Ana Sayfa Blog Sayfa 302

Devrimci Yaşam – Suni Bir Ayrım: Örgüt ve Parti

Önceki Bölüm: İşçi Sınıfını İktidara Taşıyacak Araç Olarak Parti

Ülkemiz devrimci hareketi, (daha geniş anlamı ile sol hareket tarihi değil, devrimci hareket) tarihi boyunca, işçi hareketi ile aynı kanallardan akmamıştır. Kısa süreli kesişme noktaları olmuş; ancak bir tek kanal yaratamamıştır.
Bu zaten kendiliğinden olmaz. O halde bu tespitin bir başka okunuşu şudur: Devrimci hareket, işçi sınıfını devrimcileştirememiştir. Yaşanan yenilgiler, en çok bu nedenle, kalıcı zaferlerin kaldıracı haline getirilememiştir.
Bu öznel bir eksikliktir. Bu öznel eksiklik, pek çok etkenin rol oynadığı bir süreçtir. Örneğin; tarih bilinci eksikliği, örneğin; somut durumun “eksik” tahlili vb. gibi. Fakat aslında bu eksiklikler, sonuçta örgüt anlayışında somutlaşır. İdeoloji, örgütlü bir davranışa dönüştüğü zaman, ayrıştırıcı ve aynı anlama gelmek üzere birleştiricidir. İdeoloji örgütsel davranışa dönüşmeye başlayınca, grupları (isterseniz kişileri) birbirlerinden, benzerlerinden ayırır; ama kendini net ifade etme gücüne dönüştüğündeyse, başka bir tarzda birleştiricidir.
Pek çok kişi kabul etmektedir ki, devrimci hareketimiz “birlik” içinde değildir. Bunu kabul edenler arasında dost olmayanlar varsa da samimi ve dost olanlar da azımsanacak düzeyde değildir. Fakat bir yanlış anlayış, birlik konusundaki tartışmalara egemendir. Sanılıyor ki, herkes “ayrı gruplar” şeklinde örgütlendiğinden bir “ayrılık” çıkıyor. Tersine, devrimci hareketimiz tarihinde ayrılıklar “tam” değildir. Ya da örgütsel davranışta ifadesini bulan ideolojik ayrılıklar fazla değildir.
Bir grup, kendi rotasını, başkalarından habersiz olarak belirlerse ve bu konuda ne kadar sağlam bir çalışma yaparsa, aslında kendi benzerlerini o kadar rahatlıkla sezer, anlar. Yani, kendini net ifade edebilme durumu, kendini ideolojik, örgütsel ve ahlâksal olarak ifade edebilme durumu ne kadar gelişmiş ise, o kadar “ifade eksikliğine” dayalı ayrılıkların, sudan ayrılıkların önüne geçilmiş olur. Başka ifade ile anlatalım. Eğer bir hareket kendini, amaçları ve ilkeleri ile ortaya koyarsa, ayrılıklar o kadar azaltılır. Yani, bir hareket, kendini başkalarına göre değil, kendi analizlerine göre, kendi düşleri ve eylemleriyle tarif etmelidir. Bu ise zordur. Başkasının savunduğu bir görüşte hata bulmak kolay yoldur; ama bütünlüklü bir görüş ifade etmek hem zordur, hem de kazandırıcıdır. İşte bu temelde söyleyecek olursak, ülkemiz sol hareketinde, ideolojik ayrılıklar ya da ideolojik ayrılıklara dayalı örgütsel ayrışmalar azdır.
İşte burada, bunun en temel nedeni, parti konusundaki yanlış kavrayış olarak ortaya çıkar.
Bilinç, sonuçta eylemde ifade bulduğunda bilinçtir. Toplumsal mücadelede bu eylem, ilk ve temel olarak, örgüttür. Yani, bilincin ifadesi, nasıl bir araç yaratıldığındadır. Taşı delmek için bulunan araç, bilincin keskinliğinin de ifadesidir. Toplumsal mücadelede bu aracın, her iki sınıf açısından da örgüt olduğunu biliyoruz. Burjuvazinin aracı ya da temel örgütü, devlettir. Devletin gelişimi ve şekillenişi, egemen sınıf bilincinin en somut bilincidir.
İnsanın tarihteki rolü, bilinciyle gelişiyorsa, bilinç de en somut ifadesini, en tartışmasız ifadesini örgütte buluyor. Buna göre örgüt gelişiyor, şekilleniyor.
Öyleyse, bilinç-örgüt bağlantısını yansıtan bir netleşme, asla ayrılık sayılmaz.
Buna rağmen, sol hareketimizin, daha özel olarak devrimci hareketimizin bir birlik sorunu olduğu da açıktır. İşte biz bu noktada, birliğin, iyi niyetli birleşme çağrılarına bağlı olmadığını, tersine kendini örgütsel olarak net ifade etmekte saklı olduğunu geliştiren eylem ile sağlanacağını iddia ediyoruz.
Devrimci hareketimiz, gücü nitelikte aramayı öğrendikçe, bu sorun da çözülecektir.
Nitelik, örgüt ve eylemdedir.
İşte tam bu noktada bir yanlış bakışı düzeltmeliyiz.
Sol hareketimiz tarihi içinde, örgüt ve parti, birbirinden sunî bir biçimde ayrı tutulmuştur. Şöyle bir basamaklandırma genel olarak kabul görmektedir: Önce grup olursun, sonra örgüt ve en sonunda da parti. Bu basamaklandırmada gizli mantık, şöyle ifade edilebilir: Grup isen, hataların daha bağlanabilirdir; zira iddian da azdır. Örgüt olduğunda, henüz tam bir şey olmuş sayılamazsın. Parti olduğunda ise, büyümüş ve “her şey olmuş” sayılırsın. Kimine göre parti oldun mu, senin yapamayacağın iş yoktur, kimine göre parti oldun mu, “öncülüğü de aldın” demektir. Bunlar birer hedef olarak da ele alınmaz, neredeyse iş bitmiş demektir.
Aslında, bu bakış, örgüt ve parti arasında, sunî bir ayrım yaratmaktadır; ama bu bakış destek görür. Hem parti olunca, “büyüdük” demek isteyenlerce, hem “gücümüz olmadığı için adımız örgüt olsun” diyenlerce. Biri partiyi “şişirir”, diğeri örgütü küçümser. Böylece, nicelik olarak büyüdükçe “parti” olunur, büyüyemedin mi de örgüt olarak kalınır.
Bu bakış, dünyanın pek çok ülkesinde, devrimcilerce anlaşılamaz; çünkü adı parti olmadığı halde, iktidara yaklaşan, iktidarı alan, iktidarı alma mücadelesini tüm yönleri ile yürüten örgüt veya hareket vardır.
Demek oluyor ki, örgüt isminin sonunda yer alan bir “P” harfi ile bir “H” harfi ya da bir “Ö” harfi, durumu değiştirmez.
Parti, “part” sözcüğünden, yan parça, ya da ayırmak sözcüğünden geliyor. Parti, kendini benzerlerinden ayırmak anlamına geliyor. Siyasal açıdan kendini benzerlerinden ayırmak, amaç ve ilkelerde bir şekillenmeyi gerektirir. Yani, eylemine yol gösterecek amaç, bu amaç etrafında örgütleniş ve bütünleşme anlamındadır. Bu durumda, sana en çok benzeyenlerin içinden, amaç ve ilkeler etrafında ayrılmak, işin temeli oluyor.
Bu temelde, örgüt ile parti arasında ciddi bir ayrım yoktur. Örgüt, daha genel bir isimdir. Örnek olsun, parti bir örgüttür. Partinin de kendi örgütleri vardır; Ankara örgütü, gençlik örgütü vb. Parti bir örgüttür, parti örgütleri de birer örgüttür. Parti örgütleri, partiye bağlı örgütlerdir, program ve amaçları açısından tamamen bağlı, belli örgütleniş biçimleri açısından farklı; ama ilkeleri açısından yine bağlıdırlar.
Parti, literatürde daha çok siyasal örgütü anlatmak için kullanılır. Bir anlamda, net bir iddiayı ifade eder. Fakat diyelim ki siz bir siyasal “hareket” olarak kendiniz ifade ediyorsunuz. Bu durumda ya henüz program ve ilkeler açısından şekillenmenizi tamamlamamışsınızdır ya da bu süreci tamamladığınız halde, herhangi bir nedenle, bu adı seçiyorsunuzdur. Bu ikinci durumda, bir “hareket” ile bir parti aynı şeydir. Burada seçilen adın kuşkusuz bir mantığı olabilir; ama belirleyici bir ayrım (parti ve örgüt arasında bir ayrım açısından) değildir.
Siyasal bir örgüt, eğer devrimcilerin örgütü ise, iktidarı almanın, iktidarı alma mücadelesinin aracıdır. İşçi sınıfının iktidara taşınması ve sınıfların ortadan kaldırılması amacına bağlı olarak eylem yürütür. Ve tabii ki böylesi bir “özne” kendine hangi adı verirse versin bir partidir.
İşte bu noktada, bu basit gerçekliğin kabulünü önleyen pek çok önyargı vardır ülkemizde. Bunun en trajik örneği Devrimci Yol örneğidir. Devrimci Yol, ülkenin hemen her köşesinde örgütlü, adının sonunda “parti, hareket, örgüt” geçmeyen, kendini örgüt olarak kabul eden; ama parti olarak görmeyen bir örgüttü. Peki, parti olmasının önündeki engel neydi? Aslında Devrimci Yol yönetiminin, 12 Eylül’ün hemen öncesinde, “iç savaş” tespiti yaptığı halde, “parti kuramayız” kararı almış olması bunun nedenini son noktada iyi anlatır. Devrimci Yol, öncü savaşı başlatma işini, partinin kuruluşunun sonrasına koyar. “Parti kurulduktan sonra öncü savaş başlar”, ifadesi giderek partinin hiç kullanılmamasına ve doğru “iç savaş” tespitinin ardından, işçi ve emekçileri iç savaş anında partisiz bırakma kararına vardırılmıştır. Yani, burada, “Eğer parti olursak, öncü savaşı başlatmak konusunda tüm bahanelerimiz de kalkar.” gizli mantığı vardır. Kuşku yok ki öncü savaşını başlatan güç ya da grup, gerçek anlamda (belki program ve tüzüğü yazılmamış olsa da) bir partidir. Onun için parti-öncü savaş önceliği tartışması gerçekte sunî bir tartışmadır, yapaydır. Öncü savaşını başlatmak bir irade işidir. Zaten parti de bu iradeyi koyabilmektir. Burada kaç kişi olduğunun bir önemi yoktur.
Bir grup yola çıkarken, önünü tam göremiyor ya da başka taraftan yola çıkan kollarla çakışma ümidi taşıyorsa ya da sadece o an için öyle olduğunu görüyorsa kendi adını bir grup, bir hareket, bir örgüt olarak koyabilir. Giderek netleşip bir yol çizebilecek noktaya gelinirse, aslında parti haline geldiği halde, adını eskisi gibi tutabilir; ama her iki durumda da öncülük iddiasını içinde taşır. Burada öncülük, kendi dışındaki devrimci gruplara öncülük anlamında da değildir. Hayır, bununla sınırlı olamaz. Öncülük, ilkin, devrimin temel dayanağı olan işçi sınıfına, kitlelere öncülüktür. Nice örgüt vardır ki parti adı taşımadığı halde kitlelere öncülük etmiştir ve nice parti vardır ki adına rağmen öncülük ile zerre kadar ilgisi olmamıştır. Zira öncülük isme bağlı değildir. Öncülüğün ne olduğunu bir sonraki başlığa bırakalım.
Bitirirken, parti-örgüt ilişkisinin, partinin örgütleri bağlamında ele alınmasını burada gerekli görmüyoruz. Sadece söylemek gerekir ki devrimcilerin partisi, örgütlerin bütünüdür. Yani o örgütler, komiteler vb. şeklinde örgütlenir.

Sonraki Bölüm: Parti ve Sınıf

Devrimci Yaşam – İşçi Sınıfını İktidara Taşıyacak Araç Olarak Parti

Önceki Bölüm: Araç Olarak Parti

Araç, bizde, çok “önemli” olmamayı anlatır; ama burada öyle değil. Araç, amaçla sıkı sıkıya bağlı, amaca varmak için gerekli olanı anlatır. Konumuz işçi sınıfının partisi olunca Lenin’in sözlerini hatırlamak yeterli: “İşçi sınıfının devrimci partisi, onun burjuvaziye karşı savaşımında tek gerçek silahıdır”. Yani, öyle kolay vazgeçilir, “olmazsa da olur” cinsinden bir araçtan söz etmiyoruz.
Peki, nasıl bir araçtan söz ediyoruz?
Biliniyor ki bir şeyi tarif etmek, “şöyle değil, böyle hiç değil, böyle de değil” gibi, ne olmadığını anlatmakla aynı şey değildir. Mesela, Kongo’nun yerini tarif ediyor olalım: “Efendim Kongo, Avrupa’da değil.”, “Efendim, orada Almanca konuşulmaz.”, “Efendim, zengin bir ülke değil.” vb. gibi olumsuzu tarif eden, ne olmadığını anlatan cümleler amaca uygun düşmez. Konuyu bulandırmaya daha uygundur.
Şimdi biz de, devrimci parti “ne değildir”i değil, “nedir”i tartışalım.
Devrimci parti, işçi sınıfını iktidara taşımanın aracıdır. Bu amaçla, o, içinde yaşadığımız ve yıkmak için mücadele verdiğimiz düzeni aşmış olmalıdır. Mevcut sistemin ahlâk anlayışını, insana yaklaşımını vb. aşmış olmalıdır.
Bir araç, amaca uygun bir yapıya sahip olmalıdır. Tıpkı ağaç kesmek için keskin bir aletin kullanılması, güç alabilmek için bu keskin uca bir sap yapılması gibi. Devrimci partinin, işçi sınıfının kurtuluşuna uygun bir programı olmalıdır. Mevcut sistem içinde “reformlarla” sınırlı bir bakış, sistemi yıkmayı ve yenisini kurmayı hedeflemeyen bir bakış, bu amaca uygun bir örgüt, bir araç yaratamaz. Fakat “aşmak” dediğimiz şey, sadece, ideolojik, programatik bir mesele değildir. Dahası, buna uygun bir ahlâkı yeşertmesi, buna uygun ilkeler oluşturması, geleceğin toplumunun embriyonlarını bugünden kendi saflarında barındırması gerekir. İdeoloji kadar ahlâk, program kadar ilkeler de önem taşır.
İşte burada bir adım daha ilerleyebiliriz. Bir partinin niteliği hakkında bilgi almak istiyorsak, “onun kendi hakkındaki fikrine” bakmak yetmez. Bir parti; ben devrimciyim, diyor diye öyle olmaz. Bakılması gereken; eylemdir, siyasal tutumdur.
Eylem, program ve ilkeleri, ideoloji ve ahlâkı birleştiren, bir arada yoğuran etmendir. Eylem, bilincin ve niteliğin en dolaysız dışavurumudur. Demek oluyor ki, devrimci parti bir savaş örgütüdür.
Peki, ama nasıl bir savaş örgütü? Bunun için hazır reçete aramak, Marksizmden bir dirhem nasiplenmemek demektir. Fakat konunun temel direkleri vardır.
İlk olarak; devrimci parti, burjuva partilere alternatif olarak örgütlenmez. Bu kritik bir ayrım noktasıdır. İşçi sınıfının partisi, sistem içi bir parti değildir ve parlamentoyu kullansa bile, parlamentoya göre, onu baz alarak örgütlenemez. İşçi sınıfının nihaî amaçlarının her koşulda savunucusudur ve bu laf ile olmaz. Her koşulda işçi sınıfının çıkarlarını savunmak demek, ona uygun örgütlenmek demektir. Örneği;n silahı olmayan, savaş düzenine uygun bir örgütü olmayan bir guruba, “ordu” demek olanaklı mıdır? Tanımı gereği bu olmaz. İşçi sınıfının devrimci partisi, sosyalizmi kurma savaşında işçi sınıfının tek gerçek silahıdır. Öyleyse, onun örgütlenmesine şekil verecek olan da budur; iktidarı almak, sosyalizmi kurmak. Demek oluyor ki, işçi sınıfının devrimci partisi, devlete karşı bir örgütlenmedir ve elbette ona göre kurumlar, araçlar, taktikler ile donanmalıdır. Bu partinin amacı, işçi sınıfını iktidara taşımaktır, onu egemen sınıf olarak örgütlemektir. Amaç bu ise, biçim ve metotlar buna uygun olmalıdır. Tersi ciddiyetsizlik olur. Bu zor olabilir; ama kolay yapılıyor diyerek ağacı bir sopa ile kesmeye kalkamazsınız.
Sistemi değiştirmeyi hedefleyen bir örgütleme, buna uygun şekillenmek zorundadır. Kuşku yok ki, burada yasalara bağlı kalarak bir örgütlenme temel alınamaz. Elbette böylesi olanaklar reddedilemez; ama temel de olamaz. Bu, işçi sınıfının devrimci örgütü için bir seçim, bir karar verme noktası, bir tartışma değildir. Tartışma, varlığını garantiye alan bir örgütün, legal olanaklara yaklaşımı konusunda olur ki burada da hiçbir olanak reddedilemez. Burada temel nokta, “işçi sınıfının çıkarlarının her koşulda savunulmasıdır”.
1. İşçi sınıfının nihai çıkarları, iktidarın alınması ve komünizme giden yolda ülkede sosyalizmin kurulması, uluslararası alanda ise, dünya devriminin bir parçası olarak davranabilme yeteneğinin geliştirilmesidir.
2. “Her koşulda”, barış veya şiddetli savaş koşullarında, nispî kolaylıklar içeren koşullarda olduğu gibi en zor koşullarda da, çoğunluğun desteğini alabildiği koşullarda olduğu gibi, çoğunluğun suskun olduğu koşullarda da.
3. “Çıkarlarını savunmak” demek, lafla, açıklamalarla yetinmek değildir. Bunu eylemiyle yapmaktır. Değil mi ki bir siyasi partinin niteliğini onun eylemine bakarak anlıyoruz. Eylemle, her koşulda işçi sınıfının çıkarlarını savunmak demek, buna uygun örgüt ve mekanizmalara sahip olmak demektir. Mekanizma ve örgüt yok ise, doğru olanı savunmak için güç de yok demektir.
Örnek olsun; bugün Anadolu işçi sınıfı yüz binleri Kızılay’a yığdığında, işçi sınıfının gücünü görebiliyor. Fakat bu gövdeyi, onun çıkarları temelinde hedefe taşıyacak “baş” yok. Daha doğrusu, işçi sınıfının peşine takıldığı “sendika başları”, gerçekte işçilerin çıkarlarının değil, devletin ve patronların çıkarlarının temsilcisidirler.
İşçi sınıfının devrimci partisi, işçilerin çoğunluğunun desteğini almayı hedefler; ama onların desteğini almak çoğunluğu kendi üyesi konumuna getirmek demek değildir. Tersine, niteliği gereği, işçi sınıfının en ileri unsurlarını örgütler. Bu anlamda, sıkı disiplinli bir savaş örgütü, bir dar örgüttür. Çevresi halkalarla sarılmış işçi önderlerini, işçi sınıfının öncüleri olarak kendi bağrında toplar.
İşçi sınıfının örgütlenmesinde, sınıf kardeşliği kadar, dünya çapında işçi sınıfının dayanışmasını, proletarya enternasyonalizmini de temel alır. Bu sıradan bir koşul değildir. Milliyetçi, ya da “ulus” çizgisini aşamamış bir örgütlenme, proletaryayı son noktaya kadar taşıyamaz. Nasıl işçi sınıfının devrimci birliği onun gücünün kendi amaçları için kullanılması ise, aynı biçimde uluslararası alanda da bu geçerlidir. Dünya devrimci hareketinin, bugünkü bu zayıf ve dağınık durumunun bizim ve her parçadaki devrimcilerin önüne koyduğu zorlukları düşünürsek, enternasyonalizmin önemi de anlamış oluruz.
Devrimci örgütün amacı; işçi sınıfını devrimcileştirerek iktidarı almak ve savaşsız sömürüsüz bir dünya yolunda sosyalizmi, sınıfsız topluma yürüyüşün ilk adımlarını atmaktır. Sınıfsız toplumu kurmak, bunun için yola çıkanlara, bugünden yeni görevler yükler. İşçi sınıfının devrimci partisi içinde enternasyonalizmin ahlâki temelleri de var olmalıdır. Buna bağlı olarak devrimci parti; içinde gelecek toplumun embriyonunu yetiştirir. Bu nedenle devrimci ahlâk, buna bağlı olarak geliştirilen kişilik, devrimci partinin ayırt edici özelliklerindendir.
Ancak, işçi sınıfının devrimci partisi, onun tek örgütü değildir ve bunu bilerek hareket etmek esastır. Devrimci örgüt, kendi dışındaki işçi örgütlerine, aynı cephe içinde yaklaşmayı başarmalıdır. Bu noktada, diğer işçi örgütlerinin eylem ve çabalarını devrim amacına uygun olarak koordine etmeyi başarır. Öncülük burada başlar. Parti, hem işçi sınıfını devrimcileştirmede öncüdür, hem de farklı amaçlı işçi örgütlerini toparlayıp koordine ederek savaşa yöneltmede öncüdür. Bu ise, ancak uzun sınavlarla kazanılan bir özelliktir.
İşçi sınıfının devrimci örgütü, kendi içinde aydın-işçi ayrımını reddeder. Bu, özellikle ülkemiz için önemli bir noktadır. Ülkemizde, işçi sınıfı hareketi ile devrimci hareket, aynı kanallarda akmamış, akamamıştır. Devrimci hareket, işçi hareketi ile birleşmeyi başaramamış, işçi hareketi genellikle reformistlerin, hatta bugünkü gibi sendika mafyasının elinde soysuzlaştırılmıştır. Onun için, aydın olmak, sınıf örgütlenmesinde daha az disipline dayalı bir ayrıcalık değildir. Disiplinli bir savaş örgütü işçi sınıfını iktidara taşır. Öyleyse bu yapılacak.
Kuşku yok ki, daha pek çok ayrıntı üzerinde durulabilir ve doğrusu, “şeytan ayrıntıda gizlidir” sözü, konu örgütlenme olunca her zaman ama her zaman doğrudur. Bu nedenle, daha detaylı tartışma, ancak ve ancak pratikte bu işi yaparken ve bunu yapmaya dönük sürdürülür. Bazı konuları ise, zaten ayrı başlıklar altında ele alacağız.

Sonraki Bölüm: Suni Bir Ayrım: Örgüt Ve Parti

Devrimci Yaşam – Araç Olarak Parti

Önceki Bölüm: İşçi Sınıfı Partisi Üzerine

Devrimci partinin araç olduğu, pek çok tartışmada vurgulanır. Hatta zaman zaman “partinin o kadar da önemli olmadığı” anlamında da bu vurgulara tanık oluruz. Üstelik bizim ülkemizin solcularının “belkemiği olmayan” tartışmaları çok sevdikleri ya da hiçbir konuyu ciddi tartışmadıkları için ele aldıkları her konuyu çamura buladıkları bilinen bir gerçektir. Parti, bir araçtır ve onlar bunu hangi anlamda kullanırsa kullansınlar, partinin araç olma özelliğini unutacak değiliz.
Parti, işçi sınıfının elinde, burjuvaziye karşı sosyalizm ve devrim amacıyla yürüttüğü savaşım için tek gerçek silahtır. Bunun dışında bir silah yoktur ki, işçi sınıfını devrimcileştirsin ya da iktidara taşısın.
Tarihsel gelişme içinde, giderek öznenin rolünün arttığını, bu artan rolün ise, geliştirilen örgütlülüklerde ifade bulduğunu biliyoruz. Örgütlenmemiş, vücut bulmamış görüş öznenin rolü olarak ele alınamaz. Öznenin artan rolü demek, insanın toplumsal yaşama, kendi kaderine müdahalesi demektir. Bu ise süreklilik isteyen, yani ancak örgütlülükle anlam taşıyan bir olgudur.
Kişinin anlık tepkileri, “öznel” olmakla beraber, plansızlığı ifade eder ve burada konuştuğumuz özne ile ilgili değildir. Tepkisel davranış, gerçekte nesnel ile öznelin arasındadır, nesnel olandan “kopuşu” ifade etmez. Oysa özne nesnel koşulların bilincinde olmak, nesnel koşullara bilinçli bir müdahalede bulunmak demektir ve bunu için, “kişi” boyutunu aşıp da toplumsal sürece geçildiği oranda özne örgütlülüğü ifade eder.
Özne, belli nesnel koşulların içinde doğar. Nesnel koşullardan bağımsız, bir özne tarifi, hayali bir özne tarifidir; gerçekliğin yerine idealize edilmiş fikirleri koyar. Özne, içinde doğduğu nesnel koşulların ürünüdür, ama bununla sınırlı değildir. O, aynı zamanda nesnel koşulların aşılması da demektir.
İnsanın doğaya karşı mücadelesinde de bunu görürüz, insanoğlu, amacına uygun, iş görebilen aletler yapmayı başararak doğa karşısında varlığını korumuş, doğayı dönüştürmüştür. Balta yapmak, hem doğayı dönüştürmektir, hem de daha sonraki dönüşüm için müdahalede bulunmaktır. Balta burada araçtır ve onun geliştirilmiş olması bile başlı başına önemli bir adımdır.
Burada da görülüyor ki, geliştirilen araç, amaca uygun ve içinden çıktığı nesnelliği aşan bir özelliğe sahiptir. Kazma bir araçtır ve toprağı kazmak için kullanılması için topraktan farklı olmalıdır. Balta tahta gibi kör ve yuvarlak olursa, balta olmaktan çıkar ve sopaya dönüşür.
Bu basit ve temel akıl yürütme bizi, aracın içinden çıktığı nesnel koşulları aşan bir özelliği olması gerektiği noktasına getirmiştir. Nesnel olmanın birebir yansıması olan, nesnel olanı aşamamış olan bir özne, nesnel olanı dönüştürmek için bir araç olarak işlev göremez.
İkincisi; kör ve yuvarlak bir demirin bıçak olmaması gerçeğinden hareketle, aracın biçiminin amaca uygunluğu noktasının çok da önemli olduğu ortaya çıkmaktadır. Kesmek için keskin bir araca ihtiyacınız vardır. Bu aracın taştan yapılmış bir taş bıçak olduğu durumda iş görmesi, demir bir bıçak olduğu duruma göre daha verimsizdir. Bu durumda demir bıçak daha iyi bir araçtır ve kendisinin öncülü olan taş bıçağa göre insanoğlunun gelişiminin düzeyleri arasındaki farka işaret eder.
“Örgüt örgüttür”, deyip işin içinden çıkamayız. Devrimci parti, içinden çıktığı koşulları aşan bir mekanizmadır, bir canlıdır. Koşulların aşılabilirliğinin, amaç olan dünyanın değiştirilmesinin ilk kanıtıdır da. Devrimci partinin örgütleniş biçimi de içinden geçilen koşullarla bağlantılıdır. Devrimci parti, işçi sınıfının çıkarlarının her koşulda temsilcisidir. Tersinden de işçi sınıfı ancak devrimci partisi var ise, devrim ve sosyalizm savaşında silahı var demektir. Öyle ise işçi sınıfının örgütlülüğünün, bilincinin de sarsılmaz yansıtıcısıdır devrimci parti.
Demek ki, “araç”tır; ama sıradan bir araç değildir. Yani alternatifi olan bir araç değildir. Öyleyse, vazgeçilmez bir araçtır.
Bugüne kadarki tartışmalarda partinin ya da örgütün amaçlaştırılmaması gereğinden hareketle tartışılmıştır. “Amaçlaştırma” yanlıştır mantığıyla, araç tartışmaları yürütülmüştür. Oysa ağacı kesmek için bir baltaya ihtiyacımız vardır ve bunun alternatifi de yeni bir balta vb. olur. Elbette amaç ağacı kesmektir. Elinizdeki baltayı keskin tutmanız, aracınızı inkâr etmenizden bin kat iyidir. Ne zaman amacınızı terk ederseniz, ne zaman toprağı kazmaktan vazgeçerseniz, o zaman, “kazma veya traktör”ü amaçlaştırmayalım demek, samimi ve ciddi değildir. Doğru olanı, hâlâ tarlayı kazarken, araçları amaca uygun olarak kullanmayı, araçları amaçlaştırmamayı tartışabiliriz.
Biz işçilerin, biz devrimcilerin özellikle anlamamız gerekir ki, bazı tartışmaların zamanlaması da önemlidir. Zamansız bir önerme, yolları açmıyor. Belli koşullar altında belli söz ve eylemler masum olurken, belli koşullar altında masumiyeti kalmıyor. Biz, bu topraklarda yaşayan devrimcilerin, tartışma ve eylemde zamanlamaya çok ama çok dikkat göstermemiz gerekir. Bu konudaki eksikliğimiz, kendi değerlerimizi kullanan sahte dostların saldırılarından çok ama çok etkilenmemize neden olmaktadır. Bunun başka adı ise taktik zayıflıktır. Politik mücadeleyi bir “erkeklik” gösterisi olarak ele alanlarımız az değildir. Oysa politik mücadelede taktikler son derece önemlidir. Öyle anlaşılıyor ki, taktik zayıflığımızın kökeninde tarih bilinci eksikliği vardır. Özne üzerine tartıştığımıza göre, tarih bilincinin eksikliği üzerinde durmamız tam da yerinde olacaktır. Devrimci hareketimizin tarihinde çok önemli bir çıkış, bir dönüm noktası olan 1970 hareketinde, yani Mahir, İbrahim ve Deniz’de ifadesini bulan harekette, en önemli eksiklik bu tarih bilincidir. Ülkemiz tarihi açısından son derece kritik yıllarda topraklarımızda önemli bir sıçrama yaratan devrimci hareketin yenilgisinde, en önemli unsurlardan biri taktik zayıflıktır ve bunun temeli de tarih bilinci eksikliğidir.
Tekrar konumuza dönelim. Bu, zamansız ve sahte dostlarca gündeme taşınan tartışmaları daha az dinleyerek ilerleyeceğiz. Tarlayı kazmaktan vazgeçenler, bize kazmanın traktörün amaçlaştırılmaması gerektiğini anlatamazlar.
Devrimci partinin ne olmadığı değil de, ne olduğunu tartışarak ilerlemeliyiz. Araç olması da bize bunu ifade etmeli. Tartışmayı, nasıl bir araç, işçi sınıfına bugün, nasıl bir örgüt, nasıl bir önder lazım konusunda ilerletmeliyiz. Tersi, “olmaması gerekene takılıp” olması gerekeni örgütlemeyi feda etmek, ya da daha sade söylersek gevezelik olur.
İşçi sınıfın öncü partisi, işçi sınıfını iktidara taşımayı amaçlayan, işçi sınıfının çıkarlarını her koşulda koruyan, en zor koşullarda bile görevi savsaklamayan bir araçtır. Eğer iktidar hedefi unutulursa, “sürekli muhalif” olarak kalınırsa, elbette parti amaçlaşmış olacaktır. Yani amaç unutuldukça, kendi varlığı amaç haline gelecektir. Tutucu bir devrimci parti olanaklı mıdır? Elbette hayır; ama eğer iktidar mücadelesi unutulursa elbette amaçlaşma peşi sıra gelecektir.
Yoksa örgütün korunması, düşman saldırıları karşısında direniş, “amaçlaştırma” değildir ve olamaz. Düşman saldırıları karşısında, düşmana karşı en önemli araç olan partiyi, örgütü korumak kuşkusuz gereklidir. Bunun olmamasını istemek kaçkınlıktır ve işten kaçanın araçlara sövmesi kaçınılmaz tepkidir.
Düşman, işçi sınıfının iktidara yürüyüşünü durdurmak isteyecektir. Zaten fazladan ömür sürdüğünün bilincinde olan burjuvazinin, işçi sınıfını örgütsüz ve eli kolu bağlı halde tutabildikçe yaşayabileceğini bilen burjuvazinin her adımda örgüte saldırması kadar doğal bir şey yoktur. Ve düşman saldırılarına karşı örgütünü korumak, devrimci olmanın olmazsa olmaz şartıdır.
Sanırım, bu kaçkınların örgüt düşmanı tutumlarının, sahte özgürlükçülüklerinin gerçek karakteri ortaya çıkmış bulunuyor. İçinde yer aldıkları köleci sistemi değiştirmek, bu devasa boyutlardaki insan kirlenmesine son vermek, insanın insana kulluğunu bitirerek insanı doğa karşısında kendi bilincinde ve özgür kılmak yerine, tüm bunları onaylayarak iki ıstakoz uğruna kıç yalayıcısı duruma gelenleri takip ederek, eylemsizliği, suskunluğu, ahlâksızlığı, tepkisizliği “özgürlük” olarak tanımlayanlar bizi ne kadar rahat bırakırlarsa o kadar iyidir. Gölge etmesinler yeter. Biz, çabalarımızın temeline bunları ikna etmeyi değil, işçi ve emekçileri kazanmayı, onlara gerçekleri açıklamayı ve bunun için örgütlenmeyi koyacağız.
Onun için de bir araç olduğunu bildiğimiz, vazgeçilmez bir araç olduğunu bildiğimiz devrimci örgütü, ya da partiyi nasıl ele aldığımızı tartışacağız. Bundan sonra ise ülkemizde yaygın olarak süren, parti-örgüt tartışmasını ele alacağız.

Sonraki Bölüm: İşçi Sınıfını İktidara Taşıyacak Araç Olarak Parti

Devrimci Yaşam – İşçi Sınıfı Partisi Üzerine

Önceki Bölüm: İçindekiler

Marksizm, toplumsal hareketi, toplumsal gelişmeyi “evrimci” tarzda ele alanlardan ayrılır. O, bir yandan toplumsal hareketin yasalarını inceler, tarihin akışını ele alır; ama bunları, değiştirmek hedefi ile yapar. “Filozoflar, dünyayı tanımlamakla yetindiler, oysa asıl olan onu değiştirmektir.” sözü tam da bu gerçeği ifade eder.
Değiştirmek isteği, insanoğlunun yaşamsal faaliyetidir. Doğa ile mücadelenin gereğidir bu. Doğayı değiştirmek, ayakta kalmak için gereken ihtiyaçları gidermek faaliyetinin zorunlu sonucudur. Eylem, üretim aletleri yapmaya, yani insanın daha önceden harcamış olduğu emeğin ürünlerini yeni üretimde kullanmaya başlaması ile dönüştürücü-değiştirici yönü de çoğaltır. Yani insan daha planlı ve daha örgütlü bir eylemlilik sürecine girer. Giderek eylem, salt üretim faaliyeti olmaktan da çıkacaktır elbette.
Demek oluyor ki, değiştirmenin esas olması, bir tercih meselesi olmanın ötesinde pratik bir zorunluluktur. Bugün eserlerini saygıyla okuduğumuz filozoflar, mesela Aristo, eserlerini yazarken köleler onun açlık sorununu, hiç de gönüllüce olmayan bir çark içinde, karşılayan eylemin içindedirler. Filozoflar, Marx ve Engels’e kadar, yorumlamakla yetinirken, aslında insan yine eylemiyle değiştirmekteydi.
Fakat bu pratik, ne zaman ki, teorik bir ifade bulur, teori ışık haline gelir, işte o zaman insanın eyleminin daha da örgütlü olma yönü öne çıkar. Ve bu kez insan, “değiştirmek için” dünyayı (yani, doğayı, toplumu ve düşünceyi) ele almaya başlar. Bir çalışma, tanımak için yapılıyorsa ufku dardır ve baştan sınırlıdır. Oysa başından değiştirmek hedefi varsa, bakış daha da berraklaşacak, metot daha da geliştirilecektir. Marksizm’in farkı da buradadır.
Burada değiştirmek için yola çıkanın da değişeceği açıktır. Bu olgu Marx’ta, Engels’te ve Lenin’de çok açıktır. Kaldıraç’ın logosuna giren söz, bu gerçeği anlatır: “İnsan tarihin öznesidir, değişir, değiştirir.” Üstelik değiştirmek için yola çıkan, değişme sürecine de giriyor demektir. Burası kritiktir; değişme sürecine girmek; değiştirmek için yola çıkmakla başlar. Fakat değişme sürecine giren herkesin değişime o kadar açık olduğu tartışılır. Daha açıkçası, her “öğretmen” öğrenmeye de açık olur düşüncesi otomatik olarak hayat bulmuyor. Tersine, değiştirmenin gerektirdiği ufuk, inanç, eylem “dar” mantıkla ele alındıkça, öğretmen, öğrenmekten korkar haline gelebiliyor. Bunun hem örgütler bazında, hem de insan bazında örneklerinin çok olduğu toplumda yaşıyoruz. Onun için, belki daha ileride tekrarlayacağımız bir şeyi şimdiden söylemeliyiz: Öğrenmekten korkan devrimci değildir. Bunun örgüt içinde uygulanışı şöyledir: İyi bir örgütçü, iyi bir ajitatör, iyi bir propagandacı; eylemden, halktan, sınıftan öğrenmesini bilendir. Öğrenmeyen, öğretemez de.
Tarihin öznesi olarak insan, tarih boyunca, giderek daha etkin bir rol oynamakta, kendi gerçeğini ve yaşam koşullarını eline almaya yönelmektedir. Doğrusu, bu karanlık dönemde bu iddiamı aşırı bulanlar olacaktır. Şimdilik, yazının bu aşamasında onlara, içinden geçilen bu dönemin etkilerini azaltmaları için, tarihe daha uzun bir süreci ele alarak bakmalarını öneririm. İlkel-komünal toplumdan sınıflı topluma geçiş, insanın doğanın kör yasalarını, kendisini kendisi yapan toplum içinde daha da körleştirerek uygulamaya başlaması demektir. Doğadan kopuşun gelişmesi demektir. Biliniyor ki Marksizm, insana toplumsal varlık olarak bakar. Toplumsal bir varlık olarak insan, kendi toplumu üzerinde bilinçli değiştirme faaliyetini daha sonraları öğrenecektir. Ve köleci, feodal ve kapitalist toplumlara geçişte, giderek insanın bilinçli ve örgütlü faaliyeti artar, gelişir. Üstelik bu üç toplum, aslında birbiri içinde bir sonrasını sadece maddi temel olarak, fiili olarak taşıyan toplumlardır. Köleci toplum, feodal toplumun sadece nesnel temelini değil, belli ölçüde varlığını da kendi içinde taşır. Feodal toplum içinde burjuvazi geleceğin egemen sınıfı olarak doğar ve belli düzeyde de gelişir. Bu elbette, bu üç toplumun da sınıflı toplum, yani bir bütünün aşamaları olması ile bağlantılıdır. Sosyalizm, maddi temelleriyle kapitalizmin içinde var olur (büyük çaplı üretim vb.) ama yukarıdaki gibi değil. Sosyalist devrim bugüne kadar görülenin ilerisinde bir bilinç ve örgütlülük istemektedir.
Demek ki, tarih boyunca insanın örgütlü ve bilinçli eyleminin daha da geliştiği ve her yeni evrede daha ileri bir örgütlülük ve onun gerektirdiği bilince ihtiyaç duyulduğu kabul edilebilir durumdadır.
Konumuz toplum olduğuna göre, toplumsal alanda değişimin üzerinde de kısaca durmamız gerekecek. Marksizmi “evrimci” görüş ve teorilerden ayıran ana nokta; onun, devrimlere yer vermesidir. Bu temelde toplumsal tarih, evrim içinde devrimci sıçramalarla akmaktadır. Devrimci sırçamalar onlarca yıla sığan değişmeleri bir anda yaratmaktadır. “Olağan” akışı, sıçramalarla keserek değiştirmekte, tarih akışını “hızlandırmaktır”.
Devrim, toplumsal mücadele ve toplumsal değişimin en önemli sürecidir. Yani, devrimsiz bir toplumsal süreç analizi doğru değildir. Örneğin; Fransız Devrimi’ni yok sayarak, bugünün Fransız toplumunu ve dahası geleceğin Fransız toplumunu anlamak olanaklı olmaz. Devrim, yani kesiklik ve sıçrama, evrimle birlikte ele alınır. Marksizmi, bir evrimci teori haline sokmak isteyenler, devrime yaklaşımını yok sayar ya da unuturlar. Marksizme “akıllıca” saldırılar, (akıllıca derken, doğrudan düşman cephesinden gelen açık saldırılar yerine, “dost” cepheden gelen saldırıları anlatmak istiyoruz) her zaman, Bernstein ve Kautsky’den beri, Marksizmin devrimci yönüne saldırmışlardır.
Toplum, sınıflara, çıkarları uzlaşmaz sınıflara bölündüğünden beri, iki sınıf arasındaki savaş, toplumsal yaşamın her alanında sürmektedir. İki sınıf arasındaki savaş, en gelişmiş biçimlerini, kapitalist toplumda bulmuştur. Birbirine sıkıca bağlı üç sınıflı toplumun başında başlayan bu sınıflar arası savaşımın gelişimi, dolaysız biçimde devletin evriminde izlenebilir. Devlet; egemen sınıfın diğer sınıf ve katmanları baskı altında tutuğu zor aygıtıdır, egemenlik aracıdır. Sınıfların itirafıdır devlet ve onun gelişiminde sınıflı toplumların tarihini bir ölçüde görmek olanaklıdır. Sınıflar arası savaşımın bir cephesinin örgütüdür devlet. Elbette bu tanım eksik olur; çünkü devlet egemen sınıfın sadece bir örgütü değil, en gelişmiş örgütüdür. Egemen sınıfın birden fazla örgütü vardır ve devlet, bunların en gelişmiş olanıdır.
Sınıf savaşları deneyleri, egemen sınıf adına, devlet örgütlenmesinde içerilir, maddeleşir. Örneğin; burjuvazi, sınıf savaşımlarından elde ettiği deneyleri, hangi ülkede olursa olsun, devlet örgütlenmesine yansıtır. Mesela Alman devleti, Hitler döneminin deneylerine göre daha ileri deneylerle donanmıştır. ABD’de devlet, Hitler döneminin mirasına doğrudan konarak örgütlenmiştir. Demek ki, sınıflı toplum boyunca egemen sınıf devleti geliştiriyor.
Devlet o ölçüde gelişmiştir ki, toplumsal yaşamın her alanına doğrudan müdahale etmektedir. Mesela yatak odaları, bugün, doğrudan devletin denetimi altındadır. Mesela aileye etkisi daha da gelişmiştir. Mesela ideolojik etkisi gelişmiş bir denetimi hayatın her alanında kurumlaştırmaya dönük, insanı sürüleştiren niteliktedir ve günümüz Tekelci Polis Devleti, önündeki sınıf savaşlarına göre hazırlanmaktadır. Geleceği yok etmek bunun için tek yol haline gelmiştir ve bunu sağlamak için, insanı insan olmaktan çıkartmaktadır.
Tüm bunlar egemen sınıf cephesindeki gelişmelerdir. Kuşkusuz, aynı sürecin, mevcut toplumu değiştirmekten çıkarı olan sınıflar açısından da ele alınması gerekir. Ve tabii ki, buraya kadar anlatılan egemen sınıfın, sınıf savaşından öğrenmesi, egemen sınıfın egemenlik aygıtı olarak devletin, sınıf savaşımı içinde şekillenmesi gerçeği, yeni toplumu kurmak için harekete geçen sınıf ve güçlerin asgarî örgütlülük düzeylerini belirleyecektir. Günümüz burjuva devleti, yatak odalarına kadar giren, insanı tüketim nesnesi haline getiren, korkaklaştırıp sürüleştiren bir iç savaş aygıtı olarak örgütlenmiştir. Buna bağlı olarak, devrimci güçlerin, düzeni değiştirmek isteyen, burjuva egemenliği yok etmek isteyen güçlerin asgarî örgütlülük düzeyini de oluşturur.
Örneğin; burjuva devletin kullandığı zor ve şiddet, ister istemez devrimci şiddetin başlangıç düzeyini belirleyecektir.
Kapitalizm üzerine konuşalım. Sınıf savaşımının en gelişkin ve en yaygın halini bulduğu toplum, kapitalizmdir. Hem en gelişmiş biçimleri günümüzde ortaya çıkmaktadır -bu anlamda ideolojik, politik, ekonomik düzeyler birbiri içine girmiştir- hem de toplumsal yaşamın her alanına yayılmaktadır. Ve aynı zamanda iktidar için savaş çıplak bir gerçek olarak kendini dayatmaktadır. Bunun dışındaki mücadele, yürütücülerini tam bir komik-adem haline getirirken, mücadelenin kendisi de canavarın midesine öğütülüp hazmedilir hale getirilmektedir. Yeşil hareket (ki başlangıcı şüphelidir) bazı birimleri ile barış hareketi vb. bunun en somut kanıtlarıdır. SSCB döneminde bir savaş ihtimali çok uzaktı. Bugün ise bin kat daha yakın. Dünyada tek nükleer silah kullanmış ülke ABD’dir ve bugün de her yeri bombalamaktadır. Almanya, 2. Dünya Savaşı’ndan beri, ilk kez Avrupa’nın ortasında bir savaşa girmiştir; ama tüm bunlara rağmen “barış hareketi” en geri dönemini yaşamaktadır.
Bu noktalar çok önemli olduğundan bir kere daha tekrarlamak sakıncalı değildir.
1. Kapitalizmde iki sınıf arasındaki savaş toplumsal yaşamın her anını kapsar. Bu anlamıyla, bazı Marksistlerin ağızlarından düşürmedikleri “sivil toplum” günümüz burjuva toplumunda yoktur, olamaz.
2. Sınıf savaşımının biçimlerini iç içe geçmiştir. Bu durum politik savaşımı öne çıkartır. Buna bağlı olarak iktidar savaşımı, ilk ağızdaki istem olarak öndedir.
3. Her devrim, dünya çapında gelişme olanaklarını da içinde barındıracaktır. Küçülen dünya içinde sınıf savaşımının uluslararası karakteri daha da sivrilecektir. Burjuva düzenin geldiği bugünkü aşamada, o burjuva egemenliği dünya kapitalist sistemi içinde ele almamak, başından rotayı şaşırmak, ufku sınırlandırmaktadır.
4. Ufkun artan genişlemesi ihtiyacı, ideolojinin de önemini arttırmaktadır. Dünya çapında her devrim, güçlü bir ideolojik kalkışı, burjuva egemen ideolojinin parçalanmasını gerektirir.
İşte devrim için yola çıkan bir partinin şekillenişi de bu koşullarda gerçekleşecektir. Devrim, bugün, işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesi, burjuva devleti parçalaması ve komünizme gidişi hazırlaması demektir. Bunun yerine getirilmesi için, işçi sınıfının bu amacı gerçekleştireceği örgütlülüğe ihtiyacı vardır. Lenin, “işçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşımında tek gerçek silahı partisidir” derken tam da bu durumu ifade etmektedir. İşçi sınıfı, uzun yıllar yönetilen, ezilen ve sömürülendir. O ve onun kurtuluşunda çıkarı olan diğer toplumsal kesimler, iktidarı, burjuva sistemin işleyen kuralları içinde alamazlar.
Hatta yürüttükleri sınıf savaşımının yönetilmesi, strateji ve taktiklerin saptanması için bir siyasal örgüte, yani iktidarı almak için organize edilmiş bir örgüte ihtiyacı vardır.
Yukarıda saydığımız dört madde, gerçekte işçi sınıfının devrimci partisinin (işçi sınıfının nihaî çıkarlarını her koşulda önde tutan bir partinin) asgarî koşullarıdır.
Kuşku yok ki, kapitalist sistem içinde işçi sınıfı, düzenin yıkılması için gerekli araçları otomatik olarak bulmaz. Hatta kendi yaşadığı koşulların olmasa bile, kurtuluş koşullarının gerektirdiği bilinç, ona ancak “dışarıdan” ulaştırılabilir. İşçi sınıfı ile bütünleşen aydınların görevi de budur. Burjuva sistem, öylesine ağır yaşam koşulları ile işçileri tüketmekte, sarmaktadır ki, işçiler ancak bilinçle bu koşulları aşan eylemlere yönelebilir ve kendi çıkarlarının gereklerini yapmaya koyulurlar.
Görülüyor ki, sınıf savaşımı, burjuvazinin, işçi sınıfını bir örgüte sahip olana kadar beklediği koşullarda başlamaz. Tersine, burjuvazi, işçi sınıfını örgütsüz kılmak için uğraşır, böylece onu silahsızlandırmış olur. Bu burjuva egemenliğin garantisidir. Örgütsüz işçi sınıfı iktidarı alamaz, tehdit oluşturamaz, hatta ve hatta “ekonomik bir sınıf” olmanın da ötesine geçemez.
Demek ki, işçi sınıfın devrimci partisi, onun burjuvaziye karşı savaşta tek gerçek silahıdır. Parti, işçi sınıfını iktidara taşıyacak bir araçtır. Bu aracın asgarî koşullarının sınıf savaşımı içinden çıktığını belirttik. Şimdi, devrimci partinin araç olmasının anlamı üzerine tartışalım.
“Kaynaşmış bir grup halinde, sarp ve zorlu bir yolda, birbirimizin ellerine sıkı sıkıya sarılmış olarak ilerliyoruz. Düşman tarafından her yandan sarılmış durumdayız ve bunların ateşi altında hemen hemen hiç durmadan ilerlemek zorundayız. Özgürce benimsediğimiz bir kararla, düşmanla savaşmak amacıyla daha başında kendimizi tek başına bir grup olarak ayırdığımız için ve uzlaşma yolu yerine mücadele yolunu seçmiş olduğumuz için, bizi suçlayan kimselerin bulunduğu yakınımızdaki bataklığa çekilmemek amacıyla birleşmiş bulunuyoruz. Ve şimdi aramızdan bazıları şöyle bağırmaya başlıyorlar: “Gelin bataklığa gidelim!” Ve onları ayıplamaya başladığımız zaman da, karşılıkları şu oluyor: “Ne geri insanlarsınız! Sizi daha iyi bir yola çağırma özgürlüğünü bize tanımamaktan utanmıyor musunuz?” Evet beyler! Yalnızca bizi çağırmakta değil, istediğiniz yere, hatta bataklığa bile gitmekte özgürsünüz. Aslında bize göre sizin gerçek yeriniz bataklıktır, oraya ulaşmanız için size her türlü yardımı yapmaya da hazırız. Yeter ki ellerimizi bırakın, yakamıza yapışmayın ve o büyük özgürlük sözcüğünü kirletmeyin, çünkü biz de dilediğimiz yere gitmekte “özgürüz”, yalnızca bataklığa karşı değil, yüzlerini bataklığa doğru çevirenlere karşı da savaşmakta özgürüz!
(LENIN / NE YAPMALI)
“… Parti mücadeleleri, bir partiye güç ve canlılık
kazandırır; bir partinin zayıflığının en iyi kanıtı,
dağınıklık ve açık-seçik sınırların bulanıklaşmasıdır;
bir parti kendisini arındırarak güçlenir…”
(Lassalie’in Markxs’a 24 Haziran 1852
tarihli mektubundan)

Sonraki Bölüm: Araç Olarak Parti

Yenilgiden zafere

Komünist Manifesto yaklaşık bir buçuk asır önce yayınlandı. Aradan geçen sürede dünya, birçok değişime ve fırtınalı altüst oluşa sahne oldu. Zikzaklı bir yol izleyen sınıf savaşımı, kimi zaman proletaryanın, kimi zaman burjuvazinin lehine sonuçlar vererek sürdü, sürüyor. İşçi sınıfı, kapitalizme karşı birçok kez başkaldırdı; zaferi ve yenilgiyi yaşadı. Bütün bu değişim ve altüst oluş içinde “sınıflı toplumların tarihinin sınıf savaşımları tarihi olduğu” her seferinde yeniden doğrulandı.

Marx ve Engels, tarihin materyalist tahlilinden hareketle işçi sınıfının tarihsel rolünü (kendisiyle birlikte “toplumun tümünü sömürüden, ezilmekten ve sınıf savaşımlarından” kurtarması) ortaya koyduklarında, işçi sınıfı, tarihin kendisine biçtiği bu rolden ha­bersiz, burjuvazi ile ilk çatışmalara giriyordu.

1830’lu yıllar Avrupa işçi sınıfının münferit birkaç çıkışına tanık olduysa da, bunlar daha çok sınıfın tarihsel rolünü nasıl oynayacağı sorusuna yanıt olmaktan uzak, kendiliğinden eylemlerdi. Manifesto’nun yayınlandığı tarihte -Şubat 1848- işçi sınıfı ilk ciddi eylemi­ni ortaya koydu ve Fransa işçi sınıfının kişiliğinde, tarihsel rolünü teoriden pratiğe aktarmanın ilk fırsatını yakaladı.

1848 Devrimi’ni gerçekleştiren işçi sınıfıydı ama iktidara uza­nan burjuvazi oldu. Savaşı barikatta kazanan işçiler, devlette kay­bettiler. Tarihin determinist mantığı içinde bu durum hiç de kural dı­şı değildi. Ama 1848 Devrimi tarihin determinist mantığını zorlayan bir gücü tarihin sahnesine çıkarıyordu.

Yenilgi ve yenilgiyle beraber sokakta elde edilen kazanımların kaybedilmesi işçi sınıfını, ilk ciddi eyleminde, iktidar sorunu ile yüz yüze getirdi. İşçi sınıfı, tarihsel rolünü kavrama ve devrimcileşme yönünde ilk adımlarını attı. Barikatta dövüşmenin yetmediğini, iktidarı almanın ve iktidar için bağımsız devrimci örgütlenme ve ey­lemin zorunluluğunu, kendi deneyimi ile öğrenmeye başladı.

1848 Devrimi ile işçi sınıfının tarihsel rolü sorunu, bu rolün na­sıl ve hangi araçlarla oynanacağı sorununa dönüştü ve Marksist te­ori pratiğin temel konusu hâline geldi.

Manifesto’da açıklanan tarihsel rolüne işçi sınıfının pratik yanı­tı olarak 1848 Devrimi, ortaya çıkışı ve sonuçlarıyla sınıf savaşı­mında bir dönüm noktasıdır. Devrim en başta, proletarya ile burju­vazi arasında varolan ilişkiyi yeniden biçimlendirdi. Sınıf savaşımı burjuvazi ile feodal sınıf arasında bir savaşım olmaktan çıkarak, proletarya ile burjuvazi arasında iktidar savaşımının belirleyici ol­duğu yeni bir döneme girdi. Emek-sermaye çatışması bütün öteki çatışmaların odağına yerleşerek tarihe yön veren ana çatışma oldu.

1848 yenilgisi ile 1871 Paris Komünü arasındaki “sakin” dö­nem, sınıfların, sınıf savaşımının bu yeni düzeyine uygun ve devlet-devrim, karşı-devrim sorunu etrafında teorik, pratik hazırlıklarının sürdüğü bir dönem oldu.

Paris Komünü, işçi sınıfının iktidara yükseldiği ilk devrim olma­nın yanında, onun devlet ve devrim konusundaki teorik, pratik ha­zırlığının yetersizliğini de ortaya koydu. Kendi devletini kurmaya girişen işçi sınıfı, eserini nasıl tamamlayacağını bilemedi ve yenildi. Komün’ün işçi sınıfının tarihsel savaşımı açısından taşıdığı en önemli ders de burasıdır.

Avrupa ve dünyayı sarsan Paris Komünü, işçi sınıfının nesnel ye­tersizliğinden daha çok öznel yetersizliğini ortaya koydu. Merkezî iktidarı alma yönünde öyle isteksiz davrandı ki, yanı başında, başka komünlerin oluşması bile onu harekete geçiremedi. Demokrasi tut­kusu onun, sınıf düşmanına karşı egemen sınıf olarak diktatörlüğü­nü kuracak tarzda örgütlenmesini engelledi. Kendisine karşı hazır­lanan saldırıya seyirci kaldı. Proleter devrimin bazı temel özellikleri­ni vermekle birlikte, proletaryayı devlet biçiminde örgütleyemeyerek yenilgisine katkıda bulundu. Komün, yenilirken devlet sorunu­nu, çözümlenmesi gereken pratik bir görev olarak dünya işçi hare­ketinin gündemine soktu.

Komün neden yenildi? Bu sorunun kabul gören en yaygın yanıtı “kapitalizmin ve işçi sınıfının, nesnel durumunun, bir işçi iktidarı için yeterince olgun olmadığı”dır. Bu yanıtın bir kolaycılığı yansıt­tığı ve soruya gerçek bir yanıt olmadığı bugün artık kabul edilmeli­dir. İktidarı almaya nesnel olarak hazır olmayan bir sınıfın iktidarı alması bir rastlantı olarak değerlendirilebilir mi? Rastlantı, zorunluluğun kendini açığa vuruşunun biçimi olduğuna göre, Komün’ün rastlantı olması onun yenilgisini açıklamaya yeter mi? Bu sorular uzatılabilir. Bizim asıl vurgulamak istediğimiz Komün’ün yenilgisi­ni aranılan yerde değil, işçi sınıfının teorik ve pratik hazırlığının ye­tersizliğinde, iktidara uzanan işçi sınıfının onu korumak ve sürdür­mek için nasıl davranacağını henüz bilememesinde olduğudur.

Ekim Devrimi, özünde bu soruya bir yanıttır. İşçi sınıfının Paris Komünü’nden çok daha olumsuz koşullarda, iktidarı koruma ve sürdürme doğrultusunda yeni bir arayışıdır. Dünyayı iki kutba ayı­ran proletaryanın burjuvaziye karşı dünya ölçeğinde ilk zaferi olan Ekim Devrimi sadece Paris Komünü’nün başladığı eseri kendi ko­şulları içinde tamamlamak ve aşmakla kalmadı, sosyalizm ülküsüne somut bir içerik de kazandırdı.

Üstünlük, zaaf ve hatalarıyla bir bütün olan Ekim Devrimi, dün­ya burjuvazisi ile giriştiği savaşı kaybederken, geriye başladığı ese­ri mükemmelleştirecek bir dizi ders, deneyim bıraktı. Ekim Devri­mi, Paris Komünü deneyimi üzerine yükseldi. Paris Komünü ve Ekim Devrimi’nin deneyimi üzerinde yükselecek olan İleri Sosya­lizm, işçi sınıfının bu iki eserini de birleştirecek, hem de mükemmelleştirecektir.

Bugün dünya burjuvazisi ve yol arkadaşlarının, zafer sarhoşluğu içinde sosyalizmin bitişini ilan etmekte aceleleri vardır. Çünkü; ta­rih karşısında güçsüz olan burjuvazi kazandığı zafere güvenebile­cek durumda değildir. Burjuvazinin çok iyi kavradığı, ama ‘devrim­cilerin’ aynı netlikte kavrayamadığı, bu zaferin tarih karşısında ka­zanılmış bir pirus zaferi niteliğine sahip olmasıdır. Bittiğini ilan et­tikleri sosyalizme her gün küfürnameler düzerek, işçi sınıfının kafa­sını teslim almaya çalışmaları zaferden çok korkunun belirtisidir.

İşçi sınıfı, burjuvazinin bu tür zaferine ilk kez tanık olmuyor. Pa­ris Komünü yenilgisinden sonra da işçi sınıfına karşı yürütülen kan­lı terörün ardından sosyalizmin bittiği, itildiği ütopya dünyasından yeryüzüne bir daha dönmeyeceği söylenmedi mi? Ama tüm bunlar Ekim Devrimi’ni engellemeye yetmedi. Tarihin yasası, terörle, sah­te zafer çığlıklarıyla örtülse de dipte, derinde işlemeye devam eder. Kapitalizm, bir yerde söndürdüğü devrim ateşinin başka bir yerde körüklenmesine yol açmadan edemez. Tarihsel yürüyüş sosyalizme doğrudur. Bu yürüyüşe ayak bağı olmak mümkündür ancak, tarihi durdurmak mümkün değildir. Burjuvazi bunu işçi sınıfından daha iyi gördüğü için bittiğini ilan ettiği sosyalizme karşı saldırısını ara vermeden sürdürüyor. Paris Komünü için söylenenlerin Ekim Dev­rimi için söyleniyor olmasında şaşılacak yan yoktur. Burjuvazi işçi sınıfını, tarihsel rolünün bitmiş olduğuna, iktidarı almak, proletarya diktatörlüğünü kurmaya çalışmanın vazgeçilmesi gereken bir sevda olduğunu inandırmak zorundadır. İşçi sınıfı ise yenilgiden aldığı derslerle saldırısını sürdürmek, yeniden hücum etmek, her yenilgiyi zafere dönüştürmek zorundadır.

Paris Komünü yenilgisinin asıl nedeni, işçi sınıfının yeterince devrimci olmamasıdır. Ekim Devrimi’nin yenilgisinin asıl nedeni işçi sınıfının devrimciliğini koruyamamasıdır. Bu iki büyük dene­yim üzerine yükselecek olan ileri sosyalizmin zaferi ise devrimciliğin sürekliliğindedir.

Sınıf savaşımında her yenilgi yenilen sınıfın saflarında bir dağınıklığa, gerilemeye, moral bozukluğuna ve umutsuzluğa, toplumda ise yenilen sınıfa karşı bir güvensizliğe, yenen sınıfın gücüne tapın­maya yol açar. Yenilen sınıf, yenilginin boyutuna ve şiddetine bağlı olarak etkisizleşerek bir dönem boyunca tarih sahnesinde geri plana düşer. Sınıf savaşımı geri plana düşmüş görünür. Zaferi kazanan sı­nıfın eylemi tarihe yön veren tek eylem olarak öne çıkar. Ancak tüm bu görüntünün altında, derinde sınıf savaşımı sürmektedir. Tarihin durgun ve karanlık dönemlerine, sınıfların yeni hareketliliği ile bir­likte fırtınalı altüst oluş dönemleri eşlik eder.

Tarihsel yürüyüşte sıçrama -bir toplumsal sistemden diğerine geçiş- bir çırpıda olmuyor. Yeni toplumsal sistemin dünya ölçeğin­deki zaferi, dünya ölçeğinde yürütülen sınıf savaşımı içinde yenilgi ve zaferlerin birbirini izlediği, birbirine eklemlendiği bütün bir ta­rihsel dönemi kapsıyor. Dünyanın tanıdığı en radikal burjuva devri­mi olan 1789 Fransız Devrimi, tarih içinde yenilgiden zafere koşan devrimlerin, aynı yolu izleyen proleter devrimlerden önceki örneği­dir.

Nasıl ki, 1830 ve 1851 (ve daha başkaları) yenilgileri kapitalizmin dünya ölçeğinde egemen bir sistem olmasının bedelleri olduy­sa, proleter devrimin 1871 ve 1980’li yılların sonunda resmîleşen yenilgileri de komünizmin dünya ölçeğindeki zaferinin önceden ödenmiş bedelleridir.

Bugün dünya işçi hareketi tarihin en büyük yenilgisini yaşıyor. Sovyet işçisi, partiye ve devlete yabancılaşmasının yol açtığı yanıl­sama, uyuşukluk ve çaresizlik içinde yarattığı eserin uzun bir dö­nemden beri avucunun içinden kayışını seyrederken, kendisiyle bir­likte dünya işçi sınıfını da ağır bir yenilginin girdabına çekti. Tarih bir kez daha durgunluğun ve karanlığın egemen olduğu bir döneme girdi. Sovyet işçisi bir zamanlar Fransa işçisinin kendine devrettiği tarihsel rolü, dünya proletaryasının başka müfrezelerine bırakarak ağır aksak 70 yıldır başrolünü oynadığı tarih sahnesinden çekilir­ken, engel olmaya başladığı dünya devriminin yolunu da temizliyor. İşçi sınıfının hangi müfrezesinin bu rolü hangi biçimde üstleneceği belirsiz olsa da, her yenilgiyi yeni bir zaferin kaldıracı yapmayı çok­tan öğrenmiş olan işçi sınıfının bu yenilgiyi de yeni ve ileri bir zafe­rin kaldıracı yapacağına kuşku yoktur. Bunu, yenilgi ile birlikte ta­rih bilincini kaybedenlere bir güven aşısı olur umuduyla söylemiyo­ruz. Olmayacağını biliyoruz. Sınıf savaşımı, dönene aldırmadan ayakta kalanlarla yürür. Vurgulamak istediğimiz ‘zafer’ çığlıkları­nın tarihin yasasının yerini alamayacağı ve alamadığıdır.

Tarihte her yenilgiye ve yenilen sınıfa karşı, toplumun her katın­dan yükselen bir salvo atışı eşlik eder. Bugün de böyle oluyor. Dün­ya işçi sınıfı, dünya burjuvazisinin önderliğinde çok yönlü bir saldı­rı ile karşı karşıyadır. Saldırının ana yönü, üretim içindeki yeri ile iş­çi sınıfına değil, politik süreçteki devrimci yeri ve rolü ile işçi sınıfınadır. Paris Komünü’nden bu yana gelecek endişesi ile yaşayan bir sınıftan başkası beklenemez.

Saldırı güçsüzdür. Ama etkilidir. Güçsüzdür, çünkü; işçi sınıfı­nın tarihsel rolü, onun Manifesto’da ortaya konulmuş olmasından bağımsız olarak kapitalizmin özünde vardır. İşçi sınıfının kapitalist mülkiyet ilişkileri karşısındaki konumunu yansıtır ve nesneldir. Yok varsayılarak, yok olmuyor.

Etkilidir, çünkü; tarihsel rolün nesnelliği (kapitalizmin mezar kazıcısı olmak) işçi sınıfına kendiliğinden devrimci bir nitelik kazandırmıyor.

Tersine işçi sınıfı ancak bu rolü, kavradığı ve onu uygulamaya soktuğu oranda oynayabilir. İşte burjuva saldırısının da etkili oldu­ğu alan burasıdır. Amaçları tarihsel bir güç olmaktan çıkarılmaya­cak olan işçi sınıfının devrimci bir güç olmasının önünü tıkamaktır. Bu saldırının etkili olabildiğinin en somut örneği ise bugünkü Avru­pa işçi hareketidir. Avrupa işçi hareketi, bugün devrimci özne ol­maktan çok uzaktır.

Tarihte hiçbir olay, onu ortaya çıkaracak maddi koşullar oluşma­dan gerçekleşemez. Ancak koşulların nesnel olarak varlığı olayların otomatik oluşumunu sağlamıyor. Tarih öznesiz bir nesnelliğe sahip değildir. Mezarın nasıl kazılacağını bilmeyen bir mezar kazıcısı işi­ni ne oranda başarırsa, tarihsel rolünü kavramamış bir işçi sınıfı da o oranda devrimci olur.

İşçi sınıfının tarihsel rolü kapitalist üretim ilişkileri içinde var­dır. İşçi sınıfı, üretim ilişkileri içinde var olmakla birlikte tarihsel rolünü ancak politik alanda, iktidar savaşımında oynayabilir. Bunun için işçi sınıfının, ona nesnel konumunun kendiliğinden sağlamadı­ğı araçlara, devrimci teori ve partiye ihtiyacı vardır. Kapitalist üre­tim ilişkilerinin, içinden çıktığı toplumun bağrında gelişebilir olma­sı, burjuvaziye daha iktidarı almadan ekonomik ve politik bir güç olma olanağı sağlar. Sermaye ve ticaret bağı ona, modern anlamda olmasa da, iktidar savaşımını koordine edecek bir örgütlülük öğesi kazandırır. Kapitalizm içinde bu tür olanaklardan yoksun olan işçi sınıfı, tarihsel rolünü ancak, politik örgütlenmesi aracılığı ile ger­çekleştirebilir. Bu nedenle parti, işçi sınıfının elinde, tarihsel rolünü kavramada ve gerçekleştirmede tek silâhtır. Tarihte hiçbir sınıf bu silâha işçi sınıfı kadar gereksinim duymamıştır. Sınıf savaşımında modern anlamda politik örgütlenmenin (parti) işçi sınıfı ile ortaya çıkmasının altında bu tarihsel gereksinme vardır.

Tarih göstermiştir ki, işçi sınıfının zaferi kadar yenilgisi de baş­ka faktörlerin yanında en başta onun bilinç ve örgütlülük derecesine bağlıdır. İşçi sınıfını bilinçlendirerek ve örgütleyerek onun iktidar savaşını yöneten parti, nasıl zaferin kaldıracı olursa, bunu gerçekleştiremeyen ve sürekli kılamayan parti de yenilginin aracı olmak­tan kurtulamıyor. Sosyalizmin 70 yıl sonraki ve bugünkü çöküşün­de partilerin üstlendiği rol bunun kanıtıdır.

Bugün dünya işçi hareketinin yaşadığı yenilgi, kendini, en başta ideolojik ve örgütsel alanda ortaya koyuyor. Marksizm’in en temel ilkelerinin (sınıf savaşımı, proletarya enternasyonalizmi, proletarya diktatörlüğü, devrim) reddi ile birlikte örgütten kaçış, yenilginin büründüğü temel biçimlerdir.

Yenilgiden çıkış ise ilk olarak bu alanda ideolojik ve örgütsel to­parlanma ile olanaklıdır.

Dünya burjuvazisinin aralıksız saldırıları altında, ideolojik gü­vensizlik ve örgütsel dağınıklık içerisindeki işçi hareketinin uluslararası birliğe ve örgütlülüğe gereksinmesi her zamankinden fazladır. Ancak işçi sınıfının güçlü ve örgütlü ulusal müfrezelerine dayanma­yan uluslararası örgütlülüğün dünya işçi hareketini bugünkü kaos­tan kurtarmada işlevsel bir rol oynayamayacağı da açıktır. Görev açık, perspektif nettir. Tarih içinde en etkili yenilgisini yaşayan işçi hareketinin önünde çok büyük sorunlar vardır. Dünya, işçi hareketi­nin bugün içinde bulunduğu durumdan bağımsız olarak yeni bir devrimci dalganın işaretlerini veriyor. Şimdi sorun, işçi hareketinin hem ulusal hem de uluslararası alanda buna yanıt verip vermeyece­ğidir.

Dünya ilginç bir gelişmeye sahne oluyor. Emperyalizm, kazan­dığı zaferin meyvelerini toplayamadan, aynı hızla bir krize doğru koşuyor. Sistemin bunalımı ABD’den Avrupa’ya doğru yayılıyor. Ekonomik büyüme yerini durgunluğa bırakıyor. Dünya ticaret hac­mi gerilemeye devam ediyor. Avrupa, tekelci sistemin istikrarsızlık odaklarına bir yenisini ekliyor.

Emperyalist ülkeler arasında ekonomik, politik süreçlere ortak müdahale eğilimi, sosyalizmin dünya ölçüsünde bir odak olmaktan çıkması ve sistemde değişen güç dengelerine bağlı olarak yerini karşılıklı çıkarların çatışmasına bırakıyor. Emperyalizmin ayrılmaz özelliklerinden biri olan pazarların yeniden paylaşımı, şimdilik bir ticaret savaşı olarak sürüyor. Doğu Avrupa’nın kapitalist sisteme eklemlenmesi sistemin istikrarsızlığını arttırırken, kızışan pazar sa­vaşımı Avrupa’da sınırların yeniden belirlenmesi biçiminde günde­me geliyor. ABD’nin sistem içi ve dünya egemenliği, gelişen ve güçlenen Japonya ve Almanya tarafından zorlanıyor.

Bilimsel teknik devrimin emperyalizme sağladığı dinamizm, en tepe noktasında, yarattığı bir dizi sorunla birlikte yerini durgunluğa ve gerilemeye bırakıyor. Tekelci sistem, en büyük üretici güç olan insanı giderek sürüleştirirken kendi sonunu da hazırlıyor.

Sisteme bağlı geri bıraktırılmış ülkeler ile emperyalist merkezler arasındaki uçurum; servet yağmalaması ve tekelci aşırı kâr yoluyla giderek büyürken, sistemin merkezlerinde başgösteren bunalımın da etkisiyle çevre halklarda patlayıcı madde yığınağı artıyor. Bir bü­tün olarak sistemin istikrarsızlığı derinleşiyor. Dünyanın beyazlaşan rengi altında kızıl bir ton kendini hissettirmeye başlıyor.

Türkiye burjuvazisi, en rahat ortamda yönetme zorluğu çekiyor. Burjuvazi, ideolojik ve fiziksel terörle sağladığı hegemonyasını kaybediyor. Gelişen Kürt Kurtuluş Hareketi karşısında, burjuvazi, Misak-ı Milli sınırları içinde egemenliğini olağan yöntemlerle sürdüremiyor. Henüz açık bir kimlik kazanamamış olsa da, gelişme ve politikleşme aşamasındaki işçi hareketi burjuvaziyi zorluyor. Bilinç geriliği ve dağınıklığına karşın işçi sınıfı toplumsal mücadelenin odağına oturuyor. Burjuvazi geleneksel yedekleri üzerindeki deneti­mini kaybediyor.

Giderek ağırlaşan ekonomik ve politik sorunlar, devrimci bir perspektif ve örgütlenmeden yoksun olmasına karşın gelişen işçi hareketi ve devlete karşı başkaldırıyı sürdüren Kürt Kurtuluş Hareketi’nin taşıdığı devrimci potansiyel Anadolu’yu bir devrim ülkesi yapıyor.

Tarihin gözleri Anadolu’nun üzerindedir. Bir devrim ülkesinde, her şey büyük ölçüde kendi sınıfını örgütleyebilme yeteneğine sa­hip, kurtuluşun devrimci partisine bağlıdır. Görev zor, güçlükler bü­yüktür. Ama hiçbir zorluk yenilmez değildir. Yeter ki, onun gerektir­diği bilinç, kararlılık, özveri ve cesaret gösterilebilsin.

Mustafa Genç, Kaldıraç Kitap Dizisi Sayı 9, Mayıs 1995

Tüketim toplumu Bağımlılık ilişkileri

Bir tek insanın köleleştirilmesi süreci, eğer toplumsal ilişkilerden soyutlarsak, psikologların ilgi alanına girebilir. Ama, insan, toplumsal ilişkilerden soyutlanarak ele alınamaz. İnsanın köleleştirilmesi, elbette çok daha karmaşık bir süreçtir. Mülkiyet ilişkileri, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet ve bunun beraberinde getirdiği ilişkiler yumağı ve toplumsal sistem olmadan, tek başına insanın köleleştirilmesi diye bir şeyi tartışamayız.

Modern kapitalist dünya, psikologluk diye bir meslek dalını üretti. Doğrusu, hiçbir psikoloğu rencide etmek istemeyiz, ancak, sosyal yapıyı, toplumu, toplumsal varlığın oluşturduğu ortalama toplumsal bilinci bilmeden bir psikoloğun, sözü edilen işi yapması da mümkün değildir. Zaten yapmıyorlar ve yaptıkları her şey, eğer bunu da yapabilenleri varsa, dürüstçe, temizce dinlemektir. Onun için bazı psikologlar derler ki, iyi bir arkadaşının olması, yeterlidir.

Eğer psikologluk işini, toplumsal gerçeklikten koparanlara bakarsanız, size bir insanın köleleşmesi sürecini, kişilik yapısı ile açıklamaya kalkarlar. Kişi, kişilik yapısı gereği, bir başka kişinin kölesi oluyormuş sonucuna varırlar.

Oysa, toplumsal sistem, onun işleyişi, onun oluşturduğu toplumsal bilinç, modern kölelik ilişkilerini ve elbette ki bunun tek tek bireylerdeki yansımasını açıklamayı sağlar. Bu durumda da, dürüst her psikolog, birçok durumda, “çare devrimdir” demek zorunda kalır.

Köle olarak kullanılan, köleleştirilen, hatta birçok devlette devlet projesi olarak köleleştirilen insanlar biliyoruz. Ve elbette ki bu hemen herkese, kabul edilemez geliyor. Eğer uç örnekleri ele alırsanız, bunu söylemek mümkün. Ama aslında bu köleleştirilme, daha “alışık” olduğumuz biçimleri ile “günlük” yaşamımızın bir parçasıdır.

Fabrikada çalışan birçok işçi, “modern kölelik” dediğimiz sistem içinde çalışmaktadır ve buna “normal” diyoruz. Ama mesela bir Suriyelinin 600 TL’ye ve 24 saat çalıştırılmasını gördük mü, işte o zaman “ya bu kölelik” demeye başlıyoruz.

Oysa biliyoruz ki, bilimsel açıdan “normal” kabul edilen, sadece belli bir zamana, belli bir çağa, belli bir döneme ait oluyor. Başka bir dönemde normal, normal olmaktan çıkıyor. Çoğunlukla, normal, toplumsal bilincin bir yansıması olarak, genellikle kabul gören anlamına geliyor.

Kapitalist üretim, üretim araçlarına sahip olmayan, ve bu durumu “normal” kabul eden, emekçilerin, işgüçlerini, üretim araçlarına sahip olan (ve toplum tarafından da bu üretim araçları o adamın mülkü olarak kabul edilen) kapitalistlere satması, bunun karşılığında bir ücret alması ve üretilen tüm mal ve hizmetin kapitaliste ait (işçi ürettiği hâlde, üretim araçları kapitalistin olduğu ve bu toplumsal olarak kabul edildiği için, ürün de kapitalistin oluyor) olduğu bir sistemdir. İşçi, diyelim ki, belli bir saat, mesela 8 saat/gün çalışır ve bunun karşılığında bir ücret alır. Ama bu süre boyunca üretilen malın değeri, işçinin aldığından kat be kat fazladır. Kapitalist, üretimin maliyetlerinin üzerine, işçinin emeğinin ürünü olan ve artı-değer olarak isimlendirdiğimiz, o üretim sürecinde üretilen fazlaya el koyar. Sömürü budur. Artı-değer, işçinin karşılığı ödenmemiş emek zamanının ürünüdür. Yani, işçi, kendi emeğinin karşılığına denk gelecek üretimi, belli bir zamanda yapar, mesela 1 saat, kalan sürede kapitalist için bu artı-değeri üretir.

Bir sınıflı toplum biçimi olarak kapitalist toplumu, biz, feodal ve köleci toplumlarla karşılaştırırız. Köleci toplumda, köle emeği, tüm yaratılan zenginliğin kaynağı idi. Köle, arazi ile ya da üretim araçları ile birlikte alınıp satılırdı. Köle, özgür bir kişi değil idi. Serf, feodal toplumun üretici gücüdür. Kapitalist toplumda bu köle, işçi adını alır. İşçi, aslında kâğıt üstünde özgürdür. “İsterse” çalışmayabilir. Bu, aç kalmak ve ölmek anlamına gelir. Bu açıdan, çalışmama özgürlüğü yoktur. İsterse, kendisi bir iş kurabilir. Ama aslında bunun da bir olanağı yoktur, bu da kâğıt üzerindedir. Gerçekte o, çalışmak zorundadır ve onun çalışmasının tek yolu, işgücünü bir kapitaliste satmaktır. Başka yolda yaşayamaz. İşte, işçi ile, ilk sınıflı toplumdaki köle arasındaki fark buna dayanır.

Köle sahibi, köleyi kırbaçlar, zorla çalıştırırdı. Günümüz dünyası kapitalist işçiyi, daha modern kırbaçlarla kırbaçlamaktadır. Gözetmenler, kırbaççının yerini almıştır. Emekçiyi kırbaçlayarak onu belli bir sınırda çalıştırabilirsin, oysa modern makinalı üretimde, makinaya ayak uydurmak zorunda kalan işçi, gelecekteki ömrünü bugün tüketme pahasına, daha hızlı ve daha rahatça kontrol edilecek bir biçimde çalıştırılabilir.

Bu nedenle, kapitalist sistemdeki işçi, modern köledir. Bu yolla, aslında kölelikten çok da farklı olmadığını anlatmak isteriz. Bu, sadece bir his değil, bilimsel bir gerçekliktir de.

Kapitalist üretim, işçinin artı-değeri üzerine yükselir. Kapitalistin amacı, “üretmek” değil, artı-değer üretmektir ya da kâr etmektir. Kârın kaynağı ise, işçinin karşılığı ödenmemiş emeğidir, yani artı-değerdir. Kapitalist kâr etmiyorsa üretimle ilgilenmez. Ve bunlar, bugün söylenmiyor. Karl Marx, Kapital’de tüm bu süreci, oldukça net bir biçimde ortaya koymuştur.

Kapitalist üretim, daha çok kâr, daha büyük artı-değer peşinde koşar. Daha çok artı-değer, ancak ve ancak, daha çok emekçinin emeğini emmekle mümkündür. Bir vampir gibi kapitalist, işçinin emeğini emmek zorundadır, başka türlü yaşayamaz.

Kapitalist üretim, giderek büyük çaplı üretime ve giderek tekelci kontrole dönüşür. Tekel, aynı zamanda pazar hakimiyeti demektir. Tekel, pazarı bölüşmek, fiyatı belirleyebilme gücü elde etmek de demektir. Tekelci kapitalizm, sermayenin yoğunlaşmasına ve merkezîleşmesine dayanır.

Sermaye, daha büyük çaplı üretime yöneldikçe, artı-değeri, hem göreli olarak, hem de mutlak olarak artırma olanakları elde eder. Büyük çaplı üretim, bir yandan, üretilmiş artı-değeri artırırken, diğer yandan, büyük çaplı üretimi kontrol eden kapitalist yararına, tüm ekonomide üretilen artı-değerden, daha büyük çaplı pay alma olanağı sağlar. Kapitalist, bu yolla daha fazla artı-değeri cebine indirme olanağı elde eder.

Büyük çaplı üretim, işgücünün, işçi diyelim, üzerindeki kontrolü daha da artırır. Bu kontrol, daha “verimli” bir üretime olanak verir. İşçi, giderek makinaların uzantısı görevini görmeye başlar. Ve birim zamanda üretilen artı-değer artar. Kapitalist, esas olarak bu artı-değeri artırmanın peşindedir.

Tek tek kapitalistler, her biri kendi üretim araçları üzerinde çalışan işçilerin artı-değerini artırmaya çalışırlar. İşçileri boğazlamak, onların kanlarını emmek konusunda kardeştirler. Ama pazarda, kapitalistler, birbirlerini boğazlamaya çalışırlar. Pazarda, parayı kontrol etmek, bu nedenle önemlidir.

Sermayenin yoğunlaşması, büyük çaplı üretim de demektir. Büyük çaplı üretim, aynı zamanda, kapitalistler arasındaki rekabetin, büyük kapitalistin lehine gelişmesi demektir. Pazardaki rekabet, kapitalistlerin kapitalistler tarafından mülksüzleştirilmesini beraberinde getirir. Bu da sermayenin merkezîleşmesi, daha az sayıda elde toplanması demektir.

Tekelci kapitalizm bunların üzerine yükselir.

Pazarın kontrolü ve buna uygun olarak “tekelci rekabet”, tekeller çağının özelliğidir. Tekelci rekabet, pazarın kontrolü ve bunun gerektirdiği şiddet ilişkilerini de beraberinde getirir. Günümüz dünyasında mafya denilen şey, gerçekte bu tekelci rekabetin içinde yatmaktadır.

Büyük çaplı üretim, kitlesel üretim olarak da adlandırılır. Binlerce, onbinlerce ürünün, bant sistemleri ile hızla üretimi, artı-değeri artırmakta kalmaz. Kendine has yeni durumlar yaratır. Bu kitlesel üretimin hızla pazara sevki, hızla tüketime sunulması gereklidir.

Kitlesel üretim, büyük çapta tüketim eğilimlerinin gelişmesini gerektirir.

Kitlesel üretim ve buna dayalı, kitlesel tüketim, bizi tüketim toplumu denilen şeye getirir. Büyük çaplı tüketim, “ihtiyaç” olunca satın alma denilen ve eskiden burjuva iktisatçılarının “rasyonel” insan davranışı dedikleri şeyi değiştirir. Burjuva iktisatçıları için rasyonellik değişir, ihtiyaç olmasa da, “avantajlı” olduğuna inanılan durumda tüketmek, satın almak vb. “rasyonel” olmaya başlar.

Büyük çaplı üretime uygun “tüketim” gereksinimi, devasa “reklâm” sektörünü yaratmıştır. Devasa “reklâm” sektörü, tekelci ilişkilere, tekelci kapitalizme, pazar hakimiyeti gereksinimine, pazar hakimiyetinin gerektirdiği ideolojik ve fizikî şiddet ihtiyacına göre şekillenmiştir. Reklâm sektörü denildi, içinde hakimiyet ilişkileri ve bunun gerektirdiği şiddet vardır. Reklâm sektörü, ideolojik saldırının temelidir.

Pazar hakimiyeti, tekelci ilişkiler ağının zorunlu ürünüdür. Tekelci rekabet, pazar hakimiyetini şart koşar. Bu ise, şiddeti beraberinde getirir. Bu, bir yandan mafya denilen çetelerin oluşumunu koşullarken, diğer yandan reklâm kitlesel tüketim için ideoloji pompalamaya başlar.

Mafya ve reklâm sektörü, aynı süreçlerin ürünüdür. Şiddetin değişik türevleri demektir ve hepsi tekelci kapitalizme özgüdür. Reklâm, büyük çaplı tüketimi, gelecekteki tüketimi şekillendirirken, ideolojik yönlendirmeler içerir. Modern sürüleşme ya da sürü toplum denilen şeyin temeli buradadır.

Reklâm, büyük çaplı tüketimi sağlamaya çalışırken, aynı zamanda buna uygun bir medya oluşumunu sağlar. İletişim ve medya sektöründeki gelişmeler, doğrudan tekelci büyük çaplı üretim, pazar hakimiyeti, bu ilişkilerin gerektirdiği şiddet ve büyük çaplı tüketim eğilimleri oluşturma ihtiyacına dayanır. Modern iletişim, medya ve eğlence sektörü, “hakimiyet ilişkileri ve bunun gerektirdiği şiddet” bağlamında ele alınınca, anlaşılır olur.

Dahası var. Modern iletişim, medya eğlence sektörünü anlamadan, tekelci kapitalizmi anlamak ve tekelci polis devletini (hâlâ bizim Tekelci Polis Devleti adlandırmamızı alışılmadık bulanlar için, isterlerse günümüz devletini) anlamak eksik olur.

***

Son yıllarda, psikologlar, sosyologlar, ekonomistler, istatistikçiler, araştırma uzmanları, think-tank kuruluşlarının gözdeleri, borsa simsarları, pazarlama mühendisleri, astrologlar, pazar araştırma uzmanları, reklâmcılar, metin yazarları kısaca bilumum ünvanlı burjuva kalemşörler, ister bilinçli ister ise bir alışkanlık gereği olsun, sürekli olarak “insan doğası” üzerine konuşuyorlar.

Gün oluyor bir psikolog, TV ekranlarında, o müthiş iletişim ağı içinde, insan doğasında “saldırganlık” olduğunu söylüyor. Gün oluyor, bir sosyolog, tüm sınırları aşan modern iletişim kanallarında dışkısını gönderir gibi, insan doğasındaki fetih duygusunun kaynaklarını fışkırtıyor. Gün oluyor, bir roman yazarı, insanın alışveriş ile tatmine ulaşmasının, insan doğasının bilmem hangi derinliklerinden gelen müthiş bir his olduğunu anlatıyor. Gün oluyor, bir silâh şirketine hizmet ettiği her halinden belli olan bir ekonomist, insanın “gücü” ele geçirme isteğinin hangi genlere kadar indiğini öğrendiği biyologla olan konuşmasını anlatıyor. Gün oluyor bir reklâmcı, kadına şiddet konusunu ele alırken, aslında seksin insanın içgüdülerinde yatan şiddet duygusundan başka bir şey olmadığını söyleyerek kendi hastalıklı hâlini analiz ediyor. Gün geliyor bir borsacı, kimsenin anlamadığı oyunlar oynadığı izlenimini vermek için, hiçbir zaman tutmayan tahminleri ile, insanın doğasında yatan merak güdüsünün sadece paraya karşı olduğunu ifade ediyor.

Sanki her biri, hizmetlisi olduğu meta dünyası tarafından fethedilmiş olduklarını bilmeden, ama bunu her hareketlerinde ifade etmek için, meta dünyanın gözdeleri oldukları hissi ile sahneleri doldurmak için çırpınan, genleri değiştirilmiş, hormonlu yaratıklar gibiler.

Ama gelin görün ki, bize insan doğası üzerine, akıl almaz nutuklar atıyorlar. Her gün, gerçekliği altüst ederek, karanlık yayarak, “insan doğası”nın ne kadar insandışı olduğunu anlatmaya çalışıyorlar.

İşte bu nedenle, modern kapitalist dünyanın işini düzgünce yapmaya çalışan psikologları beni affetsin, bu psikologlar, insanı, bir insan toplumunun içinde ele alamıyor, onu her şeyden bağımsız, tek başına, öncesiz ve sonrasız, tarihsiz ve mekânsız bir varlık olarak ele alıyorlar.

Tüm burada, insan denilen varlıktan eser kalıyor mu?

İnsan doğası, acaba, insana ait olan, insanî dediğimiz hiçbir şeyi içermiyor mu? Yoksa meta toplumu, tüketim toplumu, insana ait ne varsa, insan doğasından söküp aldı ve yerine, metaya ait ne varsa, onları mı koydu?

Kapitalist üretimde, üretilen ve kapitalist tarafından sahiplenilen şey, bir ürün değil, bir metadır. Meta, pazar için üretilir. Pazar için üretilen şeyin sahibi için bir kullanım değeri olmaması gerekir. Ama gerçekte bir kullanım değeri de olmalıdır.

Diyelim ki, bir buzdolabı üreten kapitalist olsun, bu buzdolabı ya da buzdolapları, onun için bir kullanım değeri değildir. Onun buzdolaplarını kendi kullanımı için üretmediği, pazar için ürettiği açık. Aynı zamanda üretilen şey, başkaları için, yiyeceklerin bozulmasının önlenmesi, saklanması gibi bir kullanım değeri olmalıdır.

Gerçekte kapitalist, metanın sahibi olarak toplum tarafından tanınmaktadır. Mülkiyet ilişkileri buna elvermektedir. Bu mülkiyet sahibi için, mülkündeki bu meta, bir ihtiyaç değildir, o meta başkaları için bir ihtiyacı giderme özelliği (kullanım değeri) olduğu için ve kapitalist için bir değişim değeri demek olduğu için satılmaktadır.

Bir meta, diyelim buzdolabı, üretildiğinde, hem yatırılan değişmeyen sermayeyi (hammadde, üretim için gerekli makinalar vb.), hem de işgücüne ödenecek parayı ve hem de bu iş sürecinde yeni üretilmiş değeri içerir. Yani, değişmeyen sermaye (üretime girdiği kadar değer aktaran sermaye) + değişen sermaye (işgücüne bağlanan para, işgücü, hem kendi değerini hem de fazlasını yaratığı için değişen sermaye oluyor) ve artı-değer, yeni ürünün, burada buzdolabının içindedir.

Kapitalist bu pazar için üretilmiş metayı satmalı, paraya çevirmelidir. Metanın vücudundaki bu değerin, paraya dönüşmesi, pazar, meta satılarak gerçekleşir.

İşte bu süreç, meta ilişkilerinin tüm toplumu sarmasına neden olur. Meta sahipleri, birbirleri ile metalar ya da para aracılığı ile ilişkiye girer. Emek, işgücü olarak metalaşır. İşçinin işgücünün karşılığı olarak değişim değeri ödenir, ama bir meta olarak o, bir kullanım değerine, yani üretme ve kendinden fazlasını üretme yeteneğine sahiptir. Bu işgücünün kullanım değeri, belli bir süre için kapitaliste aittir. Ve kapitalist, bu süre boyunca, onun bu değer yaratma özelliğini, sonuna kadar, sınır ve limit tanımaksızın, acımaksızın kullanacaktır.

Meta, çok eski çağlardan beri, köleci toplumdan beri, ya da ilkel-komünal toplumun çözülüşünden beri vardır. Ama ilk kez, emek gücünün metalaşması ile, meta, tüm toplumsal üretimin her alanında egemen olacak, tüm toplumu saracaktır. Kapitalist toplum, bir anlamda meta toplumudur.

Metalar, birer insan emeğinin ürünü, belli bir emek/saatte üretildikleri için birbiri ile değiştirilirlerdi. Onların içinde billurlaşmış bir emek gücü vardır. Ama, metanın egemenlik alanı genişledikçe, artık, bir emek zaman da üretilmemiş olan mesela toprak, mesela vicdan vb. satılmaya başlar. Kendisi değer içermeyen şeyler, pazarda satılmaya başlarlar. Muhtemeldir ki, “her insanın bir fiyatı vardır” sözü, metanın toplumu fethettiği dönemlerden beri söylenmektedir.

Her şeyin alınıp satılması, giderek, her ilişki biçiminin de metalaşmasına yol açmıştır. Aşk, seks, spor, sanat, vb. giderek daha fazla meta egemenliği alanına girmiştir. İnsanlar arasındaki, her ilişki, meta ilişkilerinin egemen olduğu ilişkiler hâline gelmiştir.

Elbette bunun tarihsel olarak gelişim sürecini hikâye edebilmek, öğreticidir. Ama sanırım, bunun çok geniş bir zaman alacağı da kesin. Biz bugüne gelebiliriz.

Diyelim ki, iki insan, bugün artık, sahip oldukları “meta”lar üzerinden değerlendirilmektedir. İster üzerlerine giydikleri elbiselerin markası, ister taktıkları gözlüklerin markası vb. olsun, önemli bir kıyaslama ölçüsü durumundadır.

Bir aile, komşu aileyi, evlerindeki buzdolabının markasına, TV’nin markasına vb. göre değerlendirmektedir.

Siz, aslında bindiğiniz arabanın markası ölçüsünde “adam”sınız. Kullandığınız parfüm, sizin kadınlığınızın ölçüsü, tıraş losyonunuz sizin ne kadar erkek olduğunuzun göstergesidir. Ve en önemlisi, bunlar artık sorgulanması “olağandışı” sayılan “değerler”dir.

Bir çocuk düşünelim, gittiği okulda, giydiği elbisenin markası, ayakkabının markası vb. nedeni ile aşağılanıyorsa, bu çocuğun, kalp krizi geçirme riski, o yaşta bile yükselmektedir. Ve yine psikologlar beni affetsin, bu çocuğun bilinç altını dolduran korkular, onun doğasından gelmiyor, kapitalist sistemin kendisinden, meta toplumundan geliyor. Hastalıkları iyileştirmek mi istiyorsun bay psikolog, hemen bir devrimci gerillaya dönüş, sistemin “sihirli ve ahenkli” metasal ilişkiler ağını parçala, göreceksin, sen de rahat edeceksin. Yoksa, kendinin de kullandığın anti-depresan haplardan hastalarına dağıtmak dışında bir şey yapamaz, kendi işine saygı duyamazsın.

Bugün, iyi bir doktor ne demektir? Zenginlerin gittiği, vizitesine yüksek paralar ödenen doktor demektir. İlaç şirketleri ile uyumlu, onların isteklerine göre ilaç yazmaktan çekinmeyen, arabasının benzinini yazdığı uydurma reçetelerle sağlayan, lüks otomobillere binen, kullandığı MR cihazının parasını çıkarmak için her hastasını MR cihazına sokan, yeni aldığı evin taksitini ödemekte zorluk çıkınca ilk gelen hastayı ameliyata alan doktordur. İşte size iyi doktor.

İyi gelin ya da damat adayı kimdir? Arabası ve evi olan, her durumda zeytinyağı gibi su üstüne çıkabilen, parası olan, paranın kokusunu, müstakbel eşinin kokusundan çok önce alan ve buna saygı duyan, kime ne zarar verdiğine bakmaksızın gemisini yürüten, yalan söylemeyi iyi beceren, her fırsatı değerlendirebilen, maldan anlayan vb.dir.

Alışverişe çıkmanın, tıbbî ve psikolojik bir tedavi olarak uygulandığı bir toplumda yaşıyoruz.

Daha çok, daha çok satın almak, kendini önemli hissetmenin aracı hâline gelmiştir. Ne kadar tüketiyorsan, o kadar “kıymetli”sin.

İnsan olarak değerin, tüketim nesnesi olabildiğin ölçüde gelişmiştir.

Bir alışverişte, size iyi davranılması, sizi mutlu etmektedir, dükkânlar, müşterisine iyi davranmak konusunda sınırları aşmakta, her gün yenilikler ortaya koymaktadır.

Kitlesel üretim, siz buna isterseniz seri üretim diyebilirsiniz, kitlesel tüketim ihtiyacını beraberinde getiriyor. Ve kapitalist sistem, bu iş için, tekellerin bu arzularına hizmet eden reklâm ajanslarını, özel metin yazarlarını, özel psikologları vb. devreye sokuyor.

Kitlesel satabilmek için, akla ve mantığa seslenmek yeterli olmaz. Elinde varken, bir anlamda ihtiyacı yok iken neden tekrar satın alsın. Bunun için, korkulara yöneliyorlar. Uzmanlar, toplumu korkutup, olmadık bir hikâye uğruna, mesela arılar kasabayı basacak gibi, zaten elde var olan malların yeniden satılmasını sağlıyorlar. Mesela basın aracılığı ile gelecek korkusu yaratıp, ihtiyaç olmayan malları satmayı başarıyorlar. Mesela basın-reklâm ajansları ağı ile, toplumun önde giden kişilerini mesela sanatçılarını vb. kullanarak, moda yaratıp, moda eskitiyor, ve bu modaya uymamayı aşağılanma olarak sunuyorlar. Korkuyu böyle örgütlüyor ve bunu daha çok mal satmak için, daha doğru olacak şekilde söylersek, ihtiyaç olmayan malları satabilmek için kullanıyorlar.

Tüketim toplumu denildi mi, akla gelecek şey, meta ilişkilerinin tüm toplumsal ilişkiler ağını sarmış olması ve tüketim için kitlesel yönlendirme olanaklarının tekellerce örgütlenmiş olmasıdır. Reklâm, eğlence, medya, araştırma ve iletişim şirketleri ağı, tüm toplumu, tekelci kapitalizm döneminde sarmıştır. Bu şirketler, kitleleri yönlendirmek için vardır. İşe, daha çok satmak, ihtiyacı olmayan şeylerin satın alınmasını sağlamaktan başladılar.

Bu vesile ile, bugün hatta İkinci Dünya Savaşı öncesinde, döneminde ve sonrasında, ABD, Almanya, İngiltere, Fransa gibi belli başlı emperyalist güçlerin kullandığı kitlesel yönlendirme metotları, gerçekte, kitlesel tüketim için bulunmuş metotlardan, yollardan gelmektedir.

Kitlesel üretim, gerçekte ihtiyacı düşünerek üretimden farklıdır, tersine meta, üretime bağlıdır, pazar için üretime bağlıdır. Eğer, sınıflar hiç olmamış olsa idi, eğer, üretim araçları üzerinde özel mülkiyet hiç olmamış olsa idi, kesinlikle söyleyebiliriz ki, kitlesel üretim diye bir şey olmazdı. Kapitalist, toplumun ihtiyaçları için üretmez. O, artı-değer, daha çok artı-değer elde etmek için bir değer üretir. Daha çok değer üretmek onun hedefi değildir. Üretilen bu daha çok malın, ihtiyacı giderip gidermediği onun umurunda değildir. Kitlesel üretim, işçinin birim emek zamanda, daha çok sömürülmesi amacına bağlıdır, başka bir derdi yoktur.

Kitlesel üretim, kapitalistin kâr amacı içindir. Ve kâr amaçlı üretim, insanın doğasına “ait” bir gerçeklik, genlerinde olan bir kalıtsal durum vb. değildir. Tersine toplumsal ve tarihsel bir gerçekliktir. Ve bu nedenle, kapitalist, insan değildir, insan hâline bürünmüş sermayedir.

Kitlesel tüketim de, insan doğasından gelen tüketim alışkanlığı gibi zırvaların ürünü değildir. Tersine, toplumsal ve tarihsel bir durumdur.

Kitlesel tüketim ya da tüketim toplumu, kitlesel üretim ile üretilmiş olanın satılması amacına uygundur. 1929 ekonomik bunalımı ile, tüketimin çok çok azalması, kitlesel tüketim için insanların kitlesel yönlendirilmesi metotlarının devreye sokulmasını sağlamıştır. Kapitalistler, bilimi, faydalı olduğu ya da kârlı olduğu ölçüde kullanırlar.

Kitlesel tüketim, insanların akıllarını devredışı bırakarak, toplumsal yönlendirme araçları geliştirerek gerçekleşiyor. Bu nedenle akla ve mantığa değil, “bilinçaltına”, bilinçli olmayan duygulara, arzulara sesleniyor.

Kapitalizm de dahil, tüm sınıflı toplumlar tarihi boyunca biriktirilmiş, her türlü aşağılanmayı, her türlü ezilmişliği, her türlü ayrımcılığı, her türlü korkuyu kullanırlar.

Gün olur, kadın-erkek ayrımı ve kadının aşağılanmasını kullanırlar. Gün olur, cinsel tabuları kullanırlar. Araba satarken, size bu arabayı satın alın, çünkü özellikleri şunlar demezler, tersine bu arabayı alırsanız, farklı olacaksınız, sürüş keyfini yaşayın, ayrıcalıklı olun, arabanın içinde olmayanları aşağılayın derler. İşte duygulara seslenmek dediğimiz şey budur.

Bastırılmış kimlikler, ezilmişliğe karşı isyan etmeme durumu, boyun eğme ve bunu alışkanlık hâline getirme durumu, düşünmeyerek kendini mutlu sanma yolu ile ayakta kalma hali, “halkla ilişkiler ve iletişim” departmanlarının, modern pazarlama tekniklerinin, modern reklâm çalışmalarının temeli hâline gelmiştir. Bastırılmış ve aşağılanmış insanın biriktirdiği iç şiddet, hayvansal içgüdüler olarak ortaya konmaya çalışılmaktadır.

Cep telefonunu aldığında, seni, bulunduğun sınıftan farklı bir noktaya taşır. Artık, Apple cep telefonun, Samsung cep telefonun olduğu için sen, ilgi görebilecek bir kişi olursun. Senin satın aldığın mal, seni mutlu eder. Sen, örneğin ailen ve arkadaşlarınla uzak mesafelerden gerekli hâllerde iletişim kurup haberleşmek için telefon almıyorsun. Sen telefonu, bir toplumsal statü elde etmek için, mutlu olmak için, ezikler ve ezilmişler, aşağılanlar sınıfından kurtulmak için satın alıyorsun. Ve o telefona, başka herhangi bir nedenle bu paraları ödemek mümkün değildir. Maliyeti, en gelişmiş bir telefonun, 10 doları aşmamaktadır ve bir cep telefonu, bir buzdolabı+bir çamaşır makinası+bulaşık makinası fiyatına satılmaktadır.

Bunun olması için, topluma, “bireysellik” yüklemek, herkesi birbirinin tüketiciler olarak rakibi hâline getirmek, herkesi yalnızlaştırmak gereklidir. Sen, bir elbiseyi, istediğin ve ihtiyacın olduğu için değil, senden daha çok arkadaşı olan, ilgi gören arkadaşın nedeni ile satın almaya başlarsın.

Moda ve elbise, giysi alışverişi, hayalleri zorlayan bir tuhaf sektör hâlindedir. Elbise alırken, sevmediği ama şirkette patrona yakın duran arkadaşının elbisesinin aynısını alıp, şimdi bende bu elbiseyi görünce yüzünün ifadesini merak ediyorum diye düşünmek, gerçekte, insan doğası ile alâkalı mıdır, yoksa tamamen toplumsal ilişkiler ağı, mülkiyet ilişkileri ağı, meta toplumu ilişkileri ağı ile mi alâkalıdır?

Metalar, neye sahip olduğunuz, sizin elbiseniz, sizin kaleminiz, sizin ayakkabınız, sizin telefonunuz, sizi daha değerli, daha gözde, daha ayrıcalıklı vb. yapıyor.

Çünkü, gerçekte aşağılanıyoruz, gerçekte ayrımcılığa uğruyoruz, gerçekte hor görülüyoruz, gerçekte kendimizi işe yaramaz, fazlalık olarak hissediyoruz.

Ve elbette ki elimizdeki telefonumuz, burnumuzun üzerindeki gözlüğümüz, bir mağazadan satın alınmış stilimiz bizi bu dertlerden kurtarmaz. Kendinizi ayrıcalıklı hissetmeniz zaten bir sorundur. Başkalarını aşağılamak için bir yoldur. Oysa aşağılanlar olarak, aşağılanmanın her birine karşı koymak hissini insanî bulabiliriz.

Bencilleşme, “bireyselleşme” olarak sunulmaktadır. Her türlü baskı, gerçekte baskının kaynağına döndürülmek yerine, tüketim için kullanılarak manipüle edilmektedir, yönlendirilmektedir. Evde, babasının ve abisinin baskısını yaşayan bir genç kız, bu baskının arkasındaki nedenleri vb. sorgulamıyor, tersine, bir tüketim nesnesi olarak, bir reklâmda geçen ‘özgürlüğünü geri al’ sloganından etkilenip ya da ‘kararını kendin ver’ sloganından etkilenip, mesela cep telefonunun modelini yeniliyor. Sonunda ne bağımsız oluyor, ne birey oluyor, ne üzerindeki baskı azalıyor.

Tüketim yarışının egemen hâle getirilmesi, psikologların bile hastalarına, ilaç olarak “alışveriş yap, mutlu olursun” demeleri, aslında bir bağımsız bireyler olma hâli değil, bağımsız ve bencil davranan, aklını bir kenara bırakmış sürü “bireyler” olma hâlidir.

Modern tüketim toplumu, sürüleştirdiği insanlara, bu durumu, bireyleşme olarak sunmaktadır ve “uzman” sosyologları, araştırma uzmanları, toplum mühendisleri, bunu ciddi ciddi tartışmaktadırlar. Koca koca tarihçiler, tarihe bu gözle bakmaktadırlar. Tüketim toplumu, toplu cahilleşme toplumudur.

Sürüleşmek, birey olmak olarak sunulmaktadır. Köleleşmek, metalara bağımlı hâle gelmek, tüketim nesnesi hâline gelmek ise özgürlük olarak sunulmaktadır. Dikkat edilirse, insanî değerler, insanlığın değerleri, daha çok mal satabilmek için, sürüleştirilmiş kitlelere, illüzyon misali tükettikçe ulaşılan değerler olarak sunulmaktadır.

Tüketim toplumu, insanlar arasındaki her türden, ama her türden ilişkinin metalar aracılığı ile gerçekleşir hâle gelmesi demektir. Bu sürecin içinde yaşıyoruz. Sizin ile arkadaşınızın ilişkisi, iPhone kullanan ve Samsung kullanan ilişkisi gibidir. iPhone kullanıcılarının mesela arkada çalışan ve P&G’ye sürekli veri yollayan bir programın ya da pazar araştırmasının tasmalı varlıkları olduğunu söylerseniz, kim bilir nasıl bir tepki alırsınız? Belki de o da size Samsung kullanmanın da tasmalı olmaktan daha ileri olduğunu söyleyecektir. Komşunuzla ilişkilerinizin seviyeleri, park yerindeki arabalarınızın piyasa fiyatları, sokaktaki imajları, yok olmadı ise, evinizdeki buzdolabının markaları ya da TV’nizin markaları arasındaki ilişkiler tarafından belirlenmektedir. Kaç paralık adamsın sözü, meta üretimi ve sınıflı toplumlara bağlıdır. Bugün ise, kullanılan metanın piyasa imajı, bu kaç paralık adamsın sorusunun yanıtıdır.

Bir hakimin kendisini satmasını, bir öğretmenin akıl almaz çiğlikte davranmasını, bizler artık, bu meta ilişkileri ağı içinde, doğrudan ucu bize dokunmadığı sürece, “normal” olarak algılıyoruz. Tıpkı bir hayvanın akıllı davranışına şaşırdığımız gibi, bir insanın akıllı davranışına da şaşırıyoruz.

Tüketimin nesnesi hâline gelmiş insan, elbette ki bencildir. Elbette ki metalar tarafından yönlendirilmektedir ve elbette ki bu durumda, büyük felaketler dışında onun aklı, insanî değerleri devreye girmemektedir.

Bu insan, aynı zamanda korkularının esiridir. Meta ne kadar elde edilmiş ise o kadar kendisini mutlu ve ayrıcalıklı, o kadar özgür ve birey hisseden kişi, ardından, bu metaları kaybetme, bu “ayrıcalıkları” kaybetme, bu konumu kaybetme korkusu ile yaşamaya başlamaktadır. Korku, onun daha kolay yönlendirilmesi için de bir yoldur.

Daha çok tüketim, uysallaşmak da demektir.

Artık sizin için sizin gerçek durumunuz, mesela bir kadın olmanız, mesela bir işçi olmanız, mesela sömürülüyor olmanız, arada bir aklınız devreye girdiğinde karşınıza çıkan ve hızla unutmanız gereken bir durumdur. Esas önemli olan, başkalarının sizin için ne düşündüğüdür. başkaları sizin aslında zengin olduğunuzu düşünüyorsa, siz cep telefonunuz ile bu imajı vermişseniz, gerisi önemli değildir. Böylece, kendi gerçekliğine uzak, gerçekte sürü olarak davranmaya son derece hazır hâle gelmiş kitleler oluşmuş olur.

Tüketim nesnesi hâline geldi mi insan, onun siyasal iktidar tarafından, devlet tarafından yönlendirilmesi çok kolaylaşmaktadır. Zaten, tüketim toplumu ve meta ilişkiler ağı, onu sürekli bu durumda tutmaktadır. Her gün ve her gün bu kapitalist ilişkiler ağı, meta ilişkiler ağı üretilmektedir.

Böylece reklâm, “politik reklâm”a dönüşüyor. Bu nedenle seçim kampanyalarını artık reklâm şirketleri gerçekleştiriyor. Erdoğan, bir mal olarak pazara sürülüyor ve ona uygun reklâm çalışmaları yapılıyor. Mesele, Erdoğan’ı halka satabilmektedir. Velev ki halkın Erdoğan’a ihtiyacı olmasın. Arzular, güdüler, ihtiyaçları geride bırakmalı ki, siz daha tüketmeden, bir malı, tekrar satın alabilesiniz. Erdoğan’ı satın almanız için, ona oy verdiğinizde, aşağılanmaktan kurtulduğunuzu, bir sosyal statü elde ettiğinizi, daha milliyetçi ve daha allahın iyi kulu olduğunuzu hissetmeniz önemlidir. Önemli olan aldığınız malın bu ihtiyaçları yerine getirip getirmemesi değildir, önemli olan sizin bu malı alırken arzularınızın tatmin oluyor olmasıdır.

Kaldı ki, Erdoğan, bugün muktedirdir ve kendi deyimi ile, ülkeyi bir anonim şirket olarak yönetmek istemektedir. Şirket bir AŞ ise, doğal olarak vatandaş, tüketicidir. Kim daha çok tüketiyor ise, o daha çok vatandaş olmayı (daha milliyetçi, daha dini bütün, daha bayrağına bağlı, daha vatansever, daha milli, daha yerli) hak ediyor demektir.

Kadına karşı uygulanan baskı, örneğin, 1930’larda, sigara satışını körüklemek için kullanılmıştır. Gözde hanımlar, ellerinde sigaraları ile, bir mitingde “özgürlük” diye bağırıp sigara içince, nüfusun kalan yüzde ellilik pazarı da sigara üreticileri için açılmış oldu.

İyilikler, iyilik olarak bir insan tarafından tarif edilecek her şey, gerçekte, tüketim ile elde ediliyor. Sunum budur. Mutlu olmak mı istersiniz, buyurun, tüketin. Prestije mi ihtiyacınız var, bir “prestijli” olarak sunulan mal alın. Güzel mi olmak istiyorsunuz, hemen bir markalı ürün alın, seksi mi olmak istersiniz, hemen bir başka ürün alın. Sadece siz, siz olmayın. O zaman mutlu olursunuz. Siz, siz olursanız, mutsuz olursunuz, çünkü insan özünde kötüdür, kötülüklerin kaynağıdır. Sakın siz, siz olmayın. Sakin siz bir işçi, bir öğrenci, bir genç, bir kadın vb. olmayın. Siz, sadece ve sadece tüketin, başka bir değeriniz olmasın.

Bu şekilde yüklenmiş kitleler, yönlendirmeye son derece açık hâle gelmiş demektir. Geriye dümeni çevirecek bir iktidar kalmaktadır.

Tüketim toplumu, kitlesel tüketim, sosyal kontrol mekanizmaları oluşturmaktadır. İnsanı yok etmekte, onu güdülerinin esiri hâline getirmekte, tüm toplumu psikolojik hasta hâline sokmakta, bu yolla onu kontrol edecek mekanizmalar yaratmaktadır.

Cep telefonu, bir tasmadır diyen bilim adamı, gerçekte bir duyguyu ifade etmiyor, gerçekliği ifade ediyor. P&G firması, Apple ile kozmetik vb. ürünler konusunda benzer anlaşmaya sahiptir. Bir şehirdeki tüm kozmetik ürünleri satan yerler, telefonunuzun arkada işleyen bir uygulamasına yüklüdür ve siz, bu nedenle konum denilen şeyden haberdarsınız. Yoksa siz kendinizi iyi hissedin diye size bulunduğunuz konumu gönderme olanağı verilmiyor. Birileri, sizin gerekli hâllerde bulunduğunuz konumunuzu bilmek istiyor. P&G bunlardan biridir. Sizin ödeme araçlarınızı da bilmektedir. Siz orada, o anda bir kozmetik ürünü aldığınızda, sizin yaşınızı, sizin gelir düzeyinizi vb. bilerek, hangi ürünü satın aldığınızı öğrenmektedir. Artık araştırma ve anket şirketlerine para aktarmalarına gerek yoktur. Bu sayede ise, sayısız bilgiye ulaşmaktadırlar. Oysa siz, hâlâ, benim konumumu öğrenmeme olanak veren bu uygulamaya teşekkürler, diye dualar okumaktasınız. Sizi takip eden bir dosyalama, bir tasma sizi rahatsız etmiyor ama mutluluk kaynağı oluyor. Tasma, daha çok kedi, köpek gibi hayvanlara takılan ve sahibi tarafından kontrol edilmelerini sağlayan şeydir. Siz, sahiplenilmiş olmaktan mutluluk duyuyorsunuz ve o cep telefonunu mutlulukla taşıyorsunuz, ama köpeklerin bu tasmalara alışması daha uzun yıllar almıştır. Bu kadar gönüllü oldukları da şüphelidir. Mesela köpeklerin hiçbiri, bu tasmalar için ceplerinden çıkartıp 2-3 maaşlarını vermemişlerdir. Bir insan 2-3 maaşını verip bir cep telefonu alırsa, elbette o telefona sahip olması nedeni ile “başka şeyler” de hissedecektir, ayrıcalıklı olmak, prestij sahibi olmak vb. gibi.

İnsanın bir çeşit “mutluluk makinası” olması, gerçekte onun hasta olması, insan olmaktan çıkması, güdülerinin esiri olması demektir. Bu kapitalist sistemi, her açıdan rahatlatan bir durumdur.

Demek ki, modern tüketin toplumunun devamı, insanların sürüleştirilmesine bağlıdır. Ve tüketim toplumunun ayakta kalması, insanın güdülerinin, onların deyimi ile derinde yatan ilkel davranışlarının esiri olması demektir. Bunu arzuluyorlar. Bunun için sayısız toplumsal kontrol mekanizması geliştiriyorlar.

İşte bu nedenle, biz, kapitalizmin geleceğinin insanı yok etmek demek olduğunu, bu nedenle, önümüzde ya sosyalizm ya ölüm alternatifinin bulunduğunu söylüyoruz.

İşte bu nedenle biz, sosyalizm, sınıfların ortadan kaldırılması, özgür ve eşit bir toplum kurulması, sadece işçi sınıfının çıkarına değil, insanlığın çıkarına bir adımdır ve tek kurtuluş yoludur, diyoruz.

İşte bu nedenle biz, kot pantolonda, sigarada, içkide vb. özgürlük aranmasını, giyim tarzına göre özgürlük elde edilmesi sahtekârlığını tüketim nesnesi ve bağımlı olmak olarak adlandırıyoruz. Bu nedenle, gerçekten, gerçek özgürlükten yanayız.

Bu nedenle diyoruz ki, işçi işçi olmaktan utanmayacak. Onun yaşam koşullarını, sömürü ağını, olduğu gibi görecek, görecek ki, onlara karşı savaşma kararı verebilsin. Bu nedenle diyoruz ki, kadın, kendisi üzerindeki toplumsal baskıyı, bu baskının sınıf ilişkileri ile bağını görecek. Baskının kaynağını cahil babasında aramayacak. Sistemi sorgulayacak, boyun eğmeyecek ve tüm bu mülkiyet ilişkileri ağını, bu bağımlılık ilişkilerini parçalamak için örgütlenecek. İşte bu nedenle diyoruz ki, gençlik gerçeği bilecek, görecek ve bu sistemde tüketim nesneleri olmayı reddececek. Reklâmlara göre yön bulan, değer edinen insanlar olmayacak ve arkada sistemin işleyen dişlilerini görecek. Böylece onlara karşı mücadele olanakları olsun.

Kapitalist sistem, yaşadıkça, insanı tüketmek, yok etmek, insanın aklını, hafızasını, tarihini silmek zorundadır. İnsanı modern köleler, tüketime bağımlı bireyler, toplumsal gerçeklikten uzak hastalar hâline getirmektedir.

Bu sisteme karşı, her yol ve araçla, mücadele etmek meşrudur, zorunludur. İnsanlığın, bu mücadele dışında bir gelecek yolu, bir kurtuluş yolu yoktur.

Ve bunca güçlü görünmesine rağmen, her şeyi manipüle etmelerine, insanları sürüye çevirmelerine rağmen, yıkılıp gidecekler. Bu bir istek ve talepten öte, bir bilimsel gerçekliktir. Sınıflar, nasıl bir tarihsel anda ortaya çıkmışlarsa, bir gün de her şey gibi yok olacaklardır. Sınıfların yok olması demek, başka bir sınıfa gerek duymayan bir sınıfın bunu yapması demektir. İşçi olmasa, patron olmaz. Ama patron olmazsa, işçi yine de var olur. Öyle ise kimin yok olacağı, bir nesnel gerçeklik olarak ortadadır. Burjuvalar, kapitalistler, tekeller, fazladan kendi cennetlerini uzatmaya çalışıyorlar. Onların bu cennetlerini bir gün daha fazla yaşatma istekleri, bizim cehennemimizi daha da yaşanmaz kılma durumu demektir.

Bu, bir sınıf mücadelesidir.

Ve işçi sınıfı, bu mücadelede, sadece kendisinin değil, tüm toplumun, tüm insanlığın biricik kurtarıcısıdır.

Barış mitinglerinde binler barış talebini haykırdı

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ve Varşova Paktı üyesi ülkeler barış içinde bir dünya mücadelesi görevini hatırlatmak amacıyla, Almanya’nın 1939 yılında Polonya’yı işgal ederek İkinci Dünya Savaşı’nı başlattığı tarih olan 1 Eylül’ü “Dünya Barış Günü” ilan etmişti.
1 Eylül, farklı coğrafyalarda barış talebinin haykırıldığı bir gün oldu. Bu sene 1 Eylül; İstanbul, Mersin, Muş, Hakkari gibi illerde mitingler ve eylemlerle karşılanırken; İzmir, Ankara, Antalya, İzmit, Bursa, Aydın, Urfa, Batman’da ise devlet tarafından “güvenlik” bahanesi öne sürülerek yasaklandı.
Bakırköy’de Coşkulu Miting İstanbul Emek ve Demokrasi İçin Güç Birliği bileşenlerinin Bakırköy Meydanı’nda düzenledikleri mitingde, Kürt sorununun demokratik ve barışçı çözümü, savaş, baskı ve şiddet politikalarına son verilmesi ve Suriye’ye müdahaleden vazgeçilmesi çağrıları yapılarak barış talebi dile getirildi.
“Faşizme darbelere ve savaşa karşı demokrasi ve barış istiyoruz” şiarıyla düzenlenen mitingde sık sık “Yaşasın halkların kardeşliği”, “Savaşa hayır, barış hemen şimdi”, “Emperyalizm yenilecek, direnen halklar kazanacak” sloganları atılırken, “Barış hemen şimdi”, “İşkence insanlık suçudur”, “Eşit yurttaşlık istiyoruz”, “Kadın cinayetlerine hayır”, “Anadilde eğitim istiyoruz” dövizleri ile Kürtçe ve Türkçe “Barış” yazılı flamalar taşındı. Sahnenin önüne ise 10 Ekim Barış Mitingi’nde hayatını kaybedenlerin fotoğraflarının olduğu pankart asıldı.
Binlerin katıldığı miting 10 Ekim Ankara Katliamı’nda ve savaşta hayatını kaybedenler için yapılan saygı duruşuyla başladı.
‘Biz o çuvala sığmayız’
İlk konuşmayı Barış İçin Akademisyenler adına 672 sayılı kararname ile görevinden ihraç edilen Doç. Dr Hakan Koçak yaptı. İhraç edilen akademisyenler adına konuşmasını yapan Koçak kamu görevinden ihraç edilmesine ilişkin, “Biz kamu için mücadele eden bilim insanlarıyız. Biz o kararnameye o çuvala sığmayız. Bizi o çuvala sokmaya çalışanlar yıllardır o çuvalın içinde debeleniyor. Amaç barış sözünden geri döndürmekse barış sözünden asla geri dönmeyeceğiz. Tek pişmanlığımız ölenler için daha fazla bir şey yapamamış olmak. 672 sayılı kararname korkunç bir kararname. Muhalif olan herkesi kararnamede ifade edilenlerle ihraç edebilirler. Burada bir direnç koymak demokrasi için önemlidir” diye konuştu.
10 Ekim Dayanışma Derneği adına konuşan Meryem Ana’nın oğlu ise 10 Ekim’de katledilen herkes için ve devlet güçleri tarafından kaybedilen Hurşit Külter’in annesi için “Barış çığlıklarını haykırmaya devam edeceğiz” dedi.

‘Bu savaş bizim savaşımız değil’
Emek ve Demokrasi İçin Güç Birliği’nin ortak metninin Türkçesi KESK İstanbul Dönem Sözcüsü Fadime Kavak, Kürtçesi ise Feremez Erkan tarafından okundu.
15 Temmuz darbe girişiminden sonra AKP’nin izlediği politikaları eleştiren Kavak, “AKP, darbe girişiminin oluşturduğu atmosferi faşizan, sömürücü ve savaş yanlısı dikta rejimini derinleştirmek için fırsata dönüştürdü. İktidar, antidemokratik OHAL uygulamalarını ‘milli mutabakat’ ile maskelemeye çalıştı. Askeri darbe girişiminde ölen yüzlerce insanımız, demokrasiyi askıya alan sivil darbeler, OHAL ilanı, kitlesel gözaltılar ve tutuklamalar, işten çıkarmalar, iş güvencesinin ortadan kaldırılması, kadına yönelik ayrımcı politikalar ve şiddet, homofobiden beslenen şiddet ve cinayetler, Alevilere yönelik mezhepçi dayatmalar, laiklik karşıtı gerici politikalarda kaygı verici artış, Saray’da düzenlenen zikir törenleri, çocuk istismarı, doğamızın talan edilmesi, iş cinayetleri ve daha nice insanlık onuruyla bağdaşmayan politika ve uygulamalardır” dedi.
7 Haziran seçimlerinden önce AKP hükümeti kanadından “Ya biz ya kaos” denildiğini hatırlatan Kavak, “Haziran 2015’ten beri ülkemizin içine sokulduğu bu tabloda, bitmek bilmeyen çatışmalar, ölümler, bombalı katliamlar, sivillerin yakıldığı bodrumlar, Sur ve Cizre başta olmak üzere yakılan, yıkılan, yok edilen kentler, ilçeler, kasabalar eksik olmuyor. Hemen her gün ülkenin dört bir yanında patlayan bombalarla onlarca insanımız hayatını kaybediyor, yüzlerce insanımız yaralanıyor. Bu savaş bizim savaşımız değil! Savaşa mecbur olan, halklarımız ve emekçiler değildir. Savaşa mecbur olan, iktidarını savaşa, gerilime ve kaosa bağlayan AKP’dir. Savaşa mecbur olan, emek düşmanı, doğa düşmanı, sermaye yanlısı politikalara karşı tepkileri savaş ortamında bastırmak isteyen güçlerdir. AKP hükümetinin hem içerde hem dışarıda emekçileri ve halkları kutuplaştırmak üzerine kurulu bir siyaset izlemesi savaş ve şiddet ortamını sürekli canlı tutmaktadır” diye konuştu.
Kavak, Emek ve Demokrasi İçin Güç Birliği olarak, Kürt sorununda; ölüm, kan ve gözyaşı dışında bir sonuç üretmeyen savaş, şiddet odaklı politikaların derhal terk edilmesini, barışçıl ve demokratik yollarla çözüm için gerekli adımların acilen atılmasını, çatışmanın bitmesini, diyaloğun başlamasını istediklerini de aktardı. Ankara Valiliği’nin barış mitingini yasaklaması protesto edildi.
Ankara Emek ve Demokrasi İçin Güç Birliği tarafından 3 Eylül’de Ankara’da düzenlenmesi planlanan Barış Mitingi, mitinge 1 saat kala Valilik tarafından ‘güvenlik’ gerekçesiyle yasaklandı. Yasak kararı, Yüksel Caddesi’nde yapılan açıklamayla protesto edildi.
Mitingin yasaklanmasının ardından Yüksel Caddesi’nde toplanan Ankara Emek ve Demokrasi İçin Güç Birliği bileşenleri bir basın açıklaması gerçekleştirdi. Tertip komitesi adına açıklamayı okuyan DİSK Bölge Sorumlusu Tayfun Görgün, Dünya Barış Günü’nün kutlamak için yapılacağı duyurulan ve günlerce hazırlığı yapılan mitingin, Ankara Valiliği tarafından daha önce izin verilmesine rağmen, ‘güvenlik sağlanamayacağı’ kaygılarıyla son anda yasaklanmasını, “Türkiye’nin sıfır sorun kavramı üzerine kurgulanan dış politikası iflas etmiş ve tüm komşu ülkeleri ile ilişkileri gerginleşmiştir. Bunun sonucunda, Şu an için Türkiye’nin her bölgesinde güvenlik sağlama konusunda zafiyet görülmektedir” sözleriyle eleştirdi.
Yapılan açıklamada:
‘AKP hükümeti, 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde OHAL kapsamında yayınladığı 672 sayılı kanun hükmünde kararname ile kendisine muhalif olarak gördüğü tüm kamu emekçilerine karşı adeta savaş başlattığını ilan etti. Son çıkan kanun hükmünde kararnameler, 15 Temmuz darbe girişiminin tüm hukuksuzluklara kılıf olarak kullanılacağını çok daha güçlü şekilde açığa çıkarmış oldu.
Bütün bu yaşananları haberleştirmeye çalışan basın yayın organları basılıyor, basın emekçileri gözaltına alınıyor, yazarlar cezaevlerine konuyor.
İşte değerli barış elçileri yoldaşlarım, 2016 yılında Dünya Barış Günü’ne biraz önce özetlenen bu tablo ile girmiş bulunmaktayız. İzin verilen mitingler bile daha sonra yasaklanabilmekte, demokratik kitle örgütlerinin sesleri kısılmaya çalışılmaktadır. Dünya Barış Günü kutlamaları daha önce birçok ilde yasaklanmıştır. Bu antidemokratik uygulamaları buradan kınıyor, OHAL’in kaldırılmasına, darbe girişimi ile hiçbir şekilde ilişkisi olmayan kamu emekçilerinin, akademisyenlerin. eğitim emekçilerinin, gazetecilerin mağduriyetimin giderilmesini buradan haykırıyoruz. Aksi halde, bu çılgınlıkta ısrar etmek ülkemizi bir felakete sürükleyecektir.’ denildi.
Açıklama, “Baskılar bizi yıldıramaz”, “Katil IŞİD, işbirlikçi AKP”, “Darbeye, diktaya, OHAL’e hayır” “Yaşasın halkların kardeşliği” sloganlarıyla son buldu.

Evrensel

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...