Ana Sayfa Blog Sayfa 28

Adıyamanlı Misak, İstanbullu Meline ve…*

“Ölüm her yerde aynı
İnsan bir kere ölür
Fakat ne mutlu can verene
Halkların kurtuluşu için”
Bir Ermeni halk şarkısı

1906 yılında başlar öykümüz. Adıyaman’ın Besni ilçesine bağlı bir köyde.

Kevork Efendi ile Madam Varduhi’nin dört çocuğunun en küçüğü olarak dünyaya geldi Misak. Babasını ve iki büyük kardeşini “Medz Yeghern”** sürecinde yitirdiğinde henüz sekiz yaşında idi. Kısa bir süre sonra annesi de terk edince dünyayı, ağabeyi Garabet ile birlikte kalıverdi ortada çaresiz. Yöreden bir aile sahip çıktı çocuklara. Sevdiler bu çocukları, evlat edineceklerdi ki o tarihlerde bölgedeki yetimleri araştıran Ermeni patrikhanesi buldu onları ve Suriye’de kurulu bir yetimhaneye götürdüler. Bu sırada Misak’ın yaşı on iki idi.

Burada eğitim gördü, anadilini öğrendi, Ermeni edebiyatı ile tanıştı. Şiire meraklı idi, küçük denemeler yaptı yetimhanede kaldığı yıllarda. Lakin şiir yazarak hayatını kazanmasının çok güç olduğunu da biliyordu. “Bir zanaat sahibi olmak gerek” diye düşünmüş olmalı ki marangozluk öğrendi yetimhanede.

Artık yetimhanede kalamayacak yaşa geldiğinde ağabeyi ile birlikte bir vapura bindiler. Ver elini Marsilya. İki kardeş Fransa’da göçmen olarak kabul edildiklerinde yıl 1925 idi.

Uzun süre kalamadılar Marsilya’da; hayat pahalı, ücretler düşük, üstelik iş bulmak da son derece güç. Paris’te denemeye karar verdiler şanslarını. Misak “Citroen”de bir iş buldu kendine, Garabet de bir iş bulsa rahata ereceklerdi belki. Ancak bir iş bulamadan rahatsızlandı Garabet. Kısa bir süre sonra da öldü. Artık Misak yapayalnızdı dünyada. Yıl 1927.

Gerçi ABD’de ortaya çıkmıştı 1929 büyük buhranı ancak kısa sürede Avrupa’yı da etkilemiş ve on binlerce insanın işini yitirmesine neden olmuştu. Misak da bunlardan biri idi. Tekrar düzenli bir iş bulamayacağını bildiğinden günübirlik işlerde çalışmaya başladı yaşamını sürdürebilmek için. Gençti, düzgün bir anatomisi vardı, bu özellikleri sayesinde Paris ressamlarına modellik yapmaya başladı. Bu durum yeni bir ufuk açtı önüne, sanat çevreleri ile tanışmaya başlamıştı modellik işi sayesinde. Şiirle ilgilenmeye başladı yeniden. Bu arada CGT’nin*** işçi üniversitesine devam etmeye başladı.

Burada düzenli devam eden ve sürekli gelişim gösteren bir öğrenci olması görevli eğitimcilerin dikkatini çekti. Eğitimcilerin ve sanatçı dostlarının referansı, “Sorbonne”a “misafir öğrenci” olarak kabul edilmesini sağladı. Üniversiteye bu statüde kabul edilmiş olması ona bir diploma kazandırmayacaktı elbette ancak o diplomanın değil kendini geliştirmenin peşinde idi. Burada edebiyat, felsefe, ekonomi politik ve tarih derslerini izleyerek oldukça yetkin bir formasyon kazandı.

Bu süreçte bir edebiyat dergisi çıkarmaya başladı. Ermeni edebiyatından yaptığı seçmeleri Fransızcaya çevirip dergide yayınlıyordu. İşleri yoluna girmiş, yaşam ona hak etmiş olduklarını vermeye başlamıştı.

Avrupa’da ırkçı hareketlerin taraftar bulup yükselmeye başladığı dönemdir 1930’lu yıllar. İtalya’da Mussolini, Almanya’da Hitler iktidardadır. İspanya’da ise Franco’nun yıldızı parlamaya başlamıştır. Bu gelişmelerin Fransa’yı da etkilemesi kaçınılmazdı. Nitekim Fransız gericileri ile Fransız ırkçılarının birlikte kurmuş oldukları “Action Française” (Fransız eylem hareketi) adlı örgüt ülke çapında gerçekleştirdiği eylemlerle varlığını hissettirmeye hattâ daha da ileri giderek ülke politikasını etkilemeye başlamıştı.

Parlamenter demokrasi karşıtı, monarşinin geri getirilmesini, kiliseye kaybetmiş olduğu güç ve itibarın iade edilmesini savunan bir örgüttü “Action Française” paramiliter bir örgütlenmesi de vardı ve bu örgüt sayesinde terör üretmekte idi. “Action Française” gücünün doruğuna ulaştığında Fransa tarihinde önemli bir yer tutan bir gelişmeye neden oldu. Örgütün başlattığı eylemler dizisi Eduard Daladier başkanlığında kurulan sosyalist hükümetin devrilmesine yol açtı.

Fransa siyasi tarihinde “6 Kasım Krizi” olarak yerini almış olan bu olay esnasında gerçekleştirilen eylemlerde en az on kişinin yaşamını yitirdiği, pek çok kişinin de yaralandığı bilinmektedir. “Action Française”in hükümet devirecek kadar güçlenmesi karşıt cephede de bir hareketlenmeye ve bu cephenin asal unsurlarından olan PCF’nin (Fransa Komünist Partisi) bir yandan saflarını sıklaştırırken bir yandan da örgütün genişlemesini sağlayacak adımlar atmasına neden oluyordu. Bu süreçte partilendi Adıyamanlı Misak. CGT işçi üniversitesine devam ettiği sıralarda parti dostu olmuştu ihtimal. Ancak partinin bir militanı olabilmesi için “6 Kasım Krizi”nin yaşanması gerekmiş herhâlde.

1934 yılının sonlarına doğru parti üyesidir artık. Aynı zamanda Ermenistan’a yardım komitesine (HOC) de katılır. HOC SBKP’nin desteklediği bir yapılanmadır. Yetenekleri sayesinde hızla yükselir Minas HOC içerisinde. 1935 baharında örgütün yayın organı olan Zangou’nun genel yayın yönetmenidir.

Burada bir ara verelim Misak’ın yaşamına ve 1913 yılının İstanbul’una dönelim.

İstanbul Posta İdaresi’nde yönetici olarak çalışan bir baba ile ev kadını bir annenin çocuğu olarak dünyaya geldi Meline Asaduryan. Ebeveynleri yaşamlarını yitirip öksüz kaldığında henüz iki yaşında idi ve kendinden iki yaş büyük ablasından başka kimsesi yoktu koca dünyada. Patrikhane sahip çıktı bu öksüzlere, onları Adapazarı yakınlarında kurulu bir yetimhaneye yerleştirdi. Sonrasında İzmir ve Anadolu’daki savaşın ilerleyen aşamalarında Korint (Yunanistan)…

1926’da Meline de Marsilya’dadır. Burada kendisine sahip çıkan ailenin yanında Fransızca ve muhasebe öğrenir, henüz yirmisine gelmeden yaşamını sürdürmesinde yardımcı olabilecek bir meslek sahibidir.

Marsilya’da yaşam sürdürebilmek zor olmalı o dönemde. Meline de Paris’e yerleşmeye karar verir. Paris günlerinde Charles Aznavour’un annesi Knar ve dayısı Mişa sahip çıktılar Meline’ye. Kalacak yer temin ettiler ona. Charles Aznavour’un ablası Aida’nın ifadesi ile “ailenin yaşamında önemli bir yer tutmuştur” bu genç kadın uzun yıllar boyunca.

Meline de HOC’a katılır bir süre sonra, kısa zamanda örgütün sekreteri olur.

Böyle bir durumda örgütte sekreterlik yapan biri ile örgütün yayın organının genel yayın yönetmeninin yolları kesişecektir kaçınılmaz olarak. Öyle de olur. Tanışmalarını izleyen birkaç ayın içerisinde de sevgili olup aynı evi paylaşmaya başlarlar Paris’te.

Yıl 1936, İspanya’da iç savaş başlamıştır. Misak Franco karşıtı güçlere iltihak ederek savaşa katılmak istemiş ancak partiden izin alamamıştır. André Malraux tarafından kurulmuş olan yardım komitesinde görev almakla yetinmek zorunda kalır. Bir yandan da yönetmekte olduğu Zangou gazetesinde İspanya’daki savaş haberlerine genişçe yer vermekte İspanya faşistlerine karşı savaşan cumhuriyetçilerin mektuplarını gazetede yayınlamaktadır.

1937 yılında PCF yönetimi HOC’un kapatılmasına Zangou’nun da yayınına son verilmesine karar verir. Parti disiplinine uyan Misak kararlara itiraz etmez ancak işlevini sürdürmekten de vazgeçmek istememektedir. Paris’te yaşamakta olan Ermeni çevresi ile irtibata geçerek parti ile organik bir bağı olmayan Fransız-Ermeni halk birliğinin kuruluşunu gerçekleştirir.

1939 yılında Fransa hükümeti Komünist Parti ve uzantıları ile komünistlerin yönetmekte olduğu tüm örgütleri kapatma kararı aldı. Hemen ardından da seri tutuklamalar başladı. Misak da nasibini almıştı bu tutuklama furyasından.

Tutuklu iken orduya katılmak ister gönüllü olarak. Alman faşistlerinin Fransa’ya mutlaka saldıracaklarını düşünmekte çıkacak savaşta bir görev üstlenmeyi arzu etmektedir. Orduya kabul edilir edilmesine de cepheden hayli uzak bir lojistik birliğinde askerlere “beden eğitimi” yaptırmakla görevlendirilir.

Savaş çok kısa sürer, Fransa ordusu nerede ise kurşun atmadan teslim olur. Bunun sonucunda Misak da daha dövüşmeden esir düşmüştür. Almanlar onun bir zamanlar “Citroen” fabrikasında tornacı olarak çalıştığını öğrenmişler ve Paris’ten hayli uzak bir taşra kentinde kurulu fabrikada çalışmak üzere görevlendirmişlerdir.

Bu sırada Meline Paris’te Nazi karşıtı yayınlar çıkarmakta ve bunların dağıtımını üstlenmektedir. Misak ise sevgilisinden ve mücadelesinden uzak yaşamaktan rahatsızdır. Firar eder fabrikadan bir yük kamyonunun içinde eşyalar arasında gizlenerek ulaşır Paris’e. Burada Ermeni dostları ile buluşur. Yeni kurulmuş olan “direniş” hareketine katılmaya karar verirler birlikte. Meline de direnişçiler arasındadır. Bir yandan da bir muhasebe ofisinde çalışıp para kazanmakta ve bu suretle geçimlerini sağlamaktadır.

Haziran 1941’de komünist avı başlar Fransa’da. Fransız polisinin verdiği bilgilere dayanarak toplarlar tüm komünistleri. Misak yeniden tutuklanır. Bu kez üç ay sürer tutukluluğu Aleyhine somut bir delil bulunamadığı için serbest kalır ve Paris’e döner. İlk iş olarak evlerini değiştirirler Meline ile birlikte. Direniş örgütünün eylemlerine katılmaya hazırdır artık. Göçmen işçilerden oluşan bir yapılanmanın içinde daha da ötesi yönetimindedir.

İlk eylemlerini Levallois köprüsü yanındaki bir SS kışlasında gerçekleştirirler. Eylem başarı ile sonuçlanır. Birkaç Alman askeri ölmüş, pek çok asker yaralanmış, direnişçiler ise hiç kayıp vermemişlerdir.

Misak, soğukkanlı davranışları ve başarılı planlamaları sayesinde direniş örgütünde önemli bir yere gelir kısa zamanda. Dört ayrı gerilla örgütünün komutanıdır artık.

Eylemler birbiri ardına gelir, her biri ayrı bir başarı öyküsüdür bunların.

Gerçekleştirdikleri yüzlerce başarılı eylemin en çarpıcı olanlarından biri de Alman ordusunun Paris komutanı General Ernst von Schaumburg’a suikast girişimidir. Nerede ise tüm Paris halkının nefret ettiği bu alan subayına yönelik saldırı başarı ile sonuçlanmış ve generalin makam otosu havaya uçurulmuştu. Yazık ki general araçta değildi bu sırada. General ölmemişti ama olay işgalcilerde korku ve paniğin egemen olmasını sağlamıştı. Ardından büyük bir eylem daha geldi. Bu kez Fransa’dan altı yüz bin kişinin Almanya’daki çalışma kamplarına gönderilmesini örgütleyen Julius Ritter’di hedef. Rittter aynı zamanda bir Ermeni düşmanı idi. 1942’de Hamburg’da yaptığı bir konuşmada şöyle demişti:

“Ermeniler ari ırktan değildir. Onları da Yahudi gibi kabul etmek gerekir.”

28 Ekim 1943 tarihinde makam ofisine girmekte iken geçtiği Trocadero meydanında makam aracının içinde infaz edildi Ritter. Olay büyük bir sansasyon yarattı. O kadar ki Almanya’da bir günlük matem ilan edildi.

Bu eylemler gerçekleşirken Meline de eylem raporlarının kaleme alınması, duyuruların hazırlanması ve dağıtımı gibi işleri yürütmekte idi.

Meline her başarılı eylem sonrası Misak’ın hâlini şöyle betimliyor onun yaşamını anlattığı kitabında:

“Böyle eylemlerden sonra derin bir tatmin duygusuyla dolardık daima. Geri kalan her şeyi unutmak ve kendimizi yeniden hatırlamak mümkünmüş gibi gelirdi. Manuş, tanıdığım o eski Manuş olurdu. Mütebessim, neşeli hatta… Mutlu olabilirmişim gibi gelirdi bana. Manuş gevşemiş olurdu, her anını zevkle paylaştığımız bir keyif yaşardık. Ne yazık ki hiçbir zaman bir günden fazla sürmezdi bu; zira vakit kaybetmeden hazırlanacak başka eylemler, göğüs gerilecek başka tehlikeler ve ulaşılacak yeni hedefler olurdu.”

Bir bilanço çıkaralım burada, Misak’ın komutası altında gerçekleşen eylemlerin bilançosunu:

Yaklaşık iki bin Alman askeri ve iki yüz Alman subayı öldürülmüş, on üç adet tren sabotajı gerçekleştirilmiş (treni uçurma, raydan çıkarma vb.)****

Parlak bir bilanço değil mi?

Bu başarılar onu göçmen işçi direnişinin üst düzey komutanlarından bir yapmıştı.

Macar, Rumen ve Polonya Yahudileri, İspanyol ve İtalyan komünistleri, Fransızlar ve Ermenilerden oluşan büyük bir grubun yöneticisi idi.

Ne var ki işlerin her daim iyi gitmesi olası değildi. Her şeyden önce Almanlar kendilerini dehşete düşürmüş olan bu örgütü yok etme konusunda kararlı idiler. Bu amaçla en yetkin polis müfettişlerini Paris’te görevlendirdiler. Fransa polisi de onlara gerekli desteği vermeye hazırdı zaten.

Gelişmeler, örgütü kuşatan çemberin daraldığını göstermekte idi. Bu arada yakalandıkları takdirde idam edileceklerinden korkan bazı direnişçiler de polis ile işbirliğine başlamış ve edindikleri bilgileri polisle paylaşma hainliğine bulaşmışlardı.

Giderek daralan çember direnişçilere destek veren göçmenlerin desteklerini çekmesine yol açmış ve direniş örgütünün mensupları yiyecek ekmek bile bulamaz hâle gelmişlerdi. Bu durumda eylemlerin sonu geldi önce. Ardından da merkezde bulunan çekirdek kadro dışındakiler dağıtıldılar. Örgüt adeta tasfiye sürecine girmişti. Çekirdek kadronun yaşayabilmesi için Paris dışına çıkması gerekiyordu. Bunun maddî koşullarını hazırlama işine teksif etmişti kendisini Misak.

15 veya 16 Kasım 1943’te***** bir işi nedeni ile Paris banliyölerinden birine gitmek üzere yol çıktı. Direnişçilerin Paris dışına çıkarılabilmesi için gerekli olanları görüşecekti buluşacağı kişi ile muhtemelen.

Trenden indiğinde istasyonun dört bir yanında pusu kurmuş olan polisler hep birden çullandılar üzerine kelepçelendi ve götürüldü.

Belli ki bir ihbar vardı onunla ilgili. Onun ne yapacağını, nereye gideceğini gayet iyi bilen biri polisi haberdar etmiş ve yakalanmasını sağlamıştı. Bir ihanet sonucu faşistlerin eline geçmişti Misak******.

Misak’ın 22 yoldaşı da değişik zamanlarda tutuklanmışlardı (23’ler diye anılırlar). Tam üç ay boyunca ağır işkencelere maruz kalarak sorgulandılar. Bu süreçte tek bir pişmanlık sözü çıkmadı ağızlarından.

23’lerin tamamı göçmenlerden oluşmakta idi. Almanlar bunu bir propaganda aracı olarak kullandılar. 15 bin adet bastırıp Paris’in tüm cadde ve sokaklarına astıkları “Affiche Rouge”da (Kızıl Afiş) şu cümleler yer almakta idi:

“Fransızlar öldürüyor, yağmalıyor, çalıyor, sabote ediyorsa eğer, emirleri veren daima yabancılar, infazları gerçekleştiren daima işsizler ve profesyonel katiller, onlara bu fikirleri aşılayanlar daima Yahudiler.”

O dönemde Alman işbirlikçiliğine soyunmuş olan “Le Matin” gazetesi ise kraldan daha fazla kralcı davranıp kara propagandanın en çirkin yöntemini kullanıyor ve eylemcilerin bu işleri para karşılığında yaptıklarını, her birinin ayda 2300 frank gelir elde ettiklerini yazıyordu.

19 Şubat 1944 tarihinde yargılanma süreci başladı 23’lerin.

Almanlar bu süreci de bir propaganda vesilesi yapmışlar ve işbirlikçi Fransız bürokratlarının duruşma salonunda bulunmasını sağlamışlardı. Bu arada “Le Matin” gazetesi de görevini eksiksiz (!) yerine getirmekte idi:

“Çoğu doğru dürüst Fransızca bile konuşamıyor. Bunlar mı Fransa’yı kurtaracaktı?”

Böyle söz edip 23’lerden, onların Fransızca hataları ile dalga geçiyordu kendince.

Le Matin yazarlarının dikkatlerinden kaçmış olan bir hususu ben burada belirteyim:

23’lerin hiçbiri Fransız milliyetçisi değildi. Onlar Fransa’yı kurtarmak için değil faşizm karşısında insanlık onurunu korumak için savaşmakta idiler. Her biri yürekli birer komünist, her biri enternasyonalist idi bu insanların. Fransa anti-faşist mücadelenin alanı olduğu için orada idiler.

Bu husus daha sonra da Fransızların dikkatlerinden özenle kaçırıldı ve 23’ler “ulusal kahramanlar” olarak anıldılar Fransa’da.

21 Şubat 1944’te duruşma sonlandı.

Misak’a son sözlerinin ne olduğu soruldu. Orada verdiği yanıt benim yukarıda yazdıklarımı doğrular nitelikte:

“Alman halkına asla karşı değilim. (Duruşma heyetine dönerek) Size ise söyleyecek hiçbir şeyim yok. Ben size karşı koyup savaşarak görevimi yaptım. Hiçbir şeyden pişman değilim. Şimdi rolünüzü oynama sırası sizde. Elinizdeyim. (Küfür eden Fransız izleyicilere dönerek) Fakat size gelince… vicdanınızı ve ruhunuzu düşmana sattınız.”

Zaten belli olan karar açıklandı. Aynı gün Valerien tepesine götürüldü tutsaklar.

Kurşuna dizilmeden önce gözlerinin bağlanmasını istemedi Misak. Meline’ye yazdığı mektupta “güneşe ve güzelim tabiata bakarak ölmek istiyorum” demişti.

O gün Valerien tepesinde sadece Olga Bancic infaz edilmedi. Fransa yaslarına göre kadınlar kurşuna dizilmezlermiş. 10 Mayıs 1944’te başı balta ile kesilerek idam edildiğinde henüz 32 yaşında idi Olga.

1948’de Erivan’a gitti Meline, orada Fransızca öğretmenliği yaptı yıllarca. Bir daha evlenmedi. Minas’ın anısı ile yaşadı. Onun yazmış olduğu şiirlerin yayınlanmasını sağladı Ermenistan’da. Fransa’da ise Louis Aragon “Strophes Pour se Souvenir” (Hatırlanacak Dizeler) adlı unutulmaz şiirini yazdı onun için.

Şiir ünlü şarkıcı Leo Ferre tarafından seslendirildi. Belki dinlemek isteyenler olur düşüncesi ile linkini kopyalıyorum aşağıya:

Meline 1965 yılında tekrar Fransa’ya döndü. Mitterand tarafından Legion D’honneur nişanı ile ödüllendirildi.

Aslında çoktan hak etmiş olduğu Fransız vatandaşlığına kabul edildiğinde 74 yaşına gelmişti.

İki yıl sonra 1989’da terk etti dünyayı ve sevgili Misak’nın yanına gömüldü.

***

18 Haziran 2023’te Macron, Misak ve Meline’nin naaşlarının Fransa ulusal kahramanlarının anıt mezarlarının bulunduğu Panthéon’a defnedileceğini ilan etti.

Şubat 2024’te bahse konu defin gerçekleşti.

Öncesinde Valerien tepesinde gerçekleştirilen bir etkinlikte 23’ler anıldılar.

Neoliberal ekonominin Fransa’ya dayatmış olduğu cumhurbaşkanı Macron 23 komünistin anısı önünde saygı duruşunda bulunuyordu.

Gerçi o defin işlemine ulusal bir anlam yüklemiş ve 23’leri “ulusal kahramanlar” olarak anmıştı ama cümle âlem bu saygı duyulacak insanların Fransa için değil, insanlık onuru için dövüştüklerini ve Fransa’nın değil anti-faşist mücadelenin kahramanları olduklarını bilmekte idi.

Misak Manuşyan Fransızca adı ile Michel Manouchian, Meline Asaduryan Manuşyan Fransızca adı ile Melinée Manouchian, üzerinde yaşamış olduğumuz coğrafyada dünyaya gelmiş ve burada geçirdikleri çocukluk günlerinde sadece acılar yaşamış olan iki insan.

Fransa devlet mezarlığı diyebileceğimiz Panthéon’a defnedilen ilk komünistler ve burada Fransız kökeni olmadan yatan ilk insanlar.

Yan yana uyuyorlar orada.

Toprak incitmesin.

* Yazıyı hazırlarken internet bünyesindeki kaynaklar ile birlikte Melinée Manouchian’ın “Bir Özgürlük Tutsağı Manuşyan” adlı kitaptan yararlanıldı. Nette yer alan bilgiler ile kitapta yazılı olanların çelişmesi durumunda kitapta yer alan bilgiye itibar edildi

** Aile tehcire tabi tutulmamıştır. Tehcir sırasında bölgede yaşanan karışıklıklar esnasında kimliği meçhul kişiler tarafından öldürülmüş annesi ve iki kardeşi ise o dönemde yaşanan kıtlığın kurbanı olmuşlardır.

*** CGT, Conféderation Generale du Travail (Genel Emek Konfederasyonu) Fransa’da kurulu büyük bir işçi örgütü.

**** Almanların hazırlayıp propaganda amacı ile şehrin tüm cadde ve sokaklarına asmış olduğu “Affiche Rouge”da (Kızıl Afiş) yer alan rakamlar burada yazılanlardan hayli farklıdır. Ben Meline’nin kitabında yer alan rakamlara itibar edilmesinin doğru olacağını düşündüğümden Affiche Rouge rakamlarına itibar etmedim.

***** Yoldaşları 15 Kasım, Meline ise 16 Kasım tarihini zikrediyorlar.

****** Meline yazdığı kitapta söz konusu hainin kim olduğu konusunda düşüncelerini belirtmiştir. Ancak kesin bir kanıt olmadığı için hainin adını vermekten imtina ettim.

Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak* – Mustafa Kemal Ersöz

Bu geç bir metin ama maalesef güncel bir metin. Elbette bu metin 6 Şubat sonrası hayatı radikal biçimde sarsılmamış olan okuyucuların yaka silkeceği bir metin olabilecektir. Şüphesiz dışarıdan -Antakya ve havalisinden olmayan- okuyucu “hâlâ mı aynı yerdesiniz?” diye iç geçirebilir. Dışarıdan bir okuyucunun içini bunaltan “Ama artık…” diye başlayan bıkkın bir serzenişle daha en başından okumaktan vazgeçip sonuna kadar sabredemeyeceği bir metin olabilir.

Ne de olsa modern ötesi iletişim çağındayız her şey göz açıp kapayıncaya dek bir süratle olup-bitiyor. Evet her şey oluyor ve bitiyor. Ne izleyici ne de olup-bitenin doğrudan muhatabı henüz ne olup-bittiğini idrak edemeden, neden ve sonuçları hakkında hakkınca düşünemeden, hakkınca duygulanamadan, bırakın ağıtı, yası, hakkınca küfredemeden bile yeni bir şeyler başlıyor. Olan şey orada bitiyor. Yeni olanlar, olaylar, gündemler başlıyor. Kelebeğin ömründen kısa yeni süreçler başlıyor. Henüz az önce hayretle izlediğimiz kan-revan içinde yaşadığımız olan kaldırılıp, unutulan şeyler müzesindeki yerini alıyor. Artık onun hakkında düşünmek, konuşmak hatta onun içinde yaşamak bile demode, sıkıcı görünüyor.

Süreğen bir yeniye yetişme telâşından her şeye geç kalınıyor. Hiçbir şeye yetişilemiyor. Zaman dediğimiz nedir ki? Artık hiçbir şeye vakit yok. Dağılmış pazar yerlerine benzeyen bir keşmekeş içerisinden ne olup-bitene efkarlanmak ne hüzünlenmek ne de başka bir insanî duygu geliyor kimsenin içinden, gelse de öyle sürekli değil. Bir caz müziği gibi gelip geçiyor her şey; o kadar çabuk, o kadar kısa, işte o kadar.

Kasavetli konulardan bahseden, zamanın ruhu ve neşesini yakalayamamış sıkıcı biri olarak görünmek pahasına söylemek isterim ki maalesef felaket bir sabaha karşı olup-biten bir şey değil. Felaket bir süreç. Hele ki 6 Şubat gibi ardında bıraktığı yıkım, yıllar hattâ on yıllar sürebilecek büyük bir felaketin etkileri hayatın tüm veçhelerinde süregidiyor. İnsanlar Antakya ve havalisinde bir felaketin, felaket bir sürecin içerisinde yaşamaya çalışmaya devam ediyorlar.

Enkazlar, molozlar, hafriyatlar, konteynerler, çadırlar, akmayan sular, gidip-gelmeyen elektrikler, kavuran sıcaklar ve haşarat baskınları, alelade bir bahar yağmurunun bile felakete dönüştüğü, gündelik yaşamın kendisini felakete dönüştüren olağan gerçekliğin hudutlarını zorlayan gerçekliğin içinde her şey 6 Şubat sabahında durduğu yerde öylece duruyor.

Zelzelenin ardında bıraktığı iktisadî yıkımın üzerine binen çığırından çıkmış bir enflasyon ve ekonomik buhran koşullarının çok katmanlı yükü altında, neredeyse olanaksız olanın içinde olağanlaşmış bir olağanüstü hâlde maddî koşulların da ötesinde zelzelenin neden olduğu onulmaz kayıpların yarattığı travmaların ve bu travmaların doğurduğu sanrıların, sayıklamaların, kâbusların, kimi sessiz kimi nevrotik bir atak hâlinde gelen çığlıkların içerisinde, yankısı duyulmayan derin bir sessizlik kuyusuna, unutulmuşluk kuyusuna itilip, terk edilmiş, mahvolmuş hisseden belki hakikaten mahvolmuş hayatların içerisinde kendi kaderleriyle ve kendi felaketleriyle baş başa, ne hâlleri varsa kendi başlarına görecekleri, rezerv alan dahi türlü devletlu planlarla borçlandırma, mülksüzleştirme tuzaklarının tehdidiyle hülasa boyunlarına asılmış bir yaşamak ağrısıyla yaşamaya gayret gösteriyorlar.

Felaket yerinde, felaketin içinde, hayatın daimi bir felaket sahnesine dönüştüğü hattâ bizatihi felaketin kendisi olduğu, tanığı ve kurbanı olunan olağan dışı, her açıdan neredeyse gerçek dışı felaket deneyimlerinin olağan ve akla indirgenebilen dile tahvilinin felaketin kendisine denk olabilmesinin imkânın olmadığı bir ahval içerisinde tanık ve aynı zamanda kurban olanların bağlamsız, dağınık, kopuk haykırışlar, yakarış ve çığlıklarla ya da derin bir sessizlikle ancak kendini ifade edebildiği kolektif bir haleti ruhiye içerisinde, insanlar yaşam gailesinden sıyrılabildikleri her an artık var olmayan bir eve hafızayı beşerin maluliyetlerinin yanı sıra içinde bulunulan özel travmatik durumu da nazara aldığımızda belki de hiç var olmamış bir eve özlem duyuyorlar. Bir memleket artık eve dönmek istiyor.

Tam da mefhumun Yunanca kökeninin muhtevasına denk düşen ve mefhumun zaman içerisinde kazandığı manalara da tekabül eden biçimde felaket coğrafyasında yaşamı melankolik bir nostalji duygusu kaplıyor. İnsanlar ruhen, bedenen duydukları ızdırap ve elemle evlerine dönmek istiyorlar. Yurtlarındalar ne var ki yurt bildikleri yeri özlüyorlar. Ait olduklarını düşündükleri yuvalarına, zamanlarına, memleketlerine özlem duyuyorlar.

Şimdi ev diye başlarını sokabildikleri konteynerlerin kapısına çıktılarında, ekmek kapısı bildikleri barakaların önüne çıktıklarında, köstebek yuvasına dönmüş yollardan ilerlemeye çalışan araçlarının camlarından baktıklarında hep karşılarına aynı felaket manzarası çıkıyor. Uçsuz bucaksız bir yıkım manzarasına bakıyor insanlar. Birkaç tepedeki göstermelik TOKİ konutu inşası dışında hiçbir değişimin yaşanmadığı, insanda hiçbir ilerleme hissi uyandırmayan nerdeyse donup kalmış bir zamanın içinde, kayıp zamanın izinde bir geleceksizlik fikri hatta kabulü insanların bilincini kaplıyor, toplumsal bilince hatta toplumsal psikolojiye yerleşiyor.

Hâl-hatır sohbetleri, eski tanıdık karşılaşmaları, dertleşmeler, hasbihâller, içki masalarının son dem muhabbetleri mütemadiyen bir şekilde eskiye özleme, eskinin yadına bağlanıyor. Yeninin tahayyülü silikleşiyor. Eskinin Kaf Dağı’nın ardında görünen donuk fotoğrafı hafızanın hileli aynalarında bir avuntu bahçesine, bir sığınağa dönüşüyor.

Gelecek umudunun, hevesinin kaybolması ve gayet maddî nedenlerden ötürü erişilemez görünmesi insanları geçmişin düş bahçelerinde geçmişin belki de hiç öyle yaşanmamış hayaletleriyle kifayetsiz gezintilere mecbur kılıyor.

Geçmişe, geçmişin hayaline dönmenin tesellisi zaten mecali kalmamış, tek başına kendini aşan bir yazgının kör talihiyle dövüşmesi istenenlere güncel dahi gündelik olanın gün geçtikçe daha da keskinleşen, yakıcılaşan çelişkilerinden, açmazlarından, bitap düşüren yorgunluğundan bir nebze de olsa kurtulabilmenin imkânını veriyor.

Ne var ki her hakikatten kaçış yöntemi gibi, her yalancı bahar çağrısı gibi, her farmakon gibi, her nevî uyuşturucu illeti gibi bu nafile çaba da yanılgıları, yanılsamaları, marazları beraberinde getiriyor. Bir memleket umutsuzluğun, yarından ümitsizliğin batağında yeninin velut yaratıcılığından, gelecek azminden, bugünden, yarından, zamandan kopuyor. Ne içinde hissediyorlar zamanın ne de büsbütün dışında; artık ileriye doğru akmayan çoktan yitip gitmiş donmuş retro ve retorik yitik cennet masalının içinde bugünün yalın gerçeğinden, hakikatten kaçıyor olmanın verdiği iç sıkıntısının boğuntusuyla, çıkışsızlıkla, daha da beteri yalanla, avuntuyla karışmış bir geçmiş özleminin beyhude sıkıntısıyla boğuluyor.

Hiçbir mahkûmiyet umutsuzluktan daha ağır değildir. Yarına duyulan ümit zayıflayıp, belli belirsizleşerek yok olup gittikçe kadere rıza, süregidene rıza, kafa karışıklığı, iradesizleşme, ruhu kemiren endişe, korku, serseri bir mayın gibi yerli yersiz patlayan öfke hüküm sürüyor. Ne yazık ki böylece memleket ve nesiller eskinin içinden zuhur eden kendi yeni özgün hikâyelerini yazabilme yetisinden mahrum düşüyorlar.

Felaketin ardından, onun korkunç anılarından, kaygının ve endişenin toprağından karılan yeni bir sosyal yapı, yeni bir toplumsal bellek doğuyor. Zira uzun erimde sular durulup çekilmeye başladıktan sonra felakettin hafızası, felaketten geriye kalanlardır. Ve eğer siz büyük bir felaketten arda kalan kişiyseniz, meğer siz büyük bir felaketten arda kalanlara bakan kişiyseniz neredeyse hiçbir şey hissedemiyorsunuz. Bir felaketi hatırlamak aynı zamanda onu unutma süreciyle birlikte işler. Mamafih felaketin büyük yıkımının karşısında fert planında kendini yapayalnız, çaresiz hisseden zihin, neyi unutup neyi hatırlaması gerektiğine dair acze düşüyor. Felaketten geriye belki de hatırlanmaya değer olmayan kimi unsurlar galebe çalıyor. Korkuya kapılmış, karamsarlığa düşmüş zihin geçmişin, bugünün ve geleceğin işe yarar unsurlarını bilince çıkarmakta zorlanıyor. Böylece bir memleket yeis içerisinde bedbin kendi kendine mırıldanıyor: “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.”

Oysa bu ifade evvel vakit, bugünden bakınca çok bir vakit önce, başka bir bağlamda başka bir ahval ve şerait içerisinde ama tam da bugünlerdeki gibi bizi rezil bir geleceğin kölesi sandıkları bir zamanda, ardımızda bırakarak güz çağrısını umudun şafağına uyandığımız ve şarkılarla geçip caddelerden meydanlara indiğimiz o ilk yaz günlerinde, hepimizin yeni bir hikâyesi olduğu, kolektif belleğimizin yarına dair düşle, umutla karılmış bir masalsılıkla harmanlandığı izzet-i nefsin ayaklandığı, mukadder görünene başkaldırdığımız, dayanışma ile direniş ile imkânsızın içinde bir imkân devşirdiğimiz, tek başımıza kurtuluşun olmadığını bilince çıkardığımız ya hep beraber ya hiçbirimiz diye haykırdığımız o şölen günlerinde, Haziran İsyanı günlerinde söylenmişti.

Peki ama o günlerden bugüne bir rabıta bizler için bir misal, bir yol yok mudur? Yoksa dayanağı muğlak naif bir nostaljiden mi ibarettir bu nazariye?

Nostaljinin bir veçhesinde melankoli, sinizm, varsa bir diğer veçhesinde yaşanan hayatın, bize neler kaybettirdiğini anlamaya başlayan insanın gitgide yoksullaşan hayatı, yeniden daha zengin, velut, renkli bir hâle getirme arzusuna, isteğine yaslanan şimdiyi sorgulayıcı, sarsıcı, şimdi ve burada diyen yeniden kurucu, şimdinin karabasanlarına direnmenin, şimdiyle yüzleşmenin yollarını açan ferdi anımsama ile kolektif anımsama arasındaki karşılıklı ilişkiye toplumsal hafızayı yeniden inşa edici hususiyetleri de var.

Bir yüzümüz felakete dönükse bir yüzümüzü hayata dönebilmeliyiz. Felaketten öğrendiklerimizi yarının inşasına tahvil edebilmeliyiz. İster yitip giden eski cennetin özlemiyle yahut kendi küllerimizden kendi ellerimizle yeniden inşa edeceğimiz yeni cennet özlemimizle, geri dönülemez, fert fert hepimizin iradesini aşan bir felaketin ardından işte şimdi buradayız. Ne yaparsak yapalım kaçıp kurtulmayacağımız bir yazgı bu. Her şeyi şimdi ve burada hep birlikte yaşayacağız. Buradan çıkacaksak hep beraber ancak birlikte çıkacağız.

Öyleyse filhakika şu anahtar soruyu sorabiliriz: Ne yapmalı?

Bir yanda 5’li çeteler, şantiye, rantiye, faiz akbabaları devletlu zevatla kol kola girmiş evimize barkımıza hatta mülkten-topraktan öte, memlekete, tabiata, feleğe, devrana çökmeye azmetmişken, makamlarda, müsteşarlıklarda, salonlarda, çalıştaylarda kalan ömrümüz birilerinin gelecek cirolarına, taşınmaz varlıklarına rezerve edilirken öfkemizi ne kadar borçlandığını bilemediği borç taahhütlerine imza atmaktan imtina eden bizimle aynı kaderi paylaşan komşumuzdan, önümüze sürülen göstermelik günah keçilerinden ziyade esas müsebbiplere, esas muhataplarına yöneltmeliyiz.

Biz kendimize yardım etmezsek kimsenin bize yardım etmeyeceğini bilmeliyiz. Biz birbirimize el vermedikçe kimsenin bize elini uzatmayacağını bilmeliyiz. Biz bize saygı duymazsak kimsenin bize saygı duymayacağını bilmeliyiz. Birbirimize sahip çıkmazsak kimsenin bize destek çıkmayacağını bilmeliyiz. Her koyun kendi bacağından asıldıkça sürünün hiçbir şansı olamayacağını bilmeliyiz. Birlikte ve beraber konuşmazsak kimsenin sesimizi işitmeyeceğini bilmeliyiz.

Ev ev, bina bina, mahalle mahalle yan yana gelmeliyiz. Birlikte düşünmeli, konuşmalı eylemeliyiz, hülasa birlik olmalıyız. Ne olacaksa hepimize olacağını bilmeliyiz. Nihayet, elbette her şeye rağmen yüzümüz yaşama dönük olmalı, nikbin olmalıyız zira umut; sabır, azim ve tahammülle mündemiçtir.

Ezcümle, “ne geçmiş tükendi ne de yarınlar” ama elbette bir şerhle “bugünlerden geriye, bir yarına gidenler kalır bir de yarınlar için direnenler” ve artık hepimiz her günkü gündelik tecrübemizden biliyoruz ki: Yaşamak direnmektir! DİREN HA! Müthiş kazandığımızı göreceksin! o

Mayıs 24 / Antakya

* İlk kez Ehlen dergisinin internet sayfasında yayınlanmıştır.

Verili sınırlar mı, Gezi mi?

Bugünü anlamadan ona karşı mücadele etmek mümkün değildir. Doğru.

Fakat bugünü, sadece içinde bulunulan anı değerlendirerek anlayamayız. Bunun için tarihimize ve geleceğe bir arada bakmaya ihtiyacımız vardır. Bunlarla birlikte bir de ne istediğiniz sorusu vardır. Tüm bunların birleşimi bize bugün ne yapmamız gerektiğini söyleyecektir. Bu neyi, ne kadar yapabileceğimizi, sınırlarımızı da gösterecektir. Tarih, gelecek ve ne istediğimiz burada bir kez daha devreye girecek ve bu sınırları kabul mü edeceğiz yoksa aşacak mıyız bize gösterecektir. Elbette artık burada “karar” da devreye girecektir.

Bugün ekonomik kriz her geçen gün daha da ağırlaşmaktadır. Geleceksizlik ve sömürü her geçen gün daha da artmaktadır. Cinayetler ve intiharlar üst üste gelmektedir. Savaşlar dünyanın her yerinde daha fazla ölüm getirmektedir. Tüm bunlara karşı çıkmak ise yine dünyanın tüm topraklarında daha büyük bir baskı ve zorla durdurulmaya çalışılmaktadır. İşçiler, emekçiler, kadınlar, öğrenciler, halklar için yani aslında egemenler dışında hepimiz için yaşamak daha da zorlaşmaktadır.

Sınıflı toplumların tarihinde bu tablo kendini sürekli zaten tekrar etmektedir. Ama “görünen gerçek olsa bilime gerek kalmazdı.” Bugünün diğer tarafında ise pek görünmese de direnenler vardır. Emeklerine sahip çıkan işçilerin yaptığı grevler, yaşamlarına ve haklarına sahip çıkan kadınlar, gelecekleri üzerinde söz sahibi olmak için sokaklara çıkan öğrenciler, emperyalizmin yaratıp büyüttüğü savaşlara karşı direnen halklar vardır.

Tarih, gelecek ve ne istediğimizi burada tekrar düşünelim.

Gezi Direnişi bizim tarihimizdir hem de yakın tarihimiz. “Günde 7 kere İstiklal Caddesi’nden Galatasaray Meydanı’na yürüyorsunuz da ne oluyor” denildiği bir anda yasaklanan bir meydandan vazgeçmeyenlerin mücadelesidir. O günün sınırlarını kabul edemeyip bir adım daha atanların mücadelesidir. Kayıplar, yaralılar, tutuklular veren ama herkesin acısıyla birlikte onurunu taşıdığı bir direniştir. Yanında hiç tanımadığı insanlardan korkmadan ya da bir çıkar beklemeden birlikte bir barikatı savunmaktır. O barikat her birimizin geriye atamayacağı bir adımdır.

Bugün Gezi Direnişi’ni “önemli günler ve haftalar” kapsamında ele almak kendi tarihimizin inkârıdır. Biz direnenler ellerimizle, canlarımızla Berkin’le, Abdullah’la Ethem’le, Ahmet’le, Medeni’yle, Hasan Ferit’le, Mehmet’le, Ali İsmail’le, yarattığımız direnişin bugün tüm eylemlerde yaşamaya devam ettiğini görelim. Biz yarattık bunu, bu güce sahip çıkalım. “Sayısı az, etkisi büyük değil, talepleri geri” diyerek direnişleri görmezden gelen, içlerine girip büyütmeye çalışmayan, diğer direnişlerle birleştirmeye çalışmayan, “yok bir daha öylesi olmaz” diye düşünen akıl, çürüyerek tarihin dibine doğru yola çıkmıştır.

Hatırla gücünü nereden aldığını!

Sen gücünü yakılan çadırlara sahip çıkanlardan, ağaçlara sarılanlardan, özgürlüğü için TOMA’ya karşı duranlardan aldın. Seçimlermiş, sandıkmış, CHP’ymiş, liyakatmiş, belediyelerin verdiği market çekleriymiş, yumuşamaymış… Şimdi bunlar mı güç versin bize? Kendi yaptıklarımızdan değil de başkalarının ve hem de egemen olan, bizi buna mahkûm eden, sömüren, özgürlüğümüzü elimizden almaya çalışan, tarihi tekrar yazmaya çalışan başkalarından mı umut edelim özgür bir yaşamı?

Kusura bakmayın…

Ufak bir umudu da çok gördük, “en devrimci” biziz ya sanki siz bilmiyorsunuz bunun seçimlerle olmayacağını, mücadele etmeden hakların alınamayacağını ama en azından bir nefes almaya ihtiyaç vardı diye düşündüğünüzden böyle yaptınız.

Yok, bizimki, ne kibir, ne öfke, ne “en devrimcilik”.

Bu sadece Gezi’yi yaratan, yaşayan ve özgür bir yarını kurabileceklerin kendi emeklerine sahip çıkması ve gücümüzü her zaman aldığımız gibi yine birbirimizden alma isteği.

Hepimiz aslında biliyoruz, bilelim, bizi kurtaracak olan kendi kollarımızdır. Bu da bizim kendi kollarımızı mücadeleyi büyütmeye çağrımızdır.

Kendi tarihini bilenler, geleceğini özgür günlerde görenler, bugünün sınırlarını kabul etmeyenler gözlerini, akıllarını ve kalplerini direnişlere çevirmelidir. 2024 1 Mayısı’nda Taksim için adım atanlara bakmalıdır. Barikatlara yüklendiği için tutuklananların direnişini büyütmelidir.

Geriye atabilecek bir adımınız daha olduğunu düşünüyorsanız, yok. Önce ayağınız ve sonrasında kendiniz boşluğa doğru düşmeye başlayacaksınız. Hep birlikte bir adımımızı ileriye atalım. Gerçeği kabul edelim. Bize kararlı, ısrarcı ve cüretli bir biz olmak gerek. Yardımlaşmak değil dayanışmak gerek. Beklememek yapmak gerek. Bu mücadeleyi sürekli kılmak, kazanmak için de örgütlenmek gerek.

Örgütlenin.

Örgütlenmek, var olabilmek ve bu varoluş için mücadele edebilmektir. Gücünün ve güçsüzlüğünün ne demek olduğunu anlayabilmektir. Anlayabilmenin açtığı yolla gücünü eline alabilmektir, söylemek ve yapmaktır. Güç buradadır, örgüttedir.

Güç “muhalefet”te değil sendedir, aklın ve eylemindedir. Bir sendikadan, bir partiden, bir kişiden beklemek değil, yaptıkların, yapamadıkların ve yapmakta ısrarcı olduklarındadır.

Gezi’yi yaratan akıl ve adımlara, grevleri büyüten iradeye, 8 Martlarda büyüyen kararlılığa, üniversiteleri özgürleştirmek için verilen mücadeleye, “1 Mayıs alanı Taksim’dir” diyerek mücadeleyi yükseltenlere bak, yerin onların, bizim yanımız.

Bizim tarihimiz 15-16 Haziran’dır, Tekel Direnişi’dir, Gezi’dir. Geleceğimiz özgür ve sömürünün olmadığı bir dünyadır.

Ne istediğimiz ise açıktır.

Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz ya dünyamıza inecek ölüm.

Kaldıraç Hareketi

27 Mayıs 2024

Repression in İstanbul | FAU Schweiz – Die Basisgewerkschaft

Der 1. Mai 2024 in Istanbul fand unter einem enormen Polizeiaufgebot statt, de facto erfolgte eine militärische Besetzung der Stadt. Seit Jahren wird dafür gekämpft, dass die Maidemonstrationen auf dem Taksim-Platz stattfinden können, da dieser eine historische und symbolische Bedeutung für die Arbeiter*innen hat.

Obwohl das Organisationskomitee der 1. Mai-Demonstration dazu aufgerufen hatte, dieses Jahr zum Taksim-Platz zu marschieren, wurde bekannt, dass sie mit dem Staat eine Vereinbarung getroffen hatten, eine Kundgebung in Saraçhane abzuhalten und nicht zum Taksim zu marschieren.

Trotz der aussergewöhnlichen Massnahmen und Drohungen der Regierung versuchten Tausende von Menschen spontan, vom Saraçhane zum Taksim-Platz zu marschieren. Die Polizei verhinderte dies und griff die Demonstrant*innen mit Tränengas und Gummigeschossen an.

In den folgenden Tagen wurden bei zahlreichen Polizeirazzien 49 Menschen festgenommen. Wir verurteilen das Vorgehen des türkischen Staates und bekunden unsere Solidarität mit den Verhafteten des Istanbuler 1. Mais, die für eine selbstbestimmte Demonstration auf dem Taksim-Platz kämpfen!

FAU Schweiz – Die Basisgewerkschaft

1 Mayıs yargılanamaz, 1 Mayıs tutuklularına özgürlük! | Meslekler Arası İşçi Sendikası / Basel

2024 1 Mayıs’ı tüm dünyada eylem, etkinlik ve mitinglere konu oldu. Milyonlarca işçi, emekçi, genç, kadın sosyal yıkım saldırılarına, açlığa, yoksulluğa, geleceksizliğe ve yükselen emperyalist savaşa karşı alanlardaydı.

İşçi, emekçiler 1 Mayıs’ta yaşanan ekonomik krizin faturasını ödemeyi reddettiler. Başta Ortadoğu ve Filistin halklarının üzerine yağan bombalara karşı halkların kardeşliğini haykırdılar. İnsan haklarına, özgürlüklere ve demokratik haklara dönük artan baskıları kabul etmeyeceklerini dile getirdiler.

Hemen tüm dünyada görece olaysız geçen 1 Mayıs, Türkiye’de gibi kolluk güçlerinin azgın-faşist saldırısına uğradı.

Türkiyeli ilerici, sol, demokrat ve devrimcilerden oluşan çeşitli parti, örgüt ve dernekler, 1 Mayıs’ı sınıfsal-tarihsel özüne uygun olarak kutlamak istemişlerdir. Bu nedenle Türkiye işçi sınıfının bilincinde tartışmasız 1 Mayıs Meydanı olan Taksim Meydanı’na yürümek isteyen kitleye izin verilmemiş, plastik mermi, gaz ve göz yaşartıcı bombalarla adeta terör estirilerek 250 insan gözaltına alınmıştır.

1 Mayıs günü İstanbul kentini adeta abluka altına alan ve normal hayatı dahi felç eden polis uygulamaları, şiddet, gözaltı yetmiyormuş gibi, bir gün sonrada 1 Mayıs’a katıldığı tespit edilen devrimci-aktivistlerin evleri basılarak, kapıları kırılarak gözaltına alınmışlardır.

Şu ana dek göz altına alınan 250 kişiden 49*unun tutuklandığı ve birçok aktivist içinde tutuklama kararının çıkartıldığını biliyoruz.

Bizler, kendi yasalarını dahi tanımayarak, 1 Mayıs’ı kutlamak isteyen sendika, parti ve kurumlara dönük uygulanan şiddet ve zorbalığı reddediyor ve bütün bu uygulamaları kabul edilemez bularak, şiddetle protesto ediyoruz.

Polis şiddeti ile gözaltına alınan 1 Mayıs tutuklularının yanında olduğumuzu, yaşanan hukuksuzluklara derhal son verilerek, tutukluların serbest bırakılması çağrımızı güçlü bir şekilde haykırıyoruz. Bu konuda Türkiye’de çaba gösteren sınıf kardeşlerimizle de uluslararası dayanışma içinde olduğumuzun bilinmesini istiyoruz.

1 Mayıs tutsaklarına özgürlük!

Dayanışma selamlarımızla…

Meslekler Arası İşçi Sendikası, Basel
(Interprofessionelle Gewerkschaft der Arbeiter*innen)

*: Metin İstanbul Emek, Barış ve Demokrasi Güçleri’ne ulaştığı tarihteki tutuklu sayısı.

Tasarruf”, “halka arz”: Hepsi işçi ve emekçilere düşmandır

Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim, bozuk düzende sağlam çark olmaz. Günü “kurtaracak” önerilerle bu cendereden çıkılamaz. Kâr hırsıyla yaşayan kapitalizm reddedilmeden, nefes alınabilecek bir dünya olmayacak.

Birileri çıkıyor, “bakın biz kamuda tasarrufa gidiyoruz, siz de dişinizi sıkın” diyor, kamu arazilerinin satılacağını duyuruyor. Birileri de “özeleştirmiyoruz, halka arz ediyoruz” diyerek kamunun tüm birikimlerini satışa çıkaracağını belirtiyor.

İBB Mali Hizmetler Daire Başkanı Rezzan Neslihan röportajında, İGDAŞ’tan başlayıp Halk Ekmek’e kadar pek çok hizmetin özelleştirileceğini söylüyor. İmamoğlu ise “haddini aşmış” şovundan sonra, hayır “halka arz ediyoruz” diyerek aslında öze değil, ifade ediliş biçimine itiraz ettiğini itiraf etmiş oluyor.

Toplumun hafızası bu kadar yok sayılabilir mi? Tüm dünyadaki neoliberal politikalar ile paralel olarak Özal ile artışa geçen, AK Parti ile arşa çıkan özelleştirme dalgası başka coğrafyada mı yaşandı? Birçok büyük işletme halka arz adı altında özelleştirilirken, otoyol ve köprüler dâhil birçok özelleştirme yaşamadık mı? Büyük fabrika arazilerinin ranta açılarak peşkeş çekildiğini başka bir ülkede mi yaşadık?

Halka arz olununca şirketler denetlenebiliyormuş! Şimdi bu şirketlerin daha iyi denetlenebildiğini söyleyebilir miyiz? Geçmediğimiz köprü için ödediğimiz dövizi düşününce, bu süreçten kazançlı çıktığımızdan bahsedebilir miyiz?

Kamuya ait bir şirketin halka arz edilmesinden kimler kazanç sağlayacaktır? Mesela, halk doğalgazı daha ucuza mı alacaktır? Yine yakın zamanda özelleştirilen elektrik şirketleri örneğinin üzerinden çok zaman geçmedi. İlave kârlarla büyüyen bu şirketlerin kime faydası var?

Her gün artan elektrik faturalarıyla işçi ve emekçilere faydası olmadığı aşikâr. Yoksa bu şirketlerde çalışanlara mı faydası olacak?

2017’de başka bir şov olan, kanun hükmünde kararname ile kamuda taşeron firmalarda çalışan işçiler kadrolu hâle getirilecekti. Bugün İGDAŞ dâhil birçok kamu kurumunda, yeni alt şirketler kurularak işçilerin kadrosuz, taşerona çalıştırıldığını biliyoruz. Bu kurum özelleştirildiğinde, bu işçiler kadrolu olup daha iyi koşullarda mı çalışacak?

Hayır, geçmiş deneyimlerde de gördüğümüz gibi, güvencesiz çalışmanın, işten atılmaların artacağı gerçeklikle karşı karşıya kalacağız!

Eskinin özelleştirme, sadaka dağıtma politikaları, bugün farklı soslarla, belediyeler eli ile yeniden sahaya sürülüyor.

Ekonomik krizin bedeli ödetilen işçilerin sokaklara taşmasını engellemek için beş yıl daha yerinizde oturun, biz sizin yerinize yönetiriz, gerekirse sizin için mitingler de organize ederiz deniliyor.

Kömür dağıtanlara laf edenler, şimdi sınırlı bir kesime ucuz yemek dağıtarak sorunun böyle çözüleceğinden bahsediyorlar.

Kriz hâlindeki kapitalizm, CHP’ye verdiği yeni rolüyle belediyelerle sadaka dağıtmayı planlamaktadır. Sadaka kültürü insan onuruna hakarettir. Onurlu bir yaşam isteyen insanlar ise dayanışmayı büyütmeli ve bunu sadece kendinden olanla yapabileceğini bilmelidir.

Özelleştirme değil, tam tersine kamulaştırmaya gidilmelidir. Gerçekten tasarruf etmek isteyen, zenginlerin ettiği yüksek kârlara bakmalı verdiği teşviklerden vazgeçmelidir.

“Tasarruf”, “halka arz” politikaları halkı kandırmaktan öteye gitmeyecektir.

Milyonlarcamız asgarî ücretle, milyonlarcamız açlık sınırının altında, milyonlarcamız da yıllarca çalıştıktan sonra ayda 10 bin lira ile hayatta kalmaya çalışıyor. Yönetenler ise her geçen gün yine bizim üzerimizden servetlerini büyütüyorlar.

Bugün ücretsiz barınma, elektrik, su, doğalgaz, ulaşım için kamulaştırma talebiyle mücadeleyi yükseltmek gereklidir. Bu krizi biz yaratmadık, yükünü de biz ödemek istemiyorsak örgütlü mücadeleyi büyütmeli, sömürüsüz ve sınırsız, insanca yaşanacak bir dünya kurmak için adımlarımızı birleştirmeliyiz.

Çerkes sürgünü

“Ey dünya, ey insanlık! Bağımsızlığın anlamını Kafkas dağlarından öğrenin! Özgür yaşamak isteyenlerin nelere muktedir olduğunu görün. Uluslar onlardan ders alsın!”
Karl Marx

Yorgun düştüler savaşmaktan. Çağrılar yaptılar tüm insanlığa. Sağır olmuştu insanlık, seslerini duyuramadılar. Sonunda yenildiler… Sağ kalanlar döküldüler Karadeniz’in Kesç, Anapa, Tuapsi, Soçi iskelelerine… Kendilerini alacak Osmanlı teknelerini beklemeye durdular.

Duyuramadılar seslerini.

Srebrenitsa’da da duyulmadı bu feryatlar tıpkı Hocalı’da ya da Filistin’de duyulmadığı gibi.

Dönemin en modern silahları ile donanmış güçlü Rus ordusu karşısında hiç kimseden yardım ve destek alamadan yıllarca savaşan, vatanlarını ve kimliklerini korumaktan başka hiçbir talepleri olmayan Çerkesler üç yılı aşkın bir zaman dilimi sonunda yorgun düşüp yenildiler.

Rusya’nın Kafkasya genel valisi savaşın bittiğini ilan etti 21 Mayıs 1864 tarihinde.

Aynı gün başladı büyük sürgün.

Trajedi sözcüğü açıklamaktan çok uzaktır sürgünde yaşananları.

Aşağıdaki cümleler bir nebze olsun canlandırır gözlerde olayları belki:

“Deniz kenarında yedi yıl boyunca atılmış insan kemikleri vardı. Kargalar erkek sakallarından ve kadın saçlarından yuvalarını kurarlardı. Deniz yedi yıl boyunca karpuz gibi insan kafataslarını atıyordu. Benim orada gördüklerimi düşmanımın bile görmesini istemem.”

Sürgüne tanıklık etmiş yaşlı bir Çerkes, 1929’da söylemiş bu sözleri (Aktaran Simon Canaşia, Gürcistan Bilimler Akademisi Kurucusu).

Denize dökülenler, salgın hastalıklar nedeni ile kırılanlar, Karadeniz’in kudurmuş dalgalarına dayanamayıp parçalanan teknelerde denize karışanlar…

Bir öykü dolaşır dillerde kuşaklar boyu. Bebeğinin öldüğü anlaşılmasın diye gemide günler boyu yavrusunu kucağında taşıyıp ona ninniler söyleyen bir kadının öyküsüdür bu.

Bebeğin öldüğü anlaşılınca onu koparırcasına alıp kadının kucağından atıvermişler denize.

Ardından acıya dayanamayan anne bırakıvermiş kendini Karadeniz’in karanlık sularına.

Kitaplar değişik rakamlar verirler bu sürgünde ölenler hakkında, kimi altı yüz bin der, kimi iki milyon.

Hangisi ne kadar doğrudur bilinmez. Bilinmez de buna gerek var mı?

Bir anlamı var mı sayıların yukarıda dile getirilen öykünün yanında?

Sağ kalmayı başarabilenler döküldüler Trabzon, Samsun, İstanbul limanlarına.

Oradan savruldular tüm dünyaya.

Bugünlere geldik.

Sadece Türkiye’de iki milyonu aşkın Çerkes yaşamakta.

Tüm dünyada yaşayan Çerkes nüfusunun da yaklaşık dört milyon olduğu tahmin ediliyor.

Bunların çoğu Müslüman ülkelerde mukim. Dinleri açısından bir sorun yaşamıyorlar kabul

Peki ya dilleri?

Ya kimlikleri?

Bugün Çerkes diasporasını oluşturan yaklaşık dört milyon insanın kaçı konuşabiliyor kendi dilini?

Kaçı anadilinde konulmuş adını kullanabiliyor günlük yaşamda?

Bir fikrimiz var mı?

Olduğunu sanmıyorum

Kimlikleri yok edilip asimile edilmekte milyonlarca insan.

21 Mayıs 1864 Çerkes sürgünü.

Üzerinden 160 yıl geçmiş.

İnsanlık tarihinin kara sayfalarından biri, hâlâ kanamakta olan bir yaradır bu olay.

Üzerinden yüzyıllar geçse bile kapanması mümkün olmayan bir yara.

Kaldıraç dergisinin Mayıs 2024 tarihli sayısı yayında

Aylık Devrimci Sosyalist Dergi Kaldıraç’ın Mayıs sayısının tamamını buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.

Dergimizin bu sayısında bulunan yazılardan bazı bölümler ise şöyle;

Bu nedenle, yeni ekonomi yönetimi, açık olarak, enflasyonun 2026 yılında normale döneceğini söylemektedir. Bu durum, faizler düzeyindeki yükselişe rağmen TL’nin kaybının düşmemesinden de bellidir. İşte Erdoğan’ın, 4 yıl seçim yok, demesinin nedeni buradadır.
Perspektif yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Tepeden paçalara kadar devrim korkusu ya da İstanbul ablukası ve 1 Mayıs 2024

“Bu nedenle, yeni ekonomi yönetimi, açık olarak, enflasyonun 2026 yılında normale döneceğini söylemektedir. Bu durum, faizler düzeyindeki yükselişe rağmen TL’nin kaybının düşmemesinden de bellidir. İşte Erdoğan’ın, 4 yıl seçim yok, demesinin nedeni buradadır.
Deniz Adalı’nın yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Kriz ve işçi sınıfının durumu: Geriye atılacak adım kalmamıştır

“1 Mayıs alanında, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına girerken kutlanan ilk 1 Mayıs’ın anayasa tartışmalarına bağlanması, acaba amacı aşan bir tutum mudur? Alanda, polis barikatının önünde, Saraçhane’ye Taksim’e gitme iradesi ile çağrılan işçi ve emekçiler direnirken, alanı terk etmek, nasıl bir irade taşımadır?
Deniz Adalı’nın yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
1 Mayıs 2024 üzerine bazı notlar

“Parlamento ve siyasi partiler artık kâğıt üzerinde vardır ve işlevsizdir. Sadece ilgili durumlarda kullanılırlar. Seçim sistemi ve sandık gömülmüştür. Bunları gömen, egemendir. Seçimlerin kendisi bir çeşit tiyatrodur ve müsamere cinsinden, ilkokul tiyatrosu gibidir.
Deniz Adalı’nın yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
TC devletinin olağanüstü örgütlenmesi Saray Rejimi; savaş ve iç savaş

“Savaş devam ederken, yoksullaşan halka Saray Rejimi eli ile dayatılan sadaka sistemi, artık daha çok belediyeler eli ile sürdürülecektir. Hem sonra, bu ‘sosyal’ bir politika olarak da sunulabilir. Açları doyurmak, bazılarına iş bulmak, ucuz lokanta açmak, çöpleri toplamak, ‘askıda’ politikalarını geliştirmek, CHP eli ile daha iyi yapılabilir. Belediyelerin ise başka bir işi kalmayacak gibidir.
Fikret Soydan’ın yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
“Sahip”lerinin uzlaştığı yerde, aktörlerin dili aynılaşır “Kimsenin kaybetmediği seçim”

“Biz, Filistin’e karşı İsrail saldırısı öncesinde, iki noktanın savaş cepheleri olarak öne çıkartılacağını düşünüyorduk; biri, İran’a karşı savaş ve diğeri de Tayvan üzerinden Çin’e karşı savaş idi. Bu iki noktadan ABD’nin yeni kundaklamalar peşinde olduğunu düşünüyorduk. 2023’ün ekim ayında, Filistin’e karşı İsrail’in soykırımı ortaya çıkınca, Ortadoğu daha öne çıktı. Ama bu durum aynı zamanda, İran’a karşı doğrudan saldırıyı biraz olsun geri itti. Gördüğümüz bu idi.”
Aysun Sadıkoğlu’nun yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Bir ileri, bir geri: Savaş boyutlanıyor

Bu sayıda ayrıca Hakkı Taşdemir’in Anadolu’nun Ermeni sosyalistleri, Temel Demirer’in “Hayata dair” kenar notları, Sibel Özbudun’un “Alaturka” neoliberalizmin biyopsisi: Karabük Üniversitesi ve Şeyda Tuğgen Gümüşay’ın 1 Mayıs, tarihi anlamak ve madalyonun farklı yüzü başlıklı yazılar bulunmakta.

Dergimizin dağıtımına katkı sunmak için 0539 840 81 56 numarasına WhatsApp üzerinden ulaşabilirsiniz.

Dergimizin tamamını okumak için; Kaldıraç Sayı: 274 / Mayıs 2024
Dergimizin temin noktaları için; Oku, Okut, Dağıt

Birleşik, kitlesel, devrimci sınıf mücadelesini yükseltelim! | 2024 1 Mayıs Taksim Platformu

2024 1 Mayıs Taksim Platformu 1 Mayıs değerlendirmesidir:

 

2024 1 Mayıs’ını geride bıraktık. Devletin işçilere, emekçilere, toplumun geniş kesimlerine dönük baskı ve saldırılarına karşı tepkinin damgasını vurduğu gösteriler gerçekleşti. İstanbul 1 Mayıs’ına ise Taksim yasağı ve direnme iradesi damgasını vurdu. İktidarın baskı, yasak, savaş politikalarına karşı alanlara çıkan devrimci-ilerici güçler, işçiler, emekçiler, gençler tehdit ve saldırılara boyun eğmeyeceklerini gösterdiler.

1 Mayıs’a giderken…

İşçi Emekçi Birliği’nin birleşik, kitlesel, tarihsel ve sınıfsal özüne uygun 1 Mayıs’ı örgütleme çağrısıyla mart ayı içinde 1 Mayıs gündemleştirildi. 1 Mayıs’ın tarafı olan, iletilen çağrıya yanıt veren tüm kurumlarla 2024 1 Mayıs Taksim Platformu oluşturuldu. Platform hızla birleşik, kitlesel Taksim 1 Mayıs’ını örgütlemek için çalışmalara başladı. Afiş, bildiri vb. gibi materyaller belli yaygınlıkta kullanıldı. Sanayi havzalarında, emekçi semtlerinde, kent merkezlerinde ortak zeminde yaygın 1 Mayıs ve mücadele çağrısını geniş kesimlere taşındı. Devletin ve bürokrasinin 1 Mayıs’a dönük saldırı ve içini boşaltma çabalarına yanıt üretme çabası içinde oldu. Platform aynı zamanda 1 Mayıs’ın tarafı olan kurumlarla ortak hareket etmek için adımlar attı, atılan adımlara yanıt verdi. 

DİSK de dahil olmak üzere sendikalarla görüşmeler gerçekleştirdi. DİSK bürokrasisinin süreci güçlü ve birleşik bir zeminde örgütlemekten imtina ettiğini söyleyebiliriz. CHP ile birlikte davranan DİSK’e hâkim anlayışlar 1 Mayıs’ta AKP ile pazarlık yaparak yol yürümeyi tercih etti. 1 Mayıs’ın sınıf ruhunu ve sınıf kavgası içeriğini boşaltan bu adımlar sendikal bürokrasinin uğursuz rolünü bir kere daha göstermiş oldu. DİSK izlediği bu tutumla güçlü ve birleşik Taksim 1 Mayıs’ı zeminlerini de dinamitlemiş oldu. Yaşanan gelişmeler ışığında KESK DİSK’le birlikte hareket etmek için önemli çabalar ortaya koydu. Son günlere kadar DİSK buna yaklaşmadı. 

Mevcut tabloda KESK 1 Mayıs’ın tarafı olan güçlere 1 Mayıs gündemli çağrı yaptı. Geniş bir katılımın olduğu toplantıların ortak irade oluşturmaya uygun gerçekleşmediğini söyleyebiliriz. Geçmiş senelerde 5’linin gerçekleştirdiği bilgilendirme sınırlarını aşmayan toplantılar bu yıl da ortaklaşma adı altında KESK’in kendi tutumunu açıkladığı toplantılar olarak şekillenmiş, toplantıya katılan kurumlarla ortak irade ve inisiyatif oluşturulamamıştır. Son güne gelindiğinde açıklanan valilik yasağı parçalı, dağınık tablonun daha belirgin görülmesini sağlamıştır. Ortaklaşma zeminleri belli ölçüde ortadan kalkmış, tüm kurumlar kendi karar ve inisiyatifine göre hareket etmeyi tercih etmişlerdir. 

Platform, sürecin başından itibaren anlamlı bir dizi adımlar atması, bir dizi konuda ön açıcı inisiyatif koymasına rağmen mevcut tablonun dışında kalamamıştır. İç zayıflık ve bazı konularda farklı yaklaşımlara sahip kurumlar toplamı olmasının, bu yaklaşımların bir sonucu olarak bazı konularda ortak eğilim oluşturamamasının, toplamı gözetme kaygısının vb. bir sonucu olarak, yer yer bekleyen tablosu inisiyatifinin ve ortaklaşma zeminlerinin zayıflaması gibi sonuçlar açığa çıkarmıştır. Son gün valilik açıklaması ve ardından KESK’in acil toplantı çağrısıyla yapılan toplantıda Beşiktaş kolunda yer alan kurumların önemli bir kısmı kararını Saraçhane olarak değiştirmiştir. Platform ortaklaştığı toplanma kolu noktasında bütünlüklü bir tutum ortaya koyamamış ve ortak kararla yeni bir toplanma yeri belirleyememiştir. Sürecin gidişatının açığa çıkardığı bu tablo devlet, sendikal bürokrasi ve CHP’in 1 Mayıs’ın altını boşaltmak için attıkları adımların karşısında birleşik ve güçlü bir tutumla çıkılmasını da sınırlamıştır.

1 Mayıs günü Mecidiyeköy’de çeşitli noktalarda ve Saraçhane’de toplanan Platform bileşenleri bulundukları her yerde Taksim kararlılığını sürdürmüşlerdir. 

Platform bileşenleri ve devrimci-ilerici güçlere hâkim parçalı, dağınık tablo 1 Mayıs vesilesiyle daha belirgin görülmüştür. Devrimci-ilerici güçlerin sendikalar içindeki mevzilerinin ve etkilerinin zayıflığı bürokrasinin daha rahat ve hoyratça davranmasını da kolaylaştırmıştır. Açığa çıkan tablo bir kere daha birleşik mücadelenin ve sınıfı devrimcileştirmenin önemini göstermiştir. 

Tutuklama saldırısına karşı 1 Mayıs iradesi sürüyor!

Sermaye devleti 1 Mayıs günü ve sonrasında gözaltı, tutuklama saldırısını devreye sokmuştur. 1 Mayıs günü 200’ü aşkın gözaltı gerçekleşmiştir. 1 Mayıs sonrası yapılan ev baskınlarıyla gözaltına alınan arkadaşlarımızdan 50’si tutuklandı. 1 Mayıs iradesini kırmak için saldıran sermaye iktidarı İbrahim Kaypakkaya silüetini, Siyonist İsrail’le iş birliğinin ifşa edilmesini de suç gerekçesi olarak görmüştür. 1 Mayıs’a, İbrahim Kaypakkaya’ya, Filistin halkının haklı direnişine sahip çıkacağız. İçerde ve dışarda saldırılara karşı mücadeleyi büyüteceğiz. Ekonomik ve sosyal yıkım saldırılarının önünü almak ve toplumun geniş kesimlerine gözdağı vermek için gerçekleşen saldırılara karşı duracağız. 

Önümüzdeki görev iktidarın ekonomik, sosyal yıkım saldırılarına, savaş politikalarına, tutuklama terörüne karşı 1 Mayıs sürecinden dersler çıkararak birleşik mücadele zeminlerini güçlendirmektir. 1 Mayıs’ı örgütlemek için oluşturduğumuz Platform gelinen aşamada işlevini tamamlamıştır.  Platform bileşenleri olarak bundan sonraki sürece hata ve eksiklerimizden dersler çıkararak bulunduğumuz her alanda birleşik, kitlesel, devrimci mücadele zeminlerini güçlendirme bilinciyle yaklaşacağız.

Yaşasın 1 Mayıs, Yaşasın Sosyalizm!

Taksim 1 Mayıs Alanıdır!

1 Mayıs’a, Taksim’e, Tutsaklara Özgürlük!

18 Mayıs 2024
2024 1 Mayıs Taksim Platformu

 

Direnen halkları hiçbir kuvvet durduramaz!

Yıllardır süren baskıya rağmen durdurulamayan Kürt halkının mücadelesinin Gezi Direnişi ile birleşmesi, egemenlerin tüm dengesini bozmuştur.

İçeride yağma ve rant ekonomisi ile toplumun üstüne basanlar, dışarıda da emperyalistler adına savaşlara dahil olmaktadır. Bu gelişmelere karşı ise toplumda bir direniş mayalanmaktadır.

Egemenlerde her şeylerini kaybetme korkusu büyümektedir. Korkularının gerçeğe dönmesini engellemek için ise gelişen direnişlere saldırmaktadırlar.

Gezi davasında Can Atalay’a saldıranlar, dün 1 Mayıs’ta direnenlere saldırmıştır.

Bugün ise bir laboratuvar örgütü olan IŞİD’in Kobane’yi işgaline karşı gelişen direnişe destek çağrısı bahanesi Kürt hareketine saldırmaktadırlar.

Çalılar tutuşmuştur, ülkenin her yerinde yangın büyümektedir.

Cinayetle kaybettikleri arkadaşları için yüzbinlerce öğretmen sokağa dökülmektedir. 1 Mayıs’ta tutuklanan yoldaşları için devrimciler omumuza gelip mücadeleyi büyütmektedir. Van’da mazbatası verilmeyen belediye başkanı için Kürt halkı her yerde sokağa çıkmıştır. Filistin direnişi, emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin baskısına rağmen tüm dünyayı sarmıştır.

Direniş öğretmekte, korku duvarları aşılmaktadır. Saflar netleşmektedir, halkların ortak mücadelesi kazanacaktır.

Baskılar bizi yıldıramayacak, direnerek kazanacağız!