deneyecektir. Elbette bu doğrudan Çin’e karşı bir hamledir ve bu konudan geri durmayacağı açıktır. ABD, Rusya’ya nasıl bir Ukrayna cephesi açmış ise, aynı biçimde Çin’e bir Tayvan cephesi açmak dışında yol görmemektedir. Şimdi mesele, Filipinler vb. eli ile bir hamle yapma ile, doğrudan kendisinin devreye girmesi arasında bir yol bulma meselesidir. ABD, Japonya, Filipinler ve bölge ülkeleri eli ile bir savaşı kundaklama niyetindedir. Kendisi de, İsrail için aldığı koruma pozisyonunu almayı hedeflemektedir.

Elbette biz, tüm bunların askerî açıdan nasıl organize edileceğini bilmekten uzaktayız. Ama nihayetinde bu da önemli değildir. Bu, doğrudan askerî-ekonomik-siyasi açıdan güçler dengesine bağlı olarak ele alacakları bir konudur. Ama bizi ilgilendiren konu, esas olarak, ABD ve NATO’nun, Batılı güçlerin savaşı kundaklamaktan geri durmayacakları konusudur. Burası nettir.

Sadece ABD değil ama başta ABD olmak üzere tüm emperyalist Batı, savaş dışında bir yol ve seçenek ortaya koymaktan uzaktır. Savaş, kapitalist sistemin ayakta durması için tek yol olarak görülmektedir. Örgütlenmesi de buna uygun yapılmaktadır. Savaş, uluslararası sermayenin ayakta kalmak, kârlarını artırmak için tek seçenekleridir. Bu, hem tek tek bu ülkelerde savaş sanayiinin geliştirilmesi hem de her ülkede iç savaş örgütlenmesinin geliştirilmesi demektir.

Bu nedenle, Avrupa’nın tüm ülkelerinin, İngiltere ve ABD de dâhil, Neonazi örgütlenmeleri pazara sürmeleri de demektir. Bunu zaten yapmaktadırlar ve bunun daha da boyutlanacağı açıktır. Fransa mesela Rothschild ailesinin kontrolüne girmiş gibidir. Fransa, kendi parlamentosunu bypass ederek yasalar çıkartmaktadır. Almanya, ilkokullarda savaş hazırlıkları yürütmektedir. Bu savaş hazırlıkları geçici değildir. Yani, hiç kimse, tüm bu hazırlıkların, savaş olmaksızın sona ereceğini, birdenbire duracağını düşünmemelidir. Bu, sistemi, savaş denilen şeyi, emperyalist egemenliğin ne demek olduğunu anlamamak da demek olur.

Elbette bu savaş durdurulabilir. Ama hiçbir burjuva devlet, bu savaşı durduracak durumda değildir. Bu savaşı durdurabilecek tek gerçek güç, dünya proletaryasının ayağa kalkmasıdır. Sisteme karşı isyan olmadan, dünya proletaryası ayağa kalkmadan savaşı durdurmak mümkün değildir. Kadınlar, analar, savaşı istememekle yetinemez, savaşı durdurmak için, sistemi yıkmak için bizzat savaşa katılmak zorundadırlar.

Savaş, aynı zamanda sistemin tüm yönleri ile gerçek yüzünü görmek konusunda halklara, işçi sınıfına olanaklar sunacaktır, sunmaktadır. İşçi sınıfı, tüm yeryüzünde, savaşı, kendi egemenlerine karşı bir iç savaş olarak örgütlemek, öyle görmek zorundadır.

Bunun dışında savaşı önlemenin, savaşın yıkımlarını önlemenin bir başka yolu yoktur.

Evet, bugün işçi sınıfı, dünya çapında yeterli örgütlülüğe sahip değildir. Ancak, tarihin hızlı aktığı dönemlerde zaman kavramı da farklı işler. Dünya proletaryası, yeniden ayağa kalkacak tarihsel birikime sahiptir. Bunun için hem yeterince deneyim vardır hem de bilim bu konuda yol göstermektedir. Başka da bir çıkış yolu yoktur.

Bugün Ortadoğu’da yoğunlaşan savaş bulutları, yarın başka yerlerde yoğunlaşacaktır. ABD ve NATO var oldukça, bu devam edecektir. Öyle ise, bir papaz gibi, bir din adamı gibi, dua eder gibi barıştan söz etmek yerine, işçi sınıfı, sisteme karşı büyük savaşa hazırlanmak zorundadır.

“Sahip”lerinin uzlaştığı yerde, aktörlerin dili aynılaşır “Kimsenin kaybetmediği seçim”

Biz egemen diyoruz. Egemen, bizim gibi sömürge bir ülkede, egemen sınıfı daha detaylı ele alma isteğinin ürünüdür. Bir de, elbette, tüm sınıflı toplumlardaki egemenlerin kardeşliğine işaret etmek içindir. Baba İshak’ın, Şeyh Bedreddin’in müridi Börklüce’nin isyan bayrağını açarken karşısındaki yine “egemen” idi. Öte yandan, “egemen sınıf” denildi mi tam da sistemin sahipleri, devleti elinde tutanlar anlaşılacağı için de bilimsel olarak yerindedir.

Biz egemen diyoruz.

Egemen, bizim gibi sömürge ülkelerde, bazı özgünlükler gösterir. Sömürge sahipleri, emperyalist efendiler, “sahip” veya “efendi”ler olarak adlandırılabilir. Onların emrinde, onlara hizmet eden o ülkenin elitleri vb. ise, yine egemenin içinde olmak üzere, görevli işbirlikçilerdir. Bu işbirlikçilere köpekler denilebilir ve eğer köpeklere haksızlık olmazsa, yanlış olmaz.

Efendiler, sahipler, sömürge ülkeleri kendi çiftlikleri olarak organize ederler. Kendi çiftliklerine, feodal dönemden bu yana, kâhya derler. Bizim işbirlikçilerimiz, bu açıdan birer kâhyadırlar. Yine de kendi aralarında farklılıklar gösterebilirler. Her birinin “kendine has karakterini” görmezden gelemeyiz elbette. Ama yine de kâhyalık sisteminde, ileri tarzda bir hizmet anlayışı ve sadakatin eşlik ettiği bir köpeklik hâli vardır. Bazan kraldan çok kralcı olmalarının nedeni de budur.

Öyle ise, bizde, sahip diyeceğimiz şey, ABD ve AB’dir. Daha çok ABD sayılmalıdır. Zira NATO, ABD’nin hem sömürgeci politikalarının hem de hegemonyasının bir aracıdır. Biz de NATO üyesiyiz ve NATO üyesi bir ülkede efendi, sahip, her hizmetlisini, yani bizim TC devletinin elitlerini, kendilerine sıkı sıkıya bağlarlar. Kontrolleri gelişmiştir ve kâhyalar hizmette kusur etmezler.

Ülkemiz, Türkiye, “ortaklaşa sömürgedir”. Ortaklaşa sömürge, aslında hem ABD hem de AB sömürgesi olma hâlidir. Uzun soğuk savaş dönemi, anti-komünizm dönemi olmamış olsa, “ortaklaşa sömürge” durumu sürmezdi. Zira biri diğerinin elinden sömürgeyi alırdı. Ülkemiz, SSCB’nin karnının altında, SSCB’ye karşı bir ileri karakol olarak örgütlenmiş olduğu için, Almanya ve AB’nin ekonomik gücüne rağmen, anti-komünist savaşın hegemon gücü olan ABD’nin siyasal kontrolü altında olmuştur. Ve bu durum bugün de hâlâ geçerlidir.

Ama artık, anti-komünist cephe, ABD hegemonyası altında tüm Batı, eskisi gibi bir “bütün” değildir. SSCB çözülünce onlar da aralarında çatışmaya, dünyayı yeniden paylaşma savaşımına girişmeye başladılar. Suriye savaşında Rusya’nın sahaya inmesine kadar da bu böyledir. Hele hele Ukrayna savaşı ile birlikte, efendiler, tüm Batı’nın sahipleri, yeniden ABD hegemonyası altında toplanmaya başladılar.

Efendilerin kendi aralarındaki her çatışma, elbette bizim gibi sömürge ülkeleri de etkiler. Hele hele ekonomik olarak AB’ye, siyasal olarak ABD’ye bağımlı olan bir ülkede bu etki daha hızlı ortaya çıkar ve bir “iç etken” hâline gelir. Yani, dışarıdan etkili olmakla kalmaz. Mesela dün, NATO şemsiyesi altında, bir Alman, bir İngiliz, bir Fransız ajanı, bir İsrail ajanı, hep ABD ajanı olarak görülürdü. CIA denirdi ve diğerlerinin üzerinde fazla durulmazdı. Oysa şimdi, bu ülkelerin güçleri, hem ortak politikaları sürdürmekte hem de kendi güçlerini toparlamaktadırlar. Mesela bir tarikatta eğer bu beş güç var ise, eskiden, anti-komünizm adına tek bir politika yürüttükleri için, aralarında sorunlar su üstüne çıkmazdı. Oysa şimdi, tersine, her biri kendi egemenlik alanını geliştirmek istiyor. Buna bağlı olarak da, efendiler kendilerine bağlı işbirlikçileri, kendi hatlarında örgütlemektedirler.

Çetelerin savaşı, tarikatların tuhaf hâlleri, devlet kadrolarının farklı tutumları, ancak Kürt sorunu, ancak devrimcilere saldırı denildi mi ortadan kalkıyor, hepsi birleşiyor. Ama bunun dışında hepsi, işçi sınıfına, emekçilere karşı ortak iktidarlarında, parsayı toplamakla meşguldürler.

İşte egemen dedik mi biz, hepsini, efendileri ile birlikte onların bekçilerini, işbirlikçilerini de kastediyoruz.

Bu egemen içinde, net olarak, emperyalist efendiler ya da sahip ile, onların hizmetçileri arasında net bir ayrım vardır.

İşte seçim sürecine bakarken, biz, bu noktayı akılda tutmayı, tartışmayı kavramış olarak devam etmeyi öneriyoruz.

Seçim sürecinde, biz Kaldıraç Hareketi olarak, herkes gibi, kendi tutumumuzu açıkladık. Ve elbette bu biliniyor. Aslında, mayıs seçimlerinden beri bizim tutumumuz ortadadır. Mayıs seçimlerine gidiş süreci, güçlendirilmiş parlamenter demokrasi sözleri, 3 yıldır gündemdedir ve biz en az bu süre kadar, her seferinde, egemen sınıfın tutumunu deşifre ederek, alınması gereken tutumu açıklamaya çalıştık.

Yerel seçimler gerçekleşti.

Seçime katılım oranı, ilan edildiği gibi %78,11 oranında değildir.

Değildir çünkü çok daha düşüktür.

Ülkemizde Mersis sistemi denilen bir kimlik bilgileri sistemi var. Bu sisteme göre, nüfus 85 milyon olmasına karşılık, 105 milyon kayıtlı insan var. “Ölüler de oy kullanacak” açıklamasını yaptığında Gülen, aslında bu fazla “nüfusu” biliyordu. Bu hilenin nasıl yapıldığı, artık videolarla anlatılmaktadır.

Anlaşılan, efendiler, istedikleri sonucu almak üzere, bu nüfus üzerinden oyunlar oynayabilmektedir. Ama ülkemizde onlar adına kâhyalık yapanlar, Saray, aynı yetkilere sahip değil. Şöyle özetleyelim, belki efendiler, NATO diyelim, %50’ler oranında hile yapabiliyorken, Saray, belki maksimum %15 hile yapabilmektedir. Bu konuda kullanılan yazılımın, Arjantin’de nasıl kullanıldığı konusunda, belki on yıl önce ortaya çıkmış bilgiler de, %15 rakamını vermekteydi.

İşte buna dayalı olarak, katılımın %60’larda olduğunu söylemek mümkündür.

Demek oluyor ki, CHP’nin belediyeleri alması, aslında efendiler tarafından ayarlanmıştır ve AK Parti ve Saray eli ile yapılan hilelere rağmen, ciddi bir oy farkı ortaya çıkmıştır.

CHP, seçimlerden %37 alarak birinci parti olarak çıkmıştır.

AK Parti’nin açıklanan oyu %35’tir. Bu oyun, %20’lerde olduğunu söylemek mümkündür.

Ama eğer %20 oy aldığı ortaya çıkmış olsa idi, bu durumda Saray, halk tarafından istifaya çağrılacaktı. Oysa %37 ve %35 oranları, olsa olsa CHP’nin Saray’ı istifaya çağırmasına yol açabilir. Ve biliyoruz ki CHP böylesi bir talep dile getirmiyor. Anlaşma böyledir.

Anlaşma, 14-28 Mayıs seçimlerinin Erdoğan’a 52-48 olarak verilmesi, bir savaş kabinesi oluşturulması, ekonominin uluslararası bir alacaklılar konsorsiyumuna devredilmesi ve nihayet belediyelerin yerel seçimlerle CHP eğiliminde değişmesi gibi konuları içermektedir.

Saray bu sonuçları, bu nedenle, kimse yenilmedi, olarak isimlendirdi.

Erdoğan şöyle diyordu:

“Demokrasimize yaraşır bir olgunlukla tamamladık. … Seçimler demokrasilerin en kritik günleridir. Milletin iradesi sandıkta tecelli eder. Millet siyasetçilere mesajını sandık vasıtasıyla iletir.”

Ve elbette erken seçim yok, elbette ekonomi politika devam edecek ve elbette içeride ve dışarıda savaş devam edecek mesajları ile.

Böylece, İran’a dönük saldırı hazırlıkları hız kazanacaktır. ABD adına Ortadoğu’da tetikçilik yeni görevlendirmelerle sürecektir.

Savaş devam ederken, yoksullaşan halka Saray Rejimi eli ile dayatılan sadaka sistemi, artık daha çok belediyeler eli ile sürdürülecektir. Hem sonra, bu “sosyal” bir politika olarak da sunulabilir. Açları doyurmak, bazılarına iş bulmak, ucuz lokanta açmak, çöpleri toplamak, “askıda” politikalarını geliştirmek, CHP eli ile daha iyi yapılabilir. Belediyelerin ise başka bir işi kalmayacak gibidir.

Erdoğan’ın, “demokrasiye yaraşır olgunluk” dediği şey, mesela Van’da almak istedikleri tutumda ortaya çıkmıştır.

Mesela AK Partili belediyelerin mazbataların geciktirilmesi ile, gayet demokratik bir biçimde belediyelerin evraklarını yok etmesi, demokrasinin olgunluğuna uygundur. CHP, bu olgunluğa sahiptir ve sesini çıkartmayacaktır.

Çünkü görevlendirme, anlaşma böyledir.

Anlaşmanın tarafları, AK Parti ve CHP değildir. Asla. hizmetliler, sahiplerin yerine anlaşma yapmazlar, onlar anlaşmalara uyarlar.

Anlaşma, ABD ve AB arasında, NATO içindedir.

Efendiler uzlaşmıştır. Efendiler, sahip, uzlaşınca, sahaya sürdükleri aktörlere düşen, dillerini aynılaştırmaktır. Aynı dili konuşuyorlar. Her iki taraftan da, “sevinç gösterileri yapmayın”, “olgun” olun, “erken seçim isteği yok” gibi açıklamalar gelmektedir. Görevleri de budur.

Filistin halkına karşı ortaya konan soykırım konusunda nasıl hepsi hep birlikte suskun idiyse, şimdi de, aynı dili konuşmaktadırlar. Neymiş? Kaybedeni olmayan seçim yapmışız. Demek, seçimin kazananı yok. Kaybedeni var mı? Muhtemelen o da yok. Kimse kazanmadı. Peki ne oldu? Kaybeden olmadı. Bu ne demek? Artık belediyeler, “işimiz belediye” diyen CHP tarafından sadaka sistemine uygun örgütlenecek. Ve elbette iktidar da, daha saldırgan olmayı başarmak üzere, güçlendirilecek.

İşte size güçlendirilmiş Saray Rejimi.

Ekonomi ne mi olacak? Biliyoruz.

Erdoğan, “kendine oy kaybettirdiği” söylenen politikaları aynen devam ettirecek. Kendisi söylüyor.

MB, 5 Nisan’da, Saray’a bir çağrı yaptı. Bu çağrıda, asgarî ücrete seçim dönemlerinde gelen zamlar gibi zamları yapmaması ve “itibardan tasarruf etmesi” istenmektedir.

Demek seçim geçti ve uluslararası konsorsiyuma devredilen ekonominin patronları, Saray’a yeni yörüngeler çizmeye başladı. Uluslararası ekonomik konsorsiyum (UEK diyelim), bir çeşit duyûn-ı umûmiyedir. Alacaklıların, TC devletinin borçlarını yönetme sistemidir. Ve bu borçları nasıl çevirdiklerini biliyoruz. Vadesi gelen borçlar, daha yüksek faizle yapılandırılıyor bu bir. İki, bazı kamu gelirlerine bu UEK el koyuyor. Buna uygun olarak yeni vergiler, haraçlar devreye sokuluyor.

Öte yandan, biliyoruz ki savaş kabinesi var. Ve savaş için bütçe gereklidir.

Elbette buna uygun olarak dinin daha azgınca kullanılması ve milliyetçiliğin yeniden yapılandırılması gereklidir.

Ve aslında halkın “yeter” demek istediği tepkisini, CHP eli ile söndürmek üzere, belediyeleri CHP almıştır. Bu da sürecin bir parçasıdır.

Seçimlerden ikinci parti olarak çıkan Türkiye Yüzyılı partisi, Saray Rejimi’ni devam ettirmek üzere, erken seçim yapılmaması konusunda birinci parti ile ikinci partiyi birleştirmiştir. Seçimlerden birinci parti olarak çıkan CHP; belediyelere karşılık, Saray Rejimi’nin korunması için daha aktif görev almayı kabullenmiştir. Bu, MHP’yi de zora sokar elbette. Ve seçimlerin ikinci partisi olarak çıkan AK Parti, CHP ile aynı dili kullanıyor: erken seçim yok ve kaybedeni olmayan seçim. Seçimlerden ikinci parti olarak çıkan partinin ve Saray’ın başkanı, kaybedeni olmayan seçim diyor. CHP de aynı şeyi söylüyor.

Mayıs seçimlerinin üzerinden 10 ay geçti ve birdenbire, aslında mayıs seçimlerinin ne denli hileli olduğu ortaya çıktı. Ama kaybedeni yok.

AK Parti ikinci parti oldu ama kaybedeni olmayan seçim teranesi CHP eli ile tekrarlanıyor. Fazla sevinmeden, kazandık demeden, verilen göreve hazır olunacak.

Erken seçim çağrısını yapan, bunu da yarım yamalak yapan tek parti YRP’dir. YRP, aynı biçimde seçim sürecinde, az da olsa Filistin meselesinden söz eden, İsrail ile süren askerî ve ticari ilişkileri deşifre eden, az da olsa eden, bir parti olmuştu.

Yerel seçimler döneminde, “seçimler sanki bir genel seçim havasında yürütülüyor” diyenler, seçim sonuçlarına rağmen, erken seçim çağrısı yapmıyor. Mayıs seçimlerinde “güçlendirilmiş parlamenter demokrasi” diyenler, şimdi parlamenter demokrasiyi unuttular ve Saray’a saygılarını, açıktan ilan etmektedirler.

Seçim sonuçlarına bakarak, uzmanlar, “Saray Rejimi’nin olmayan denge ve denetleme mekanizmalarının” yerel yönetimler eli ile sağlanacağını söylüyorlar. Yalandır, yanlıştır. Çünkü yerel yönetimlerin böylesi bir yetkisi yoktur. Kaldı ki, yetkileri her gün daha da fazla daraltılacaktır. Van’da ortaya konan pratik, kayyumun yeni biçimlerinin ortaya çıkacağını göstermektedir. Saray, birçok yetkiyi tırpanlayacaktır ve bu durumda yerel yönetimler, çöp toplama, bazı yardımları dağıtma vb. işini yapar hâle getirilecektir.

Tüm bunlar, yanlış anlaşılmasın, yerel seçimlerin önemli olmadığını göstermez. Önemlidir ve önemi, halkın örgütlenmesi yönünde yaratacağı etkiye bağlıdır. Yoksa elbette başka bir önemi yoktur.

Seçim sonuçlarından AK Parti’nin ikinci parti olarak çıkması, aslında bir anlamda toplumsal havayı da olumlu etkileyecektir. Eğer bu etkiyi örgütlenme ve direniş hattında değerlendirme mümkün olursa, çok işe yarayacaktır. Bu olmadan, kendi başına sonuçlara büyük değer atfetmek anlamlı değildir, dahası yanıltıcıdır da. Yerel seçimlerle birlikte, bir çeşit belediye sosyalizmi öne çıkartılmaya başlanmıştı. Bilerek ya da bilmeyerek pompalanan belediye sosyalizmi, kesinlikle örgütlenme ve direniş hattını kavramamak demektir.

Özgür Özel, “bizim kazanmamız, kimsenin hezimeti değildir” diyor.

Erdoğan, “kazanan Türk milleti ve Türk demokrasisidir” diyor.

Bu yolla, 14 Mayıs seçimlerinin üzerindeki gölge, seçimin meşru olmadığı gerçeği unutturulmak isteniyor.

Her ikisi de yalandır.

Bu nedenle, efendilerin anlaşmasını doğru anlamak gerekir.

Efendiler anlaşınca, aktörler aynı dili kullanmaya başlar. Bu, senaryoyu yazanların ne denli ucuz bir senaryo yazdıklarını da göstermektedir.

14 Mayıs seçimleri, bir çeşit tiyatro bile değildi, bir çeşit müsamere idi. Baştan aşağıya trajikomiktir. Ve 31 Mart yerel seçimleri, daha tiyatroya yakındır. Bu açıdan, genel seçimlerin takviye edilmesidir.

Seçim sonuçları, Saray’a rağmen, halk içinde bir etki yaratmaktadır. Bu etki, örgütlenme ve direniş için, o amaçla ele alınmalıdır.

‘Çele’li tarih(imiz)den Şeref hoca dersleri

“Yaptığınız şeysiniz, yapacağınızı
söylediğiniz şey değil.”[1]

Yapıtın “Bolu’nun ilk karı Çele Tepesi’ne düşer. Çele Tepesi’nde kar erimeden, bostan ekilmez. Aksi hâlde topraktan erken baş kaldıran filizleri don vurur,” (s.3) metaforuyla betimlenen adı başkaldıran tarih(imiz)i anlatıyor Şeref Özkurede’nin satırlarında.[2]

Bolu’daki devrimci mücadeleyi aktaran/ anlatan hikâye “Çukur Mahalle”deki “Daha önce İstanbul Bankası, sonra da merkez karakolundaki 12 Eylül misafirliği” ve daha sonra yolları mahpusta buluşna Pol-Der’li polisin yazarın hayatını kurtarmasıyla (s.9) başlıyor.

Ardından ‘Bolu Yüksek Tahsil Derneği’ (BYDT) günleri ve “Çele Dergisi yayınlanıyor”, Bolu’daki öğrenci yurtlarına saldırıda Galip Üstün’ü faşistler katlediyor. (s.19)

“Olaylar bütün okullara yayılıyor.” (s.26) Bolu Halkevi mücadelesi ve düşenler…

Karadeniz Teknik Üniversitesi günleri ve Erzurum’u, “Ölüm teğet geçti” (s.39) satırlarıyla anlatan Şeref Hoca, annesinin gördüğü “Kanlı gömleği”nden (s.42) söz ediyor.

Akın Can’ı, “Faşistlerin özel idare altındaki derneğe saldırısı sırasında bıçaklandı, Bolu’daki ilk gazimiz oldu,” (s.53) sözleriyle anıyor.

Sonra öğretmen olur: Amerikan Pasajı’ndan alınan kot, hemen yan taraftaki ‘Ankara Sanat Tiyatrosu’nda (AST), Gorki’nin ‘Ana’ oyunu, 1 Mayıs marşı… (s.57)

Anti-faşist mücadelenin yükselişi; gruplar arası “rekabet” (“çekişme” mi desek!) (s.65) ve “Çok hareketli günler yaşanıyor, ortam giderek sertleşiyordu,” (s.77) diye tariflenen iklim:

“Mayıs’ın hüzünlü bir günü, Aykut Kanar’ın cenazesi geldi Aybastı’dan. Tabutu içeri aldık. Annesi oğlunun yüzünü görmek istedi. Kapağı kaldırdık, sırtından yanlara kan sızmıştı. Aykut sırtından kahpece vurulmuş, canına kıymışlar ama aradan iki gün geçmesine rağmen kanını tüketememişlerdi.” (s.101)

Anti-faşist mücadele meselesinde şu önemli tespitin altını çiziyor:

“On iki Eylül’e giderken en büyük sorun şuydu: Sol örgütlenmelerin büyük çoğunluğu, oligarşinin terörü ile faşistlerin terörünün iç içe olduğunu gözden kaçırıp veya göz ardı edip, bütün güçlerini anti-faşist mücadeleye ayırırken, yani faşistlerle oyalanırken, oligarşi her türlü hazırlığını tamamlamıştı. (…) Oligarşi öte yandan lider olanları, liderlik potansiyeli olanları katlediyordu.” (s.105)

Ve 12 Eylül kapıyı çalınca; “Bolu’da süreç 42 gün sürdü; karakol, tugay, git, gel… Sonunda donanmaya yolculuk.” (s.111)

Ardından zindanlarda kurulan barikatlarla yaratılan direniş destanları(s.113-114-124) ile mahkemelerde “İçki içtim, kumar oynadığım için beni örgütten attılar,” (s.115) diye yapılan “savunma” rezaletleri!

Sonra: “Seksen altı yılı Mart ayında ceza indirimli aftan yararlanarak tahliye olduk,” der Şeref Hoca; ancak bir şey daha vardır ne yazık ki, “Saldık kendimizi caddelere. Selam veren yok, kaldırım değiştirenler çok,” (s.127) diye tarif ettiği.

Bu kadar bela içinde bir de onurunu korumak için, “Eşim öğretmen fakat yedi yıldır açıkta. Bana, oğluma, eşime yedi yıldır anamız-babamız bakıyor.” (s.137) “2000’li yıllar, zor yıllar,” (s.157) notu düşülmüş hayatla cebelleşme…

Şeref Hoca, geçmişten bugüne uzanarak, bugünde biçimlendirilen geleceğe dair nasıl dik durulup, diklenildiği öğretiyor hepimize.

* * * * *

“Daima, hayali bir canavarlar şehri yaratan ve sonra da onu yakıp yıkmak için mücadele eden bir ideolojik saldırı vardır,”[3] notu düşülmesi gereken kapitalist zorbalık karşısında Şeref Hoca’nın yapıtı önemli ve değerlidir; “Herkes mücadele ettiği şeyin büyüklüğü kadar büyüktü!”[4] vurgusundaki üzere Søren Kierkegaard’ın…

En önemlisi de; “Bu yüzyıl her şeyi altüst etmeye adanmış. Kaosa doğru gidiyoruz!,”[5] betimlemesiyle müsemma güzergâhta yazar biz(ler)e ders veriyor! “Nasıl” mı?

Ders 1: İnsan(lık), mücadelesini vermediği her şeyde yüzde yüz başarısız olur; onları güçlendiren şey, zor günlerdir ve “Dünya herkesi kırar ve bazıları kırılan yerlerinden güçlenir,” der Ernest Hemingway.

Ders 2: Bin kilometrelik bir yolculuk tek bir adımla başlar. Başlamanın yolu, konuşmayı bırakıp yapmaya başlamaktır. İçinde bulunduğunuz mücadele, gelecekteki gücümüzü geliştirir; “Hayatta öyle seçimler yap ki kazandığın şeyler, kaybettiklerine değsin…” “Lider; kendini halkı için feda edendir, halkı kendi için feda ettiren değildir!,” ifadelerindeki üzere Che Guevara’nın.

Ders 3: Vazgeçilmeyen her mücadele yeniyi müjdeler ya da yaratırken; mücadele tahammül ile mümkündür. Çünkü çözüm boyun eğmek değil, mücadele etmektir.

İnsan(lık)ı mücadele aşkı var eder; mücadele çiçekli yollardan ilerlemez ve gerektiğinde kendisi ile de mücadele eden, en değerli insandır.

Hayatta hiçbir şey mücadelesiz kazanılamaz. Çünkü yaşamak mücadelenin ta kendisidir; en büyük dram, yok olmak değil, mücadeleden vazgeçmektir.

Abraham Lincoln’ün, “Hiçbir şeyden vazgeçme, çünkü sadece kaybedenler vazgeçer,” vurgusu eşliğinde hatırlanmalı: İmkânsızlık sadece vazgeçenlerin sözlüğünde bulunan bir kelimedir. Çünkü bir şeye başlayıp başarısız olmaktan daha kötü tek şey hiçbir şeye başlamamaktır.

Ders 4: Hayatınızı neye harcayacağınızı bilmek önemli ve belirleyicidir.

Bunun için “Otoritenin değil, vicdanın sesi ile hayatı derinden yaşayanlar, sorumluluk hissi ile hiç kendi çıkar ve menfaatlerini düşünmeden, sonuç beklemeden, kimseden bir teşekkür beklemeksizin sadece olması gerekeni yılmadan, bıkmadan umut ile özveri ile yapar,” notunu düşer George Orwell.

Ayrıca da ekler Gordon B. Hinckley, “Sadece düşünerek bir tarlayı biçemezsiniz. Başlamak istiyorsanız, başlamanız lazım”…

Sokrates, “Senin almaya cesaret edemediğin riskleri alanlar, senin yaşamak istediğin hayatı yaşarlar”…

Paulo Coelho, “Bir gün kalkacaksınız ve hep hayal ettiğiniz şeyleri yapmaya vakit kalmamış olacak. Şimdi harekete geçmenin tam zamanı”…

Lucille Ball, “Yapmadığım şeyler yüzünden pişmanlık duymaktansa, yaptığım şeyler yüzünden pişmanlık duymayı tercih ederim,” diye…

Ders 5: Sadece sınırlarını aşmanın riskini alanlar ne kadar ileri gidebildiklerini görürler; “Siz kendinize inanın, başkaları da size inanacaktır,” ifadesindeki üzere Johann Wolfgang Von Goethe’nin

Dünyayı değiştirebilen insanlar buna inanacak kadar cüretkâr olanlardır. Çünkü, sadece görülmeyeni gören, “imkânsız” denileni başarabilir: Çoğu insan yapabileceklerini düşündükleri şeyler konusunda kendilerini sınırlarlar. Neye inanırsanız, onu yapabilirsiniz. Kendinizi sınırlamayın.

Bu kolay değil, hatta zordur. Ancak eğer zorlanmıyorsanız, değiş(tir)emezsiniz. Oturduğumuz sürece korkular yaratırız. Harekete geçtiğimizde ise korkularımızın üstesinden geliriz

Tam da bunun için, “Yüzünüzü güneşe çevirin, böylece gölgeler her zaman arkanızda kalacaktır,” der Walt Whitman.

Ders 6: Hayattan ne istediğimizin bilinci/ ilkeleriyle, yapmalı/ yaratmalı/ mücadele etmeliyiz.

Doğru ırmak, eğri yataklar içinden akarken; yüzleşmediğimiz korkularımız sınırlarımızı oluşturursa da, mücadele etmekten asla vazgeçme, çünkü biz eylemle, mücadeleyle var oluruz! Mücadele edenler kaybetmez!

Ders 7: “Başlarken başka insandım, bitince başka insan,” gerçeğindeki üzere hayat, insan kalabilme mücadelesidir; Jorge Angel Livraga’nın, “Mücadelenin olmadığı yerde liyakat de olmaz. Hayatın denemelerinin fırtınalı sularından geçmezsek, zaferin güçlü tadını almazsak, hiçbir şey vermeden her şeye sahip olmak isteyenlerin kendini beğenmiş bilinçsizliğinden sıyrılamayız”; Pierre de Coubertin’in, “Hayattaki en önemli şey zafer değil, mücadeledir,” saptamalarındaki üzere.

* * * * *

Toparlarsak: Oktay Etiman’ın, “Devrimci, başkalarına ‘görev’ buyurmayan, düşündüğü gibi konuşan, konuştuğu gibi davranan ve yaşarken popülarite merakı olmayan, bireysel varlığını toplumsal direnişin organik bir parçası olarak algılayan insandır,” tanımıyla örtüşen Şeref Hoca; “Ya soy, ya soyul; ya başkaları için çalış, ya da başkalarını kendin için çalıştır; ya köle sahibi ol, ya da köle. Böyle bir toplumda yetiştirilmiş olan insanlar doğallıkla, denebilir ki annelerinin sütüyle birlikte, şu anlayışın ruh hâlini, alışkanlığını özümsüyor: Ya bir köle sahibisiniz, ya da köle, değilse, küçük mülk sahibi, küçük memur, küçük subay, ya da aydın: Sözün kısası; yalnızca kendisi için kaygılanan ve başka hiç kimseyi umursamayan bir insan,”[6] diye tanımlanan vahşetin orta yerinde; “Ya burjuva ideolojisi, ya da sosyalist ideoloji. İkisi arasında bir orta yol yoktur (çünkü insanlık ‘üçüncü’ bir ideoloji yaratmamıştır ve ayrıca da sınıf karşıtlıklarıyla parçalanmış bir toplumda sınıf-dışı ya da sınıf-üstü bir ideoloji söz konusu olamaz). Öyleyse, herhangi bir biçimde sosyalist ideolojiyi küçümsemek, ona birazcık olsun yan çizmek, burjuva ideolojisini güçlendirmek anlamına gelir,”[7] hakikâtinin altını çiziyor.

28 Mart 2024 14:11:02, İstanbul.

N O T L A R

[1] Carl Jung.

[2] Şeref Özkurede (Diğer Adıyla Şeref Hoca), Çele’den, Metin Matbaa, 2021, 174 sahife.

[3] Noam Chomsky, Medya Denetimi, çev: Şen Süer, Tüm Zamanlar Yay., 1995.

[4] Søren Kierkegaard, Korku ve Titreme, çev: İbrahim Kapaklıkaya, Araf Yay., 2015.

[5] Stendhal, Kırmızı ve Siyah, çev: Bağış Ardıç, Athena Yay., 2010, s.540.

[6] V. İ. Lenin, “Gençlik Birliklerinin Görevleri, Genç Komünistler Birliği 3. Tüm-Rusya Kongresindeki Konuşma, 2 Ekim 1920”, Tüm Yapıtları, Cilt:31, s.287.

[7] V. İ. Lenin, Ne Yapmalı? Hareketimizin Canalıcı Sorunları, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1968.

TC devletinin olağanüstü örgütlenmesi Saray Rejimi; savaş ve iç savaş

Biz tüm kapitalist dünyanın faşizmin yenilgisi sonrasındaki devlet örgütlenmesine tekelci polis devleti diyoruz. Biz, böyle diyoruz. Buna “burjuva demokrasisi” denmesinde, özsel anlamda bir sorun görmeyiz. Sadece, devlete ilişkin genel tanımlamalarla yetinmek olarak eksik görürüz, o kadar. Çünkü burjuva demokrasisi de katıksız bir diktatörlüktür. Her devlet, egemen sınıfın tüm “ulusa” hükmetme aracı olarak (“ulusa” diyoruz, çünkü, mesela bir sömürge ülkedeki devlet -TC devleti bir sömürge ülke devletidir- ile bir emperyalist ülkedeki devletin ulusa hükmetme hâli farklı farklıdır) bir diktatörlüktür; egemenin, diğer sınıfları baskı altında tutma aracıdır. Bu, sosyalist devrim sonrasında, burjuva devleti yıkan proletaryanın devleti için de geçerlidir. Proletarya kendi devletini, kendisi için demokrasi olan bu devleti, burjuva sınıfı baskı altında tutmak üzere, proletarya diktatörlüğü olarak niteler. Çünkü proletaryanın “ulusu” kandırmaya, kitleleri yalanla uyutmaya ihtiyacı yoktur. Toplumun çoğunluğu için proletarya diktatörlüğü bir demokrasidir ama iktidarını kaybetmiş burjuvazi için bir diktatörlüktür.

Faşizm, Ekim Devrimi’nin dünyaya yayılamamasına burjuva sınıf tarafından verilen bir yanıt, bir karşı-devrimdir ve olağanüstü burjuva devletlerden biridir. Devletin olağan ve olağanüstü örgütlenmesi arasındaki fark önemlidir. Dahası, faşizm, tüm kapitalist dünyanın, devrim ve sosyalizm mücadelesini bastırmak üzere, içinden geçilen tekelci çağa uygun bir devlet örgütlenmesidir.

Hiçbir devlet, sürekli olarak olağanüstü yöntemlerle örgütlenerek yönetemez. Olağanüstü olan, eğer süreklilik kazanırsa, olağan hâle gelir. Bu yeni olağan, aslında sistemin oturtulması anlamına da gelir.

Faşizmi anlamak için tekeller çağını da hesaba katmak gerekir. Bu konuda yazdıklarımız epeyce detay içerdiği için, buraya yeniden girme niyetinde değiliz. Okuyucu bu kaynaklara ulaşabilir. Hem, burada tekrar tüm tartışmaya girmek, her yönü ile ele almak, aslında bizi daha güncel bir tartışmadan uzaklaştıracaktır.

Bir toplumsal örgütlenmede, üst yapıyı belirleyen, içinde devlet de dâhil, o toplumun altyapısıdır. Toplumsal ve ekonomik değişime bağlı olarak bu altyapı, yeniden devlete yansır. Yani altyapıdaki değişimler, başka bir ifade ile toplumsal ve ekonomik değişimler, devlet örgütlenmesine yansır. Tekelciliğin yansıması gibi. Elbette devlet de, bu altyapıyı, daha genel konuşacaksak, kurulu sistemi sürdürmek üzere örgütlenmiştir. Egemen, elbette kendi içinde yaşadığı tüm değişimleri, bu örgütlenmeye gecikmeli olsa da yansıtır.

Faşizm için hem bu durum hem de Ekim Devrimi’ne karşı karşı-devrim örgütlenmesi birlikte ele alınmalıdır. Olağanüstü devlet örgütlenmesinin temeli buradadır.

Devletin bir sosyoekonomik biçimde örgütlenmesine şekil veren şey, o toplumda ve o çağda tüm dünya sistemi içinde süren sınıf savaşımıdır. Paris Komünü’nü hatırlayalım. Almanya ile savaşta yenilgiler almaya başlayan Fransız burjuvazisi, Paris’te işçiler komünü ilan ettiklerinde (ki proletaryanın devletinin ne olduğunu anlamak için bakılması gereken ilk örnektir) savaş hâlindeki Almanya ve Fransa, bir işbirliği geliştirmişlerdir. Fransız egemenleri, Fransız devleti, Paris Komünü’nü boğmak için Bismarck’ın yardımını istemişlerdir. Barış anlaşmasının şartlarından biri budur ve Paris Komünü’nü boğmak için Paris toplarla dövülmeye başlandığında, bu iki ülkenin egemenleri, bir ve aynı ruhu paylaşıyorlardı: kapitalist sistemi proletaryanın yıkımından korumak. Almanya, başlangıçta “savunma savaşı” olarak adlandırdığı savaşı, bu sürede, işgal için savaşa dönüştürmede epeyce hevesli idi ve bu fırsatı kaçırması düşünülemezdi. Zira Paris Komünü, aslında sadece Fransız egemenlerini tehdit etmiyordu.

Fransız egemenleri, bu süreci öncesinden başlatmışlardı. 1848 iç savaşının ardından, Bonapart (Napolyon değil, Louis Bonaparte), bir darbe ile devleti ele geçirmek üzere harekete geçmişti. Bu darbe, aslında, egemen sınıfın, olağanüstü koşullara uygun bir yeni örgütlenme yaratma isteğinin, ihtiyacının sonudur. Burjuva parlamento böyle yok edilmişti. Elbette Bonaparte’ın başında bulunduğu yeni örgütlenme de burjuvazi için bir demokrasi idi. Ama egemen, tüm ulusu yönetme yeteneğini yitirmekteydi ve bunu yeniden kazanmak için, içeride ve dışarıda savaşa ihtiyaç duyuyordu. Daha ortada Paris Komünü yoktu ama Fransız işçi sınıfının mücadelesi yükselmişti ve sistem, bunu bastırmak için, alışılmış, olağan yöntemlerle iş göremeyeceğini “düşün”üyordu, hatta göremiyordu.

Devrimci mücadele yürüten herkes, Paris Komünü ve ona giden 1848 sınıf savaşımlarını incelemek zorundadır. Bir nota gerek var: Bizim ülkemizde anti-komünizm, anti-Sovyetizm biçiminde çok geniş bir alanda, özellikle sol içinde etkilidir. Nedenlerini başka bir yerde tartışabiliriz. Ama bizim solcularımızda anti-komünizm, anti-Sovyetizm biçiminde etkilidir ve bu nedenle, Paris Komünü’nü (tabii ki Fransa’da iç savaşı ve Bonapartizm üzerine Marx ve Engels’in yazdıklarını) incelemelerini öneririz. Sovyet devriminden öğrenmeyi reddedenler, olur da belki Paris Komünü’nden öğrenebilirler.

Biz Türkiye’ye, güncele dönelim.

TC devletinin olağanüstü örgütlenmesi de epeyce süre almıştır.

Burada iki etken başlangıçta daha öndeydi.

En başta Kürt devriminin bastırılması geliyordu. Kürt devrimini bastırmak için ortaya konan ve PKK tarafından haklı olarak “özel savaş” olarak nitelenen savaş, aslında bir iç savaş idi. Ama bu savaşı, Batı’nın dışında, yani Kürt illerinde sürdürmek için, özel bir savaş geliştirilmiştir. O dönemler, Kürt illerinde ortaya konan “olağanüstü hâl”, aslında Batı’da da bir çeşit varlığını sürdürüyordu. Ama Batı’da işçi sınıfının bir direnişi yoktu ve o işçi sınıfı zaten 12 Eylül karşı-devrimi ile yenilmişti. Bu koşullarda, özel savaş, aynı zamanda Türk-İslam sentezi ideolojisi ile yürütülmüştür. Hapishane kaçkınları, uyuşturucu şebekeleri, soytarı din adamları, lumpenler, hırsızlar, tecavüzcüler, serseriler, ırkçı asker artıkları, NATO’ya hizmeti baştacı yapmış generaller, gazeteci kılıklı şarlatanlar, elleri kanlı toplum bilimci ve araştırmacılar, eroin kaçakçıları, serseriler, müptelalar bu “özel savaş” unsurları olarak örgütlendiler. Başlarına Özel Harp Dairesi’nde görevli NATO tedrisatından geçmiş askerler ya da MİT’çiler koydular. Böylece, katiller ve hiçbir değeri olmayanlar, Kürt adına ne gördülerse onu yok etmeyi, karşılığında kazanacakları paralar için bir görev bildiler. Uyuşturucu paraları ile finanse edilen operasyonlardan, büyük çaplı uyuşturucu vurgunları elde ettiler. Yağmacı gibi, her şeyi parçalamayı görev bildiler. Bu aslında yozlaşmış bir savaş anlamına gelir. Bu nedenle adına “kirli savaş” denilmiştir.

Bu savaşın içinde yer almış Ağar vb. çetelerin, bugün uyuşturucu baronları olarak ülkenin egemenleri arasında yer alması, rastlantı değildir. Bunlara, inşaat, enerji ve yeni silah firmalarını ekleyin.

Acaba bunlara, yeni elitler ya da lumpen burjuvazi diyebilir miyiz?

Üzerinde durmaya değer.

Gülen teşkilâtı hatırlardadır, büyük bir hayır kurumu gibi, adına “Hizmet Hareketi” demiştir. İçinde, tüm yukarıda sayılanlar vardır ve kökeni, din ile, komünizme karşı mücadele dernekleri örgütlenmesine dayanır. NATO aparatıdır. Bunlar devlete sızmadılar, “sızmak”tan söz etmek hatalıdır, tersine zaten devletin bir örgütlenmesidir. Sadece bu devleti, NATO bağları içinde bir sömürge ülkenin devleti olarak görmeniz, anlamanız için yeterli olur. Ve içinde din tacirleri, meczuplar, zevk düşkünleri, katiller, üçkâğıtçılar, nasıl geçindiği belli olmayan bir güruh, uyuşturucu çevreleri de vardır. Ama kendilerini, uzun süreli ve “normal” dönem örgütlenmesinden gelen “eğitilmiş bir genç kadro” ile sahneye sürmeyi başardılar. Bu görünümleri, Erdoğan projesi ile ortaya çıkan ipsiz-sapsız takımı, rantçılar, yağmacılar, zevk düşkünleri, şaşaalı yaşam meraklıları, uyuşturucu çeteleri vb.den epeyce farklı idi.

İşte tam da bu noktada, “olağanüstü hâl” uygulamalarında, sömürge bir ülkede yaşamaktan ileri gelen, emperyalist güçlerin yerini de görmek gerekir.

SSCB çözüldükten sonra, o zamana kadar hepsi, tek bir NATO şemsiyesi altında CIA’nın sivil savaş unsurları olan bu çeteler içinde de, emperyalist güçlerin dünyayı paylaşma savaşımının etkileri de ortaya çıkmaya başladı. Onlar yine aynı yapıdaydı ama içlerinde ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve İsrail örgütlenmeleri de kendini ayırmaya yöneldiler. Savaş, güç toplamakla da ilgilidir. Ve bu güçler, bu yapı içinde kendi güçlerini toplamaya koyuldular. Konu Kürt hareketine ya da olduğu kadarı ile Batı’daki işçi ve devrimci harekete karşı savaş olduğunda, ayrılmaz bir tek vücut hâline geliyorlardı. Ama içeride kendi güçlerini de örgütlüyorlardı. En somut örnek, cemaatlerin başına kimin atanacağı, eskiden MİT’in kararı ile gerçekleşiyordu ve tartışma çıkmıyordu. Çünkü SSCB’ye karşı NATO tek bir vücut gibi idi. Ama bugün, bir tarikatın başına, acaba CIA’nın mı, yoksa Alman istihbaratının mı, yoksa İngiliz istihbaratının mı, yoksa İsrail istihbaratının mı, yoksa Fransız istihbaratının mı adamının atanacağı bir konudur ve bu nedenle tarikat içi savaşlara tanık olmaktayız.

Sömürge ülke olmak, NATO’nun içinde bir sömürge olmak düşünülmeden burası anlaşılamaz.

Bugün bize, cinayetleri, faili meçhulleri kimin işlediği sorulunca hemen Gülen hareketini gösterenler, aslında devleti temizlemek için uğraşıyorlar. Evet, içinde Gülen hareketi de vardır, ama esas olan bunların devlet yapılanması olmasıdır ve NATO’ya bağlı olmalarıdır. Bunu unutmamak gerekir.

Her tarikat, her mafya örgütü, aslında bu emperyalist güçlerin etki alanı içindedir. Elbette bu durum, dini de yozlaştırmak zorundaydı. O olmadan, hırsızlıklar için, temiz giyimli din tacirlerinin fetvalar vermesi anlaşılamaz ya da söylenecekler eksik kalır.

Adına “Fetöcü darbe” denilen tiyatro, aslında, tam da böyle ortaya çıkmıştır. Darbe, aslında bir “temizlik” değildir. Darbe, bugünkü Saray Rejimi’nin kurulması için, “Allah’ın lütfu”dur.

Gülen, nasıl bir ABD ve NATO projesi ise, AK Parti de, Erdoğan’ın yönetimi de aslında bir ABD ve NATO projesidir (Kürt halkına karşı savaş da bir NATO programıdır). İkisi ikiz sayılır ve bu açıdan “paralel devlet” bir çeşit uydurmadır. Her ikisi de birbirine paralel ve çizgileri efendilerce oluşturulmuş yapılardır.

Burada, 2013 yılında ortaya çıkmış olan Gezi Direnişi’ni anmak gerekir. Gezi Direnişi, aslında bu yozlaşmış kirli savaşa karşı tepkinin açık bir göstergesidir. Hangi nedenin bardağı taşırdığı belirleyici değildir, Gezi Direnişi, tüm devlet uygulamalarına, olağanüstü hâl de dâhil tümüne açık bir tepkidir. Kurulmuş olan rant, uyuşturucu ağı, yağma, savaş ekonomisine karşı bir tepkidir.

Bu arada ise, AK Parti eli ile yeni bir burjuva sınıf, tam da bu lumpen yapılanmalara dayalı savaş örgütlenmesine uygun tarzda, geliştirilmeye başlandı.

Erdoğan döneminde, ABD direktifleri altında, bir yeni burjuvazi yaratılmaya başlanmıştır. Graham Fuller’in “Yeni Türkiye”si, aslında projenin tüm detaylarını ortaya koymaktadır.

“Devlet eli ile burjuva yaratma” siyaseti, ülkemizde eskidir. Cumhuriyet’in kuruluşunda da hem bu özel savaş hem katliamlar hem lumpen kitlelerin kullanılması yaşanmıştır. Adına Hamidiye Alayları denilen yapı, hapishanelerden toplanmış katillerden, tecavüzcülerden, serserilerden, kumarbazlardan, nasıl geçindikleri belli olmayan kitlelerden oluşturulmuşlardır. Ve aynı dönemde, devlet eli ile burjuva yaratma siyaseti devreye konmuştur. Ermeni ve Rum kıyımları bunun bir başka yüzüdür.

Ve şimdi, ABD öncülüğünde, ekonomide yeni bir elit yaratmak üzere, yeni bir burjuvazi yaratmak üzere, devlet devreye sokulmuştur. Bu yağma, rant ve savaş ekonomisi aslında buna dayanır.

Elbette o dönemin Hamidiye Alayları, Topal Osmanları, bugün biraz daha “çeşitli”dir. İçinde uyuşturucu çeteleri vb. de vardır.

Erdoğan, devleti bir “anonim şirket” olarak yöneteceğini açıkça söylemiştir, Gezi Direnişi’ne karşı olarak “benim görevim rant üretmektir” demiştir. Bu sözler, aslında realitenin kendisidir. Ve dikkat edilsin, limited şirket demiyor, “anonim şirket” diyor. Anonim şirket, aslında sermayenin de büyüklüğünü ifade eder. Bu, aslında rant üzerine kurulu, savaş ve yağma ekonomisi üzerine kurulu yapılanmayı anlatmaktadır. Enerji, inşaat, sağlık, eğitim, savaş sanayii gibi alanlarda yeni bir burjuva kesim, yağma ve savaş politikalarına uygun tarzda yaratılmaya başlanmıştır.

Yeni burjuvalarımız, tam bir lumpen karaktere sahiptir. Yağmacıdır, kültürel açıdan fakirdir, köşe dönmecidir, hırsızlığın en sıradan ve en adi biçimlerini devreye sokacak karakterdedir. Para kazanma ve servetler ele geçirme tarzları ile olduğu gibi, şatafatlı yaşamları ve zevkleriyle de lumpen karakterdedirler. Ve Erdoğan, bu trajikomik hâli, tarih saymakta bir tereddüt görmemiştir, tarih yazmak olarak ifade etmiştir. Komik biçimde “laik” ilan edilen Cumhuriyet’in olmayan laikliğine trajikomik bir savaş açmış gibi görünmesi bu yüzdendir. Bu yüzden, çok sarılmış göründüğü dini, din adamları aracılığı ile, her türden hırsızlığını aklamak için azgınca kullanmıştır. Eski laikliğin kurumu olan Diyanet İşleri (nasıl bir laiklik ki Diyanet İşlerine sahiptir), Saray Rejimi eli ile, artık komik ve açık biçimde olmayan laikliğe karşı savaş aracı hâline getirilmiştir. Diyanet İşlerinin kadrosu, 120 binden 250 binlere çıkarılmıştır.

Yeni ve “lumpen burjuvaziye” uygun, yeni kadrolar, liyakatsiz ilan ediliyor, komik mi, trajikomik mi? Hırsıza kendisi için kadro lazım ise, bu kadronun hırsızlık konusundaki uygunluğuna bakılır. Kadrolar liyakatsiz demek, aslında arkadaki bu düzeneği yok saymak, görmemek ya da CHP’nin yaptığı gibi saklamak demektir.

Gezi Direnişi, egemenlerin kâbusunu katlanılmaz kıldı. Böylece, üçüncü etken, Saray Rejimi’nin örgütlenmesi zorunluluğu için ortaya çıkmıştı. Ve elbette ki kendini dünya tarihinin en etkili lideri ilan eden Erdoğan, Gezi Direnişi’ni ahlâksızlık, din dışılık, çapulculuk olarak niteleyecektir. Aslında, kendisinin başında bulunduğu rejimi tarif etmektedir. Direnişçilere, “ayaklar baş olursa” vurgusu ile çapulcular adını takarken, düzenin sahibi TÜSİAD üyelerine de, daha ne istiyorsunuz, grevleri yasaklıyoruz, kârınıza kâr katıyoruz, diye seslenmekteydi.

Biz devrimciler, toplumun en alt tabakasını da oluşturan kesime, lumpen proletarya deriz. Bunlar, Hitler Almanyası’nda faşist örgütlenmenin paralı askerleri oldular. Bizde de buna uygun görevler aldılar.

Burada duralım ve lumpen proletarya üzerinde biraz duralım.

Marx, “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”nde lumpen proletarya için bir tarif ortaya koymuştur. Bonaparte’ın, hani Napolyon Bonapart’ın komiği olan Louis Bonaparte’ın örgütlenmesinde önemli bir yer tutmuş yığındır. Bir hayır derneği kurmasını da anlamlı bulmalısınız. Hem Gülen hareketi hem tarikatlar hem de Erdoğan’ın çeşitli adlarla örgütlediği dernekler, bu maskeye sahiptir. Tarih işte böyledir. Hepsi zevk düşkünüdürler. Şaşaalıdırlar ve sömürge ülkenin elitlerinin şaşaası biraz farklı olur. Çantaları ve saatleri bir servet eder ve en önemlisi, bu saatler ve çantalar, cep telefonlarının tüm alışkanlıkları değiştirdiğini ilan ettikleri bir döneme rastlamaktadır. Yani aslında gözden düşmüş eşyaları, yeni zenginliklerinin zevkleri olarak sunmaktadırlar. Öyle sanıyorum, o pahalı saatlerin en çok satıldığı ülke Türkiye’dir. Artık, dünya çapında holdinglerin sahibi olanların gösterişi kollarındaki saatlerle ifade edilmiyor. Ama bizim bu yeni yükselen burjuvalarımız, işlevsiz eşyaları şaşaalı görünüm için seçmektedirler. Milyonlarca liralık saat, aslında kollarındaki süs olmak dışında bir şeye yaramaz. Film sahnesinde, Osmanlı dönemini oynayan yıldızların kolunda, o döneme uygun bir giyimle örtüşmese de o kol saati yer almaktadır. Adam, “milletin anasını bellemek”ten gelen milyonları bir biçimde gösterecektir. Olur da rolü o saatlerin olmadığı bir dünya dönemine ait ise, o, o saati kolundan çıkartamaz, işini bu kadar sevmez, hatta kolunu sadece saatine mekân olsun diye taşımaktadır. O saatin bulunduğu kolun ucundaki el, sadece saati göstersin diye bazı durumlarda kullanılmaktadır.

Marx’a dönelim, şöyle yazıyor:

Paris’in lumpen proletaryası, bir hayır derneği kurma bahanesiyle, her biri Bonapartist bir ajan tarafından yönetilen ve tepelerinde Bonapartist bir generalin bulunduğu gizli birimlerde örgütlendi. Neyle geçindikleri ve kökenleri belli olmayan, yıkıma uğramış roués (zevk düşkünleri) ile burjuvazinin bozuk ve maceracı unsurlarının yanında, serseriler, terhis edilmiş askerler, serbest bırakılmış hükümlüler, firar etmiş kürek mahkûmları, dolandırıcılar, şarlatanlar, Lazzaroni (İtalya’da işçi sınıfının dışına düşmüş kişiler için kullanılan aşağılayıcı lakap -çevirenin notu), yankesiciler, üçkâğıtçılar, kumarbazlar, Maquereaux (pezevenkler), genelev sahipleri, hamallar, yazar bozuntuları, laternacılar, paçavracılar, bileyiciler, tencere tamircileri, dilenciler, kısacası, Fransızların la bohème (yarını düşünmeden yaşayanlar) diye andığı, belirsiz, dağınık, oradan oraya savrulan yığının tümü… (K. Marx, “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, V. Bölüm”, Fransız Üçlemesi içinde, Yordam Kitap, s. 197-199).

Belki bunlara, uyuşturucu dağıtıcılarını (baronlar artık birer burjuva sayılmalıdır), havadan para kazananları, 600 evi olan belediye başkanlarını, Ankara’nın dörtte birini sahiplenen Gökçek gibi yurtlardan kız çocuklarını satarak servet edinen tipleri, ilginç emlakçıları, Saray için pezevenklik yapanları ve bunun için devlet adına otel katları kapatan resmî kılıklı olanlarını vb. eklemek gerekir. Hatırlanacaktır, çeşitli ifşaatlarda, bazı otellerin kat kat, bazı Bakanlara ve Saray erkânına ayrıldığını, bunun için özel bir pezevenklik sisteminin işlediğini öğrenmiştik. Saray kendine has bir “yaşam” da demektir. En komikleri, Saray’ın en önemli şahsiyetleridir, zira bu en önemli şahsiyetler, birer soytarı hâline gelmişlerdir. Öyle olur, zira sultan çakmadır ve Abdülhamid bir trajedi ise, Erdoğan onun komiği olabilir. Bu sarayda da artık en önemli şahsiyetler ister istemez saray soytarısı olmak zorunda kalır.

Demek ki, lümpen burjuvaziye gelmiş oluyoruz. Ama bunu anlamak için, sömürge bir ülkeden söz ettiğimizi unutmamak gerekir. Efendi, bu toprakları kendisi için bir çeşit çiftlik olarak düşünmektedir. Çiftliğin başında kâhyaları var. Kâhyalar, çevrelerinde bir sürü gazeteci, bir sürü katil, bir sürü lumpen, bir sürü uyuşturucu baronu, bir sürü pezevenk, bir sürü din adamı kılıklı kişi vb. ile bir yağma-rant ve savaş ekonomisi yürütmektedirler.

“Artık dünya tarihini bir komedi olarak görmek yerine kendi komedisini dünya tarihi sayan bu ciddi soytarı…” (K. Marx, age, s. 199) derken Marx, burada Bonaparte’ı tarif etmektedir. Bu kadar uyar! Bizimki de, tarih yazan kişi, dünya lideri olarak anılmaktan hoşlanıyor. Kendine her türlü başkanlık “yakışıyor” ve bununla yetinmiyor, bize uygun olarak bir de şeyhülislam olarak anılmak istiyor. Şimdi, buna sultan, sisteme de “patrimonyal sultanlık” demek mümkün müdür? Değildir, Sultanın komiği bile sayılmaz. Bir anonim şirketin ceo’su hayalini gerçekleştirmiş ve bu nedenle lumpenlere bir rol model olmuş kişiden, başına taç koyarak sultan çıkmaz. Olsa olsa, sultanın çakmasıdır.

Abdülhamid’in taklididir. Ama nev’i şahsına münhasır Abdülhamid’i, 21 yüzyılda, sömürge bir ülkede taklit etmek, komik değil, trajikomiktir. Bu nedenle, “eşim ve kızım ona helâldir” diyen profesörlere rastlayabilmekteyiz.

Sömürge ülkenin burjuvaları da, lumpenleri de biraz farklı oluyor. Ve elbette bundan bizim solcularımız da, “aydın”larımız da payını alır, sanki bu özneleri, kendine münhasır varlıklar olarak kabul etmek, ancak içki masalarında gülmece yapmak üzere mümkündür.

Acıdır, 2 milyona yakın üniversite öğrencisi, ekonomik koşulları nedeni ile, üniversite kaydını dondurmak zorunda kalıp memleketlerine dönmüştür. Bunu hangi mizah ile açıklamak mümkündür, sultanlık ile mi?

Mizah, birçok durumda, durumun ciddiyetini gizlemeye de yaramaktadır. Onun için, mizah alanında, kara mizah diye bir kavram vardır. Güldürür ama düşündürür. Oysa bizde, ortaya çıkan toplumsal çürüme, mizahı da etkilemekte, çürütmektedir. Mizah, ağır toplumsal durumları bir anlamda kabul edip, normalmiş gibi davranmaya olanak sağlıyor.

Eğer siz sadece konuşmayı, kendinize sansür koyarak bir çeşit konuşmayı sürdürme işini aydın olma hâli olarak sanıyorsanız, siz de yaşanan bu trajikomik hâlin bir parçası olursunuz. Kendini bilmek önemli bir meziyettir. Kendini sansürleyerek konuşmayı da bir çeşit kendini bilme hâli olarak kabul edebiliriz, öyle mi?

Devam edelim.

Parlamento nedir?

Parlamento, mülk sahiplerinin, devlet borçlarını, vergilerin harcanma şeklini, burjuvaların doğrudan kontrol etme sistemidir. Görüntü olarak parlamento, tüm ulusun kendi temsilcilerini seçmesi olarak sunulabilir. Ama hiçbir zaman öyle olmamıştır. Burjuvazi, egemen, kendi temsilcilerini seçer ve halka onaylatır. Tekelci çağ söz konusu olunca, bu daha da “rafine” hâle gelir. Seçilecek kişinin ödemesi gereken, harcaması gereken paraya bakın, başka bir kanıta ihtiyacınız kalmaz. Ama tekelci sistem, hâkimiyet ilişkileri ve bunun gerektirdiği şiddet ile birlikte ele alınmalıdır. Yani, kontrol mekanizmaları çok daha gelişkindir. Olağan dönemlerde bu sistemi işletirler. Ama olağanüstü örgütlenmeler, bunun yozlaşmasını da beraberinde getirir. Ve iş bir noktaya geldiğinde, artık parlamentonun egemenin münasip yerlerini örten bir incir yaprağı olma özelliği ortadan kalkınca, parlamentoya da gerek olmaz. Savaş ve iç savaş, bunu beraberinde getirir. Dünyanın belli başlı tüm “demokrasi”lerinde, emperyalist metropollerde, “demokrasinin beşiği” ilan edilen ülkelerde de parlamento, artık bypass edilmektedir. Elbette bizim gibi sömürge bir ülkede bu biraz daha farklı işlemektedir.

Normalde egemen, ucuz devlet ister. Kapitalistler, tekeller, burjuvalar ucuz devletten yanadırlar. Bu nedenle neoliberallerin “devleti küçültmek” diye, özellikle sömürge ülkelere dayattıkları projeler, aslında sistemle uyumludur. Ama olağanüstü koşullarda bu değişir. Bu nedenle, Diyanet İşlerinin kadrosu bir anda iki katına çıkar. Ne de olsa, artık Diyanet İşleri bir çeşit din elbiseleri ile özel savaş yürüten organlardan biridir. Ve bu noktada, “itibardan tasarruf edilemez.” Ona lüks araçlar, lüks saatler, şatafatlı konutlar, şatafatlı giyecekler vb. gereklidir.

Devlet, burjuvazi adına, tüm ulusa hükmetme yeteneğini kaybetmeye başlayınca, olağanüstü örgütlenmeler devreye girer. Yoksa egemen, sistemi ayakta tutamaz ve elbette bunun mali portresi vardır; burjuvazi, ucuz devlet ile olağanüstü örgütlenmeyi yürütemez. Uyuşturucu ağı ile özel savaşı, iç ve dış savaşı finanse etme çözümü de böyle gelişir. Kirli işler için kara para en uygun olanıdır.

Toplumsal ve iktisadî değişime bağlı olarak, devlet de, sınıf savaşımı içinde, onun yolu ile devleti etkiler. Mali dolandırıcılık, şatafat, devlet bütçesinin yağmalanması, savaş ekonomisi ve en önemlisi efendilerin verdiği görevler, sınıf savaşımı içinde devletin örgütlenmesine yansır. Bu durumda, bizi profesörlerimiz ve temizlik abidesi ve liyakat hayranı yazarlarımız affetsin, liyakat, kendine uygun tarzda işler. Hırsız için hırsızlık konusundaki beceri, katil için tetikçilik becerisi, üçkâğıtçı için ona uygun beceriler, yağma için onun gerektirdiği beceriler, yalan için yalan becerileri vb. bir liyakat ölçüsü olur. Tersini beklemek, aptallık ve körlük değil ise, ahmaklık değil ise, bilerek durumu çarpıtmaktır. Hırsız, kendini aklayacak tarzda ferman yazan din adamı isteyecektir ve bu normaldir.

Saray Rejimi, bu koşullarda örgütlenmiş, çağımızın devleti olan tekelci polis devletinin olağanüstü örgütlenmesidir.

Parlamento ve siyasi partiler artık kâğıt üzerinde vardır ve işlevsizdir. Sadece ilgili durumlarda kullanılırlar. Seçim sistemi ve sandık gömülmüştür. Bunları gömen, egemendir. Seçimlerin kendisi bir çeşit tiyatrodur ve müsamere cinsinden, ilkokul tiyatrosu gibidir.

Bugün, yani 28 Mayıs 2023’teki gayrimeşru seçimler sonrasında, Saray Rejimi, ülke ekonomisini uluslararası konsorsiyuma bırakmıştır. Efendi, borçların ödenmesi için duruma el koymuştur ve bu şartla, yeni Erdoğan iktidarı, gayrimeşru tarzda kabul edilmiştir. Ve artık, efendi, mızrağı gizlemeye çalışmamaktadır. Açıkça, tüm diplomatik teamülleri bir yana bırakarak, emirler vermektedir. Ve bu açıdan Erdoğan, bir sultan olmak bir yana, yetkisiz bir gayrimeşru iktidarın başıdır.

Şimdi, Saray Rejimi’ne, sultanlık ya da “tek adam diktatörlüğü” denilebilir mi? Denilir elbette, hem yanlış olur hem de durumu anlatmaktan uzak bir hâl olur.

Saray Rejimi’nin ekonomisinin başına getirilen Şimşek, İngiliz vatandaşıdır. Ama sadece vatandaşı değildir, aynı zamanda uluslararası konsorsiyumun memurudur. Bunu biz uydurmuyoruz. Durum budur. Bakan-memur Şimşek, efendilere, uluslararası tekellere bir rapor vermek için, nisanın ortasında toplantıya alınmıştır. Burada Şimşek memur, enflasyondan söz ederken, “yerel halk”tan söz etmiştir. “Yerel halkı enflasyonun düşeceğine inandırmak” gereğinden söz etmiştir. Enflasyonun düşeceğine “yerel halk” inanırsa, enflasyon da geri düşebilir, beklentiler bunun için bir yol olur, diye söyleniyor. Ama bizi ilgilendiren “yerel halk” terimidir. Memur Şimşek, uluslararası sermayenin kavramları ile konuşmaktadır. Avrupa sömürgecileri Amerika’yı “keşfettik”lerinde, orada yaşayan halka “yerel halk” diyorlardı. Sömürgecinin ağzıdır bu. Yerel halk terimi, öyle sıradan bir terim değildir ve Bakan Şimşek’in, kimin için çalıştığının en açık kanıtıdır. Kendisi ile bu halk arasında bir bağ yoktur ve bu gerçektir. Yerel halk, tam da onların bakışıdır. Bu bizim, uluslararası konsorsiyum vurgumuzu net olarak kanıtlamaktadır. Ve biliniyor, CHP, yeni kabinedeki Şimşek ve İçişleri Bakanı için, “liyakatli” değerlendirmesini yapmıştır. Gerçekten de uluslararası sermaye için, alacaklı sermaye güçleri ve ülkeler için, liyakatlidir, o kadar ki, “yerel halk” demekten kendini alıkoyamamaktadır.

Bugün Saray Rejimi, bir savaş kabinesine dönüşmüştür. Bu içeride ve dışarıda savaş politikasının daha da artacağının kanıtıdır.

Ve bugün Saray Rejimi, açlığa ve işsizliğe, yoksulluğa mahkûm ettiği halkı isyandan uzak tutmak için devreye soktuğu sadaka sistemini, yeni olarak belediyeler üzerinden yürütmeye hazırlanmaktadır. Baskı, din ve milliyetçilik yetmiyor. Bu nedenle bir çeşit sadaka sistemi geliştirmek istiyorlar ve bu sadaka belediyeler eli ile verilerek, sisteme karşı bir isyan önlenmek istenmektedir.

Saray Rejimi, içeride ve dışarıda yozlaşmış bir savaşı yürütmektedir. Savaş endüstrisi, yeni zenginler yaratmak üzere devrededir. Bayraktar ailesini rahatsız eden şey de budur. Kamuya ait tüm birikim, yeni burjuvaların emrine sunulmuştur ve utanmadan “hiç kredi almıyorlar” diye Saray’dan açıklamalar yapılmaktadır. TUSAŞ ve ASELSAN, sadece birikimleri ile değil, bizzat kadroları ile yeni savaş baronlarının emrine verilmiş iken, krediye gerek mi vardır? Üretilen her şey devlet tarafından akıl almaz fiyatlarla satın alınmakta iken, krediye gerek var mıdır?

İşte Saray Rejimi, böylesi bir örgütlenmedir ve işçi ve emekçiler, direnenler, Saray Rejimi’ni alaşağı etmek dışında bir çıkış yoluna sahip değildirler. Sistemin “demokratikleşmesi” diye bir yol yoktur. Tersine savaş ve iç savaş, daha da gelişecektir. Bu nedenle belediyeler eli ile sadaka sisteminin kurulmasına karşı durmak, mümkün olduğunca sosyal dayanışmayı geliştirmek ve bunu meclisler şeklinde örgütlemek temel olmalıdır.

Önümüzde, Saray Rejimi’nin savaş ve iç savaş politikalarının daha yeni biçimlerini göreceğimiz bir dönem var. Egemenler, kan soslu parayı sevmişlerdir. Karakterlerine de uygundur. TC devleti, savaş ve iç savaş politikaları ile ayakta durabileceği düşüncesindedir. Uygulamaları buna dönüktür. Bu, aynı zamanda savaş politikalarının mimarı olan Washington’un isteklerinin de ifadesidir. Bu geçici bir politika değildir.

Bu savaş politikalarına karşı, işçi sınıfının ve direnenlerin örgütlenmesi, sabırla, inatla örgütlenmesi temeldir. Savaşı ve iç savaşı görmeden, devrimci hareketler, doğru politikalar üretemez. İşçi sınıfının devrimci örgütlenmesini temel almadan, sisteme karşı sürekli ve etkili bir savaş yürütülemez. Bu nedenle, bizim cephemiz için, işçi sınıfının örgütlenmesi, devrimcileşmesi, her zaman önde tutulması gereken bir vazgeçilmezdir.

1 Mayıs 2024 üzerine bazı notlar

1

1 Mayıs 2024, TC devletinin, onun olağanüstü örgütlenmesi demek olan Saray Rejimi’nin, (a) içeride ve dışarıda savaş politikalarını geliştirdiği ve (b) ekonomik krizin derinleştiği koşullarda karşılandı. 

Bunun anlamı iyi kavranmalıdır.

Saray Rejimi savaş politikalarına bir müptela gibi sarılmış durumdadır. Bunun bir nedeni, efendisi emperyalist güçlerdir. TC devleti, Saray Rejimi, ABD tetikçisi olarak, bölgemizde özel bir rol üstlenmiştir. Üstelik bu rol, sadece kendisine dayatıldığı için üstlenilmiş de değildir. Hem kendisine dayatılmaktadır, sömürge olmak budur, hem de ülkemiz tekellerinin, devletinin bizzat kendisi, savaş yolu ile, kanlı kârlar elde etmek ve Kürt devrimini boğmak, sınırlarını genişletmek gibi hedeflere sahiptir. Bu bizzat Saray Rejimi’nin örgütlenmesinin de nedenlerindendir. Yani, öyle geçici bir hâl değildir. Saray Rejimi, parçası olduğu, sömürgesi olduğu emperyalist ülkelerin savaş politikalarının tetikçisidir ve bu geçici bir hâl değildir. Filistin, Ukrayna, Balkanlar, Kafkaslar ve nihayetinde İran’a karşı savaş planları, sıradan planlar değildir.

Kaldı ki, ortada bir Kürt hareketi vardır ve bu hareketi boğmak için her yol devreye sokulmaktadır. Bu durum, işi daha da ciddileştirmektedir. Sistemin korkusunu artırmaktadır.

Bu savaş politikaları, gerçekte %20 civarında oya sahip olan AK Parti ile yürütülemez. Tersine, bir geniş uzlaşma, halkın ve kitlelerin kontrol altına alınıp bastırılması, denetim altına alınması hedefini de sistemin önüne koymaktadır. Bu hem baskı ve hem de manipülasyon da demektir. Hele ki, din ve milliyetçilik tacirliğinin bu denli açığa çıktığı bugün, baskı ve manipülasyon, onların açısından çok önemli hâle gelmiştir.

Öte yandan, dünya kapitalist sistemi bir ekonomik kriz içindedir. Ve bu kriz, ülkemizdeki krizi daha da ağırlaştırmaktadır. Önümüzde, krizin tüm ağırlığının ortaya çıkacağı bir dönem vardır. Bu durum, işçi sınıfının, emekçilerin, kadınların ve gençlerin direnişini sistem için tehdit hâline getirmektedir. Evet, bir fabrikada direnen işçiler, belki sadece günlük hakları için mücadele etmektedirler. Ama onların her mücadelesi, her direniş, aynı zamanda tüm işçi ve emekçilerin ortak direnişine bir basamak olabilecek potansiyele sahiptir. Sistemi korkutan bir diğer etken budur.

Kısacası, Saray Rejimi, arkada bırakılan iki seçime rağmen, kendini sağlamlaştırmak noktasında sorunlar yaşamaktadır.

Saray Rejimi, gelişecek bir devrimden korkmaktadır.

Ancak işçi ve emekçiler, işçi sınıfı devrimcileşmemiştir, örgütsüzdür ve siyasal bilinç açısından yolun başındadır. Bu nedenle, işçi sınıfı sistemle bir açık mücadeleye girmekten uzaktır. Köpek çocuktan, çocuk da köpekten korkmaktadır. 

2

Saray Rejimi, arkada kalan iki seçimi bir geniş anlaşma ile tamamlamıştır. Bu anlaşma, emperyalist efendiler arasında yapılmıştır. Almanya ve ABD bu anlaşmanın iki sivri ucudur, başkaları da içinde.

Anlaşma elbette ABD’nin ağırlığını taşır.

ABD, kendi bunalımını, kendi krizlerini dünyaya ihraç etmektedir. Uluslararası kapitalist düzen, buna uygundur, müsaade etmektedir.

ABD, Saray Rejimi’ni (aynı anlama gelmek üzere TC devletini), kendi savaş politikaları için bir tetikçi olarak kullanmaktadır. Bu nedenle, genel seçimlerde, Erdoğan’da karar kılmıştır. Erdoğan’a bir görev verilmiş olduğundan şüpheye gerek yok.

Bu görev, her geçen gün daha da netleşiyor, İsrail ile birlikte İran’a karşı bir savaş planıdır. Bu planın içinde ABD, İngiltere daha etkin rol oynamaktadır ama tüm Avrupa emperyalistleri de bu politikaya artık ikna olmuştur.

Bunun için, genel seçimler, CHP-Kılıçdaroğlu önderliğinde, tüm burjuva muhalefet eli ile Erdoğan’a verilmiştir. Akşener, görevinin bu olduğunu artık itiraf etmektedir. Yerine seçilen yeni İYİ Parti başkanı, iki MİT’çi arasında görev değişimi demektir. 

Yerel seçimler de bu anlaşmanın bir parçasıdır. 

Böylece Saray Rejimi güçlendirilmek istenmektedir.

Bunun için, (a) bir savaş kabinesi kurulmuştur. Bu savaş kabinesi, CHP tarafından liyakatli olarak ilan edilmiştir. Fidan, Kalın ve Yerlikaya bu kabinenin içindedir. (b) ülke ekonomisi, alacaklılardan oluşan (devletler-uluslararası tekeller karışımından oluşan) bir uluslararası konsorsiyuma verilmiştir. Buna “Düyûn-ı Umûmiye” denilebilir. Onun çok daha ağırıdır ve modern biçimidir. 

Ve yerel seçimler, anlaşmaya uygun olarak sonuçlandırılmıştır. Bunun için sadece hileyi daha az yapmaları yeterli olmuştur, çünkü zaten halk AK Parti’den sıkılmıştır. Ve seçimler, onların düşündüğünden daha fazla CHP galibiyeti ile sonuçlanmıştır. Ama burada sistem dışı hiçbir şey yoktur. Sadece, eğer önlem alınmazsa, halkın daha da ileri gideceği ortaya çıkmıştır. Saray Rejimi, bundan bir yara almamıştır. Ama bu yolla belediyeler, yeni döneme uygun yapılandırılmaya başlanmıştır. Sistem, sadaka sistemini geliştirmişti ve bunu Saray eli ile yapmaktaydı. Bu Saray eli ile dağıtılan sadaka, artık belediyeler eli ile yapılmak istenmektedir. Bu elbette daha usturuplu bir yoldur. Patrimonyal sultanlık diyenler için, sistemin demokratik yollarla, belediyelerle dengelenmesi olarak da görülebilir. Değildir. Belediyeler, sistemin denge ve denetleme mekanizmaları değildir, olamaz da.

İmamoğlu, seçim sonucunda müstakbel cumhurbaşkanı adayı olmuş ve Alman şansölyesinin ziyareti ile kutlanmıştır. 

CHP yenilenmiş, Kılıçdaroğlu eli ile bizzat Erdoğan’a verilen başkanlık, meşru ilan edilmiştir. Ama bu gayrimeşru seçim, bu yolla meşrulaştırılmadı. Bunun için, yeni CHP’nin belediyeleri alması ve dahası, 2 Mayıs 2024’te Özgür Özel’in Erdoğan’ı ziyaret etmesi gereklidir, olmuştur. 

3

CHP, kurumsal olarak, Saray Rejimi’nin bir parçasıdır. Başındaki başkandan bağımsız bir durumdur bu.

Saray Rejimi, sadece AK Parti ve MHP üzerine kurulu değildir. İçinde tüm burjuva partiler, CHP de dâhil, vardır. Ve Saray Rejimi’nde siyasal partiler ve parlamento, eski rollerine sahip değildirler. Parlamento yasa yapmaz, denetlemez, bir iş görmez. Ne zaman sistem kendine ihtiyaç duyarsa o zaman istenileni yapar. Aynı şekilde de siyasi partilerin görevleri vardır ve CHP’nin görevi de kitleleri, işçi sınıfını denetim altında tutmaktır. Bu amaçla elbette solu kuyruğuna takmak ile de görevlidir.

Bu nedenle CHP, “sol” vurmaktadır. Zaten yeterince sağ vurmuştur ve bu yolla daha geniş kitleleri denetim altında tutması mümkün değildir.

Hele ki savaş yakınlaşmış iken ve her yerde savaş ateşleri yanmakta iken. 

Bu nedenle, Özel’in hem 1 Mayıs’a gelmesi hem de ertesi gün ablukaya alınmış İstanbul görüntüleri taze iken Erdoğan’la görüşmesi çelişkili değildir. 

Özel diyor ki, işçi sınıfının %15’i sendikalıdır, kalan %85’inin sendikası da biz olacağız. İşte CHP yeni görevini ortaya koymaktadır.

Bu nedenle, seçimlerden birinci parti olarak çıktığı hâlde, “erken seçim” çağrısı yapmamaktadır. Dahası, hiçbir kalemşor, burjuva aydın, liberal solcu, Mayıs 2023 seçim sonuçları ile yerel seçim sonuçları arasındaki 10 aylık dönemde, oyların nasıl böyle değişmiş olduğunu da sormamaktadır.

Mayıs 2023 seçimleri meşru hâle getirilmek istenmektedir. Görevleri de budur.

Demek ki, eski politikalarla, %50’ye dayanarak savaş politikalarını sürdürmek mümkün değildir. Bu nedenle, daha geniş bir ittifak görüntüsü vermek istiyorlar ve solu da Saray’a karşı mücadele eden olmaktan çıkartıp, uzlaşan ve bekleyen konumuna getirmek istiyorlar. CHP, solu kendi peşine takmak, oyalamakla görevlidir. Bunun için sol vurması gerekir elbette ama özünde bu durumu değiştirmez. CHP kurumsal olarak Saray Rejimi’nin bir parçasıdır.

1 Mayıs’a dönük olarak “Taksim’i açmamak bir anayasal suçtur, anayasayı çiğneyenler, nasıl yeni anayasa yaparlar” diyor Özgür Özel ama öte yandan Saray ne diyorsa onu yapıyor. Bir yandan, kitleleri sakinleştirmek istiyorlar, diğer yandan seçim sonuçlarını meşrulaştırıyorlar. Ve üstelik görüşmeyi “gizli” yapıyorlar. Öyle ya, Cumhurbaşkanı ile görüşen CHP liderinin görüşme konuları bile açıklanmıyor.

4

Egemenin bir kâbusu var. Savaş politikalarını sürdürmek ve ekonomik kriz koşullarında bunu yapmak için daha çok baskı yeterli olmayacaktır. Bu nedenle, hem kitleleri korkutmak hem de onları CHP’nin “koruması” altına itmek zorundadırlar. Eski ve basit bir oyundur bu.

Acaba hangisi daha gülünç sonuçlara yol açıyor? Egemen, korkusundan 1 Mayıs’ta İstanbul’u ablukaya alıyor, bu mu, yoksa iktidarın tehditleri ile işçi sınıfına sırtını yaslaması gereken sendikacıların korkularının sonuçları mı?

İktidarın korkusunu biliyoruz. Biz buna devrim hayaleti korkusu diyoruz. Bizim bazı liberal solcularımız, bazı aydınlarımız, bazı “gerçekçilik” adına mücadeleden kaçınan solcularımız, devrim hayaletini hissedemezler. Çünkü onların, devletin baskı ve şiddeti, güç gösterileri konusundaki hassaslıkları, devrimci gelişmeleri görmelerine engeldir. Terbiye edilmiştirler. Önce, söyle ama eylem yok; sonra, eylem yok ama her şeyi söyleme; sonra, söyleme ama düşünebilirsin; sonra da düşünmek de ne demek süreçlerinden geçmişlerdir ve bu nedenle hayalleri de yoktur. İşçinin her eylemine, öğrencinin her eylemine, kadınların her eylemine “bundan bir şey çıkmaz” diye bakarlar ve devletin her güç gösterisine boyun eğerler. 

Peki, acaba sendikacılarımızın korkusu nedir? 1 Mayıs günlerinde sendikacıları saran korku, aslında su üstüne çıkan devlet korkusudur. Çünkü biliyorlar ki, devletle içli dışlı olundu mu, uzlaşma yolları arandı mı gerisi ağır olur. Devlete karşı çıkmanın bedelini bilirler. Ve devletin korkuları onları sarar. 

Sendikacılarımız, işçi sınıfından korkmuyorlar. 

İşçi sınıfından korkmadıkları için, bu gülünç tablolar ortaya çıkıyor. Bilmeyenler için yazalım, bazı gülünç olaylar şöyledir; DİSK, İçişleri Bakanlığı ile görüşüyor. Görüşmeye üç kişinin gittiğini duyuyoruz. DİSK’e bağlı sendika başkanları görüşmeden ne çıktığını soruyorlar ve yanıt alamıyorlar. Beklenen, 1 Mayıs’ı organize eden bir sendikacının, her görüşmeyi kamuoyuna, işçi ve emekçilere açıklamasıdır. Ahlâkî olarak yapılması gereken budur. “Gizli” görüşme olmaz. DİSK, 1 Mayıs 2024 hazırlıkları için harekete geçen sol ve devrimci örgütlere, “kimse ile görüşmeyeceğiz”, özetle, sizleri muhatap almıyoruz, diyor. Bu kibir, 1 Mayıs’ta Taksim’i isteme iradesi ile örtüşmez. Hele ki, içinde yaşadığımız koşullarda. Çok sevdikleri “demokratik” davranışlara uyup uymaması bizim işimiz değil. DİSK, İstanbul Valiliği ile görüşme talep eden KESK’e, görüşmeyeceğiz yolunda tutum açıklamış iken, KESK Valilikle görüşmeye gittiğinde DİSK heyetinin Valilikle görüşmeden çıkıyor olması gülünç değil midir? Yoksa gülünç hafif mi kalır? Valilik KESK’e Kadıköy’ü verelim demiştir ve KESK bunu reddetmiştir. DİSK kendisi ile görüşmek isteyen kurumlara, “önce görüşmek isteyenlerin TC kimliklerini verin” demiştir.

Sendikacılar (çünkü DİSK’in tümü değil), sır dolu, yarı-gizli görüşmelerle Taksim iradesi ortaya koymuş olabilir mi? Yangından mal kaçırır gibi, 1 Mayıs’ı devrimcilere, işçilere kapatmak ne anlama gelir? Bu, modern kitle ve sınıf sendikacılığı mıdır?

1 Mayıs alanında, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına girerken kutlanan ilk 1 Mayıs’ın anayasa tartışmalarına bağlanması, acaba amacı aşan bir tutum mudur? Alanda, polis barikatının önünde, Saraçhane’ye Taksim’e gitme iradesi ile çağrılan işçi ve emekçiler direnirken, alanı terk etmek, nasıl bir irade taşımadır?

Savunu şudur: Pusetteki çocuklarla oraya gelenleri düşündük ve vazgeçtik. Vazgeçtiniz, bu en başından da vardı ama buna pusetteki çocukları, kadınları bahane etmeniz şık değildir. Zira bu ülkede her gün binlerce işçi iş cinayetlerinde katledilmektedir, bu ülkede her yıl on binlerce çocuk kaçırılıp köle programları ve organ mafyasının eline verilmektedir, bu ülkede her eylemde insanlar hastahanelik olmaktadır, bu ülkede her gün açlıktan insanlar ölmektedir, bu ülkede her gün işsizlik bir tırpan gibi yaşamları biçmektedir. Sendikacılar, eğer işçi sendikacıları iseler, hayatın ölümden daha pahalı, ölümün oldukça ucuz olduğunu bilmek zorundadırlar. Yani işçiler direndikleri için ölmüyorlar, daha az ölmek için direniyorlar.

Ve tüm aydınlar, liberal solumuz, aklını kaybetmiş gibi, “barikata yürümemeyi” makul ve mantıklı karar olarak görmektedir. Sırtını devlete dayadıkça, işçilerden korkmak adettendir. Sırtını devlete dayayanların akılları da tutulur ve akılları tutulanlar, hep makul ve mantıklı tutumdan söz ederler.

Sendikacılarımız, işçi sınıfından korkmuyorlar. Bu nedenle bu tutumları alabilmektedirler. Çünkü işçi sınıfı devrimcileşmemiştir.

5

Gerçekte devlet, İstanbul’u tam olarak ablukaya almıştır. Sahne etkileyicidir, sarnıcın araç yolu olan boşluklarına panzerler, zırhlı araçlar, önünde ve arkasında kalkanlı polisler, kuşatılmış Taksim, sarnıcın en üstünde dürbünlü aletleri ile keskin nişancılar, süpürün komutları vb. Devlet, sanki tüm güçleri ile sahne almıştır ve iç savaş provası yapılmaktadır. 

Normalleşmeden söz eden bir Saray Rejimi için, oldukça gülünçtür.

Karşısında bayrakları ile işçi ve emekçiler, gençler ve çocuklu kadınlar. Tek silahları yürekleri ve bayraklarının takılı olduğu plastik borular.

Miting alanı olmadığı hâlde, Galata Köprüsü’nü miting alanına çeviren tarikatlara değil ama işçilere İstanbul yasak. İstanbul’da Taksim, işçi kanı ile sulanmış alan yasak. Ve yasağı hayata geçirmek için tüm sistem devrede. Bir tek tankları ve uçakları eksik.

Ama yine de, biraz politik analiz yapabilen herkes için, o barikatlar aşılabilir idi. Bunun için, sözde değil, gerçekte Taksim iradesi gerekli idi. Taksim, işçi sınıfına açılsın isteniyorsa, konacak irade, “sizinle görüşmem”, “kimseyi muhatap almayız” iradesi olamaz. Bunu herkes bilir. Gören de der ki, sendikacılarımız, tek başına bu işi yapacak. Hayır, devlet onlara, devrimcileri uzak tutun diyor ve tehdit ediyor. Onlar da bu tehditlere boyun eğiyor.

Gerçekte, tüm İstanbul, milyonlarca işçi ve emekçi, Taksim’e akmak için beklemekteydi. 

Artık biliyoruz, beklemekle yollar açılmıyor.

Bizim cephenin, işçi sınıfının ana sorunu örgütlülük eksikliğidir. 1 Mayıs 2024 göstermiştir ki, işçi sınıfı devrimcilerden uzak durarak, devrimcileşmeden Taksim’i açamaz, haklarını savunamaz, haklarını alamaz. 1 Mayıs 2024 göstermiştir ki, işçi sınıfının siyasal örgütlenmesi her türlü örgütlenme isteğinin anahtarı hâline gelmiştir.

6

Özgür Özel, barikatı, gelecek seçimlerin sonuçlarında kazanacağı zafere bağlamıştır. Ona oy vereceğiz, seçimler gelecek, o da kazanacak ve barikat kalkacak. Nasrettin Hoca’nın fıkrasına benzemektedir. Şimdiden bizim sevinmemizi istiyor olmalıdır. Sevinin ve bekleyin demektedir. Görevidir. Seçim dışında bir yol olmadığını iddia ettiği gibi, barikatların da ancak iktidar tarafından kaldırılabileceğini söylemektedir. 

Kime konuştuğunu unutmuştur.

Bu sözleri kibirlidir.

Sanki bu işçi sınıfı 15-16 Haziran’ın, Kavel Direnişi’nin, Tariş Direnişi’nin, Gezi Direnişi’nin yaşanmış olduğu bir ülkede yaşamıyor. Size göre, Taksim, ancak AYM karar verirse yasaldır. Bize göre ise, orası 1 Mayıs alanıdır. Orada işçi sınıfının evlatlarının kanı dökülmüştür ve bu kanı döken devlettir.

Sanki işçi sınıfının, bu toplumun hiç hafızası yoktur. Sanki, nasıl buzdolabını Erdoğan bulmuş ise, o da barikatı kaldırma yolu bulmuştur. Sanki çağın lideri Erdoğan’dan rol çalar gibi, o da işçi sınıfının barikat kaldırıcısıdır.

Bu masalları dinlemek, aslında işçi sınıfının güçsüzlüğünün sonucudur. İşçi sınıfı, devrimci değilse eğer hiçbir şeydir. Fabrikada kanı emilen, sömürülen, daha da vahşice sömürülen, açlığa ve işsizliğe mahkûm edilen, iş cinayetlerinde ölen ve tüm bunları önleyecek diye burjuva devlete bağlı partilerden umut bekleyen bir işçi sınıfı, gerçekten de hiçbir şeydir.

Bu sözler, barikatın bir başka çeşididir.

Devletin kolluk kuvvetleri ile kurduğu barikat tek barikat değildir. Medyanın örgütlediği karanlık da bir barikattır. Bize güvensizlik veren din adamı kılıklı filozof aydınların masalları da bir barikattır. Bize uslu olmayı öğütleyen burjuva partilerin kendileri de bir barikattır. Devletin barikatından önce işçi sendikalarını ele geçiren sendikacıların kibirli bilmişlikleri de bir barikattır. 

Ve işçi sınıfı, kendine en yakın kurulan bu barikatları aşmak zorundadır. Onları aşmadan, kolluk kuvvetlerinin kurduğu barikatlarla hesaplaşmak mümkün değildir. 

1 Mayıs 2024, cephelerin netleştiği bir 1 Mayıs olmuştur.

Cepheler netleşiyor. 

Maskeler düşüyor.

İşçi sınıfının sahte dostları, artık kendi kimliklerini açıktan ortaya koymak zorunda kalıyor.

Bu kötü değildir, tersine bir avantajdır da.

Ama bunu bir gerçek kazanıma dönüştürmek koşulu ile.

Bunun yolu, mücadeleden, gelişen devrimden öğrenmektir.

İşçi sınıfı, yenilgi koşullarından çıkmak için, büyük bir maharetle devrimin öğrencisi olmak zorundadır.

Öğrenmek, eylemle, örgütlenme ile mümkündür. Bekleyen, seyreden, öğrenmekte de eksik kalır.

Devrimci işçiler, siyasal durumu görme ve buna uygun manevralar yapmak, taktikler geliştirmek zorundadırlar. 

Bilim biz gösteriyor ki, devrim düz bir yol izlemez. Biliyoruz ki, her zaman somut durumun somut analizini yapmak gerekir. Yoksa sadece genel doğruları tekrarlayan insanlara dönüşürüz. Bu açıdan, 1 Mayıs 2024 birçok dersle doludur. Önemli olan bu dersleri içselleştirmektir. Bu da mücadele ile olur. 1 Mayıs’ta Saraçhane meydanındaki kitledeki kararlılık ile, kürsüdeki yalpalama arasındaki çelişkiyi doğru okumak gerekir. İşçi sınıfına, kendi gücüne, devrimci iradeye güvenmektir esas. 

Şimdi, öfkemizi biriktirmenin ve biriken öfkemizi bilemenin zamanıdır. Sabırla ve sakince.

Biliyoruz ki, örgütlülük temeldir. Siyasal örgütlenmesi olmayan işçi sınıfı, devrimcileşemez. 

Ve biliyoruz ki, örgütlü direniş dışında bir gelişim yolu yoktur.