Ana Sayfa Blog Sayfa 302

Devrimci Yaşam – Sabırsızlık Ahmaklığın Anasıdır

Önceki Bölüm: Çürüme

Bu söz tam olarak böyle midir? Üç aşağı, beş yukarı böyledir. Eski bir sözdür ve bir yönü ile, bunun gibi eski sözler, insanın bilgiyi nasıl biriktirdiğini, nasıl süzerek bugünlere taşıdığını, deyim uygun düşerse, nasıl rafine ettiğini göstermektedir.
Acaba bu söz, ilk olarak aşk ile ilgili mi kullanılmıştır? Yoksa ilk olarak bu söz, bir komutan tarafından savaş sırasında mı kullanılmıştır?
Sadece sabırsızlık olsa, insan ve doğa arasındaki ilişkilerden geliyor olması muhtemel olurdu. Öyle ya, ekini ektikten sonra, sabırlı olmak gerekir. Sabırlı olmak, beklemesini bilmek demektir. İşin içinde bilgi vardır. Yoksa, oradan bir zaman sonra bitkinin yeryüzüne çıkacağı, bir zaman sonra meyve vereceği bilinmez ise, sabır neden gerekli olsun ki? Av sırasında da sabır gerekli olur. İlk hamleyi en uygun zamanda yapmak için.
Ama işin içine ahmaklık girince, muhtemelen işin iki yönünde de insan vardır. O nedenle; acaba aşkta mı, yoksa savaşta mı kullanılmıştır, diye soruyoruz. Her ikisinde de sabırsızlık, ahmaklığı doğurur.
Bu hâli ile sözün içinde yine bilgi vardır, yine eylem anı vardır; ama öte yandan bir strateji içinde davranış geliştirme de vardır. Burada sadece bilgi söz konusu değil, bilginin kullanımı ve karşı tarafın hamleleri de devreye girmektedir. Bu nedenle, son derece rafine bir sözdür: Sabırsızlık, ahmaklığın anasıdır.
İnsan, doğaya, topluma ve düşünceye ait kanunları öğrenir ve bu bilim ile, doğaya, topluma ve düşünceye müdahale eder. Belki de, önce müdahale eder, sonra öğrenir. Her ikisi de doğrudur. Ama doğa toplum ve düşünceye ait; daha kestirme gidersek; çevremizdeki olaylar ve süreçlere ait bilgilerimiz, hem eylemlerimizin (kişisel olarak tek başına bizim eylemlerimizin değil, toplumsal olarak eylemlerimizin) ürünüdür, hem de eylemlerimizin nedenidir. Öğrenme süreci, başında ve sonunda eylem olan bir süreçtir. Dahası, öğrendiklerimizin doğruluğunu test etme olanağı da yine bu eylemlerde saklıdır.
Eylem; davranış geliştirmek demektir. Sadece ne yapacağını değil, nasıl, nerede, ne zaman yapacağını da bilmek demektir.
İşte sabırsızlık, bir davranış biçimidir. Burada, ne yapacağımızdan çok, nasıl ve ne zaman yapacağımızla ilgiliyiz, demektir. Daha çok da zaman. Gerçekte, ne yapacağınız, nasıl yapacağınız, ne zaman yapacağınız gibi sorunlar, birbirinden kopuk, ayrı ayrı konular değildir. Biz bilelim veya bilmeyelim, bunlar birlikte planlanır, planlanmamış olsa da birlikte gelişir, birlikte ortaya çıkar. Siz ne yapacağınızı düşünürken, farkında olun olmayın, nasıl ve ne zaman yapacağınızı da planlamaya başlarsınız.
Sabırsızlık; sizin eyleminizin zamanını iyi ayarlayamamanız, bunu olması gerekenden erkene almanız demektir. Sabırsızlık; sizin dışınızdaki anın, koşulların, nesnelliğin hesaba katılmaması ya da yeterince katılmaması demektir. Sabırsızlık, uygun anı bekleme iradesinin ve bilincinin geliştirilmemesi demektir.
Öyle ise sabırsızlık, ya bilgi eksikliği demektir ya bilginiz ile davranışınız arasında bir kopukluk demektir ya da her ikisinin de içinde içkin olan, bilginize yeterince önem vermemek demektir. Yani, bilginizin ne anlama geldiğini bilmemek, duygularınızı bilginizle uygun tarzda yoğurmamak demektir.
Bizim ülkemizde; daha genişletirsek; bizim bölgemizde sabırsızlık oldukça yaygındır. Ve belki de dışarıdan bize gelen bir eleştiridir; “duygularınızla davranıyorsunuz”. Bu eleştirinin, Doğu toplumlarında, günlük yaşamda haklı bir yeri vardır. Bizler, duyguları hassas insanlarız. Ama aslında, duygularımızı, hislerimizi, inançlarımızı bir yana bırakarak davranmak diye bir şey de gerekli değildir. Bize gerekli olan, duygularımız, hislerimiz, inançlarımız ile, bilgilerimizi doğru tarzda birleştirmektir. Duygusuz olmak değil, duygularını bilincinin önünde tutmamak önemlidir. Bilgiyi, doğru değerlendirmek önemlidir. Eğer bu başarılırsa, her olayda, duygularımız bir avantaja dönüşecektir.
Sabırsızlık; gerçekte duygularını kontrol edememek olarak da ele alınabilir. Biz bu görüşe daha uzağız, sanki aynı kapıya çıkıyor gibidir, ama, biz yine de, sabırsızlığı, bilginin kıymetini doğru anlayamama ve davranış geliştirmede bir eksiklik olarak ele almaktan yanayız. Bunlar, sanki aynı konularmış gibi görünür, ama değildir. Biz, duyguların önemini göz ardı etmekten yana değiliz. Sabırsızlık, gerçekte, bizim dışımızda yer alan nesnel sürecin bilgisini doğru edinmede bir eksiklik ya da elde ettiğimiz bilgiyi davranışa dönüştürmede bir eksikliktir. İlkindeki eksiklik, bilimden, aynı anlama gelmek üzere Marksizm’den uzak olmak, onu yeterince iyi kavrayamamaktır. Toplumsal olaylardan konuşursak, somut durumun somut tahlilini doğru yapamamaktır. İkincisi ise; acemiliktir, ustalaşamamaktır.
Toplumsal mücadelede de, devrimci mücadelede de ustalaşmak diye bir şey vardır. Sabırsızlık, eğer bilimsel analizde, süreçleri doğru görmede, öngörüde bir eksiklikten gelmiyor ise, bu bilgiyi işlemek ve eyleme dönüştürmekte bir eksiklik anlamına geliyordur. Bu da özetle acemilik ya da ortak davranış geliştirme eksikliği, yani disiplinsizlik demektir.
Taşın bilgisine sahip olduktan sonra, herkes taşı kırar. Ama önemli olan taşı kırmada ustalaşmaktır. Bu daha etkili sonuç verir.
Karşısına cephede çıkınca, herkes düşmanını ayırt edebilir. Ama önemli olan, hayatın her alanında dostu, düşmanı ayırt edebilme becerisidir. Burada hisleriniz de önemlidir, bilginiz de. Ama her gün geliştirdiğiniz davranış da önemlidir.
Demek ki, bu hâli ile “sabır”, insanı yavaşlatıcı bir şey değildir. “Sabırlı ol” demek, pek çok durumda, yaşlıların gençlere, onları çoğunlukla yavaşlatmak için söyledikleri bir söz değildir. Günlük hayatta böyle olabilir. Kuyrukta beklerken sıkılınca, “sabırlı ol” denilmesinden farklı bir konuyu konuşuyoruz. Susmak için, sinmek için, sessiz kalmak için kullanılan sabırlı olmaktan söz etmiyoruz. Tersine, eylemin, sözün zamanını doğru ve kendi iradenle seçebilmek için sabırdan söz ediyoruz.
Sabırsızlığı, daha çok, davranış geliştirmede bir eksiklik olarak ele alarak, sabırdan ya da sabırsızlıktan söz ediyoruz.
Bu durum, bilginin de kıymetini kaybettiriyor. Sabırsızlık, avantajınızı kaybetmeniz anlamına da geliyor. En uygun şartları, acele ve erken bir hamle ile kaybetmeniz anlamına da geliyor. Çok bekleyip de, anı, zamanı kaçırma tehlikesi de aynısıdır. Ama daha çok karşılaştığımız şey, sabırsızlıkla anı kaçırmaktır. “Dün erken idi, yarın çok geç olacak”, sözü tam da bu anlamda önem kazanır. Ama eğer eylem için sabır gösterebiliyorsanız, bu, sürece ilişkin, bir planınız var demektir. Bir plan ve bir davranış geliştirilmiş ise, tehlike geç kalmaktan çok, erken harekete geçmek olur. Zamanın önemini işaret eder.
Meta ve para ilişkileri açısından zamanın önemi; “vakit nakittir” diye ifade ediliyor. Nakit, tüccar için çok önemlidir ve elindeki malı ne kadar erken paraya çevirirse o kadar rahat edebiliyor.
Bizim için zamanın önemini, “demir tavında dövülür” sözü ifade edebilir. Burada da sabır, bir davranış olarak önem kazanır. Sabır, ilk akla geldiği gibi, zaman kaybetme, zamanın geçmesine izin vermek değildir; zamanın değerini bilmektir, demiri dövmek için “tav”ını beklemektir.
Elinizde bilim var, bilgi var ve siz eğer sabırsız davranıyorsanız, boşa emek sarf ediyorsunuz demektir. İşte bundan dolayı ahmaklık deniyor. Bir yerde ahmaklık varsa, gerisinde büyük oranda sabırsızlık var demektir. Ahmaklık; aklın geri plana alınması, aklın devre dışı bırakılmasına dayalı bir davranış geliştirme demektir. Zeki ve ahmak olmak mümkün. Biri, sizin daha çok kişisel kapasiteniz diye ele alınabilir. Zeka; işin toplumsal yanını da unutmazsak; budur. Ama akıl devrede yoksa, bilginiz davranışlara dönüşmüyorsa, ahmakça davranıyorsunuz demektir. Sabırsızlık söz konusu ise, tam da sonuç bir ahmaklık olarak ortaya çıkmaktadır.
Bilmek yetmez, ona uygun davranış geliştirmek gerekir. Bu, o kadar kolay değildir. Bunun için, bildiklerinizi defalarca sınava çekmeniz gerekir. Bu sınavdan sağlam çıkmak, size davranış geliştirmede büyük bir güç verecektir. Devrimci enerji, sadece inançtan, değerlerden gelmez, aynı zamanda bilimden gelir. Geleceğe ilişkin öngörüleriniz ne kadar net ise, bugün geliştirebileceğiniz, inancınızla bağlı davranışlarınız o kadar sağlam olacaktır, o kadar kararlı olacaktır.

Sonraki Bölüm: Bir Yoldaşa Mektup

Devrimci Yaşam – Çürüme

Önceki Bölüm: Asla “Bir” Tek Şey Öğrenemezsin

Toplum, eğer bir sınıflı toplum ise, hele bir de kapitalizm ise, hücrelerine kadar kokuşmuş bir toplum demektir.
Meta egemenliği, ilk sınıflı toplumla başlayıp, metanın egemen olduğu kapitalist topluma kadar sürekli gelişmiştir. Kapitalist toplum; meta ilişkilerinin artık egemen olduğu bir toplumdur. Ve metanın egemenlik alanını bu kadar genişletmesi demek, insanlar arasındaki ilişkilerin meta üzerinden kurulması demektir.
Sınıflı toplumun nasıl bir yapısı olduğu konusunda çok farklı örneklemeler yapılıyor. Mesela; bir piramit gibi olduğu, en üstte egemen sınıfın küçük sayıdaki mensupları, onun altında, orta büyüklükteki burjuvalar, altında daha kalabalık küçük burjuvalar ve nihayet en altta sayıca en kalabalık olan işçi ve emekçiler. Bu piramit benzetmesi, gelir dağılımı söz konusu olunca, büyük ölçüde doğrudur. Ama yine de toplumsal yapıyı, sınıfların durumunu, bu tip benzetmelerle anlatmak, işi karikatürize etmek olur.
Elbette egemen sınıflar sayısal olarak çok küçük sayılardadır. Türkiye’de en büyük 500 firma, toplam gelirin, çok büyük bir bölümünü elinde tutmaktadır.
Mevduatların yarısından fazlası; mevduat adedi olarak; binde birin elindedir. Ya da dünyaya bakarsak, dünyanın en zengin kişisinin serveti, 100’den fazla ülkenin gelirinden fazladır.
Egemen sınıf, sadece topluma egemen olmakla kalmaz, aynı zamanda, kendi kültürünü, kendi ideolojisini de topluma egemen hâle getirir.
Bu durum, bunalım konusunda da böyledir.
Çürüme, gerçekte sistemin çürümesidir; ama kendini doğrudan, en alttakilerde, işçi ve emekçilerde gösterir.
Paraya endeksli yaşam, her şeyin alınıp satılması, gerçekte bir bunalıma yol açacaksa, burada alınıp satılanın, emekçi sınıfın, yoksulların içinden çıkması kadar doğal olanı nedir? Sistem; kadını bir cinsel obje haline getirir. Aslında bu, çürümenin kendisidir. Ve sonrasında, kadının vücudunun satılması gündeme gelir ve elbette vücudu satılan yoksullardır.
Hırsızlığı; üretim araçları ve toprak üzerindeki mülkiyet başlatır. Egemen sınıfın üyeleri, her şeyi çalar, her şeyi yağmalarlar. Zenginliklerine zenginlik katmak için, her lokmayı kendilerine alırlar. Sonra, açlık kol gezer. Bu bir çürümedir ve sonunda sistem, burjuva hukuku, ekmek çaldığı için, baklava çaldığı için çocukları, yoksulları, açları cezalandırır. Büyük hırsız, küçük hırsızı cezalandırır. İşte size burjuva hukuku.
Rekabet; kapitalistler arasında başlar, tekeller arasında zirvesine ulaşır. Tekelci rekabet, her türlü mafyanın, her türlü egemenlik ilişkisinin temelidir. Rekabet, giderek egemen insan ilişkisi hâline gelir. Bu o denli yaygınlaşır ki, her türlü insani değeri, arkadaşlığı, paylaşmayı vb. yok eder. Toplumsal bir varlık olan insan, orman yasalarının içinde, kapitalizmin kutsadığı “birey” hâline gelir. Ve böylece, rekabet ilişkileri altında çürüme en derinlere kadar işler.
Buraya kadarkilerden bir sonuç çıkıyor; çürüme, egemen sınıfın içinde başlıyor. Sistemin çürümesidir bu. Ama çürüme kendini, en alttakilerde, yoksullarda, açlarda, işsizlerde, emekçi ve işçilerde ortaya koyuyor. Biz çürümeyi, halkta görürüz, ama gerçekte bu, çürümenin ortaya çıkış biçimidir, gerçekte çürüme, egemen sınıfın içinde başlar.
Yine buraya kadar ortaya çıktığı gibi, aslında tüm bu çürüme örnekleri, sistemin doğallığı, nesnel işleyişi içinde vardır. Her şeyin metalaştırılması, sonuçta bir noktaya geldiğinde, açık bir çürüme olarak ortaya çıkar. Rekabet; sistemin övdüğü, hatta TV programlarında üzerine övgüler düzülen bir süreçtir. Ama rekabeti övenler, gün gelir, onun yıkıcı etkileri üzerinde konuşmaya başlarlar. Oysa rekabet; elbette ki yalnızlık üretir, elbette ki paylaşımı yok eder, elbette ki “birey”i öne çıkarır.
Bu ara nottan sonra devam edebiliriz.
Egemenlik ilişkisini ele alalım.
Kapitalist, kâr elde etmek için üretim yapar. Ürettiği şeyin, insan ihtiyacını gidermesi, sadece bir zorunluluk olduğu için vardır. Yoksa kapitalist, kullanım değeri üretmek istemez. Sadece değer, satılacak meta üretir, mal üretir. Cola, bir ihtiyaç mıdır? Değil ise, onun üretiminin kapitalizm olmadan olmayacağını da bilmek gerekir. Bugün, cola, birçokları için bir ihtiyaçtır. Evinizde, kezzap yerine tuvalet temizliğinde kullanabileceğiniz cola, içecek olarak bir ihtiyaç görür hâle gelmiştir, hatta birçok kişinin tek içeceğidir ve cola içmekten dolayı midesi delinen, hastalanan ve hatta ölen insanlar olduğu hâlde, sigaraya karşı açılan savaş ona karşı açılmıyor.
Kapitalist, daha çok kâr elde etmek için, pazarda hâkimiyet kurmak ister. Cola, bir pazar yaratıyor ve bu pazarın dünya çapında iki egemeni var. Ve kapitalistler, bu pazarı kontrol etmek, egemenlik altına almak isterler.
Gün gelir, bu kontrolü sağlamak için, silahlı savaşlar organize edilir.
Pazar hâkimiyeti, bir yandan ideolojik programlarla mücadele etmeyi (reklâmcılık) ve diğer yandan da şiddeti çağırır. Pazar hâkimiyeti, ideoloji ve şiddet bir arada işlemeye başlar.
Bu egemenlik ilişkileri, toplumun her alanına, her hücresine sızmaya başlar.
Erkek, kadının üzerinde egemenlik kurar.
O kadar ki; hayatın her alanında, her ilişkide, kimin kimin üstünde egemenlik kuracağı temel sorun olur. Bu, aslında bir çürümedir. Ve kendini en başta alt sınıflarda, yoksullarda, emekçilerde ortaya koyar. Erkek kadına egemen olmak ister, işyerinde patron, işçinin nefes almasını bile denetim altına almak ister. Fabrikada, patronun egemenliği altında sesini çıkaramayan, sürekli aşağılanan kişi, evine gittiğinde, ailesini egemenliği altına almakla meşguldür. Bu egemenlik ilişkisi o kadar gelişmiştir ki; uzaktan izlenirse; bir traji-komik filme dönüşür. Egemen erkek, sonuçta eşini, sevdiğini öldürür. Egemendir, ama ne egemen? Evin efendisidir, dünya onun etrafında dönmektedir, ama karşısında patronunu gördü mü, hemen köle pozisyonuna geçer, polisi ve devleti gördü mü, hemen susar ve kabuğuna çekilir. Ve burada kaybettiği onurunu, evinde eşine, çocuklarına karşı terör estirerek kazanmaya çalışır. Eve, sevgilisine o kadar “hâkim” hâle gelir ki, istediğini yaptıramaz ve sonuçta, aklî melekelerini yitirmiş gibi, bir cinnet hâli ile, çoluk çocuğunu öldürür. İşte size erkek egemenliği.
Okulda dayak yer, ailede dayak yer, askerde dayak yer, işyerinde dayak yer ve sonuçta; dünya şampiyonu da olduğu için olacak; evinde karısına, çocuklarına yumruk sallar.
Aslında bu, burjuva egemenliğin yansımasıdır.
Bizim toplumumuzda; bu egemenlik, erkeklik vurgusuna biraz da “tarih” eklenmiştir. Fetih, fethetme de işin içine girmiştir. Ülkenin egemenleri, her gün bir yerleri fethederler. Fetihçi ruh, yağmacı ruh ile atbaşı yürümüş olduğundan olacak, insanlarımız da bu fetih işine çok yakın durur. Özellikle, küçük esnaf için bu fetihçi ruh, altında yağma olanağını sakladığı için çok caziptir. Bu ele geçirme, egemen güçler içinde başlar, orada kotarılır, orada ideolojik bir boyut alır, orada bir “tarihsel” derinlik kazanır ve sonra halka yansır. Çürümenin kendidir. En temiz duygularda bile bu fethetme vardır, aşkının ilk anında bile fetihçidir. Oysa aşk daha insani bir duygudur. Fethedip de eline geçen nedir? Muhtemelen daha büyük hayal kırıklığı, daha fazla yoksulluktur.
Ama bu fetih işini, topluma bir egemen ilişki biçimi olarak, bir amaç olarak, egemenler öğretir, dayatır, yayar.
Mülkiyet meselesi de böyledir. Gerçekte mülkiyet, toplumsal normlarca onaylanmış bir hırsızlıktır. Üretim araçları, toprak vb. üzerindeki mülkiyet, hırsızlığın âlâsıdır. Ama gerçekte, mülk sahibi hırsızlar, ekmek çalanları cezalandırır. Halkın parasını toplayıp bankalara veren bir sistem, sonra buradan büyük çaplı tefecilik yürütür, tefecilik her alanda yaygınlaşır ve bunun adına hırsızlık demezler. Tefeci, ahlâkî açıdan zaaf içinde olan olarak takdim edilir, bankacılar ise, el üstünde tutulur, saygı görür.
Gerçekte mülkiyet; özgürlüğün, insanlığın kaybedilmesi demektir. Malların, eşyaların esiri olmak demektir. Toplumdan çalınan bu mülkler, korkaklığın da, tutuculuğun da esas kaynağıdır. Elde ettiği ayrıcalıkları korumak, elindeki tüm güçleriyle insana karşı savaşmak anlamına gelir.
Mülkiyet; gerçekte büyük çaplı çürümenin de kaynağıdır. Aşkı, vicdanı, merhabasını mülkiyet haline getirme süreci böyle başlar.
Çürüme, kapitalizmin içindedir. Onun başarısızlığının değil, tam tersine başarısının sonucudur. Bu nedenle, kapitalistler, herkesi kendine benzetmek, herkese “sermayenin değerlerini” insani değer olarak kabul ettirmek ister. Tarihi de buna göre dizayn eder, toplumu da. İnsanın doğasını değiştirmek için yaptıkları müdahalelerin nedeni budur. Yani, kapitalizmin yaşaması, insanın insan olmaktan çıkması demektir.
Kapitalizm; onurlu, soru soran, değerleri olan insanları sevmez. Onlar, sistemin çarkının içinde öğütülmemiş oldukları için, onları düşman kabul eder. İnsanı düşman kabul eden bir toplumdur kapitalizm. Sınıflı toplumların en gelişmişi, yani en insanlık dışı olanıdır.
Bu sisteme karşı savaşmak, insan olarak kalmanın tek yoludur.
Bu sisteme karşı savaşmak, çürümeye karşı savaşmaktır.

Sonraki Bölüm: Sabırsızlık Ahmaklığın Anasıdır

Devrimci Yaşam – Asla “Bir” Tek Şey Öğrenemezsin

Önceki Bölüm: Program ve Tüzük Üzerine

Buna çok yakın olmalıdır söz. Konfüçyüs’ün sözü olabilir. Umarım yanlış hatırlamıyorum. Ama doğrusu, söyleyeceklerimiz açısından, sözün sahibinin de çok önemi yok. Çok eski zamanlardan beri dile getirilmiş olması önemli. Demek ki insanoğlu, öğrenme süreci üzerinde, çok uzun zamandır düşünüyor. Belki de bugünlerde, dünyanın son 20-30 yılında olduğundan daha fazla.
Bir tek şey öğrenmek mümkün değil. İnsan, bir şey öğrendi mi, mutlaka onunla birlikte başka şeyler de öğrenmiş olur. Eğer ille de bir sayıya ihtiyacımız varsa, “en az iki şeyi aynı anda öğrenirsiniz” demek, işi biraz “karikatürize ederek” anlatmak olur.
Diyalektik ve tarihsel materyalizmin ayırt edici noktalarından birisi; bilgi edinme sürecinin kendisini de diyalektik bir süreç olarak ele almasıdır. Sürecin bir öznesi var; bilgi edinmek isteyen, öğrenmek isteyen. Bu özne, toplumsal pratiğinin konusu hâline gelmiş bir nesnenin bilgisini edinmek istemektedir. Demek ki, bu özneden bağımsız olarak, onun dışında var olan şey, belli tarihsel ve toplumsal koşullarda (yani insanın daha önceki eylemlerinin bir sonucu olarak) bilgi edinme sürecinin nesnesi haline gelmiştir. Bu sürecin kendisi, toplumsal pratiğin, insan eyleminin sonucudur. Buradan anlaşılacağı üzere, şimdi öğrenmekte olduğumuz şey, dün öğrendiğimiz şeylerle doğrudan bağlıdır. Özne, bilgi edinme sürecinde, kendi eylemi ile nesneye “müdahale” eder. Bu eylem olmadan, öğrenme gerçekleşmez. Ve burada öğrenen özne, kendisi de sürecin içinde olduğu için, bilgisini edindiği şeye ilişkin, doğru ve yanlış şeyleri bir arada öğrenir.
Bir şeye ait bilgimizin içinde, o gerçeğe ilişkin doğrular ve yanlışlar birlikte var olur. Bu nedenle, bilgimizin bir bölümü, daha sonraki toplumsal pratikle de doğrulanan yöndür, diğeri ise yanlışlanacak olandır. Demek ki, bilgisini edindiğimiz şeye ilişkin bilgimiz, sürekli derinleşir.
“Dünya düzdür” denildiği dönemde, bu bilgide bir gerçeklik vardı: Dünya, düz değilmiş ama, dünya diye bir yer varmış ve ileriye doğru bakıldığında, sanki düz gibi görünmekteymiş. Ya da; “Su hep vardı”, ama gün oldu, suyun 2 hidrojen ve 1 oksijen atomundan oluştuğunu öğrenme gereksinimi doğdu.
Demek oluyor ki; dışımızdaki dünya, birbirine bağlı, bütünlüklüdür ve biz bu nedenle; bir şeyi öğrenirken, mutlaka, farkında olalım olmayalım, başka şeyler de öğrenmekteyiz.
Öğrenmek ve öğrendiğinin farkında olmak, çok önemli iki şey. Öğrendiğimizin farkında olmadan, birçok bilgi edinebiliriz. Ama öğrendiğimizin farkına vardık mı, bu ciddi bir değişim, bir sıçrama anlamına da gelir.
Bugünlerde, TV kanallarında sürekli, “uzman”lar konuşmaktadır. Bir kadın gazeteci çıkıyor ekranlara; gerektiğinde iktisat uzmanı, gerektiğinde futbol uzmanı, gerektiğinde uluslararası hukuk konusunda uzman, gerektiğinde Kürt hareketi konusunda uzman, oluyor. Bir başka erkek gazeteci de aynı biçimde.
Bu “uzmanlar”; tam da; çok bilmiş dediklerimize benzerler. Ne bilgileri vardır, ne de ilgileri. Onları oraya çıkaran, yeşil renkli dolarlardır, bilgilerinin kaynağı da budur. Kendileri “dinlenir” bulunmuş ve medyanın patronlarınca, uygun tarzda öne çıkarılmışlardır. Onlara kimse, “Arkadaş, sen nasıl oluyor da eğitim uzmanı oluyorsun, nasıl oluyor da hukuk uzmanı oluyorsun, sen terör uzmanı unvanını nereden aldın, nasıl oldu da futbol konusunda da uzmansın”, diye sormuyor. Hayır, bu sorular sorulmuyor.
Bu “uzman”lar, öğrenmesini de bilmeyen kişiler hâline gelmişlerdir. “Okumuş cehalet” denilen şey bu olsa gerek. O kadar şişirilmişlerdir ki, kendi durumlarının hiçbir biçimde bilgisine sahip değildirler ve her şeyi bildiklerini düşündükleri için, öğrenme zevkine de sahip olamıyorlar. Bunlara; “kurumuş kafalar” desek, belki kendileri açısından durumu özetleriz.
Ne kötü bir durumdur, belki de acınası bir durum, öğrenme yeteneğini kaybetmek, her şeyi biliyor olmak. Ne kötü şeydir, yaşamı, hayvani zevklerden ibaret bir zaman geçirmeye indirip, buna da “kaliteli yaşam” adını takmak.
Bu tür, incelemeye değerdir. O kadar ki; yeşil renkli dolarları aldıkça, karanlık üretmeyi başaran bir çıktı veriyorlar. Yeşilin bir suçu olmasa gerek, bütün mesele doların albenisinde. O kadar akıllarını alıyor ki, geriye karanlıktan başka bir şey kalmıyor.
Bunlar, öğrenmesini sevmezler, bilmezler. Onlar sadece efendilerinden gelen emirleri bilirler, onları “öğrenirler” ve efendileri için iyi ve kötü olanı bilmek zorunda kalırlar.
Ülkemizde; en azından bunu yakinen biliyoruz; ilk öğretimden başlayan eğitim sistemi, öğrenme zevkini öldüren bir sistemdir. Merakı, öğrenme isteğini öldürdün mü, o insanı sürü haline getirmen kolaylaşıyor. Öğrenme isteğini öldürdün mü, aydınlık ile karanlığın farkını yok edebiliyorsun. Öğrenme isteğini yok ettin mi, kişinin, sadece sahip olduğu mallarla mutlu olması gerektiğini, kafalarına kazıman kolay oluyor.
Nasıl ki, büyük çaplı, kitlesel kapitalist üretim, kâr amaçlı, otomasyona dayalı, büyük çaplı üretim işin ilginçliğini yok ediyor ve insanı makineye hizmet eder hâle getiriyorsa, eğitim sistemi de buna uygun şekilleniyor. Öğrenme isteğini yok ediyor. Köhnemiş düşünceler için, paranın ve metanın sınır tanımaz egemenliği için, öğrenme isteği yok ediliyor.
Öğrenme isteği olmayınca, öğrendiğini anlamak da mümkün olmuyor. Bir işyerinde patron, sendikal çalışma yapanı işten atıyorsa, işçi bundan; “sendikadan uzak durma, haklarını aramama”yı öğreniyor. Ama bunu anlasa, aslında bu arada, başka şeyler de öğrenmiş olacak, mesela, patrondan gizli bir örgütlenme yapma gerekliliğini öğrenmiş olacak vb.
Öğrenmek, bilinçli bir pratikle gerçekleşiyorsa, elbette ne öğrendiğini bilmek, daha olanaklı oluyor. Burada da öğrenen kişi, mutlaka kendi hakkında da bir şeyler öğrenmeye başlar, bilgileri derinlik kazanır. Burası işin, hem en korkutucu, hem de en özgürleştirici noktasıdır. Kendisi hakkında bilgileri derinleşen kişi, bu noktada kendine karşı objektif davranabilir mi?
Bizim toplumumuzda eleştiri, her zaman “kötü” olarak ele alınır. Günlük dilimizde de bu böyledir. Eleştiri, neredeyse düşmanca bir davranış olarak ele alınır. Hep övülmek, hep takdir edilmek, aslında insanın kendinden, gerçeklerden kaçmasının bir yoludur da. Ve sistem bunu körükler. O kadar ki; bir arkadaşınız, değişik bir gömlek, etek, kazak, pantolon vb. giyse ve siz bunu beğenmezseniz; sanki “Onu beğenmiyor” gibi bir tepki ile karşılaşırsınız. Bu kadar kendini eleştiremeyen, kendine kapalı kişiler, gerçekte, öğrenmeye de dirençlidirler. Eleştiri yoksa, özeleştiri yoksa, kendi yaşadıklarından bile öğrenme yeteneği kalmaz.
İngilizlerin bir atasözü var, kibir kokar; “Ben sadece kendi deneyimlerimden öğrenecek kadar aptal değilim.” der. Muhtemelen İngilizler, Mısır’da, Hindistan’da altın ararken, buldukları deliklere önce yerlileri sokarak, oraların ne kadar tehlikeli olduğunu öğreniyorlardı. Fakat; işin kibrini bir yana bırakırsak, bu söz anlamlıdır. İnsan sadece kendi deneylerinden öğrenmemelidir, başkalarının deneylerinden de öğrenmesini bilmelidir. Eğer kişi, kendini eleştiremiyor ve eleştiriyi düşmanca bir davranış olarak görüyorsa, kendi deneylerinden de öğrenemez.
Minimum öğrenme, belki de en “sorunsuz” yaşamanın yoludur. Öyle ya; ölülerin sorunu olmaz, cansızdırlar. Otların öğrenmediğini varsayabiliriz. Minimum öğrenmeye, ot olma durumu, dersek, büyük ölçüde “sorunsuz” olmak, aynı anlama gelmek üzere, yaşamamak anlamına gelir.
Bizim toplumumuzda öğrenmek, mutlaka bir öğreticiyi şart koşar. Öğretici ise, öğretme işini emirle yapar, daha fazla baskı ile. Böyle olunca, öğretici her zaman öğrenene yabancıdır. Öğrenme sürecini cansızlaştıran etkenlerden biridir bu.
Öğretmen, acaba kendine şunu sorabilir mi: “Ben bu derste, öğrencilerime şu konuları öğretirken, ben neler öğrendim?” Aslında öğretmenin; öğretirken öğrenmemesi mümkün değildir, mesele; ne öğrendiğini bilince çıkarmasındadır. Bunu yapabilmesi için, kendini eleştirebiliyor olması, eleştiriyi öğrenme sürecinin içinde ele alması gereklidir.
Demek oluyor ki; öğrenmek, mutlaka, öğretmenden öğrenmek anlamına gelmiyor. Bir eylem, örneğin; öğretmenin verdiği ders, öğretmenin öğretmeni olabiliyor.
Bu nedenle, “toplumsal pratiğin öğreticiliği” dedik mi, son derece önemli bir öğretmenden söz ediyoruz demektir.
Bu nedenle, somut durumun somut analizi, sanıldığı kadar basit bir akıl yürütme değildir, bu, toplumsal pratiği doğru okuma; ancak ondan öğrenmekle mümkündür.
Eğiticinin eğitilmesi ve öğrenenin öğretmesi, kibirin, tabuların, hurafelerin tamamen gömülmesi ile olanaklıdır.
Gerçekte; öğrenme süreci böyle işler, siz farkında olun ya da olmayın. Siz bu sürecin aktif bir dinamosu olun ya da edilgen bir parçası.

Sonraki Bölüm: Çürüme

Devrimci Yaşam – Program ve Tüzük Üzerine

Önceki Bölüm: Eyleme Nasıl Bakmak Gerekir? Eylemin Gücü Nedir, Eylem Nasıl Kullanılır?

Devrimci bir örgüt, her örgüt gibi, program ve tüzüğe gereksinim duyar. Ülkemiz solu, bu alanda da ‘ilginç’ bir tarihe sahiptir. Ülkemizde sol hareket, programlılar ve programsızlar olarak bile sınıflandırılabilmektedir. Elbette bizim açımızdan böylesi bir sınıflandırma, hiçbir ilerlemeye yardım etmeyen şematik sınıflandırmadır. Ancak yine de kabul etmek gerekir ki, dünyada pek az ülkede sol hareket için böylesi bir sınıflandırma yapılabilmektedir. Yani ülkemizde, devrim için yola çıkıp da programı olmayan pek çok sol hareket vardır. Peki, bir de başka açıdan bakalım; programı olanlar programı olmayanları hangi açıdan suçlayabilecek kadar onlardan ileri gidebilmişlerdir? Pek çok örgütün programı, çeşitli uluslararası merkezleri (SSCB, Çin, Arnavutluk vb.) görüş farklılıklarını yansıtmaya; ülkenin somut analizi ve devrimin gelişim yoluna göre daha fazla değer vermişlerdir. Dolayısıyla buna ne oranda program denebilir, bu bir savaş programı mıdır? Böylesi sözüm ona programları düşününce, insanın programı olmayanlara saygı duyası geliyor.
Peki, tüzük alanında devralınan miras nasıldır? Yazık ki bu noktada tüzüksüz pek çok sol hareketin varlığı görülebilir. Elbette bu örgütlerde, her insan topluluğu için gerekli olan davranış kuralları mutlaka vardır. Fakat bir devrim örgütü, herhangi bir insan topluluğuymuş gibi davranabilir mi? Yine, tüzüğü olduğu halde, tüzüğün hiçbir öneminin olmadığı, kendi savaş pratiklerinin ürünü olmayan tüzüklere sahip olan hareketler vardır. Bu her iki grupta da yasa birkaç kişinin durumuna göre değişen, statükoyu korumayı amaçlayan kararlardır. Birkaç kişi denilmesine bakılmasın, bu genellikle bir kişidir. Elbette kişilerin, bir diğerine göre çok daha farklı rolleri olabilir; ama belirlenmiş bir çerçeve içinde. Belirlenmiş bir çerçeve yok ise, kişi kendi rolünü asla sağlıklı oynayamaz ve örgüt içinde kişilikler çatışması kaçınılmaz kılınır.
Program ve tüzük yokluğu, örgütsel idamenin sağlanması için akla hayale gelmeyecek dolapların çevrilmesinin de kaynağıdır. Bu söylenilen, sözde tüzüğü olan örgütleri de kapsamaktadır. Onlarda tüzük, bir merkezin görüşleri çerçevesinde, birbirine tutturulmuş insanların, her koşulda bu merkezlere bağlı kılınmalarının garantisidir. Nitekim bu örgütlerde tüzük, işlerine yaradığı zaman uygulanır. Bunun tersi bir durum oluşunca, ünlü “tüzük yorumları” devreye girer.
Evet, durum böyledir; ama bizler sadece olumsuzlukları sıralayarak işin içinden çıkabilir miyiz? Tersine, bu olumsuzlukları tartışmamızın baş noktası yaptık mı, bir adım bile ilerleyemeyiz. Sıra asla “Nasıl yapılmalı?” sorusuna gelmez. Bu yolu seçtikleri için 12 Eylül öncesi kadrolar ilerlemeye, yeni bir yola girmeye cesaret edememekteydiler.
Program ve tüzük sıkı sıkıya birbirine bağlıdır. Program ve tüzük, sonuçta masa başında yazılsa da, “masa başı” çalışmalarının konusu değildir. Her yazılı belge gibi, onları yazmak için kâğıt ve kalem kullanılır. Fakat bazılarının program ve tüzük çalışmalarını önemsiz ilan etmeleri, onları masa başı işleri sınıfına koyarak pratikten koparmaları, gerçekte bu eski hastalıklı bakışın devamı olmaktan öteye gidemeyen bir bakıştır. Böylesi bir mücadele olmazsa zaten örgüte de gerek olmadığı gibi, program ve tüzüğü de gerek olmaz. Ne olursa olsun bir örgüt, belli bir amaç ve kurallar etrafında bir araya gelmeyi anlatır. Fakat devrimci örgütün, amacı gereği gönüllü bir araya gelişi ifade etmesi gerekir. Elbette, sadece devrimci örgütlerde gönüllülük vardır demiyoruz; ama devrimci örgütlerde gönüllülük zorunludur diyoruz. Araç olarak devrimci örgüt, içinde yaşadığı koşulları aşmak durumundadır. Biz bu anlayışın bir uzantısı olarak, devrimci partinin, yeni toplumun insan tipinin embriyonunu oluşturmak zorunda olduğunu söylüyoruz. Bu, yıkıcılık yanında yapıcılık görevinin de var olmasının kaçınılmaz sonucudur. Öyleyse bir örgüt, kendi üyelerini değiştirmekle işe başlar. Her önüne gelenin üye olarak alınmaması da bunun sonucudur. Böylesi bir değişimin zorunluluğu ve zorluğu nedeniyle gönüllük esastır. Devrimci örgütün programı, onun belli bir tarihsel dönemdeki amacını, bu amaca ulaşmada kullanacağı yöntemleri ortaya koyan, onun ideolojisinin bütünlüklü ifadesidir. Program, örgütün (yani kişinin değil) dünyaya, olaylara bakışının en bütünlüklü, en özlü ifadesidir. Öyleyse program kimin tarafından kaleme alırsa alınsın (ki bu tür belgeler bir ya da birkaç kişi tarafından kaleme alınır) gerçekte bir kolektifin ürünü ve ifadesidirler. Bir kolektif irade olarak örgütü, bu nedenle programsız düşünmek, onu kişilerden bağımsız, onların bireysel iradelerini aşan bir olgu olarak kabul etmektir. Evet, her örgüt bireylerden oluşur; ama onların toplamından değil. Bir kolektif, onu oluşturan bireysel iradeleri aşan bir şeyi ifade ediyorsa anlamlıdır. Yoksa örgüt insan yığını değildir. Öyle ise, her ikisi gibi, bir kolektif kişilik olarak örgütün de görüşleri olmak durumundadır. Birey, görüşleri belli olan bir kolektife, gönüllüce katılabilmek için, kolektifin en azından görüşlerini bilmelidir. En azından diyoruz; çünkü bizler kişinin böylesi bir kolektife aktif olarak girmesi gerektiğini ve bu anlamda görüşlere müdahale etmesi gerektiğini söylüyoruz. Bu sanıldığı gibi yalnızca bir hak olayı değildir, aynı zamanda sorumluluk isteyen, teori ile pratiğin birlikteliğine işaret eden bir olaydır.
Bir kolektif sadece ne için ve nasıl mücadele edeceğini, kısa ve uzun vadeli amaçlarını, bu amaçlara ulaşmanın yollarını belirlemekle gerçek bir kolektif olmaz. Bu amaçlar için yola çıkanların, kendi aralarında oluşturdukları bir “hukuk” olmalıdır. Bu kurallar, ortak savaşımdan ve ortak savaşım sırasında çıkarlar. Elbette her kolektif, bu kurallar için kendisinden önceki deneyimlerden yararlanmasını bilmelidir. Fakat biliyoruz ki, tarihe müdahalede bulunma derdi olmayanın, savaşmayanın, geçmiş savaşımdan alacağı ders de olmaz.
Bu kurallar niye gereklidir? Bir örgütü, bir kişilik olarak diğerlerinden ayıran tüzüktür. Tüzük niye gereklidir sorusu, kişilik niye gereklidir sorusu kadar saçmadır. Bir örgütün en temel iki belgesi olarak program ve tüzük, örgütün gelişimi açısından ve değerlendirmeleri için de temel belgelerdir.
Her eylem, bir ahlâka dayanır ve bir ahlâk yaratır. Bu ahlâk ile amaç arasında bir uyum zorunludur. Tüzük bu ahlâkın, bu moral değerlerin bütünlüğüdür. Yani tüzük sadece kurallar yığını değildir. Tersine bir örgütü örgüt yapan, onu, amacı aynı olan veya olmayan benzerlerinden ayıran özelliklerini içerir. Biraz daha açılması için, tüzük; örgütsel yaşamı, kişi farkı gözetmeksizin tarif eder, ihtiyaç duyulan insan tipini anlatır, herkesçe uyulması gereken ve örgütü, amaçlarını gerçekleştirmek için silahlandıran kuralları ve ilkeleri içerir. Örneğin; böyle bir belge, görüşmelerde buluşmak için kaç dakika beklenmesi gerektiğini anlatmaz. Yani insana bir reçete sunmaz; ama devrimci yaşamın ne olduğunu anlatır, özü anlatır.
Bir örgütü tanımak ve anlamak için sadece programına bakmaz yetmez. Aynı zamanda tüzüğüne de bakmak gerekir. Tüzük, örgütün yapısını, örgüt yaşamını, üyenin hak ve ödevlerini içerir. Örgütün moral değerlerinin en özlü ifadesidir.
Tüzük ve program ilişkisini iyi anlamak gerekir. Biz biliyoruz ki, yeni toplumu kurma, mevcut toplumu yıkma savaşının temel ve vazgeçilmez aracı olarak partinin, yeni insanın embriyonunu yaratması gerekir. Öyleyse devrimci parti tüm savaş boyunca sadece düşmana karşı değil, kendi içinde de bir savaşı yürütür. Ve savaşımın en büyük bölümü kendi içinde yürür. Biz komünist insanı yaratma savaşından, komünizme yürüyüşü garanti altına alacak olan devrimci bir parti savaşından söz ediyoruz. Ancak böyle bakılınca, tüzük, cezalar bütünü olmaktan kurtulur. Tersine örgütün, kolektif iradenin gelişiminin garanti altına alınmasının aracı olur. Bir kolektifin, amacı ne olursa olsun nasıl örgütleneceği, kimi üye alacağı, örgüt içi yaşamın ne olduğu asla önemsiz olamaz. Tersine amaçları aynı olan, neredeyse birbirine çok yakın ideolojik çerçevelere sahip olan iki ayrı örgütün ayrım noktası tam da bu noktalardadır. Nitekim hemen hemen tüm politik ayrılıklar, en son ideolojik olarak ifade bulurlar. Gerçekte ayrılıkların örgüt yapısından kaynaklanması son derece anlaşılırdır. Aynı biçimde tüm birlikler, gerçekte, ideoloji ve politik birlikle birlikte, örgüte yaklaşımda birlik yakalandığında yeni ayrılıkların birlikleri olmaktan kurtulurlar.
Üyenin gönüllülüğü sadece örgütün amaçlarını bilmeye dayanıyorsa, yetersiz ve eksik bir gönüllülüktür. Üye aynı zamanda kendisini bekleyen yaşamın bilincinde olmalıdır. Örgütün çalışma anlayışı ve moral değerlerini bilmek durumundadır. Kuşku yok ki, bu değerler tüzük okutularak kazandırılamaz. Üyelik öncesi bir politik, ideolojik, örgütsel tanıma şarttır. Bu pratik savaşım dışında olanaklı olamaz. Bu süreç sadece örgütün üyesini tanıması için değil, üye olacak insanın da örgütünü tanıması için geçerlidir. İşte tüzük, tüm bu pratik savaşım içinde taşınan değerlerin bütünsel ve özlü bir ifadesidir. Bir örgütün gücü, programatik saptamalarının doğruluğu yanı sıra ve hatta ondan çok üyelerinin kişiliklerinde içerilmiş bir tüzüğe sahip olmasından ileri gelir.
Amaç ve araç birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Bu bağ kaçırıldı mı, bazen aracın amaç olduğunu, bazen de amacın araç olduğunu görürüz. Bu iki tip sonuçtan da ne yazık ki pek çok örnek var: Kimileri araç olan örgütü bir savaş aracı olarak kullanmak yerine, onun varlığının devamını amaç haline getirdiler. Kimileri ise, “bir dükkâna sahip olabilmek, bir yerde şef olabilmek” için sosyalizm için savaşma amacını araç olarak kullanmaktadırlar. Böylelerinin sosyalizm için savaşla zerre kadar ilişkileri yoktur. Örgütleri de dükkânın bir milim ötesine geçemez. Bu açıdan birinci gruptakiler için amaçtan sapma söz konusu iken, ikinciler için mevcut sistem içinde uygun bir yöneticilik yeri elde edebilmek söz konusudur.
Bugüne kadar yaşanılan teorik çalışmaya nasıl programatik açıdan yaklaşmak gerekiyorsa ise, aynı biçimde yaşanan politik-pratik savaşıma da üzerinde yükselinecek moral altyapı olarak bakmak gerekir. Her iki alanda da bu gözle, gözden geçirilecek, küçümsenemez bir temel vardır.

Sonraki Bölüm: Asla “Bir” Tek Şey Öğrenemezsin

Devrimci Yaşam – Eyleme Nasıl Bakmak Gerekir? Eylemin Gücü Nedir, Eylem Nasıl Kullanılır?

Önceki Bölüm: Emir-Komuta Zinciri ve Katılım

Devrimci mücadelenin zafere ulaşmak için sunduğu sayısız olanaklardan biri olarak öne çıkan eylem yine kendi içerisinde sınırsız olanağı taşır. Eylemle neyi hedeflediğiniz, başarısını nerde aradığınız, yapacağınız eylemin niteliğinde önemli bir rol oynar. Ve başarısı, ona nasıl baktığınız, nasıl kullandığınızla yakından ilgilidir. Örneğin; sorunsuz ve kayıpsız bir eylem gerçekleştirmek, eylemin başarısı değil (eylemin başarılı olduğu mantığıyla) pratikteki sizin başarınızdır. Yani sizin eylemi gerektiği gibi gerçekleştirme başarınızdır. Bu başarıyla eylemin başarısı özdeşleştirilemez. Aksine eylemin başarısı kısa veya uzun vadede ortaya çıkacak görüntüye göre saptanabilir ancak. Başka deyişle eylem, öngörülen doğrultuda amacına ulaşmış mıdır, ulaşmamış mıdır, ya da işlevini ne oranda yerine getirebilmiştir?
Kaldı ki bizim asıl başarımız yine bu aşamada ortaya çıkacaktır. Artık, eylemi gerçekleştirdik onun için başarılı olduk mantığı bir kenara itilerek (ama bu aşamayı da mutlaka önemseyerek) bir adım daha ileri gitmek durumundayız. Elimizdeki bu silahı kullanmayı öğrenmeden devrime varmak olanaklı değildir. Anlatmak istediğimizi şu örneğe indirgeyebiliriz. Elinizdeki dolu bir silahın tetiğine bastığınızda ateş etmiş olursunuz. Fakat sizin başarınız ya da yaptığınız eylemin başarısı ateş etmenizde değil, hedefi vurmanızda yatar. Belki bizim için şimdiye kadar ateş etmeyi öğrenmek önemliydi; ama bugünden sonra ateş etmek kadar hedefi vurmak da önemlidir.
Sıfır, hiçbir etkiye sahip olmayan eylem var olamaz. Her hareket, her etki yaşamda bir etki doğurduğuna göre her eylem de olumlu olumsuz, ölçüsü ne olursa olsun bir etkiye sahiptir. Eylemde amaç başıboş bir etki bırakmak değil -bu onun doğasında vardır- yönü, şiddeti belirlenmiş planlı bir etki yaratmaktır. Öyleyse eylemin kendi içerisindeki en önemli unsur, amacı onun tutarlılığıdır. Eylemin amacı her zaman onun yöntemini belirler. Bu onun değişmez ilkesidir. Amaç-yöntem ilişkisinin ne şekilde oluşturulduğunu ise örgütsel bakış ortaya koyar. Bu yüzden eylemin uygulama kalıpları diye bir şeyden söz etmek anlamlı değildir. Bilinmesi gereken onun somut durumun somut tahlilinden yola çıkılarak yapılacağı, değişkenliği ve sınırsız uygulama alanlarına sahip olduğudur.
İyi, başarılı bir eylem, mutlaka büyük çaplı ve organizedir anlamına gelmiyor. Eylemin başarısı, çapı ne olursa olsun sürekliliğine ve amacına ne oranda ulaştığına bağlıdır. Örnek verirsek, bir işçiyi örgütlemek üzere fabrikanın ustabaşını döverek cezalandırmak başarılı bir eylem olabilirken, bugün için genel anlamda işçileri örgütlemek için Sakıp Sabancı’yı vurmak başarısız bir eylem olabilir. Bu yüzden, çapı ne olursa olsun tüm eylemlilikler işçi sınıfının ve toplumun diğer kesimlerinin hatta düşmanın nabzı üzerinde yürümelidir. Günün somut değerlendirmeleri, nesnel koşulların gereklerini içermelidir. İşe büyük eylemlerle başlamayı düşünmek, işe başlamayı düşünmemektir. Ancak küçük çaplı, yerel, yaygın, özgün ve çok sayıda, süreklilik kazanmış bir eylemlilik daha organize ve büyük eylemlerin koşullarını oluşturabilir. Yapılması gerekenlerle, yapılacakların ne zaman yapılması gerektiğini karıştırmamak önemlidir. Bir bütünlük içerisinde süreklilik kazanmış, işçi sınıfına mal olmuş, öğretici ve geliştirici eylemler devrimci süreçlerin yaratılmasında önemli görevler üstlenebilirler.
Eylemi gerektiği gibi kullanabilmek, onun çok yönlü zenginliğini kavramakla doğru orantılıdır. Nedir eylemin çok yönlü zenginliği?
Mücadelenin tüm aşamalarının kendine özgü bir eylem biçimi olduğu gibi, her somut durum kendi özgün eylem biçimleri ve içeriğini yaratır. Aynı şekilde her politik tavır, her perspektif kendisine ve pratiğe geçişine uygun bir eylem tarzı ve yöntemi de bulur. Birbirinin içine geçmiş ve birbirinin tamamlayıcısı olan birçok amacın pratiğe geçirilmesinde sayısız olanak sunar. Bu çeşitlilik içerisinde eylemin yerine getirebileceği işlevlerin bir kaçını şöyle sıralayabiliriz:
Eylem, örgütleyiciliğin yanı sıra, iyi bir moral taşıyıcısı olabileceği gibi, yönlendirici, öğretici, geliştirici bir rol üstlenebilir, olanaklar yaratabilir, örgütlenmenin önünü açıcı ve karşı saflarda korku ve paniği örgütleyici misyonlar yüklenebilir, hatta yeni insanın oluşturulmasında çok ciddi katkılarda bulunabilir. Bunları uzatmak mümkün. Zaten devrimci bir eylem, yapacağı etkilerin tümünü kendi içerisinde belirlenecek etkilerin, unsurların hangilerinin daha çok ya da daha az öne çıkarılacağının saptanmasını ve bu yolla neyin hedeflendiğinin net olarak ortaya konmasını gerektirir.
Eylem, eylemin yapıldığı somut koşullar ve eylemin etki alanı içindeki insanların durumu tam bir diyalektik ilişki içindedir. İnsan iradesinin bilinçli, planlı faaliyetinin ürünü olan eylem süreçleri, bu süreçler içerisindeki somut durumları etkiler ve değiştirir. Yeni ortaya çıkan somut durumsa bir sonraki eylemi belirler.
Her eylemin işçi sınıfına bilinç taşıdığını düşünmek yanlış olur. Ancak kelime yerindeyse doğru eylemin bilinç taşımasından söz edebiliriz. Bu da bazı belirlenmiş gereklerin yerine getirilmesiyle olanaklıdır. Buraya kadar söylediklerimizin toparlanmış ifadesi olarak bu gerekler, birincisi; somut durumun somut analizi, ikincisi; amacın belirlenmesi, üçüncüsü; somut duruma ve amaca yönelik eylem şeklinin saptanması, dördüncüsü; tekrar eylemin yönteminin, uygulanış tarzının, amacının, zamanlamasının ve sonuçlarının tartışılması olarak sıralanabilir. Her doğru eylem, yeni bir eylem biçimini ve yeni bir bilinç düzeyini yaratır. Bu doğrultuda her eylem deneyiminin ve değerlendirilmesinin büyük önemi vardır; çünkü bir eylemin sonucu diğer eylemin nedenini oluşturabilecektir. Süreklilik kazanmış, kendisini geliştirerek bir sonraki eylemin somut koşullarını örgütleyememiş bir eylem kendisinin orman olduğu düşünü gören tek bir ağaca benzer. Somut analizler üzerinde yürütülmeyen eylemlilik ise çölde ağaç yetiştirmeye çalışmak çabasından farksızdır.
Eylem sadece bilinç taşımakla kalmaz, onu oluşturur, geliştirir ve yönlendirir. Eylemin biçimi nasıl söylediğiniz, içeriği ise neyi söylediğinizdir. Bu bütünlükle pratikte doğru bir hat yakalandığında bilincin taşınacağı eylem mekanizması yaratmış olur.
Tekrar etme pahasına eylemin, örgüt ideolojisinin ve bakışının pratikteki en önemli taşıyıcısı olduğunun altını bir kez daha çiziyoruz. Eylemin örgütlenme çalışması içerisinde daha aktif rol oynaması, gündemi yakalaması için teori ve pratiğin aynı hattı yakalamış olması önemlidir.
Eylem silahını kullanmakta bir silahşor kadar ustalaş, eylemin içinde eri.

Sonraki Bölüm: Program ve Tüzük Üzerine

Devrimci Yaşam – Emir-Komuta Zinciri ve Katılım

Önceki Bölüm: Devrimci Yaptığıyla Yetinemez

Yenilgi dönemlerinin özelliğidir, “otoriteden kaçış eğilimi” alıp başını gider. Yenilgi, kolektife güvensizliğin tohumlarını eker. Hele kıyasıya bir çarpışma olmadan yaşanan bir yenilgi söz konusu ise, bu çok daha fazla geçerlidir. “Otoriteden kaçış eğilimi” örgütten kaçış eğiliminin bir miktar süslü ifadesidir; çünkü burada kaçılan, örgütün iradesidir, otorite budur.
Yenilgi dönemlerinde işe başlayan, yoktan dirilmeye yönelen bir örgüt, karın altında yeşeren bir bitkiye benzer. Kardelene benzer. Tüm koşullar, böylesi bir yönelişin yaşanmasının aleyhinedir. Bu noktada örgüt, hem geçmişin eleştirisinde çok dikkatli davranmalı, hem de ileriye yürüyüşün ilkelerini koymalıdır. Böylesi bir başlangıçta anlamlı bir söz yeni bir ümit kapısı açar. İnsanlar daha ileriye yürüyebilmek için, olağan dönemlerde sıradan bir bilgiyi, güneşin ışığı haline getirmek zorunda kalırlar, örneğin; “katılım” böylesi bir söz haline gelmiştir. Yani, biz katılım sözünü gerçek anlamında kullanıyor muyuz?
Tam bu noktada demokratik-merkeziyetçilik tartışmasına bakalım. Hemen hemen her ortağımız demokratik-merkeziyetçiliğin demokratiklik ve merkezilik gibi iki ayrı şeyden oluşmadığını kabul ediyor. Fakat buna rağmen birbirini anlayabiliyorlar mı? Bunu sanmıyoruz; çünkü tartışılan demokratik-merkeziyetçiliğin ne olmadığıdır (demokratiklik ve merkezilik gibi iki ayrı şey olmadığıdır). Peki demokratik-merkeziyetçilik nedir?
“Eleştiri, tartışma, eylemde birlik”, işte demokratik-merkeziyetçilik budur. Daha iyi anlaşılması için “askeri-merkeziyetçilik nedir”e yanıt verelim. Askeri-merkeziyetçilik, “düşünme, itiraz etme, itaat et” olarak, bürokratik-merkeziyetçilik ise belki de en iyi şöyle ifade edilir: “Evrak iste, ertele, cebini doldur.” Elbette amacımız iyi tanımlar yapmak değil, sadece ve sadece demokratik-merkeziyetçiliğin anlaşılması için onun karşıtı kavramların altını doldurmaya çalışıyoruz.
Demokratik-merkeziyetçilik eleştiri, tartışma, eylemde birliktir ve bu tüm örgüt birimlerini, örgütün tümünde ilkeleri oluşturan omurgadır. Böylesi bir omurga olmadan, ilkeler havada asılı şeylere dönüşür; ama iş burada bitmez. Omurga, sinirlerin bu oranda toplandığı bir bölge ise, demek ki demokratik-merkeziyetçiliğin işlemesinde sinirlerin yerini tutacak şeylere ihtiyaç vardır. Öyleyse cansız bir mekanizmadan mı, yoksa canlı bir mekanizmadan mı, teorik olarak iş olsun diye mi, pratik olarak can alıcı bir sorun olarak mı omurgayı taşıyoruz? Bu sorunun yanıtı önemlidir. Eğer canlı bir mekanizmada tartışma yürütüyorsak, sorunu olumlusundan (ne değil olarak değil, nedir şeklinde) koymak ve acil olana vurgu yapmak gerekir.
Demokratik-merkeziyetçilik, her devrimci örgütlenmenin omurgasıdır. Dünyanın bir başka ülkesinde de devrimciler bu ilkeden söz ediyorlar. Fakat devrimcilikleri konusunda hiç şüphemiz olmasa da, iki örgütteki demokratik-merkeziyetçiliğin farkları vardır. Farklar, daha doğru, daha az doğru anlamında değildir. Onlardaki de, bizdeki de demokratik-merkeziyetçiliktir ve bu açıdan nitelik olarak aynıdırlar. Ancak onlarınki ve bizimkisi, bir süreç, bir pratik içinde gelişmiştir ve bu açıdan farklıdır.
Demokratik-merkeziyetçiliği yani “eleştiri, tartışma ve eylemde birlik”i belirleyen, üyenin niteliği ve örgütlenme tarzıdır. Mesela bir örgütte her komitenin bir sorumlusu olsun, tek başına bu nedenden dolayı, o örgüt bir başkasına göre daha merkezi ve/veya daha demokratik, daha demokratik-merkeziyetçi olmaz. Eleştiri, tartışma, eylemde birliğine bakmalıyız. Eğer o örgütlenmede, burada bir sorun yok ise, o örgütlenmenin şefi olmayan bir komiteden daha kötü bir masal olduğuna kim karar verebilir? Ya da eleştiri var, tartışma var ama iş yok, eylemde birlik yok, şimdi demokratik-merkeziyetçilikten nasıl söz edebiliriz?
Her kavramın bir tarihi vardır. Bu tarihi unutunca insan, kavramın gelişimini anlamaz. Devrim ve sosyalizm savaşımı boyunca, her oportünist, devrimcilere karşı savaşırken;
a. Örgütün yönetiminde iken iş yapmayı engellemek için tartışmalar yapmışlardır.
b. Muhalefette iken ise eleştiri özgürlüğü diye ayağa kalkmışlardır. Bazen merkeziyetçilikten yakınmış, herkesi despot ilan etmişlerdir. Kendileri yönetimde olduklarında ise, adam kayırmacılık, kendi doğrularını dayatma, gerçekleri yumuşatma onların ilkesi olmuştur.
Bunun ötesinde devrimci partiler, şiddetli baskılar, zaman zaman oluşan dağınıklıklar içinde toplantılarını ertelemek durumunda veya kongrelerini ertelemek durumunda kalmışlardır. Şiddetin olağanüstü arttığı (olumlu veya olumsuz, düşmanın şiddeti veya devrimin şiddeti) dönemlerde büyük önem kazanır. Engels haklı olarak devrimin olanaklı en otoriter olay olduğunu söylemektedir.
Bazı dönemlerde üç kişilik bir komitede biri öneri getirir ve onun söylediği tartışılır ve diyelim uygulanır. Bu aynı şey, komitenin toplanamayacağı geçici durumda gerçekleşirse, insanın “Acaba tek kişinin komutasına mı giriyoruz?” diye düşünmemesi gerekir. Gerçekte böyle düşünenler kendilerine güvenmeyenlerdir. Birisinin komutası altına girmekten korkmak, böylesi bir komuta altındayken iradeni kaybetmekten korkmaya varmıyorsa sorun nedir? Gerçekte bu tartışmada, katılmak soyut bir hale getirilmiş demektir. Bu özü gereği her otoriteye içsel bir tepki anlamına gelir ki, kanımızca bunun kaynağı geçmişteki olumsuzluklar olsa da bu küçük burjuva ruh halinin ürünüdür.
Öyleyse demokratik-merkeziyetçilik;
a. örgütün tüm yapısının işleyiş ve örgütleniş biçimidir,
b. bu koşullarda, üyenin niteliğine bağlı olarak gelişir. Yani bugün var olan demokratik-merkeziyetçilik ile yarın ki arasında bir gelişmişlik farkı olacaktır. Olacaktır ve bu iki şeye bağlı olacaktır. Bir, üyenin niteliğindeki gelişme, iki, mekanizmadaki mükemmelleşme. Buradan şu sonuç da çıkar; her üye, üyenin niteliği ve mekanizmanın mükemmelleşmesi konusunda çaba göstermelidir.
Aynı biçimde demokratik-merkeziyetçilik iki örgüt için de farklılık arz eder. Özü demokratik-merkeziyetçilik olsa da her örgütte bu, üyenin niteliği ile mekanizmaların gelişmişliği ölçüsünde değişir.
Eleştiri, tartışma ve eylemde birliğin garantisi üyenin niteliğidir. Parmakların kalkıp inmesi ile nitelikli tartışma yürütülemez, doğru karar alınamaz. Tersine somutu kavramış, ne istediğinin, ne yaptığının farkında olan insanlarla yürütülecek tartışma, yanlışları daha azalmış eylemlerin kaldıracı haline getirir.
Şimdi tekrar katılım sorununa bakalım. Bugün bizim için katılımın göstergesi, boyutları (yani niceliği) nedir? Evet, örgütümüzde bir katılım vardır; ama bu ideal bir durumun ifadesi değildir. Yani her üyenin eşit oranda katılımı, katılım demek değildir. Bu burjuva biçimciliktir. Hayır, katılımın sınırı yoktur, herkesin eşit katılımı söz konusu değildir ve olamaz; ama herkesin bir tarz katılımı vardır. Bu açıdan bir alanda bilfiil örgütlenme çalışması yürütmek de, bildiri dağıtmak da, silah saklamak da, örgütlenmek de katılımdır. Bizim için katkının ancak içten ve dıştan katkı biçiminde ayrımı olabilir. Örgüt içinden katkı (katılım) her zaman bir bilincin göstergesidir. Katılımda eksiklik, insanın yapabileceklerini yapmaması, ya da örgütün her üyesinin tüm yeteneklerini değerlendirememesi biçiminde olur. Gerçekte hem insanlara yapabileceklerini eksik yapmaları, hem de örgütün insanlarının yeteneklerini değerlendirememesi birlikte, az veya çok; ama birlikte yaşanır. Birincisi; insanın geliştirilmesi ile ilgili iken, ikincisi; mekanizmanın geliştirilmesi ile ilgilidir.
Daha şimdiden, hemen, demokratik-merkeziyetçilik ve katılım ilişkisi kurulabilir. Örgütteki her bir sorunun demokratik-merkeziyetçilikle ilişkisi vardır, kurulmalıdır.
Bugün bizde katılım, sanki herkesin eşit katılımı biçiminde ifade edilmekte, ya da öyle anlaşılıp, öyle davranılmaktadır. Bu yanlış anlama pratikte böyle olmayınca, bu nasıl bir katılım veya ben ne katıyorum biçiminde sorulara yol açmaktadır. Diyelim ki siz bir karara itiraz ettiniz ve itirazınız sonucunda karar değişti ve diyelim ki siz sadece gelen bir emri yerine getirdiniz. Bu iki durumda birincisine katkı deyip, ikincisine katkı demeyecek birisi, olsa olsa katkıyı kendi psikolojisini tatmin olarak alıyordur, ya da küçük-büyük iş ayrımı yapıyordur. Bu küçük burjuva ideolojisinin etkisi değilse nedir?
Bugün bizim için, örneğin bir teorik tartışmada katkı ne demektir? Biz, 12 Eylül öncesi hiçbir sol örgütün dar anlamda devamı olarak yola çıkmadık, tersine bunu reddettik. En başta içimizde, geçmişte bir sol örgütte yer almış, onun kültürünü, alışkanlıklarını almış olan kişiler, bu alışkanlıklara savaş açtılar. Sonuçta bu yolla yeni kadrolar yetiştirmeye yöneldik. Yeni kadro, yaşamın ağır ilerlediği (örneğin Anadolu’da 1 ayda yaşanan olayların Kürdistan’da 1-2 saatte, Almanya’da 3 ayda yaşandığı bir yavaşlık) koşullarda hangi yolla yetiştirilecek? Tartışmayı, polemiği nerede öğrenecek, politik önderliği hangi kitlesel hareketlilik içinde geliştirecek vb. sorular gündeme geldi. Bizler çok uzun olmayan bir sürede bu noktada epeyce yol aldık. Aldığımız yol bütünlüklüdür. Yani hem teorik alanda, hem pratik mücadelede yol alınmıştır. Fakat yine de bir teorik tartışmayı iki amaçlı yürüttük, pratiği de. Konumuz teorik alan olduğu için buradan devam edelim. Teorik planda, bir yandan programatik bir çalışma yürütülmüştür, diğer yandan çalışmanın yeni kadrolarının Marksizm-Leninizm’i öğrenmeleri üzerinde durulmuştur. Tüm teorik eğitim programları bu ikili yanı gözetmiştir. Şimdi bir somut örnek üzerinde tartışalım. Sosyalizm tartışmasına katılım ne demektir? Sosyalizmi yeni öğrenen, Devlet ve Devrimi, Gotha Programını vs. yeni okuyan birisi için bu tartışmaya katılım, soru sormaktır, şurasını anlamadım demektir. Yoksa tuhaf bir biçimde sosyalizm tartışmasında bir noktaya karşı çıkacak değildir. Elbette isteyen karşı da çıkabilir; ama samimi olalım, herkes bu yazıları öğrenmek için okuyor, o halde karşı çıkma şansı zayıftır.
Buradan bir sonuç çıkar; bugüne kadar hazırlanan tüm eserlerde, broşürlerde, kitaplarda büyük emek vardır. Fakat buna rağmen bunlar geliştirilmesi gereken metinlerdir. Örgütümüz, belki iki yıl sonra, bu metinlerin içinde pek çok tartışmayı iç tartışmalar nedeniyle gözden geçirecektir, olması gereken de budur. Yoksa bu metinler bunca güzelliklerine rağmen Kuran-ı Kerim değildir. Devrimciler Kuran-ı Kerimlere ihtiyaç duymazlar. Bugün bizde bunlara Kuran-ı Kerim diyenler yoktur; ama bizim metinlerimizi başka sol örgütlerin metinleri ile karşılaştırıp göğe çıkartanlar vardır. Bu yanlıştır. İki yönden yanlıştır; birincisi, kıyaslanılan şeyler yanlış seçilmektedir. Biz zaten o soldan kopmaya yöneldik. Onlarla kıyaslanmak bizim ilericiliğimizi göstermez. İkincisi, bu kıyaslamadan sonra iyice rahatlayıp, metinlere eleştirel gözle bakma eğilimi yok olur, bu ise oldukça kötü bir eğilimdir.
Elbette pratik alanda da katılım sorunu ele alınmalıdır. Sadece gelen emri uygulamak bile katkıdır, katılımdır. Devrimciler cesur olmalıdırlar. Onların kafasında burjuva düzenin imajları uzun süre kalmalıdır. Emir-komutayı, emir verene bakıldığında, ne için emir verildiği bilindiğinde neden kabul etmeyelim? Niçin emir-komuta, eleştiriyi, tartışmayı engellesin? Böyle şart yoktur. Bazı durumlarda, bazı sol örgütlerde engeller, ama bu insanlara ve mekanizmaya bağlıdır.
Devrimci örgüt bir kolektiftir. Kolektife katılanların yüzde payları hesabı, kolektifi anonim şirket ile karıştırmak olur. Kolektifin anlamı, onun içindekilerin tümünü bağlayan bir ortak iradenin varlığıdır.
Eğer örgüt kararları bazıları için geçerli, bazıları için daha az geçerli ise, ortak iradeden değil, ayrıcalıklardan söz edilir. Kolektif bu ayrıcalıkları tanımamalıdır. Fakat kolektif, kolektif kararların uygulanması için birilerine özel görev verebilir. Ayrıcalık denilen şey, görevin gerekleri değil, kişinin rahatı temel alınarak kolektifin olanaklarının kullanımıdır. Bu bürokratik yapıların özelliğidir.
Öyleyse kötü olan emir değil, emrin niteliğidir. Emir, emretmek kimi rahatsız ediyorsa, onda biraz küçük burjuvalık vardır. Bir örgütte önderler olur, önderler, o kolektifi adına emredebilirler. Bunun bir tüzüksel çerçevesi vardır.
Eğer, “emir-komuta”da bir sorun aramaya yönelirsek, emrin niteliğini tartışmayız bile. Emrin niteliğidir birincil olan. Diyelim ki bir kitle içindesiniz, bir kişinin anlık öne fırlayıp doğru bir emir vermesi ne büyük güzellikler doğurur. Fakat küçük burjuva kişilik; ya emir vermeyi insanları aşmanın aracı olarak düşünür ve emir vermemeyi erdem olarak sunar ya da emir verince bundan gelen bir rantı kullanmak ister.
Emir vermeyi küçümseyen, emir vermemeyi erdem sayan, hatta bu yüzden gelecek toplumun insanı olduğunu sana kişiler, kendi yaşantılarında iki taşı üst üste koymamışlardır, bir tek kişinin çorbasına tuz katmamışlardır. Onlar için sadece kendileri ve kendi çıkarları vardır; ama sıra onların aç kalmasına gelince bir saniyede dünyayı yerinden oynatacak emirler verirler, kimseye zarar vermekten çekinmezler.
Emir verince bundan gelen rantı kullanmak da zaten bu işin diğer yönüdür. Her iki eğilimin özü aynıdır. Emir verdiği için, hele bir emri yerine getirdiği için kendisini Kaf Dağı’nın tanrısı sanan bir kişi, elbette başkasından gelen emri yapmak istemez; çünkü emir verildiğinde kendini Kaf Dağı’nın tanrısı sanan, emirleri yapanları kul olarak görür ve kendisi asla kul olmak istemez. Aslında dikkat edilsin, insanın niteliğini tartışıyoruz.
Bizde, biraz garip denecek tarzda, emir vermekten çekinme eğilimi var. Sanki emir verilince insana yakışmayan bir iş yapılıyor. Bu küçük burjuva ahlâkın kendisidir. Bizler şahsi çıkarlarımızın temsilcileri değiliz ve onlar için emir vermiyoruz. Bizler kolektifin otoritesini kullanıyoruz. Bu çerçevede, kişisel çıkarları için insanlara emir veren, onlardan bir talepte bulunma hakkını kendinde gören birisi ne kadar ahlâksızca davranıyorsa, aynı biçimde kolektifin çıkarları için bulunduğu düzeyin gerektirdiği tarzda davranmayan birisi o ölçüde ahlâksızca davranıyordur. Bu kişiler, eğer yoldaşlarının onların emirlerini kölecesine ve anlamsız, hatta örgütsel çıkarlara ters olsa bile uygulayacaklarını sanıyorlarsa, öyleyse örgütü kavramamış, yoldaşlarına yeterince güvenmeyen insanlardır. Eğer burada bir sorun yok ise, öyleyse geçmişin kötü örnekleri onların ellerini bağlıyor demektir. Bu ise bizim örgütümüze, bugün ve gelecekte zarar verecektir. Örgütün her üyesi kendisine emir verenin önderlik vasıflarına bakar. Emir vermeme, bir tarz bu vasıfları taşıma ve buna uygun davranma zorunluluğunu da gevşetecektir. Bir önder “emrediyorum” diyebilmelidir. Fakat her sözüne bu bir emirdir ile başlayan bir kişi iyi bir önder değildir, iyi bir önder insanları ikna edebilmeli, görüşlerini o netlikte ortaya koyabilmeli ve kendisine güvenilmesini bizzat sağlamalıdır. Görülüyor ki önderlik kariyerle sağlanmıyor, tersine emekle sağlanıyor.
Örgütün otoritesi birleştirici, yol gösterici ve eğiticidir. Kişi hangi düzeyde olursa olsun bu otoriteye uymayı bir dış zorunluluk olarak değil, bir gönüllülük olarak algılamalıdır. Tersi durumda bu otorite, bireysel özgürlüklerin engelleyicisi olarak görülür. Evet, örgütlü çalışma insanın bazı “özgürlüklerini” kısıtlar. Fakat herkes bunu bilerek örgüte girer. Örneğin; örgütlü bir kişi kişisel yaşamını kolektifin önüne koymaz. Örneğin; örgütün kararlarına uymamazlık edemez (onları yanlış anlasa, bulsa bile vs. gibi). Fakat zaten bunlara özgürlük diyen bir kişi, henüz örgütü de seçmemiş ya da yanlışlıkla seçmiş demektir. Böyleleri yol yakınken dönmelidir.
Örgütün direktifleri, bir alt organ tarafından birebir uygulanmaz. Tersine alt organlar, kendi alanlarının özellikleri çerçevesinde uygulamaya yaratıcı tarzda katılırlar. Bürokratik bir yapıda önemli olan emrin birebir uygulanması iken, demokratik-merkeziyetçilikte emirlerin bulunulan alanda, örgütün çıkarları düşünülerek, yaratıcılıkla uygulanması gereklidir. Bürokratik yapıda, emirleri amirine hoş görünmek için yapar, devrimci bir yapıda kişi, bilincinin göstergesi olarak kendisini sürece katar. Emre itiraz eder, uygulanmasını zenginleştirir ve sonuçlarını tartışır; ama tüm bunları emirleri yerine getirmemek için yapmaz.

Sonraki Bölüm: Eyleme Nasıl Bakmak Gerekir? Eylemin Gücü Nedir, Eylem Nasıl Kullanılır?

Devrimci Yaşam – Devrimci Yaptığıyla Yetinemez

Önceki Bölüm: Kadro ve Zaman

Devrimci mücadelenin hangi evresinde olunursa olunsun zorluklar pahasına gerçekleştirilen ilerlemeler, insana, bu ilerlemeleri sağlamak için dövüşen insana, bir tatmin duygusu yaratır. Sanılır ki işin mantığı budur. Sanılır ki elde edilenlerden ileri gidilmesi “nesnel koşullar” nedeniyle olanaklı değildir. Gerçekten bu tek taraflı bir değerlendirmedir. Elde edilenler eğer insana bağlı ise, elde edilenlerin sınırı da nesnel koşullar olduğu kadar insana bağlıdır.
Nesnel ve öznel ilişkisi burada, örgütlenme pratiğinde ne kadar açık ve nettir. Özne, yani belli koşulların bilincine varıp, işe girişen kişiler, içinde bulunduğu koşulları aşmaya çalışır. Elbette burada özne, nesnel olanı aşmaya çalışırken bazı sınırlarla karşılaşır. Fakat bu sınırlar, özneli aşan, onun üstesinden gelemeyeceği sınırlar değildir. Sadece ortada bir zaman sorunu vardır. Yani bugün, bu an sınır haline gelen şeyler, yarın sınır olmaktan çıkmalıdır. Bu ise tek başına güç sorunu olmasa bile, özü gereği güç sorunudur.
Öyleyse buradan bir sonuç çıkıyor, devrimci mücadele, önceden öngörülen uzun yolun tarifi yapılmadan yürütülemez. Bu elbette ki her şeyin önceden tarif edildiği gibi yürüyeceği anlamına gelmez. Nasıl ki devrim perspektifi açısından devrimin yolu temel ise, devrimin yolu genel olarak da olsa ortaya konmadan yürünemez ise, aynı biçimde bir devrimci çalışma, somut planlara, somut hedeflere bağlı olmadan yürütülemez.
Bu hedefler, bu planlar “Ne yapabiliriz?” ile “Ne yapılmalı?” sorularının bileşimini içermelidir. “Ne yapabiliriz” sorusu, sadece bu soru, yapılması gerekenden koparıldı mı, hep yapabileceğimizi temel alan bir yetinme, bir kendini kandırma mantığı oluşur. Tersine “Ne yapılmalı?” sorusu tek başına ele alınırsa, ya hiçbir şey yapmamaya (yapılması gerekenin uzaklığına bakıp) yönelir, ya da uzun süreli, sürekliliği temel alan, zorlu bir yürüyüşü göz ardı ederiz. Gerçekte bu da kendini tatminin bir başka türüdür.
Başarı, içinde yaşadığın ortamı, kendini, hedefe giden yolları iyi tanımaktır. Bunu kavramanın doğuracağı inanç, işte bu inancın aşamayacağı zorluk yoktur. Bu nedenle de insanların yarattığı kolektif, mücadele içinde insanı yaratır. Bu bilinç, bu inanç olmadan yüklenmek, yoğunlaşmak başarılamaz.
Bir yerde yoğunlaşma eksikliği, çaba ve emek eksikliği var ise (eğer sorun niyette değil ise) sorun, mutlaka ortamı, kendini, kolektifini ve somut yolu, hedefleri kavramamaktan kaynaklanmaktadır. Buraya müdahale edilmelidir.
Öte yandan insan ancak ve ancak mücadele ediyor ise, ancak tüm beynini mücadeleye aktarıyor ise o zaman ortamı, kolektifini, kendini, hedefleri iyi tanır. Bu da bizim kadro politikamızın temeli olmalıdır.
Öyleyse günlük yaşantımız içinde, günlük mücadele içinde karşılaştığımız pek çok eksiklik gerçekte bir bilinç, kavrayış eksikliğidir. Bu eksikliklerden bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
Bugün temel eksikliklerimizden birisi, olanaklarımızı yeterince hızlı geliştirememektir. Bu sanıldığı gibi kendiliğinden gerçekleştirilecek bir olay değildir. Pek çok kere yaşadık ve gördük ki, bir olanak, eğer kolektif açısından ne işe yaradığı bilinmiyorsa işe yaramaz hale geliyor, kullanılamıyor, olanak heba ediliyor. Bunun temel nedeni, temel alanlardaki çalışma birimlerimizin perspektifindeki eksikliktir. Birimlerimiz, merkezin inisiyatifinde çalışma perspektiflerini detaylandırmalıdır. Sanki bir kovalayan varmış gibi, baştan savma ve aceleci bir tarzda ortaya konmuş genel perspektifle mücadele edilirse, her seferinde yarım başarıya mahkûmuz. Bu elbette ki enerjinin, çabanın boşa gitmesidir. Sürekli yarım başarı, sonuçta bu tarz çalışmayı olağanlaştırır. Sanki örgütlü çalışma öyle olmak zorundaymış gibi olur.
Bize iyi düşünülmüş, merkezi perspektifle uyumlu, yapılması gereken ile yapabileceğimizin ilişkisini iyi kavramanın sonucu olan, sabırla üzerinde çalışılmış bölgesel çalışma perspektifleri gerekir. Bugün biz devrime giden yolda;
a. kadro sorunu,
b. işçi sınıfı temelinde sağlam mevziler edinme,
c. olanaklarımızı örgütleme hedefleri ile karşı karşıyayız.
Bunu başaramayız, diyen yoldan çekilmelidir. Evet, kendisi nal izlerinin altında kalmadan çekilmelidir. Fakat bunu başarabiliriz, diyenlerin de işe tüm safralarını atarak, at binmekle başlamaları gerekir. Bugüne kadar çeşitli eksik ve aksaklıklarla bir çalışma yürüttük. Eksiklik her zaman olacaktır; ama var olan eksiklik başından bildiğimiz bir eksiklik olmamalıdır. Sorunsuz bir devrimci çalışma olmaz ve bu nedenle de içeride yürütülen mücadele süreklidir. Fakat eksikliklerin, aksaklıkların tekrarlanması bağışlanmamalıdır.
Öyleyse tüm birimlerimiz yaşamış oldukları deneyleri de düşünerek, genel perspektifi de kavrayarak bölgelerini analiz etmeli ve her yönden çalışmanın önünü açıcı çalışmayı arttırmalıdır. Üstelik dünün sorunu olan deneyimsizliğimizi, her şeyden önce nasıl yeneceğimiz anlamında aşmış bulunuyoruz.
Böylesi bir bakışla birimlerimiz kendi alanlarını somutta kavrayıp buna uygun bir planla savaşmaya koyulmadıkça olanaklarımızı örgütlemeyi başaramayız. Ancak bu durumda önümüze çıkan olanakları doğru biçimde değerlendirebiliriz.
Olanaklar işçi sınıfının, yoksul köylülüğün, gecekondu halkının, öğrencilerin içindedir. Çoğunlukla olanaklar ‘zenginlikte’ aranır. Oysa gerçek olanak buradadır. Geçmişte bu kesimler içinde bırakılan olumsuz izlenimler düşünülürse, işimizin sanıldığı kadar kolay olmadığı kesindir. Barınma, yapılan çalışmalar için yer bulma, mali yardım alma, teknik olanakları geliştirme vb. için gerçekten de işçi sınıfı, gecekondu halkı, yoksul köylülük ve gençliği örgütlemek gerekir.
Örgütlenme faaliyetlerinde bizi en çok engelleyen eğilimler sürekliliği aksatmak ve sorumlu davranmamak aksaklıklarıdır. Bin bir zahmetle kurulan ilişkiler, bir süre sonra kaybediliyor. Bunun bir nedeni, acaba yapmış olduklarımızın yeterli olduğunu düşünmemiz midir?
Sınıf ile kurulan ilişkiler bir hareketlilik (grev, işgal vb.) dönemine rastlar. Yeni ilişkiler genellikle bu yolla kuruluyor. Elbette bir alanda zaten kanal açılmış ise orada böylesi bir hareketlilik şart değil. Bu yeni ilişkiler netleştiğinde, zaten hareketlilik sona eriyor ve bizler yeni bir çıkış dönemine kadar zorlu ilişkiler devralmış oluyoruz. Fakat çoğunlukla hareketlilik (grev vb.) biter bitmez işçilerdeki ilgi de sona ermeye başlıyor. Bunun tersi bir eğilim gösteren işçi ile ilişki sürdürmek kolaydır; fakat bizler aynı zamanda bu sönen ilgiyi canlı tutmak durumundayız.
Bu ise elbette ki çok yoğun bir çalışmayı gerektiriyor. Çalışmada kendiliğindenliği kırmayı gerektiriyor. Nasılsa yeni ilişkiler kurarız mantığını aşmayı gerektiriyor.
Peki, bu örnek neyi ifade ediyor? Bu örnek; elimizdeki olanakları, işin kolayına kaçtığımızı gösteriyor. Örnekleyelim, hemen her alanda dergimizi okuyan bazı insanlar var. Bunlar bizim kimi eylemlerimize de katılıyorlar. Fakat çoğu durumda, bu ilişkilerin olanaklarını, potansiyel ilişkilerini bilmiyoruz.
Bizler bugün kendi içimizdeki çalışmada da dışa dönük çalışmada da hiçbir ayrıntıyı atlamadan bir mücadele yürütmek istiyoruz.
Bu konuda artık, deneyim yetersizliğinden söz etmeyelim. Herkes kendisine şunu sorsun; “Ne kadar çaba gösterdim, yapabilecek her şeyi yaptım mı?”
Bize sorular karşısında bahaneler üreten bir kişilik lazım değildir. Tersine böylelerine gerçek yerlerini göstermeliyiz. Yüreğinin kabuğunu kıramamış olanlarla yeni dünyaya yürünemez. Bize sorunlar karşısında yılmayan, eleştiren, soran, eleştirip sorduğu kadar yapan, olayların üstüne giden, bahaneye fırsat bırakmayan, en kötü durumda bile kişisel eğilimlerini devrimin karşısına çıkartmayan, tersine tüm yeteneklerini devrim için kavgaya aktaran kişi gerekir.
“… Bir devrim, sorumsuz sloganlar haykırarak değil, gerçek bir devrimci çalışma gerçekleştirilerek yapılır. Eğer herkes zafere ulaşacak tek ve gerçek yolu anlasaydı, herkes hareketli bir örgüt çalışmasını geliştirebilseydi, kavgayı yönetebilmek amacıyla her an kitlelerin duygularını tanımaya çalışarak halk mücadeleleri üzerinde dursaydı, ayaklanma ve zafer günü, genel olarak düşündüğümüzden çok daha yakın olurdu.” (Alvaro Cunha, Yarın Bizimdir Yoldaşlar, s. 6)
Biz bugün herkesten çok çaba istiyoruz. Gevşeklik, yarına erteleme, boş zamanlarda yapılan devrimcilik, yapılanlarla yetinme bize yabancıdır. Bunu gerçeklik haline getirmeliyiz. Pek çok yoldaşımızda bir gevşeklik, “yarın yaparım” mantığı vardır. Biz bu mantığa karşı amansızca savaşmalıyız. “Yarın yaparım” mantığı memur mantığıdır. Bunun üzerine kurulu bir çalışma asla devrimci olmaz. Kurulan bir ilişkide böylesi bir davranış güvensizliği doğurur. Yapılacak bir işte “yarın yaparım” mantığı laçkalığın kendisidir. Böylesi bir tarz ile kolektif içi çalışma bir milim ilerlemez. Aramızda var olan böyleleri çalışmayı geliştirmekten çok engellemektedirler. Böylelerinde bilinç ve militanca yaklaşım eksiktir. Eğer bir işi “yarın yapmayı” düşünüyorsanız, niye mücadeleye giriyorsunuz, kenara çekilip seyre dalsanıza, onu bile yarına bırakmak istersiniz. Bu mantığa sahip olanlar yaptıkları işin ciddiyetini bilmiyorlar demektir. Yaşamın hangi alanında olursa olsun yaptığı işi ciddi yapmayanları, laçkalığı yaşam biçimi haline getirenleri kimse ciddiye almaz. Böyleleri ancak bir yarış olduğu zaman, poz vermelerini gerektirecek bir şey olduğu zaman harekete geçerler.
Gevşeklik ve erteleme, yukarıdaki boyutu ile olmasa bile bizde de vardır. Üstelik bunu sadece mücadelenin sıcak yürümemesine bağlayanlar var. Yani onlara sorsanız, eğer ortam, mücadele daha sıcak olsaydı, bu gevşeklik ve erteleme olmazdı. Bunun bir zerresi bile doğru değildir. Şöyle soralım; örneğin Kürdistan’daki mücadelenin bugünkü noktaya gelişini sağlayan “gevşeklik ve erteleme” midir, ortam böyle mi sıcaklaşmış, savaş bu mantıkla mı gelişmiştir? Elbette hayır. Hem sonra savaşı geliştirme ortamı, sıcaklaştırma görevi de bizim değil midir?
Bugün bazı ortaklarımız doğal yeteneklerini insanlara yardım etmekte kullanıyorlar. Oysa kolektifin bu yeteneklere ihtiyacı vardır ve bunu atlamak affedilmez bir hafifliktir. Şimdi soralım kavga daha sıcak yürüseydi bu yoldaşlarımız için ne değişecekti?
Aynı biçimde, yazamıyorum mantığını alalım. Yazı yazmak, kolektifi etkilemenin en doğru yollarından biridir. Herkes birlikte çalıştığı yoldaşlarını etkileyebilir; ama doğrudan çalışmadığı ortaklarını nasıl etkileyecektir? Bize ulaşan derginin her satırı, her cümlesi ile boğuşmalıyız. Sol örgütlerde dergi okunmaz, sadece tartışılır mantığını yıkmak bir yana, bizler derginin her satırını incelemeli, olumlu olumsuz görüşlerimizi yazmak için hemen o an, o akşam kaleme sarılmalıyız.
Tüm bu noktalar elbette kişiliğin sağlamlaştırılmasını gerektiriyor. Bunun için içinden geçilen dönemi kavramak gerekir. Tüm yoldaşlarımız, tüm birimlerimiz Anadolu solu ile tanışmış, onları bir ölçüye kadar kavramıştır. Bugüne kadar çizilen çizginin doğruluğu bizlere “aferin” deme hakkı vermez. Esas önemli olan bu doğru çizgi için büyük adımlar atmaktır. Şimdi tüm gücümüzle yüklenmeliyiz. Övünerek, başkalarının eksikliklerine bakıp kendimizi rahatlamayalım. Tersine kendi eksikliklerimize yüklenelim. Bu çerçevede başkalarının eksikliği, devrimcilerin eksikliği, bizim eksikliğimizdir.
Aşağıdaki noktalar dikkat noktalarımız olmalıdır:

Boş Durmak Yok!
Örgütsel görevlerimizle uyumlu olmak üzere hiçbir dakikamızı boş bırakmamalıyız. “Bugün şu şu işlerim var. 3 saat sürer. Benim 5 saat zamanım var. O halde 2 saat boş.” İşte bu mantığı yerle bir etmeliyiz. Herkes tüm zamanını bu işe vermelidir. Bir işyerinde geçimini sağlamak için çalışırken, aynı zamanda bunun örgütsel çalışmamızın bir parçası olduğunun bilincinde olmalıyız. İşi ayırıp, boş zamanları ayırıp, evi ayırıp, geriye kalan zamanı devrim için kullanmak bize yabancı olmalıdır. Gün geliyor hemen her ortağımız ilişki sıkıntısı, zaman sıkıntısından yakınıyor. Oysa işyeri, aynı zamanda ilişkilerin kurulduğu, devrimin örgütlendiği yerdir. Biz bunu böyle kabul etmiyorsak sorun bizim devrime bakışımızdadır. Fabrikadaki işçi ile işyerine ilişkin hiçbir ilişkimiz yok ise büroda çalışıyor isek, orada rutin çalışma anında devrim için yapacak bir şeyler bulamıyor isek, sorun bizdedir. Sorun zamanın olmamasında değil, sorun zamanı devrim dışında gibi düşünerek, devrim için zaman ayırma hesabındadır. Oysa işyerinde onlarca yıldır çalışıp, buradan bir ilişki çıkaramamış, bir kişiyi değiştirememiş isek gerçekte üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdayız demektir.
O halde önce düşünmek gerekir. “İki saatim boş” demek utanılası değil midir? Zaman öldürmenin bin bir biçimi vardır. Ve içinde yaşanılan toplum insanı tüketici yaptığı ölçüde, onun zamanı doğru kullanmasını da engellemektedir. Kapitalizm zamanı öldürmenin en iyi düzeneklerini sunmaktadır. Üstelik insan da kendini kandıracak, eski alışkanlıklarına yenik düşecek pek çok bahane geliştirmektedir. “Sadece şu filmi seyredeyim, biraz daha uyusam tam dinlenmiş olurum, beş dakikadan ne çıkar.” Tüm bu mantık aslında eski alışkanlıkların depreşmesidir. Bunlara yenik düşmemek gerekir.
En çok yapılan savunma şudur: “Bu işi ne zaman bitirmeliyiz, daha zaman var. O halde aceleye gerek yok.” Böylece son an geliyor ve son an geldiğinde işin yetişmesi olanak dışı oluyor. Bu ehlikeyfi davranış bizi nereye götürür? Kendimize şunu sormalıyız, bu alışkanlıklarımızın kölesi olmak değil midir?
Boş zaman kavramını kaldırmalıyız. Boş durmaya son vermeliyiz. Zamanımızı değerlendirmeme hakkına gerçekten sahip miyiz?

Kendimizi Affetmek Yok!
Devrimci çalışmada eleştiri-özeleştiri bir silahtır; ama abartılı özeleştiriler ile bu silah işlevsizleşiyor. Pek çok insan günlük hayatında yapmış olduğu hataların ardından özeleştiriye yönelir. İnsan bazen düşününce, özeleştirinin bir tür günah çıkarmaya çevrildiği örneklerin hiç de azımsanmayacak kadar çok olduğunu görür. Sol hareket geleneğinde özeleştiri, amacından saptırılmış, kirlenen bir insanın banyo yapması biçimine dönüştürülmüştür. Dahası nasılsa özeleştiri ile kurtulunabildiği için her tür “hata” yapılabilir olmaktadır.
Biz “kendimizi affetmek yok” derken böylesi bir özeleştiriyi kastetmiyoruz. Günlük devrimci çalışmada insan bazı olumsuzlukları affetme eğilimi taşıyabilir. Ya ortağımızın ya kendimizin bazı eksikliklerini affetmeyi alışkanlık haline getirdik mi, bir kere bu yol açıldı mı, artık eksiklikler üzerine gitmek için gücümüz de kalmaz.
İnsan kendi eksikliklerine karşı acımasız davranmayı başaramadığı sürece, genel, örgütün bütününe dönük eleştirilerinde duraksar. Demek ki kendimize karşı bu affedici davranış, tüm devrimci çalışmada bir cansızlığın, bir garip hoşgörünün yaygınlaşmasının nedenlerinden biridir.

• Bahane Yok!
Eksiklikler, aksaklıklar, zorluklar, görevler karşısında bahane geliştirenlerin saflarımızda yeri yoktur. Böyleleri azdır. Fakat bahane bulma, bulaşıcı bir eğilimdir. Buna son vermek gerekir. “Para getirecektim; ama… Çalışacaktım; ama…” biçiminde başlayan ve ilkokuldan beri bize şırınga edilen gizli yalancılığa son vermeliyiz. Bizler kendi gerçeği ile karşılaşmaktan korkan hastalıklı insanlar mıyız? Değilsek, bu eğilimleri kovmalıyız. Eksiklikleri gerçek nedenleri ile ortaya koymalıyız. Eksikliği doğru koymak, doğru saptamak çözümün yarısıdır. Bunun için dürüstlük yetmez, cesaret de gereklidir. Sağlam bir kişilik gereklidir.

Uyanıklığı Arttıralım!
“Düşünemedim”, “İlk kez aklıma geliyor” gibi gerçekten az düşünmeye, yoğunlaşmamaya dayanan eksiklikleri gidermeliyiz. Bizim gözümüzden hiçbir şey kaçmamalıdır. Elbette bunun yolu beş adet gözümüzün olması değildir. Tersine yoğunlaşmak, düşünmek, planlı ve titiz bir çalışma yürütmek, alışkanlıklarımıza karşı sürekli bir savaş yürütmektir.
Bugün polisin, mafyanın, istihbarat teşkilatlarının vb. içinde bulunduğu alanlarda çalışıyoruz. Tüm bu kesimlerden gelecek tehlikelere karşı uyanık olmak gerekir. Bunun yolu vardır; genel perspektife vakıf olmak. Bu politikayı kavramak ve bunu kendi somut alanında yaratıcı biçimde, çelik bir disiplinle, büyük bir atılganlık ve cesaretle uygulamak. Şimdi biz tüm bunları bir anda yapmalıyız.
Bizler, dünyada sosyalizmin yenildiği, sosyalizmi öğrendiğimiz insanların mücadeleden özenle uzak durduğu, herkesin kendisini korumak gibi hayvani, alçaltıcı bir yol seçtiği bir dönemde, kellemizi koltuğumuzun altına, yüreğimizi avuçlarımızın içine alıp yola koyulduk. Seçtiğimiz yol binlerce kişi olmamamızı engelleyici bir yoldur. Bunun bilincindeyiz. Bu yola bu bilinçle giren bizlerin en küçük bir emek ve zaman kaybına razı olmamamız gerekir. İktidarı alana kadar, bu ülkede devrimi zafere ulaştırana kadar, dünya kızıla boyanıncaya kadar, Küba insanını bir kardeş gibi endişesiz misafir etmeyi başarıncaya kadar, ekmeğimizi herkesle tam yarıdan bölüşebilmeyi başarıncaya kadar yükleneceğiz.
Bizler eksikliklerimizin bilincindeyiz. Eksikliklere karşı savaşma gücümüz bu bilinçten geliyor. Yoksa eksiklikleri inkâr etme anlayışından değil. Bugün sınıf mücadelesinin neye ihtiyaç duyduğunu, ihtiyaç duyulan öznenin ne kadar yakıcı bir gereksinim olduğunu biliyoruz. Kendi gerçeğimiz ile varacağımız yer arasındaki “uçurumu” görüyoruz.
Tam da bu bilinçle, bizler, uçurumu iki adımda atlamayı asla düşünmüyoruz. Uçurum tek adımda atlanır. Bu büyük atlayış için bir yay gibi gergin, güçlü ve çevik olmalıyız.
Durmak yok. Daha ileri!

Sonraki Bölüm: Emir-Komuta Zinciri ve Katılım

Devrimci Yaşam – Kadro ve Zaman

Önceki Bölüm: Günlük Çalışma ve Moral

Kadro tanımları pek çok noktada zamanla birleştirilmekte ya da ilişkilendirilmektedir. İşin yüzde doksanının emek, yüzde onunun yetenek olduğu düşünülürse, zaman ve zamanın verimli kullanılmasının kadro açısından önemi açığa çıkar.
Bizlerin her saptaması bize bir görev, bir iş yüklemek sorumluluğunu da birlikte getirmektedir. Hep biliriz ve hep söyleriz, büyük başarılar küçük adımlardan doğar. Fakat sıra kendi günlük pratiğimize gelince, bu küçük adımlarla, büyük zaferlerin arasındaki ilişkiyi bir yana itiveririz. Kanımca büyük zafer için bugünden işe koyulanların, günlük, sıradan işler yapabilmeleri (toplantılara hazırlıklı gelmeleri, kararları yaşama geçirebilmek için bin kat enerji ile çalışmaları, günlük ajitasyon-propaganda etkinliklerini yürütmeleri, adım adım örgütlenmeyi yükseltmeleri, dergimizi ciddi biçimde izlemeleri, her akşam günlük yaptıklarını ve bir sonraki gün yapmaları gerekenleri değerlendirmeleri, enerji ile işe koyulmaları, her gün düşündükleri bazı noktaları geliştirerek dergiye yazı yazmaları, sistematik ve düzenli bir teorik çalışmaya katılmaları, her günkü siyasi gelişmeleri izlemeleri, alanlarındaki her hareketliliğe katılmaları vb.) için gerekli moral olmadan ilerlenemez. Devrimci moralin önemi buradadır. Devrimci moral; eksikliklerini görmezlikten gelerek, olumluluklarını abartarak, eleştiriden sakınarak oluşan kendini avutmanın tam karşıtıdır. Bizler için eksikliklerimizi görmek, onları gidermenin tek yoludur. Yoldaşlarımızın yanı başımızdaki sıcak varlıklarının en önemli kanıtı eleştirileridir. Başkalarının ne övgüsü, ne yergisi ile yürüyebiliriz; ama kendimizi eleştirmeden de, eksikliklerimizi açıkça ortaya koymadan da gelişemeyiz.
Zamanın verimli kullanılmasına ilişkin iki örneğimiz var. Birincisi; ideolojik çalışma ile ilgilidir.
Bir ortağımız günün 10 saati çalıştıktan sonra, kendisine boş zaman olarak akşamların ve hafta sonunun kaldığını söylüyor. Üstelik bu akşamlar, onca yorgunluğun ardından günün en verimsiz saatleri anlamına geliyor.
Arkadaşımızın seçtiği yol, işi oluruna bırakmak, yani ne zaman okuyabilirse o zaman okumak. Bir süre sonra okuma alışkanlığının kalmadığını, eline kitabı aldığında okumamak için bahaneler uydurmaya başladığını ve en büyük bahane olarak ise zaten yorgun olduğu bahanesinin birinci sıraya geçtiğini söylüyor. Yoldaşımızın anlattıklarından doğal olarak çıkan bir sonuç var. Devrimci mücadelenin her alanında sürekli dinamik olmak, her işi sürekli kılmak bir zorunluluktur. Eğer yoldaşımız her akşam, her gün yarım saat okumayı becerebilseydi, bu önemsiz gibi gözüken zaman dilimini ayırarak tüm bu sorunu aşabilirdi.
İkinci örnek dergiye yazı yazmakla ilgilidir. Herkes en iyi yazıyı yazmak adına hiçbir şey yazmama yolunu seçiyor. Daha iyi bir yazı yazmak gerekir önermesinden hareketle, yazı yazmama sonucuna ulaşılıyorsa bir kez daha düşünmek gerekmez mi? Oysa biz deneyim eksikliği olan bir çalışmayız. Bu deneyim eksikliğini gidermek için on kat daha fazla enerji tüketmeliyiz. Bir işçi yoldaşımız yazmak için, bir öğrenci yoldaştan daha fazla çaba sarf etmek zorundadır. Aslında burada ana nokta işe girişip girişmemektir. İşe girişildiğinde görülecektir ki, bu daha fazla çaba göstermesi gereken yoldaşımızın sorunu bir miktar abartılmaktadır.
Yaşam bir bütündür. Yaşamın her alanında devrimci olmak, öyle yaşamak, öyle davranmak gerekir. Pek çok işte nasıl ileri atılabiliyorsak, nasıl kolları sıvayıp “ben yaparım” diyorsak, nasıl patronun önerdiği ek işe cesaretle talip oluyorsak, aynı biçimde devrimciliğe ve onun gerekleri olan işe de öyle bakmak gerekir. Her yoldaşımız, kadrolarımız çalışmanın durumunu doğru değerlendirerek içinden geçilen anın görevlerine soyunma bilinciyle davranmalıdır. Bilince, özveriye, inada sürekli vurgu yapıyoruz. Bizce artık bu vurguyu somut örneklerle ele almak gerekiyor. Yaptığımız işler bize güç veriyor; ama önümüzdeki yapmamız gereken işlerle kıyaslandığında henüz hiçbir şey yapmamış olduğumuz, daha çok işin olduğu görülebilir.
Eğer içinden geçtiğimiz anın bilinciyle işe koyulacaksak sadece eski solcuların alışkanlıklarını değiştirmelerinden söz edemeyiz. Bizlerin de bir bütün olarak yaşamımızı devrimci mücadeleye göre şekillendirmemiz gerekir. Anlatmak istediğimiz, ölümü göze almak değildir. Tersine zaten devrim yoluna girenlerin bunu göze almış olduğu kesindir. Sözünü ettiğimiz, belki de ölmekten bile daha zor olan, yaşamımızın tümünü devrimci mücadeleye göre şekillendirmektir. Bu basit bir ayrıntı gibi görülebilir ancak ortaklarımız akşamları evlerinde televizyon seyredebiliyorlar ve bu yolla zaman öldürebiliyorlarsa, bu onların her alana ilişkin verimlerini azaltacaktır. Yaşamın her alanında; okulda, evde, fabrikada kişilikli tavırlarımızla, dünyayı kavrayışımızla çevremizdekilerin gözünde farklı bir yer edinebiliyorsak, bu bizim daha ilerdeki tüm çalışmalarımızı olumlu yönde etkileyecektir.
Her birimiz insanın insan tarafından sömürüsüne dayanan, sınıflı toplumların savunucusu olan kapitalist düzen içinde yaşıyoruz. Tekelci kapitalizm; çürümüşlüğün, kokuşmuşluğun batağıdır. İnsanı yok etmeyi amaçlayan bu sistem içinde aile ilişkilerinden okula, fabrikaya, yaşamın her alanına egemen olan meta ilişkileri ağıyla çevrelenmiş durumdayız. Bu ağı kırmak için, daha çok devrimci çalışmaya, ideolojik-politik çalışmaya, ajitasyon-propagandaya ağırlık vermeliyiz. Göreceğiz ki değiştirdikçe, müdahale ettikçe bizler de değişiyoruz.

Sonraki Bölüm: Devrimci Yaptığıyla Yetinemez

Devrimci Yaşam – Günlük Çalışma ve Moral

Önceki Bölüm: Çıraklıktan Ustalığa

Coşku ve moral, balık gibi tuzlanıp saklanmaz. Ondan; önce onu tuzlayıp, saklayıp, sonra yararlanmayı düşünemezsiniz. Devrimci insanın morali, onun yaşam biçiminin, günlük çalışmasının dinamiği tarafından üretilir.
Bu yönüyle moral, bir devrimcinin ahlâkî değerlerindendir. Yani devrimci, sisteme karşı giriştiği savaşımın sonucu olarak, mevcut sistemin ahlâkî yapısını parçalayıp atmak ve kendisini yeni ahlâkla donatmak durumundadır. Sınıflı toplumlarda ahlâk, sınıf savaşımı için özel bir silahtır. Varlığını ve geleceğini mevcut toplumsal koşulların devamına bağlayan (nesnel anlamda varlığı bu koşullara bağlı olan) sınıf, eski ahlâka sıkı sıkıya sarılır; ancak bu lafta böyledir, kuramsal planda böyledir. Pratikte ise, yaşamın dinamiklerine yenik düşerler. Böylece savundukları ya da sarıldıkları ahlâkî değerlere de asla uymazlar, uyamazlar. Örneğin; dini öne çıkarırlar; ama kendileri bunun gereklerini yerine getirmezler. Örneğin; aileyi öne çıkarırlar, her gün zina suçundan insanları cezalandırırlar; ama kendi yaşamları buna dayanır. Böylece egemen sınıflar, geleneksel ahlâkı başkaları için (sistemin devamı için) zorunlu görürlerken, kendileri bunu gizli ve/veya açık yollarla reddederler. Böylece egemen sınıf üyeleri kendi içlerinde bile tutarlı davranmazlar. Vatan savunusundan söz ederlerken de böyledir. Kendilerini kişisel olarak riske atmazlar. Sistem ayakta durmalı, bunun için var olan ahlâka uyulmalı; ama bunu asla kendileri yapmamalıdır. Bu riskten kaçınma, sözü ve pratiği bir olmak biçimindeki tutarlılığın yok olması demektir. Elbette bu da bir ahlâktır. Bu ahlâk doğal olarak, kendi savaşlarını yürütmek için paralı askerler tutma sonucunu doğurur. Fakat bu arada vatanseverlik duygusunun da yayılması gerekir. Bunu da yine para karşılığı medya yapar.
Paralı-asker, kısa süreli savaşlar için iyi sonuç veren bir yöntem olabilmektedir. Bu nedenle sisteme karşı savaşan işçi sınıfının yenilmesi için yeterince güçlü değildir. İşçi sınıfının sisteme karşı savaşımı uzun süreli bir savaşımdır. Ve böylesi bir savaşımı gönüllü biçimde ve kendisi için yürüten sabır, bu savaşı para için başkası adına sürdüren bir ordunun sabrını kat kat aşar. Bu nedenle paralı asker, sınıfın açıktan savaşa geçmesini önlemelidir. Bu açıdan daha az önemli olmayan bir araç da sınıfın rotasını şaşırtmaktır. Öyleyse vatanseverlik propagandası çok ama çok özel bir öneme sahiptir.
Egemen sınıf içinde daha çok da ona hizmet eden aydın kesim yoluyla, bu sözü edilen ilkelere sıkı sıkıya bağlı olan, bunlar için kendini riske atan kişilere rastlanır. Ne olursa olsun, bunlara saygı duyulabilir; çünkü tutarlıdırlar. Bunların morali olur.
Özellikle günümüzde kapitalizmin zaferine yürekten inanan, bundan çıkarı olmasının yanında bir de bu noktada belirli ilkelerle savaş yürüten aydınlar vardır. Elbette böyleleri, işçi sınıfı adına düşünce şövalyeliği yaptığını sanıp da (ya da böyle bir sanı yaratıp) düşmana hizmet edenlerden daha çok saygıyı hak ederler.
Egemen sınıfa karşı savaşan, ezilen ve sömürülen sınıflar için ise durum tersinedir. Kautsky henüz Marksist iken bu konuda şunları yazıyordu:
“Bu sınıfların çıkarları egemen ahlâka yol açan toplumsal temellere bütünüyle karşıdır. Onların buna uymakta hiçbir nedeni yokken, karşı bir şeyler yapmaları için her türlü nedenleri vardır. Egemen toplumsal düzene karıştıklarının ne denli bilincinde olurlarsa kendi ahlâkî öfkeleri o denli güçlenecek ve eski geleneksel ahlâka karşı toplumun bütününe uygulamak isteyecekleri yeni bir ahlâk oluşturmaya o denli eğilim duyacaklar.” (Kautsky, Seçilmiş Politik Yazılar, Kavram Yay. s. 51)
Bu yeni ahlâkı oluşturmaya duyulan eğilim ancak sınıf savaşı içinde vücut bulur. Devrimci örgüt, bu ahlâk ile savaşımı başlatan savaşçılardan oluşur. Elbette bu savaşçılar da sınıf savaşımı içinde kendilerini aşarak, daha ileri yürürler. Devrimci insan böylesi bir savaşıma girişmiş, kendi iradesi, kendi bilinci ile kendisini devrim saflarına katmıştır. Böylesi bir kişinin morali, bu ahlâkî temele, bu nesnel temele, bu geleceği fethetme amacına, sömürüsüz ve savaşsız bir dünya ülküsüne bağlıdır.
Devrimci insan bu tarihsel görevin bilincinde olması dolayısıyla kendi günlük yaşamını kurar. Kendini devrime, eski toplumun yıkılışı ve yeni toplumun kuruluşuna adar. Bu bilinçle devrimden, devrimci savaşımdan, onun önderi ve yeni dünyanın kuruluşunun aracı olan parti içindeki yaşamından başka gelecek aramaz. Kendi geleceğini devrimin geleceği ile birleştirir. Peki, bu sadece teorik olarak mı böyledir?
Devrimci amaçlar ile devrimci günlük yaşantısı arasında egemen sınıf üyelerinin pratiklerinde var olan ikiyüzlülüğün temeli yoktur. Bu, ancak devrimci insanın yozlaşması demek olan, kişisel yaşamına düşmesi durumunda mümkündür. Yani nesnel bir zorunluluk değildir. Öyleyse devrimci insanın pratiği, bu ahlâka uygun olmak durumundadır.
İşte devrimci insanın, devrim savaşçısının moralinin temel kaynağı yaşamını bu yalınlık içinde kurmasından, böyle yaşamasından gelir. Bu moral etki insanı daha kendine güvenli ve daha güçlü yapar.
Günlük mücadelede, işlerin en kötü gittiği koşullarda bile devrimci bilincin ifadesi olan komünist morali bozmamak, ona gölge düşürmemek, bu nedenle olanaklıdır. Böylesi bir moral, hapishane duvarlarını delip geçer, böylesi bir moral düşman eline düştüğü andan başlayarak farklı bir alanda çalışmaya başlamış olan birisinin enerjisi ile çalışmaya koyulur. Böylesi bir bilince dayalı moral, hiçbir durumda ve hiçbir yerde kendini bir suçlu gibi görmez; ezik kişilik onun pratiğinin kustuğu kişiliktir.
Ne için savaştığını bilen, bu bilinç ve inançla davranan, işe koyulan bir savaşçının morali, hiçbir zorluk tarafından alt edilemez. Zorluklar aşılmak içindir, sorunlar çözülmek için sıraya sokulur, hepsi budur.
Devrimci insan bir hayalperest değildir. O, zorunluluğun bilincine varmış bir yapı ustasıdır. Onun yenilgi nedir bilmez morali, “ne bir din adamının dumanlı vaadinden, ne de bir hülyanın gönlü yakışındandır.” Demek ki bu moralin en ayırt edici yanı bilinçtir; tarih bilincidir, sınıf bilincidir.
Öte yandan günlük dilimizde moral biraz daha pratik anlamı ile kullanılır. “Moralin bozulması” böylesi pratik bir anlam içinde, geçici bir ana özgüdür. Bu anlamı ile moral, bizim anlattığımız anlamı ile morale göre daha dar kapsamlıdır; ama ondan tümüyle ayrı değildir.
Günlük mücadelede, sadece tarihsel planda ne için mücadele ettiğini bilmek yetmez. Zaten günlük mücadele, savaşım olmadan böylesi bir bilince de gerçek anlamı ile ulaşılamaz. Bu ikili yönü, bu karşılıklı etkiyi görmek gerekir.
Tüm yoldaşlarımız, tüm organlarımız, bu nedenle günlük mücadelede sürekli devrimci morali yüksek tutmak durumundadırlar. Elbette bu eksiklikleri gizleyen, kendi hatalarından korkan kişilerin sahte moral takviyelerinden farklı bir şeydir. Eksiklikler karşısında yılan ve yıkılanları uğurlarken, kalanların arkalarına bakmaz tutumları bu morali pekiştirir. Bu tüm savaşım boyunca böyledir.
Şimdi bir miktar somuta inerek bir örnek ele alalım. Örgütümüz zaman zaman yoğunlaştırılmış, ortak yaşama dayalı faaliyetlerle eğitime önem vermektedir. Bu ortamlarda hem verim artmakta, hem moral yükselmektedir. Öyle ki pek çok organımız henüz örgütlenmesi tamamlanmamış sempatizanları böylesi çalışmalara katma önerileri getirmektedir. Bu çalışmalar bir bütün olarak hareketin yolunu açmakta, ona gücünü göstermektedir.
Pek çok yoldaşımız bu çalışmaları değerlendirdiklerinde, bu çalışmaların daha uzun sürmesi gerektiğini söylüyor. Kuşkusuz bazı davranışların alışkanlık haline gelmesi, bazı alışkanlıkların yenilmesi için bu gerçekten de gereklidir. Fakat bunun koşullarını oluşturmuş değiliz. O nedenle pek çok yük, bu çalışmanın sonrasında, bu çalışmaya katılanlara düşüyor. Bu aynı zamanda merkezi anlamda böylesi bir yoğunlaşmayı bekleme psikolojisini de yener. Yani “1999 yılı için böylesi bir çalışma yapacağız ve arada bu yoldaşımızın bu sorunu da çözülür” diye düşünmemek gerekir. Tersine yoğunlaştırmayı süreklileştirmeye çalışmalıyız.
Ancak bu etkinin, yoğunlaştırılmış dönemlerdeki gibi tüm zamanlarda da sürekli olmaması endişe konusudur. Gerçekten bu sağlanamıyor. Her yoğunlaşmadan sonra bir bütün olarak daha üst düzeyde bir yoğunlaşma sağlanması da ortak yaşam/eğitim alanlarındaki düzeyde tutturulamamaktadır.
İşte bu noktada yazının en başındaki yere geliyoruz. Devrimci coşku, tuzlanarak saklanmıyor. Ondan, sonradan yararlanmayı düşünemezsiniz. Hemen o an, hemen o sırada işe koyulmamız gerekir. Bu örgüt içinde de böyledir, yığına dönük çalışmada da.
Yığının en hareketli, coşkulu olduğu anda onunla kurduğumuz ilişkiyi sıçratmalısınız. O halde tam o döneme tüm gücünüzle yüklenmelisiniz, artık böylesi anlarda ayda bir bildiri yazmak, haftada veya 15’te bir görüşme yetmez, yararlı olmaz. Tersine; aktif, yoğun bir döneme girmiş olmanın bilinciyle davranılmalı.
Örgüt içinde ise çalışma perspektifi gözden geçirilmeli, öğrenilenlerin hayata geçmesine engel olan, çoğunlukla küçük çıbanlar temizlenmeli (ev sorunu, düzensizlik, sistematik çalışma yapamama, zamanlama, alışılmış düşünceyi kıramama vb.) somut hedefler gözden geçirilmeli, uygun görev dağılımı yapılmalı, en önemlisi zamanlamaya dikkat edilmeli. Herkes sorumluluğunu net olarak bilmelidir. İşte bunlar gerçekleştiğinde, düzeydeki ortalamanın “otomatik” olarak çok ilerisine geçilecek, iki ay bir 15 güne sığacak, bir yıl 4 aya sığacaktır. Zaman böyle uzatılır. Uçurumu atlamak için gerekli olan tek adımı atmaya böyle hazır olunur. Zamana hükmetmeye başladığımız zaman her anlamda moral ortaya çıkar.

Sonraki Bölüm: Kadro ve Zaman

Devrimci Yaşam – Çıraklıktan Ustalığa

Önceki Bölüm: Alışkanlıklarımız, Ayakbağlarımız

Her ustalığın, profesyonelliğin gerisinde, çıraklıkla ifade edilen dikkatin, disiplinin, işle bütünleşmenin, yoğunlaşmanın, deneyim ve bilgi birikiminin, kendini işe göre yeniden örgütlemenin eksik olduğu bir dönem vardır. Bu dönem, bu nitelikleri kazanmakla birlikte, kişinin kendini tanıma gücünü, yeteneğini ölçtüğü, güven kazanma enerjisini amaca uygun olarak daha verimli ve planlı kullanarak daha mükemmel sonuçlar almaya doğru ilerlediği dönemdir. Burada ustalık ya da profesyonellik bir bilgi ve deneyim birikimi olmanın ötesinde, bir davranış ve alışkanlıklar toplamıdır. Nicel birikimin nitel bir sıçramayla, eksik kişiliğin arkada kaldığı yeni bir kişiliğe ulaşılması, kişinin kendini yeniden örgütlemesidir.
Devrimci yaşamda da bu böyledir. Yaşamın her anında; okulda, fabrikada, sokakta vb. devrimci düşünce ve eylemle tanışırız. Bu tanışma bizi biraz da farkında olmadan bazen ürkek, bazen kararlı bir tarzda, adım adım yeni bir yaşama doğru çeker. Devrimciliği bir yaşam biçimi olarak seçeriz. Fakat bu seçim çoğu zaman bilinçli ve örgütlü değildir. Daha çok, tepkilere ve umuda dayanır. Nedeni ne olursa olsun, bu yeni yaşam, en baştan eski kişilikle bir çatışma olarak karşımızda durur. Düzenle, el yordamıyla girdiğimiz bir hesaplaşma hem yakın çevremiz hem de eski kişiliğimizle bir hesaplaşma olarak sürer. Bazen o bizi yere serer, bazen biz onu. Ta ki yeni yaşam eskisi üzerinde bir zafer elde edinceye, eksik kişilik aşılarak yeni ve örgütlü bir kişiliğe kavuşuncaya dek.
Bu seçim her ne kadar kişisel görünse de toplumsal bir temele sahiptir. Toplumsal bir varlık olarak insan, kendi yaşamını tek başına kendisi belirleyemiyor. Ya önceden hazır bulduğu bir otoritenin (aile, okul, işyeri ve bunların hepsini belirleyen devlet) ya da toplumsal temeli karşıt sınıfların, işçi sınıfının varlığına dayanan, kendisinin oluşumuna katkıda bulunduğu devrimci bir otoritenin altında kendisini ifade ediyor. Ya “özgür” yurttaş olarak var olan otoriteye bağlanıyor ya da gerçekten özgürleşerek devrimci otoriteye bağlanıyor. Birinci durumda kişinin bilinçli ve örgütlü olmasının hiçbir önemi yoktur. Onun için her şey önceden hazırlanmıştır. Ondan istenen sadece itaat ve boyun eğmedir. İkinci durumda ise bilinçlilik, otoritenin temelidir. Başka türlü bir azınlığın çoğunluk haline gelmesi ve gücünü binlerce yıllık bir geçmişten alan özel mülkiyet düzeniyle birlikte, onun yarattığı yerleşik düzen ve alışkanlıklar nasıl alt edilir?
Devrimciliğin bir yaşam biçimi olarak seçimi ve bunun kaçınılmaz devamı olan kişilik çatışması, tek bir bireyin seçimi ve hesaplaşması olarak, ne anlamlı ne de sonuç alıcıdır. Bu ancak örgütsel bir yapı içinde anlam kazanır ve sonuç alır. Eski değerler yok edilerek yeni bir değerler bütününe ulaşılır.
Ustalaşmak, profesyonelleşmek kapitalizm ile sosyalizm arasındaki tarihsel mücadelenin iç cephesi, devrimci örgüt ya da kişinin yerleşik bilinç, örgütlenme ve alışkanlık biçimleriyle hesaplaşmasıdır. Bu cephe kazanılmadan devrimcileşmek, profesyonelleşmek olanaksızdır. Nasıl olanaklı olabilir ki?
Hâlâ eski ahlâk anlayışını taşıyorsak, eksiklerimizi, yapamadıklarımızı başkalarıyla, başka şeylerle açıklıyorsak, suçu zorluklarda ve koşullarda arıyorsak, başkalarının emeğini gasp edip onun üzerinde kendimize bir yer ediniyorsak, eleştiriyi eksik kişiliğimize bir saldırı olarak alıp savunmaya geçiyorsak, yalanlara “devrimci” mazeretler (teknik arıza, unutma vb.) bularak hem kendimizi, hem de örgütü aldatıyorsak, açıklık ve doğruluğu kendi konumumuza yönelik tehdit olarak görüyorsak, hem de bütün bunları özgür irademizle yer aldığımız devrimci örgütte yapmayı deniyorsak, devrimcilikten, yeni insandan nasıl söz edilebilir?
Buradan çıkan sonuç; ustalaşmak ve profesyonelleşmenin yakaya takılan bir rozet değil, kişiliğin yeniden örgütlenmesi olduğudur. Bu yeniden örgütlenme, birinci olarak; örgütün amacına, örgütlenme ve eylem tarzına uygun olmalıdır. Kısacası profesyonellik, örgütün amacı, örgütlenme ve eylem tarzı tarafından belirlenen ilke ve normları içeren bir yeniden örgütlenme, devrimciliğin bir yaşam biçimi haline dönüşmesidir.
Ana hatlarıyla, gönüllülük, disiplin, özveri, iddialı olmayı ve kendine güveni temel alan bir alçakgönüllülük, emeğe saygı, eleştiriye karşı duyarlılık, açıklık, kendine ve örgüte karşı dürüstlük, girişkenlik, kavrayış enginliği, ani ve doğru karar verme yeteneği, söz ve eylemin birliği vb. olan bu ilke ve normlar, bu yeni örgütlenmenin temelini oluşturur. Bütün bunlar devrimci bir örgütün bünyesinde, örgütle bütünleşme, amaca kilitlenme ve yoğunlaşma koşullarında oluşarak bir yaşam ilkesi haline dönüşür.
Örgütle bütünleşme, devrimde yoğunlaşma, örgütü ve devrimi ilgilendiren bütün konulara, onu tehdit eden bütün gelişmelere karşı azami bir duyarlılık göstermek, devrimin ve örgütün kaderini bir anlamda avuçlarının içine almaktır.
Sıradan bir insanın bile yaşamını çekilmez hale getiren günlük kaygılardan, yarın endişesinden, devrim dışında bir yaşamı arama ikiyüzlülüğünden, alçak gönüllülük adına kendini dayatma tutkusundan, eksikte ve hatada dahi bir üstünlük arama kompleksinden, ilgisizliği ve boş vermişliği bahanelerle örtme, her durumda başa zorlukları yazarak yapamadıklarını onlarla açıklama ve hayatın küçük zevklerini, kişiselliği yaşama adı altında bir erdem olarak görme alışkanlığından kurtularak, arı bir yaşam ve mücadele felsefesine ulaşmak; işte yeniden örgütlenme ile kastedilen budur. Bu ise ancak örgütle bütünleşerek, devrimde yoğunlaşarak kazanılabilir.
Örgütle bütünleşme ve devrimde yoğunlaşmayı, devrimci yaşamın bir kesitinin uğraşı ya da eksik kişiliği topluma kabul ettirmenin aracı olarak değil, devrimci bir yaşam biçimi olarak kavramak, kendini beş yıla on yıla göre değil, düzene akan bütün kanalları kurutarak, iz bırakacak bir yaşama göre örgütlemektir.
Zorlukları yenecek güç ve güvenin kaynağı, örgüt gizliliğini korumanın anahtarı buradadır.

Profesyonel Devrimcilik
Devrimci eylem ideolojik, politik ve örgütsel bir eylemdir. Bu eylemde ideolojik belirlemeler, hattın çizilmesi, ilke ve kuralların konulması ne kadar önemli ve vazgeçilmezse bunların pratiğe aktarılması ve pratik içinde yetkinleşerek yeniden kavramlaştırılması da o ölçüde önemli ve vazgeçilmezdir.
Üretici güçlerin bugünkü gelişmişlik düzeyinde herhangi bir iş; belirli bir örgütleniş tarzı yani otorite ve işbölümü dışında düşünülemez. Bilinç, disiplin, inanç, özveri, cesaret vb. insan niteliğiyle ilgili temel öğeler böyle bir örgütlülük ve işbölümü içerisinde anlam kazanır. Var olan toplumsal yapıyı yıkıp yeni bir toplumsal yapıyı inşa etmeyi amaçlayan devrimci eylem, insan eyleminin diğer bütün biçimleriyle karşılaştırıldığında en üst düzeyde bir toplumsal eylemdir. Bunun anlamı devrimci eylemin bütün toplumu kapsayacak bir bakışa, yapıya ve tarza sahip olması yanında toplumsal eylemin tek tek alanlarında kendini ideolojik, politik ve örgütsel ifade edebilecek bir tarzı yakalamasıdır. Böylesi bir eylem, doğal olarak gelişmiş ve yetkinleşmiş bir örgütleniş tarzını (otoriteyi) ve iş bölümünü zorunlu kılar. Burada otorite; toplumsal eyleme bütünsel bakışın, bütünsel ve derinlemesine bir örgütleniş ve eylemin yürütülmesini, iş bölümü ise bu temel üzerinde amaca uygun etkili ve yaygın bir örgütleniş ve eylemin güvencesidir. Bu otorite ve iş bölümünü tamamlayan ve anlamlı kılan diğer bir unsur ise, bizim çoğu zaman kadro kavramıyla ifade ettiğimiz yoğunlaşma ve uzmanlaşmadır. Bu üç unsur bir arada bize en genel tanımıyla devrimci öncüyü verir.
Bu kısa belirlemeler bizi iki temel kavrama taşıyor. Birincisi; yeni bir toplumsal otorite ve iş bölümünde ifadesini bulan ve kapitalist toplumdaki kökünü devrimci örgüt olarak tanımlayabileceğimiz devrim, ikincisi; uzmanlaşma ve yoğunlaşmada ifadesini bulan, terminolojimizde bilinç, cesaret, disiplin, özveri vb. niteliklerle betimlenen devrimci.
Bizden “profesyonel devrimci” tanımı yapmamız istenseydi, eminiz ki bütün yoldaşlar istinasız şu kısa tanımı yaparlardı “profesyonel devrimci, 24 saatini veren kişidir.” Fakat Lenin’den bu yana bir belirleme olarak kullanılan bu tanım, bizi aydınlatacak bir netlik içermiyor. Bu tanım, devrimciyle bir lafazanı, devrimi adım adım sabırla, inatla örgütleyen, kendini devrimin kaderiyle bütünleştiren bir devrim işçisiyle, 24 saat oradan oraya koşturanı, bir artizanı ayırmıyor. Tersine işleri büsbütün karıştırmamıza zemin teşkil ediyor. Öyle ki sloganlaşmış birkaç sözü papağan gibi tekrarlayan, bütün gününü kendini heba edercesine oradan oraya koşturmakla geçiren, her eylemde en önde görmeye alıştığımız ve bu durumuyla çoğu zaman bizim hayranlığımızı kazanan ve hatta kendimize örnek olarak aldığımız bir yoldaşımız, bir süre sonra bütün kofluğuyla dizimizin dibine yığılınca apışıp kalıyoruz. Burada da kalınmıyor, çoğu durumda o yoldaşımızın durumu bizi etkiliyor, kendimize güvenimizi kaybediyoruz. Neden? Çünkü biz çoğu zaman niteliğe değil, öne çıkana, bize sunulana bakıyoruz. Böyle bir yoldaşımızın olağanüstü koşuşturması bizi büyülüyor, ne ürettiğine, kendine ve örgüte ne kattığına bakmıyoruz ve şaşırıyoruz.
Devrimi bir yeniden doğuş, devrimciyi de bu yeniden doğuşun taşıyıcısı, ustası olarak ele alıp kendimizi buna uygun olarak hazırlamıyorsak, “24 saat devrimcisi” olsak ne olur? Profesyonel; işi, görevi ile kendini bütünleştiren, kendini işine uygun yeniden örgütleyebilen kişidir. O halde profesyonel devrimci; toplumsal sorunları ve gelişmeleri izleyen, yorumlayan, savaşım için sonuçlar çıkarabilen, savaştığı ülkeyi ve o ülkenin sınıf ve halk gerçeğini bir tarihsel bakış içinde kavrayan, işçi sınıfını devrimin öncüsü olarak örgütleyebilecek bilgi ve beceriyi gösterebilen, düşmana karşı savaşımda ustalaşan, Marksizm’i bir bilgi yığını olarak değil, bir eylem kılavuzu olarak kavrayan, onu kendi bilgi ve eylemiyle zenginleştiren, bütün bilgi, beceri ve yeteneğini devrimi örmeye, örgütü koruyup geliştirmeye hasreden, kısaca örgütün ve devrimin kaderiyle bütünleşen kişidir.
Bu tarzda bir devrimcilik, örgütün ve devrimci eylemin sürekliliğinin teminatı, zaferin kaldıracıdır.
Buraya kadar anlatmaya çalıştığımız; profesyonel devrimciliği, ideolojik, politik ve örgütsel bir bütünlük içinde kavramanın gerekliliğidir. Yani profesyonel devrimci; yetişmiş bir ideolog, iyi bir ajitatör ve propagandist, iyi bir örgütçü, politik gelişmeleri önceden sezebilen ve onlara karşı doğru taktiği, doğru savaşım yöntemlerini bulabilen iyi bir savaşçıdır.

Sonraki Bölüm: Günlük Çalışma ve Moral

Perspektif

Direniş hattı, Birleşik Emek Cephesi

Saray Rejimi, onlarca yıldır, her hak arama eylemine, toplumun her nefes alma girişimine, kadınların, gençlerin, işçilerin her türlü eylemine azgınca saldırmaktadır. Tüm güçlerini seferber...