Ana Sayfa Blog Sayfa 301

Devrimci Yaşam – Günlük Çalışma ve Moral

Önceki Bölüm: Çıraklıktan Ustalığa

Coşku ve moral, balık gibi tuzlanıp saklanmaz. Ondan; önce onu tuzlayıp, saklayıp, sonra yararlanmayı düşünemezsiniz. Devrimci insanın morali, onun yaşam biçiminin, günlük çalışmasının dinamiği tarafından üretilir.
Bu yönüyle moral, bir devrimcinin ahlâkî değerlerindendir. Yani devrimci, sisteme karşı giriştiği savaşımın sonucu olarak, mevcut sistemin ahlâkî yapısını parçalayıp atmak ve kendisini yeni ahlâkla donatmak durumundadır. Sınıflı toplumlarda ahlâk, sınıf savaşımı için özel bir silahtır. Varlığını ve geleceğini mevcut toplumsal koşulların devamına bağlayan (nesnel anlamda varlığı bu koşullara bağlı olan) sınıf, eski ahlâka sıkı sıkıya sarılır; ancak bu lafta böyledir, kuramsal planda böyledir. Pratikte ise, yaşamın dinamiklerine yenik düşerler. Böylece savundukları ya da sarıldıkları ahlâkî değerlere de asla uymazlar, uyamazlar. Örneğin; dini öne çıkarırlar; ama kendileri bunun gereklerini yerine getirmezler. Örneğin; aileyi öne çıkarırlar, her gün zina suçundan insanları cezalandırırlar; ama kendi yaşamları buna dayanır. Böylece egemen sınıflar, geleneksel ahlâkı başkaları için (sistemin devamı için) zorunlu görürlerken, kendileri bunu gizli ve/veya açık yollarla reddederler. Böylece egemen sınıf üyeleri kendi içlerinde bile tutarlı davranmazlar. Vatan savunusundan söz ederlerken de böyledir. Kendilerini kişisel olarak riske atmazlar. Sistem ayakta durmalı, bunun için var olan ahlâka uyulmalı; ama bunu asla kendileri yapmamalıdır. Bu riskten kaçınma, sözü ve pratiği bir olmak biçimindeki tutarlılığın yok olması demektir. Elbette bu da bir ahlâktır. Bu ahlâk doğal olarak, kendi savaşlarını yürütmek için paralı askerler tutma sonucunu doğurur. Fakat bu arada vatanseverlik duygusunun da yayılması gerekir. Bunu da yine para karşılığı medya yapar.
Paralı-asker, kısa süreli savaşlar için iyi sonuç veren bir yöntem olabilmektedir. Bu nedenle sisteme karşı savaşan işçi sınıfının yenilmesi için yeterince güçlü değildir. İşçi sınıfının sisteme karşı savaşımı uzun süreli bir savaşımdır. Ve böylesi bir savaşımı gönüllü biçimde ve kendisi için yürüten sabır, bu savaşı para için başkası adına sürdüren bir ordunun sabrını kat kat aşar. Bu nedenle paralı asker, sınıfın açıktan savaşa geçmesini önlemelidir. Bu açıdan daha az önemli olmayan bir araç da sınıfın rotasını şaşırtmaktır. Öyleyse vatanseverlik propagandası çok ama çok özel bir öneme sahiptir.
Egemen sınıf içinde daha çok da ona hizmet eden aydın kesim yoluyla, bu sözü edilen ilkelere sıkı sıkıya bağlı olan, bunlar için kendini riske atan kişilere rastlanır. Ne olursa olsun, bunlara saygı duyulabilir; çünkü tutarlıdırlar. Bunların morali olur.
Özellikle günümüzde kapitalizmin zaferine yürekten inanan, bundan çıkarı olmasının yanında bir de bu noktada belirli ilkelerle savaş yürüten aydınlar vardır. Elbette böyleleri, işçi sınıfı adına düşünce şövalyeliği yaptığını sanıp da (ya da böyle bir sanı yaratıp) düşmana hizmet edenlerden daha çok saygıyı hak ederler.
Egemen sınıfa karşı savaşan, ezilen ve sömürülen sınıflar için ise durum tersinedir. Kautsky henüz Marksist iken bu konuda şunları yazıyordu:
“Bu sınıfların çıkarları egemen ahlâka yol açan toplumsal temellere bütünüyle karşıdır. Onların buna uymakta hiçbir nedeni yokken, karşı bir şeyler yapmaları için her türlü nedenleri vardır. Egemen toplumsal düzene karıştıklarının ne denli bilincinde olurlarsa kendi ahlâkî öfkeleri o denli güçlenecek ve eski geleneksel ahlâka karşı toplumun bütününe uygulamak isteyecekleri yeni bir ahlâk oluşturmaya o denli eğilim duyacaklar.” (Kautsky, Seçilmiş Politik Yazılar, Kavram Yay. s. 51)
Bu yeni ahlâkı oluşturmaya duyulan eğilim ancak sınıf savaşı içinde vücut bulur. Devrimci örgüt, bu ahlâk ile savaşımı başlatan savaşçılardan oluşur. Elbette bu savaşçılar da sınıf savaşımı içinde kendilerini aşarak, daha ileri yürürler. Devrimci insan böylesi bir savaşıma girişmiş, kendi iradesi, kendi bilinci ile kendisini devrim saflarına katmıştır. Böylesi bir kişinin morali, bu ahlâkî temele, bu nesnel temele, bu geleceği fethetme amacına, sömürüsüz ve savaşsız bir dünya ülküsüne bağlıdır.
Devrimci insan bu tarihsel görevin bilincinde olması dolayısıyla kendi günlük yaşamını kurar. Kendini devrime, eski toplumun yıkılışı ve yeni toplumun kuruluşuna adar. Bu bilinçle devrimden, devrimci savaşımdan, onun önderi ve yeni dünyanın kuruluşunun aracı olan parti içindeki yaşamından başka gelecek aramaz. Kendi geleceğini devrimin geleceği ile birleştirir. Peki, bu sadece teorik olarak mı böyledir?
Devrimci amaçlar ile devrimci günlük yaşantısı arasında egemen sınıf üyelerinin pratiklerinde var olan ikiyüzlülüğün temeli yoktur. Bu, ancak devrimci insanın yozlaşması demek olan, kişisel yaşamına düşmesi durumunda mümkündür. Yani nesnel bir zorunluluk değildir. Öyleyse devrimci insanın pratiği, bu ahlâka uygun olmak durumundadır.
İşte devrimci insanın, devrim savaşçısının moralinin temel kaynağı yaşamını bu yalınlık içinde kurmasından, böyle yaşamasından gelir. Bu moral etki insanı daha kendine güvenli ve daha güçlü yapar.
Günlük mücadelede, işlerin en kötü gittiği koşullarda bile devrimci bilincin ifadesi olan komünist morali bozmamak, ona gölge düşürmemek, bu nedenle olanaklıdır. Böylesi bir moral, hapishane duvarlarını delip geçer, böylesi bir moral düşman eline düştüğü andan başlayarak farklı bir alanda çalışmaya başlamış olan birisinin enerjisi ile çalışmaya koyulur. Böylesi bir bilince dayalı moral, hiçbir durumda ve hiçbir yerde kendini bir suçlu gibi görmez; ezik kişilik onun pratiğinin kustuğu kişiliktir.
Ne için savaştığını bilen, bu bilinç ve inançla davranan, işe koyulan bir savaşçının morali, hiçbir zorluk tarafından alt edilemez. Zorluklar aşılmak içindir, sorunlar çözülmek için sıraya sokulur, hepsi budur.
Devrimci insan bir hayalperest değildir. O, zorunluluğun bilincine varmış bir yapı ustasıdır. Onun yenilgi nedir bilmez morali, “ne bir din adamının dumanlı vaadinden, ne de bir hülyanın gönlü yakışındandır.” Demek ki bu moralin en ayırt edici yanı bilinçtir; tarih bilincidir, sınıf bilincidir.
Öte yandan günlük dilimizde moral biraz daha pratik anlamı ile kullanılır. “Moralin bozulması” böylesi pratik bir anlam içinde, geçici bir ana özgüdür. Bu anlamı ile moral, bizim anlattığımız anlamı ile morale göre daha dar kapsamlıdır; ama ondan tümüyle ayrı değildir.
Günlük mücadelede, sadece tarihsel planda ne için mücadele ettiğini bilmek yetmez. Zaten günlük mücadele, savaşım olmadan böylesi bir bilince de gerçek anlamı ile ulaşılamaz. Bu ikili yönü, bu karşılıklı etkiyi görmek gerekir.
Tüm yoldaşlarımız, tüm organlarımız, bu nedenle günlük mücadelede sürekli devrimci morali yüksek tutmak durumundadırlar. Elbette bu eksiklikleri gizleyen, kendi hatalarından korkan kişilerin sahte moral takviyelerinden farklı bir şeydir. Eksiklikler karşısında yılan ve yıkılanları uğurlarken, kalanların arkalarına bakmaz tutumları bu morali pekiştirir. Bu tüm savaşım boyunca böyledir.
Şimdi bir miktar somuta inerek bir örnek ele alalım. Örgütümüz zaman zaman yoğunlaştırılmış, ortak yaşama dayalı faaliyetlerle eğitime önem vermektedir. Bu ortamlarda hem verim artmakta, hem moral yükselmektedir. Öyle ki pek çok organımız henüz örgütlenmesi tamamlanmamış sempatizanları böylesi çalışmalara katma önerileri getirmektedir. Bu çalışmalar bir bütün olarak hareketin yolunu açmakta, ona gücünü göstermektedir.
Pek çok yoldaşımız bu çalışmaları değerlendirdiklerinde, bu çalışmaların daha uzun sürmesi gerektiğini söylüyor. Kuşkusuz bazı davranışların alışkanlık haline gelmesi, bazı alışkanlıkların yenilmesi için bu gerçekten de gereklidir. Fakat bunun koşullarını oluşturmuş değiliz. O nedenle pek çok yük, bu çalışmanın sonrasında, bu çalışmaya katılanlara düşüyor. Bu aynı zamanda merkezi anlamda böylesi bir yoğunlaşmayı bekleme psikolojisini de yener. Yani “1999 yılı için böylesi bir çalışma yapacağız ve arada bu yoldaşımızın bu sorunu da çözülür” diye düşünmemek gerekir. Tersine yoğunlaştırmayı süreklileştirmeye çalışmalıyız.
Ancak bu etkinin, yoğunlaştırılmış dönemlerdeki gibi tüm zamanlarda da sürekli olmaması endişe konusudur. Gerçekten bu sağlanamıyor. Her yoğunlaşmadan sonra bir bütün olarak daha üst düzeyde bir yoğunlaşma sağlanması da ortak yaşam/eğitim alanlarındaki düzeyde tutturulamamaktadır.
İşte bu noktada yazının en başındaki yere geliyoruz. Devrimci coşku, tuzlanarak saklanmıyor. Ondan, sonradan yararlanmayı düşünemezsiniz. Hemen o an, hemen o sırada işe koyulmamız gerekir. Bu örgüt içinde de böyledir, yığına dönük çalışmada da.
Yığının en hareketli, coşkulu olduğu anda onunla kurduğumuz ilişkiyi sıçratmalısınız. O halde tam o döneme tüm gücünüzle yüklenmelisiniz, artık böylesi anlarda ayda bir bildiri yazmak, haftada veya 15’te bir görüşme yetmez, yararlı olmaz. Tersine; aktif, yoğun bir döneme girmiş olmanın bilinciyle davranılmalı.
Örgüt içinde ise çalışma perspektifi gözden geçirilmeli, öğrenilenlerin hayata geçmesine engel olan, çoğunlukla küçük çıbanlar temizlenmeli (ev sorunu, düzensizlik, sistematik çalışma yapamama, zamanlama, alışılmış düşünceyi kıramama vb.) somut hedefler gözden geçirilmeli, uygun görev dağılımı yapılmalı, en önemlisi zamanlamaya dikkat edilmeli. Herkes sorumluluğunu net olarak bilmelidir. İşte bunlar gerçekleştiğinde, düzeydeki ortalamanın “otomatik” olarak çok ilerisine geçilecek, iki ay bir 15 güne sığacak, bir yıl 4 aya sığacaktır. Zaman böyle uzatılır. Uçurumu atlamak için gerekli olan tek adımı atmaya böyle hazır olunur. Zamana hükmetmeye başladığımız zaman her anlamda moral ortaya çıkar.

Sonraki Bölüm: Kadro ve Zaman

Devrimci Yaşam – Çıraklıktan Ustalığa

Önceki Bölüm: Alışkanlıklarımız, Ayakbağlarımız

Her ustalığın, profesyonelliğin gerisinde, çıraklıkla ifade edilen dikkatin, disiplinin, işle bütünleşmenin, yoğunlaşmanın, deneyim ve bilgi birikiminin, kendini işe göre yeniden örgütlemenin eksik olduğu bir dönem vardır. Bu dönem, bu nitelikleri kazanmakla birlikte, kişinin kendini tanıma gücünü, yeteneğini ölçtüğü, güven kazanma enerjisini amaca uygun olarak daha verimli ve planlı kullanarak daha mükemmel sonuçlar almaya doğru ilerlediği dönemdir. Burada ustalık ya da profesyonellik bir bilgi ve deneyim birikimi olmanın ötesinde, bir davranış ve alışkanlıklar toplamıdır. Nicel birikimin nitel bir sıçramayla, eksik kişiliğin arkada kaldığı yeni bir kişiliğe ulaşılması, kişinin kendini yeniden örgütlemesidir.
Devrimci yaşamda da bu böyledir. Yaşamın her anında; okulda, fabrikada, sokakta vb. devrimci düşünce ve eylemle tanışırız. Bu tanışma bizi biraz da farkında olmadan bazen ürkek, bazen kararlı bir tarzda, adım adım yeni bir yaşama doğru çeker. Devrimciliği bir yaşam biçimi olarak seçeriz. Fakat bu seçim çoğu zaman bilinçli ve örgütlü değildir. Daha çok, tepkilere ve umuda dayanır. Nedeni ne olursa olsun, bu yeni yaşam, en baştan eski kişilikle bir çatışma olarak karşımızda durur. Düzenle, el yordamıyla girdiğimiz bir hesaplaşma hem yakın çevremiz hem de eski kişiliğimizle bir hesaplaşma olarak sürer. Bazen o bizi yere serer, bazen biz onu. Ta ki yeni yaşam eskisi üzerinde bir zafer elde edinceye, eksik kişilik aşılarak yeni ve örgütlü bir kişiliğe kavuşuncaya dek.
Bu seçim her ne kadar kişisel görünse de toplumsal bir temele sahiptir. Toplumsal bir varlık olarak insan, kendi yaşamını tek başına kendisi belirleyemiyor. Ya önceden hazır bulduğu bir otoritenin (aile, okul, işyeri ve bunların hepsini belirleyen devlet) ya da toplumsal temeli karşıt sınıfların, işçi sınıfının varlığına dayanan, kendisinin oluşumuna katkıda bulunduğu devrimci bir otoritenin altında kendisini ifade ediyor. Ya “özgür” yurttaş olarak var olan otoriteye bağlanıyor ya da gerçekten özgürleşerek devrimci otoriteye bağlanıyor. Birinci durumda kişinin bilinçli ve örgütlü olmasının hiçbir önemi yoktur. Onun için her şey önceden hazırlanmıştır. Ondan istenen sadece itaat ve boyun eğmedir. İkinci durumda ise bilinçlilik, otoritenin temelidir. Başka türlü bir azınlığın çoğunluk haline gelmesi ve gücünü binlerce yıllık bir geçmişten alan özel mülkiyet düzeniyle birlikte, onun yarattığı yerleşik düzen ve alışkanlıklar nasıl alt edilir?
Devrimciliğin bir yaşam biçimi olarak seçimi ve bunun kaçınılmaz devamı olan kişilik çatışması, tek bir bireyin seçimi ve hesaplaşması olarak, ne anlamlı ne de sonuç alıcıdır. Bu ancak örgütsel bir yapı içinde anlam kazanır ve sonuç alır. Eski değerler yok edilerek yeni bir değerler bütününe ulaşılır.
Ustalaşmak, profesyonelleşmek kapitalizm ile sosyalizm arasındaki tarihsel mücadelenin iç cephesi, devrimci örgüt ya da kişinin yerleşik bilinç, örgütlenme ve alışkanlık biçimleriyle hesaplaşmasıdır. Bu cephe kazanılmadan devrimcileşmek, profesyonelleşmek olanaksızdır. Nasıl olanaklı olabilir ki?
Hâlâ eski ahlâk anlayışını taşıyorsak, eksiklerimizi, yapamadıklarımızı başkalarıyla, başka şeylerle açıklıyorsak, suçu zorluklarda ve koşullarda arıyorsak, başkalarının emeğini gasp edip onun üzerinde kendimize bir yer ediniyorsak, eleştiriyi eksik kişiliğimize bir saldırı olarak alıp savunmaya geçiyorsak, yalanlara “devrimci” mazeretler (teknik arıza, unutma vb.) bularak hem kendimizi, hem de örgütü aldatıyorsak, açıklık ve doğruluğu kendi konumumuza yönelik tehdit olarak görüyorsak, hem de bütün bunları özgür irademizle yer aldığımız devrimci örgütte yapmayı deniyorsak, devrimcilikten, yeni insandan nasıl söz edilebilir?
Buradan çıkan sonuç; ustalaşmak ve profesyonelleşmenin yakaya takılan bir rozet değil, kişiliğin yeniden örgütlenmesi olduğudur. Bu yeniden örgütlenme, birinci olarak; örgütün amacına, örgütlenme ve eylem tarzına uygun olmalıdır. Kısacası profesyonellik, örgütün amacı, örgütlenme ve eylem tarzı tarafından belirlenen ilke ve normları içeren bir yeniden örgütlenme, devrimciliğin bir yaşam biçimi haline dönüşmesidir.
Ana hatlarıyla, gönüllülük, disiplin, özveri, iddialı olmayı ve kendine güveni temel alan bir alçakgönüllülük, emeğe saygı, eleştiriye karşı duyarlılık, açıklık, kendine ve örgüte karşı dürüstlük, girişkenlik, kavrayış enginliği, ani ve doğru karar verme yeteneği, söz ve eylemin birliği vb. olan bu ilke ve normlar, bu yeni örgütlenmenin temelini oluşturur. Bütün bunlar devrimci bir örgütün bünyesinde, örgütle bütünleşme, amaca kilitlenme ve yoğunlaşma koşullarında oluşarak bir yaşam ilkesi haline dönüşür.
Örgütle bütünleşme, devrimde yoğunlaşma, örgütü ve devrimi ilgilendiren bütün konulara, onu tehdit eden bütün gelişmelere karşı azami bir duyarlılık göstermek, devrimin ve örgütün kaderini bir anlamda avuçlarının içine almaktır.
Sıradan bir insanın bile yaşamını çekilmez hale getiren günlük kaygılardan, yarın endişesinden, devrim dışında bir yaşamı arama ikiyüzlülüğünden, alçak gönüllülük adına kendini dayatma tutkusundan, eksikte ve hatada dahi bir üstünlük arama kompleksinden, ilgisizliği ve boş vermişliği bahanelerle örtme, her durumda başa zorlukları yazarak yapamadıklarını onlarla açıklama ve hayatın küçük zevklerini, kişiselliği yaşama adı altında bir erdem olarak görme alışkanlığından kurtularak, arı bir yaşam ve mücadele felsefesine ulaşmak; işte yeniden örgütlenme ile kastedilen budur. Bu ise ancak örgütle bütünleşerek, devrimde yoğunlaşarak kazanılabilir.
Örgütle bütünleşme ve devrimde yoğunlaşmayı, devrimci yaşamın bir kesitinin uğraşı ya da eksik kişiliği topluma kabul ettirmenin aracı olarak değil, devrimci bir yaşam biçimi olarak kavramak, kendini beş yıla on yıla göre değil, düzene akan bütün kanalları kurutarak, iz bırakacak bir yaşama göre örgütlemektir.
Zorlukları yenecek güç ve güvenin kaynağı, örgüt gizliliğini korumanın anahtarı buradadır.

Profesyonel Devrimcilik
Devrimci eylem ideolojik, politik ve örgütsel bir eylemdir. Bu eylemde ideolojik belirlemeler, hattın çizilmesi, ilke ve kuralların konulması ne kadar önemli ve vazgeçilmezse bunların pratiğe aktarılması ve pratik içinde yetkinleşerek yeniden kavramlaştırılması da o ölçüde önemli ve vazgeçilmezdir.
Üretici güçlerin bugünkü gelişmişlik düzeyinde herhangi bir iş; belirli bir örgütleniş tarzı yani otorite ve işbölümü dışında düşünülemez. Bilinç, disiplin, inanç, özveri, cesaret vb. insan niteliğiyle ilgili temel öğeler böyle bir örgütlülük ve işbölümü içerisinde anlam kazanır. Var olan toplumsal yapıyı yıkıp yeni bir toplumsal yapıyı inşa etmeyi amaçlayan devrimci eylem, insan eyleminin diğer bütün biçimleriyle karşılaştırıldığında en üst düzeyde bir toplumsal eylemdir. Bunun anlamı devrimci eylemin bütün toplumu kapsayacak bir bakışa, yapıya ve tarza sahip olması yanında toplumsal eylemin tek tek alanlarında kendini ideolojik, politik ve örgütsel ifade edebilecek bir tarzı yakalamasıdır. Böylesi bir eylem, doğal olarak gelişmiş ve yetkinleşmiş bir örgütleniş tarzını (otoriteyi) ve iş bölümünü zorunlu kılar. Burada otorite; toplumsal eyleme bütünsel bakışın, bütünsel ve derinlemesine bir örgütleniş ve eylemin yürütülmesini, iş bölümü ise bu temel üzerinde amaca uygun etkili ve yaygın bir örgütleniş ve eylemin güvencesidir. Bu otorite ve iş bölümünü tamamlayan ve anlamlı kılan diğer bir unsur ise, bizim çoğu zaman kadro kavramıyla ifade ettiğimiz yoğunlaşma ve uzmanlaşmadır. Bu üç unsur bir arada bize en genel tanımıyla devrimci öncüyü verir.
Bu kısa belirlemeler bizi iki temel kavrama taşıyor. Birincisi; yeni bir toplumsal otorite ve iş bölümünde ifadesini bulan ve kapitalist toplumdaki kökünü devrimci örgüt olarak tanımlayabileceğimiz devrim, ikincisi; uzmanlaşma ve yoğunlaşmada ifadesini bulan, terminolojimizde bilinç, cesaret, disiplin, özveri vb. niteliklerle betimlenen devrimci.
Bizden “profesyonel devrimci” tanımı yapmamız istenseydi, eminiz ki bütün yoldaşlar istinasız şu kısa tanımı yaparlardı “profesyonel devrimci, 24 saatini veren kişidir.” Fakat Lenin’den bu yana bir belirleme olarak kullanılan bu tanım, bizi aydınlatacak bir netlik içermiyor. Bu tanım, devrimciyle bir lafazanı, devrimi adım adım sabırla, inatla örgütleyen, kendini devrimin kaderiyle bütünleştiren bir devrim işçisiyle, 24 saat oradan oraya koşturanı, bir artizanı ayırmıyor. Tersine işleri büsbütün karıştırmamıza zemin teşkil ediyor. Öyle ki sloganlaşmış birkaç sözü papağan gibi tekrarlayan, bütün gününü kendini heba edercesine oradan oraya koşturmakla geçiren, her eylemde en önde görmeye alıştığımız ve bu durumuyla çoğu zaman bizim hayranlığımızı kazanan ve hatta kendimize örnek olarak aldığımız bir yoldaşımız, bir süre sonra bütün kofluğuyla dizimizin dibine yığılınca apışıp kalıyoruz. Burada da kalınmıyor, çoğu durumda o yoldaşımızın durumu bizi etkiliyor, kendimize güvenimizi kaybediyoruz. Neden? Çünkü biz çoğu zaman niteliğe değil, öne çıkana, bize sunulana bakıyoruz. Böyle bir yoldaşımızın olağanüstü koşuşturması bizi büyülüyor, ne ürettiğine, kendine ve örgüte ne kattığına bakmıyoruz ve şaşırıyoruz.
Devrimi bir yeniden doğuş, devrimciyi de bu yeniden doğuşun taşıyıcısı, ustası olarak ele alıp kendimizi buna uygun olarak hazırlamıyorsak, “24 saat devrimcisi” olsak ne olur? Profesyonel; işi, görevi ile kendini bütünleştiren, kendini işine uygun yeniden örgütleyebilen kişidir. O halde profesyonel devrimci; toplumsal sorunları ve gelişmeleri izleyen, yorumlayan, savaşım için sonuçlar çıkarabilen, savaştığı ülkeyi ve o ülkenin sınıf ve halk gerçeğini bir tarihsel bakış içinde kavrayan, işçi sınıfını devrimin öncüsü olarak örgütleyebilecek bilgi ve beceriyi gösterebilen, düşmana karşı savaşımda ustalaşan, Marksizm’i bir bilgi yığını olarak değil, bir eylem kılavuzu olarak kavrayan, onu kendi bilgi ve eylemiyle zenginleştiren, bütün bilgi, beceri ve yeteneğini devrimi örmeye, örgütü koruyup geliştirmeye hasreden, kısaca örgütün ve devrimin kaderiyle bütünleşen kişidir.
Bu tarzda bir devrimcilik, örgütün ve devrimci eylemin sürekliliğinin teminatı, zaferin kaldıracıdır.
Buraya kadar anlatmaya çalıştığımız; profesyonel devrimciliği, ideolojik, politik ve örgütsel bir bütünlük içinde kavramanın gerekliliğidir. Yani profesyonel devrimci; yetişmiş bir ideolog, iyi bir ajitatör ve propagandist, iyi bir örgütçü, politik gelişmeleri önceden sezebilen ve onlara karşı doğru taktiği, doğru savaşım yöntemlerini bulabilen iyi bir savaşçıdır.

Sonraki Bölüm: Günlük Çalışma ve Moral

Devrimci Yaşam – Alışkanlıklarımız, Ayakbağlarımız

Önceki Bölüm: Örgüt Yaşamı

Bir Alman atasözü “Şeytan ayrıntıda gizlidir” der. Büyük projeler, küçük, inatçı adımlarla başlıyor. Devrimci mücadelede başarı, yeni insanın yaratılmasına bağlıdır. Yeni insanı yaratmayan, insanı değiştiremeyen örgütlenmeler, kalıcı başarıyı sağlayamazlar.
Yıkmayı, kökünden değiştirmeyi düşündüğümüz bir düzen içinde yaşıyoruz. Sistem çoğu zaman kontrol edemediğimiz binbir araç ve mekanizma ile bizleri etkiliyor. Özellikle ciddiye almadığımız alışkanlıklarımız; bu etkinin en tehlikeli biçimde yerleşmiş olanıdır. Alışkanlıklarımızı parçalamak atomu parçalamaktan daha zordur.
Bugün, daha ileri gitmek için devrimci olmayı göze alıyorsak, alışkanlıklarımızdan ve ayak bağlarımızdan kurtulmamız gerekir. Nedir bu ayak bağlarımız?
İlki güvensizlik ve temkinliliktir. Temkinlilik bir noktaya kadar olumsuz bile görünmeyebilir; ancak bazen temkinlilik yürümenin önünde bir engel olarak çıkmaktadır. 12 Eylül yenilgisi, devrimcilere güvensizliği aşılamıştır. Yenilginin nedenleri; bilimsel bir tarzda analiz edilmedikçe bu güvensizlik atılamaz. Yine de güvensizliğin atılmasının temel yolu iş yapmak, eylem içinde olmaktır. 12 Eylül sonrasında, toplumsal hareketliliğin yeniden yükseldiği 1980’li yılların ikinci yarısına kadar, pasif bir savunmayı aşamayan eylemlerle ayakta kalmaya çalışıldı. Uzun bir süre sessizlik içinde yaşamanın getirdiği bazı alışkanlıklar olmuştur. Güvensizlik ve temkinlilik bu alışkanlıklarımızın en başta gelenlerindendir.
İlk anda devrimci insandaki bu temkinlilik doğal karşılanabilmektedir. Yola çıkış anında ise temkinlilik; güvensizlik olarak ortaya çıkmaktadır.
Elbette ki her bir devrimcinin kendine güvenini yeniden kazanması, ortaklarına ve yoldaşlarına güvenmesi ilk koşuldur. Güven, ancak eylem içinde kazanılabileceğine göre, bu temkinlilik ya da güvensizliğin ne denli tehlikeli bir hastalık olduğu açıklık kazanmaktadır. Yola çıkmak için kendine güven şarttır; ama kendine güveni kazanabilmek için cesaretle yola koyulmak tek yol değil midir?
12 Eylül sonrasında, küçük-büyük demeden örgütlü işlere yönelmiş insanlarda, güven sorununun çözümü daha kolay görünmektedir. Hele bu süre boyunca yeni kesimlere, yeni insana ulaşabilmiş olanların bu noktadaki şansı daha da büyüktür. Bu da bize güven “sorununun” çözümünü göstermektedir.
Temkinli bazı dostlarımız, içinden geçtiğimiz hızlı alt-üst oluş döneminin durulmasını beklememizi istemektedir. Bu da güvensizliğin bir türüdür. Bizler alt-üst oluş dönemlerinde taktiklerimizi, yaklaşımımızı gözden geçirebilir, daha ince hesaplar yapabilme alışkanlıklarını geliştirebiliriz. Bizden bu istenebilir. Ancak alt-üst oluş dönemlerinin kaosu nedeniyle seyirci olmamız istenemez.
Bugün hareket etmemizi engelleyen ikinci neden 12 Eylül sonrası, 10 yıl boyunca oluşmuş olan yaşam biçimimizle edindiğimiz bazı alışkanlıklarımızdır. Bu ikinci neden, iki biçimde kendini göstermektedir. Birincisi, rahatını bozmama isteği; ikincisi ise aceleciliktir. Rahatını bozmamak, alışkanlıklarından vazgeçmemek için devrimci olmayı reddedenlerle ilgilenmiyoruz; mücadeleyi kendi koşullarına göre şekillendirme isteği ya da eylemini kastediyoruz. Bugün pek çokları kendi konumuna uygun bir örgütlenmenin gerçekleşmesi için niyetinden bağımsız olarak ayak diremekte, kendini ve kendi konumunu hem yeni insana hem örgüte dayatmaktadır. Günümüzün koşulları ve dünya kapitalist-emperyalist sisteminin saldırıları düşünülürse, bir yandan konumu nedeniyle alışkanlıklarımız, ayak bağlarımız nedeniyle süreci yavaşlatmanın bedelinin ne olabileceği gözden geçirilmeli, diğer yandan mevcut durum nedeniyle acele davranmanın getireceği sonuçlar hesaplanmalıdır.
Devrime katkıda bulunmak isteyen herkes kendisi için bir yer bulabilir; ancak bizim örgütlenmemizde emek, güven, gönüllülük ve disiplin belirleyicidir. Bir yandan tüm bunları yerine getiren yoldaşlarımız, diğer yandan ayak bağlarımız ve alışkanlıklarımız nedeniyle yerine getiremediğimiz işlerimiz. Bu noktada sorun yalnızca konumumuzu dayatmakla bitmiyor, bu işe kendini katmış ortaklarımız üzerindeki yükün artması, sürecin ve işlerin üzerine yığılması nedeniyle ciddi bir sorun da yaşanıyor.
Bizim yeni insan, yeni ahlâk anlayışımız budur. Örgütümüz, başından bu yana gönüllülük ilkesini temel almış ve bu doğrultuda kendini katabilen, yoldaşına güvenen, devrime inanan insanlarla yürümeyi hedeflemiştir. Bu noktada bugün hepimizin durumunu bir kez daha gözden geçirerek ayak bağlarımız ve alışkanlıklarımızdan kurtulmanın ilk adımlarını atması gerekiyor.
Öz ve biçim arasında çelişki olmasaydı, her şey göründüğü gibi olsaydı, bilime gerek olmazdı. İnsanların bu yol ayrımında, ciddiyetin bu kadar önemli, kararlılığın bu kadar vazgeçilmez, kendine güvenin bu oranda yakıcı olduğu bir dönemde, kendilerini iyi değerlendirememiş olmaları olası olmasaydı, doğru politik tavrın önemi bu oranda açık olmazdı. Birileri bize hem devrimci olduğunu söylüyor, hem de kendi konumunda zaten yaptığı şeyleri yapmasının yeterli olduğunu söylüyorsa, bu bir bilinç bulanıklığıdır. Bunun hem gruplar hem de bireyler üzerinde örnekleri çoğalıyorsa, bu bilinç bulanıklığı bir genel eğilimin ifadesidir. Bu genel eğilimin adı güvensizliktir. Kendine güvenmemektir. Oysa kendine güvenmeyen, ciddi bir güçle karşılaştığında gelecek kaygısına kapılacaktır. Kendine güvenmemek, zaferin kendi ellerinde olduğuna inanmamaktır. Zaferi ufukta görmeyenler riski sevmezler ve güvence ararlar. Böyle olunca, ancak riskin ortadan kalktığı koşullarda kendi konumlarını tehlikeye atarlar.
12 Eylül yenilgisiyle, SSCB’nin çözülüşü ile çok fazla aldatıldığını hissedenler, şimdi yürümeye koyulurken, ancak her şeyden emin olduklarında iş yapmak istemektedirler. Onlara göre önce bir yürünsün, sonra onlar bu kervana katılacaklardır. İşin kötü tarafı, herkes bunlar gibi düşünürse kimse yola koyulmayacak demektir.
Elbette durum herkeste böyle açığa çıkmıyor. Kimileri de biz yaptığımızı yaparız anlayışındadır. Yeni bir süreç; yeni anlayışlar gerektirir. Birlik, örgütlülük; erimeyi göze almayı, bizzat erimeyi gerektirir. Bir şeyler yapmak ayrıdır, devrimci duruş sergilemek, bir örgütlülük yaratmak ayrıdır. Bir şeyler yaparken yapabileceklerinle yetinmemek yeterli olabilir. Fakat bir devrimci olabilmek için yapılması gerekenlerden biri hareket etmektir. Öyle ki, böylesi bir durum bizim bugüne kadarki alışkanlıklarımızı değiştirmeyi gerektirebilir.
Genel olarak konuşulduğunda, iş söz düzeyinde kaldığında, “Yaparız!” demek farklıdır. Ciddiyet, yapmanın gereklerini yerine getirmektir. Örnek olsun, herkes eleştirinin gerekliliğini ve eleştiriye katlanamayan devrimci ahlâkın zayıflığını kabul eder, ama sıra bizzat eleştiriye geldiğinde, bu kabul gören anlayışta ciddi olduğunu göstermenin tek yolu vardır. Bunu göze alanlar, geçmişlerini, büyüklüklerini öne sürmezler. Alışkanlıklarını gözden geçirirler, ısrarla bunu yaparlar.
İşte birey ile devrimci birey farkı buradadır. Eğer gerçekten devrimci bir örgüt içinde yer alacaksak, bazı şeylerden vazgeçmemiz gerekir. Bir devrimci “aklına estiği için”, “canı öyle istediği için” bir işi yapmaz, ya da yapmama hakkına sahip değildir. Bilinçle, gönüllülükle; ama kendi bireysel eğilimleri yerine, örgütün amaçlarını koyarak iş yapar. Böyle olunca bir devrimcinin ‘özgürlük’ten daha açık ifadesi ile ayak bağlarından, alışkanlıklarından vazgeçmesi gerekir. Kendisi içinde yer aldığı kolektif iradeyi, kişisel yetenekleri, örgütlü bulunduğu hiyerarşik basamağı, kişisel geçmiş gibi “değerlere” feda edemez. Yarım örgütlülük olmaz. Tüm bunlar niyetten bağımsızdır. Burada niyetlere güvenmek ile tanrıya güvenmek arasında hiçbir fark yoktur.
Alışkanlıkların, ayak bağlarının, yürümenin önünde bir engel olduğu noktada, örgütlülüğü yüceltmeyi alışkanlık haline getirmeliyiz. Bu nedenle bugün, bizi devrimci çizgimizde, yerimizde oyalayacak her türlü girişimi engellemeliyiz.
Devrimci mücadele yeni insanın yaratılması mücadelesi ise, kimse kendini değişmez olarak sunamaz. Kimseyi kendi alışkanlıklarında direttiği için de suçlamıyoruz. Zaten herkesin kendi yolunda yürümeye çalıştığı bu noktada, “örgütlü davranmanın” zorunluluğunu tartışmaktan çıkarıyoruz. Hepsi budur.

Sonraki Bölüm: Çıraklıktan Ustalığa

Devrimci Yaşam – Örgüt Yaşamı

Önceki Bölüm: Devrimci Gönüllülük

Dünya devrimci hareketinin yenilgisi; sağa kayış, beraberinde sosyalizme ve devrimci örgütlenmeye karşı bir güven erozyonu oluşumuna neden oldu. Sağa kayışın, çözülüşün ulaştığı bugünkü nokta, aynı zamanda devrimci hareketin yeniden toparlanmasının olanaklarının dünya ölçeğinde oluşmaya başladığı noktadır. Elbette bugün bunun elle tutulur ipuçları henüz “ikna” edici değildir; ancak sağa kayış artık son noktasına varmıştır.
Devrimci hareketin yeniden yükselişi için sosyalizme ve devrimci örgütlenmeye karşı oluşan güven erozyonunun yenilmesi zorunludur. Bu sanıldığından daha zor, daha çetin bir mücadeleyi gerektirmektedir. Devrimin temel sorunlarından biri bu düşüşü yükselişe çevirmektir. Bu ise eylemin birleştirici ve etkileyici gücüyle ve çetin bir mücadele ile sağlanır.
Bu noktada örgüt, devrimci parti, mücadelenin temeline oturmaktadır. Dönekler, sosyalizme saldırırken en çok örgüte saldırıyorlar; ama özellikle ülkemiz için iş burada bitmiyor. “Devrimciler” de örgütten özenle uzak duruyorlar. Örgütün “özgürlüklerini” yok ettiğini, yanlış örnekleri kanıt göstererek örgütün bürokratizm vb. ile özdeş olduğunu ileri sürüyorlar. Onlara göre örgüt “iş” yapmanın önünde engeldir.
Tablo bu kadar açık olmasına rağmen böyleleri kendilerine devrimci diyebiliyorlar. Bu nedenle şimdi yakalanması gereken ana halka, devrimci partidir. Mihenk taşı budur.
Bu saptama böylesi bir işin altına girmek için yapılır. Bu noktada örgüt yaşamı, parti yaşamı üzerinde dikkatle durmak gerekir. Parti, örgüt; eski toplumu yıkıp, yeni toplumu kurmak için vardır. Yeni toplum yeni insanla kurulur. Yeni insanın yaratılması devrimci savaşımın ayrılmaz bir parçası ve parti yaşamının da yönlendirici ilkesidir. Yeni insanın yaratılması, komünizme geçiş sürecinin tümünü kapsayan büyük bir kavgadır. Bu kavga, en başta bugünden, kendi örgütümüz içinde yönlendirici ilke haline gelmezse kazanılamaz. Örgüt yaşamının birinci noktası burasıdır.
Her kolektif yaşamın kendi amaçları, bu amaçlarla sıkı ilişkili kendi ilkeleri vardır. Devrimci partinin kendi örgütlenmesinde yeni toplum, yeni insan ilişkisi ne nedenle temeldir? Parti, örgüt; kendi yaşamını bu hedefe bağlı olarak düzenler. Özel mülkiyet toplumunun yarattığı tüm çürümüşlüğe, kokuşmuşluğa ve bunların kapitalist biçimi olan yabancılaşmaya, bencilliğe, sevgisizliğe, korkaklığa, burjuva ideolojisinin her biçimine karşı savaşmayı yeni insanın yaratılmasının zorunlu bir koşulu olarak görmek gerekir. Bunun bir başka ifadesi, örgütün kendi saflarında çürümüşlüğün her biçimine karşı savaşmak konusunda amansız davranmasıdır.
Devrimci mücadelede süreklilik esastır. Örgüt böylesi bir sürekliliği sağlamanın tek yoludur. Örgüt sadece varlığı ile (yani kalma ile) sürekliliğini korumuş olmaz. Tersine ilkeleri, kadroları, yaşam biçimi vb. açılarından varlığını sürdürebiliyor olması gerekir. Bu tartışma bir başka biçimde, örgütün birliğinin nasıl korunabileceği biçiminde de yürütülebilir. İkinci nokta budur.
İkinci noktayı biraz daha açmak durumundayız. Örgütün ideolojik birliğini sağlamak nedir? İdeoloji bir kere sağlanan ve böylece bir ömür boyu korunan bir şey değildir. Tersine ideolojik birlik dinamiktir. Örgüt sınıf savaşımının çeşitli aşamalarında somut durumu değerlendirmek, buna uygun savaşım biçimlerini geliştirmek durumundadır. Sınıf savaşımı böylesi bir dinamizme sahip iken, ideolojik birliği bu dinamizmi dışlayacak tarzda düşünmek doğru değildir. Demek ki her dönüm noktasında, ideolojik birlik “yeniden” sağlanır. Bir başka deyişle ideolojik birlik ve genel olarak partinin birliği üretken ve canlı bir parti yaşamını şart koşar.
Üretken ve canlı bir parti yaşamı eleştiri, tartışma ve ortak eylem yürütme ilkeleri üzerine yükselmelidir. Eleştiri, tartışma ve eylemde birlik demokratik merkeziyetçiliğin bir başka ifadesidir. Kendi örgütünün, kendi yoldaşlarının hata ve zaaflarını görmeyen, yüksek sesle bu hata ve zaafları söyleme cesareti göstermeyen, bu hata ve zaafların üzerine gitmeyen her yoldaşımız, nedeni ne olursa olsun, örgüte zarar veriyor demektir. Burada eleştirmenin yetmeyeceği, öneriler getirmenin önemi üzerinde durulmalıdır. Eleştiri ve tartışma ancak işin ölçü alındığı ortamlarda canlı kalır. Tersi durumda tartışma gevezeliğe, eleştiri dedikoduya dönüşmekten kurtulamaz.
Her örgüt kaçkını merkeziliğe saldırmıştır. Tarih bunun örnekleriyle doludur ve bu saldırılar her seferinde “eleştiri özgürlüğü” ilkesinin ardına sığınılarak yapılmıştır. Eleştiri özgürlüğü devrime, sosyalizme karşı kullanılamaz. Eleştiri özgürlüğü altında örgüt yıkıcılığı suçtur. Kendi hata ve zaaflarını örtmek için eleştiri silahına sarılanlar zayıf kişiliklerdir. Böyleleri bu zaaflarıyla yaşamayı seçtikleri sürece geleceğin dönekleri olacaklardır.
Eleştiri, kaçmanın aracı değil, mücadele etmenin, mücadeleyi diri tutmanın yoludur.
Üçüncüsü; devrimci örgüt yaşamı bürokratizmi kesinlikle dıştalar. Enerji ve yeteneğin devrimci çalışma yerine, mevki elde etme amacıyla kullanılması, parti sorumluluğunun bir boyun eğme aracına dönüştürülmesi, fikirlerin mücadelesinin yerine yer edinme mücadelesinin geçirilmesi, örgütün birliğine, devrimci mücadeleye karşı işlenmiş suçtur.
Örgüt hiyerarşisi söz hakkının derecesini belirlemez. Hiyerarşi merkezi düzeyde eylem yürütmenin aracıdır.
Parti yaşamının vazgeçilmez bir ilkesi de Marksizm-Leninizm’in özümsenmesi, her adımda pekiştirilmesi ve geliştirilmesidir. Teorinin pratik savaşımdan uzaklaşarak “geliştirilmesi” uğraşı sadece tanımaya yönelik, en iyi ihtimalle aydınca bir uğraştır. Bu uğraşın olumlu sonuçları olabileceği unutulmamalıdır; ancak devrimci parti teorinin geliştirilmesini, dünyanın değiştirilmesi, komünizmin kurulması hedefiyle birlikte ele alır.
Teorinin geliştirilmesi, örgütün, partinin faaliyetlerinin içkin bir öğesidir. Özellikle bugün, teorik faaliyetin önemi çok daha fazladır. Dünya yüzeyinde devrimci hareketin yeniden toparlanabilmesinin koşullarının oluşmaya başladığı bugünkü koşullarda teorik mücadelenin önemi daha da artmıştır. Yenilen Ekim Devrimi’nin mirası özümsenmeden ilerleyebilir miyiz? Burjuva ideolojisinin, reformizmin egemenliğine karşı tutarlı bir mücadele yürütmeden önümüzü açabilir miyiz? Bu noktada özellikle Kemalizm’in sol üzerinde etkilerinin kılcal damarlarının bile (Kürt devrimci hareketinin etkisiyle) su yüzüne çıktığı bugün, ikinci sorunun önemi çok daha açık hale gelmiştir.
Devrimci parti en ileri teori ile donanmış bir partidir. Bu üçüncü nokta da örgüt yaşamında teorik mücadelenin yerini belirleyen noktadır.
Devrimci yaşamın, örgütlü yaşamın, dördüncü temel taşı enternasyonalizmdir. Devrimci örgüt kendi saflarında ulusal, ırksal, sınıfsal ve cinsel ayrımcılığın her türünü yok saymak durumundadır; ancak elbette yok saymak, ayrımcılığı dışlamak yeterli değildir. Tüm bu etkilerden kurtulmanın bir savaşım ve savaşımda süreklilik ile mümkün olacağının bilinciyle hareket etmek durumundayız.
Proletaryanın kavgası dünya ölçeğinde bir bütündür. Devrimci örgüt, dünya ölçeğindeki bu kavganın müfrezesi olarak, dünya proletaryasına karşı sorumlu olmak durumundadır. Ülkede sosyalizmi kurmak ve dünya devrimi için savaşmak bu sorumluluğun gereğidir. Savaşımda başarı kadar başarısızlıklar da dünya proletaryasının ortak hazinesidir. Dünya devrimci hareketi tarihine; olumluyu kendi hesabına, olumsuzu “öznel suçlulara” yıkan tek yanlı, inkârcı veya şabloncu anlayışları reddetmeden bu ortak hazine geliştirilemez.
Kendi dışında devrimci mücadele yürüten örgütlere küçümseme ile yaklaşan her örgüt devrim davasına zarar verir. Bizler, örgütümüz içinde bu tür kendini beğenmiş eğilimlere karşı amansız ve acımasız bir savaşım yürütmek zorundayız. Dünyanın herhangi bir köşesinde yükselen devrimci mücadeleye karşı kayıtsızlık, ilgisizlik, enternasyonalist ruh halinin terk edilmesi değil midir?
Devrimci örgütün niteliği, üyesinin niteliğine, örgüt içi disiplin ve yaratıcılığa bağlıdır. Disiplin ve yaratıcılık ile nitelik ilişkisini birbirine bağlayan devrimci gönüllülüktür. İşte beşinci nokta burasıdır.
Gönüllülük, devrimci parti için sıradan bir özellik değildir. Tersine pek çok diğer ilke, parti yaşamında gönüllüğü temel alır. Örgüt, her kolektif gibi kendi amacı tarafından belirlenmiş bir değerler sistemine, ilke ve kurallara sahiptir. Bir kolektife girmeyi kabul eden kişi bu kolektif iradeyi kabul ediyor demektir. Gönüllülük, birçoklarının “özgürce” yaptıklarını yapmaktan vazgeçmeleri anlamına da gelir. Kendini devrime, devrimci mücadeleye adayan, bu doğrultuda önder olmayı hedefleyen bir kolektife üye olan kişi, bunun sorumluluklarını yerine getirmeyi gönüllüce seçmiş demektir. Böylesi bir gönüllük üyenin niteliğinin temel taşıdır.
Devrimci gönüllük, devrimci bilince dayanır ve devrimci eylemde, örgütlü mücadelede ifadesini bulur. Canlı bir örgüt mekanizması “eleştiri, tartışma ve eylemde birlik” ilkesi üzerinde yükselir. Örgüt içinde ve dışında, hayatın her alanında bir devrimci olarak davranabilmek, kendini aşabilmeyi, bu bilinç ve kavrayışla davranabilmeyi gerektirir.
Gönüllüğün olmadığı yerde tartışma, eleştiri olmaz. Onun yerini adam kayırma, dalkavukluk, dedikodu alır.
Gönüllülük; üyenin niteliğinin, inadının, özverisinin, militanlığının temelidir. Devrimci bir örgütte üyenin niteliği, bilinci, inadı ve özverisi parmakların yüzlerce kez kalkıp inmesinden çok daha önemlidir.
Gönüllülük; üyenin niteliği, devrimci disiplin ve yaratıcılığın da temelidir.
Nihayet bir devrimci için “örgüt içi ve dışı yaşam” ayrımı olmaz. Yaşamı bir bütün olarak algılamak, öyle davranmak ve öyle yaşamak gerekir.
Tüm bunlar gerçekte doğru kabul edilmekle birlikte kuru ve mekanik biçimde ele alınırsa, özveri, yüksek düzeyde disiplin, inat ve yaratıcılık bir yana bırakılmış olur. Devrimci kişi, kendini yenilemek, aşmak göreviyle karşı karşıyadır. Alışkanlıklarından ve ayak bağlarından kurtulmak zorundadır. Devrimci zamanı örgütsel gelişmeler, toplantılar, eylemlerle sınırlandırdınız mı, günlük yaşamın her alanında devrimci olarak yaşamayı bir yana bıraktınız mı, yoğunlaşmanız, eksikliklerinizi aşmanız çok zor olacaktır. Örgütün bizlerden profesyonelce, tüm zamanımızı devrime adamamızı istemesi başka şeydir, bizlerin hayatın her alanında devrimci olarak yaşamamız başka şeydir.
Örgütü geliştirmek; eleştirilerimizi sakınmaksızın dile getirmekle, daha militanca bir mücadele ile daha büyük bir yoğunlaşma ile enerjimizi, tüm güzelliklerimizi, hünerimizi, kavgaya katmak yoluyla mümkündür. Doğruları alt alta sıralamakla değil. Bugün bizlerin doğruları sıralayıp, hayatı seyre dalma lüksümüz yoktur; yarın da olamayacaktır.
Devrimci olmanın bir onuru vardır; ancak devrimcilik bir kere kazanılan ve ömür boyu geçerli olan bir ünvan değildir. Birincisi; örgütlü mücadeleden kaçarak devrimcilik olmuyor. İkincisi; örgütlü mücadele içinde kalabilmek, sürekli mücadele etmekle, kendini yenilemekle mümkündür. Bu sorumluluğu duymak, her anı, her zamanı, her olanağı bu doğrultuda değerlendirmek görevdir. Büyük işler yapmaktan söz edip, herhangi bir konuda en küçük bir adım atmayan tip, bize yabancı olan tiptir.

Sonraki Bölüm: Alışkanlıklarımız, Ayakbağlarımız

Devrimci Yaşam – Devrimci Gönüllülük

Önceki Bölüm: Devrimciliğin Mihenk Taşları

Devrimci olmak, her dönem ve her koşulda yeni içerikler kazanır. Lenin’in, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi içindeki eğilimlerin netleşmesini sağlayan, yeni parti ve yeni devrimci tanımlaması (partinin bir örgütünde bilfiil çalışıyor olması) yaşadığımız dönemde zenginleştirip derinleştirilmelidir. Bilfiil çalışıyor olmak günümüzde ne anlam taşıyor?
Dünyada, sosyalizmin hızlı bir çözülüş süreci yaşadığı, sosyalizmin prestijinin en düşük noktalarda bulunduğu, devrimcilerin dinozor olarak görüldüğü, yumuşakça insanların makbul sayıldığı, çizgisizliğin en geçerli çizgi olduğu, “yiğitliğin onda dokuzu kıvırmaktır” düşüncesinin genel kabul gördüğü zamanımızda, devrimci olmak her türlü zorluğu kabullenmeyi ve güzellikler yaratmaya gönüllü olmayı gerektiriyor.
Devrimci olmak gönüllü olmaktır. Gönüllü olmak ise bilmekten geçiyor. Günümüzde devrimci olmanın zorluklarından birincisi bilmektir. Sınıf savaşımının tarihini, devrimci mücadelenin gelişimini, yol ayrımlarını, yıkılacak olan burjuva düzeni vb. bilmek, bugün devrimci olmaya aday bizlerin önünde, ideolojik bir görev olarak durmaktadır. Öğrenme işi bir okul ile gerçekleşir. Burjuvazi geçmiş sınıf savaşlarından biriktirdiği bilgileri, günümüzde sınıf savaşını yürüten kadrolarına, hiç kesintiye uğramayan bir kurum aracılığıyla aktarıyor. Böylece hem kurum yenileniyor hem yeni kadrolar yetiştirebiliyor. Bu okul, burjuva devlettir. Burjuvazinin uluslararası işbirliği örgütleridir.
Dünya devrimci hareketinin tarihi çok zengin deneyim ve bilgi birikimine sahiptir. Fakat bunları bir örgütün kalıcılığı ve sürekliliğinden, günümüze aktarma olanaklarından, enternasyonalden yoksundur. Bu durum burjuvaziye karşı savaşımımızda en büyük dezavantajımızdır.
“Devrimci, örgütlü insandır” sözü bir zorunluluğun ifadesidir; çünkü devrimci, devrim için savaşan insandır. Devrimci savaşımı da ancak bir örgütün sürekliliğinde gerçekleştirebilmek olanaklıdır.
Yukarıdaki iki paragrafın daha anlaşılır kılınması için kendi çalışmamızdan bir örnek verelim. Çalışmanın başlangıcını ve geçirdiğimiz süreçleri yeni yoldaşlarımıza ikili görüşmeler ve sohbetlerle ne kadar yansıtmaya çalışsak da bu olanaklı değildir. Ancak bir örgüt mekanizmasında ve bir iş üzerinde deneyimlerimiz ve ilkelerimiz anlaşılır olmaktadır. Bu “basit” örnek, dünya ölçeğinde sınıf savaşımında başarılı olmamız için enternasyonale ihtiyacımız olduğu ipucunu verebilmelidir. Yine bu örnek bize, Anadolu’da devrimci bir çalışmanın ve Anadolu Devrimi’nin enternasyonal bir görev olduğunu anlatmalıdır. Her yöresel örgütlü çalışma ve çatışma dünya burjuvazisi ile kapışmadır. Bugün, devrimci eğitimimizi sürdüreceğimiz okulun yaratılması görevini önümüze çıkarıyor. Bugün gönüllü olmak, devrimci örgütün yaratılmasında bilfiil çalışıyor olmayı gerektiriyor.
Devrimcilik günümüzde yüce ruhlu olmayı gerektiriyor. Ruhu olmayan gönüllü olamaz. Tekelci düzenin yarattığı ve yaratmaya çalıştığı, ruhsuz yumuşakçalardır. Sosyalizmin çözülüşünün nedeni emperyalizmin güçlü olması değil, sosyalizmin güçsüzlüğüdür; çünkü hiçbir güçlülük tek başına bir şey ifade etmez. Her güçlülük durumu; karşısında savaşmanın, daha güçlü olmanın olanaklarını sunar. Yoksa insanı reddetmemiz gerekir. Yer çekimine meydan okuyup, uçağı uçuran insanı unutmamız gerekir. Sosyalizmin çözülmesinin nedeni, bilinçsizlik, özverisizlik, inatsızlıktır ve şüphesiz ki gönülsüzlüktür.
Devrimci olmak, insan olmaktır. İnsan olmak günümüzde zor bir iştir. İnsan olmanın yolunu çok net olarak söylemek gerekir: Burjuva düzenine karşı savaşmak, ortakçı bir toplumu kurma mücadelesi içinde olmak. Bunun dışında başka seçenek yoktur. İnsan olmaya ve insan kalmaya gönüllü olmamız gerekiyor. Bunun yolunun, devrimci örgütün olmadığı koşullarda devrimci olmanın, bunu hedefleyen bir örgütlenme içinde olmaktan geçtiğini yineliyoruz. Bir başka nokta bunun günü birlik savaşımda bir çizgi olarak yer alarak, bilfiil yaşamın içinde mücadele ederek, devrimci ve örgütlü bir savaşım vererek gerçekleşeceğini yine sürekli vurguluyoruz. O nedenle gönüllü olmak “yarın gerçekleşecek” bir devrimci örgütte yer almaya hazır anlamını taşımıyor. Bu anlayış, sol çevrelerde yaygın bir anlayıştır. Bunu, bir kısmı mücadeleden kaçış için bahane olarak ileri sürerken, “Ne yapayım çalışabileceğim örgüt yok” tekerlemesi ile yaşamaya devam eder. Bir kısmı çaresizlikten “ölebilecekleri örgüt” ararlar: “Bir kurşun sıkıp ölelim.” Bir kurşun sıkıp ölmek için örgüt aramaya gerek yoktur. Cesaret çoğu zaman ölmeyi göze almakla ölçülür. Bizim açımızdan cesaret ölçüsü bu değildir. Eğer savaşmayı göze almıyorsak, örgütlenmeyi göze almıyorsak, bir başkasını devrime kazanmayı göze almıyorsak, devrim için ölmek örgütlü bir eylemi değil, kişisel eylemi anlatır. Cesaret; devrimi örgütlemek, savunmak ve yaymaktır. Bizim cesaret anlayışımız budur. Önümüzde devrimi yaymanın ve örgütlemenin görevi durmaktadır ve bu hem gönüllüğün hem de cesaretin en büyük göstergesidir. Devrimci olmak kişisel olarak devrimi savunmak değil, örgütü savunmak ve örgütü çoğaltmaktır.

Saldırı Psikolojisiyle Örgütlenmek
Savunma psikolojisi ile hareket etmek, baştan kaybetmektir. Burjuvazinin sunduğu “özgürlük” kırıntılarına tapınma, kendini sevimli gösterme çabalarının psikolojik başlangıcıdır. Savunmada kalmak, sürekli mevzi kaybetmeyi; kaybedilen mevziler yerine gerçeği yansıtmayan “göz kamaştırıcı başarılarla” savunmayı beraberinde getirmektir. İşçi sınıfının durumunu abartma, işçilerin söylemediklerini, düşünmediklerini söylemişler ve düşünmüşler gibi yansıtmada savunma psikoloji ile hareket etmenin önemli payı vardır.
Saldırı psikolojisi ile örgütlenmek ve bu çizgide devam etmek, zor ve ciddi teorik çabanın gerekliliğini ve sürekliliğini dayatıyor. Bu, durup geriye bakmamayı, geçmişe takılmamayı, geçmişi bilinçle kavramayı içeriyor. Saldırı psikolojisi ile örgütlemek, önemli bir ayrım noktasıdır. Sınıf savaşımında, önemli netlik ve berraklığı yansıtıyor. Sosyalizm savaşının kabulünü ve uzlaşmazlığını anlatıyor. Savaşın taraflarının ayrılmasını gerektiriyor. Sosyalist devrimci hedefi ve aynı anlama gelmek üzere, zafer için hareket edenlerin basacakları moral zemin budur. Aynı yolda yürüyen devrimci dostlarımızla beraberlik çizgisini ve dost-düşman ayrımının netleşmesini sağlıyor. Bizim açımızdan, bu düzende hedeflenebilecek hiçbir ileri noktanın olmadığını gösteriyor, sosyalist devrim perspektifini koyulaştırıyor. Burjuvazinin bizi savaşa davet ettiği türünden, içi boş, anlamsız tekerlemelerden kurtarıyor; çünkü burjuvazinin varlığı, savaşa davet etmesine gerek bırakmıyor. Her gün, yaşamın her anında savaşın varlığının nedeni oluyor.
Sınıf savaşımı, içi boşaltılmamış olarak kavrarsak, savaşı anlatır. Savaş, klasik tanımlama ile politikanın devamı ise, burjuvaziye karşı savaş, sıcak karşılaşmaları anlatmakla beraber, ona indirgenemez. Zaman zaman sıcak karşılaşmalar savaş olmuyor, savaşın bir anı belki de şiddetin en fazla açığa çıktığı an oluyor. O an yaşanan çarpışma savaşın tümü içinde bir noktayı ve bir alanını yansıtıyor. Savaşın tüm boyutlarını yansıtmıyor. Fakat örgütlenmenin her aşamasında, günlük çalışmanın her noktası ve her alanında (ajitasyon, ideolojik çalışma, örgütlenme vb.) o sıcak çarpışma psikolojisi ile hareket etmek bir zorunluluktur. Sadece sıcak karşılaşmaları savaş olarak düşünmek, savaşımın, günlük yürütülen alanlarda aynı psikoloji ile davranmamayı beraberinde getiriyor, yaptığımız işleri küçümsememize neden oluyor. İnsanlar ve yoldaşlarımızla ilişkilerimizde, uzlaşmaya, yumuşamaya, kof bir hümanizmin gelişmesine yol açıyor. Biz bu nedenle “Ya Sosyalizm Ya ölüm” sloganını, sadece sıcak karşılaşmaların sloganı olarak değil, günlük çalışmalarımızın yol gösterici bir belgesi olarak da kullanıyoruz.
Saldırı psikolojisi ile örgütlenmek yaşamın her alanında bize yol gösterici moral kaynak olabilmektedir. Şüphesiz her moral durumun sağlamlığı ve kalıcılığı, ideolojik netlik ile beslenebilmesinde, eylemlilikle taşınabilmesindedir.
İşçi sınıfının reformist ağırlıklı kendi günlük çıkarları çerçevesindeki mücadelesini alkışlamak bizim işimiz değildir. Burada saldırı noktamız, reformizm ve bencilliktir. Reformizm, işçi sınıfı hareketini salt işten atılmamak ve ekmeğini kazanmak için günlük ekonomik çıkarları yönünde hedeflendiriyorsa buna karşı çıkmalıyız. Sınıf içindeki reformist burjuva ajanları, “ağlamayan çocuğa meme vermezler” felsefesi ile sınıf hareketini yumuşatıp, eylemlerin içeriğini boşaltıp, işçi sınıfını burjuva egemenliğe boyun eğmeye yöneltiyorlar. İşçi sınıfının iktidar hedefi ile politika yapmasını engelliyor, önünü tıkıyorlar. Tarihin binlerce kez kanıtladığı gibi, kararlı ve sürekli devrimci çıkışlar, reformları doğuruyor. Saldırı noktamız reformizmdir. Burjuva ahlâkına, yaşam biçimine ve felsefesine sürekli saldırıda bulunmak zorunluluktur; çünkü burjuva dünya görüşü, burjuva egemen toplumda, kendini sürekli yeniden üretme olanağına sahiptir. Herhangi bir alanda bizim yokluğumuz, burjuva ideolojisinin güçlenmesine neden oluyor. Lenin’in deyişiyle “ya sosyalist ideoloji ya burjuva ideolojisi, bunun dışında başka yol yoktur.”
Saldırı psikolojisini yeniden üretmek, saldırıya geçmek ile ilgilidir. Sürekliliği buna bağlıdır. Saldırıyı sadece bir alanda düşünmek kolaycılığı ve sonrasında yılgınlığı yeniden üretir. Bu nedenle saldırı, aynı anlama gelmek üzere burjuva düzenini yıkmak hedefi, üç araç üzerine oturtulmalıdır; ideolojik, politik, örgütsel. Bunları bir başlıkta toplamak mümkündür: Örgüt ve örgütlü çalışma. Bu düzeni yıkmak için kurulan her örgüt, doğal olarak saldırı için örgütlenecektir. Askeri, örgütsel ve ideolojik alanlarını buna göre organize etmelidir. Saldırıyı sadece bu alanlardan biri için düşünmek, sadece bir alanda örgütlenerek saldırı için örgütlendiğini söylemek, en basitinden ciddiyetsizliktir. Bu tür örneklere herkes kendi çevresinde rastlayabilir.
Ciddiyetsizlik saldırı hedeflerimizden biridir. Burjuva alışkanlıklar ve düşünme kalıplarına karşı sürekli ve etkili savaşım yürütülmelidir. Yürütülecek bu savaşımın başarısı, örgüt normlarının yükseltilmesi ve niteliğimizin geliştirilmesi ile ilgilidir. Aynı zamanda sınıf içinde devrimci çizgimizin çizilmesi ve etkinliğimizin arttırılması, kendi içimizde yürüteceğimiz savaşım için de moral kaynağı olacaktır. Şüphesiz ki sınıf içindeki etkinlik, çalışma alanlarının tüm ayrıntısıyla tanımlanmasını, günlük çalışmalarda sürekliliğin sağlanmasını, siyasal ajitasyon için her fırsatın değerlendirilmesini, uzun dönemde kalıcı olabilecek hücrelerin örülmesini vb. gerektirir. Bu, hem düşünsel anlamda hem de pratik olarak sürekli hareketlilik demektir. Hareket içinde olmak örgüt içi eleştiride işin eleştirisini zorunlu kılar. Bu anlayış yoldaşlık ilişkilerimizin zedelenmesinin önüne geçer. Eleştirilerin kişisellikten çıkmasını sağlar. Boş övünmelerin önüne geçerek, kişilerin kendilerini kontrol etmelerini, kişilik normlarının gelişmesini pekiştirir. Eleştiri, sonuçta örgüt çalışmasını yükseltirse anlamlıdır. Bu işleyiş, örgüt içinde saldırı noktamız olan, şefliğe, adamsendeciliğe, kayırmacılığa vb. karşı sağlam bir dayanak sağlayacaktır.

Sonraki Bölüm: Örgüt Yaşamı

Devrimci Yaşam – Devrimciliğin Mihenk Taşları

Önceki Bölüm: BÖLÜM II: Devrimci Hareket ve Devrimci Yaşam

Yaşama karşı tutum, her insanın, her çağda en önemli sorunlarından ve insanları birbirinden ayırt etmekteki kriterlerde en önemli noktalardan biridir. Tarihin en eski yazılı belgesi Sümerler’den kalmış insanlığa. Gılgamış Destanı’dır. Gılgamış “sağlam duyarlı Uruk şehrinin kralı ve büyük savaşçısıdır”. Bilgiye ve bilgeliğe çok değer verirler. Gılgamış en çok sevdiği arkadaşı ölünce, ölümsüzlüğü bulmak için yollara düşer. Ve sonunda öğrenir ki, ölümsüzlük ancak kalıcı şeyler bırakmakla mümkün. Çelişkidir; ölüm bir gerçek; ama insanoğlu en eski yazılı belgede bile ölümsüzlüğü arıyor. Bugün bile ölümü olağan vakurluğu içinde kabul etmiyoruz ve dünyanın her yerinde kardeşlik egemen oluncaya kadar da ölümü “olağan vakurluğu içinde” kabul etmeyeceğiz; çünkü olağan güzelliği ile yaşamak, bu kirletilmiş ve çirkinleştirilmiş dünyada olanaklı değil.
Ölümden tanrılar da kaçamıyor; ama çirkinlik içinde ya kötülüklerin kaynağı olarak ya da güzelliklerin yaratıcısı olarak tanrılara ihtiyaç duyuyoruz.
Ölümsüzlüğü aramanın hikâyesini (İ.Ö. 2500 yıllarında kaleme alındığı anlaşılan, belki de daha önceye dayanan) kaydeden tarih, bize gösteriyor ki bunun tek yolu var: onurluca yaşamak, geleceğe bir iz bırakmak. Gılgamış bu sonuca varıyor. Bu çok eski ve unutulmaz dersi, bugün de insanoğlu hâlâ öğrenebilmiş değil.
Yaşam karşısında tutum sağlam olmadı mı, sağlam yaşanmadı mı, ölüm hem bir sığınak, hem korkulası bir karşılaşma oluyor. İnsanca ve onurluca da yaşanmıyor. Öyle ki insan, bazı yaşam biçimlerinde ölümü bin kez görebiliyor. Sanki üstü açık bir hapishanede “çile dolduruyor”. Tersine, bazı ölümler ölümü aşmak anlamına geliyor. Che’nin dediği gibi: “Bazen düşünüyorum da, yaşamak mı ölmektir, yoksa ölmek mi yaşamak?”
Bu çelişkiyi yaratan; insanın insana kulluğunu, sömürü düzenini; aşağılanmalıdır.
Onun için hâlâ önderlere ihtiyaç duyuyoruz.
Onun için kahramanlık çağı daha bitmedi.
Onun içindir Deniz yaşıyor.
Onun için Mahir hâlâ yaşıyor.
Onun için İbrahim Kaypakkaya hâlâ yaşıyor.
Onun için yüzlerce Kürdistan gerillası yaşıyor.
Onun için Bekir hâlâ yaşıyor.
Che’yi hâlâ bundan dolayı öldüremiyorlar.
Ho Shi Minh bunu için hâlâ önderdir.
Yeryüzünün her bölgesinde insanın aşağılanması, sömürü, vahşet sürüyor. Savaş ve açlık hâlâ çocukların canlarını alıyor ve bu nedenle gelecek güzel günler için savaş her yerde devam ediyor. Bittiği sanılan komünizm, yeniden dirilişi için hazırlanıyor. Onun için yolumuza devam ediyoruz. Ve zafere kadar da bu yola devam edeceğiz; çünkü sadece gelecek için değil, bugün için de aşağılanmaya, pisliğe, sömürü ve baskıya karşı savaşmak, özgürlük için savaşmak yaşamanın tek yoludur. Bu aşağılanmaya, bu insanı kirleten sisteme, bu sömürüye karşı savaşmamak, bunlara alışmak ölümün en acısıdır.
Gılgamış, ölümsüzlüğü arıyordu. Biz ise insan olmaktan çıkmamanın yolunu arıyoruz. Bugün insan olarak yaşamak bedel ödenmesi gereken bir durumdadır. Gılgamış’ın arayışını, bugün biz, insanca yaşamak arayışı olarak devam ettirmeye çalışıyoruz. Sistem, insanca yaşamamıza olanak tanımıyor. “İnsanca yaşamak” öyle ilk akla geldiği gibi yiyecek içecek meselesi değil. İnsan olabilmekten söz ediyor. Özgürlüğümüzü elimizden almıştır sistem. Kapitalizm, tüm sınıflı toplumlar gibi, özgürlüğü sevmiyor. Çalışmak yaşamsal bir davranış iken, sistem çalışmayı büyük bir zulüm haline getiriyor. Korkak ve bencil, yaşamaktan korkan ve her akşamını ettiği gün için “bugün de kazasız belasız geçti” diyen kişi yaşıyor mudur? Her adımında korkan insan özgür müdür? İşsizlik korkusu, patron korkusu, polis korkusu, komşu korkusu, gelecek korkusu içinde yaşayan bir insan “normal midir”? Kendisinden başka herkesi “şüphe” ile karşılayan, arkadaşı ve sevdiği olamayan, değerleri kalmamış ve her şeyini satabilecek kadar değersizleşen insan, insan mıdır? Tüketen ve daha çok tükettikçe, kendini “ayrıcalıklı” ve daha iyi hisseden, komşusunu, kendisinin sahip olduğu elbise, koltuk, araba, buzdolabı fiyatına göre değerlendiren kişi insan mıdır?
Ya biz, insan kime denir sorusunu tartışacağız, ya da bedeli olduğu bize söylense de insan olarak yaşayacağız.
Devrimcilik, yaşam karşısındaki tutumla belli olur. Ölüm karşısında tutum da bunun doğal bir devamıdır. Fakat ne olursa olsun, insanın bu denli tüketildiği bu dünyada, ölüm karşısında yaşamı savunmak, alkışlanacak bir tutumdur. Onun için en kritik anda ilkelerine bağlı kalan insan, ölümü de yenebiliyor. Fakat esas olarak yaşarken bu tutumu almak önemlidir. En küçük sorunda pes eden, her adımda pişmanlık gösteren, kararsız davranan, emeksiz yaşayan insan her zorlu sınavdan kalacaktır. Yaşam karşısındaki tutum devrimciliğin mihenk taşlarından biridir.
Devrimcilik bir başkaldırıdır. Başkaldırı, çağımızın, insanın insana köle olduğu son sınıflı toplum Kapitalizmden Komünizme geçiş çağının en soylu, en insana yakışan eylemidir. Ve başkaldırı, yaşam karşısındaki tutum dediğimiz, her tutumun temelindeki davranışlarda yatar. Başkaldırı, onurlu yaşamın, insan olarak kalmanın çağımızdaki adıdır. Haksızlıklara karşı “görmezden gelen”, arkadaşına yapılan haksızlığa sessiz kalan, giderek her durumda “sağ” kalmayı temel alacaktır ve bu tutum insan olmaya da aykırıdır. Değerlerin önemi de buradadır. Elbette başkaldırı, yaşamı sahiplenmektir; ama insan olarak. Ben bilirim ki insan toplumsal bir varlıktır. Eğer çocuğu, doğduğunda ormana bırakırsanız, o çocuk insana benzer bir hayvan olacaktır. Burada hayvan hiç de aşağılayıcı değildir; ama orman kanunlarından beter yasaların işlediği bu vahşi insan toplumunda, hayvan bambaşka bir anlam ifade ediyor. Yaşamak, yemek-içmek, cinsellik vb. insanın güdüleridir ve bunlara göre düzenlenmiş bir insan yaşamı insanın tükenişidir. Başkaldırı, bu nedenle insan olmayı seçmektir.
Devrimci, yaşamı sadece kendisi için değil, başkaları için de seçen ve topluma, çevresine duyarlı olandır. Vurdumduymaz, adamsendeci, sevgisiz, paylaşmaktan korkan kişi devrimci de olamaz.
Yaşama dört elle sarılacağız. O kadar ki dünyanın başka yerlerindeki insanlar için keder duyacağız. O kadar ki, haklıdan yana haksıza karşı olacağız. Nazım şiirleriyle anlatır bu tutumun özünü:
“…Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde

Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan,
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.
Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.
Diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın, daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla
yani, duvarın ardındaki dışarıyla.
Yani, nasıl ve nerede olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak…”

Emeğe Yaklaşım
Sosyalist devrimci hareket, hem çıkışı hem de geleceği açısından bir emek hareketidir. Bu basit bir olgu ve süreç değildir. Para üzerine kurulu bir egemenlik sistemi nasıl insanı kul ve köle yapıyorsa, emek üzerine kurulu bir hareket de emeği ve insanı özgürleştirme üzerine kuruludur. Özgürlük, bizim dünyamızdaki kişisel bir arzu, hülya değildir. Bizim dünyamızda özgürlük; insanın kurtuluşuna, toplumun özgürleşmesine bağlıdır ki bu da emekçinin, emeğin özgürleşmesi ile olanaklıdır. İnsanın gerçek tarihi böyle başlayacak. Devrim bu sürecin en büyük kilometre taşlarından biridir. Devrimcileşmek, bu süreçte yaşanan, yaratılan değerlerle sağlanıyor. 0 açıdan emek hareketi olmak, zorunluluktur. Zordur; ama gereklidir ve zorluklar bizim için güzelliklerin anasıdır. Her yeni yaşam, büyük acılarla hazırlanır.
İçinde yaşadığımız sistem, bir toplumsal varlık olarak insanı da belirliyor. Onun için kurtuluş, bireysel bir arayış değildir. Toplumsaldır ve toplumsal mücadele bu nedenle bugün en önemli özgürleşme alanıdır. Devrim, toplumsal mücadelenin, emekçiler, ezilenler açısından çözümüdür ki hem emekçilere hem de emeğe dayanması nedeniyle er ya da geç kazanılacaktır. Toplumsal devrimin örülmesi işi, kişiyi de bilinçlendirir. İnsan kendisini yaratan toplumsal koşulların bilincine varır ve bu bir değiştirme sürecidir. Emeksiz değişim, kalıcı olmadığı gibi, özgürleştirici de değildir.
Bu nedenle devrimci emeğe karşı yaklaşım, devrimciliğin şaşmaz kıstaslarından biridir. İşe yaklaşımın, göreve yaklaşımın da temeli budur. Devrimci kişi, zor ve kolay görev ayrımını, işleri daha sağlıklı yapmak dışında yapmaz. Emek kazandırıcıdır ve buna uygun yaşar. İşe de buna uygun yaklaşır. Bıkkınlık, tembellik, adamsendecilik, ertelemecilik yenilmesi gereken alışkanlıklardır. Ve bunların yenildiği ortamda, özgüven ve emeğe saygı gelişir. Kapitalizm, insanı insanın ve her ikisini de paranın kölesi yaptığı oranda, iş yapmanın da “marifet”, “yetenek”, “şans”, “kader” vb.’nin sonucu haline getirir. Aynı biçimde küçük ve büyük iş ayrımı, şanlı ve basit iş ayrımı, emeğe yabancılığa dayanır. Siz önemli işler yapacaksanız bilin ki önemsiz işleri yapanların sayesindedir. Burada kişi, içinde yer aldığı kolektifin emeğine, durumu ne olursa olsun, yeteneği ne olursa olsun, yabancılaşmamalıdır.
Kısa sürede köşe dönme mantığı, “unvan”ların toplumsal saygı vb. anlamında gelmesi, tıpkı etiket gibi araba vb. sahipliği gibi “iş unvanı” geliştirilmesi, kişiyi emeğine yabancılaştırıcı süreçlerin devamıdır. Kişilik yerine, “sahip olduklarınız” geçer. Burada artık “iyi ve “kötü” iş ayrımı gelişir. İyi iş ise çok kazandırandır. Para olduğu gibi, avantaj ve statü kazandırandır. İşçi olmanın, emeği ile çalışmanın bu kadar yaygın ve bu kadar aşağılandığı başka bir toplum ve başka bir çağ olmamıştır. Böylece kişi emeğine saygı duymaz hale de gelir. Bu toplumsal mücadeleyi köreltici bir etki de yaratır. Kuşku yok ki, bunun toplumsal temeli, kişinin başkasının mülkiyetindeki araçlara hizmet etmesidir. Emeğin ürünlerinin sahibi olamamasıdır. Onlar üzerinde hiçbir denetime sahip değildir. Böylece çalışmak, kurtulunması gereken bir şeydir. Çalışana “enayi” diye bakıldığı bir toplumda yaşıyoruz. Bu ise insanın yeteneklerini, kendine güvenini tüketen bir süreçtir.
Devrimci kişi, bu yola gönüllü girmiştir. Kimse kimseyi zorla böylesine bir mücadeleye sokamaz. Bu gönüllü seçim, kişinin mücadelesine yansır. Gönüllülük bir bilince, bilinçli seçime dayanır. Bilinç ise, kişinin toplumsal varlığının bilincine varması, kendini aşması demektir.
Emek vermek, emeğe saygı duymak, ezilen olmaktan iktidara yürümenin de garantisidir. Kişiyi dayanaklı, değerlerine bağlı hale getirir. İnsana yaklaşımın temelinde de bu vardır, bu olmalıdır. Devrimci mücadelenin bir ucunda işçi ve emekçileri, çoğunluğu kazanmak vardır. Onların emeğine saygı duymadan, sabırla ve sebatla her adımı örmeden bu başarılamaz. Halk sevgisinin temelinde bu vardır. Yoksa halkın her yaptığının alkışlanması gibi dalkavukluk yoktur. Aynı biçimde içinde yer aldığı koşullardan dolayı, bilinçteki dağınıklık ve gerilikten dolayı insanları küçümsemek, kendini büyük görmek de emek hareketi olma ve devrimci olma ile örtüşmez. Kişi, hikmeti kendinde aramamalıdır. Öncülük, bir toplumsal görev, bir misyondur; ama hikmeti kendinde aramayı değil, kitleleri kazanmak doğrultusunda daha yoğun bir emek vermeyi gerektirir.
Emek, insanı olgunlaştıran, eğiten bir süreçtir. İnsanı hem fiziki hem de ruhsal açıdan insan yapan, emektir.
Gönüllülük ve emek, disiplin ve özverinin temelidir. İnancı pekiştiren, başkalarına yol gösterendir. Dayanıklılığı da, bu emek sürecinin kazandırdığı değerler sağlar. Dayanıklılık ki, savaşımın en gerekli özelliklerindendir. Bir iki hamlede zafer beklemek, bir açıdan zafere susamışlık gibi ele alınabilirse de bu doğru değildir. Emeksiz zafer, zor olandan kaçmak, göklerden zafer beklemektir. Güneşin altında ter akıtmadan, toprak istenileni vermez.

Tarihe Yaklaşım
Devrimciliğin, devrimci kişiliğin mihenk taşlarından biri tarihe yaklaşımdadır. Tarih, bir yandan devrimci mücadelenin zaferi için, bir öğrenci, bir savaşçı olarak öğrenilmelidir. Bizim ülkemiz, tarih bilincinin eksikliğinin taktik alanda yarattığı zafiyetler açısından pek çok örnekle doludur. Tarih bilinci eksik olunca, olayları, kişi ve kurumları, davranış ve eylemlerinden bağımsız olarak, soyut olarak, derinlikten yoksun olarak kuru bir tarzda ele almış oluruz. Böyle bir durum, ancak hayaletler için savaşıldığı zaman olabilir.
Demek ki tarih bilinci zafer için şarttır. Yetmez, tarih bilinci yeninin kurulması için de şarttır. Yeninin kurucularının tarih bilincinden yoksun olması, onları tarih önünde soytarı haline getirir. Demek ki bu açıdan da tarih bilinci gerekiyor.
Fakat tarihe yaklaşım bu açıdan sınırlı bir konu değildir. Tarih bilinci eylem için ne kadar gerekli ise aynı biçimde devrimin tarihinin kavranması da o kadar gereklidir. İnsan sosyal bir varlıktır ve tarihsiz olamaz. Çocukluğumuzdan beri edindiklerimiz, yaşadıklarımız, pek çok katı maddeyi aşan bir dayanıklılığa sahiptir. Bu nedenle tarihsiz insan, kukla insandır. Genel olarak kapitalizm, özel olarak TC devleti görülmemiş ölçüde tarih silme operasyonları ile yaşamaktadır. Bu tarihsizleştirme, aynı zamanda bir “değerlerden arınma”, aynı anlama gelmek üzere robotlaştırma, yalnız ve korkak hale getirme, insan olmaktan çıkarma sürecidir.
Öyle ise tarihe ve özellikle kendi tarihine sahip çıkmak, dünya devrimci hareketinin tarihine sahip çıkmak, devrimciliğin taşlarından biridir. Devrim için güneşe gömülenler, hangi fraksiyondan olursa olsun, ortak davanın değerleri olarak yaşarlar, yaşatılırlar. Bir hareket, başka ülkelerdeki, başka halklardaki devrim şehitlerini küçümsemeye başladı mı, o hareket tarihten “değersizleşme yönünde” kopmaya başlamış demektir. Bu açıdan kritik tartışmalar yapılmaktadır. Mahir ve Deniz “Öldü de ne oldu, onları bugün sadece anma günlerinde anıyoruz” demek, ölümün ne olduğunu bilmemektir. En iyi niyetle böyle ele alınabilir. Öte yandan bu bizim dünyamıza ve değerlerimize bir saldırıdır ki savunulmak istenen şeye hizmet edeceği de çok tartışılır. Ne kadar zor durumda olunursa olunsun, şehitlere dönük bu ucuz yaklaşım kabul edilemez. “Bazen düşünüyorum da ölmek mi yaşamaktır, yoksa yaşamak mı ölmektir?”
Devrimci kişi, kendinden öncekileri acımasızca eleştirmeli, yanlışları çekinmeksizin ortaya koymalıdır. Ancak devrim için çarpışanlara saygı, temeldir.
İnsan yalan söyleyen ile doğru söyleyen arasında bir seçim yapar. Bu bir değerdir. İnsan karşısında tutum, hatalar karşısında tutum, emek karşısında tutum, direniş karşısında tutum vb. insanın bedelleri ödenmiş deneylerinden süzülen ve insanı insan yapan değerlerdir.
Hele hele tarihe yaklaşımı, çok belirleyici olsa da kişiler üzerinden yürütmek, diyalektik metot yerine suçlu ve kahraman arayan, ak-kara mantığına dayanan metodu koymamıza neden olur ki kesinlikle yanlıştır. Kişiler belli tarihi süreçlerin simgeleri, çizgilenmiş sesleridir. İnsan toplumunda her adımın tarihsel ve toplumsal boyutu vardır ve bu unutularak ne kişilerin ölümleri, ne yaşamları, ne de eylemleri üzerine konuşulabilir. Böyle yapmak belki bir anlamda kişiyi rahatlatabilir. Mesela Sovyetler Birliği’nin çözülüşünün suçunu Stalin’e yıkmak rahatlatıcı, zahmetsiz ama bir o kadar da ucuzdur. Tarihe ucuz yaklaşım ise, devrimci tarihte, küfür demektir. Kapitalizmin tarihsizleştirme operasyonunun aynısını emek cephesi adına uygulamak kabul edilemez.
Bunun gibi, enternasyonalist dayanışmanın da bir ucu tarih bilincine dayanır. Proletaryanın her ülkedeki eylemi göstermiştir ki sınıfın davası uluslararası bir davadır ve zafere ulaşması, en başından enternasyonalist ruha sahip olmasına büyük oranda bağlıdır.
Tarih bize göstermiştir ki, her halkın özgürlük eylemi, koşulsuz desteği hak eder. Bunu destekleyip desteklememek sizin ciddiyetinizin göstergesi olur, yoksa haklı olup olmadığınızın değil.
Tüm bu alanlarda her devrimci adım, ister zafer ile, ister yenilgi ile sonuçlanmış olsun, öğrenilecek bir hazine değerindedir. Bunlara ciddi yaklaşmayan bir devrimci, kendi emeğine de ciddi yaklaşmaz. Öğrenmesini bilmeyen öğretemez de.
Devrimci her zaman iyi bir tarih öğrencisi olmalıdır ve bunu eylemleri ile ortaya koymalıdır. Devrimci, değerlerine sıkıca bağlı bir özgürlük savaşçısıdır. Değerleri olmayan bir kişi, devrimci de olamaz. Özgürlüğü savunmak için, özgürlüğün nasıl bir insani değer olduğunun bilincinde olmak gerekir. Değerlere sahip çıkmak, geniş anlamda dünya devrimci hareketi, ezilen halkların mücadele tarihine sahip çıkmayı, dar anlamda ise kendi tarihinin yarattığı değerlere sahip çıkmayı gerektirir. Boş devrimci olmaz. Değerleri olan, değerlerine sahip çıkan devrimci, gerçek devrimcidir. Tarihe her açıdan eleştirel yaklaşırken, önce ona bir bütün olarak ve değerlerini içselleştirerek sahip çıkmak gerekir. Ters gelebilir; ama eğer kişi bir tarihi sahiplenmiyorsa, onun o tarihe dönük eleştirileri de yüzeysel olur.
Dünya devrimci hareketinin tüm mücadeleleri bizim tarihimizdir.
Bölgemiz halklarının, içinde TC sınırları içinde olanlar da dâhil, mücadeleleri ortak değerimizdir.
Kürdistan Devrimi’nin tarihi, devrimci hareketimizin ortak enternasyonal tarihidir. Ve tabi ki, Anadolu solunun tarihi, bir bütün olarak bizim tarihimizdir. Tüm bu tarih içinde eleştirdiklerimiz, yanlış bulduklarımız olacaktır; ama onlar bir tarih sürecinin ortak noktalarıdır ve bu nedenle, onları ayıklamak geleceğe yürümek için önemlidir.
Gelecek, değersizleştirilmeye karşı yürüttüğümüz mücadelenin yaygınlığı ve köklülüğü oranında bizim olacaktır.
Devrimci mücadele, bugünden yeni insanın yaratılması, en azından nüvelerinin yaratılmasının bugünden başarılması mücadelesidir de. Bunun için tarih bilinci ve tarihe yaklaşım, emeğe karşı yaklaşım ve yaşama karşı yaklaşım devrimciliğin mihenk taşlarındandır. Tüm bunlar insana karşı yaklaşımın altını dolduran noktalardır.

SIRADAKİ
Başladı işe
Bitirdi işi..
Başlarken avaz avaz bağırmadı
Bitirdi ve:
Gelin seyredin, diye dört yanı çağırmadı..
O milyonların milyonda biridir.
O bir sıra neferidir.
Damarlarındaki bilmem hangi soyun kanı değil..
O bir yarış hayvanı değil.
Yüzü herkesin yüzüne benzer.
Su içer ağzıyla ayaklarıyla gezer..
Onun için;
başlayan, biten, başlayan iş var,
sorgu soruş yok..
Gidiş var.
Duruş yok..
O milyonların milyonda biridir.
O bir sıra neferidir…

NAZIM HİKMET

Sonraki Bölüm: Devrimci Gönüllülük

Devrimci Yaşam – Devrimci Hareket ve Devrimci Yaşam

Önceki Bölüm: Devrimin Nesnel Şartları ve Parti

SEN YÜRÜRSÜN RÜZGÂR YÜRÜR
Sen yürürsün rüzgâr yürür
Sabahlar sığmaz olur gözlerine
Her adımda çözülür bir karanlık
Şafaklar çiçek sunar ellerine
Gün tutuşur
Dağlar aydınlanır
Yeniden aydınlanır
Yeniden canlanan bu yaşam
Türküler dizer saçının tellerine
Sen yürürsün rüzgâr yürür
Alıp savurur beni saçların
En kalabalık alanlara götürür
Bir cellat çıkar apansız
Bir fidan yeşermeden çürür
Ve kana bulanır ırmaklar
Baştan başa geçer kentleri
Kan temizlenir cellat ölür
Sen yürürsün rüzgâr yürür
Mahpuslar soluğunla umutlanır
Toprak çatlar
Gökyüzü bıçak bıçak şimşeklenir
Görkemli bir yürüyüş başlar içimde
Ve bir tan vakti
Kırılır bütün güzellik yasaları
Ağaçlar aşk açar bahçelerimde
Sen yürürsün rüzgâr yürür
Dallar eğilir
Yapraklar secde eder yürüyüşüne
Sular kabarıp dalgalanır
Köpüklü başlarıyla selamlar seni
Ve tanrılar kalır önünde
Ne beyler ne krallar
Seninle yazılır en büyük destan
En güzel tarih seninle başlar
Sen yürürsün rüzgâr yürür
Bir sevinç boylanır dünyada
Çocuklar korkusuz büyür
Kan boğulur susar
Dokunup geçtiğin her kuraklık
Yemyeşil bir vadiye dönüşür
Sen yürürsün rüzgâr yürür
Bizi bu deprem günlerinde
İnan ki bir şiirsiz yaşamak
Bir de sensiz savaşmak öldürür
ADNAN YÜCEL

“Gül parmaklı Şafak ışıklarını
tanrılara ve ölümlülere
Gönderdiğinde, yolculuğumuza devam ediyorduk.”

Homeros, Odysseia

Sonraki Bölüm: Devrimciliğin Mihenk Taşları

Devrimci Yaşam – Devrimin Nesnel Şartları ve Parti

Önceki Bölüm: Sınıf Savaşımı ve İşçi Sınıfının Önderi

Devrimin yöneticisi, işçi sınıfının elindeki tek gerçek silahı parti, devrimi, bir nesnel zemin üzerinde zafere ulaştırır. Burada şu soru ortaya çıkar: Devrimin nesnel koşulları nelerdir?
Devrimin en genel anlamı ile üzerine yükseldiği nesnel zemin, kapitalist-emperyalist dünya sisteminin kendisidir. İnsanın insana kulluğu, sömürü, sömürgecilik vb. var olduğu sürece, bunlara karşı, kalıcı zafer anlamına gelen savaşsız-sömürüsüz bir dünya mücadelesi de var olacaktır.
Ancak, bundan daha ileride, devrimin nesnel anlamda olgunlaştığını gözlemlemek de mümkündür. Burada bilerek “gözlemlemek” sözünü kullanıyoruz. Bu konuda, tartışma sırasında buraya tekrar dönmek üzere, öncelikle Lenin’in devrimin nesnel şartları konusunda “Devlet ve Devrim” çalışmasında söylemiş olduklarını özetleyelim.
1. Yönetenlerin eskisi gibi yönetememesi yetmez, yönetilenlerin de eski yöntemlerle yönetilmek istemiyor olması gerekiyor.
2. Derin bir ekonomik krizin varlığı.
3. Bu iki etkene de doğrudan bağlı olacak şekilde, kitlelerin sisteme karşı kendiliğinden eylemlerinde bir artış.
Bu üç faktöre de bakıldığında, burada, bir “gözlemleme”, bir analiz yapıldığı ortaya çıkacaktır. Yönetenlerin eski metotlarla yönetememesinin analizi kolaydır. Örneğin; bugün TC yönetenleri eski metotlarla yönetemiyorlar. Hatta bu durum pek çok kapitalist ülke için geçerlidir. Zaten onun için, bu şart değil, bir şartın yarısıdır. Yani yönetilenlerin de eski sistemle yönetilmek istememesi gerekir. İşte bunu belirlemek zordur. Mesela Anadolu işçi sınıfı, emekçisi, Anadolu halkları böyle yönetilmek istiyor mu? Bu soruya yanıt vermek daha kritik değerdedir. Bugün ülkemizde, işçi ve emekçilerin bu yönetimi istemediğini söylemek mümkün; ama bunu ifade ettiklerini söylemek mümkün değildir. İçten içe bir tepki vardır. Öte yandan “ekonomik krizin derinliği” de görelidir. Bazı durumlarda, bir genel ekonomik kriz yeterlidir; oysa bazı durumlarda bu kriz daha da derin olsa bile, yetersiz görülür. Görüldüğü gibi mesele son, yani üçüncü faktörde kilitleniyor. Yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istemediğinin ve derinleşen ekonomik krizin anlamını bulduğu yer, kendiliğinden yığın eylemleridir.
Kendiliğinden yığın eylemleri, doğrudan bir örgütsel yönetimin olmadığı eylemlerdir. Bu da daha çok eylemlerin başlangıcı için geçerlidir. Mesela Gazi Mahallesi’ndeki direniş, kendiliğinden başlamıştır ve buna göre gelişmiş bir örnektir. İşte bu kendiliğinden kitle eylemlerindeki yaygınlık, en kritik maddedir.
Fakat bu açıklamalara rağmen, hâlâ bakışımız eksiktir. Tüm bu nesnel şartlar, öznenin özenle “uzak tutulduğu” şartlar değildir, olamaz. Sınıf mücadelesinin tarihi, devrimci hareketin durumu, tüm bu süreci etkiler.
Devrim, nesnel ve öznel şartların bir bütünü olarak gelişir.
Öznel güç, devrimci parti, kendi adımlarını, nesnel koşulları göz önüne alarak atar; ama nesnel koşulların olgunlaşmasının devrimci eyleme bağlı olduğunu unutmaz. Yani, devrimin nesnel şartlarının olgunlaşmadığı koşullarda, devrimci parti ne yapar sorusunun yanıtı da buradadır. Uzağı yakın etmek, öznenin görevidir. Burada iki uç nokta vardır; birincisi, nesnel koşulları hiç hesaba katmayan bir tutum ki bu iktidarı alma eylemini bir toplumsal eylem olarak görmekten uzak bir anlayış olur. İkincisi, nesnel şartları bekleme anlayışıdır ki bu da özneyi eylemsiz bir varlık haline getiriyor.
Şimdi bu söylenenler ışığında, kendiliğinden eylemlerdeki artışın anlamını daha iyi anlayabiliriz.
Mesela, günümüz devleti, Tekelci Polis Devleti, her örgütlenmeye önceden müdahale ediyor. Toplumun psikolojik olarak yönlendirilmesine özel bir önem veriyor. Mesela Anadolu’da, kitleler ne zaman sıkışsa, patlama havasını sezen sendika mafyası, hemen gazı çıkarıcı bir eyleme kalkışıyor. Yani sınıf bir ayağa kalkıp oturtularak, eylem gücü denetim altına alınıyor. Ve kabul etmek gerekir ki bu ülkede tüm devletin kolluk kuvvetlerinin yoğunlaşması kaybolabilirken, bugüne kadar sendika mafyasının yoğunlaşmasında azalma olmamıştır. Sendika mafyası, sınıfı kontrol etme araçlarına sahiptir ve kendiliğinden gelecek eylemlerin, sınıfı denetimden kurtaracağını, bu yolla sınıfta özgürleşme yaratacağını görüyor. Bu nedenle bugün, “kendiliğinden eylem” sözünün her ülkede ya da bir ülkede, her tarih kesitinde aynı yolu izleyeceğini düşünmek hata olur.
Bu vesile ile Mart 2001 sonunda yapılan MGK toplantısı bir “toplumsal patlama olması durumunda alınması gereken önlemleri” il il tartışıyor. Burada, genel olarak devletin, artık iç savaşa ve gelecekteki bir devrime karşı örgütlendiği gerçeğinin altını bir kere daha çizelim. Bir kere daha diyoruz; çünkü Tekelci Polis Devleti çalışmamızda bu nokta yeterince açıklığa kavuşturulmuştur.
Devlet eğer gelecekteki bir devrime karşı örgütleniyorsa, (ikna edici bir örnek olabilir belki. İsveç’te devlet, bir gerilla savaşı olması durumunda ne yapılmalıdır sorusunu askeri açıdan ele alan bir kontrgerilla kitabı hazırlamıştır. Bu tüm devletlerde artık böyledir) kendiliğinden eylemleri önleme noktasında da önlemler alacağını düşünmek yerinde olmaz mı? Kesinlikle yerinde olur.
Bugün TC devleti, işçi sınıfını eylemsiz kılmak için sendikaları devralmış, özenle bir sendika mafyası örgütlemiştir. Mesela B. Meral, Ekonomik Sosyal Konsey toplantısında Bankalar Kanunu’nun ve Siyasal Partiler Kanunu’nun değişimini istemiştir. Bunları, TC’yi boş verin, birebir ABD yönetimi istemektedir. Peki, işçilerle ilgili ne talebi vardır? “800 bin kişinin temsilcisi durumuna kadar gerileyen sendikalar, acaba 21 milyon çalışanı nasıl temsil etmektedir”, sorusunu geçelim. Bu adamların işçi ile ilgisi nedir? Yanıtı “hiç” değil maalesef. Bunlar işçi sınıfıyla ilgilidir ve onu denetim altına almakla görevli polis teşkilatının koludurlar. Bunlar öyle sıradan asalaklar değildirler. Görevleri basittir; eğer işçi sınıfı dolmuş ise, onu kalk otur hareketi ile yorarak, öfkesini boşaltmak; ama bu az iş değildir.
TC devletinin ikinci hassas olduğu nokta, halklar meselesidir. TC yönetenleri Karadeniz’e özel bir önem veriyorlar. Bunun nedeni de budur.
Öyle ise kendiliğinden kitle eylemleri, mevcut toplumda daha da zor, daha da güç ortaya çıkacaktır.
Onun için devrimci partinin görevi, kitlelerin her türden örgütlülüğüne destek de vermektir. İşçi ve emekçileri devrimcileştirmek, işçi sınıfının ve toplumun en ileri unsurlarını kendi saflarında, onların önderleri olarak toparlamak, bu görevi dışlamaz.
Sonuçta, devrimin nesnel şartlarını bekleyen bir devrimci parti olmaz; ama şartların olgunluğuna ve somut koşullara göre kendi eylemine yön veren bir devrimci parti zafere ulaşabilir.

Bir Zayıf Halka: TC
Bir ülkede devrimci partinin görevi ve niteliği üzerine tartışma, asla o ülkede devrimin hangi aşamadan geçtiği ile bağlantılı değildir. Devrimin içinden geçtiği aşama, devrimci partinin önemini, hata ve olumlu eylemlerinin rolünü arttırır. Fakat devrimci partinin görevi, devrimin her aşamasında vazgeçilmezdir.
Buna rağmen, bir ülke somutunda devrimci partiyi tartışmanın, devrimin o tartışma anında dahi, önümüze koyduğu görevlerle birlikte yürüme zorunluluğu vardır. Tersi durumda, tartışma olarak kalır. Lenin’in söyledikleri, Küba deneyimi vb. hâlâ geçerlidir. Bu açıdan devrimci partinin örgütlenişine, sınıf savaşımına bağlı olarak şekillenişine bakmamız gereklidir. Öyle yapacağız.
Bunun yanındaysa, bir de içinden geçilen anın görevleri, tartışmayı daha da somut hale getirir.
1. Emperyalist-kapitalist sisteme, bir bütün olarak bakmamız şarttır. Marksizm bunu önerir. Kapitalizm bir dünya sistemidir. Bu sistemin merkezinde emperyalist güçler, çevresinde ise onlara bağımlı sömürge ülkeler vardır. Sömürge ve emperyalist dışında bir ülke, nadiren bir geçiş anı olarak var olabilir. Ve bugün bu artık yoktur.
2. Bu emperyalist-kapitalist sistem, bir bütün olduğu gibi, bir anda parçalanarak, birden çok parçanın kopmasına da olanak tanır durumdadır. Yani bu zincir birbirini etkiler durumdadır.
3. İşte bu noktada, Lenin’in kısaca “zayıf halka” diye anılan teorisine bakmalıyız. Marx ve Engels, devrimin en gelişmiş kapitalist ülkede ortaya çıkacağını düşünüyordu; zira henüz, sistem emperyalist aşamaya da yükselmemişti. Ancak emperyalist sömürgecilik, hem bunalımların sömürgelere ihracını, hem de sermaye ihracı yolu ile sömürge ülkelerdeki artı-değerin bir kısmını çekmeyi olanaklı kılmıştır. Kapitalizm bir dünya sistemi haline geldiğinde, devrimin proletaryanın nispeten gelişmiş olduğu sömürge ülkelerde, çevre halklarda oluşum olanakları da artmıştır.
Lenin, “Bir zincirin gücü, onu oluşturan halkaların gücü ile ölçülür” ilkesinden yola çıkarak, zincirin, en zayıf halkasının gücü kadar gücü olduğu sonucuna ulaşır. Böylece emperyalist-kapitalist zincir, en zayıf halkasından kopacaktır ve bu halka çevresini de etkileyerek koparma olanağı yaratacaktır, sonucuna ulaşır. Bu zayıf halkanın ekonomik gelişmişlik ile bağı “birebir” değildir.
Emperyalist-kapitalist sistemin bugün de gücü, en zayıf halkasının gücüne eşittir.
Bundan iki temel sonuç çıkar:
1. Zayıf halkanın neresi olduğu, somut bir analize dayanır. Bu salt iktisadî koşullara bağlı bir analiz olamaz. Öyle bir tarihsel an olur ki, bir emperyalist ülke zayıf halka haline gelebilir. Mesela 2. Dünya Savaşı sonlarında Fransa böyledir. Ve bu anda, o zayıf halkaya yüklenmek, uluslararası proletarya için de vazgeçilmezdir.
Zayıf halka analizi, somut duruma dayalı olarak ele alınır. Bu somut durum, uluslararası ve ulusal durumu, sınıf savaşımında güçlerin yerleşimini, sınıfların durumunu ve yukarıda da aktarılan “devrimci durum” analizini de içerir.
2. Zayıf halka analizi, devrimin en zayıf halkadan başlayarak, hızla veya düşük hızla yayılacağını da öngörür. Öyleyse bu zayıf halkadan en büyük oranda etkilenecek ülkelerdeki proletaryanın temel görevi, “Nasılsa devrimci durum bizde yok, öyle ise hazırlıklarımız son derece zayıf kalabilir.” anlayışının tamamen tersidir.
Devrimci parti, bulunduğu ülkenin durumunu sadece bir “iç” değerlendirme olarak yapmamalıdır. Bunun uluslararası yönü de önemlidir. Uluslararası proletaryanın bir müfrezesi olarak, o ülkedeki devrimci parti, dünya devrimci proletaryasının çıkarlarını ancak bu yolla gözetebilir. Demek ki, bir parçasındaki yükseliş ve zafer, birden çok parçayı da etkileme gücüne sahiptir.
Şimdi özetle Anadolu’nun ya da burjuva devleti ile anarsak TC’nin durumuna bakalım. TC, emperyalist-kapitalist sistemin en zayıf halklarından biridir. Asya’da ve Latin Amerika’da da başka zayıf halkların oluştuğu gözlenebilir.
Türkiye’nin bu zayıf halka durumu, tarihsel, iktisadî, sosyal koşulların bir bütünsel ürünüdür. TC, soğuk savaşın anası saydığımız “kuşatma siyaseti”nin, İngiltere önderliğinde emperyalist dünyanın Ekim Devrimi’ni kuşatmasının ürünüdür. Öyle kurulmuştur. Ortaklaşa sömürge, tüm emperyalist güçlerin ortaklaşa denetiminde, siyasal açıdan ABD kontrolünde olsa da ekonomik açıdan Avrupa’nın söz sahibi olduğu bir durumu anlatıyor. Ve soğuk savaş döneminde tüm “batı” bu noktada birlikteydi. Bu durum onlar için bir sorun yaratmıyordu. Soğuk savaş sonrasında bu durum değişti. Emperyalist güçler, Avrupa ve ABD arasında, TC bölüşülmeye başlanmıştır.
İkincisi; bugün geri çekilip uzlaşma noktasında dursa bile, Kürdistan Devrimi’nin 1990’lı yıllarında sistemi bir bütün olarak çözmeye başlamış olması unutulmamalıdır. TC’yi bir zayıf halka konumuna getiren en önemli etkendir. Kürdistan Devrimi’nin geri çekiliş yılları, emperyalistler arasında TC’nin bölüşülmesi savaşımının da hızlandığı yıllar oldu.
Üçüncüsü; Türkiye bulunduğu konum nedeniyle pek çok etkiye açık durumdadır. Ortadoğu’da savaş hiç durmamakta, efendisi ABD, TC’nin Ortadoğu, Kafkaslar yönünde askeri müdahalelerde bulunmasını istemektedir. Tüm bunlar da önemli etkenlerdir.
Dördüncüsü; ekonomik ve siyasal olarak TC krizden çıkabilecek noktadan uzaktır.
Burada bir beşinci faktör olarak sınıf hareketini sayamıyoruz. Eğer onu da sayabilecek kadar sınıf hareketi gelişmiş olsaydı, Türkiye’nin sistemden kopmaya hazır bir zayıf halka olduğu görüşü herkesçe de kabul edilebilir durumda olurdu. Ancak yine de, burjuvazi, “toplumsal patlama” beklentilerini dillendirirken işin ciddiyetini anlamışa benzemektedir.
Bu analiz, devrimci partinin görevlerini artırır, ivedileştirir.
Bununla kalmaz, bölgesinden başlayarak enternasyonalist görevlere vurgu yapmasını gerektirir.
Ve bu noktada, sistemden kopmaya hazır bir zayıf halka olarak Anadolu’nun, çevresini etkileme gücünün fazla olduğunun altını sürekli çizmek gerekir. Hem devrimin zaferi, proletaryanın iktidarı için, hem de devrimin bölgeye yayılması için, devrimci partinin halklar meselesine çok açık bir kavrayışı olmasının ne kadar önemli olduğu ortaya çıkar.
Sanırım, böylece, devrimci partinin topraklarımızdaki şekillenişi veya görevleri konusunda da tartışmış oluyoruz.

Sonraki Bölüm: BÖLÜM II: Devrimci Hareket ve Devrimci Yaşam

Devrimci Yaşam – Sınıf Savaşımı ve İşçi Sınıfının Önderi

Önceki Bölüm: Parti ve Sınıf

İnsanlık tarihi en başından, sınıfların henüz ortaya çıkmadığı bir dönemde başlamıştır. Ancak tarihin bu dönemine ilişkin bilgimiz çok detaylı değil, on binlerce yıllık dönemin ardından, sınıfların oluşumu, ailenin oluşumu ile özel mülkiyetin oluşumunda ifadesini bulan “uygarlıkla” başlıyor.
Sınıf savaşımı da kendi içinde evrelerden geçiyor. Sınıflar ilk halleri ile oluştuktan bugüne, uzun bir yol kat ediyor. Bu yol boyunca aile, özel mülkiyet ve devlet sürekli büyüyor. Bir “ur”un büyümesi gibi. Adeta bu üçlü büyüdükçe, insan küçülüyor. Ve neredeyse tereddütsüzce söylenebilir ki, gelecek kuşaklar bugünleri, “barbar-uygarlık” olarak veya buna benzer bir sözcükle anacaklardır. Binlerce yıllık sınıflı toplum tarihinde, tarihin bu döneminde toplumların motoru, itici gücü sınıf savaşımıdır. Marx’ın bu görüşü, her geçen gün çok daha net anlaşılıyor. İkincisi her yeni sınıflı toplum aşamasında devlet daha da genişliyor. Devlet, giderek toplumsal yaşamın her alanına sızan, sınıf savaşımının gereği olarak, egemen sınıf adına, tüm toplumsal yaşama el atıyor. Artık, burjuva anlamda bile “özel yaşam” tanınmıyor. Devlet, yatak odalarına kadar giriyor ve modern sınıflı toplum, sınıflı toplumların en gelişmişi olan kapitalizmde burjuva devlet, ancak böyle ayakta durabiliyor. Belki üçüncüsü dersek yerinde olmayabilir; ama bir vurgu gerekiyor. Kapitalizmde sınıf savaşımı, toplumsal yaşamın her alanını kapsar. Onun için feodalizmde rahatlıkla sözünü edebileceğimiz, devletin henüz giremediği alan anlamında “sivil toplum”, kapitalizmde, hele hele tekelci kapitalizmde geçerliliğini kaybeder. Hem sınıf savaşımı daha belirleyici hale gelir, hem de siyasal mücadele diğer mücadele biçimlerinin içine siner.
Siyasal mücadelenin bu artan önemi, her sınıfın siyasal örgütlenmesinin de artan önemi demektir. Bu önemi açmak üzere, birkaç noktada özetleme yapacağız:
1. İşçi sınıf, kendi kişiliğini sınıf savaşımı içinde buluyor. Sınıf savaşımı, sınıfın kendisini eğitiyor. Fakat sadece tek yönlü bir süreç yaşanmıyor. İşçi sınıfının mücadelesi onu eğitirken, suskunluğunu geriye götürüyor. Yani iki sınıf arasındaki savaşımın kendisi, bir dönem sonra nesnellik olarak, mücadeleyi etkileyen bir unsur haline geliyor.
2. Devrimci bir örgüt, devrimci parti, genel kural olarak, sınıf savaşımının gelişiminin bir momentidir. Devrimci parti, sınıf savaşımında, işçi sınıfının gelişiminde bir nitel adımdır. Ancak bu adım, otomatik bir süreci ifade etmiyor. Yani devrimci parti, işçi sınıfının bilincinde bir değişimi ifade ediyor ama bunun ilk adımı sınıfın içinden gelmiyor. İşçi sınıfı, bilinci otomatikman edinmiyor. Bilincin en somut işareti örgüttür ve devrimci örgüt, bu savaşıma bağlı olarak sınıfın içinden çok, dışından gelişiyor. Sınıf savaşımının genel seyrini ve bulunulan aşamayı analiz etmek, sınıfın “günlük bilincini” aşan bir adımdır ve bu nedenle sınıf savaşımının ve sınıfın gelişiminin bir momentidir parti.
3. Demek ki daha başlangıçta da, sınıf savaşımının partili bölümünde de, sınıf ve parti ilişkisi dinamiktir. Nihai olarak burada, devrimci parti, bir öznelliktir. Ancak belli nesnel gelişmelere bağlı olarak şekillenir. Bu şekillenme, sadece partinin oluşup oluşmaması anlamıyla sınırlı değildir. Tersine sınıfın ve sınıf savaşımının yeri, devrimci partinin yapısında, örgütlenme tarzında, sınıf ve ilişkilerinde yansımasını bulur. Bir başka açıdan bakarsak, devrimci parti, eylemleriyle ve geliştirdiği örgütlenme biçimleri ile sınıfın önünü açar, onu “yeni”lerle tanıştırır. İşçi sınıfının düzeyi, devrimci partide “birebir” yansımasını bulamaz. Zaten bu durumda da devrimci parti, devrimci değil, dönüştürücü değil, bir yansıma hatta bir kuyruk olabilir. Buna rağmen sınıf savaşımının gelişimi, işçi sınıfının durumu sınıf parti ilişkisini etkileyecektir.
4. Parti, geliştikçe, işçi sınıfının bilincinin, sınıf bilincinin gelişimine katkıda bulunur. Partinin vazgeçilmez muharebelerinden biri, işçi sınıfını devrimcileştirmektir. Sınıf, örgütlenme gereğini ve bunun bilincini, birbirine ve kendine güveni, birbirine ve davaya bağlılığı mücadele içinde edinir. Sınıf bilinci bunlar olmadan bir tür “havada bilgi”dir, yani kökünü toprağa salmamış bir ağaç gibi, dış etkenlere dayanaksızdır. İşçi sınıfı, sınıfın bilinçlenmesini mücadele ile bağlantılı olarak ele alır.
Bilinç, eylemle taşınır. Bilincin ifadesi de bir başka eylemdir. En kalıcı eylem, örgütlenmektir, örgüttür. Öyle ise örgütlenme bilinci zayıf bir işçi sınıfının, sınıf bilinci de zayıftır.
İşte bu çerçeve içinde sınıf savaşımı, işçi sınıfı-parti ilişkileri içinde önderlik, dinamik bir tarzda ifade bulur, şekillenir.
Parti, sınıfın öncüsüdür. Ona önderlik eder. Bu önderlik, nesnel ve öznel etkenler, yerel ve uluslararası sınıf savaşımının etkileri altında, tarihsel ve güncel etkenler altında kan ve can bulur. Önderlik, bu çok yönlü etkenler altında, işçi sınıfının nihai çıkarlarının gündemde tutulmasını gerektirir. Yani, devrimci parti, kendiliğinden değil ama nesnel ve öznel süreçlerin ürünüdür ve öyle şekillenir.
Parti, sınıfın siyasal önderidir. Nasıl ki burjuva devlet, burjuvazinin iktidar ve egemenliğinin ifadesidir, aynı biçimde devrimci işçi sınıfının egemenliğinin, iktidara yükselmesinin aracıdır.
Parti, işçi sınıfının nihai çıkarlarını her koşulda savunur; ancak, parti, tüm işçi kitlesini bağrında toplamaz, iktidara kadar bunu yapamaz. Zaten, tersini düşünmek doğaya aykırıdır, devrim fikrini ertelemektir. O, işçi sınıfının en ileri unsurlarını kendi öncüleri olarak örgütler.
İşçi sınıfının ekonomik örgütlenmelere ihtiyacı vardır. Bu ekonomik örgütlenmeler, sınıfın günlük mücadelesi açısından son derece önemlidir. Ancak, siyasal örgütlenme yok ise, bu örgütlenmeler de yozlaşır ya da yatkın hale gelir. Bunun en somut örneği, 12 Eylül sonrası, ülkemizdeki sendikal harekettir. Bilindiği gibi, artık ülkemizde sendikalar, işçi sınıfının değil, burjuvazinin örgütleridir. Peki, bunun nedeni nedir?
İşçi sınıfı, iktidar mücadelesinin bu denli ivedilik kazandığı, egemen sınıfın artık terör dışında yöntemlerini tükettiği bir dönemde, siyasal alandan uzaklaşırsa, o, gerçekte burjuvazinin kuyruğuna takılmış olur. Bir sınıf olarak savaşamazsa, devrimden ve siyasal örgütlenmeden 12 Eylül dönemindeki gibi kaçarsa, elinde-avucunda ne varsa onu da kaybeder. Bugün sendikaların durumu, tümüyle siyasal savaşımın eksikliğine bağlı olarak sürmektedir. İşçiler, devrimci politikanın sonuç alıcı olduğunu da biliyorlar. Ancak, henüz bunun bedellerini göze almış değildirler. Ölüm korkusu ile sıtmaya razı ediliyorlar. İşsizlik korkusu ile düşük ücrete ve açlığa, devrimcilere dönük saldırılarla suskunluk ve örgütsüzlüğe razı haldedirler.
Demek ki, siyasal mücadele o kadar öndedir ki sadece mücadelenin diğer biçimleri ile iç içe olmakla kalmıyor, (bu her zaman doğrudur) dahası, bugün bir kalkış içinde belirleyici olan durumuna geliyor. Ve bu siyasal mücadele, devrimci bir parti ile anlamlı bir mesafe alır.
Ancak, hiç kimse, bir devrimci partiyi, o, kitlelerin desteğini kazanana, düşman karşısında direnç ve kararlılığını gösterene, bu uğurda on yıla varan bir savaş yürütene kadar, “devrimci parti” diye tanımayacaktır; hele hele ülkemizde. Sol hareketimiz kendine güvensizdir. İşçi ve emekçiler, onlarca yılın güvensizliği içindedirler. Onlar, büyük bir kurtarıcı bekliyorlar. Oysa başlangıçta “kurtarıcı”, onların emek ve katkılarına ihtiyaç duyacaktır. Yani onlar “büyük bir güç” beklerken, gerçekte büyük güç onların enerjilerini alarak oluşacaktır. Onun için, devrimci partinin başlangıçtaki gücü, nicel açıdan ölçülmez. Nitelik önemlidir. Nitel olarak parti, başlarken, çok küçük bir kesimin desteğini alır. Başlangıçta azınlıktadır. Yeter ki gücünün kaynağını bilsin. Yeter ki sınıf savaşımını kavrayışı, somut koşulların analizi konusundaki fikri, bakışı ve kadroları sağlam olsun.
Tarih şahittir: Tarihi azınlıklar yazar.

Sonraki Bölüm: Devrimin Nesnel Şartları ve Parti

Devrimci Yaşam – Parti ve Sınıf

Önceki Bölüm: Suni Bir Ayrım: Örgüt Ve Parti

Kapitalist toplum, bir bütünlük arz eden sınıflı toplumların en gelişmişi, aynı anlama gelmek üzere sınıflı toplumların en “kirlisidir”.
Kapitalist toplumun iki karşıt sınıfından biri; burjuvazi, iktidardadır.
Kapitalist toplumun iki karşıt sınıfından bir diğeri, işçi sınıfıdır ve iktidarı almak dışında kurtuluşu yoktur.
İşçi sınıfı, iktidarı alabilecek ve sınıfsız bir toplumu kurabilecek tek devrimci güçtür.
İşçi sınıfı bu iktidar mücadelesini, kendi çıkarlarının dolaysız savunucusu olacak olan bir devrimci parti ile yürütebilir. Parti, işçi sınıfının iktidarı, kurtuluşu savaşında tek gerçek silahıdır.
İşte bu noktada, parti üzerinde tartışma önem kazanıyor. Parti üzerindeki tartışmanın bir noktası da parti ile sınıf ilişkisidir.
Devrimci işçi partisi onun öncü partisidir. Bu öncülük, işçi sınıfının iktidar savaşına atılmasının, bu savaşın öncü gücü haline gelmesinin kendiliğinden gerçekleşmeyeceği anlamına da gelir. Yani, işçi sınıfı, kendiliğinden bir süreçle devrimci savaşımını zafere götürecek örgütlülük ve bilince erişemez. Burada bir iradenin devreye girmesi gerekir. İşte öncülük burada başlar. İşçi sınıfının devrimcileşerek iktidar savaşında müttefiklerine öncülük yapar hale gelmesi, öncelikle devrimci bir partiyi gerektirir.
Ancak anlaşılacağı üzere burada;
1. İşçi sınıfının bir anda devrimcileşmesinden söz edilmiyor. İşçi sınıfının devrimci parti etrafında kenetlenmesi, bir mücadeleyi gerektirir. Savaşımın tümünü üç muharebe olarak ele alırsak, birincisi partinin oluşması, ikincisi partinin sınıf ile ve toplumun ileri güçleri ile kenetlenmesi, üçüncüsü de iktidarın alınması için saldırı aşaması olur. Her muharebe, pek çok çatışmadan oluşur. Öyleyse sınıfın devrimcileşmesi ve işçi sınıfının devrimci parti etrafında kenetlenmesi bir mücadele, bir süreç meselesidir.
2. Yine bu vurgudan çıkacaktır ki, devrimci parti işçi sınıfının tümünün desteğini almayabilir. İşçi sınıfının en ileri unsurları, ana güçleri bu dönüşümü geçirmelidir.
Öyleyse, işçi sınıfının içinde etkin olan birden çok parti var olacaktır. Yani her sınıfın sadece bir partisi olur düşüncesi yanlıştır. Pek çok burjuva parti, burjuvazinin farklı kesimlerinin, farklı dönemlere ait çıkarlarının savunucuları olarak ortaya çıkabiliyor. Benzer biçimde birden çok parti de işçi partisi olarak ortaya çıkar.
Burada üzerine konuştuğumuz ise, “öncü parti “dir. Öncülüğün ne olduğu, aslında tüm parti tartışması içinde ele alınır. Kuşkusuz, buna rağmen ana noktalarını vurgulamak üzerine de tartışılmıştır.
Demek ki birden çok işçi partisi olabiliyor; ama işçi sınıfının devrimci öncüsü bir tane oluyor. Devrimci öncü iktidarı alma ve sosyalizmi kurma mücadelesini yönetecektir. Zaman zaman bazı tarihi tartışmalarda, “öncü” rolünü hak etmemiş bazı partilerin geçmişteki “doğru” saptamaları gündeme getirilerek, “doğruların sadece öncü tarafından savunulmadığı”na kanıtlar sunmaktadır. Bu, kökten yanlış bir tartışmadır. Devrimci öncü, doğruların dillendiricisi değil, işçi sınıfını iktidara taşıyıp, sosyalizmi kuracak hattın savunucusu ve önderidir. Hem yanlış yapılması, hem de iktidara taşımak ile sosyalizmi kurmak görevleri arasında farklı vurguların öne çıkması normaldir. Diğeri metafizik bir bakış olur, olayları süreçler olarak değil, tarihsel boyutlarıyla değil de tek kendisi olarak ele alıp inceleme hatasını içerir.
Birden çok işçi partisi olabiliyor. Öyleyse, işçi sınıfının öncü partisinin bu partiler karşısında tutumu ne olmalıdır? İşçi sınıfının diğer örgütleri karşısında, sendikalar vb. karşısında tutumu ne olmalıdır?
Devrimci parti, diğer işçi partilerinden, sınıfın uzun vadeli, iktidara kadar uzanan çıkarlarını her koşulda savunması ile ayrılır. İşçi sınıfının çıkarlarının bir kısmını savunabilen partiler de olur. Örneğin bir parti, işçi sınıfının durumunu düzeltmek üzere reformları, kapitalizm içinde samimi tarzda savunabilir. Burada “samimi”nin ölçüsü net olur mu? Sanmıyorum; ama yine de belli bir ciddiyetle bazı işçi hakları için mücadele eden bir parti düşünmek olanaklıdır. Ya da mesela işçi sınıfının kurtuluşunun devrim olmaksızın olanaklı olduğunu, bunun için seçimlerin yeterli olduğunu savunan partiler vardı.
Bu partiler, belli ölçüde işçi sınıfının ufkunun “tıkanıklığının” sonucudur. Çoğunlukla sınıfı yanlış yönlendirdiler; ancak yine de devlet ile işbirliği içinde olmadıkları ölçüde, mücadeleye katkıları da olabilir.
Dolayısıyla, bu tip partiler karşısında tutum, onların eylem çizgilerinin somut değerlendirilmesi ile ortaya konabilir. Zamanla bu partiler içinden karşı devrime hizmet edenler çıkabildiği gibi, tersine, giderek devrimci parti ile ittifak içine girenler de olur.
Biz, devrimin “renkli” bir süreç olduğunu biliyoruz. Devrimin bir ittifak politikası gerektirdiğini de biliyoruz. İşte ittifaklar, işçi ve emekçilerin çeşitli düzeydeki temsilcilerinden oluşan bir devrimci emek cephesi ile anlam kazanıyor (Kuşkusuz bununla sınırlı değildir. Bölge halkları başta olmak üzere tüm dünya devrimci hareketi Anadolu Sosyalist Devrimi’nin ittifaklarıdır; ama burada bir ülke somutundan söz ediyoruz). İşte devrimci partinin diğer, işçi sınıfı içinde örgütlü siyasal örgütler karşısında tutumu, bu renklilik içinde ve mutlaka mücadelenin gelişimine bağlı olarak, somut biçimde ele alınır. Fakat ilke olarak başka partilerin de var olacağı kesindir.
Devrimci partinin bu noktada, kendi rolünü doğru kavraması ve kavratması gerekir. Devrimci parti, işçi sınıfının öncü partisi, işçi sınıfının nihai çıkarlarının her koşulda savunucudur. O, iktidar savaşı ve sosyalizmin dünya ölçeğindeki zaferi için işçi sınıfının vazgeçilmez silahıdır.
İşçi sınıfının ekonomik-demokratik haklarını savunmak üzere kurulmuş örgütler, devrimci parti tarafından her zaman desteklenen örgütlerdir. Kuşkusuz, devrimciler bu örgütlerin içinde, sınıfın nihai çıkarlarını örgütler ve savunurlar. Fakat bu örgütlerin her zaman sınıfın gelişiminde önemli katkıları vardır. Öte yandan diyoruz ki, devrimci işçi partisi, işçi sınıfının tüm unsurlarını kendi bağrında örgütleyemez. O, en ileri, sınıf bilinçli işçilerin örgütüdür. Bu durumda, işçi sınıfının geniş yığınlarının sendikal ya da fabrika komiteleri biçiminde örgütlerinin varlığı, her zaman devrimci parti açısından olumluluktur. Devrimci parti, bu örgütlerin ciddi ve işçi sınıfının çıkarlarına göre çalışmasını savunur, destekler. İşçi sınıfının sendikal birliğini, bu temelde ileri bir adım olarak görür. Devrimci parti, işçi sınıfının her alanda geliştirdiği örgütlülükler içinden, devrimci olanını desteklemek, öne çıkarmakla yükümlüdür.
Örneğin; bugün, Anadolu işçi sınıfı esirdir, diyoruz. Esirdir; zira kendi örgütleri olan sendikalar bile devlet sendikalarıdır, kendisine karşıdır. Son 20 yıldır pek çok kere, ülkemizde grev silahının işçilere karşı kullanılan bir silah olduğuna dair sayısız örnek gördük. Aslında ülkemiz deneyi gösteriyor ki, eğer işçi sınıfının sınıf bilinci geri, siyasal örgütlenmesi zayıf ise, sendikaları elinde tutamıyor, işçi sınıfı siyasal alandan çekilmiş ise, silahsızlandırılıyor ve esir alınıyor. Siyasal bilinç gelişmemiş ise, “ekonomik sınıf” olmanın ötesine de geçemiyor. Marx’ın “işçi sınıfı ya devrimcidir ve her şeydir, ya da değildir ve hiçbir şeydir” sözünü doğruluyor yaşam.
Demek ki, devrimci parti, işçi sınıfının tek örgütü değildir, öncü örgütüdür.
Devrimci parti, kendisi dışındaki örgütlerin varlığına gözlerini kapamaz, onları görmemezlikten gelmez. Tersine, onları sosyalizm savaşına adım adım, eylemleri ile yaklaştırır. Öncülüğün böylesi bir anlamı da vardır.
Parti, tüm işçi örgütlenmelerine somut, hareketli bir mücadele süreci içinde yaklaşımlar geliştirir. Toptancı, ezberci genel yaklaşımların tehlikelerini görmek gerekir; ancak bu noktada, kendi devrimci çizgisini savunmakta da tereddüt etmez. Bu süreç de mücadelenin bir alanıdır. Ülkemiz örneğinde görüldüğü gibi, devrimci yönlendiricilik eksik ise, işçilerin kitlesel örgütlerine devlet rahatlıkla el atabiliyor. Öyleyse, bunun mücadelenin önemli bir alanı olarak ele alınması, basit genellemeleri de önlemenin yoludur. Gelişen ya da var olan örgütler içinden devrimci olanını öne çıkarmak, bizzat örgütlemek, bu mücadelenin kapsamı içindedir. Bunun gibi, işçi sınıfı içindeki burjuva ajanlarına karşı savaşım da bu kapsamdadır. Devrimci parti sadece ideolojisi ile değil, ahlâkı, politikaları, eylem hattı ve örgütlenme tarzı ile de kendini reformist, uzlaşmacı örgütlerden ayırmak zorundadır. Bu çok yönlü bir mücadele alanıdır. Önemli olan bu mücadeleyi sağlıklı yürütebilmektedir.

Sonraki Bölüm: Sınıf Savaşımı ve İşçi Sınıfının Önderi

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...