Ana Sayfa Blog Sayfa 301

Anadolu Devriminin Yolu – IX. Yığın Örgütlenmesi

Önceki Bölüm: VIII. Kürt Kurtuluş Mücadelesi

Devrim, devrimci partinin yol gösterici eylemi altında örgütlenir. Ancak devrim, aynı zamanda yığınların eseri olacaktır. Bizzat devrimin kendisi, kitleleri uyandıracak, “ayak takımı” denilen sınıfların yönetme yeteneğini geliştirecektir. Yönetilmek, yüzyıllardır genlerimize işlemiştir. Buna son verecek şey, devrimin kendisidir. Onun için yığına yaklaşım, kendini geliştirmek ve örgütlemenin ötesinde bir anlam taşır. Bu nedenle de programatik boyutta bir bakışı gerektirir. Kuşku yok ki, bu genel bir bakış olacaktır.
Devrimci Sosyalistlerin yığın politikası iki temel noktada toparlanabilir. Birinci olarak; Devrimci Sosyalistler, yığını devrimcileştirmeyi hedefler. Yığın çalışması, yığın bağları, yığınsallaşma adına yığının kuyruğuna takılmayı dalkavukluk ve reformizm olarak görür. Yığın bağı, öncünün yığının içinde erimesinin adı değildir. Yığının devrimcileştirilmesi, onun bir adım önünde olmayı gerektirir. Bu yolla yığının kendi mücadelesi içinde öğrenmesi ve devrim saflarına katılması gerçekleşebilir. Yığının içinde, yığının önünde olarak, onun kendi eylemlerinden, kendi deneylerinden öğrenmesini bilerek mücadele etmeliyiz. Yığın böyle devrimcileşir.
İkinci olarak; Devrimci Sosyalistler yığına, kitlelere örgütlenme modelleri dayatmaz. Tersine onların bulduğu, az ya da çok geliştirdiği örgütlenme biçimleri içinde devrimci olanı, köhneyen, eskiyen modellerin yerine öne çıkartır. Devrimci Sosyalistler; doğru strateji ve taktikleri ile kitleleri yönlendirir, onların enerjilerini devrime akıtmanın yolunu açar.
Yığın örgütlenmesinin, mücadelenin gelişimi içinde ortaya çıkardığı eylem ve örgütlenme biçimleri vardır. Bunlar, devrimci bir partinin örgütlenme modelleri değildir. Bunlar, yığının kendisinin önünü açan örgütlenme modelleridir. Devrimcilerin görevi, bu mücadelenin ortaya çıkardığı örgütlenme biçimlerini geliştirmek, devrimci olanını öne çıkarmaktır.
Yığın örgütlülüğü, sosyalizmin kuruluşu açısından da son derece önemlidir. Hem komün, hem sovyet deneyleri göstermiştir ki, iktidar organları, sınıfın örgütlülüğünün içinden çıkabilmektedir. Devrimci parti buna dikkat eder.
a. Sendikal Mücadele: Tekelci polis devleti toplumun tüm gözeneklerini tıkamaya yönelmiştir. Gerçekte işçi sınıfının burjuvaziye karşı ekonomik mücadelesinin en gelişmiş örgütlenmesi olan sendikalar, artık devletin bir uzantısı haline gelmiştir. İşçi aristokrasisi, sendikal bürokraside tam ifadesini bulurken, tekelci ilişkiler altında sendikal bürokrasi, sendika mafyası biçimini almıştır.
Ülkemizde, ABD’nin bizzat denetimini elinde tuttuğu örgütlenmelerden biri olan sendikal bürokrasi, 1970’lerde tümden yok edilememiş, 1980’ler sonrasında ise tam bir mafya örgütlenmesine dönüşmüştür. Düşük yoğunluklu iç savaşa bağlı olarak, sendika mafyası, işçi hareketinin biriken öfkesini boşaltan eylemler örgütleyerek, düzen dışına çıkmayı önlemiştir.
Öyle ki, grev, işçilerin silahı olmaktan çıkarak, burjuvaların silahı haline de getirilmiştir.
İşçi sınıfı, politik örgütlülükten kaçtıkça, devrimci örgütlerle ilişkide tereddüt ettikçe, burjuvazinin denetimi altına giriyor. Onun için de burjuva saldırı esas olarak, işçi sınıfının devrimcileşmesini önlemek üzerine kuruludur. Bu açıdan sendika mafyasının görevi de budur. Anadolu devrimci hareketi tarihinde hiçbir zaman işçi hareketi ile devrimci hareket bütünleşememiş, aynı kanalda akmamıştır. Burada burjuva denetimin çok önemli bir rolü vardır.
İşçi sınıfının mücadelesinin ekonomik ve siyasal biçimleri giderek çok daha fazla birbirinin içine girmektedir. Siyasal mücadele bir yana itildiğinde ekonomik mücadele de yürütülemez hale gelmektedir. Bu noktada işçi sınıfının birliğinin sağlanması ve ikinci olarak sınıfın devrimci politikaya uzaklığının kırılması son derece önemli adımlardır. Bu adımlar, sınıfı, devrim ve sosyalizm savaşımında öncü güç olarak örgütlemenin adımlarıdır.
Sendikaların devlet uzantısı ve sendika mafyasının kontrolü altında olduğu koşullarda, elbette, sendikalar bizi ilgilendirmez tavrı konulamaz. Devrimci Sosyalistler, bu noktada sınıfın geliştirdiği yeni örgütlenme biçimlerini dikkatlice izlemek durumunda iken, aynı zamanda sendika mafyasına karşı etkili bir savaşımın öncülüğünü de yapar.
Yoksul köylülük ve kent emekçilerinin günlük sorunları çerçevesinde geliştirecekleri yığın örgütlülüklerine de aynı yöntemle yaklaşmak gerekir. Ülkemizde yoksul köylülük örgütlenmeleri gelişmemiştir. Bu konuda ortaya konan deneyler, bugüne kadar örgütlenme biçimlerinde ifade edilmemektedir. Bu nedenle de özü aynı olmak üzere, gelişmeler içinde ortaya çıkacak örgütlenmelere yaklaşım özel bir öneme sahiptir.
Yoksul köylülük, gerilla savaşı açısından çok kritik önemde bir yere sahiptir. Ülkemizde en çok sömürülen, ancak en küçük bir taviz karşısında en çabuk gevşeyen de bu kesimdir. Yoksul köylülük, bölgeler bazında önemli farklılıklar da göstermektedir.
b. Gençlik: Gençlik; heyecanı, enerjisi, öğrenmeye açıklığı ve atılganlığı gibi özellikleriyle ülkemiz devrimci mücadelesinin önemli bir alanıdır. Devrimci Sosyalistler, bu alanı iki nedenle önemli görür.
Birincisi; gençlik örgütlenmesi açısından. Devrimci Sosyalistler, gençliğin geliştireceği, devrimci etkilenmeye açık, geniş bir gençlik örgütlenmesinin devrimci savaşımda önemli bir işlev göreceğinin bilincindedir. Ancak bu noktada devrimin öncüsü, gençliğe örgütlenme modelleri dayatmaz. Gençliğin geliştireceği örgütlenme modelleri içinde devrimci olanını öne çıkartır. Böylesi modellerin kalıcılaşması için uğraşır. Bu örgütlenme, bugünden etkili sonuçlar vermeye adaydır. Gençlik, atılgan eylemleri ile, tüm toplumun alıcılığını artırmakta, aynı zamanda geliştirdiği ileri eylem biçimleri ile toplumun yeni eylemlere açıklığını artırmaktadır.
İkincisi; gençlik, Devrimci Sosyalistlerin kadro kaynağı, fidanlığıdır. Heyecanı, atılganlığı, öğrenmeye açıklığı ve gözüpekliği bu açıdan son derece önemlidir. Devrimci Sosyalistler işçi gençliğe özel bir önem verir.
Toplumda işçi ve emekçi kesimlerin artan nicel ağırlığı ile birlikte, gençlik içinde de işçi ve emekçi çocuklarının sayısı artmaktadır. Bu ise gençliğe verilmesi gereken önemi artırmaktadır. Gençliği korkulacak bir kesim olarak gören reformist mantığı her koşul altında reddediyoruz.
Ülkemiz, genç nüfusun büyük bir ağırlığı olan bir ülkedir. Ülkemizde üretime katılma, sorumluluk alma yaşı giderek düşmektedir. Bu açıdan, 12 yaşında bir gencin ailesinin geçimini üstlendiği görülmektedir. Bu açıdan gençliği, işçi sınıfından ve hele hele onun mücadelesinden uzak olarak gören anlayışlarla, aramıza kalın bir çizgi çekme gereğinin altını çizmeliyiz.
Gençliğin örgütlenmesi, aynı zamanda onun devrimci mücadele içinde kişilik kazanması demektir. Bu açıdan gençlik örgütlenmesinde, onun tüm sorunlarını anlamayı, toplumun dinamiklerini doğru anlamak olarak da görmeliyiz.
Gençlik Gelecektir, Gelecek Sosyalizmdir!

Sonraki Bölüm: X. Kadının Kurtuluşu

 

Anadolu Devriminin Yolu – VIII. Kürt Kurtuluş Mücadelesi

Önceki Bölüm: VII. Uluslar ve Halklar

Kürdistan, dört parçaya bölünmüş bir uluslararası sömürgedir. Misak-ı Milli sınırları içinde bir iç sömürgedir. Kürt Kurtuluş Hareketi, Kürdistan’ın en gelişmiş bölgesinde devrimci liderliğini bulmuştur.
Bugün Kürt devrimi, ulusal kurtuluş ile toplumsal kurtuluşu, bağımsızlık ile sosyalizm savaşımını birlikte yaşıyor. Savaşımın nesnelliği ulusal kurtuluş temelinde ise de, Kürdistan devriminin öncüsü sosyal kurtuluş, sosyalizm savaşımının altını çiziyor. Elbette bu önderliğin hareket ettiği Kuzey Kürdistan’da, ağırlıklı olarak yoksul köylülüğün varlığı ve desteği, bu iki hedef arasındaki ilişkinin nesnel temelini oluşturmaktadır.
Dört ayrı parçada yer alan her işçi hareketi, eğer Kürt devriminin gelişimi ve zaferini kendi devrimlerine bağlasalar; ki çoğunlukla böyle yapıyorlar; bu durum Kürt devrimine, sosyalizm adına indirilmiş bir darbe olacaktır.
Devrimci Sosyalistler, bir yandan Kürt devriminin Anadolu devrimine olan ve bölge devrimine açılan etkisini dikkate alır ve diğer yandan ise “Kürdistan’ın kurtuluşu Türkiye devrimine bağlıdır” yollu ipotekleri reddeder. Bu anlamda tek ülke-tek devrim anlayışı köhnemiş olmanın ötesinde Kemalist bir bakıştır. Tek devrim, ancak tek ülke mantığının açık ve samimi kabullenişi veya Kürdistan devriminde yeni bir nesnelliğin oluşumu ile olanaklıdır.
Devrimci Sosyalistler, Kürt devriminin her başarısını, kendi devriminin başarısı, Anadolu işçi sınıfının zaferini yakınlaştıran bir adım olarak ele alır. Kürdistan’ı bugünden tanır. Kürt Devrimci Hareketi’ni, birlikte veya ayrı ayrı ülkeler olarak, sosyalizme yürüyüş yolunda, bölge devrimi yolunda müttefik olarak görür.
Öte yandan Kürdistan özgün bir sömürgedir. Kürdistan’da gelişmeler, bambaşka koşulları da doğurabilir. Ama programatik bir yaklaşımdan söz ederken, elbette, daha derinde var olan dinamikleri hesaba katmak gerekir.
Kürdistan devriminin bugünkü aşamasına ilişkin daha somut bir değerlendirme ise, ekte sunulmuştur (Bakınız; Ek-I).

Sonraki Bölüm: IX. Yığın Örgütlenmesi

Anadolu Devriminin Yolu – VII. Uluslar ve Halklar

Önceki Bölüm: VI. Devrimin Niteliği ve Devrimin Yolu

Birçok uygarlığa ev sahipliği yapan Anadolu, görkemli uygarlıkların yükselişine ve çöküşüne tanık oldu.
Türklerin Anadolu’ya gelişi, yerleşik uygarlıklarla amansız savaşlar içinde gerçekleşti. Türk tarihi, bu topraklarda hep bir barbarlığın ve talanın adı oldu. Malazgirt’le başlayan bu tahribat, bir gelenek olarak Selçuklulara, Osmanlılara oradan da TC’ye geçti. Tüm bu süre içinde ise, esas olarak da Türkmenler yok edildi. Osmanlı tarihi, tümüyle devlet dinî olan Sünni İslam’a karşı gelenlerin, en başta da Türkmenlerin aşağılandığı bir tarihtir.
Bu tarih boyunca pek çok halk isyanı gerçekleştirilmiştir. Ancak birkaçı hariç, tümünde isyanın başına devlet yönetimi veya yerel feodaller içinde etkin olanlar geçti. Ve bu takım, kendine yeni bir beylik verilince ayaklanmaları sattı. Onun için halkların tarihi, aynı zamanda öndersizlik tarihidir.
1900’lerin başlarında ülkede egemen olan burjuva kesim, ticaret burjuvazisi olarak gelişen Ermeni ve Rum burjuvaları idi. Tarih boyunca kendinden daha gelişmiş uygarlıklara ganimet için savaş açmış ve öyle yaşamış bir gelenek, bu kez de “sermaye birikimi” için bu burjuvaların imhasına başlamıştır. Karşımıza görülmemiş katliam örnekleri çıkmıştır. Anadolu halkları bu utanç altında, çok yakın tarihlerini bile unutma gereği duymaktadır. İşte 1920’lerde adı Türkiye konacak olan bu topraklara gerekli olan burjuvazi, Türk burjuvazisi olarak böyle doğdu.
Türk burjuvazisinin iktidara yükselme savaşımı, bir yanıyla, Türk ulusçuluğu adına başka halkların ve ulusların imhası ve inkârıdır. Yüzyılın hemen başında gerçekleştirilen Ermeni kırımı, hemen arkasından Rum, Pontos, Laz ve Kürt kıyımları, zorla asimile uygulamaları birçok ulus ve halkın birlikte yaşadığı bu toprakları tam bir halklar cehennemine çevirmiştir.
Bu topraklarda burjuva egemenlik, yalnızca tüm halkların, işçi ve emekçilerin baskı ve zorla yönetimi, aşağılanması ve sömürülmesi demek değil, bu topraklarda burjuva egemenlik, aynı zamanda sömürgeleşmedir. Bu topraklarda burjuva egemenlik, Anadolu’nun binlerce yıllık tarihinin gömülmesidir. Bu topraklarda burjuva egemenlik, tarihin örtülmesi, inkâra dayalı bir tarihin yazılması demektir. Bu topraklarda burjuva egemenlik, insanının düşünmemesi, kendine ait tüm özelliklerden sıyrılarak sunî bir insan haline getirilmesi, insan olmaktan çıkarılması demektir. Bu topraklarda burjuva egemenlik, sınıfsal kimlik ile birlikte tüm kimlik öğelerinin inkârı demektir. Soysuzlaşma, köksüzleşme, sürüleşme demektir.
Devrimin görevi; Türk burjuvazisinin halklara karşı uyguladığı ve bugün bile varlığının temellerinden biri saydığı, bu imha ve inkârı bütün boyutlarıyla ortaya çıkarmak, Anadolu’da yok edilen bu zenginlikleri yeniden açığa çıkarmak, bu topraklarda yaşayan halkların kendi siyasi ve kültürel kimliklerini özgürce geliştirebileceği koşulları ve kurumları yaratmak, Anadolu’yu bir uluslar ve halklar cehennemi olmaktan çıkartarak, halklar arası saygı ve kardeşliği egemen kılmaktır. Anadolu sosyalist devrimi, Anadolu’nun binlerce yıllık tarihi ile barışmak, insanlık kültürü açısından önemli sayfaların tozunu kaldırmak demektir.
Devrimci Sosyalistler, bu kardeşliği bugünden kendi saflarında ve savaşımında kurmayı zaferin koşulu olarak görür.
Devrimci Sosyalistler, halklar meselesini basit ve küçük gören bakışlarla arasına derin bir mesafe koyar. Devrimci mücadele, tarih boyunca tüm sınıflı toplum kalıntılarına, alışkanlıklarına karşı da mücadeledir. Bu açıdan kimlik sorunu sınıf savaşının içindedir.
Halkların özgürlüğü, aynı zamanda sosyalizmin zaferini zorunlu koşmaktadır. Öte yandan halklar hapishanesi olan bu toprakları halkların mozaiğine çevirmek, bu temelde bölge sosyalist devrimi için de güçlü bir dayanak demektir.

Sonraki Bölüm: VIII. Kürt Kurtuluş Mücadelesi

Anadolu Devriminin Yolu – VI. Devrimin Niteliği ve Devrimin Yolu

Önceki Bölüm: V. Türkiye Kapitalizmi ve TC Devleti

Anadolu’da bitmez tartışmalardan biri, demokratik devrim tartışmasıdır. Tartışma, ülkenin somut durumundan hareketle bir devrim stratejisi tartışması olarak ele alınamaz. Pratik budur. Daha çok, belli bir ülkede zafere ulaşmış devrimin koşulları ile benzerlik kurarak devrim biçimi tartışılmıştır.
Oysa devrimin niteliği ve yolu üzerine yürütülecek tartışma, somut durumun somut analizine dayanmak durumundadır. Bu da yetmez, devrimin niteliği tartışması, devrimin yolu tartışmasından ayrı ele alınamaz. Bu perspektif ışığında tartışma yararlıdır.
Devrimin niteliği açısından bugünkü somut durum aşağıdaki biçimde özetlenebilir.
1. Bugün Türkiye orta derecede gelişmiş kapitalist bir ülkedir.
Kapitalizm tekelci kapitalizmdir. Banka ve sanayi sermayesi iç içe geçmiştir. Ülkenin ekonomik yönetimi finans oligarşinin elindedir. Tekelci sermaye, ülke ekonomisinin yönetiminde olduğu kadar, siyasal iktidarda da egemendir. Ülkemizde finans-kapital, temel olarak şu ayaklar üzerinde oturmaktadır; devlet tekelci sermayesi, tekelci sanayi ve banka sermayesi ve emperyalist sermaye ayakları. Bu durum, emperyalizm, devlet gücü ve tekelci sermayeyi bir bütün olarak ele almayı da gerektirir. Bu kesimler arasında “çelişkiler” bulmak ve onlara dayalı bir politika yürütmek girişimleri devrimci değildir.
2. Tarımda kapitalist ilişkiler egemen ilişkilerdir. Feodal ilişkilerin çözülmesi, kapitalizmin tarımda gelişmesi, köylülüğü, kapitalizmin sınıf yapısına uygun olarak ayrıştırmıştır. Köylülük feodalizmdeki gibi bir sınıf değildir. Bu nedenle devrimde bir bütün olarak köylülükten söz edilemez. Köylülük:
Kapitalist zengin köylülük, toprak sahipleri,
Orta kapitalist köylülük,
Yoksul köylülük olarak ayrışmıştır. Yoksul köylülük, kırsal alanda yaşayan tüm kesimlerin büyük bir kesimini oluşturmaktadır. Yoksul köylülük, tüm tarımsal nüfusun yaklaşık üçte ikisini oluşturmaktadır ve bu kesim, ağır sömürü koşullarında yaşamaktadır.
3. Tekelci egemenlik, tekelci kâr yoluyla kapitalist sömürünün, işçi sınıfından tüm emekçi katmanlara yayılmasına yol açmıştır. Yoksullaşma, sömürünün derinleştirilmesi ve yayılması ile birlikte yaşanmaktadır. Bu durum, kapitalizmin çelişkilerini yoğunlaştırmakta ve keskinleştirmektedir. Emekçi, giderek daha çok kolektif emekçi haline gelmektedir. Kolektif emekçi, üretimin artan toplumsal niteliğinin de açık göstergesidir ve sonucudur. Bu çerçevede; hizmet sektöründe çalışanlar, politik amaçla grev yapmalarını engellemek için memur sıfatına sokulan emekçiler işçi sınıfının bir parçasıdırlar.
4. Tekelleşme süreci emperyalizme bağımlılıkla birlikte gelişmiştir. Bugün sömürgecilik stratejisi içinde yer alan alt-emperyalist merkezler oluşturulması çerçevesinde, TC’nin bölgesel bir süper güç olması, bu aynı bağımlılık süreci içinde gelişmektedir. Bu durum iki noktada önemlidir.
Bu çerçevede uluslararası kapitalist sistemin çok yönlü etkileriyle kapitalist bunalım derinleşmektedir.
İkinci olarak; Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığından söz edilirken, mutlaka tekelci burjuvaziden, burjuvaziden söz edilmek zorundadır. Bunun tersi de doğrudur. Bu nedenle Türkiye’de kapitalizmi yıkmak için yürütülen savaşım dışında anti-emperyalist mücadeleden söz edilemez. Burjuvaziye, kapitalizme karşı savaşmadan, anti-emperyalist mücadele ancak laf olabilir. Uzun yıllar boyunca, Türk solunun, ordunun anti-emperyalizm geleneğinden dem vurması, gerçekte, Kemalist etkinin sol üzerindeki yansımasından başka bir şey değildir. Kapitalizmin sınırları içinde kalınarak ulusal bağımsızlık sağlanamaz. Öyle ise, anti-emperyalizm, ancak anti-kapitalizm ile birleştirilerek anlam kazanır. Öyle ise, burjuva egemenliğe, burjuva devlete köklü bir biçimde darbe indirmeden, devrimi gerçekleştirmeden, emperyalist sömürü sisteminin dışına çıkmak olanaklı değildir.
5. TC devleti, tekelci polis devletidir. Tekelci polis devleti, daha önceki devlet biçimlerini içererek “yetkinleşmiştir.” Tekelci egemenlik, siyasal iktidara da damgasını vurmuştur. Hükûmetler, tekellerin bir yürütme komitesi olmuştur. Devlet baskı aygıtlarını geliştirerek “gizli örgütlenme” yolları oluşturmuştur. Tekelci polis devleti, terörün her biçimini kullanmaya hazır aygıtlar oluşturmuştur. Devlet, tekeller adına ekonomik süreçlere müdahalelerde bulunmaktadır. En küçük bir ekonomik hak arayışı, karşısında tekelci polis devletini bulmaktadır. Ekonomik savaşım ile politik savaşım iç içe geçmiştir.
Tüm bunlar, tekelci aşamada kapitalizmin çözümsüzlüğünün de kanıtlarıdır. Savaşımın hedefi; devletin parçalanması, ele geçirilmesi olarak koyulaşmıştır.
Devletin bu niteliği kavranmadan, “iyi devlet, kötü devlet” ayrımı ile ancak işçi sınıfının mücadelesi kararsızlaştırılır. “Faşizm” ayrı bir devlet değil, karşı-devrim saldırısıdır. Faşizme kötülükler yükleyip, burjuva “demokrasisi”ni aklamak, devrimci değil, uzlaşmacı bir tutumdur.
“Faşizme karşı burjuva demokrasisi” tercihi ile savaşmak kendini kandırmak, burjuvazinin bir kesimi ile ittifak aramak, onun kuyruğuna takılmaktır. Devlet iktidarının ele geçirilmesi hedefinin koyulaşması, tam da bu noktada, devletin bir başka sınıfın eline geçmesinin önüne ara aşamaların konmaması anlamına gelmektedir. İktidar, işçi sınıfı tarafından ele geçirilecektir. Öyle ise iktidar mücadelesinin önüne aşamalar koymak, kendini geri hedeflere kilitlemek, düzene yeniden bağlanmak demektir.
Devlet tekelci sermayesinin, finans-kapital içindeki yeri, demokrasi mücadelesi ile devrim mücadelesini birleştirmektedir. Devrim hedefi olmadan demokrasi mücadelesi anlamını yitirmektedir. Bu çerçevede anti-kapitalist mücadeleden söz etmeden, anti-tekel mücadeleden söz etmek, tekelciliği kapitalizmden bir sapma, kapitalizmin bir uru olarak görme yanılsamasına dayanmaktadır.
Tekellerin egemenliği, tekel-dışı burjuvaların kendi varlıklarının sonu olacak bir eyleme kalkışabileceklerinin kanıtı değildir. Tekellerin egemenliği, her şeyden önce tüm burjuva sınıfın egemenliğidir. Tekel dışı burjuva kesimlerle ittifak aramak, burjuvalar arasındaki çatışmayı temel almak, sınıf savaşımını burjuvazinin iç çatışması olarak ele almak demektir. Bu, işçi sınıfına, kendine güvensizliktir.
6. Burjuvazinin küçük burjuvazi ile tekeller arasında yer alan kesimi düzenin ana dayanaklarındandır. Bunlar tekellerden ayrı bir siyasi kimliğe asla sahip olamazlar. Çıkarları tekellerin varlığına bağlıdır.
Bu kesimler ile tekeller arasındaki çelişkiye dayanarak anti-tekel cephe önermek, tekelci burjuvazinin kendi içindeki ayrışmaları dikkate alarak, en büyük tekellere karşı bir cephe önermekten farksızdır. Devrimci Sosyalistler bu taktiği, işçi sınıfının davasına zarar veren reformist bir anlayışın ürünü olarak kabul eder.
7. İşçi sınıfı, çıkarı, sistemin tümden yıkılması ve üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılmasında olan ve bunu kendi önderliğinde, emekçi kesimlerin ittifakını sağlayarak başaracak olan sınıftır. Devrimin öncüsüdür. İşçi sınıfı, her gün sayısal olarak çoğalmaktadır. Köylülüğün ayrışması ve proleterleşmesi, kent küçük burjuvazisinin yıkımı, eğitimli iş gücünün giderek sınıfın saflarına katılması bu etkiyi doğurmaktadır. İşçi sınıfı, bugün nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturmaktadır.
Kent emekçileri ve yoksul köylülük proletaryanın devrim ve sosyalizm savaşımındaki ittifaklarıdır.
Anadolu devrimi, sosyalist bir devrimdir. Devrime karakterini veren, proletarya öncülüğünde emekçilerin burjuvaziyi alaşağı etmesi ve proletarya diktatörlüğünün kurulmasıdır.
Ancak, Anadolu devrimi “salt proleter” bir devrim olmayacaktır. Tarih, saf devrimler bekleyenleri yanıltmıştır. Toplumda hiçbir sınıf birbirinden kalın çizgilerle ayrılmaz. İşçi sınıfının sosyalist devrimdeki ittifakı; kent emekçileri ve yarı-proleter yoksul köylülüktür. Aktif nüfusun 3/4’ü bu kesimlerden oluşmaktadır. İşçi sınıfının birleştirici ve eğitici önderliği, hegemonyası olmadan kent emekçileri ve yoksul köylülük devrim yolunda kararlılıkla yürüyemez. Devrim, proletarya öncülüğünde birleşik bir emek cephesinin oluşumu ile zafere ulaşacaktır. Birleşik bir emek cephesi, işçi sınıfının birliği için mücadeleyi de şart koşar.
Birleşik emek cephesi, öncelikle işçi sınıfının devrimci temelde kalkışı ve birleşmesi ile başlayacaktır. Devrimcileşmemiş bir işçi sınıfı, elbette müttefiklerini de devrim bayrağı altında toplayamaz.
Bu noktada sosyalizm için savaşacak güçlerin durumuna daha yakından bakalım.
Sosyalizm için savaşacak güçlerin durumu şöyledir:
1. Proletarya: Proletarya toplumun en geniş kesimi olmakla kalmıyor, proletarya her toplumsal süreçte hesaba katılmak durumunda kalınıyor. Proletarya, burjuvaziye karşı yürütülen savaşımda, sosyalizm savaşımında en kararlı güçtür. Proletaryanın bu kararlılığı elbette onun bir sınıf olarak nesnel konumundan gelmektedir. Proletaryanın kurtuluşu sınıfların ortadan kalktığı komünist topluma ulaşmak için sosyalizmi kurmak, bunun için iktidarı ele geçirmekten geçer. Yani onun kurtuluşu, tüm toplumun kurtuluşunun yoludur.
Tarım proletaryası, proletaryanın ayrılmaz bir parçasıdır. Kapitalizmin tedrici gelişimi ve radikal biçimde feodalizmin tasfiye edilmemiş oluşunun sancıları en çok işçi sınıfı tarafından çekilmiştir. Radikal bir toprak reformu yapılmadan köylülüğün ayrışması süreç içinde gerçekleşmiştir. Bugün pek çok işçi “yarı köylü” olma özelliklerini devam ettirmektedir.
2. Yarı Proleter Yoksul Köylülük ve Kent Emekçileri: Köylülüğün ayrışması, tarımda kapitalist ilişkilerin egemenliği, yoksul köylülüğün yarı proleterleşmesini birlikte getirmiştir. Büyük kapitalist toprak işletmeleri çevresinde yer alan yoksul köylülük, belli mevsimlerde bu büyük kapitalist işletmelerde de çalışarak geçimini sağlamaktadır. Kendi küçük topraklarında ve bir kapitalistin yanında çalışma, gerçekte yoksul köylülüğün durumunu dayanılmaz hale getirmekle kalmıyor, onun kurtuluşunu işçi sınıfının kurtuluşu ile birleştiriyor.
Yoksul köylülüğün karakterini belirleyen, küçük burjuva özelliklerdir. Ancak onun geleceği proletarya saflarıdır. Kent emekçileri, küçük burjuva kararsızlığını taşısalar da artan tekelci sömürü ile geleceklerinin işçi sınıfının geleceği ile birleştiğini görmektedirler. Yoksul köylülük ve kent emekçilerinin, devrimde işçi sınıfı ile ittifak içinde olmalarına karşın devrimi geri çekecekleri açıktır. Özellikle yoksul köylülüğün mücadele geleneğinin yok denecek kadar az olması gerçeği düşünülürse, bu daha iyi anlaşılır bir olgu olacaktır. Kent emekçilerinin ise, kararsızlığına rağmen mücadele geleneği yabana atılamaz niteliktedir.
Yoksul köylülük ve kent emekçileri, gelişen devrimde proletaryanın müttefikidir. Onların geleceği sosyalizmdedir. Kapitalizmin yoksul köylülüğe ve kent emekçilerine sunabileceği hiçbir şey yoktur. Gelişen devrimin çok renkliliği buradan gelmektedir.
Ülkemizin, pek çok benzeri ülke gibi önemli bir özelliği de kente göçtür. Bu göç, kentlerin çevresinde emekçi-yaşam alanlarının oluşumunu koşullamaktadır. Gecekondular, bir bütün olarak sisteme karşı savaşımın önemli mevzilerindendir.
3. Öte yandan Kürt Kurtuluş Hareketi ile Anadolu devrimi arasındaki ilişki çok daha özel bir noktaya oturmaktadır. Birincisi; bugüne kadar Kürt Kurtuluş Hareketi, Türkiye devrimci hareketinin stratejik bağlaşığı olarak ele alındı. Misak-ı Milli sınırlarını terk edemeyen Türkiye solu, Kürt kurtuluş mücadelesinin zaferinin Türkiye işçi sınıfı öncülüğünde gerçekleşeceğini savunageldi. Ancak pratik, bu süreci aştı. Şimdi yine de “stratejik müttefik” terimi telaffuz ediliyor.
Stratejik anlamda müttefik olmak, böylesi bir yol dışında kurtuluşun olamayacağını söylemek anlamına gelir. Yani, Kürt halkının bizim devrimimize zorunlu bağımlılığından söz etmiş olursunuz. Bu doğru değildir. Bu noktada ittifak olmak ayrıdır, stratejik ittifak olmak ayrıdır. Elbette ki Kürt kurtuluş mücadelesi ile Anadolu devrimi arasında çok ciddi bir ilişki vardır. Her iki mücadelenin zaferi de aynı güce, TC’ye karşı savaşmaktan geçiyor. Ancak yine de nesnel anlamda çelişkilerin farklılığı, gelişim yol ve olanaklarını nesnel anlamda farklılaştırmaktadır. Bunu görmemek, gerçekte her iki hareket arasında kurulacak devrimci ittifakı, “Misak-ı Milli Sınırları” anlayışına kurban etmektir.
Özetle Kürdistan devrimi, Anadolu devriminin önemli bir müttefikidir, ancak aradaki ittifak “stratejik” ittifak olarak ele alınmamalıdır. Kürdistan devriminin “abisi” rolünü, hem pratik olarak aşılmış, hem de enternasyonal ahlak açısından yanlış buluyoruz. Öte yandan Kürdistan devrimi, toplumsal kurtuluşa, sosyalizme yöneldiği sürece, iki devrim arasında ilişki daha büyük önem arz edecektir.
Öte yandan bölge devrimi temelinde bakıldığında; Kürdistan devriminin gelişimi, büyük bir fırsattır. Bu açıdan her iki devrimin ilişkisi, tüm bölgeyi tutuşturmak açısından stratejiktir. Bölgemizde gelişecek enternasyonal ilişkiler, aynı zamanda bölgemizdeki devrimci güçlerin dünya devrimi ile ilişkilerinin de sağlıklı temelde gelişimini koşullamaktadır.
Bu açıdan da tüm bölgemiz devrimci güçleri ve uluslararası devrimci hareket, devrimimizin önemli ittifakıdır.
İşçi sınıfının ittifakları üzerindeki eğitici ve birleştirici rolü, ancak onun devrimci öncü partisi aracılığıyla yerine getirilebilir.
Devrim, işçi sınıfı, yoksul köylülük ve kent emekçilerinin silahlı mücadelesi ile muzaffer olacaktır. İşçi sınıfı, devrimci partisi aracılığı ile bu silahlı mücadeleyi süreklilik içinde örecek ve bir ayaklanma, bir iç savaşla devrim zafere ulaşacaktır.
Devrimci zor, mücadelenin temel yöntemidir. Ancak devrimci zor, tek başına silahlı mücadeleye eşit değildir. Devrimci zor, siyasal, ideolojik ve askerî savaşımın bir bütünüdür. Silahlı savaşım, siyasal savaşımın yoğunlaştırılmış biçimidir. Siyasal savaşım olmadan silahlı mücadeleden söz etmek doğru değildir.
Devrim üç temel noktaya dayanarak zafere ulaşacaktır. Birinci nokta; devrimci partinin önderliğidir. Devrimci Sosyalistlerin önderliği olmadan, işçi sınıfının hegemonyası ve öncülüğünden kuru kuruya söz etmek yeterli değildir.
İkinci nokta; gerilla savaşıdır. Gerilla savaşı, Devrimci Sosyalistlerin devrimi örme savaşımının yolu ve önderliğinin somut ifadesidir. Gerilla savaşı özellikle 20. yüzyıl boyunca gelişen, proletaryanın burjuvaziye karşı savaşımının bir biçimidir. Ancak gerilla savaşı, savaşın sadece bir yönüdür. Onun temel olması, tek yöntem olması anlamına gelmez.
Devrimci Sosyalistler bir yandan mücadelenin hiçbir biçimini reddetmez, diğer yandan hiçbir mücadele biçimini de mutlaklaştırmaz.
Gerilla savaşı, iç savaşın en gelişmiş biçimi olan bir ayaklanmanın hazırlanmasının yoludur. Ayaklanma ve iktidarlaşma, ancak bu yolla gerçekleştirilecektir. Gerilla savaşı, hem öncünün kitleleri eğitmesinin, hem burjuva bombardımanın ters çevrilmesinin, hem de halkın gücünü halka göstererek devrime katmasını sağlamanın yoludur.
Üçüncüsü; kitle desteğidir. Devrim, dar bir parti tarafından yönlendirilir. Ama devrim, yığınların elleri üzerinde yükselecektir. İşçi sınıfı, yoksul köylülük ve kent emekçilerini (memurlar, tüm emekçi kesimler, öğrenciler) sosyalizm bayrağı altında birleşik bir emek cephesinde toplayamayan bir devrim zafere ulaşamaz. Bu aynı zamanda sosyalizmin kuruluşu aşaması açısından çok büyük öneme sahip olacaktır.
Bu üçlü zincirin belirleyici noktası parti ve onun önderliği ise, bu önderlik ile yığın bağını birbirine bağlayan halka gerilla savaşıdır.
Anadolu devrimi çok renkli olacaktır. Bu çerçevede, çeşitli devrimci gruplar birleşik bir emek cephesi içinde yer alabileceklerdir. Devrimin öncüsü olacak olan Parti, bu güçlerle ilişkisine kardeşlik ve aynı cephenin unsuru olma gerçeği ile yaklaşır. Eleştiri ve savaş arkadaşlığını birlikte bir bütün olarak ele alır. Bu çerçevede devrim için şehit düşenleri dar örgüt çıkarları ile başkalarının şehitleri görenleri saflarında barındırmaz. Devrimci savaşımda şehit düşen her devrimci, ortak davanın ortak hazinesine kazınır. Tarihe de bakarken bu ruh esastır.
Devrimci partinin önderliği siyasal, ideolojik bir içeriğe sahiptir. Önderlik birebir emir mekanizması ile ele alınamaz. Bu, öncülüğü, tarihsel ve toplumsal boyutlarından kopartıp, onu mekanik bir ilişkiye indirgemek anlamına gelir.
Toplumsal devrimin ilk habercisi egemen ideolojiye karşı savaşımın aldığı boyuttur. Bir toplumda egemen ideoloji, egemen sınıfın ideolojisidir. Bu ideoloji parçalandıkça devrimin yolu da açılacaktır. Devrim ilerledikçe, burjuvazinin ideolojik egemenliği de daha hızlı parçalanacaktır.
Egemen ideolojiye karşı savaşım, örgütlü bir savaşımdır. Devrimin öncüsü olacak olan parti ideolojik, politik ve askerî savaşımı birbirinden ayırmaz ve hepsini örgütlülük temelinde ele alır.
TC devletinin ideolojisi Misak-ı Milli sınırlarının bölünmezliği temelinde öne çıkartılan Kemalizm’dir. Kemalizm, tarihinin hiçbir döneminde karşı-devrimcilik dışında bir anlama sahip olmamıştır, olamaz. Devrimci özne Kemalizm’e karşı, burjuva ideolojisinin her biçimine karşı sürekli bir ideolojik savaş yürütür. Bilimden sanata, toplumsal yaşamın tüm alanlarını burjuva ideolojisine, burjuvaziye karşı savaşım alanı olarak ele alır.
Devrimci Sosyalistler din ideolojisine karşı açık, materyalist, bilimsel düşünceyle donatılmış, düzeyli bir savaşım yürütür. Dinsel düşüncenin her türlü dışa vurumuna ve izlerine karşı düzeyli bir savaşım, devrim ve sosyalizm savaşımının ayrılmaz parçasıdır. Ancak Devrimci Sosyalistler, dinî inancından dolayı kimseyi hor görmez, dinî inancı kişisel bir hak olarak ele alır.
Dinî bir temelde de olsa, düzene karşı savaşımı destekler. Burada esas olan, bu düzene karşı savaşımdır. Devrimciler, düzene karşı konumlanış ile düzenin yedek gücü olma açısından dinî hareketleri ele alır ve ayırır.

Sonraki Bölüm: VII. Uluslar ve Halklar

Anadolu Devriminin Yolu – V. Türkiye Kapitalizmi ve TC Devleti

Önceki Bölüm: IV. Dünya Tekelci Sistemi

Türkiye, dünya kapitalist-emperyalist sistemi içinde yer alan, tekelci kapitalist bir ülkedir. Türkiye’nin bu sistem içindeki yeri, emperyalist aşamanın özelliklerine bağlı olarak, bağımlılık ilişkisiyle belirlenir. TC, emperyalizme bağımlı bir sömürgedir. Ancak bu bağımlılık ilişkisi, gerek Türkiye’de kapitalist gelişimin aldığı yol, gerekse bölge içindeki konumunu yansıtır. Bu konum, emperyalist egemenlik ve paylaşımın yeni bir yöntemi olan alt-emperyalist bir konumdur.
Türkiye’de burjuvazinin iktidara yükselişi, kapitalizmin doğuşundan yaklaşık 300 yıl, onun bir dünya sistemi haline gelişinden 70 yıl sonra gerçekleşti. Onun için bu burjuva iktidarlaşmada, Osmanlı’ya göre ileri noktalar aramak, burjuvaziye karşı savaşta saf değiştirip burjuvaziyle kol kola girmektir.
Türkiye kapitalizmi bu gelişmenin özellikleri ve etkileri altında gelişti ve bugünkü tekelci aşamaya ulaştı. Feodal soyluluğa karşı, burjuva önderlikli sınıf savaşımının esas olarak tamamlandığı, proletaryanın tarih sahnesinde devrimci bir sınıf konumuna yükseldiği, burjuvazi ile proletarya arasındaki savaşımın yaşamın tüm biçimlerine egemen olduğu, tekelci ilişkilerin sistemin egemen ilişkisi olduğu ve dünyanın emperyalist ülkeler arasında paylaşıldığı bir dönemde, egemen toplumsal ilişki konumuna yükselen Türkiye kapitalizmi, böyle bir dünyada bağımlı ve gerici doğdu.
Bağımlılık ve gericilik Türk burjuvazisinin öznel bir tercihi değil, onun, sistemden devraldığı özellikleridir. Başka bir deyişle, Türkiye kapitalizmi, mevcut egemen ilişki altında başka türlü olamazdı. Bunu kavrayamamak, kapitalizmin gelişimini, tekelciliği, emperyalizmi ve sınıf savaşımını kavrayamamaktır.
Türkiye kapitalizminin egemen sistem konumuna yükselişi, 18. Yüzyılın ortasında başlayıp, 1920’lerde tamamlanan bir süreçtir. Bu sürecin sonlarında burjuvazi ile feodal gericilik arasındaki savaş tali, proletarya ile burjuvazi arasındaki savaş belirleyicidir.
Burjuvazi henüz iktidarı almadan feodal sınıfın egemenliğini bitirmiştir. Osmanlı’nın I. Paylaşım Savaşı’ndaki yenilgisi, bu savaşımı hem kolaylaştırmış ve hem de noktalamıştır. Feodal sınıf yenilmiş, iktidarını kaybetmiştir. Ancak iktidar henüz burjuvazinin eline geçmemiştir. I. Paylaşım Savaşı’nın ardından Misak-ı Milli sınırlarına sıkışan Osmanlı Devleti’nde, ulusal kurtuluş (anti-emperyalizm) kabuğu altında bir iç savaş ve diğer halkların sömürgecilikten kurtuluş savaşı iç içe yaşanmıştır. Bu savaşın tarafları; güçlü bir geleneğe sahip, örgütlü bir burjuvazi; güçsüz, örgütsüz, ideolojik netlik taşımayan ama Ekim Devrimi’nden aldığı hızla coşkulu bir işçi ve halk hareketi ve yeni yeni gelişen bir ulusal arayış hareketidir. Burjuvazi, bu savaşın galibi olarak iktidara yükselmiş ve TC devleti kurulmuştur. Aşırı bir ulusçuluk, başka ulusların inkârına ve imhasına varan bir sömürgecilik, işçi sınıfı ve emekçilere karşı ideolojik inkâr ve fizikî terör, bu devletin mayasıdır. Bu süreç aynı zamanda sömürge haline gelme sürecidir.
Burjuvazi, Osmanlı topraklarını korumak için pek çok çare aramıştır. Ancak, Ekim Devrimi rüzgârını da arkasına alan halkların uyanışı ve içerde devrimci işçi ve halk hareketi, emperyalist merkezlerle burjuvazinin anlaşmasını koşullamıştır. Bu açıdan TC’nin kuruluşu, Osmanlı’nın sömürge haline de gelmesidir. Bunun yanı sıra, TC’nin kuruluşu, burjuvazinin iktidarlaşması, daha çok gelişen işçi ve halk hareketine karşı, bir karşı-devrim niteliğini de taşır. Kurtuluş savaşı diye bize sunulan şey, gerçekte bir iç savaştır. TC’nin şekillenişi de bu nedenle tümüyle komünizme ve dünya devrimine karşı bir şekillenmedir.
Burjuvazi bütün karşıtlarını ezerek, 1920’de iktidarını ilan etti. Böylece devrimin temel sorunu çözüldü. İç savaş süresinde oluşan iktidar boşluğu ortadan kalktı. Feodal sınıfın iktidarının yerini burjuvazinin iktidarı aldı. Kapitalist ilişkiler, çözülen feodal ilişkilerin yanında ve üstünde sistemin egemen ilişkisi oldu. Feodalizmin kalıntıları, zaman zaman tedricî, zaman zaman hızlanan, ama hiçbir durumda sistemin istikrarını tehlikeye düşürmeyecek tarzda dönüşüm sürecine girdi. Başka türlüsü olamazdı. Çünkü Türkiye’de kapitalizmin egemen sistem haline geldiği, burjuvazinin iktidara yükseldiği çağ, kapitalizmin yükseliş çağı değil, çöküş çağıydı; burjuvazi 1789’lardaki devrimci burjuvazi değildi ve sınıf savaşımı artık proletarya ile burjuvazi arasındaydı. İşçi sınıfı karşısında uzlaşma, gericilik ve militarizm, burjuvazinin yaşam felsefesidir. Türk burjuvazisinin, işçi sınıfı ve ulusal hareketlerden korkusu, daha iktidara gelmeden öğrendiği ve her anında derinleştirdiği bir korkudur. Burjuvazi bugün, bu korkuyu yaygınlaştırarak, işçi sınıfı ve emekçilere yayarak yaşam şansı bulabiliyor.
Türkiye kapitalizmi, ekonomik alanda cılız bir kapitalist birikim, siyasal alanda ise işçi sınıfı, emekçi halk ve ulusal hareketlerle burjuvazi arasında şiddetli bir sınıf savaşımı üzerinde yükselmiştir. Bu iki özellik, kaçınılmaz olarak, devleti ve özellikle onun baskı örgütlenmelerini; ordu, polis ve hapishaneleri ön plana çıkarmıştır. İktidar mücadelesinde, daha başlangıçta halkı karşısında bulan burjuvazi, halktan, işçi sınıfından, ulusal arayışlardan hep korkmuştur. Bu korku, onun örgütlenmesine yön veren temel etkendir. Kemalizm, bu korkunun ideolojik ve politik ifadesidir.
Türkiye kapitalizmi, bütün bu temel özellikler altında gelişimini sürdürdü ve finans kapitalin mutlak siyasi ve ekonomik egemenliği demek olan bugünkü tekelci aşamaya ulaştı.
Başlangıçta geleneksel sanayi dallarında, cılız sermaye birikimi üzerinde küçük çaplı fabrika üretimiyle işe başlayan burjuvazi, emperyalist tekellerin aracılığı, acenteliğinden, büyük çaplı üretime; pazar üzerinde tekelcilikten, üretim ve pazar üzerinde tekelciliğe yükseldi.
Bütün bu süreç içinde, silahlı gücü ile düzenin devamını sağlayan devlet, bürokrasisiyle, sanayiye ucuz girdi üreten tesisleriyle (büyük çaplı kapitalist üretimin altyapısının örgütlenmesi) ulusal gelirin bütçe yoluyla burjuvazi yararına yeniden paylaşımıyla, koruma ve teşvik uygulamalarıyla, sermaye akışını hızlandıran düzenlemeler ve iş yaşamını düzenleyen yasalarla, sanayi ve tarımda büyük kapitalist üretimin maddi ve teknik koşullarının yaratılmasında aktif ve belirleyici bir rol üstlendi. Devlet, tekelci burjuvazi için bir okul görevini gördü, kadrolarını burada yetiştirdi, sermaye birikimini buradan güçlendirdi.
Devletin kapitalizmin gelişiminde üstlendiği bu rol, Türkiye kapitalizminin gelişim özelliğinden kaynaklanıyor. Türkiye kapitalizmi, iktidara yükselmeden önce, Fransa’da, Almanya’da vb. olduğu gibi eski toplumun bağrında güçlü bir kapitalist üretim temeline dayanmıyordu. Tersine, Osmanlı, yarı-sömürge bir ülke olması nedeniyle, nispeten geniş bir kapitalist meta pazarı olmasına rağmen, son derece cılız bir kapitalist üretim alanına sahipti. Bu yüzden kapitalist üretimin örgütlenmesi ve büyümesi, esas olarak, burjuvazinin devlet iktidarını ele geçirmesiyle başlıyor. Devletin kapitalist gelişmede üstlendiği belirleyici rol, bu gecikmiş güçsüz doğuştan kaynaklanıyor.
Öte yandan, Osmanlı’nın ganimet ve talan geleneğine de uygun olarak, TC’nin kuruluşunda “Türk burjuvazisi” yaratmak için, sermayeyi ellerinde toplayan ticaret sermayesi ile Osmanlı’nın ileri gelenleri olan Rum, Ermeni ticaret burjuvazisi imha edilerek, katledilerek sermaye toplanmış, mallarına el konulmuştur. Devletin rolü bu açıdan da vazgeçilmezdir. Ünlü Karakol örgütü, Teşkilât-ı Mahsusalar, bu rolün ifadeleridir.
Öte yandan TC devleti, içerde işçi sınıfına, halka ve ulusal kurtuluş hareketlerine karşı örgütlenirken, dışarda da SSCB’ye karşı anti-komünist emperyalist örgütlenmenin askeri olarak görev yaptı. Bu görev, soğuk savaş yıllarında daha da somutlandı ve ülkede hemen her kurumun örgütlenmesi bu amaca göre şekillendi.
Bu, aynı zamanda Türkiye kapitalizminin görece dayanıksızlığının, sürekli müdahalelere ihtiyaç duymasının da maddi temellerinden biridir. Kapitalizmin iç dinamiklerinin güçsüzlüğü, onun dünya kapitalist-emperyalist sistemindeki konumu ve bütün öznel yetmezliklerine rağmen sınıf savaşımının sarsıcı etkisine bağlı olarak Türkiye kapitalizmi, alçalıp yükselen bir eğride, ama sürekli bir ekonomik ve siyasi istikrarsızlıkla büyümesini sürdürmek durumunda kalmıştır. Birbirini izleyen, her biri bir öncekinden daha fazla fiziki-ideolojik terörü içeren ordu müdahaleleri ve anayasal düzenlemeler, bu sürecin siyasal ifadesidir. Bu süreç, kapitalist gelişimin yeni gereksinimleri ve sınıf savaşımının ulaştığı boyutlara bağlı olarak devletin yeniden ve yeniden örgütlenmesi sürecidir.
Devletin bu yeniden örgütlenmesi Türkiye’nin bağımlı olduğu sistemden bağımsız değil, tersine, sistemdeki devlet örgütlenmesinin gecikmeli olarak, Türkiye’ye yansımasıdır. Bir farkla ki; sistemde, bunalım ihracına bağlı olarak ekonomik, siyasi istikrar ve sınıf savaşımının kontrol altında tutulması sonucu devletin terör aygıtları gizlenebilirken, Türkiye’de ekonomik ve siyasi bunalım sürekliliği ve sınıf savaşımının bir türlü kontrol altında tutulamaması, terör aygıtlarını açığa çıkarıyor. Başka bir deyişle, Türk burjuvazisi, kendi ülkesinde ve sömürgesinde daha çok terörle egemenlik sağlayabiliyor.
Devletin örgütlenmesinde asıl önemli olan, sınıf savaşımı dinamiklerini dumura uğratarak, sınıf hareketinin içten fetih edilmesidir. Yani bugünkü devlet, sınıf savaşımına göre örgütlenmiş, bir iç savaş, bir özel savaş örgütüdür. Devlet tüm kurumları ile bu noktaya kilitlenmiştir. Amacı, bir sınıf olmaktan çıkartılamayacak işçi sınıfını, devrimci bir sınıf olmaktan çıkarmaktır. Bu örgütlenmede terör, özel bir role sahiptir. Terör sadece ezmek için değil, ezilen ve sömürülen kitlelerde gelecek umudunun yok edilmesinin de aracıdır. Tekelci kapitalizm, şiddet ve hâkimiyet üzerine kurulu bir tekelci rekabeti doğurur. Şiddet ve hâkimiyet, terör ve medyada somutlanarak devlete yansımaktadır. Bu devlet, tekelci kapitalizmin devleti olan, tekelci polis devletidir.
Bu devlette siyasi özgürlükler (örgütlenme, toplanma, yürüyüş, grev vb.) ancak işçi sınıfı ve emekçilerin kapitalist düzene tabi kılındıkları ölçüde ve oranda vardır.
Türk burjuvazisi, gecikmeli de olsa dünya burjuvazisinin yolunda yürüyor. Yok edemeyeceği işçi sınıfını, özel bir savaş aygıtı yaratarak teslim almaya çalışıyor. Ancak, bütün başarılarına rağmen burjuvazi, Türkiye’yi bir devrim ülkesi olmaktan çıkaramamıştır. Dünya sosyalist sisteminin çöküşü ile birlikte, emperyalist sistemin bozulan dengesi, derinleşen bunalım ve bunun bağımlı ülkelere katlanarak yansıması, Kürt devrimci hareketinin önlenemeyen yükselişi ve işçi sınıfının potansiyel bir tehlike olmaktan çıkarılamaması, bu ülkede, devrimin nesnel koşullarını hızla olgunlaştırıyor. Sınıf savaşımı, bir dağılma, geri çekilme ve durgunluk döneminden sonra, her şeyin işçi sınıfına ve onun örgütlenmesine bağlı olduğu yeni bir evreye giriyor.

Sonraki Bölüm: VI. Devrimin Niteliği ve Devrimin Yolu

Anadolu Devriminin Yolu – IV. Dünya Tekelci Sistemi

Önceki Bölüm: III. Amaç

Kapitalist dünya ekonomisi, emperyalist merkezler ve onlara bağımlı sömürge ülkelerden oluşan bir bütündür. Bu bütün, içinde Türkiye’nin de yer aldığı dünya tekelci sistemidir. Dünya tekelci sistemi, kapitalist-emperyalist bir sistemdir.
Kapitalizm, insanın insanı sömürdüğü, üretim araçları üzerinde özel mülkiyeti tanıyan, sınıflı toplumların en sonuncusudur. Bu anlamda da en gelişmişidir. Tüm sınıflı toplumlara ait özellikleri geliştirerek barındırır. Bu açıdan kapitalizmi, feodalizme göre ileri bir toplum olarak tanımlamak, sınıflı toplumları birbirlerinden çok kalın çizgilerle ayırmaktır. Feodalizmden bakarak burjuva devrimlerde veya burjuva egemenlikte ilericilik aramak, kendini burjuvazinin yedeği haline getirmektir. Hele hele Paris Komünü ve Ekim Devrimi’nden bu yana kapitalizmde hâlâ feodalizme göre ilerici noktalar aramak, sosyalizm yandaşı olmaktan da çıkmaktır.
Tekelci kapitalizm ise, kapitalizmden bir sapma değildir. Kapitalizmi, “serbest rekabetçi” ve tekelci diye ayırmak, bu ayrımı da abartılı yapmak, kapitalizmi aklamaya yöneliktir. Tekelcilik, kapitalizmin bir uru değildir, ondan bir sapma değildir. Tersine kapitalizm, daha ilk doğduğu anda var olan yasalarının kaçınılmaz sonucu olarak tekelciliğe evrilir. Tekelci kapitalizm, kapitalizmin tüm özelliklerinin kendini daha net ve dolaysız açığa vurduğu, çürümüş kapitalizmdir. Tekelci kapitalizm, kapitalizmden bir sapma değil, onun yasalarının kaçınılmaz sonucudur.
Dünya tekelci sisteminin iç dinamiğini, emperyalist ülkelerin dünyanın tüm diğer ülkelerini yağmalaması ve kendi aralarında paylaşması oluşturur. Dünya kapitalist ekonomisini bir bütün haline getiren, bu emperyalist aşamadır. Emperyalist egemenlik, dünya halklarının sömürgeleştirilmesi demektir. Feodal sömürgecilikten farklı olarak kapitalist sömürgecilik, daha derin sömürgeleşmek, daha derin bir bağımlılık demektir. Bugün insanın ruhunu sömürgeleştiren bir sistem vardır karşımızda.
Dünya tekelci sistemi, dünya çapında komünizme geçişin tüm olanaklarını sunmaktadır. Mevcut teknolojik düzey, tüm yeryüzünde yaşayanların, daha fazla çalışmaksızın temel ihtiyaçlarını karşılamaya çoktan yeterlidir.
Tekelci kapitalizm, kapitalizmin çelişkilerinin keskinleştiği, sosyalizmin kapıyı çaldığı bir aşamadır. Tekelci kapitalizm üretimin toplumsal niteliğini tüm yönleri ile açığa vurur. Üretimin toplumsal niteliği ile mülk edinmenin özel karakteri arasındaki çelişkiyi iyiden iyiye keskinleştirir. Ancak ekonomist bir bakış ile tekelci kapitalizm, emperyalizm anlaşılamaz. Emperyalizm, aynı zamanda karşı-devrim örgütlenmesi demektir.
Kapitalizmin tekelci aşamaya yükselişi, emperyalizmin doğuşunun hemen ardından gelen, Ekim Devrimi ile proletaryanın göğü fethe çıkışının damgasını taşımaktadır. Bugün tekelci kapitalizm her yönü ile Ekim Devrimi ile başlayan proleter devrimler çağının damgasını içselleştirmiştir. Yüzyılın hemen başından bu yana iki dünya savaşı ve bir soğuk savaş yaşanmıştır. Bunlar bir yandan tekelci rekabetin, diğer yandan ise dünya çapında iki sınıfın çarpışmasının sonuçlarıdır. 20. yüzyıl iki sınıfın çarpışmalarının yüzyılıdır, bu çarpışmanın alanı tüm yeryüzüdür; bu çarpışma her konunun, her ayrıntının içine sinmiştir. Çözüm ise kapitalizmin tümden yıkılmasındadır. Bu nedenle, bugün sosyalizmin çözülüşü ile kapitalizmin kazandığı zafer, tam bir Pirus zaferidir.
Sermaye ihracının aldığı boyutlar, üretimin uluslararasılaşması ve bunlarla birlikte ilerleyen iletişim olanakları tekelci kapitalizmin egemenliğini pekiştirirken, aynı zamanda onun çelişkilerini de arttırıyor. Gelişecek bir devrimin hızla yayılma olanağı artıyor. Bölge devrimleri olanaklı hale geliyor. Emperyalist zincirin en zayıf halkasından kopacağı biliniyor. Bir zincirin gücü, en zayıf halkanın gücüne eşittir ve kapitalist-emperyalist sistemin iç dinamizmi gereği tüm zincirin gücü azalıyor.
Devlet, sınıf savaşımı altında şekillenir. Geri bir sosyo-ekonomik sistemde altyapı-üstyapı ilişkisi en başta sınıf savaşımları aracılığı ile kurulur. Üstelik burada sınıf savaşımı, kapitalizm söz konusu olduğundan, sadece belli bir ülke sınırları içindeki sınıf savaşımını değil, tüm dünyadaki sınıf savaşımını ifade eder. Günümüz devleti, tekelci kapitalizme uygun olarak, Ekim Devrimi ve komünizm korkusu altında şekillenmiştir. Bu korku, onu, bir yandan mevcut andaki devrimci gelişimi bastırmak, diğer yandan ise gelecekteki muhtemel bir devrimci yükselişi önlemek için “insanı bitirmek” göreviyle karşı karşıya getirmiştir. Bu ikili görev, şiddet ve ideolojinin bugüne kadar görülmemiş bir biçimde iç içe geçmesini gerektirmiştir.
Modern kapitalizmin devleti, tümüyle iç savaşa göre örgütlenmiştir. Günümüz kapitalizminin devleti tekelci polis devletidir. Tekelci polis devleti, gelecek korkusuna göre, bir devrimi önlemek amacıyla örgütlenmiş bir devlettir. Tekelci polis devleti, tekelci kapitalizmin geleceğinin olmadığının açık bir kanıtıdır.
Tekelci polis devleti, günümüz kapitalizminin devletidir, günümüzün burjuva diktatörlüğüdür. Tekelci polis devleti, devletin sınıf savaşımına göre evrimleşmesini ifade etmektedir. Günümüzün burjuva demokrasisi budur. İşçi sınıfı ve emekçiler açısından ise o katıksız bir diktatörlüktür. Devlet, egemen sınıf adına, sınıf savaşı deneylerini biriktirerek örgütlenmesinde somutlaştırır. Sınıf savaşımının tüm toplumu sardığı kapitalizmde, devlet de devrime karşı, merkezîleşerek yetkinleşmiştir. Tekelci polis devleti, burjuva devletin bu yetkinleşmesini anlatır. Modern devlet; tümüyle medya ve baskıya dayanan burjuva devlettir. Kılıcın toplumsal işlevi; polis teşkilâtı, istihbarat birimleri, gizli örgütlenmiş infaz birimleri, tekelci rekabetin ayrılmaz parçası olan mafya örgütlenmeleri tarafından üstlenilirken, kilisenin toplumsal işlevi; önceleri eğitim kurumları ile, şimdi esas olarak medya tarafından üstlenilmiştir.
Tekelci polis devleti için; terörizm, ideolojinin şiddetle taşınması, medyanın terörist niteliği ve iç savaşa göre geliştirilen bir polis örgütü (ordunun büyük çapta işlevi de budur) ayırıcı noktalardır. Günümüz kapitalist-emperyalist dünyasında çeşitli farklılıklarla bu devlet biçimi egemendir.
Tekelci polis devleti, tekelci düzen, her gün daha fazla şiddetle ayakta durmaktadır. Bu devlete karşı her yol ve araçla savaşmak zorunlu ve meşrudur.
Medya, insanın insansızlaştırılmasının, şiddetin, korkunun içselleştirilmesinin yoludur. Tekelci kapitalizm insanı bencilleştiren, sevgisizleştiren, yalnızlaştıran, toplumdan uzaklaştırıp içine kapalı hale getiren, insanı nesne haline getiren bir sistemdir. Tekelci düzende insan, tükettiği ölçüde var olan bir nesnedir. Tekelci düzen, insanın insansızlaştırılmasının dışında hiçbir yolla ayakta kalamaz. Bilincin yerini güdü, inadın yerini boyun eğme, paylaşmanın ve özverinin yerini hayvanca bencillik, rahata düşkünlük almıştır. Şiddet ve korku, yaşamın her alanında egemen kılınmaktadır.
Bugün insanın önündeki alternatif şudur: Ya tekellerin çöplüğünde çürümek ya sosyalizme devrimci yollardan yürümek. Öyleyse sosyalizm ivedi bir istemdir, ilk hedeftir. Kapitalist sistemin sınırları içinde demokrasi mücadelesi, sonu kapitalizmi kutsamaya giden bir çıkmaz sokaktır.
Günümüz kapitalizmi, eşitsiz gelişim yasasının etkisini artırdığı bir kapitalizmdir. 20. yüzyılın sonunda bu yasa çok daha etkili işlemektedir. Bu nedenle dünyanın pek çok bölgesinde hızlı ve birbirini ateşleyecek devrimlere gebe ortamlar oluşmaktadır. Ancak dünya işçi ve komünist hareketinin enternasyonalist örgütlülükten yoksunluğu bugüne damgasının vuran büyük bir eksikliktir. Yeni bir enternasyonal, Üçüncü Enternasyonal’in içinde gizlenen İkinci Enternasyonal’in yenilmesi, ancak yeni muzaffer devrimlerle gerçekleşecektir. Ancak komünistler, o güne kadar boş durmayı asla bağışlayamazlar.
Tekelci kapitalizm üretim güçlerinin, en büyük üretici güç olarak insanın gelişimini engeller, doğayı tahrip eder. Bu, hiçbir teknik gelişim olmayacağı anlamına gelmez. Tekellerin kâr hırslarının “insanlığın çıkarları” ile uyumlu olduğunu söylemeden, tekelci kapitalizmin üretici güçlerin gelişmesini engellediğini atlamak mümkün değildir. Teknoloji taraflıdır ve tekeller daha fazla kâr, daha fazla sömürü için her zaman yeni teknikler geliştirecektir.
Tekelci kapitalizm, bir yandan halklar arasında savaşımı kışkırtırken, silahlanmayı devasa boyutlara taşırken, diğer yandan doğayı tahrip etmekte ve dünyayı yaşanılmaz hale getirmektedir. Savaş ve ekolojik dengenin bozulması, kapitalizmin kaçınılmaz sonuçlarıdır. Kapitalizme karşı, sosyalizm için savaşmadan tutarlı bir barış ve ekolojik dengenin korunması savaşımı yürütülemez.
İnsanın tarihi, onun tarih ve toplum içinde giderek daha belirleyici hale geldiği bir tarihtir. Bu, kapitalizmden sosyalizme geçişte ve sosyalizmin kuruluşunda daha açık bir olgudur. Bu nedenle, emperyalist-kapitalist zincirin parçalanması, kapitalizmin mezara gömülmesi ancak militanca bir savaşımı yönetebilecek, işçi sınıfının en ileri unsurlarını bağrında toplamış, en ileri teori ile donanmış, her savaşım biçimini kullanmaya yetenekli bir partiyi ön şart koyar.
Dünya tekelci sistemi her ülkedeki işçi sınıfının devrim ve sosyalizm savaşımı ile, sömürge ülkelerdeki halkların ulusal bağımsızlık ve sosyalizm savaşımı tarafından parçalanacaktır. Sosyalizmin tarihsel mirası ve halen her şeye inat, kuşatma altında sosyalizm bayrağını teslim etmeyen sosyalist ülkelerin varlığı bu kavgada büyük bir değere sahiptir.
Dünyanın Tüm İşçileri Ve Ezilen Halklar Birleşin!

Sonraki Bölüm: Türkiye Kapitalizmi ve TC Devleti

Anadolu Devriminin Yolu – III. Amaç

Önceki Bölüm: II. Çağın Karakteri

Devrimin öznesi, adı ne olursa olsun, bir partidir. Parti, bir iradedir. İşçi sınıfının, toplumun kurtuluşunun, halkların özgürlük iradesinin somutlanmasıdır. Devrimci parti, doğrudan burjuva devlete, burjuva egemenliğe karşı savaş yürütür. Onun için, bir araç olarak parti, içinde yaşanılan burjuva sistemi tümden aşmış olmalıdır. Devrimin öznesi, parti, bir irade olduğu kadar, burjuva egemenliğe karşı her düzeyde ve bütünlüklü bir savaş yürütme aracıdır, iktidarı almanın aracıdır. Bunun anlamı, örgütlenmesinin de buna uygun olmak zorunda olmasıdır.
Bu açıdan bakıldığında Anadolu solunda egemen olmuş olan iki hastalığı tespit etmek olanaklıdır. Birincisi, adı parti olduğu halde, bu bütünlüklü savaş konusunda bir fikre sahip olmama “lüksü”dür. İkincisi ise, partinin bir irade koymak olduğunu atlayarak, “süreç içinde parti” anlayışıdır. Süreç içinde parti, partinin reddedilmesidir, iktidar mücadelesinin belirsiz bir tarihe ertelenmesidir. Yoksa her şey bir süreçte gerçekleşir.
Devrimin öznesi (Parti), dünya devrimine ve komünizme giden yolda, Anadolu işçi sınıfının öncü örgütüdür. Elbette işçi sınıfı içinde örgütlü birçok parti var olacaktır. Ancak, öncülük, işçi sınıfının nihai çıkarlarını her koşul altında savunmayı ve diğer güçleri devrimci savaşımının unsuru haline getirmeyi gerektirir. İşçi sınıfının öncülüğü, işçi sınıfının devrimcileştirilmesi ile başlar. Devrim sürecinde bir öznenin oluşturulması büyük bir adımdır. İkinci adım; işçi sınıfının devrimcileştirilmesidir. Devrimcileşmemiş bir işçi sınıfı, toplumun ve kendinin kurtuluşunu da yönetemez.
Parti, niteliği gereği dar bir örgütlenmedir. Herkesi bağrında toplamaz, ama herkesin devrim savaşımına katılımının yolunu da açar. Parti, kapitalizmi devrimci zor yoluyla yıkmak, işçi sınıfını egemen sınıf haline getirmek, sosyalizmi kurmak ve kardeşlik ve sevgi üzerine kurulu olan ortakçı topluma, komünizme varmak için yola çıkmış olan devrimci savaşçıların ve işçi sınıfının en ileri unsurlarının gönüllü birliğidir.
Devrimci Sosyalistlerin amacı; insanın insan tarafından sömürüsüne, sınıfların varlığına, onunla birlikte devletin varlığına son vermek, yeryüzünden tüm sınırları kaldıracak olan kardeşlik toplumu, komünizmi kurmaktır. Bu amaç; ülkede sosyalizmin zaferi ve dünya çapında dünya devrimci hareketlerinin desteklenmesi için savaşmaktan geçer. Bir ülkedeki devrimci özne, kendi devrimini erteleyerek dünya devrimci hareketine katkıda bulunamaz. Ya da bu katkı, devrimci bir partinin katkısı olarak görülemez. Devrimci bir örgütü yaratan koşullar var ise, o ülkede iktidara yürümek de olanaklı demektir. Ancak, her ülkedeki devrimci parti, kendini dünya devrimci hareketinin bir müfrezesi olarak görmelidir. Enternasyonalizm, tercüme bürolarına sığdırılan bir faaliyet değildir. Tersine, özü gereği enternasyonal bir dava olan komünizm davası, özgürlük savaşı için zorunlu bir örgütlülüktür.
Devrimci Sosyalistlerin yakın amacı; ülkede işçi sınıfını egemen sınıf olarak örgütleyerek, sosyalizmi, proletarya diktatörlüğünü kurmaktır. Devrimci Sosyalistler bu amacını gerçekleştirmede, iktidarın işçi sınıfı tarafından ele alınışıyla birlikte özel mülkiyete son veren, bunu yeterli üretici güç yaratıldığı ölçüde bütün üretim alanına yayan, bir kamulaştırmayı, yeni toplumun örgütlenmesinin vazgeçilmez koşulu olarak görür. Buradan başlayarak devrimi bütün toplumsal alana yayar, bilimden politikaya, sanattan kültüre bütün toplumsal etkinliği yeni düzenin, sosyalizmin prensiplerine göre örgütler. Bütün faaliyetlerine devrimin içte ve dışta sürekliliğini göz önünde bulundurarak yön verir.
Ancak atılacak tüm adımları, nihai amacı olan komünizm amacıyla bağlantılı olarak ele alır. Sosyalizmin, sosyalist devrimin tüm sorunlarına komünizmden bakışı temel alır. Yeni toplumun, yeni insanla kurulacağı gerçeğinden hareketle, devrimci bir yaşam ve yeni insanın yaratılmasını faaliyetinin odağına yerleştirir. Yeni insanın yaratılmasını bugünden kendi örgütlenmesi ve ilişkilerinde başlatır.
Parti; işçi sınıfının elinde, burjuvaziye karşı savaşımında, eski toplumun yıkılması ve sosyalizmin kurulmasını yönlendiren tek silahtır.
Parti, devrim savaşımının ve işçi sınıfının tek örgütü değildir. Tersine parti; devrim ve komünizm savaşımının öncü örgütüdür, sınıfın siyasal öncüsüdür.
Parti; en ileri teori ile donanmış, sınıfın en ileri unsurlarını kendi öncüleri olarak örgütleyebilmiş, iktidar savaşımına önderlik edebilen, savaşımın her biçimini kullanabilen ve bir savaşım biçiminden diğerine hızla geçebilen, enternasyonalist bilinçle donanmış, bugünden gelecek toplumun ve komünist insanın embriyonik özelliklerini taşıyan bir örgüttür.
Devrimin öncüsü, yeni topluma gebe her eski toplumun ebesi olan zoru, en üst düzeyde örgütlemelidir. O, kavgacı, disiplinli, kolektif bir gönüllüler örgütüdür. O, bir savaş makinasıdır.
Parti, işçi sınıfının elinde burjuvaziye karşı yürüttüğü sosyalizm ve devrim savaşımını yöneten bir silah, bir araçtır. Parti amaç değildir. Ancak o, sıradan bir araç da değildir. Vazgeçilmez bir araçtır. Parti sadece kapitalizmin yıkılması ve sosyalizmin kurulması savaşımını yönlendirmekle kalmaz. O, aynı zamanda, komünizme yürüyüşün de yönlendiricisidir.
Parti, kendisini proletaryanın dünya ölçeğinde burjuvaziye karşı yürüttüğü devrim ve komünizm savaşımının bir parçası olarak görür.
Devrimci partinin örgütlenmesinde iktidara gelene kadar gizlilik esastır. İllegal örgütlenme, Devrimci Sosyalistlerin düzen karşısındaki konumunun ifadesi olduğundan, bir tercih sorunu olarak ele alınamaz. İllegal örgütlenme temeldir. Ancak bu, hiçbir düzeyde legal mücadele araçlarının reddedilmesi demek değildir.
Devrimci Sosyalistler sosyalizmi devrimci yöntemle kurar. Devrimci yöntem, köktenci yöntemdir. Devrimci yöntemde örgütlülük esastır. Devrimci yöntem, insanın yenilenmesi ve yeniden doğuşunun da biricik yoludur. Bu çerçevede Devrimci Sosyalistler, aydın olmak ile örgütlü olmanın çeliştiğini düşünenleri saflarında barındırmaz.

Sonraki Bölüm: IV. Dünya Tekelci Sistemi

Anadolu Devriminin Yolu – II. Çağın Karakteri

Önceki Bölüm: I. Giriş

“Yenen vezir olurmuş, yenilen rezil.” Dünya sosyalist sisteminin açık hale gelen yenilgisinin ardından, “tarihin sonu” diye kapitalizmin zaferini gösteren çığlıkları atanlar, büyük bir ivme ile saldırılarını da artırdılar. Karşı-devrim, zaten daha önceden ideolojik olarak terk edilen noktalardan hızla devrimin tüm değerlerine saldırıyı örgütledi. Öyle ki, “çağın karakteri” sorunu da gündeme geldi.
Modern kapitalizmin “globalizm” adına Beyaz Adamın sömürgeci egemenliğini tüm dünyaya yaydığı günümüzde, iletişim araçlarının, tekniğin gelişmişliğinden söz ediliyor. Çağımıza buna uygun isimler veriliyor. Atom çağı, bilgi çağı, iletişim çağı, uzay çağı bu isimlerden birkaçı. Oysa, bu arada, dünyanın beşte dördü, açlıkla yüzyüze. İşsizlerin sayısı tüm yeryüzünde %15’lere çıkıyor. Açlıktan ölenler, tekniğin gelişimi sayesinde sömürgeciliği daha da derinleştirip insanın ruhunu sömürgeleştirme noktasına getiren kapitalist-emperyalist sistemde sıradan bir olay olarak kalıyor. Beyinler esirleştiriliyor, ruhlar sömürgeleştiriliyor ve insan, tüketim için var olan bir canlı türü, bir sürü haline getiriliyor. Savaşlarda yüzlerce insan ölüyor, halklar katlediliyor. Silahlanma için müthiş paralar harcanıyor. Ve bize çağımızın karakteri üzerine masal okuyorlar! Diyorlar ki, mücadele etmek, başkaldırmak, karşı koymak nafile, çünkü insan geçici ve ömür kısa. Kapitalizm ise, yenilmez bir güç. İnsan bitirilmek isteniyor. Sanıldığı gibi, insanlığın bitirilişi için bir nükleer savaş gerekmiyor. Ama onun korkusu, daha başka birçok burjuva egemenlik için yaratılan korku, insan beynini işlevsizleştiriyor.
İnsan, çağımızda, tıpkı ilkel insan gibi, temel ihtiyaçlarını gidermek için yaşıyor.
Oysa SSCB’nin çözülüşü karşısında attıkları sevinç çığlığına bakınca, korkularından konuştukları hemen anlaşılıyor.
İnsan, ilkel bir insan gibi sadece karnını doyurmak, çocuklarını yaşatmak, yeni çıkan bir TV’yi satın almak için ömrünü tüketmektedir. Oysa onun emeği, artık tümüyle toplumsal bir emektir. Kendisi için, bir şey üretmek için gerekli olan üretim araçlarından yoksun oluşu nedeniyle, emeğin kapitaliste bağımlılığı da artmıştır. İnsan emeği, toplumsal üretim içinde, toplumsal emeğin bir parçasıdır. Günümüz kapitalizminde bunu çıplak gözle görmek olanaklıdır. Ancak, emeğin ürünleri toplumsal amaçlar için değerlendirilmemektedir. Özel mülkiyet, insanın gelişiminin önünde engeldir. Özel mülkiyet açlığın, rekabetin, işkencenin, sürüleşmenin kaynağıdır.
Onun için, kapitalizm “fazladan ömür sürmektedir” diyebiliriz ve bunun ana nedeni ise, işçi sınıfının iktidarı alamamasıdır. Artık işçi sınıfının öncülüğünde bir sosyalist devrim dışında insan olma yolu, nefes alma yolu kalmamıştır. İşçi sınıfının iktidarı, proletarya diktatörlüğü, insanın insan tarafından sömürülmesine son verecektir. Mevcut dünyada teknik altyapı ve sermayenin örgütlenişi, sosyalist devrimin tüm dünyaya yayılması ile birlikte, sosyalist aşamanın da kısalacağını göstermektedir. Böylece devrimin yayılış hızına bağlı olarak işçi sınıfının varlığı süresi de, proletarya diktatörlüğünün bir ülkedeki devlet olarak varlığının süresi de kısalacaktır. Bunun olanakları vardır. Onun için tüm yeryüzünü kaplayan bir devrimden bakmak, sosyalist devrimi bir dünya devrimi olarak ele almak, “ulusal sosyalizm” bakışının devrimci teoride yol açtığı tahribatı gidermek için birincil koşuldur.
Çağımız; kapitalizmden komünizme geçiş çağıdır. Ekim Devrimi’yle başlayan komünizme geçiş sürecinin bugünkü tıkanışı, çağın karakterinin değiştiğinin kanıtı olarak alınamaz. Geçiş çağı kavramı, içinde bir dizi ileri sıçrayış ve geri düşüşü kapsayan bir toplumsal düzenden diğerine, dünya ölçeğinde geçişi anlatır. Bu geçişin, bir ya da birkaç ülkede tıkanışı, çağın karakterini değiştirmez, tersine, bu sürecin sürekli ileriye doğru doğrusal bir hareket olmadığını gösterir.
1789 Fransız Devrimi’nin sürekli gerileme içinde 1830’larda yaşadığı tam yenilgi, nasıl ki kapitalizmin dünya ölçeğinde zaferini engelleyememiş ise, Ekim Devrimi’nin yenilgisi de, komünizmin dünya çapında zaferini engelleyemeyecektir. Tarihin ilerleyişi, doğrusal bir çizgi üzerinde gerçekleşmez. Yenilgi, geriye düşüş, çağa özgüdür, ama çağın özü değildir. Sosyalizmin dünya ölçüsünde çok daha gür yükselişi kaçınılmazdır.
Sosyalizmin uluslararası çözülüşü, emperyalizmin, dünya burjuvazisinin komünizmi yeryüzünden silme heveslerini arttırdı. Döneklerden oluşan koro, şimdi, bu emperyalist burjuvazinin önderliğinde sosyalizme küfürler yağdırıyor. Öldüğünü ilan ettikleri sosyalizmden ölüm derecesini aşan bir korku duyuyorlar. “Tarihin sonu”ndan söz ederken kendi sonlarından söz ettiklerini biliyorlar. Unutmak istedikleri kabusları hâlâ yaşıyor. Hâlâ Soğuk Savaş devam ediyor.
Anadolu toprakları; Kafkasya, Balkanlar ve Ortadoğu kaynayan üçgeninde dünyayı yeniden kızıla boyayacak bir devrimin dinamiklerini biriktiriyor. Latin Amerika, Afrika, Ortadoğu, Kafkaslar ve Asya’da gelişecek her devrimin, diğer devrimleri daha yakından gözlemesi gerektiği bir dönemde yaşıyoruz. Bu nedenle topraklarımızdaki devrimci birikimin dünya ölçeğinde anlamı vardır.
Tarihsel deney göstermiştir ki devrim, iktidarı almakla bitmiyor. Devrimin içerde ve dışarda sürekliliği gerekiyor. Onun için Anadolu devrimi, en başından yayılma dinamiklerini gözlemek durumundadır. Bunun ilk adımı ise, dünya devrimci hareketinin bir müfrezesi olmak, kendini öyle örgütlemektir.
Yüzyılın başında, emperyalistlerin pazar paylaşım savaşının ortasında dünya proletaryası, Sovyet proletaryası eliyle zafere ulaşırken, emperyalist zincire bir darbe indirdi. Böylece iki modern sınıf arasındaki savaşımın uluslararası niteliği çok daha açık bir hal aldı. Emperyalistler arası kavga arka plana geçti, öne iki sınıfın uluslararası düzeydeki savaşımı çıktı.
Bugün bu savaşımı, geçici olarak emperyalistler kazanmış bulunuyor. Sosyalizm, emperyalizmin gücünden çok, kendi hataları yüzünden çökmüştür. Ancak SSCB’nin çözülüşü yeniden emperyalist merkezler arasındaki savaşımı öne çıkarttı. Emperyalistler arası rekabet şimdiden yeryüzünün çeşitli bölgelerini kana bulamıştır bile. Anti-komünizm ile tüm halkları kendilerine bağlamayı başaran emperyalizmin, gerçek yüzü bugün de görünüyor. Onun için dünyanın çeşitli yerlerinde bir karşı koyuş, bir anti-emperyalist özlü kıpırdanış yaşanmaktadır.
Dikkatli her göz, gelen devrim dalgasını görecektir.
150 yıl önce Avrupa’da dolaşan “komünizm hayaleti” burjuvazinin yüreğine korku salıyordu. Paris Komünü korkunun ne kadar yakın ve somut olduğunu gösterdi. Ekim Devrimi “hayalet”e can ve kan verdi, onu canlı bir organizma haline getirdi. 70 yıl yaşayan Ekim Devrimi, burjuva düzenin tüm hücrelerine ölüm korkusunu yaşattı. Kapitalist-emperyalist dünya Ekim Devrimi’ni dıştan kuşattı ise, Ekim Devrimi ve dünya devrimci hareketi kapitalizmi içten sardı. Bugün kazanan kuşatmacılar oldu. Ama içteki korku yok olmuş değil. Çözüldüğü, büyük bir yenilgi yaşadığı halde sosyalizm korkusu kapitalist dünyada hâlâ egemendir; üstelik azalarak değil, artarak egemendir. Bugün komünizm hayaleti dünyanın üzerinde dolaşmaktadır. Ona hangi toprakların can ve kan vereceği bir yana, gelecek devrimin büyük bir hızla dünyaya yayılacağı kesindir.
İnsan tarihin öznesidir; değişir, değiştirir. Sosyalizm insanlık tarihinde büyük bir sıçrayıştır. Hem sosyalist devrim, hem sosyalizm örgütlülük ister. Örgüt yoğunlaşmış, kolektifleşmiş bilinçtir. Karanlıkta görmeyi sağlayan bu bilincin ışığıdır. Sosyalizmin uluslararası anlamda bir yenilgi yaşadığı bu dönemeçte, devrimci partiye doğru, dünyanın her köşesinde atılan adım, devrimci hareketin uluslararası dağınıklığına da son vermenin adımıdır. Bu adımlar; dünya devriminin filizlenmekte olan habercileridir.

Sonraki Bölüm: III. Amaç

Anadolu Devriminin Yolu – I. Giriş

Anadolu devrimi, yenilgilerin içinden geliyor. Öyle yenilgiler ki, bir bölümü açıkça savaş meydanına çıkmadan yaşanmıştır ve savaş meydanına çıkmadan yenilen ordular, yenilgi ile birlikte moral değerlerini de kaybederler. Tarihimizdeki pek çok cesur, gözüpek denemeye, mücadele örneğine rağmen yaşadığımız son yenilgi böylesi bir yenilgidir. Yenilgi, pek çok moral değerimize dönük bir saldırıyı beraberinde getirmiştir.
Hemen arkasından ise, SSCB’nin çözülüşü ve kapitalist restorasyonun yeni evresi devreye girdi. Böylece, değer erozyonu, açık bir inançsızlık safhasına evrildi.
1980’li yıllar Anadolu devrimci hareketi tarihinde, gelecekte de büyük önemi olacak yıllardır. Ve bu aynı yıllarda, eşitsiz gelişim yasasının önemini kavratacak tarzda Kürdistan devriminin yükselişi vardır. Yenilgi-çözülüş ve devrimin gelişimi, tüm bölgemizi baştan başa değiştiren bir süreç demektir. Halen bu süreci yaşıyoruz. Bölgemiz, bölge devrimini kucaklamak üzere, büyük bir arınmanın öncesini yaşıyor.
Anadolu, tarihi boyunca hep doğumlara yurt olmuştur. “Şafak ülkesi”, “güneşin doğduğu ülke” anlamına gelen Anadolu, bugün, 21. yüzyıla girerken, tüm karşı-devrimci saldırıyı geri püskürtecek büyük doğuma hazırlanıyor.
Doğum, eskinin aşılması, yeni bir yaşam demektir.
Doğum, zor demektir. Toplumsal mücadelede doğum, öznenin artan rolüne işaret eder.
Güzel olan zor olanda gizlidir.
Anadolu devrimci hareketi, tarihsel bir yol ayrımında, bir dönüm noktasındadır. Zümrüd-ü Anka kuşunun kendi külleri içinden doğumunu ifade etmesi gibi, Anadolu devrimci hareketi de kendi tarihi içinden koparak doğuyor.
Yenilgilerle dolu tarihimiz, gerçekte, Kemalist anlayıştan, burjuva düşünceden kopamamanın acı sonuçları ile doludur. Onun için, Kemalizm’den, onunla bağlarını atamamış “sol gelenekten” köklü bir kopuş şarttır. Bu kopuş, Kemalizm’le sadece ideolojik bir kopuş anlamına gelmiyor. Sorunu burada tutmak isteyenler, devrimciliğin devrimci eylem ile ölçüldüğünü atlayanlardır. Eylemsiz kişi, aynı zamanda ahlakını da geliştiremez. Eylem, insanı dönüştürmenin de aracıdır, eylemli insan değişir, dönüşür, dönüştürür. Bize de gerekli olan budur. Ahlakî, ideolojik, örgütsel ve politik bir kopuş gereklidir. Ve böylesine kapsamlı bir kopuş, devrimci doğum, devrimci özne demektir.

Anadolu işçi hareketi tarihi boyunca, devrimci hareket ile işçi hareketi aynı kanallarda akmamıştır. Bugün, kanalları birleştirmek gerekiyor. Ama, bu, işçi kitlesinin görevi değildir. Bu, devrimci bir partinin, bir öznenin görevidir. Kemalizm’de ilericilik aramak, sonuçta devrimci hareketi; ya işçi sınıfını küçümsemeye, ondan uzaklaşmaya götürmüştür ya da işçi sınıfı içinde çalışmak adına akıl almaz işçi dalkavukluğu örnekleri sergilenmiştir. Tüm bu sürecin doğal sonucu olarak, Ortadoğu’nun nicelik ve nitelik açısından en gelişmiş işçi sınıfı olan Anadolu işçi sınıfı, reformist burjuva ajanların denetimine terk edilmiştir.
Devrimci hareket, yenilgilerle de açık ve net bir hesaplaşma geliştirememiştir. 12 Eylül’de işkencehanelerde gösterilen büyük direnişe rağmen, değerlerimize dönük saldırılar etkili olabilmiştir. Bu, gerçekte, devrimci hareketin ideolojik ve tarihsel bakış açısının zayıflığının da göstergesidir.
Şimdi, tüm bu deneylerden sonra yola koyulanlar, burjuva egemenlik ile her düzeyde, köklü bir hesaplaşmayı yaşamak ve yaratmak durumundadırlar. Bu açıdan, kendi tarihini bu gözle ele alamayan bir devrimci hareketin kazanma şansı da kalmaz.
Devrimci hareket, bugün, hâlâ burjuva demokrasisinden, hâlâ burjuva yalanlardan medet ummakta, kendi gündemini koruyamamaktadır. Oysa devrim bir örgütlenme ve savaş işi ise, bu savaşın ana ekseni, devrimcilerin kendi gündemlerini topluma taşımalarıdır.
Anadolu solu, ideolojik, ahlaksal, politik mücadele ya da mücadele biçimlerinden en az birisi açısından Kemalist anlayışa bağlı kalmıştır. Bu üç açıdan hangisinden Kemalizm’e paça kaptırılırsa kaptırılsın, bir mikrop gibi tüm sağlıklı yönlerini kaybetmekle karşı karşıya kalınmıştır. Bugüne kadar gerçekleştirilen çıkışların sonuçsuzluğunun temelinde, bu köklü kopuşu gerçekleştirememe vardır.
Devrimci hareketimiz, tarihi boyunca sadece işçi hareketi ile kaynaşamamakla kalmamış, aynı zamanda üzerinde devrim için mücadele edilen toprağın gerçekliği de tarihsel açıdan eksik anlaşılmıştır. Bunun doğal sonucu olarak devrimci hareket, karşı-devrim saldırıları karşısında taktik güç oluşturamamıştır. Tarih bilincindeki eksiklik, ideolojik-teorik alanda eksiklik olarak ortaya çıkar ve bu eksiklik, değerlerin içselleşmesini engeller. Yüzeysellik, sonuçta, taktik esnekliği kazanmanın da engelidir.
Tarih, süreklilik içinde kesikliklerden oluşur. Tarihin belli noktalarını ele alıp, gelişimin mantığını atladık mı, geleceği kazanma gücümüzü de yok etmiş oluruz. Olan da budur. Kolaycı yaklaşım, emeksiz yaklaşım, tarihi belli kesitler içinde, birbirinden kopararak ele almaya olanak tanır. Böyle olunca da tarih, kişilerin devrimci olup olmaması ile açıklanır ki, bu, gelecek karşısında güçsüz, zayıf bir konumlanıştır.

Sonraki Bölüm: II. Çağın Karakteri

Devrimci Yaşam – Bir Yoldaşa Mektup

Önceki Bölüm: Sabırsızlık Ahmaklığın Anasıdır

Bir Yoldaşa Örgütsel Görevlerimiz
Üzerine Mektup

Sevgili yoldaş,
“St. Petersburg Devrimci Partisinin Örgütlenmesi” için hazırladığınız taslağın eleştirilmesi isteğinizi memnuniyetle yerine getiriyorum.1 (Anlaşılan, bununla, St. Petersburg’daki Rusya Sosyal-Demokrat işçi Partisi’nin çalışmalarının örgütlenmesini kastediyorsunuz.) Ortaya koyduğunuz mesele öylesine önemli ki, St. Petersburg Komitesi’nin bütün üyeleri ve hatta genel olarak bütün Rusya Sosyal-Demokratlar bu meselenin tartışılmasına katılmalıdırlar.
Her şeyden önce, “Birlik”in eski (dediğiniz gibi, “birlik tipi”) örgütlenmesinin elverişsizliğine ilişkin açıklamanıza tamamen katıldığımı belirtmek isterim. Raboçeye Dyelo taraftarlarının “demokratik” ilkeleri öne sürerken büyük kibirlilik ve inatçılıkla savunuculuğunu yaptıkları seçim sistemine, ilerici işçiler arasında ciddi bir eğitimin ve devrimci öğretimin yokluğuna ve işçilerin faal çalışmalardan kopmalarına değiniyorsunuz.
Durum tam olarak şöyle:
1. (Sadece işçiler arasında değil, aydınlar arasında da) ciddi bir eğitimin ve devrimci öğretimin bulunmayışı;
2. Seçim ilkesinin yersiz ve aşırı ölçüde uygulanması;
3. İşçilerin faal devrimci çalışmalardan kopmaları.
St. Petersburg örgütünün ve Partimizin daha birçok mahalli örgütünün temel zaafı buradadır.
Mektubunuzdan temel hatalarını anlayabildiğim kadarıyla, örgütsel görevler hakkındaki temel görüşünüzü tamamen paylaşıyor ve örgütlenme planınıza katılıyorum.
Özellikle, bütün Rusya çapındaki çalışmayla ve bir bütün olarak Parti faaliyetiyle ilgili görevlere özel önem verilmesi yolundaki görüşünüze tamamen katılıyorum. Bu, sizin taslağınızın Birinci Maddesinde şöyle ifade edilmiş: “İşçiler arasında sürekli muhabirleri bulunan ve örgüt içindeki çalışmalarla sıkı bağı olan Iskra gazetesi, Partinin yönetici merkezidir. (sadece bir komitenin ya da semtin değil.)” Ben sadece, teorik gerçekleri, taktik ilkeleri, genel örgütlenme görevlerini ve herhangi bir an için tüm Partinin genel görevlerini geliştirip ortaya çıkaran gazetenin, partinin ideolojik önderi olabileceğini ve olması da gerektiğini belirtmekle yetineceğim. Ancak, bütün komitelerle kişisel bağları sağlayan, Rusya Sosyal-Demokratları arasındaki en devrimci bütün güçleri kucaklayan ve yayınların dağıtılması, bildirilerin basılması, güçlerin gereğince dağıtılması ve özel uğraşları üstlenecek kişilerin ve grupların atanması ve gösterilerin ve bütün Rusya çapında bir ayaklanmanın hazırlanması vb. gibi Partinin bütün genel meseleleriyle uğraşan özel bir merkezi grup (diyelim, Merkez Komitesi) hareketin doğrudan pratik önderi olabilir. Örgütün en kesin gizliliğini ve hareketin sürekliliğini korumak zorunlu olduğuna göre, Partimizin iki yönetici merkezi olabilir ve olmalıdır da: bir M.O. (Merkez Organ) ve bir M.K. (Merkez Komitesi). Bunlardan birincisi; ideolojik önderlikten; ikincisi de, doğrudan ve pratik önderlikten sorumlu olmalıdır. Bu gruplar arasındaki eylem birliği ve gerekli dayanışma sadece tek bir Parti programıyla değil, aynı zamanda bu iki grubun bileşimiyle (her iki grup da, M.O. ve M.K., birbiriyle tam bir ahenk içinde olan kimselerden meydana gelmelidir) ve düzenli ve sistemli ortak toplantıların düzenlenmesiyle de sağlanmalıdır. Ancak o zaman, hem M.O. Rus jandarmasının erişemeyeceği bir yere yerleştirilebilir ve tutarlılığı ve sürekliliği teminat altına alınabilir, hem de M.K. bütün temel meselelerde M.O. ile daima birlik içinde bulunabilir ve hareketin bütün pratik yönlerini doğrudan doğruya yönetebileceği serbestliğe sahip olabilir.
Dolayısıyla, tüzüğün Birinci Maddesi (sizin taslağınıza göre) sadece hangi Parti organının yönetici organ olarak tanındığını belirtmekle kalmamalı (bu elbette gereklidir), aynı zamanda bir mahalli örgütün, onlar olmadan Partinin bir parti olarak varlığını sürdüremeyeceği merkezi kuruluşları yaratmak, desteklemek ve sağlamlaştırmak için faal bir şekilde çalışma görevini üstlenmesi gerektiğini de belirtmelidir.
Daha sonra, İkinci Madde’de, komitenin “mahalli örgütü yönetmesi” gerektiğini (belki de “Partinin bütün mahalli çalışmaları ve bütün mahalli örgütleri” demek daha iyi olurdu; ama ben, ifade ayrıntıları üzerinde durmayacağım) ve hem işçilerden, hem de aydınlardan meydana gelmesi gerektiğini; çünkü onları iki komiteye bölmenin zararlı olacağını söylüyorsunuz. Bu, kesinlikle ve tartışmasız doğrudur. Rusya Sosyal- Demokrat İşçi Partisi’nin tek bir komitesi olmalı ve bu komite de, kendilerini bütünüyle sosyal-demokrat faaliyetlere adamış, sağlam, inançlı sosyal-demokratlardan oluşmalıdır. Mümkün olduğu kadar çok sayıda işçinin tam bir sınıf bilincine varmasına, profesyonel devrimci ve komite üyesi haline gelmesine özellikle önem vermeliyiz.2 İki değil de tek bir komite oldu muydu, komite, üyelerinin birçok işçiyi kişisel olarak tanımaları meselesi özel bir önem kazanır. İşçilerin arasında olup biten her şeye önderlik edebilmek için, bütün semtlere girip çıkabilmek, çok sayıda işçi tanımak ve her çeşit yola sahip olmak vb. gerekir. Bu yüzden komite, işçi sınıfı hareketinin bizzat işçilerin arasından çıkacak belli başlı bütün önderlerini mümkün olduğu kadar kapsamalıdır. Komite, mahalli hareketi bütün yönlerden yönetmeli ve Partinin bütün mahalli kuruluşlarının, güçlerinin ve araçlarının sorumluluğunu üstlenmelidir. Siz komitenin nasıl kurulması gerektiğinden söz etmemişsiniz; ama bu durumda özel kurallar koymanın pek o kadar gerekli olmadığı konusunda da anlaşacağımızı sanıyorum; komitenin nasıl kurulması gerektiği meselesi, Sosyal-Demokratların yerinde tespit edecekleri bir meseledir. Fakat belki de şunu belirtmek gerekiyor: Komiteye yeni üyelerin alınması, komite üyelerinin çoğunluğunun (ya da üçte ikisinin vb.) kararıyla gerçekleşmeli ve komite, temas listesinin güvenilir (devrimci açıdan) ve sağlam (siyasi anlamda) ellere verilmesine dikkat göstermeli ve aday üyeleri önceden hazırlamalıdır. M.O. ve M.K.’miz olduğu zaman, yeni komiteler ancak bunların işbirliği ve rızasıyla kurulmalıdır. Elden geldiğince, komitelerde çok fazla sayıda üye bulunmamalı (böyle komiteler iyi eğitilmiş, her biri devrimci faaliyetin özel bir dalında teknik ustalık kazanmış kişilerden kurulmuş olur), ama aynı zamanda komiteler, çalışmanın bütün yönlerinin üstesinden gelebilecek, komitenin tam olarak temsil edilmesini ve kararları uygulamasını sağlayabilecek yeterli sayıda üyeyi de kapsamalıdırlar. Üyelerin sayısı oldukça fazla ve sık sık toplanmaları da tehlikeli olursa, o zaman komite içinden özel ve çok büyük bir yürütme grubu (diyelim, beş ya da daha az kişiden meydana gelen) seçmek gerekebilir. Fakat bu gruba kesinlikle komitenin sekreteri ve bir bütün olarak çalışmaya pratikte rehberlik edebilecek olanlar girmelidir. Tutuklamalar olduğu takdirde çalışmanın kesintiye uğramaması için, bu gruba aday üyeler sağlanması da özellikle önemlidir. Yürütme grubunun faaliyetleri ve bu gruba üye alma işlemi vb. komitenin genel toplantısının onayına tabi olmalıdır.
Ayrıca, komiteden sonra, onun altında şu kuruluşları öneriyorsunuz:
1. tartışma toplantıları (“en iyi” devrimcilerin konferansları);
2. semt mahfilleri3;
3. bu semt mahfillerinin her birine bağlı birer propagandacı mahfili;
4. fabrika mahfilleri;
5. belli bir semtteki fabrika mahfillerinin delege “temsilcilerinin toplantıları”.
Komitenin altındaki bütün diğer kuruluşların (üstelik sizin saydıklarınızın yanı sıra, daha birçok ve son derece çeşitli kuruluşlar da olmalıdır) komiteye tabi olmaları gerektiği ve semt grupları (çok büyük şehirlerde) ve fabrika grupları (her zaman ve her yerde) bulunması gerektiği konusunda size tamamen katılıyorum. Fakat sanırım, birçok ayrıntıda sizinle aynı kanıda değilim. Mesela, “Tartışma toplantılarının tamamen gereksiz olduğu kanısındayım.” “En iyi” devrimcilerin hepsi de komitede olmalı ya da özel bir çalışmaya katılmalıdır (basım, ulaştırma, ajitasyon gezileri ya da söz gelimi, bir pasaport bürosunun, hafiyeler ve ajan provokatörlerle uğraşan savaş müfrezelerinin ya da ordu içinde grupların vb. örgütlenmesi).
“Konferanslar” komite ve her semtteki ve her fabrikadaki propaganda, iş kolu (dokumacılar, makine işçileri, deri işçileri vb.), öğrenci, edebiyat vb. mahfillerinde yapılacaktır. Konferanslar niçin özel bir kuruluşu gerektirsin?
Devam edelim. Çok haklı olarak, Iskra’ya doğrudan yazı yazma imkânının “her isteyene” tanınmasını istiyorsunuz. Ne var ki, “doğrudan” sözü, gazetenin bürosunun ya da adresinin “her isteyen” tarafından bilinmesi şeklinde anlaşılmamalı; ancak, dileyen herkesin mektupları yazı kuruluna vermesi (ya da göndermesi) zorunlu olmalıdır. Elbette adresler oldukça geniş bir çevre tarafından bilinmelidir; ama her isteyene verilmemeli, sadece güvenilir ve gizlilik şartlarına uyma yeteneğine sahip oldukları bilinen devrimcilere verilmelidirler. Belki de, sizin önerdiğiniz gibi, her semtte bir kişiye de değil, birçok kişiye verilmeleri gerekebilir. Aynı zamanda, çalışmamıza katılan herkesin, tek tek her bir mahfilin kararlarını, isteklerini, dileklerini komitenin ve ayrıca M.O. ve M.K.’nin dikkatine sunma hakkına sahip olması gerekir. Eğer bunu sağlarsak, Parti görevlilerinin bütün konferansları, “tartışma toplantıları” gibi son derece hantal ve gizlilik kurallarına aykırı bir şeye gerek kalmadan, eksiksiz malumattan yararlanacaklardır. Elbette mümkün olduğu kadar çok sayıda ve çeşitli görevlinin vereceği kişisel konferanslar düzenlemeye de çalışmalıyız; ama burada her şey gizliliğe uymaya bağlıdır. Rusya’da genel toplantılar ancak pek seyrek ve istisnai olarak mümkündür ve “en iyi devrimcilerin” bu toplantılara katılmalarına izin verilirken bir kat daha uyanık olmak gerekir; çünkü ajan provokatörlerin bu toplantılara sızmaları ve hafiyelerin toplantıya katılanlardan birini izlemeleri genellikle daha kolaydır. Sanırım şöyle yapmak daha doğru olur: Büyük bir genel toplantı (diyelim, 30 ile 100 kişi arasında) düzenlemek mümkün olduğunda (mesela, yazın ormanda ya da bu amaç için özel olarak sağlanmış bir apartman katında), komite “en iyi devrimciler”den bir ya da ikisini göndermeli ve toplantıya uygun kişilerin katılmasını, yani mesela çağrıların fabrika mahfillerinin mümkün olduğu kadar çok sayıda güvenilir üyesine ulaştırılmasını vb. sağlama almalıdır. Fakat bu toplantılar resmi kayıtlara geçirilmemeli, tüzüğe konulmamalı ve düzenli olarak yapılmalıdır. İşler, toplantıya katılan herkesin orada bulunan herkesi tanıyabileceği, yani her bir kimsenin bir mahfilin “temsilcisi” olduğunu bileceği vb. tarzda düzenlenmemelidir. İşte hem bu yüzden, sadece “tartışma toplantıları”na değil, aynı zamanda “temsilci toplantıları”na da karşıyım. Bu iki kuruluşun yerine, şöyle bir kural önereceğim. Komite, harekette pratik olarak yer alanların mümkün olduğu kadar çok sayıda ve genel olarak da işçilerin katılacağı büyük toplantılar düzenlenmesini sağlamalıdır. Toplantının yeri, zamanı, gereği ve toplantıya kimlerin katılacağı, böyle işlerin gizli düzenlenişinden sorumlu olan komite tarafından tespit edilmelidir. Açık havada, ormanda vb. düzenlenen daha az resmi nitelikteki işçi toplantılarının bu kuralla hiçbir şekilde sınırlanamayacağı açıktır. Belki de Tüzükte bu konuyla ilgili bir şey söylememek daha bile iyi olur.
Daha sonra, semt gruplarının en önemli görevlerinden birinin, yayınların düzenli olarak dağıtılmasını örgütlemek olduğu konusunda, size tamamen katılıyorum. Sanırım, semt grupları esas olarak komiteler ile fabrikalar arasında aracılık ve hatta çoğu zaman kuryelik görevini yerine getirmelidirler. Semt gruplarının ana görevi, komiteden gizlilik kurallarına uygun olarak aldıkları yayınları düzgün bir şekilde dağıtmak olmalıdır. Bu son derece önemli bir görevdir, çünkü eğer biz dağıtım yapan özel bir semt grubu ile o semtteki bütün fabrikalar ve o semtteki mümkün olduğu kadar çok sayıda işçi evi arasında düzenli bir bağ kurabilirsek, bu hem gösteriler, hem de bir ayaklanma açısından büyük değer taşıyacaktır. Yayınların, broşürlerin, bildirilerin hızlı ve düzenli bir biçimde dağıtılmasını düzenlemek ve örgütlemek ve bu amaçla bir temsilciler ağı yetiştirmek demek, ilerideki gösterilerin ya da ayaklanmanın hazırlık çalışmalarının büyük bir kısmının gerçekleştirilmiş olması demektir. Yayınların dağıtımının örgütlenmesine bir huzursuzluk, grev ya da karışıklık zamanında başlamak çok geç olur. Bu çalışma ancak, dağıtımın ayda iki ya da üç defa zorunlu kılınmasıyla, tedricen gerçekleştirilebilir. Eğer elde gazete yoksa bildiri dağıtılabilir ve dağıtılmalıdır da; ama dağıtım cihazının boş kalmasına asla izin verilmemelidir. Bu cihaz öylesine mükemmel bir duruma getirilmelidir ki, mesela bütün bir St. Petersburg işçi sınıfını bir olaydan bir gecede haberdar edebilmeli ve harekete geçirebilmelidir. Bu asla hayalci bir hedef değildir; yeter ki, bildiriler merkezden daha dar aracı mahfillere, onlardan da dağıtıcılara sistemli bir şekilde aktarılabilsin. Kanımca, semt gruplarının görevleri, bu aracılık ve aktarma çalışmasının dışına taşırılmamalıdır; ya da daha kesin koyacak olursak, semt gruplarının görevleri bu çalışmanın dışına ancak en büyük temkinlilikle taşırılmalıdır; yoksa bu durum sadece keşfedilme ihtimalini artırır ve çalışmanın bütünlüğüne zarar verir. Hiç şüphe yok ki, bütün Parti meselelerinin tartışıldığı konferanslar semt mahfillerinde de yapılacaktır; ama mahalli hareketin bütün genel meselelerine ilişkin kararlar sadece komite tarafından alınmalıdır. Semt gruplarının bağımsız hareket etmesine, bildirilerin aktarılması ve dağıtılmasının sadece teknik yanını ilgilendiren meselelerde izin verilmelidir. Semt gruplarının bileşimi komite tarafından tespit edilmelidir, yani komite kendi üyelerinden bir ya da ikisini (ya da komitede bulunmayan yoldaşları) şu ya da bu semte delege olarak atar ve onlara bir semt grubu kurmaları talimatını verir: Aynı şekilde, bu semt grubunun bütün üyeleri de komite tarafından seçilir. Semt grubu, komitenin bir koludur ve bütün yetkilerini komiteden alır.
Şimdi de, propagandacı mahfilleri, meselesine geçiyorum. Propaganda güçlerimizin azlığı yüzünden, bu mahfilleri tek tek her semtte örgütlemek hem epeyce zordur, hem de pek arzu edilir bir şey değildir. Propaganda, komitenin bütünü tarafından aynı anlayış içinde yürütülmeli ve kesinlikle merkezîleştirilmelidir. Dolayısıyla, bu konuda şöyle düşünüyorum: komite çeşitli üyelerine, bir propagandacılar grubu örgütlemeleri talimatını verir (bu propagandacılar grubu, komitenin bir kolu ya da komitenin kuruluşlarından biri olur). Bu grup, gizliliği korumak için semt gruplarının yardımlarından yararlanarak, bütün şehirde ve komitenin “yetki alanı içine giren” bütün yörelerde propaganda yürütmelidir. Bu grup, gerekirse, alt gruplar kurabilir ve mesela, bazı görevlerini bu alt gruplara devredebilir; ama bütün bunlar ancak komitenin rızasıyla yapılabilir. Komite, her zaman ve kayıtsız şartsız, hareketle şu ya da bu şekilde bağı olan her gruba, alt gruba ve mahfile kendi delegesini atama hakkına sahip olmalıdır.
Aynı tarzda bir örgütlenme, aynı tipten komite kolları ya da kuruluşları, harekete hizmet eden çeşitli grupların hepsine uygulanmalıdır. Örneği; yüksek ve orta dereceli okullardaki öğrenci gruplarına; devlet memurları arasındaki taraftar gruplarına; ulaştırma, basın ve pasaport gruplarına; gizli toplantı yerleri düzenleyen gruplara; hafiyelerin izini sürerek onları tespit etmekle görevli gruplara; askerler arasındaki gruplara; silah sağlamakla görevli gruplara; “maddi gelir getiren girişimler”(!) örgütleyen gruplara vb. uygulanmalıdır. Gizli bir örgütü yönetmenin bütün sanatı, mümkün olan her şeyden yararlanmakta, “herkese yapacak bir iş vermekte” ve aynı zamanda bütün hareketin önderliğini, sırf birtakım yetkilere dayanarak değil, otoriteye, canlılığa, daha fazla tecrübeye, daha çok yönlülüğe ve daha fazla yeteneğe sahip olarak elde tutmakta yatar. Bunu, eğer merkezde olağanüstü yetkilere sahip yeteneksiz bir kimse bulunursa mutlak merkeziyetçiliğin hareketi kolayca mahvedebileceği yolundaki malum muhalefet ihtimaline karşı belirtiyorum. Bu hiç şüphesiz mümkündür; ama bu seçim ilkesiyle ya da âdemi merkeziyetçilikle giderilemez; bunların geniş ölçüde uygulanmasına kesinlikle göz yumulamaz ve bunlar, otokrasi yönetimi altında yürütülen devrimci çalışmaya son derece zararlıdır. Bu, herhangi bir tüzükle de giderilemez; ancak tek tek her bir alt grubun karar almaları M.O. ve M.K.’ne başvurmaları ve (en kötü durumda) kesinlikle yeteneksiz yetkililerin görevlerinden alınması yolunu izleyen “yoldaşça etkileme” tedbirleriyle giderilebilir. Komite, devrimci çalışmanın çeşitli yönlerinin çeşitli yetenekleri gerektirdiğini ve bir örgütleyici olarak hiç işe yaramayan bir kimsenin bazen bir ajitatör olarak son derece değerli olabileceğini ya da kesin gizli çalışmada iyi olmayan birisinin mükemmel bir propagandacı olabileceğini vb. göz önüne alarak, mümkün en geniş işbölümünü sağlamak için çaba harcamalıdır.
Bu arada, propagandacılar konusuna değinmişken, bu mesleğin yeteneksiz kişilere yüklenerek propaganda seviyesinin düşürülmesini birkaç kelimeyle eleştirmek isterim. Ayrım yapmaksızın bir öğrenciyi ve “bir mahfile verilmesini” isteyen bir genci, propagandacı olarak görmek bazen aramızda alışkanlık haline geliyor. Buna karşı çıkılmalıdır; çünkü çok büyük zararlar vermektedir. İlkelerde sonuna kadar tutarlı ve gerçekten yetenekli çok az propagandacı vardır (ve böyle bir propagandacı olabilmek için insanın çok inceleme yapması ve deneyim kazanması gerekir); dolayısıyla, böyle kimseler uzmanlaştırılmalı, tamamen bu tür çalışmaya verilmeli ve onlara en büyük ihtimam gösterilmelidir. Bunlara, haftada bir dersler vermeli ve gerektiğinde başka şehirlere gönderilmelidirler; genellikle, yetenekli propagandacılar çeşitli kasaba ve şehirleri dolaşmalıdırlar. Fakat yeni başlayan gençlere esas olarak pratik görevler verilmelidir; öğrencilerin mahfilleri yönetmelerine iyimser bir şekilde “propaganda” adı verilmekte ve buna bakılarak, onlara pratik görevler verilmesi ihmal edilmektedir. Elbette, ciddi pratik işler köklü bir eğitimi de gerektirir; ama gene de bu alanda “yeni başlayanlar”a daha kolay iş bulunabilir.
Şimdi de fabrika mahfillerini ele alalım. Bunlar bizim için özellikle önemlidir: hareketin temel gücü, büyük fabrikalardaki işçilerin örgütlenmesinde yatmaktadır; çünkü büyük fabrikalar (ve imalathaneler) işçi sınıfının sadece sayı bakımından hâkim kesimini değil, aynı zamanda daha da önemlisi, etki, gelişme ve savaşma gücü bakımından da hâkim kesimini kapsamaktadır. Her fabrika, bizim kalemiz olmalıdır. Bunun için de her “fabrika” işçileri örgütü içte ne kadar gizliyse, dışta o ölçüde “dal budak salmalı”, yani dış ilişkilerinde herhangi bir devrimci örgüt gibi antenlerini elden geldiğince uzağa ve mümkün olduğu kadar çok yöne uzatmalıdır. Burada da bir grup devrimci işçinin kaçınılmaz olarak yönetici ve “hâkim” çekirdeği oluşturması gerektiğini önemle belirtiyorum. “Fabrika” mahfilleri de dâhil olmak üzere, geleneksel tipte saf işçi ya da saf sendikal sosyal-demokrat örgütlenmeyi tamamen terk etmeliyiz. Fabrika grubu ya da fabrika (imalathane) komitesi (çok sayıda kişiden oluşan öteki gruplardan ayırt edilebilmesi için), fabrikadaki bütün sosyal-demokrat çalışmayı yürütmek yetkilerini ve talimatlarını doğrudan doğruya komiteden alan çok az sayıda devrimciden meydana gelmelidir. Fabrika komitesinin her üyesi, kendisini komitenin bir temsilcisi olarak görmeli, komitenin bütün emirlerini yerine getirmeli ve “savaş alanındaki ordu”nun bütün “kanun ve âdetleri”ne uymalıdır; katılmış olduğu bir ordudan, savaş zamanında, resmi izin olmadan ayrılamaz. Dolayısıyla fabrika komitesinin bileşimi, çok büyük önem taşıyan bir meseledir ve komitenin başlıca görevlerinden biri de bu alt komitelerin düzgün bir şekilde örgütlenmesini sağlamaktır. Ben bunu şöyle tasarlıyorum: Komite bazı üyelerine (ayrıca, söz gelimi, şu ya da bu nedenden dolayı komiteye alınmamış, ama tecrübeleri, insan tanımaları, zekâları ve kurdukları bağlarla çok yararlı olabilecek bazı işçilere) her yerde fabrika alt komiteleri örgütlemeleri talimatını verir. Bu grup, semt temsilcilerine danışır, birkaç toplantı düzenler, fabrika alt komitelerinin aday üyelerini etraflı bir denetimden geçirir, sıkı bir sorgulamaya tabi tutar, gerekirse söz konusu fabrikadaki alt komitenin mümkün olduğu kadar çok sayıda aday üyesini denemeye ve incelemeye çalışarak sınavdan geçirir ve en sonunda, her fabrika mahfilinin üye listesini komitenin onayına sunar ya da uygun bulduğu bir işçiye, tam bir alt komiteyi kurması, aday göstermesi ya da seçmesi için yetki verilmesini önerir. Böylelikle komite aynı zamanda, kendisiyle teması, bu temsilcilerden hangisinin sağlayacağını ve temasın nasıl sağlanacağını da tayin edebilir (genel bir kural olarak, bu temas semt temsilcileri aracılığıyla sağlanır; ama bu kurala eklemeler yapılabilir ya da geliştirilebilir). Bu fabrika alt komitelerinin önemi göz önüne alınırsa, her alt komitenin M.O. ile doğrudan haberleşebileceği bir adrese ve temas listesini güven altına alabileceği gizli bir yere sahip olmasına mümkün olduğu kadar dikkat göstermeliyiz (yani tutuklama olduğunda alt komitenin hemen yeniden kurulabilmesi için gerekli bilgiler, Rus jandarmasının erişemeyeceği bir yerde gizlenilmek üzere, elden geldiğince düzenli ve eksiksiz bir şekilde Parti merkezine aktarılmalıdır). Hiç şüphesiz, adreslerin aktarılması komitenin istediği biçimde ve elindeki olgulara dayanılarak yapılmalı ve bu adresleri var olmayan bir “demokratik” hakka dayanarak paylaştırma yolu tutulmamalıdır. Son olarak da, birkaç üyeden meydana gelen bir fabrika alt komitesinin yerine, komiteden bir temsilciyi (ve onun yedeğini) görevlendirmekle yetinmenin bazen gerekli, hatta daha uygun olabileceğini söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Fabrika alt komitesi kurulur kurulmaz, ayrı ayrı görevleri olan ve gizlilik dereceleri ve örgütsel biçimleri farklı bir dizi fabrika grubu ve mahfilini örgütlemeye girişecektir; mesela, yayınların ulaştırılmasını ve dağıtımını sağlayan mahfiller (bu, bize kendimizin olan gerçek bir posta servisi sağlayacak tarzda, sadece yayınların dağıtımı için değil, aynı zamanda yayınları evlere kadar ulaştıracak tarzda ve bütün işçilerin adreslerini ve onlara ulaşma yollarını kesin olarak öğrenebilecek tarzda örgütlenmesi gereken en önemli görevlerden biridir); illegal yayınları okuma mahfilleri; hafiyelerin izini sürüp tespit etme grupları4; özel olarak sendika hareketine ve ekonomik mücadeleye rehberlik edecek mahfiller; uzun konuşmaları (makinalar, müfettişler, vb. üzerine) tamamen legal bir biçimde nasıl başlatıp sürdüreceklerini bilen, herkesin içinde serbestçe konuşabilen, insan tanıyabilen ve şartları görebilen ajitatör ve propagandacı mahfilleri vb.5 fabrika alt komitesi, her türden mahfiller (ya da temsilciler) ağı sayesinde, bütün fabrikayı, mümkün olduğu kadar çok sayıda işçiyi kucaklamaya çalışmalıdır. Alt komitenin faaliyetlerinin başarısı, bu türden mahfillerin çokluğuyla, propagandacıları gezdirme yeteneğiyle ve hepsinin üstünde de, yayınların dağıtımındaki ve bilgilerin ve mektupların toplanmasındaki düzenli çalışmanın doğruluğuyla ölçülmelidir.
Özetleyecek olursak, genel örgütlenme tarzı kanımca şöyle olmalıdır: Tüm mahalli hareketin, bütün mahalli sosyal-demokrat faaliyetlerin başında bir komite bulunmalıdır. Bu komiteden, ona tabi olan ve birinci olarak, bütün bir işçi sınıfı kitlesini (mümkün olduğu kadar) kucaklayan ve semt grupları ve fabrika (imalathane) alt komiteleri biçiminde örgütlenmiş yürütme temsilcileri ağı gibi kuruluşlar ve kollar çıkmalıdır. Bu ağ, barış zamanında yayın, gazete, broşür ve komitenin gizli yazışmalarının dağıtımıyla uğraşacak; savaş zamanında da gösterileri ve buna benzer kolektif faaliyetleri düzenleyecektir. İkinci olarak, komite, tüm harekete (propaganda, ulaştırma, her çeşit yeraltı faaliyeti vb.) hizmet eden mahfil ve gruplar halinde dal budak salacaktır. Bütün gruplar, mahfiller ve alt komiteler vb. komite kuruluşlarının ya da komite kollarının statüsüne sahip olmalıdır. Bunlardan bazıları Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Partisi’ne katılmak isteğinde olduklarını açıkça belirtecekler ve komite tarafından onaylandığı takdirde Parti’ye katılacaklar, belli görevler üstlenecekler (komitenin talimatı ya da rızasıyla), Parti organlarının emirlerine uymayı kabul edecekler, bütün Parti üyeleriyle aynı haklara sahip olacaklar ve komite üyeliği için doğrudan aday sayılacaklardır vb. Bazıları da Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Partisi’ne katılmayacaklar veya Parti üyelerince kurulmuş mahfiller statüsünde kalacak yahut da şu ya da bu Parti grubuyla birleşeceklerdir vb.
Hiç şüphe yok ki, bütün iç meselelerde, bütün bu mahfillerin üyeleri, tıpkı bir komitenin bütün üyeleri gibi, eşit durumda olacaklardır. Tek istisna, mahalli komiteyle (aynı zamanda M.O. ve M.K. ile de) kişisel temas hakkının sadece komitenin bu amaçla tespit ettiği kişiye (ya da kişilere) ait olmasıdır. Bu kişi, bütün diğer bakımlardan, mahalli komiteye, M.K.’ne M.O.’na (şahsen olmamak şartıyla) önerge sunma hakkına sahip olan diğer üyelerle eşit durumda olacaktır. Dolayısıyla, söz konusu istisna, asla eşitlik ilkesinin bir ihlali değil, sadece kesin gizlilik gereklerinden doğan zorunlu bir imtiyaz olacaktır. “Kendi” grubuyla ilgili bir haberi M.K.’ne ya da M.O.’na ulaştırmayı başaramayan bir komite üyesi, doğrudan doğruya bir Parti görevini yerine getirmemekten sorumlu tutulacaktır. Ayrıca, çeşitli mahfillerin gizlilik derecesi ve örgütlenme biçimi, görevlerinin mahiyetine bağlı olacaktır. Bu yüzden, örgütler en geniş bir çeşitlilik içinde olacaktır (“en katı”, en dar, en sınırlı örgütlenme tarzından “en serbest”, en geniş, en gevşek ve açık örgütlenme tarzına kadar). Mesela, dağıtım gruplarında en kesin gizlilik ve askeri disiplin sağlanmalıdır. Propagandacı gruplarında da gizlilik korunmakla birlikte bu gruplardaki askeri disiplin çok daha az olacaktır. Legal yayınların okunması ya da sendikal ihtiyaç ve talepler üzerine tartışmaların örgütlenmesi için kurulmuş işçi gruplarında daha da az gizlilik gerekecektir vb. Dağıtım grupları Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Partisi’ne bağlı olmalı ve onun belirli sayıda üyesini ve görevlisini tanımalıdırlar. Çalışma şartlarını inceleyen ve sendikal talepleri tespit eden grupların ille de Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Partisi’ne bağlı olması gerekmez. Bir ya da iki Parti üyesiyle birlikte eğitim çalışması yapan öğrenci, subay ve memur grupları bazı durumlarda bu üyelerin Partili olduğunun farkında bile olmamalıdır vb. Fakat bir hususta, bütün bu yan gruplardan azami örgütlenme derecesini mutlaka talep etmeliyiz. Şöyle ki: Böyle bir gruba dâhil olan her Parti üyesi bu gruptaki çalışmanın yönetiminden resmen sorumludur ve bu grupların her birinin bileşiminin, çalışmasının tüm işleyişinin ve bu çalışmaların muhtevasının M.K. ya da M.O. tarafından mümkün olduğu kadar tam olarak bilinmesi için her türlü tedbiri almakla yükümlüdür. Bu, merkezin bütün hareketi eksiksiz bir şekilde görebilmesi, çeşitli Parti görevlerine mümkün en geniş bir çevre içinden seçim yapılabilmesi, bütün Rusya’daki benzer nitelikte olan bütün grupların (merkez aracılığıyla) birbirlerinin tecrübelerini öğrenebilmeleri ve ajan provokatörlerin ya da şüpheli kişilerin belirmesi halinde uyarıda bulunulabilmesi için gereklidir. Tek kelimeyle, her durumda mutlaka ve hayati derecede gereklidir.
Bu nasıl yapılmalıdır? Komiteye düzenli raporlar sunarak, M.O.’na mümkün olduğu kadar çok sayıda raporu mümkün en geniş muhtevayla ileterek, M.K. ve mahalli komite üyelerinin çeşitli mahfilleri ziyaret etmelerini sağlayarak ve nihayet, bu mahfillerle olan temas listesini, yani her mahfilin çeşitli üyelerinin adlarını ve adreslerini güven altına alınmak6 üzere (M.O. ve M.K.’nin Parti bürosuna) teslim etmeyi zorunlu kılarak. Ancak raporlar sunulduğu ve temaslar iletildiği zaman, belli bir mahfile mensup Parti üyesinin görevini yaptığı söylenebilir. Ancak o zaman, bir bütün olarak Parti, pratik çalışma yürüten her mahfilden haberdar olabilir. Ancak o zaman, tutuklamalar ve toparlamalar bizim için bir terör olmaktan çıkabilir; çünkü çeşitli mahfillerle temaslar korunduğu takdirde M.K.’mizin bir delegesinin tutuklanan birinin yerine derhal yedekler bulması ve çalışmanın sürekliliğini sağlaması her zaman kolay olur. O zaman bir komitenin tutuklanması bütün cihazı ortadan kaldıramaz, sadece, yedekleri her zaman hazır bekleyen yöneticileri götürür. Sakın, gizliliği korumak gerektiği için raporların ve temasların iletilmesi imkânsızdır, denmesin. Bir kere istendikten sonra ve komitelerimiz, bir M.K.’miz ve bir M.O.’muz olduğu sürece, raporları ve temasları teslim etmek (ya da göndermek) her zaman mümkündür ve her zaman da mümkün olacaktır.
Bu, bizi bütün Parti örgütünün ve bütün Parti faaliyetinin son derece önemli bir ilkesine vardırıyor: Bir yandan, hareketin ideolojik ve pratik yönetimi ve proletaryanın devrimci mücadelesi açısından mümkün olan en fazla merkeziyetçilik gerekliyken; öte yandan, Parti merkezinin (ve dolayısıyla bir bütün olarak Partinin) hareketten sürekli haberdar edilmesi ve Partiye karşı sorumluluk açısından, mümkün en fazla âdemi merkeziyetçilik gereklidir. Hareketin yönetimi, büyük pratik tecrübe sahibi, mümkün olduğu kadar mütecanis, mümkün en az sayıda profesyonel devrimci gruplarına teslim edilmelidir. Proletarya (ve diğer halk sınıfları), en farklı kesimlerinin en çeşitli ve en gayrı mütecanis gruplarına kadar ve mümkün olan en fazla sayıda harekete katılmalıdır. Parti merkezinin elinde her zaman, sadece bu grupların her birinin faaliyetine ilişkin kesin bilgi değil, aynı zamanda bunların bileşimine ilişkin mümkün olduğu kadar eksiksiz bilgi de bulunmalıdır. Hareketin yönetimini merkezileştirmeliyiz. Aynı zamanda (istihbarat olmadan merkeziyetçilik mümkün olamayacağına göre, sırf bu nedenden dolayı) Partinin tek tek üyeleri, Partinin çalışmalarına tek tek katılanlar ve Partiye dâhil olan ya da bağlı bulunan her mahfil açısından; Partiye olan sorumluluğu mümkün olduğu kadar âdemi merkezileştirmeliyiz. Bu âdemi merkeziyetçilik, devrimci merkeziyetçiliğin zorunlu bir ön şartı ve zorunlu bir düzelticisidir. Ancak merkeziyetçilik sonuna kadar uygulandığı ve bir M.K.’miz ve bir M.O.muz olduğu zaman, ne kadar küçük olursa olsun her grubun onlarla haberleşebilmesi -ve sadece haberleşebilmesi değil, yılların tecrübesiyle kurulmuş bir sistemin sonucu olarak düzenli bir şekilde haberleşebilmesi- mümkün olacaktır. Bir mahalli komitenin tesadüfî talihsiz bileşiminden doğabilecek vahim sonuçlar ancak o zaman giderilebilecektir. Artık Parti içinde gerçek bir birliğe ve gerçek bir yönetim merkezinin kurulmasına yaklaştığımıza göre, şunu akıldan çıkarmamalıyız: Eğer aynı zamanda, hem merkeze karşı sorumluluk açısından, hem de merkezin, Parti makinasının bütün dişli ve çarklarından haberdar edilmesi açısından azamî âdemi merkeziyetçilik uygulamazsak, bu merkez iktidarsız kalacaktır. Bu âdemi merkeziyetçilik, genellikle hareketimizin en acil pratik ihtiyaçlarından biri sayılan iş bölümünün öteki yüzünden başka bir şey değildir. Eğer Parti merkezi, eski tipte mahalli komiteler tarafından doğrudan pratik çalışmadan koparılmaya devam ederse, ne belli bir örgütün yönetici organ olarak resmen tanınması, ne de resmi bir M.K.’nin kurulması, hareketimizin gerçekten birleşmesini ve sağlam bir militan Partinin yaratılmasını sağlayamayacaktır. Bu eski tipte mahalli komiteler, kendini belli tipte bir devrimci çalışmaya hasretmeyen, özel bir görev konusunda sorumluluk üstlenmeyen, bir işi yüklendikten sonra onu derinlemesine inceleyip hazırlayarak sonuna kadar götürmeyen, keskin lafazanlıkla muazzam bir vakit ve güç heba eden, her biri her çeşit işle uğraşan bir insan salatasından meydana gelirler. Öte yandan, büyük bir öğrenci ve işçi mahfilleri yığını vardır ve bunların yarısı komitenin tamamen meçhulüdür; yarısı da komitenin kendisi gibi hantal, komitenin kendisi gibi uzmanlıktan yoksun, komitenin kendisi gibi profesyonel devrimcilerin tecrübelerinden ders çıkarmakta ve başkalarının tecrübelerinden yararlanmakta gönülsüz ve komitenin kendisi gibi “her şey hakkında” bitmez tükenmez konferanslara, seçimlere ve tüzük taslaklarına batmış durumdadırlar. Merkezin düzgün çalışabilmesi için, mahalli komiteler kendilerini yeniden örgütlemelidirler; uzmanlaşmalı, daha çok “iş yapan” örgütler haline gelmeli ve şu ya da bu pratik alanda gerçek “mükemmelliyet”e erişmelidirler. Merkezin (şimdiye kadar olduğu gibi) öğüt vermek, ikna etmek ve tartışmakla kalmaması, orkestrayı gerçekten yönetebilmesi için, kimin hangi kemanı nerede ve nasıl çaldığını; her çalgının çalınması için talimatın nerede ve nasıl alındığını ya da alınmakta olduğunu; (müzik kulak tırmalamaya başladığında) kimin nerede ve niçin falso yaptığını ve falsonun giderilebilmesi için kimin nereye ve nasıl aktarılması gerektiğini kesin olarak bilmesi gerekir. Açıkça söylemek gerekir ki, bugün için, bir komitenin gerçek iç çalışması hakkında bildirileri ve genel yazışmaları dışında ya hiçbir şey bilmiyoruz, ya da arkadaşlarımızın ve yakın dostlarımızın anlattığı kadarını biliyoruz. Fakat Rusya işçi sınıfı hareketine önderlik edebilen ve otokrasiye karşı genel bir saldırıya hazırlanan dev bir Partinin kendisini bu kadarıyla sınırlayacağını düşünmek gülünç olur. Komite üyelerinin sayısı azaltılmalıdır. Bu üyelerden her birine hesap vermekle yükümlü tutulacağı kesin, özel ve önemli bir görev verilmelidir. Özel, çok küçük bir yönetici merkez kurulmalıdır. Komiteyle her büyük fabrika arasında bağlantıyı kuran, yayınların düzenli dağıtımını yürüten ve merkeze, bu dağıtımın ve çalışmaların tüm işleyişinin tam bir portresini sunan bir yürütme temsilcileri ağı geliştirilmelidir. Ve son olarak, çeşitli gruplar ve mahfiller kurulmalı ve bunlar çeşitli görevleri üstlenmeli ya da Sosyal-Demokratlara yakın olan, onlara yardım eden ve Sosyal-Demokrat olmaya hazırlanan kişileri birleştirmelidirler. Ancak bunlar yapıldığı takdirde, komite ve merkez, bu mahfillerin faaliyetinden (ve bileşiminden) sürekli haberdar olabilir. St. Petersburg komitesinin ve bütün diğer Parti komitelerinin yeniden örgütlenirken izleyecekleri çizgiler bunlardır ve tüzük meselesinin o kadar önemsiz olmasının nedeni de budur.
Önerimizin amacını daha berrak bir şekilde ortaya koyabilmek için, işe tüzük taslağının tahliliyle başlamıştım. Ve sanırım, buraya kadar anlattıklarımdan, tüzük olmadan da; onun yerine, her mahfil ve çalışmaların her yönü hakkında düzenli raporlar verilmesini koyarak da işleri yürütmenin mümkün olabileceği, okurun gözünde açıklık kazanmıştır. Tüzüğe ne konulabilir? Komite, herkesin çalışmasına rehberlik eder (bu zaten yeterince açık). Komite, bir yürütme grubu seçer (bu her zaman gerekli değildir; gerekli olduğu zaman da bir tüzük meselesi değil, merkezi bu grubun bileşiminden ve aday üyelerinden haberdar etme meselesidir). Komite, çeşitli çalışma alanlarını üyeleri arasında dağıtır ve her üyeyi, komiteye düzenli rapor sunmakla ve M.O. ve M.K.’ni çalışmaların gelişiminden haberdar etmekle yükümlü tutar (burada da, tüzüğe, güçlerimizin azlığı nedeniyle sık sık uygulanamayacak bir hüküm koymaktansa, bütün görevlendirmelerden merkezi haberdar etmek daha önemlidir). Komite, üyelerinin kimler olduğunu kesinlikle tespit etmelidir. Yeni üyeler komiteye, kendi üyelerinin davetiyle katılır. Komite, semt grupları, fabrika alt komiteleri ve belli grupları tayin eder (eğer bunları sıralamaya kalkarsak sonu gelmez ve bunları tüzükte yaklaşık olarak sıralamanın hiçbir gereği de yoktur; merkezi bunların örgütlenmelerinden haberdar etmek yeterlidir). “Semt grupları ve alt komiteler şu mahfilleri örgütlerler…” Bugün için tüzüğe böyle bir madde koymak son derece yararsız olur; çünkü bu türden çeşitli grupların ve alt grupların faaliyetleri konusunda genel bir Parti tecrübesine sahip değiliz (birçok yerde bundan tamamen yoksunuz). Bana kalırsa, böyle bir tecrübe edinmek için gerekli olan tüzük değil, Parti istihbaratının örgütlenmesidir. Şu sıralar, mahalli örgütlerimizden her biri, en azından birkaç akşamını tüzük tartışmasıyla geçiriyor. Bunun yerine, her üye, bu zamanı tüm Partiye sunmak üzere, kendi çalışması hakkında ayrıntılı ve iyi hazırlanmış bir rapor düzenlemeye ayırsa, çalışmalar yüz kat daha ilerler.
Tüzüğün yararsız olmasının nedeni, sadece devrimci çalışmanın daima kesin bir örgütlenme biçimine uymaması değildir. Hayır, kesin bir örgütlenme biçimi gereklidir ve biz bütün çalışmalarımıza mümkün olduğu kadar böyle bir biçim vermeye çalışmalıyız. Buna, genellikle sanıldığından çok daha büyük ölçüde izin verilebilir ve bu, tüzük sayesinde değil, sadece ve sadece (bunu durmadan tekrarlamalıyız) Parti merkezine kesin malumat iletmekle sağlanabilir. Ancak o zaman, gerçek bir sorumluluğa ve (parti içi) aleniyete dayanan gerçek bir örgütlenme biçimimiz olacaktır. Aramızdaki ciddi çatışmaların ve fikir ayrılıklarının “Tüzüğe uygun” oylama yoluyla değil de, mücadeleyle ve “istifa” tehditleriyle halledildiğini hangimiz bilmiyoruz? Parti hayatının son üç dört yılı boyunca, komitelerimizin çoğunun geçmişi böyle iç çekişmelerle doludur. Ne yazık ki, bu çekişmeler kesin bir biçim almamıştır. Eğer almış olsaydı, Parti için çok daha öğretici olur ve bizden sonrakilerin tecrübelerine çok daha fazla katkıda bulunmuş olurdu. Ne var ki, böylesine yararlı ve zorunlu bir kesin örgütlenme biçimini hiçbir tüzük yaratamaz; bu ancak ve ancak Parti içi aleniyetle yaratılabilir. Otokrasi yönetimi altında, Parti merkezini, Parti olaylarından düzenli olarak haberdar etmekten başka bir Parti içi aleniyet vasıtamız ya da silahımız olamaz.
Ve ancak biz Parti içi aleniyeti geniş çapta uygulamasını öğrendikten sonra, çeşitli örgütlerin işleyişi konusunda gerçekten tecrübe sahibi olabilir; ancak yılların böylesine kapsamlı tecrübesine dayanarak, sadece kâğıt üzerinde kalmayacak bir tüzük hazırlayabiliriz.

BİR GEMİCİ TÜRKÜSÜ
Rüzgâr,
yıldızlar
ve su.
Bir Afrika rüyasının uykusu
düşmüş dalgalara.
Işıltılı, kara
bir yelken gibi ince
direğinde geminin.
Geçmekteyiz içinden
bir sayısız
bir uçsuz bucaksız yıldızlar âleminin.
Yıldızlar
rüzgâr
ve su.
Başüstünde bir gemici korosu
su gibi, rüzgâr gibi, yıldızlar gibi bir türkü söylüyor,
yıldızlar gibi
rüzgâr gibi
su gibi bir türkü.
Bu türkü diyor ki, “Korkumuz yok!
İnmedi bir gün bile gözlerimize
bir kış akşamı gibi karanlığı korkunun.”
Bu türkü
diyor ki,
“Bir gülüşün ateşiyle yakmasını biliriz
ölümün önünde sigaramızı.”
Bu türkü
diyor ki,
“Çizmişiz rotamızı
dostların alkışlarıyla değil
gıcırtısıyla düşmanın
dişlerinin.”
Bu türkü diyor ki, “Dövüşmek..”
Bu türkü diyor ki, “Işıklı büyük
ışıklı geniş ve sınırsız bir limana
dümen suyumuzda sürüklemek denizi..”
Bu türkü diyor ki, “Yıldızlar
rüzgâr
ve su…”
Başüstünde bir gemici korosu
bir türkü söylüyor;
yıldızlar gibi
rüzgâr gibi,
su gibi bir türkü..
NAZIM HİKMET

Perspektif

Direniş hattı, Birleşik Emek Cephesi

Saray Rejimi, onlarca yıldır, her hak arama eylemine, toplumun her nefes alma girişimine, kadınların, gençlerin, işçilerin her türlü eylemine azgınca saldırmaktadır. Tüm güçlerini seferber...