Ana Sayfa Blog Sayfa 8

Kamu emekçileri ve “Saray’a yürüme girişimi”nin öğrettikleri

21 Ağustos 2025’tir.

Birleşik Kamu-İş üyeleri, hepsi sendikacı, Saray’a yürüme kararı aldılar.

Kararı aldılar ve 21 Ağustos’ta, kendi sendika binalarının önünde kuşatıldılar.

Saray’a yürüme girişimidir.

Başarılamamıştır.

Başarılması için, sadece sendikacılar değil, tüm sendikalı çalışanlar Saray’a yürümelidir.

Birleşik Kamu-İş Sendikası, 176 bin üyesi ile, Memur-Sen ve T. Kamu-Sen’den sonra gelen 3. büyük kamu çalışanları sendikasıdır. 2 milyon 250 bin kamu çalışanı sendikalıdır.

Demek, 1- Birleşik Kamu-İş Saray’a yürüyüş kararı almış olmakla iyi yapmıştır.

Demek, 2- kendi üyelerini de yürüyüşe çağırmamıştır.

Demek, 3- hiçbir kamu sendikasını kendi kararına destek verecek hâle getirememiştir.

Tüm bunlara rağmen, “Saray’a yürüyüş kararı” önemlidir.

Sendikalar ciddi olmalıdır. Zira açlık ve işsizlik, yoksulluk ciddidir. Kitaplarda okunduğu gibi değildir açlık ve işsizlik.

Olayların gelişimine bakalım.

Biliniyor, kamu çalışanlarının sendikaları var. Ama kamu çalışanları sendikalarının grev hakkı yok. Kamu çalışanları “toplu sözleşme” yapıyorlar. Ama nasıl?

Bu komedi değil ise nedir?

Sendika var, toplu sözleşme var, ama grev hakkı yok. Yani, devlet ne diyorsa onu verecek. Sendikalar kabul etmezse, basın açıklaması yapacak. Sonra, hakem kuruluna gidilecek ve orası kadar verecek.

Öfkeli ve öfkesinde haklı olan Birleşik Kamu-İş Başkanı, hakem kurulunun 11 üyesinden 6’sını Cumhurbaşkanı seçiyor, diyor. Ve bu durumda sonuç bellidir; devlet ne diyorsa o olur. Bunu protesto ediyor.

Haklıdır ama hatalıdır.

1- Grev hakkı olmadan sendika olmaz.

2- Grev hakkı olmadan yapılan şeye toplu sözleşme denemez.

3- Hakem kurulunun 6 üyesi doğrudan Cumhurbaşkanınca atanıyor, güvenilmezdir, doğru, ama diğer 5 üye de güvenilir değildir. Ülkedeki yargı sistemine bakın, gerisine karar verin. Ülkedeki üniversitelerin durumuna bakın ve gerisine karar verin. 6/11, aslında, olur da işçiler her hesabı bozarsa, en son garantidir.

Sürece dönelim. Bu, sürecin pratikteki uygulamasıdır.

Önce, devlet, kamu çalışanlarının patronu sıfatı ile “toplu sözleşme” için 10+6 zam önerisi dile getirmiştir.

Devlet yetkilileri, devlet sendikası olan Memur-Sen (ismi bile, işçi olmasın diye, memur, emir kulu olarak konulmuştur ve 1 milyonu aşkın üyesi vardır) yetkililerine, yani devlet yetkilileri, diğer devlet yetkililerine, “benim elim kolum bağlı, M. Şimşek hayır diyor” demiştir.

18 Ağustos’ta, kamu çalışanları greve çıkmıştır. Bu grev sürecimde de KESK ile birlikte Birleşik Kamu-İş etkili olmuştur. Birçok sendika bu greve katılacağını açıklamıştır.

Demek ki,

1- Sendika var ama grev yok, bir tanrı buyruğu değildir.

2- Kamu çalışanları yasak olduğu hâlde greve çıkmışlardır.

3- PTT, çalışanlara greve katılmayı yasaklamıştır (Salaklık olmalıdır, çünkü zaten grevin kendisi yasak, kamu çalışanına grev yasak. Yasak, eğer yasaklanırsa, serbest olur). İşçi sınıfının zekâsıyla, aklıyla dalga geçenler, gerçekte birer su katılmamış salaktırlar.

18 Ağustos grevi, en azından psikolojik olarak etkili olmuştur.

Kamu işvereni, yani devlet, işçilere yeni bir öneri getirmiştir: 10+6 yerine, 11+7. İşçi sınıfını salak yerine koyanlara bir örnektir.

Bu zam, elbette kamu çalışanlarından, Memur-Sen’in kabulü ile memurlardan, zenginlere kaynak aktarma girişimidir. Öyle ya, hep asgarî ücret üzerinden kaynak aktarılmayacak. Sıra buraya gelmiştir. Her durumda, ben senden, sen benden çok ücret alıyorsun, diye kendi aralarında rekabet eden işçiler, çalışanlar, birleşerek mücadele etme gereğini anlayacaklardır. Daha bu bir his düzeyindedir. Bilinç düzeyine gelecektir.

İşte 18 Ağustos grev denemesinin ardından (ki böylesi bir grev, hiçbir pazarlık olmadan 5 gün yapılmalıdır ve genel grev sesleri yükseltilerek yapılmalıdır; bu nedenle “grev denemesi” diyoruz), kamu çalışanları ile dalga geçer gibi 11+7 önerisi gelince, dalga geçmenin çalışanlarda yarattığı öfke harekete geçmiştir. Ve şükür, Birleşik Kamu-İş, Saray’a yürüme kararı almıştır.

Bu da bir yürüyüş değildir.

Yürüyüş girişimidir.

Birleşik Kamu-İş sendikasının kapısında polis ile sendika başkanı arasında konuşma şöyle geçmektedir.

Sendika başkanı: Saray’a yürüyeceğiz. Derdimizi Erdoğan’a anlatacağız. En yüksek devlet görevlisi odur.

Eksiktir ama önemlidir.

Artık parlamentonun bir anlamı yoktur. Saray Rejimi vardır ve Saray Rejiminin merkezi Saray’dır.

Polis şefi yanıt veriyor: Müzakereye açık değil.

Demek Saray’a yürümek müzakereye açık değildir.

Sendika: Az kişi ile, yolun kaldırımından yürüyeceğiz.

Polis şefi: Müzakereye açık değil.

Öğreniyoruz: Saray’a yürümek, müzakereye açık değildir.

Öyle ise, ya Saray’a yürünecek -izin istenmeyecek- ya da bu konu unutulacak.

Saray’a yürümek için, eğer yollara, 176 bin Birleşik Kamu-İş üyesi toplanmış olsa, izin alınmasına gerek kalmaz.

176 bin Birleşik Kamu-İş üyesine, 160 bin üyeli KESK üyeleri de katılırsa, Memur-Sen’in artık memur olmaktan bıkmış üyeleri de devreye girerse, T. Kamu-Sen’in üyelerinin bir bölümü de katılırsa, işte “Saray’a yürümek müzakereye açık değildir” sözüne uygun olarak, fiilî Saray yürüyüşü başlamış olur.

Sendikacılar “anayasal hakkımız” diyor ve ellerinde anayasayı sallıyorlar. Ama yanıt belli, “müzakereye açık değil.” Yani hem yürümek yasak, hem de Saray’a yürümek hepten yasak.

Sendikacılar söz alıyor: “Kapıları, duvarları yıkmayacağız, kaldırımdan sessiz yürüyeceğiz.”

İşte gerçek böyledir.

Kapılar ve duvarlar yıkılacak mı?

Sendikacılar “yıkmayacağız” diyorlar. Süt dökmüş kedi gibi, sadece kaldırımdan sessizce yürüyeceğiz.

Sendikacı konuşuyor, “Sadece Ankara’daki kadroyu çağırdık, binlerce insanı çağırmadık, iyi niyetliyiz,” diyor.

Demek, binlerce insanı çağırmak da mümkün.

İyi niyetliyiz, diyor.

Peki “kötü niyetli olmak” nedir? Binlerce insanın, sokakları aşarak Saray’a yürümesi ve haklarını haykırması mıdır kötü? Öyle ise, 11+7 zam oranı iyi niyetli midir? Devlet kötü niyetli, işçiler iyi niyetli midir?

Sloganlar yükseliyor:

“İnsanca yaşamak istiyoruz.”

İşte bu kötü niyet demektir. Sen kimsin ki, insanca yaşamak için yürüyeceksin ve hem de Saray’a?

Sloganlardan biri şudur: “Emekçiye değil, tekellere barikat.” İşte yine işçi olmanın hâlidir. Çünkü, işçilerden, çalışanlardan kesilenler, tekellere aktarılıyor. Kim iyi niyetli, kim kötü niyetli?

İşçiler, çalışanlar, buradan ne sonuç çıkartmalıdırlar?

– Grev işçinin hakkıdır, üretimden gelen gücünün göstergesidir, silahıdır.

– Grev için kimseden izin alınmaz. Anlaşmazlık varsa, işçiler, çalışanlar haklarını almak için greve başvururlar ve bunun için hiç kimseden izin alınmasına gerek yoktur.

– Grev hakkı yasaklanamaz.

– Greve çıkmak, “iyi niyet” sınırlarını aşmak demek değildir. İşçinin hakkını araması, “kötü niyet” olarak adlandırılamaz. Kötü niyet aranacaksa, enflasyonun yüzde yüz olduğu bir ortamda, işçilere, çalışanlara verilmeyen haklarında aranmalıdır.

– Yürüyüş için izin alınmasına gerek yoktur. Yürüyüş hakkı polis barikatı ile engellenemez.

– Saray’a yürümek suç değildir. Mademki sistemin karar mekanizması Saray’dır, öyle ise muhatap da Saray’dır. Kamu çalışanlarının yürüyeceği yer Anıtkabir değildir, Bakanlık değildir, parlamento değildir. Bunların, sistemde bir rolü yoktur.

– Saray’a yürümek için az sayıda kadroyu çağırmak doğru tutum değildir. Devlete, “bak biz iyi niyetliyiz” diyerek, oradan bir medet ummak hayaldir, kendini kandırmaktır, korkunu gizlemektir. Saray’a milyonlarca işçi ile yürünür, az sayıda kadro ile değil. Bu durum bir kez daha ortaya çıkmıştır. Hiçbir biçimde sendikacıların “aklıselim” açıklamaları, polis barikatının açılmasına olanak vermemiştir, vermez.

Her yol Saray’a çıkar!

İşçi birlikleri Saray’ı yıkar!

Savaşlar ve işçi sınıfı – 2

Bir önceki sayıda savaşların neden çıktığı konusunda birkaç cümle yazdıktan sonra savaşların ekonomi politiği üzerine yazarak devam etmiştik. Bu sayıda kaldığımız yerden devam edelim yani savaşın ekonomi politiğinden.

Keynesçi düşünceyi savunanlara göre savaşlar ekonominin büyümesine olumlu etki yaparlar. Dünyaya ABD penceresinden bakıldığında böyle görünmekte. Çok da haksız değiller. Özellikle büyük paylaşım savaşları ABD ekonomisinin büyümesine, şirket gelirlerinin artmasına yol açtı. Peki ne pahasına? İşte bu sorunun yanıtı yok Keynesçi yorumlarda. Olmaması da doğal, onların baktıkları yerden görülmez bu sorunun yanıtı. Belki bizler görebiliriz kim bilir? Devam edelim araştırmalarımıza, örneğin savaşların istihdamı ve işsizliği nasıl etkilemiş olduğuna bir göz atalım.

Savaşlar esnasında istihdamın arttığını söylemek mümkün. Bu durumda işsizlik de azalıyor elbette. Ancak istihdamın niteliği hayli değişiyor. Öncelikle askere alınmalar artıyor. Eh askere alınmış olmak da işsizlik oranının düşmesine yol açar elbette. Bu arada sivil alanlarda istihdam edilmiş olanların devlet yaptırımları sonucu askerî istihdam alanlarına kaydırılmış olmaları da istihdamın niteliğini değiştiriyor. Tabii yine devlet yaptırımları ile (olağanüstü hâl, sıkıyönetim vb. uygulamalar) çalışma süreleri de artmakta. Sonuçta savaşmakta olan ülkede bulunan iş yerlerinin nerede ise tamamı bir askerî kamp görünümüne bürünmekte.

İkinci Büyük Paylaşım Savaşı esnasında ABD’de tutulmuş olan kayıtlar bu iddiamızın kanıtı adeta. Buna göre; 1940 yılında ülkedeki istihdamın %82,4’ü sivil istihdam iken bu oran 1945 yılında %59,5 seviyesine düşmüş. Buna karşın askerî sektörün istihdamdaki payı aynı yıllarda %1,3’ten %39,2’ye yükselmiş. Yine aynı dönem kayıtlarından söz konusu zaman diliminde sivil işsizlik oranının %15,7’den %1,3’e düştüğünü, işgücüne katılım oranının ise %85,4’ten %98,1’e yükseldiğini görmekteyiz (Buraya dikkat, askere alınanlar işgücüne katılmış sayılmaktalar). Sınai üretim de bu duruma göre şekillendi yine inceleme konusu dönemde, savaş uçağı üretimi 11 kat, savaş gemisi üretimi 10 kat, askerî mühimmat üretimi ise 14 kat arttı. Bahse konu üretim alanlarına ara malı temin eden alüminyum ve çelik işletmeleri de bu gelişmeye paralel olarak üretimlerini arttırdılar. Buna karşın hizmet sektöründe üretim dip yapmıştı. Üretim artışı askerî bir disiplin altında ve askerî sektörlerde artarak devam ederken tarımsal üretim Almanya’da %70, Fransa’da %50 oranında düşmüştü. Bu durum kıtlık, gıda maddeleri enflasyonu ve açlık gibi sonuçlar yarattı.

Almanya örneğinden devam edelim. Hitler Almanyası’nda nerede ise tam istihdam sağlanmıştı. Bunun nedenlerini irdeleyecek olursak şunları görürüz:

• Kadınların işten çıkartılarak yerlerine erkek işçilerin alınması. Bu politika ile eş anlı olarak işgücü istatistiklerinde kadınların devre dışı bırakılması.

• Yahudilerin işlerini terk etmeye zorlanarak yerlerine Alman işçilerin alınması. İşlerini terk etmek zorunda kalan Yahudilerin çeşitli toplama kamplarında barındırılarak değişik işlerde boğaz tokluğuna istihdam edilmeleri.

• Emek yoğun bir sektör olan inşaat sektörüne ağırlık verilmesi ve özellikle otoyol inşaatlarında düşük ücretler karşılığında çok sayıda işçi istihdamının sağlanması.

• Savaşa destek veren, askerî birliklere lojistik hizmet veren sektörlerde canlanma gerçekleşmesi.

• Zorunlu askerlik yasasında yapılan değişiklikle pek çok genç Alman’ın ordu saflarına katılmak zorunda kalması (Hitler yönetimindeki Almanya’da zorunlu askerlik yasası nedeni ile gençler üniversiteye girebilmek için önce askerlik yapmak zorunda idiler).

Bu önlemler sayesinde 1932 yılında ülkede beş milyondan fazla işsiz varken bu sayı 1938’de dört yüz bine düşmüştü. Bir önlem daha var. Yazmadan geçmeyelim. İşsiz Almanlar kendilerine önerilen işleri kabul etmek zorunda idiler. Kendilerine önerilen işi beğenmeyip kabul etmeyenlerin başlarına neler geldiğini bilemiyoruz maalesef. Bu konuda kayıt yok.

İstihdam nerede ise tam istihdam seviyesine ulaşmıştı ulaşmasına da işçi ücretleri de 1938’de on yıl öncesinin 1928 yılı seviyelerinin gerisine düşmüştü.

Burada ABD ve Almanya örnekleri verildi ancak hiç kuşku yok ki savaşa katılan tüm ülkelerde hattâ savaşa katılmamış olsa bile katılabilme olasılığı bulunan ülkelerde de istihdam yukarıda açıklanmaya çalışılan koşullar çerçevesinde gerçekleşmekte idi. Söz gelimi savaşa katılmamış olan Türkiye’de silah altındaki personel sayısı 300.000 seviyesine çıkarılmış, zorunlu askerlik süresi de üç buçuk yıl olarak belirlenmişti. Bunun yanında olası bir işgale karşı İstanbul’u korumayı amaçlayan Çakmak hattı (Büyükçekmece ve Terkos gölleri arasında inşa edilen korugan) inşaatı için çok sayıda vasıfsız işçi istihdam sağlanmıştı. Yine Almanya savaş endüstrisine destek vermek amacı ile bu ülkeye yapılan krom ihracı yıllık 90.000 tona çıkartılmış, bu üretim artışı da doğal olarak madencilik sektöründe ek istihdam olanakları yaratmıştı.

Savaş ekonomisi istihdam modelini de değiştirip bir “savaş dönemi istihdamı” yaratmıştı. İstihdam alanları değişmiş, askerî istihdam egemen olmuş çalışma koşulları da buna paralel bir değişim göstermişti. Çalışma sürelerinin uzadığı, ücretlerin düştüğü sendikaların etkisizleştirildiği bu modelde işçi sınıfına kölelik düzeni dayatılmakta idi adeta.

Savaş öncesi yıllarda Almanya’da kadınlar işten çıkarılmış yerlerine erkek işçiler alınmıştı. İstihdam istatistiklerinde ise kadınlar yer almamakta idiler. Ancak savaş patlayınca durum değişti. Erkekler silah altına alınınca boşalan işlere kadınlar kabul edilmeye başlandı. Benzer durum savaşan diğer ülkelerde de oluştu. Kadınların iş yaşamına aktif olarak girmesi tüm sektörlerde işçi ücretlerinin düşmesi sonucunu yarattı. Öyle ki çalışmakta olan erkek işçiler de kadınların çalışma yaşamına aktif olarak dönmesi sonucu daha düşük ücretlerle çalışmaya razı oldular. Bu durum egemenlerin çok hoşuna gitmiş olmalı ki kadınlar sadece yardımcı hizmetlerde değil doğrudan üretim hatlarında da görev almaya başladılar. İkinci Büyük Paylaşım Savaşı yıllarında ABD’de 16 yaş üzeri çalışmakta olan nüfusun %33’ü kadınlardan oluşmakta idi. Bu oran 1960’lı yıllara kadar sabit kaldı.

Savaş koşullarında erkeklerin silah altına alınmaları nedeni ile kadınların iş yaşamına aktif olarak katılmalarının işçi ücretlerinde düşme yarattığından yukarıda söz etmiştik. Bu durum işverenlerin beğenisini kazandığı için kadın istihdamı artmaya devam etti. Kadınlar savaş endüstrisinde de istihdam edilmeye başlandı. Ücretler düşüyor, artı-değer sömürüsü artıyor ve egemenler açısından her şey çok iyi gidiyordu. Kapitalist sistem alabildiğine kazanç elde etme üzerine kuruludur. Bu satırları okuyan herkesin bildiği bu gerçek bu aşamada da kendini gösterdi. Artan kazancına karşın çalışanları yaptıkları işe alıştırmak için eğitim vermeyen, kimyasallarla çalışan işçilerini tehlikelerden koruyacak önlemleri almaktan imtina eden sermayedarlar pek çok meslek hastalığına ve ölümlü iş kazasına (aslında iş cinayeti demek daha doğru ancak burada literatürde kabul görmüş ifadeyi kullanmayı tercih ettim, HT) sebep oldular.

Söz gelimi İngiltere’de savaş endüstrisinde kadınlar dinamit üretiminde çalışmakta idiler. Bu nedenle TNT kullandıkları ana malzemeyi oluşturmakta idi. Hiçbir koruyucu önlem alınmadan bu madde ile çalışan kadınlar cilt hastalıklarına yakalandılar. Ciltleri sarıya döndü. Bu olay bile koruyucu önlem almayı düşündürtmedi egemenlere. Binlerce kadın bu cilt hastalığına yakalandı. Bunlara “kanaryalar” denildi. Bu da yetmezmiş gibi savaş yılları esnasında patlayıcı üretiminde çalışan dört yüz kadın üretim sürecinde meydan gelen TNT patlamaları nedeni ile yaşamlarını yitirdiler. Bahse konu can kayıplarının savaş nedeni ile meydan gelen ölümler arasında sayılıp sayılmadığı hakkında herhangi bir bilgiye ulaşamadım.

Gerek birinci gerekse ikinci büyük paylaşım savaşları sürecinde sendikal örgütlenme oranlarında da büyük bir artış gözlemlenmiştir. Ancak bu artış incelenmeye değecek bazı özellikler arz etmektedir.

Birinci Büyük Paylaşım Savaşı yılları öncesinde ABD’de sendika üyesi işçilerin tüm işçilere oranı %6 düzeyinde idi. İkinci Büyük Paylaşım Savaşı’nın sonra erdiği 1945 yılında bu oran %35,5’e çıkmıştı. Almanya’da 1913 yılında toplam işçi sayısının %2,6’sı olan sendikalarda örgütlü işçilerin oranı savaşın sonlarında %30’lara ulaşmıştı. İtalya’da da benzer bir süreç yaşandı.

Sendika üyesi işçilerin sayısal ve oransal olarak artışı önemli ölçüde sendikal örgütlenmelerin devlet desteği almasından kaynaklandı. Bu durum şaşırtıcı gibi görünse de gerçekte hiç de öyle değil. Çünkü söz konusu dönemde sınıf sendikacılığı yapma iddiasında olan sendikalar baskı altına alınıp etkinlikleri kısıtlanırken devlet denetimindeki sendikaların sayısı arttırıldı. Dolayısı ile sendikalar sınıfın hak menfaatlerini savunan kuruluşlar olmaktan çıkıp devletin denetimindeki korporatist örgütlenmenin birer aktörü hâline geldiler. Bu gelişmeyi kabul etmeyen sendikaların da etkinlikleri yok edildi. Bu durum doğal olarak emek sermaye çelişkisinin yaratması gereken çatışma ortamının gelişmemesine, hattâ tam tersine yavaşlamasına yol açmıştı.

ABD’de 1940 yılında 10 milyon kişi silah altına alınmışken hemen ardından “Ulusal Savaş Çalışma Kurulu” ve “Savaş Çalışma Politikaları Kurulu” adlı iki yapı oluşturuldu. Bunun yanında işçi ve işveren temsilcilerinden oluşan “çalışma meclisleri” organizasyonu gerçekleşti. İşçi meclisleri sınıf sendikacılığı yapma kararlılığında olan sendikal yapılar karşısında devlet politikalarını destekleyen, sınıf mücadelesini yok sayan sendikalar kurdular. Ulusal Savaş Çalışma Kurulu ilginç bir işleve sahipti. İşletmelerde ortaya çıkan iş uyuşmazlıklarına müdahale ediyorlar ve tüm uyuşmazlıklarda işveren lehine çözümler üretiyorlardı. Kurulun kararları kesindi. Yukarıda yer alan örneklerden de anlaşılabileceği gibi sendikaların sınıf mücadelesine katkı verebilme olanakları nerede ise yok edilmişti. Bu şartlar altında savaş yıllarında grev, direniş vb. eylemler beklenmesini düşünmek aşırı iyimserlik olurdu.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen gerek birinci büyük paylaşımın sonlarına doğru gerekse ikinci büyük paylaşım yılları esnasında zaman zaman grevler ve direnişler yaşandı. Özellikle Birinci Büyük Paylaşım Savaşı’nın son döneminde Rus Çarlığında meydana gelen devrim ve yönetim değişikliği Avrupa’da işçi sınıfı içinde büyük mutluluk yarattı. Rakip kamplarda savaşmakta olan Fransa ve Almanya’da işçi sınıfı Rusya’da gerçekleşen devrimi destekleyen gösteriler yaptılar. Bu gösterilere zaman zaman iş bırakma eylemleri de eşlik etti. Bu destek eylemlerinin az da olsa Rusya’da gerçekleşen devrimin başarılı olmasında bir katkısının bulunduğunu ifade edebiliriz.

Her türlü grevin yasa dışı ilan edildiği, işçi sınıfı eylemlerinin tamamen baskı altına alınmış olduğu İkinci Büyük Paylaşım Savaşı yıllarında ise önemli sayıda grev ve direniş yaşandı. Hattâ savaş koşullarından yararlanılarak bazı “işçi devleti” kurma girişimleri gerçekleşti. Ne var ki bu girişimler uzun ömürlü olmadı. Bu girişimleri ve kısa ömürlü olmalarının nedenlerini ileride incelemeye çalışacağız.

Egemenlerin yapmış oldukları yasal düzenlemeler, grev dâhil her türlü işçi eyleminin yasaklanması, öncü işçilerin, solcu siyasi kimliklerin tutsak edilmeleri (İkinci Büyük Paylaşım Savaşı yıllarında sadece Almanya’da yüz bin sendikacı, sosyal demokrat, komünist, bilim insanı tutsak edilerek toplama kamplarına götürüldüler. Bunlardan yaklaşık bin kişi içinde bulundukları kötü koşullara direnemeyerek yaşamlarını yitirdiler) ve benzeri tüm olumsuzluklara rağmen özellikle savaşın sonlarına doğru işçi sınıfının eylemlerinin yoğunlaşmasını, örgütlü mücadele olanağını yitirmiş olan işçilerin spontane direniş ve iş bırakma eylemleri gerçekleştirmelerini şöyle açıklamak olası: Savaş sürecindeki istihdam koşullarının giderek ağırlaşması, uzayan çalışma süreleri, giderek düşen ücret seviyesi ve buna ters orantılı olarak artan enflasyon.

Bir cümle ile betimlenmeye çalışılan bu manzara emek sermaye çelişkisinin yoğun biçimde hissedilmesini sağladı ve işçi eylemlerinin gerçekleşmesine neden oldu. Peki neden yaygınlaşıp kitleselleşemedi bu eylemler? Bunun da yanıtını insanların “milliyetçilik” duygularında arayabiliriz. İnsanlar bir yandan ekonomik sıkıntıları ile mücadele edip bu sıkıntıların nedeni olan savaş koşullarını ve ülkelerini savaşa sürükleyen sermaye kesimini lanetlerken diğer yandan da kendi ordularının bir meydan savaşı kazanmasına seviniyor, cepheden gelen başarısızlık haberlerine ise üzülüyorlardı. Çelişkili bir durum.

Aşağıdaki örnek bu çelişkili durumu ve işçilerdeki milliyetçi duyguları açıkça gözler önüne sermektedir kanaatime göre:

ABD otomotiv işçilerinin örgütlü olduğu UAW (United Automobile Workers) dönemin güçlü sendikalarından biri idi ve 1941 yılında yani savaş koşullarında bir grevi hayata geçirmeyi başarmıştı. Aynı sendika Pearl Harbor baskını sonrasında hükûmetin yanında yer aldığını, her türlü fedakârlığa razı olduklarını açıklayarak savaş boyunca grev yapmama kararı aldıklarını açıkladı.

Gelecek sayıda kaldığımız yerden devam edeceğiz.

Gerçek (Kapitalizm öldürür!) ve gereken (Kapitalizmi öldürün!)*

“Komünizm dünyanın gençliğidir.”[1]

Karşımda bir alay genç ile göz göze olmaktan cidden çok bahtiyarım. “Gençlik gelecektir, gelecek de sosyalizm” diye haykırdığım ilk gençlik günlerimi, sevdalarını, hülyalarını, ütopyalarını hatırlamamak mümkün mü? İşçi sınıfı davası yolunda kelle koltukta, çocuklar gibi şen olduğumuz o zamanlarda “Küçük hürriyetler değil, alabildiğine yüz verilmiş bir çocuk hürriyeti istiyordum,”[2] derdik…

O günlerden bugünlere geldiğimde, geride bıraktığım 71 yılın ardından “Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak,”[3] satırlarını terennüm ediyorum Sait Faik Abasıyanık’ın…

Hayır, hayır umutsuz falan değilim…

Çünkü Turgut Uyar’ın, “umut yoktur/ kimse yoktur umut etmemeyi önleyecek/ çünkü umut kaçınılmaz gelecektir/ bütün gümbürtüsüyle/ umut kaçınılmaz gerçektir çünkü”; Metin Demirtaş’ın, “Çünkü umutsuzluk yasak/ Yılgın türküler söylemek de/ Çünkü yürüyor umudun ordusu/ Umutsuzluğu kurşuna dizerek,” dizelerini ısrarla ve hâlâ terennüm edenlerdenim.

İşte tam da bunun için buradayım; sürdürülemez kapitalist barbarlığa karşı sosyalist ısrarımı anlatmak amacıyla…

Genç kardeşlerim sizlere “pembe hayaller” pazarlayacak/satacak falan değilim; bu benim işim değil; biz(ler)i sadece gerçek özgürleştirir, ki o da daima devrimcidir.

Kolay mı?

Gerçek, iyi yapılmış işlerin sevinci, yeni şeyler yaratmanın gerçek şekillen(diril)meye başladı mı, onu hiçbir şey durduramaz.

Ancak kapitalist yabancılaşma koşullarında insan(cık)lar gerçeğe değil, gerçek gibi gördükleri şeylere inanırlar; oysa hayatın gerçek amacı, nihai kertede bilgi değil eylemdir ve gerçek, tıpkı güzellik gibi, ne yaratılır ne de kaybolur.

Bu nedenle gerçeği gerçek olduğu için sevmek gerekir; “Bütün büyük gerçekler, kutsal şeylere küfür edilmesiyle ortaya çıkar,” diye uyarır hepimizi George Bernard Shaw.

Hayattaki gerçek görevin, biz(ler)e dayatılanları terk ettiğimizde bulabileceğimizi unutmamalı ve hayattan korkmamalıyız…

Gerçeğin yaşanmaya değer olduğundan asla şüphe duymayıp; onu konuşmak için, neyin gerçek neyin yalan olduğunu bilmemiz gerektiğini; azınlıkta da olsa, daima çoğunluktan güçlü olduğunu kulağımıza küpe etmeliyiz.

Hem de Theodor Ludwig Wiesengrund Adorno’nun, “Yaşam, kendi yokluğunun ideolojisine dönüşmüştür… Gerçeğin yalan, yalanın da gerçek gibi göründüğü bir dönemeçteyiz şimdi… Yanlış hayat doğru yaşanmaz,” diye ifade ettiği verili tabloda: “İçsel olsun dışsal olsun, devrimci tarihsel dönüşümleri gerçekleştirenler genellikle gençlerdir- kendine özgü doğasıyla günümüzde yaşanan dönüşüm söz konusu olduğunda bu durum özellikle geçerlidir,”[4] gerçeğinin altını özenle çizerek!

Tekrarlıyorum: “Gerçek olan, yasaların, törelerin, dinlerin yasakları değildir, yaşamın içinden fışkıran gerçeklerdir. Gerçek hiçbir devirde, hiçbir dönemde yasaklanamaz. Yasaklandığını sananlar kendi kendilerini aldatan alıklardır.”[5]

Burjuva üniversiteleri de dâhil, egemenlerin yaptığı gerçeğin inkârıyken; “Okullarda öğretilen her kelime burjuvazinin çıkarları için saptırılıyor. Burjuvazinin işine yarayacak hizmetkârlar olabilecek biçimde, burjuvazinin huzurunu ve keyfini kaçırmadan ona kazanç sağlayabilecek biçimde eğitim veriliyor. Okul, genç insanların kafalarını onda dokuzu yararsız, onda biri de saptırılmış bir yığın bilgiyle dolduran bir kurumdur.”[6]

Sürdürülemez kapitalist yalanın egemenliği her şeyi çürütüyor: En tepeden en alta dek hemen hemen tüm kurumları iflas eden, her alanında ardı arkası kesilmeyen skandalların yaşandığı, usulsüzlük, rüşvet ve çete ağlarına örülmüş kokuşmuşluk devam ediyor.

Sahte diplomalardan hastanede yeni doğan çetesi, yargıda rüşvet ağı, merkezi sınavlarında şaibe iddiaları, sandıkta mühürsüz oylar, bürokraside usulsüz atamalar, yolsuzluk, hukuksuzluk, mafyaya dek ve çok daha fazlası coğrafyamızı sarıp kuşatmış hâlde.

Her yönüyle iflas eden sürdürülemez kapitalist vahşet tel tel dökülüyor; OECD verilerine göre, coğrafyamızda her 3 gençten 1’i, ne okuyor ne de kayıtlı-resmî olarak çalışıyor![7]

Yani “Ev Genci” oranında OECD ülkelerinin zirvesindeyiz Ne eğitimde ne istihdamda olan 15-29 yaş arası gençlerde, sadece Avrupa ülkelerini değil, Kolombiya, Kosta Rika ve Meksika’yı da geride bıraktık…[8]

Gençlerin yaşam koşullarını araştıran İPA, “Çalışan da üniversiteli de geçinemiyor,” gerçeğine ulaştı; KYK bursuyla 2005’te 275 adet simit ve çay alınırken bu sayı 2025’te 43’e düşmüştü.

Okul yemeği/tabldot alım gücü 17 yılda yüzde 59 oranında azaldı.

2005’te asgarî ücretin yüzde 31.4’üne denk gelen burs oranı, 2025’te yüzde 13.6’ya geriledi. Bu zaman dilimi içerisinde asgarî ücretin alım gücünün ne denli gerilediğinden ise hiç söz etmeyelim, isterseniz!

Ve 18-30 yaş grubunun sosyal izolasyon yaşadığı[9] çöküş dört yanımızı sarıp sarmaladı; intiharla vaka-ı adiyen sayılır oldu!

Kapitalizm genç olmayı cehenneme çevirirken artık Jorge Luis Borges’in, “Amansız bir çağ başlamakta. Bizler bunun mimarlarıyız, çoktan onun kurbanı olan bizler”; ya da Eduardo Galeano’nun, “Ambalaj kültürünün göbeğinde yaşıyoruz. Demokrasi olduğu şey değildir, benzediği şeydir,” biçiminde tarif ettikleri bir tiranlıkla yüz yüzeyiz.

Söz konusu hâl hepimize Andrey Tarkovski’nin, “Dünyada ne kadar kötülük varsa, güzellik yaratmak için de o kadar sebebimiz var demektir…” “İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan, hayat ile olan saf ilişkisini yitirir”… François Noël Babeuf’un, “Doğa, her insana tüm mülkten eşit olarak faydalanma hakkı vermiştir”… Cengiz Aytmatov’un, “Elinden malını mülkünü, varını yoğunu alsalar, bundan ölmezsin. Bunları yine edinebilirsin. Ama senin onurunu kırar, vicdanını öldürürlerse, işte buna çare yoktur,” sözleri ile Özdemir Asaf’ın, “Bir sevgiyi anlamak,/ Bir yaşam harcamaktır./ Harcayacaksın…” dizelerini hatırlatmıyor mu?

KAPİTALİZM VE İNSAN(LIK)

Biliyorum, farkındayım: Slavoj Zizek’in, “Dünyadaki insanlar, dünyanın bir gök taşı çarpması sonucu yok olabileceğine kolayca inanabiliyor, ama kapitalizmin yıkılabileceğini akıllarına dahi getirmiyorlar,” biçiminde izah ettiği hâlet-i ruhiye çok yaygın…

Oysa Fransa’da bir duvar yazısının çok net anlattığı gibi, “Kapitalizm, 1 eylemciye 5 polis, 30 hastaya 1 hastabakıcı demektir./ Le capitalisme, c’est 5 policiers pour 1 militant, 1 infirmière pour 30 patients”! Bu da insan olmak ve kalmak fiiline aykırıdır.

Kapitalist cinnette sahte mutluluklar pazarlanır, ihtiyaçlar yaratılır, rekabet ve statü yarışı körüklenir. İnsanlar daha çok harcamak için daha çok çalışır, daha çok çalıştıkça daha az yaşar. Sonunda, “özgürlük” adı altında sunulan şeyin aslında zincirlerin en görünmez hâli olduğu anlaşılır.

O, özgürlük maskesi takmış bir sömürü düzenidir. Çalışmanın başarı getirdiği söylenir ama sistem, insanların asla gerçekten kazanmasına izin vermez. Zenginler servetlerini miras ve finans oyunlarıyla büyütürken, geri kalanlar hayat boyu borç ve tüketim çarkında dönmeye mahkûm edilir.

“Bu sistemin ayırt edici özelliği piyasaya bağımlılık olduğundan, rekabet ve kâr maksimizasyonu hayatın temel kurallarıdır. Bu kurallar nedeniyle kapitalizm, teknik araçlarla işgücünün üretkenliğini artırmaya güdülenen, benzersiz bir sistemdir. Kapitalizm, toplumsal çalışmanın büyük kısmını mülksüz işçilerin yaptığı bir sistemdir, işçi geçinebilmek ve çalışabilmek için gerekli araçlara erişmek maksadıyla işgücünü ücret karşılığında satmak zorundadır. İşçiler toplumun ihtiyaç ve isteklerini karşılarken aynı zamanda işgücünü satın alanlar hesabına kâr üretir. Nitekim mal ve hizmet üretimi sermaye üretimine ve kapitalist kâr üretimine tâbidir. Başka bir ifadeyle, kapitalist sistemin temel amacı sermaye üretmek ve onu artırmaktır.”[10]

Egemenlerin “Kapitalizm = özel mülkiyet + “özgür” girişimcilik + rekabet + serbest piyasa ekonomisi” formülüyle pazarladıkları vahşet; ezilenler açısından “Kapitalizm = gelir eşitsizliği + sömürü + ücretli kölelik”ten başka bir şey değildir; “Kapitalizmi diğer tarihsel yaşam tarzlarından ayıran, onun doğrudan insan türünün istikrarsız, kendiyle çelişen doğasına yönelmesidir. Sonsuz -bitmez tükenmez kâr arzusu, teknolojik gelişmenin hiç durmayan ilerlemesi, sermayenin biteviye yayılmacılığı- hep sonluyu aşmaya ve onu yok etmeye yöneliktir.

“Aristo’nun da söylediği üzere, nesnelerin değişim değeri potansiyel olarak sınırsızdır, kullanım değerinin çok daha üzerindedir. Kapitalizm, sırf varlığını sürdürebilmek için bile sürekli hareket hâlinde olmak zorunda olan bir sistemdir. Sürekli ihlâl onun özünde vardır. Başka hiçbir tarihsel sistem, özünde iyi olan insanın kolaylıkla ölümcül amaçlara yöneltilebileceğini bu kadar açık bir şekilde gözler önüne seremez.”[11]

Yani Karl Marx’ın Kapital’de belirttiği gibi, “Apres moi le deluge/ Benden sonrası tufan”, her kapitalistin parolasıdır. Artı değeri katlayarak kendini büyütmek zorunda olan sermaye; bunu ancak, endüstriyel kentlerdeki işçi yığınlarının sadece emeğini değil, ek olarak zamanını, sağlığını, kanını, enerjisini, psikolojisini, kısaca bütün beşeri fakültelerini iliğine kemiğine kadar sömürüp işi bittikten sonra da bir kenara atmak yoluyla başarabilir.

Köleliğin modern ismi olarak “Kapitalist sistem, üretimi, herkesin gereksinmesine değil, azınlığın kârına dayandırdığı için akıldışıdır.”[12]

“Orman Kanunları”nın insan hayatında yeniden yer bulmasıdır. Çünkü kapitalizm aç gözlülüğe en çok hitap eden sistemdir.

Kan ve sömürüden beslenen kapitalizm hakkında Rosa Luxemburg, “Kapitalist üretimin amacı ve iteleyen sebebi, doğrusu artı değeri sadece herhangi bir miktarda, bir defaya mahsus gasp etmek değil, aksine artı değerin ölçüsüz, hiç bitmeyen bir artışta, hep daha fazla miktarda gasp edilmesidir.”

“Kapitalist üretim tarzının, daha önceki iktisat biçimlerinde amaç olan tüketimin sadece asıl amaca: kapitalist kârın birikimine yarayan bir araç olması vasfı vardır. Sermayenin öz büyümesi, bütün üretimin başlangıcı ve sonu, aslî amacı ve anlamı olarak görülmektedir.”

“Kapitalizm sadece sürekli hareket, genişleme ve yayılma içerisinde olanaklıdır ve dünya sistemi olmaya uğraşır. Ancak dünya sistemi olarak olanaksızlaşır,” derken; o, soru(n)ların yeniden üretimine dayanan bir yıkım/yağma sistemdir.

Ya da dünyanın en büyük çadır üreticisi Pakistan’ın, kendi depreminde çadırsız kalması;[13] veya Karl Marx’ın, “Kapitalizm, gölgesini satamadığı ağacı keser,” notunu düşerek, “Bilmiyorlar ama yapıyorlar,” sözleriyle betimlediği sömürülen çoğunluğa, sömürücü azınlığın tahakkümüdür.

Evet “Kapitalizm denen toplum düzeyinde, toprak, fabrikalar, makinalar vb. bir avuç toprak ağasının ve kapitalistin elinde toplanmıştır, halk yığınlarının ise hiç ya da hemen hiç mülkiyetleri yoktur ve bu yüzden, ücret karşılığında çalışmaları gerekmektedir!”[14]

Hem de “–Anne çok üşüyorum, sobayı yakar mısın? –Kömürümüz yok oğlum. –Neden? –Baban işten çıkarıldı. –Neden? –Fazla kömür olduğu için,” diyaloğundaki saçmalık üzere!

Kolay mı?

Karl Marx’ın, “Kapitalist üretimin gerçek engeli, sermayenin kendisidir. İşte bu sermaye ve onun kendisini genişletmesidir ki üretimin hem çıkış ve hem de sonuç noktası, hem itici gücü, hem amacı olarak görünür; üretim yalnız sermaye için üretimdir, ama bunun tersi doğru değildir; üretim araçları, sırf, üreticiler toplumunun yaşama sürecinde, devamlı bir gelişmenin araçları değildirler. Sermayenin değerinin, büyük üretici kitlelerin mülksüzleştirilmelerine ve yoksullaştırılmalarına dayanan kendisini koruma ve genişletme sürecinin içerisinde devam ettiği sınırlar yalnız başına hareket edebilirler; – işbu sınırlar, sermaye tarafından kendi amaçları için kullanılan ve üretimin sınırsız büyümesine, üretimin kendisinin bir amaç hâline gelmesine, emeğin toplumsal üretkenliğinin hiçbir koşula bağlı olmadan gelişmesine doğru yol alan üretim yöntemleri ile sürekli bir çatışma hâline girerler. Araçlar -toplumun üretici güçlerinin hiç bir koşula bağlı olamadan gelişmesi-, sınırlı bir amaçla, mevcut sermayenin kendisini genişletmesi amacı ile devamlı çatışma içersine girerler. Kapitalist üretim tarzı, bu nedenle, maddi üretim güçlerinin gelişmesi ve uygun bir dünya piyasası yaratılmasının tarihsel bir aracı olup, aynı zamanda da, bu tarihsel görevi ile, buna uygun düşen kendi toplumsal üretim ilişkileri arasında sürekli bir çatışmadır,” ifadesiyle müsemma tabloda, “Kapitalizmi saygın biçimlere büründüğü kendi yurdunda (Londra, Paris, Brüksel vs.) değil kedini gizlemeksizin ortaya çıktığı sömürgelerde (Yeni Delhi, Kongo, Ruanda vs.) gözlediğimiz zaman derinliğine inmiş olan ikiyüzlülüğü ve karakterine özgü barbalığı bütün çıplaklığıyla gözler önüne serebiliriz,” der Felsefenin Sefaleti’nde![15]

Şu örnekteki üzere: Dünyada temiz içme suyuna erişmekte güçlük çeken insan sayısı 1.2 milyardır! Dünyanın temiz içme suyu sorunu çözebilecek kadar arıtma tesisi yapma maliyeti ise10 milyar dolardır! Oysa ABD’lilerin ortalama senelik Noel alışverişleri 450 milyar dolar dolaylarındadır; ve işte kapitalizm budur! Yani Nasrettin Hoca’nın parayı veren çocuğa çaldırdığı düdüktür!

Başka türlü olması da mümkün değildir! Çünkü kapitalizm, üretim araçlarının özel mülkiyetine dayalı bir ekonomik sistemdir. Genellikle kârın, serbest ticaretin, sermaye birikiminin, gönüllü mübadelenin, ücretli emeğin vb. ahlâkî açıdan meşru olduğu anlamına gelir.

Kapitalizme göre parası ve sermayesi olanlar hep en öndedir. Pastadan en büyük payı onların alması “doğal”dır. Tıpkı her daim “büyük balık küçük balığın yutması” gibi…

Bu kadar da değil! İlaveten: “Kapitalizm sadece soykırım, açlık, emperyalizm ve köle ticaretinden ibaret değildir. Bu sistem refah yaratmayı, bunun yanında engin yoksunluklar yaratmadan başaramamıştır.”[16]

Çünkü… Bertrand Russell’ın, “Yüzyıllarca, zenginler ve zenginlerin çanak yalayıcıları ‘namuslu emek’ üzerine övgüler düzmüşler, basit yaşayışı övmüşler, yoksulların cennete gitme olasılığının zenginlerinkinden çok olduğunu aşılayan bir dini öğretmişler ve genellikle, tıpkı kadınların cinsel köleliklerinden özel bir soyluluk kazandıkları fikrine erkeklerin onları inandırmaya çalışmaları gibi, bedenleriyle çalışan işçileri, maddenin uzaydaki durumunu değiştirmenin onlara özel bir soyluluk kazandıracağı fikrine inandırmaya çalışmışlardır,” ifadesindeki bir “mantık(sızlık)” ürünüdür kapitalizm!

Albert Einstein’ın “Neden Sosyalizm” başlıklı makalesinde altını çizdiği üzere: “Bence kötülüğün gerçek kaynağı, kapitalist toplumdaki mevcut ekonomik anarşi. Önümüzde koca bir üreticiler topluluğu görüyoruz; bu topluluğun üyeleri ise, durmaksızın birbirlerini, kolektif emeklerinin sonuçlarından mahrum bırakmak için çabalıyorlar. Bunu zor kullanarak değil, yasalaşmış kurallara körü körüne inanarak gerçekleştirmekteler. Bu bağlamda, üretim araçları -yani, tüketim metaları ve ek sermaye metaları üretmek için gereken üretim kapasitesinin bütünü- yasal olarak bireylerin özel mülkiyeti olabilmekteler ve öyleler.”[17]

Bir örnekle özetlemek gerekir ise, Eşitsizlik Öldürür Raporu’na göre her yıl 2 milyon kişiyi açlıktan öldüren sistemdir kapitalizm. 2023’te 333 milyondan fazla insan bir sonraki öğün konusunda belirsizlik yaşadı. Bu rakam, Covid-19 öncesi rakamlara kıyasla neredeyse 200 milyon kişilik kaygı verici bir artışı işaret ediyorken; 783 milyon insan ise kronik açlıkla mücadele ediyordu.[18]

KAPİTALİZM: NE YAPAR, NEYE YARAR (MI?)!

Jean Jacques Rousseau’nun, “Tarihte ilk kez bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip ‘Burası benimdir’ diyen ve buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan uygar toplumun gerçek kurucusu oldu. O zaman biri çıkıp çitleri söküp atacak ya da hendeği dolduracak sonra da insanlara ‘sakın dinlemeyin bu sahtekârı meyveler herkesindir toprak hiç kimsenin değildir ve bunu unutursanız mahvolursunuz’ diye haykırsaydı, işte o adam insan türünü nice suçlardan nice savaşlardan nice cinayetlerden kurtaracaktı,”[19] diye betimlediği kapitalist özel mülkiyet tarihte söylenmiş en büyük yalandır; tarihin en büyük aldatmacası!

Karl Marx’ın, “Görünürdeki ekonomik zaferleri ne kadar şanlı olursa olsun, kapitalizm bir felaket olarak kalır, çünkü insanları başka metalarla mübadele edilebilen metalara çevirmektedir. İnsanlar kendilerinin tarihin nesneleri değil de özneleri olduğunu kabul ettirinceye kadar bu zulümden kaçış yoktur,”[20] notunu düştüğü kapitalizm; kârları özelleştirip zararları sosyalleştiren Merkantilist korsanlık sistemiyken; kendisinden şikâyetiniz olup, karşı çıkarsanız, size demir yumruğu gösteren sistemdir.

Ya da Erich Fromm’a göre içinde yaşayan herkesi ruh hastası yapar bu sistem, şeytana pabucunu attırıp, yeni pabuç aldırtan kapitalizm, yıllar önce ki tatlı, lezzetli ve güzel kokulu domatesleri, daha fazla kâr elde etmek uğruna, GDO’lu tatsız hormonlu yapan sistemin adıdır.

O hâlde bir kere daha -tekrar pahasına!- hatırlatalım:

“Cimri aklını kaçırmış bir kapitalisttir, kapitalist ise aklı başında bir cimri”…

“Kapitalizm; doğanın en büyük düşmanıdır. Kapitalizmde insan sevgisi yoktur. İnsanı mekanik bir böcek gibi görür. Kapitalizm vatan sevgisi, barış istemez Yozlaşmış, çıkarcı, cahil, beynine tecavüz edilmiş uysal köleler ister”…

“Kapitalizmde kadın; yatak odası, çocuk odası ve mutfağa hapsedilmiş köledir”…[21]

“Kapitalizm insan ile insan arasında kupkuru çıkar dışında, duygusuz ‘nakit ödeme’ dışında hiçbir bağ bırakmamıştır. Dindar esrikliğin kutsal ürpertilerini de, şövalyece ulvî heyecanları da bencil hesapçılığın buz gibi suyunda boğmuştur. Kişisel saygınlığı değişim değerine indirgemiş, özgürlüklerin tümünün yerine tek bir özgürlüğü, vicdansız ticaret özgürlüğünü koymuştur”…[22]

“Kapitalist üretimin en büyük engeli, sermayenin ta kendisidir,” der Karl Marx!

“Bugünkü toplum tümüyle, işçi sınıfının geniş yığınlarının nüfusun küçük bir azınlığı tarafından, toprak sahipleri sınıfı ve kapitalistler sınıfı tarafından sömürülmesine dayanır. Bu köle bir toplumdur”…

“Kapital iktidarda kaldıkça, değil yalnız toprak, değil yalnız insan emeği, değil yalnız insan kişiliği, değil yalnız vicdan, değil yalnız aşk, değil yalnız bilim, her şey, her şey kaçınılmaz olarak alınıp satılacaktır”…

“Kapitalist toplumun temeli, ya soyacaksın ya soyulacaksın, ya başkaları adına çalışacaksın ya başkalarını kendi adına çalıştıracaksın ya köle sahibi olacaksın ya da köle, görüşüne dayanıyor”…[23]

“Nerede kapitalizm varsa, nerede toprak ve fabrikalar üzerinde özel mülkiyet sürdürülüp sermayenin gücü korunuyorsa, erkekler de ayrıcalıklarını korurlar”…[24]

“Toprak ve fabrikalar özel mülkiyette tutuldukça, halkın emeğinin kapitalistler tarafından baskısı, dolandırılması ve yağması kaçınılmazdır,”[25] der V. İ. Lenin!

“Kapitalist bir sistemde insanlar görünmez bir kafesin içinde yaşarlar,” der Che Guevara!

“Kapitalizm seni soyar ve seni ücretin kölesi yapar. Yasa bu suçu korur ve sürdürür. Hükûmet ise seni bağımsız ve özgür olduğuna inandırarak kandırır,” der Alexander Berkman!

“Bugün dünyalar yıkılıyor, doğa yok ediliyor ve insanları birer obur canavar hâline getiren bir doyumsuzlar toplumu, bir tüketim dünyası yaratılıyor. Hiçbir çağda kötülük böylesine örgütlenmedi ve güçlü olmadı,” der Yaşar Kemal!

“Size bu ölü yaşamı hazırlayan sermaye sahibi egemen sınıftır, bu acımasız oyunun varlığı siz izin verdiğiniz sürece sürecektir.” “Kapitalizm, tıpkı yaşlı bir adamın genç ve sağlıklı bir kadına tecavüz etmesi gibi dünyayı tecavüz ediyor; artık ona yaşlılık hastalıklarından başka bir şey aşılayamıyor,”[26] der Maksim Gorki!

“Irkçılık olmadan kapitalizme sahip olamazsınız,” der Malcolm X!

“Kapitalizm eşit olmayan serbest piyasadır,” der Georg Fülberth!

“Kapitalistler arasındaki rekabetle birleşen kâr güdüsü, sermayenin toplanmasında ve kullanılmasında dengesizliğe yol açar; bunun sonucu da tehlikeli ekonomik çöküşlerdir,” der Albert Einstein!

“Kapitalistler tek bir şey düşünür; minimum masrafla maksimum çıkar,” der Sebuhi Quluzade!

“Resmî olarak kapitalist üretim ilişkisi yasal bir ilişki olarak sunulur: İş gücü alım satımı. Ancak bu ilişki ne yasal bir ilişkiye ne de politik bir ilişkiye ne de ideolojik bir ilişkiye indirgenebilir. Üretim araçlarının kapitalist sınıf tarafından (her bireysel kapitalistin arkasında bulunan) yasal ilişkiler tarafından yaptırımlı ve düzenlenebilir (uygulaması devletin tahmin ettiği) ancak yasal bir ilişki değil, kesintisiz bir güç ilişkisidir, ilkel birikim döneminde sahipsizlik, çağdaş artı değerden gasp edilmeye kadar. İşçi sınıfının (her üretken işçinin arkasında bulunan) işgücünün satışı yasal ilişkiler tarafından onaylanabilir, ancak kesintisiz bir güç ilişkisidir, evsizlere yönelik bir şiddettir, yedek işçilikten işe veya tam tersidir. Yani sınıfları sınıflara ayıran ve bu bölümü birikim ve proletarizasyonun iki katı süreci ile yeniden üreten kapitalist üretim ilişkisinin merkezinde, nihayetinde (yani üretim olan bu ‘son vakada’ demirlenmiş) sınıf, kapitalist sınıfın işçi sınıfı üzerinde uyguladığı bu ‘kanun dışı’ şiddettir,” der Louis Althusser!

Durum bu…

SÜRDÜRÜLEMEZ KAPİTALİST YIKIM

Kontrolsüzlüğüne atıf yapılan, “crazy” Trump’ın uyguladığı politikalar ABD kapitalizminin ve ABD hegemonyasının açmazlarını, sorunlarını, dinamiklerini yansıtıyor; mevcut durum kapitalizmin “Kaos” olduğunu bir kez daha teyit ederken; Jean-Paul Sartre’ın, “Zenginler savaş çıkarır, fakirler ölür”…

Alexander Berkman’ın, “Savaş körü körüne itaat, düşüncesiz aptallık, acımasız duygusuzluk, ahlâksız yıkım ve sorumsuz cinayet demektir”…

Howard Zinn’in, “Savaş generallere şeref, askerlere ölüm, tüccarlara para, fakirlere işsizlik getirdi.” “Savaşın kesin etkilerinden biri de ifade özgürlüğünün kısıtlanmasıdır”…

Pierre-Joseph Proudhon’un, “Savaş ilanlarının gerisinde ekonomik nedenler yatar”…

Lysander Spoonbill’in, “Bütün suçların en büyüğü, hükûmetlerin insanlığı yağmalamak, köleleştirmek ve yok etmek amacıyla sürdürdüğü savaşlardır”…

Eduardo Galeano’nun, “Savaşlar yalan söyler. Hiçbir savaş dürüstçe ‘öldürüyorum çünkü çalmak istiyorum’ demez”…

François Fénelon’un, “Tüm savaşlar iç savaştır, çünkü tüm insanlar kardeştir”…

Noah Harari’nin, “Barış için çok sayıda akıllı insan gerekir, ancak savaş için tek bir aptal yeterlidir”…

Susan Sontag’ın, “Savaş barbarlıktır; savaş ne pahasına olursa olsun durdurulmalıdır”…

Thomas Merton’un, “Barış, en kahramanca emeği ve en zor fedakârlığı gerektirir. Savaştan daha fazla kahramanlık gerektirir. Gerçeğe daha fazla sadakat ve çok daha kusursuz bir vicdan gerektirir,” uyarılarını anımsatır!

Kolay mı?

Karl Marx ile Friedrich Engels’in, “Silahlanma alanında karşılıklı üstünlük sağlama yarışı sistematik olarak gelişecektir. Bu da öyle bir dünya savaşına, hem de şimdiye dek tahayyül edilmemiş boyutta ve şiddette bir dünya savaşına yol açacaktır. Sekiz ila on milyon asker birbirinin boğazına sarılacak ve bu süreçte Avrupa’yı, bir çekirge sürüsünden bile beter soyup soğana çevireceklerdir,”[27] kehanetini doğrulayan bugünlerde, 2024 yılı Avrupa’nın savunma harcamaları açısından 30 yılın en dikkat çekici dönemlerinden biri oldu.

Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsünün (SIPRI) Nisan 2025’te yayımladığı rapora göre, Avrupa kıtasındaki savunma harcamaları üst üste dokuzuncu kez artarak 2024 yılında 693 milyar dolara ulaştı. Bu, yalnızca bir önceki yıla kıyasla yüzde 16’lık artış anlamına gelmekle kalmıyor, aynı zamanda Soğuk Savaş sonrası dönemin en yüksek seviyesine işaret ediyor.

Polonya’nın yüzde 31, Almanya’nın yüzde 28 ve Finlandiya’nın yüzde 16’lık artış oranları manşetlerde öne çıksa da bu yükselişin asıl belirleyici aktörleri parasal hacim açısından Almanya, Fransa ve Birleşik Krallık gibi büyük ekonomiler. Zira savunma harcamalarındaki etki yalnızca oransal değil, toplam bütçe büyüklüğüyle ölçüldüğünde anlam kazanıyor.[28]

Evet, dünya genelinde askerî harcamalar 10 yılda her yıl arttı ve 2024’te GSYİG’nin yüzde 2.5’ine ulaşarak 2 trilyon 700 milyar doları aştı. Askerî harcamalar 2015 ile 2024 arasında yüzde 37 oranında arttı. Bölgelere göre en büyük artış yüzde 83’le Avrupa’da gerçekleşti. Söz konusu artış, Asya ve Okyanusya bölgesinde yüzde 46, Amerika bölgesi ile Orta Doğu’da yüzde 19 ve Afrika’da ise yüzde 11 oranında görüldü.[29]

ABD şu anda GSYH’sinin yaklaşık yüzde 3.2 ila 3.4’ünü silahlanmaya harcıyor;[30] kapitalist-emperyalist sistemin bekçiliğini yapan Kuzey Atlantik İttifakı (NATO), üye ülkelere savunma harcamalarını daha da artırılması çağrısında bulunurken ABD’nin taleplerinin kendisi için öncelikli olduğunu bir kez daha gösterdi.

NATO Genel Sekreteri Mark Rutte, “Eğer Amerika’nın savunmasını sağlamak istiyorsak, üç şeyin güvenliğinden emin olmalıyız: Kuzey Kutbu’nun korunması, Atlantik Okyanusu’nun güvenliği ve istikrarlı bir Avrupa. Rusya burada, ve beklenmedik bir hızla yeniden organize oluyor. Bu üç bölge güvende değilse, Amerika çok ciddi bir sorunla karşı karşıya kalabilir,”[31] dedi.

24-25 Haziran 2025’te Lahey’de gerçekleşen NATO toplantısında, tüm NATO üyesi ülkelerin 2035’e kadar askerî harcamalarını GSYİH’lerinin yüzde 5’ine çıkarması kararı alındı. Mevcut harcamalar GSYİH’nin yüzde 2’sine denk geliyor, birçok ülkede bu kadar da değil. Özellikle Avrupa’daki NATO üyesi ülkelerin on yıl içinde askerî harcamalarını yüzde 3 oranında artırması gerektirecek.

Diğer NATO ülkelerinin para birimleri Amerikan Doları’yla karşılaştırılabilecek durumda değil, bu sebeple bütçe açıklarını küresel finans kapitalin itirazlarına rağmen GSYİH bazında yükseltemezler. Üstelik Avrupalı birçok NATO ülkesi ayrıca AB üyeleri ve bütçe açıklarını GSYİH’nin yüzde 3’ünden fazla yükseltmeme mecburiyetindeler, kaldı ki çoğunda açık oranı aşağı yukarı da bu kadar.[32]

Böylece Avrupa da silahlanmaya hız verdi. Avrupa Birliğinin (AB) yüz milyarlarca dolarlık savunma paketi devreye girdi. Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen Münih Güvenlik Konferansında da AB üyesi ülkelerin savunma yatırımlarını “önemli ölçüde” artırmak amacıyla blokun mali kurallarındaki “cayma maddesini” etkinleştirerek bütçe sınırını kaldırmayı teklif edeceğini duyurmuştu.[33]

Ardından da Avrupa’da ortak tedarik yoluyla savunma sanayi üretimine yatırım yapmak isteyen üye ülkeleri destekleyecek 150 milyar euroluk yeni mali aracı resmen kabul etti.[34]

Kim ne derse desin! Savaşlar, çatışmalar, gerilimler silah tekellerini ve savaş endüstrisini besliyor. Ukrayna en büyük ithalatçı olurken Türkiye’nin küresel silah piyasasındaki payı dört yılda yüzde 103 büyüdü. SIPRI, 2020-2024 döneminde dünyanın en büyük silah ihracatçılarının ABD, Fransa, Rusya, Çin ve Almanya olduğunu açıkladı.[35]

Tam da bu durumda Britanya İşçi Partisinin eski lideri Jeremy Corbyn, “Silahlara harcanan para, sağlığa, eğitime, konuta, çevreye harcanmayan paradır,” derken; küresel çapta yılda 2.4 trilyon dolar silahlara harcanıyor.[36]

John Perkins’in, “Ele geçirilmiş devletler asla kullanmayacakları (çünkü kullanamayacakları) savaş uçakları, füzeler, savaş helikopterleri, savaş gemileri vs.ye silah tekellerinin emri ve İsviçre bankalarına yatırılan cömert komisyonlarla milyar dolar harcarlar. Harcama satın alma ile bitmez, her yıl ‘modernizasyon’ ve bakım harcamalarıyla da servetlere servet katılır… Kalan para da ülkeyi yöneten despotların gösterişli ve efektif olmayan projelerine, saraylarına, lükslerine gider. Sonuçta her şekilde silah tekelleri ve yerel işbirlikçileri kazanır. Gün gelip halk sağlığı sorunları veya afetle karşılaştıklarında da tüm bayağı yaldızların altından üçüncü dünya sefaleti ve acizliği çıkar,”[37] notunu düştüğü militarist birikim dalı olarak savaş makinası tam istim çalışsa da kapitalizmin krizi yoğunlaşarak yaygınlaşıyor. Örneğin küresel borç toplamı 215 trilyon dolar gibi olağanüstü bir noktaya varmış durumda. 2008 krizi koşullarında dünya toplam gayri safi hasılası ya da toplam üretilen değer 70 trilyon dolardı. Spekülatif sermaye, türev piyasalar ve hayali sermaye ise 1000 trilyon dolara ulaşmıştı. Bu balonun patlamasıyla küresel kriz şiddetle dışa vurdu. Aktüel olarak durum çok daha vahim; küresel gayri safi hasıla 105 trilyon dolar, spekülatif sermaye, türev piyasalar ise 5.3 katrilyon dolar seviyesinde. Yani karşımızda krizin ortaya çıktığı koşullardan 5 kattan daha fazla negatif bir tablo var.[38] Bu ekonomi-politik eksenin yanında, küresel düzeyde jeo-politik rekabet ve kriz şiddetlenerek sürüyor.

Evet kapitalist yıkım, XIX. yüzyılın sonuyla, XX. yüzyılın başı arasındaki döneme benzer bir dönemden geçiyor: Kapitalizm bir “yapısal kriz” yaşıyor (tekrarlanan kriz eğilimlerini aşamıyor). Kapitalist uygarlığın en karanlık özellikleri, faşizm gibi canavarlar üretiyor. Bir pandemi milyonlarca insanı öldürüyor. Kapitalist-emperyalist sistemin bir devletin hegemonyası altında yerleşmiş kurallara dayanan düzeni dağılıyor. Büyük güçler arası ekonomik-teknolojik ve siyasi rekabet hızlanıyor, dünyanın kaynaklarının ekonomik, siyasi, askerî olarak yeniden paylaşımı gündeme geliyor.

Bu iki dönem arasında önemli farklar da var. Örneğin, bir büyük savaş, henüz yalnızca bir olasılık. Kapitalist üretim tarzı hâlâ aşılamadığı için, kimi alanlarda iklim krizi, dinci fanatik ölüm kültleri gibi yeni canavarlaşmalar üretiyor.

Kapitalizmin kriz dönemlerinde, yeni değerlenme alanlarında (dış piyasalar, kaynak havzaları) egemenlik kurmak önem kazanır. XIX. yüzyılın sonunda, emperyalist sistemin merkezleri önce dünyayı paylaştılar (sömürgeler-yarı sömürgeler). Sonra, kriz ilerledikçe, bir yeniden paylaşım talebi gündeme geldi, iki dünya savaşı yaşandı.

Özetle, “yeniden paylaşım” yeniden gündeme geliyor ama bu kez bu paylaşıma konu olabilecek alanlarda, “Küresel Güney”de güçlü devletler, bu devletlere destek vermeye hazır, yeni bir kapitalist “süper güç” var. Küresel düzenin dağılma süreci, 100 yıl öncesine göre çok daha karmaşık, “yeniden paylaşım” çok daha zorken;[39] küresel finans sistemi, 2008 sonrasının birikimli çelişkilerinin olgunlaşmasıyla yeni bir krizin eşiğine geldi. Bu uyarı yalnızca radikal iktisatçılardan değil, sistemin en merkezi ideolojik aygıtlarından geliyor.

The Economist bile bir krizin sinyallerini tartışıyor. Bugün ABD’nin toplam kamu borcu 36 trilyon doları aşmış durumda. Bu, ülkenin gayri safi yurtiçi hasılasının (GSYH) yüzde 120’sine denk geliyor. Bu durum sadece ABD’yi değil, dünya ekonomisini de doğrudan etkiliyor.[40]

Ayrıca Almanya’nın kamu borcu, 2024 yılında 63.9 milyar euroluk artışla 2 trilyon 509 milyar euroya ulaştı. Borç, 2023 sonuna göre yüzde 2.6 yükselişle 2 trilyon 509 milyar euroya çıktı.[41]

Bu işin bir yanı; ötekine gelince o da büyüyen açlık, yoksulluk yıkımıdır!

1820’de dünya nüfusunun yüzde 80’i günlük 1 dolardan az bir parayla yaşıyordu; bugün ise dünya nüfusunun yüzde 20’si günlük 1 dolardan az kazanıyor. BM’ye bağlı üç örgütün yayımladığı dünya açlık raporuna göre, dünyada açlık çeken insan sayısı 2008’den 2011’e 75 milyon arttı. Açlık sorunuyla boğuşan insan sayısı 1 milyara yaklaştı.[42]

Öte yandan Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) Yemen Temsilcisi Peter Hawkins, Yemen’de 5 yaş altı her 2 çocuktan 1’inin akut yetersiz beslendiğini açıklarken;[43] yine Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR), acil ihtiyaç sahibi 11 milyon mülteciye insanî yardımların ulaştırılamadığı uyarısının altını çizdi.[44]

Yoksulluğun zenginliğin ürünü olduğunu “es” geçmeden ekleyelim: ABD’deki en büyük 500 şirketin CEO’sunun (yani 500 kişi) yıllık ortalama geliri 18.9 milyon dolar oldu.

Ford Motor Company CEO’su James Farley, 2024 yılında toplam 24.8 milyon dolar maaş aldı. CEO Farley’in 2024 yılında 24.8 milyon dolar kazandığını unutmayalım! Kapitalizm bu…

Oxfam’ın, “2024 yılı Küresel Eşitsizlikler Raporu”na göre dünyanın en zengin 26 dolar milyarderi, dünya nüfusunun en yoksul yüzde 50’sini oluşturan 3.8 milyar insanın toplam varlığına eşit bir servete sahip bulunuyor. Raporda, küresel olarak milyarderlere ait servetin yalnızca 2024 yılında bir önceki yıla göre 2 trilyon dolar artarak 15 trilyon dolar seviyesine çıktığı tespit ediliyor. Küresel dolar milyarderlerinin sayısı da 2023’te 2 bin 565’ten 2024’te 2 bin 769’a çıkmış bulunuyor. 2024’te 6 yeni dolar milyarderinin ortaya çıktığı Türkiye’deki 28 dolar milyarderinin, 2024’teki servetleri 6.9 milyar dolar artarak toplam 55.6 milyar dolar seviyesine çıktığını öğreniyoruz.

Anılan raporda, yaygın kanaatin aksine, milyarderlerin servetinin büyük ölçüde kazanılmadığını, bunun yüzde 60’ının miras, tekelcilik veya yandaş bağlantılarından geldiği tespit ediliyor. Rapora göre Avrupa’daki süper zenginlerin çoğu, servetlerinin bir kısmını daha fakir ülkelerin sömürülmesine borçlu. 2023’te Küresel Kuzey’deki en zengin yüzde 1’lik kesim, Küresel Güney üzerinden saatte 30 milyon dolar kazanç elde ediyor. Küresel Kuzey ülkeleri, dünya nüfusunun yalnızca yüzde 21’ini oluşturmalarına rağmen küresel servetin yüzde 77’sini kontrol ediyorlar.[45]

“Bazen ‘gezegenimiz evrenin tımarhanesi mi?’ diye düşünmeden edemiyorum,” diyen Johann Wolfgang von Goethe haksız mı?

Elbette değil!

YAŞA(TIL)DIĞIMIZ COĞRAFYA:

TÜRKİYE

Coğrafyamız Hasan Hüseyin Korkmazgil’in, “Kıran girdi merhamete/ Kıran girdi mertliğe/ Kıran girdi güzelliğe/ Kıran girdi sevgiye/ Kıran girdi dürüstlüğe/ Kıran girdi doğruluğa/ Kıran girdi emeğe/ Kıran girdi eşitliğe/ Kıran girdi adalete/ Kıran girdi kardeşliğe/ Kıran girdi dostluğa/ Kıran girdi insanlığa,” dizelerindeki sürdürülemez kapitalist bir felaketle sarsılırken; George Orwell’in, “Yolsuzluk yapanı, döneği, sahtekârı, hırsız ve haini seçen bir halk kurban değildir! Suç ortağıdır!” uyarısı da “es” geçilmemeli!

Hızla birkaç veriyi aktarayım…

  1. i) Türkiye’deki intihar olaylarında çarpıcı artış kaydedildi. 2003-2024 dönemin de intihar ederek yaşamına veren kişi sayısı 71 bin 928 oldu. 2003’ten 2024’e kadar geçen süreçte intihar eden kişi sayısında yüzde 94’lük artış yaşandı. İntiharların bir nedeni de “geçim sıkıntısı” oldu![46]
  2. ii) Türkiye’de çocuklar 10 yaşında işe başlıyor: Çalışan çocuk sayısı bir milyonu geçti![47]

iii) İstanbul’da Aile Bakanlığının koruması altındaki, lise çağındaki 5 çocuk çamaşır suyu içerek yaşamına son vermeye çalıştı. “Hastaneden kaçmak için çamaşır suyu içtik” diyen çocuklara neden kaçmak istedikleri sorulmadı![48]

  1. iv) Diyanet, 12 yaşındaki kız çocuğunu istismar ettiği gerekçesiyle tutuklanan ve 69 günde serbest bırakılan Müftü İshak Yıldırım’ı yargılamanın bitmesini beklemeden vaiz olarak görevlendirdi. Skandal kararda Ali Erbaş’ın da imzası yer alıyor![49]
  2. v) Moodist Psikiyatri ve Nöroloji Hastanesi Tıbbî Direktörü Prof. Dr. Kültegin Ögel, 25 yaş altında uyuşturucudan ölümlerde Türkiye’nin dünyanın ilk beş ülkesi arasında bulunduğunu söyledi![50]
  3. vi) Türkiye’de her gün 5 işçi çalışırken ölüyor![51]

vii) 2024 yılı kadınların şiddet ve cinayetlere kurban gittiği kara bir sene oldu. Kadın katliamları 17 yılda neredeyse 7 kat artarak 421’e yükseldi. 2024, cinayetlerin en fazla yaşandığı yıllardan biri oldu![52]

viii) 2019’un 10 ayda 302 kadın eşi, sevgilisi ve yakını tarafından çeşitli “gerekçelerle” öldürüldü![53]

  1. ix) Umut Vakfının ‘2019 Yılı Kadın Cinayetleri’ raporuna göre 5 yılda toplam bin 753’ü silahlı 2 bin 324 kadın cinayeti gerçekleşti. Bin 995 kadın ve aile bireyi öldürülürken 915 kişi de yaralandı. 2020’nin ilk iki ayında öldürülen kadın sayısı 56’ya ulaştı. Her 15 saatte bir kadın öldürüldü. 2015’ten 2020’ye kadına yönelik silahlı şiddet yüzde 27 oranında arttı. 2019 yılında 415’i silahla tam 564 kadın öldürüldü![54]
  2. x) Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, 30 Haziran 2016 tarihi itibarıyla 7 bin 368’i kadın ve 4 bin 866’sı çocuk olmak üzere toplam 12 bin 234 kişinin kadın sığınma evlerinde kaldığını açıkladı![55]
  3. xi) TÜİK’in Ağustos 2017 verilerine göre 2 milyon 260 bin kadın ne eğitimde ne de istihdamda yer alıyor. 10 genç işsizin 6’sı kadın. Kadınlar gün geçtikçe daha fazla iş hayatı dışına itiliyor![56]

xii) 1 Temmuz 2025 itibarıyla cezaevleri mevcudu, kapasiteyi 115 bin 135 aşarak 410 bin 135’e ulaştı![57]

xiii) OECD raporuna göre Türkiye’de cinsiyete dayalı ücret eşitsizliği yüzde 10 oldu. Erkeklerin, yapınca 100 birim ücret kazandığı bir işten kadınlara yalnızca 90 birim ücret ödeniyor. Birebir aynı işi yapan bir erkeğin yevmiyesi 1000 lira, kadının ise 900 liraya denk geliyor![58]

xiv) 2025’in ilk yarısında; – Saniyede: 307 bin – Dakikada: 18.4 milyon – Saatte: 1.1 milyar – Günde: 26.5 milyar – Ayda: 801.3 milyar lira… Yani ilk beş ayda 4 trilyon 6 milyar 528 milyon lira vergi ödemişiz![59]

  1. xv) Yaklaşık 8 milyon işçi açlık sınırının altında maaş alıyor, milyonlarca emekli geçinemiyor, memur ve işçi yoksulluk sınırının çok gerisinde. 1 Mayıs, sefaletin gölgesinde karşılanıyor. Çalışan her 100 kişiden 12’si yoksul. Türkiye’de çalıştığı hâlde yoksul olanların oranı yüzde 12’ye yakın. Bu oran erkeklerde yüzde 13.7, kadınlarda ise yüzde 7.6![60]

xvi) Naylon faturalarla soyguna yönelik yargı süreci süren Yunus Emre Vakfına 2025’in ilk çeyreğinde yüz milyonlarca lira aktarıldığı ortaya çıktı. Vakfa, ilk çeyrekte 470 milyon 721 bin TL aktarıldığı belirlendi![61]

xvii) Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kullanımına sunulan başlıca saray ve köşkler şunlar: •Beştepe Sarayı (Ankara) •Ahlat Köşkü (Bitlis) •Okluk Koyu Yazlık Sarayı (Muğla) •Huber Köşkü (İstanbul) •Vahdettin Köşkü (İstanbul) •Tarabya Köşkü (İstanbul) •Çankaya Köşkü (Ankara – yedekte). Toplamda en az 7 ultra lüks yapı![62]

xviii) 2024 bütçesinin yüzde 11.8’i ve GSYH’nin ise yüzde 2.9’u faiz ödemelerine gitti. 2024’te faiz ödemeleri tutarı 1 trilyon 270 milyar TL. Yıl ortası kur ile yaklaşık 39 milyar dolar. 2025’de Türkiye bütçesinden yaklaşık 75 milyar dolar askerî harcamalara ve faiz ödemelerine gitti![63]

xix) Bütçe kullanım tercihlerinde kültür hizmetleri için 10.1 milyar TL harcanan ocak-mart döneminde din hizmetleri için 32 milyar TL harcandı![64]

  1. xx) Türkiye’nin brüt dış borç stoku 2025’in mart sonu itibarıyla 527.5 milyar dolar, net dış borç stoku ise 264.1 milyar dolar olarak açıklandı. Hazine garantili borç 15.9 milyar dolar olurken, kamu net borç stoku 7.8 trilyon liraya ulaştı![65]

xxi) Konkordato başvuruları 2025 Haziranı’nda yüzde 162.6 arttı, konkordato başvurularına 541 yeni firma katıldı. 6 ayda 2 bin 776 firma daha kuyruğa girdi![66]

xxii) İktidarın “sıfırlandı” dediği İsrail ile ticareti bu kez de İsrail doğruladı. Filistin’e ihracattaki astronomik artışın, İsrail’e satıştan kaynaklandığını İsrail makamları faş etti. Türkiye, 2024’te İsrail’e en çok ticaret yapan 5’inci ülke oldu![67]

Yaşa(tıl)dığımız kapitalist Türkiye bu!

YOKSULLAŞTIRAN ZENGİNLİK

“Yoksullaştıran zenginlik” deyince Don Marquis’in, “Biri size alın teriyle zengin olduğunu söylerse, ona şunu sorun Kimin alın teriyle?” sorusunun yüksek sesle telaffuz edilmesi gerekiyor.

Çünkü nüfusunun 4’te 1’inin sağlıklı beslenmede sorunu yaşadığı[68] coğrafyamızda her geçen gün artan hayat pahalılığı, 65 yaş ve üstünü derinden vurdu. 2024’te yaşlı nüfusun işgücüne katılım oranı yüzde 13.1’e yükseldi. Kayıtlı çalışan emekli sayısı 2025’in ilk 4 ayında 35 bin kişi arttı![69]

Bu yetmezmiş gibi -Ankara Tabip Odasının verilerine göre-, 15 yaşındaki öğrencilerin yüzde 20’si haftada en az bir gün yemek yiyemiyor, yüzde 20’si okula aç gidiyor, her 5 çocuktan 1’i yatağa aç giriyor.[70]

Gerçekten de Haziran 2025’te asgarî ücretin, bırakın yoksulluk sınırını, açlık sınırının altına düştüğü[71] coğrafyamızda DİSK-AR’ın raporuna göre emek gelirleri 2025’in ilk 5 ayında enflasyon karşısında en az 198.2 milyar TL eridi![72]

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) verilerine göre, 2024 itibariyle bireysel kredi kartı borçlarında yüzde 150’ye varan bir artış gözlemlenmiştir. TÜİK verilerine göre, 2023’te hane halklarının yüzde 74’ü kredi kartı borcu ya da taksitli alışveriş borcu ödemektedir. Bu oran, ekonomik büyüme ile gelir dağılımı arasındaki dengesizliğin en açık göstergelerinden biridir.[73]

Kocaeli Milletvekili Prof. Dr. Mühip Kanko, “Vatandaşın banka borçları 4 trilyon 329 milyar lirayı geçti. Toplam borç 4 trilyon 461 milyar liraya dayandı. Bu rakamlar, iktidarın nasıl bir ekonomik enkaz bıraktığının resmidir,”[74] derken; Niğde Milletvekili Ömer Fethi Gürer de ekliyor: “2002’den 2019’a borçlar 130 milyon dolardan 7.6 milyar dolara çıktı. Borçlanma 2002-2024 kesitinde önemli ölçüde arttı. Konut ve tüketici kredileri bankalara olan bağımlılığı gösteriyor. Kredi kullanan kişi sayısı 2002’de 1.2 milyon iken 2024’ün eylülünde 26 milyona, 2025’in şubatında ise bireysel kredi kullanan kişi sayısı 42 milyona yükseldi. Vatandaşların 2025’te bankalar ve finans kuruluşlarına olan bireysel kredi ve kredi kartı borcu 4 trilyon 231 milyar lirayı buldu. Bankaların ve finans kuruluşlarının, tüketicilerden zamanında tahsil edemediği için icra takibine aldığı borç miktarı ise 148 milyar liraya ulaştı. İcra dairelerinde 23 milyon 130 bin derdest dosya var.”[75]

Vatandaşların bankalara, finans kuruluşlara ve benzeri şirketlere toplam borcu 4 trilyon 645 milyar liraya ulaştı. İcra dairelerine UYAP üzerinden gelen yeni dosya bir yılda 1.5 milyon artış gösterdi. Türkiye’de her 4 kişiden biri icralık. Her gün ortalama 26 bin yurttaş icra dairesinin yolunu tutarken;[76] John Steinbeck’in, “İnsanlar açlıktan ölürken yiyeceklerin dökülmesine ve çürümeye terk edilmesine bir türlü akıl erdiremezdi”;[77] Sadık Hidayet’in, “Aç ve yoksul halkın savunacak nesi var? Bütün güç ve para hâkim sınıfın elinde. Halktan körü körüne itaat beklerler ki başları ağrımadan yediklerini hazmetsinler,” sözlerini anımsamamak elde mi?

Elbette değil! Çünkü Union Bank of Switzerland’ın (UBS) Group AG’nin, Küresel Servet Raporu 2024 verilerine göre dünyada dolar milyoneri listesine 2024’te 684 bin kişi daha eklenirken; aynı yıl milyoner sayısı en çok artan ülke yüzde 8.4 ile Türkiye oldu. Rapora göre Türkiye’de 68 bin dolar milyoneri var.[78] Dolar milyoneri sayısında dünya lideri Türkiye’de altın, döviz ve yüksek faiz zengine yaradı.[79]

Kolay mı? Forbes’un açıkladığı en zengin 100 Türk listesinde, 2025 senesinde toplamda 28 kadın yer aldı.[80]

TÜRKİYE’NİN EN ZENGİN 28 KADINI…

Eren Özmen Sierra Nevada Corp. 4 milyar dolar
İpek Kıraç Koç Holding 2.7 milyar dolar
Filiz Şahenk Doğuş Holding 2.6 milyar dolar
Semahat Arsel Koç Holding 2.6 milyar dolar
Deniz Şahenk Doğuş Holding 1.4 milyar dolar
Ceyda Lale Tara Enka İnşaat 900 milyon dolar
Leyla Tara Suyabatmaz Enka İnşaat 900 milyon dolar
Yasemin Zeynep Keyman Enka İnşaat 900 milyon dolar
Vildan Gülçelik Enka İnşaat 850 milyon dolar
Hanzade Doğan Boyner Doğan Holding 800 milyon dolar
Çiğdem Sabancı Sabancı Holding 700 milyon dolar
Serra Sabancı Sabancı Holding 700 milyon dolar
Sevda Gülçelik Enka İnşaat 700 milyon dolar
Suzan Sabancı Sabancı Holding 700 milyon dolar
Aylin Elif Koç Koç Holding 650 milyon dolar
Esra Çiğdem Koç Koç Holding 650 milyon dolar
Claire Arcas Arkas Holding 600 milyon dolar
Diane Arcas Göçmez Arkas Holding 600 milyon dolar
Figen Çarmıklı Çarmıklı Holding 575 milyon dolar
Arzuhan Doğan Yalçındağ Doğan Holding 550 milyon dolar
Ayşe Verda Gülçelik Enka İnşaat 550 milyon dolar
Begümhan Doğan Faralyalı Doğan Holding 550 milyon dolar
Vuslat Doğan Sabancı Sabancı Holding 550 milyon dolar
Aysun Kibar Kibar Holding 525 milyon dolar
Dilek Sabancı Sabancı Holding 525 milyon dolar
Emine Sabancı Kamışlı Sabancı Holding 525 milyon dolar
Sevil Sabancı Sabancı Holding 525 milyon dolar
Işıl Doğan Doğan Holding 500 milyon dolar
Tülay Aksoy Anadolu Grubu Holding 500 milyon dolar

 

Ayrıca Türkiye’de mevduatın yüzde 79’una yüzde 1’lik kesim sahipken; hesap sayısındaki payı yüzde 83 olan kesim ise mevduattan yalnızca yüzde 0.6 pay alabiliyor.[81]

TÜRK(İYE) İNSAN(SIZLIĞ)I!

Hasan Hüseyin Korkmazgil’in, “bu ağaçlar niçin böyle yapraksız/ bu geceler niçin böyle insansız/ bu insanlar niçin böyle yarınsız/ bu niçinler niçin böyle yanıtsız?/ kim bu korku/ kim bu umut/ ne adın/ kim için”[82] dizelerindeki üzere Türk(iye) insan(sızlığ)ı devasa bir toplumsal çürümeyle sarsılırken; ülkedeki antidepresan kullanımının 20 yılda 16 kat arttı. Ipsos’un 2024 Ruh Sağlığı Raporu’na göre, Türkiye’de nüfusun yüzde 38’i ruhsal hastalıklarla mücadele ediyor. Sadece bir yıl içinde toplumun ruh sağlığı yüzde 8 oranında kötüleşti. Bu rakamlar milyonlarca insanın çaresizlik içinde yaşadığını gözler önüne seriyor. Türkiye’de 20 yılda antidepresan kullanımı 16 kat arttı. Bu artış özellikle gençler arasında ürkütücü boyutlara ulaştı. Toplum olarak adım adım bir tükenmişliğe sürükleniyoruz.[83]

Kolay mı? Türkiye’de her 2 kişiden 1’i kendi ruh sağlığı hakkında düşündüğünü söylüyor. Ülkeler ile karşılaştırıldığında ise Türkiye, İsveç’ten sonra bu durumu en fazla yaşayan 2. ülke.[84]

Giderek derinleşen ekonomik kriz ve keskin kutuplaşmalarla şekillenen siyasi atmosfer, ülkedeki suç oranlarında çarpıcı bir artışa yol açtı.

Adalet Bakanlığının ceza mahkemelerinde açılan dosyaların detaylarına yönelik verilerine göre, 2024’te, 2023’e göre en fazla artan suç türünün dolandırıcılık olduğu belirtildi. Dolandırıcılık, yüzde 41’lik oranla en fazla artış gösteren suç türü olarak kayıtlara geçti. Bunu yüzde 33’lük artışla “kullanmak için uyuşturucu veya uyarıcı madde satın almak, kabul etmek veya bulundurmak” ve yüzde 21’lik artışla “uyuşturucu veya uyarıcı madde imal ve ticareti” izledi. Diğer suç türleri arasında “kasten yaralama” ve “kasten öldürme” yer aldı. Sahtecilik ve cinsel saldırı da en çok artış gösteren suç türleri arasına yazıldı.

Cumhuriyet başsavcılıklarında, “Çocukların cinsel istismarı” gerekçesiyle hakkında dosya açılan kişi sayısı 2024 sonunda 67 bin 507’ye, “Reşit olmayanla cinsel ilişki” gerekçesiyle hakkında dosya açılan kişi sayısı ise 26 bin 265’e ulaştı.[85]

Çocukların cinsel istismarı suçundan açılan dosya sayısının zirve yaptığı 2024’te, günde 18 istismar suçunun işlendiği ortaya çıktı.[86]

Tüm bunlar kapitalizmin yabancılaştırdığı insan(lık) trajedisinin nasıl da ağırlaşarak, giriftleştiğini ortaya koyuyor.

KAPİTALİZMİN YABANCILAŞTIRDIĞI İNSAN(LIK)

Emma Goldman’ın, “Pek çok insan hayata bakar, ama onu yaşamaz. Onların gördükleri hayatın kendisi değil, sadece gölgesidir,” vurgusundaki üzere sürdürülemez kapitalist yıkım, insan(lık)ı hasta ediyor. İlişki zorlukları, travmalar, boşluk duyguları; ekolojik, ekonomik, siyasal, ahlâkî ve hasılı beşerî kriz(ler)…

Ücretli kölelik sistemi, insan(lar)ın soru(n)larından kâr ettiği için, dünyanın değişmesini toplumsal bağları kopararak engelleyip, sabote ediyor.

Çağın en büyük hastalığı amaçsızlık, can sıkıntısı ile anlam ve amaç eksikliğiyken; Franz Kafka’nın Gregor Samsa’sında somutlanan “Başkalaşım” veya “Metamorfoz”un insan(lık)ı kalabalıklar içinde yalnızlaştırması yanında; “Bozulma”, “Anlam kaybı” ile meta fetişizmi labirentinde “Demokrasi insanı durmaksızın kendisine doğru yönlendirir ve nihayetinde onu tamamıyla kendi vicdanî yalnızlığının içine kapatır,”[87] diye betimlenen hâle mahkûm ediyor.

Malum: Gregor Samsa, uyandığında, bir böceğe dönüştüğünü fark eder. Şaşırmasına şaşırır elbette de acilen yataktan kalkması gerekmektedir. Zira yetişmesi gereken bir tren, gitmesi gereken bir yer, pazarlaması gereken mallar, kazanması gereken paralar, ödenmesi gereken borçlar ve geçindirilmesi gereken bir aile vardır. Bütün bir sabahı sırtüstü gelen böceğin karnının üstüne dönme çabası içinde geçirir de neye dönüştüğünü umursamaz, düşünmez. İçinde bulunduğu tek rahatsızlık işe geç kalmak, patronlarından azar işitmek ve kovulmak kaygısıdır. Yaptığı ve yapması gereken harcamaların hesabıyla doludur zihni ve yataktan kalkma azminin yegane motivasyonu gerekli parayı kazanmak için işe gitme/yetişme zorunluluğudur. Kapitalizm insana işte bunu yapan ekonomik düzendir; bir gecede olmasa bile insanı neye dönüştüğünü hiç umursamadan böcekleştirendir.

Tam da bu dizaynda kutuplaşma ile toplumsal çözülme iç içe geçerken; beşeri ilişkiler atomize oluyor. Bunun için de insan(lık) hastalanıyor. Söz konusu hâle isyan gündeme gelmedikçe insan(lık)ın yabancılaşması gövdelenip, “Benmerkezci, piyasalaşmış bir tercih kavramının giderek daha fazla baskınlaştığını”[88] görüyoruz.

Erich Fromm’un, “Modern insanın mutluluğu, vitrinlere bakarak kendinden geçmek ve parasının yettiği her şeyi peşin ödeyerek ya da taksitle satın almaktır,” ifadesinde somutlanan sürdürülemez kapitalizm dünyasında, insan(lık) bir yol ayrımında.

Değer üretmek yerine tüketmeye odaklanmış, mutluluğu nesnelerde arayan kapitalist insan(cık), “başarıyı maddî kazanç ve statü hırsıyla” ölçen derin bir yabancılaşmayı/ çürümeyi yaşıyor.

Charles Bukowski’nin “İşin delirtici yanı tek bir mermi bile sıkmadan canlarımızı alıyor olmaları, para babalarının şişko oğulları beverly hills’te on dört yaşında kızların ırzlarına geçerken ben bir yerlerde asgarî ücretle belimi kırıyordum, helada beş dakika fazla kaldığı için işten kovulan adamlar biliyorum, anlatmak istemediğim çok şey gördüm,” diye tarif ettiği sistemde; doğaya, topluma, kendine yabancılaşmış, tatminsizlikle malûl insan(lık), bunalımlarıyla boğuşurken; ücretli kölelik sistemini sorgulamayan, eleştirel itirazdan uzak, sömürü sistemine entegre yaratıklar üretiyor; onu bir “araç” hâline getirerek!

Özetle yaşamanın galat-ı meşhur hâli olarak kapitalizm, “beyaz adam”ın yarattığı, dünyadaki en kalıcı eseridir; insan(lık)ın sonunu getirecek düzen(sizlik)dir; Ahmet Erhan’ın, “Umutsuzluğun umudundayım/ Karanlığın ışığında…” diye betimlediği ufuktur!

“İyi de bu durumda ne yapmalı” mı?

Öncelikle Fyodor Dostoyevski’nin, “Pek önemli biri değilim, ama bu durumdan hiç de pişmanlık duymuyorum.

Tam tersine, hatta doğrusunu söylemek gerekirse, pek de önemli biri olmamaktan gurur duyuyorum.

Entrikacı biri de değilim, bununla da gurur duyuyorum.

Gizli saklı değil, hiçbir oyun çevirmeden, gayet açık bir biçimde hareket ederim ve kime, nasıl zarar, hem de büyük bir zarar verebileceğimi bilmeme rağmen elimi böyle işlerle kirletmem.

Bu anlamda ellerim gayet temizdir.

İmalı sözlerden de hoşlanmam, ikiyüzlülüğe de tenezzül etmem.

İftiradan ve dedikodudan tiksinirim.

Maskeyi sadece maskeli balolarda takarım, insanların arasında dolaşırken değil!”[89] satırlarıyla müsemma bir duruşa muhtacız.

Malum insan, yaşarken ölümü nasıl karşılayacağına karar vermekle mükelleftir; “Hayatta kalmak için değil, yaşamak için savaşmak gerekir.” “Kolay yaşamak istiyor musun? Sürüde kal ve sürü sevgisi uğruna kendini unut,” der Friedrich Nietzsche.

Kapitalist yabancılaşmanın “asri zamanlar”ında kalabalığa karışmak hiçbir yetenek gerektirmez. Ancak yalnız ve dik durmak gerçekten çok şey gerektirir ve de “İnsan olmanın erdeminin ve mutluluğunun büyük düşmanı despotizm”ken;[90] “İnsanlık tarihinin büyük bölümünde itaat erdemle, itaatsizlik de günahla özdeş kabul edilmiştir,” der Erich Fromm.

Evet kapitalizm açısından en korkulan insan(lar) soru soran ve neyi bilmediğini bilen(ler)ken; ücretli köleliğin en “tehlikeli” yaratımı, kaybedecek hiçbir şeyi olmayan, başkaldıran insan(lar)dır. Çünkü onlar için yaşamak, deli bir yürekten, dik duran düşünceden fazlasıdır; “Uğruna yaşamak istediğin şeyler için ölmekten çekinme,” ifadesindeki üzere Pythagoras’ın…

Ölüm hayattaki en büyük kayıp değildir. En büyük kayıp, yaşarken içimizde ölenler/öldürülenlerdir!

Hayattan sadece bizden ne beklediğinin önemli olduğunu öğrenmeliyiz; Eduardo Galeano’nun “Düşmanın yok mu? Nasıl olmaz? Yoksa sen hiçbir zaman doğruyu söylemedin mi? Sen hiçbir zaman adaleti tercih etmedin mi?” sorusu eşliğinde.

Unutulmasın: Koşullar insanı sınırlasa da, kim olduğumuzu belirleyen verdiğimiz kararlardır. Çünkü hayatın anlamı ona vermeyi seçtiğimiz şeydir.

Ücretli kölelik toplumu ezen/ezilen ekseninde “sahip olmak/sömürmek” ilkesine göre biçimlendirilirken; kendinden başka hedefi olmayan “kötü insan(lar)” üretirken; yaşanabilir bir dünyada olmadıktan sonra “sahip olmak” neye yarar?

Jean Paul Sartre’ın, “İnsanım, öyleyse özgürüm, özgürsem sorumlu olmalıyım,” uyarısına kulak veren insan(lık), her zaman umut etme gücüne sahiptir; umutsuzluk, insanın en büyük düşmanıdır; Metin Demirtaş’ın, “Ve doludizgin geçerek/ Her acıyı bir sevinçle/ Yolu yok kalbim/ Sağ çıkacağız bu acılardan./ Çünkü umutsuzluk yasak!/ Yılgın türküler söylemek de./ Çünkü yürüyor umudun ordusu/ Umutsuzluğu umutla yenerek,” dizelerindeki üzere!

VE…

Komünizmin yeniden yasaklandığı çıldırmış zamanlarda yeniden, “Modern toplumun iktisadi hareket yasalarını ortaya koyan” Karl Marx’ın Kapital’ini okumak gerekiyor.

Friedrich Engels’in, “Yeryüzünde kapitalistler ve işçiler varolduğundan beri, işçiler için bunca önemli hiç bir kitap çıkmamıştır.” “Sermaye ile emek arasındaki ilişki, mevcut tüm toplum sistemimizin üzerinde döndüğü bu eksen, ilk kez burada bilimsel olarak ele alınmaktadır,” dediği Kapital’de, Karl Marx, iki önemli buluşunu ayrıntılarıyla tahlil eder: İnsan toplumunun gelişmesi (tarihi materyalizm) ile kapitalist üretim biçimini yöneten özel hareket yasasının anahtarı olan artı-değer yasasını.

Kapitalizmin kökenleri, gelişimi ile kapitalist toplum kurumlarının ve düşüncelerinin bu temel üzerinde nasıl yükselip geliştiğini gösteren Karl Marx, işçi sınıfının kapitalist sınıf tarafından sömürülmesini, kapitalist toplumdaki sınıf mücadelesinin en temel doğal özelliğini ve bunun sonucu olarak da kapitalistleri mülksüzleştirmek ve sosyalizmi kurmak üzere iktidara gelecek işçi sınıfının tarihî görevini açıklar.

İnşa hâlindeki bir sınıf mücadelesi tarihi olarak sosyalizme yönelik eleştiriler konusunda Don Marquis’in, “Bir fikir, ona inanan insanlardan sorumlu değildir,” uyarısı göz ardı edilmemeliyken; yaşadıklarımızla değil yaşattıklarımızla anılıp, değerlendiriliriz!

Georges Politzer’in, “Güneş altında yeni bir şey yok! Her zaman zenginler ve yoksullar olacaktır. Her zaman sömürenler ve sömürülenler olacaktır. Savaşın sonu gelmez!”; Noam Chomsky’nin, “Her türlü otorite ve hiyerarşi sorgulanmalı ve bunların meşruiyeti ispatlanmalıdır. Meşruiyetini ispatlayamayan her türlü otorite gayrimeşrudur ve devrilmelidir”; Simone de Beauvoir’ın, “Hiçbir şey, bir insanın pasifliğinden daha tehlikeli değildir,” derlerken hatırlatır hepimize Fidel Castro:

“Devrim, gelecek ile geçmiş arasındaki ölümüne bir mücadeledir.” “Diğerleri lüks otomobillere binebilsin diye neden bazı insanlar çıplak ayaklarıyla yürümek zorundadır?” “Devrim size haysiyet kazandıracak… Sonra diyeceksiniz ki ‘İşte ben bir insanım, sığır değil! Ve bunun için öleceksek ayakta öleceğiz.” “Marksizm-Leninizm, insanlığın bin yıldır uğradığı suçların, savaşların, baskıların ve felaketlerin tam da kaynağı olmuş insanın insan tarafından sömürülmesinin reddedilmesidir”!

Nihayetinde Karl Marx’ın, ‘The People’s Paper/ Halkın Gazetesi’nin 1856’daki yıldönümü konuşmasında ifade ettiği gibi, hâlâ ve her zaman, “Tarih yargıçtır-onun cellâdı/infazcısı proletaryadır.”

“Eleştiri silahı, silah eleştirisini açıkça kaldıramaz; maddi kuvvet, maddi güç tarafından yenilmelidir; ancak teori, kitleler tarafından öğretildiği an maddi güç hâline gelir.”

Şimdilerde tam da böylesi bir eşikteyiz ve söz sırası sizlerde…

8 Ağustos 2025, Muğla.

 

* 13 Ağustos 2025’te Devrimci Gençlik Birliği’nin (DGB) İstanbul yaz kampında, “Nasıl Bir Dünyada ve Sistemde Yaşıyoruz? Kapitalizm ve Mücadele!” başlıklı oturumda yapılan konuşma…

[1] Vladimir Mayakovski.

[2] Sait Faik Abasıyanık, Son Kuşlar, YKY, 2003.

[3] Sait Faik Abasıyanık, Son Kuşlar, YKY, 2003.

[4]  Georg Simmel, Modern Kültürde Çatışma, çev: Tanıl Bora, İletişim Yay., 2008, s. 68.

[5]  Ferit Edgü, Tüm Ders Notları, Ada Yay., 1979.

[6]  V. İ. Lenin, Din Üzerine, çev: Süheyla Kaya-İsmail Yarkın, İnter Yay., 1998.

[7]  Hisse Parafesörü @parafesorfinans, 2 Ağustos 2025.

[8] inan mutlu @inanmutlu1, 2 Ağustos 2025… https://x.com/parafesorfinans/status/1951566648894239059.

[9] “20 Yılda Gençler İçin Hayat Karardı”, Birgün, 1 Mayıs 2025, s. 4.

[10]  Ellen Meiksins Wood, Kapitalizmin Kökeni-Geniş Bir Bakış, çev: A. Cevdet Aşkın, Epos Yay., 2003, s. 12.

[11]  Terry Eagleton, Kötülük Üzerine Bir Deneme, çev: Şenol Bezci, İletişim Yay., 2015, s. 33.

[12]  Leo Huberman, Sosyalizmin Alfabesi, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1997.

[13]  https://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=167382.

[14]  V. İ. Lenin, Grevler Üstüne, Üç Kıta Yay., 1977.

[15]  Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, çev: Ahmet Kardam, Sol Yay., 7. Baskı, 2011.

[16]  Terry Eagleton, Marx Neden Haklıydı?, çev: Oya Köymen, Yordam Yay., 2011, s. 27.

[17]  Albert Einstein, Neden Sosyalizm, çev: Kemal Büyükyüksel, 14 Haziran 2024… https://www.ivmehareketi.com/2024/06/14/neden-sosyalizm-albert-einstein/.

[18]  https://www.ekonomim.com/kose-yazisi/zorluklari-asmak-edinilen-dersler-ve-onumuzdeki-yollar/728398.

[19]  Jean Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi, çev: Vedat Günyol, İş Bankası Yay., 2021.

[20]  Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.

[21]  Karl Marx-Friedrich Engels-V. İ. Lenin, Kadın ve Aile, çev: Arif Gelen, Sol Yay., 2002.

[22]  Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.

[23]  V. İ. Lenin, Din Üzerine, çev: Süheyla Kaya-İsmail Yarkın, İnter Yay., 1998.

[24]  V. İ. Lenin, Halkın Devlet Yönetimine Katılımı Üzerine, çev: Cumhur Düzgün, Işık Yay., 1980, s. 205.

[25]  V. İ. Lenin, Kadınların Kurtuluşu, çev: Ertuğrul Yemenoğlu, Günce Yay., 1975.

[26]  Maksim Gorki, Halk Kültürü, çev: Şerif Hulusi, Yorum Yay., 1992.

[27]  Karl Marx-Friedrich Engels Toplu Eserler Cilt: 26, s. 451.

[28]  Dimitris Kostantakopoulos, “Avrupa’nın Yeniden Silahlanışı”, Birgün, 10 Mart 2025, s. 10.

[29]  Onur Hamzaoğlu, “Dünyada Açlık ve Askerî Harcamalar”, 2 Temmuz 2025… https://www.avrupademokrat8.com/dunyada-aclik-ve-askeri-harcamalar-onur-hamzaoglu/.

[30]  “Zorbalar Dünyayı Ateşe Sürüklüyor”, Birgün, 24 Temmuz 2025, s. 11.

[31]  “NATO Efendisinin Çıkarlarını Düşünüyor”, Birgün, 7 Temmuz 2025, s. 11.

[32]  Prabhat Patnaik, “Vahşi Kapitalizme Geri Dönüşün İlanı”, Birgün, 17 Temmuz 2025, s. 10.

[33]  “Avrupa Silahlanıyor”, Birgün, 21 Şubat 2025, s. 11.

[34]  “Küresel Silahlanma, 2 Trilyon 718 Milyar Dolarla Rekor Yeniledi”, 29 Nisan 2025… https://www.avrupademokrat8.com/kuresel-silahlanma-2-trilyon-718-milyar-dolarla-rekor-yeniledi/.

[35]  “Savaşın Kazananı Silah Tekelleri”, Birgün, 11 Mart 2025, s. 10.

[36]  Semiha Durak, “Jeremy Corbyn ile Küresel Silah Ticareti, Savaş ve Umut Üzerine”, Birgün, 8 Nisan 2025, s. 11.

[37]  John Perkins, Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları, çev: Murat Kayı, April Yay., 2005.

[38]  Volkan Yaraşır, “Dünya Nereye Gidiyor; Yıkım mı, İmkân mı?”, 11 Temmuz 2025… https://www.avrupademokrat8.com/dunya-nereye-gidiyor-yikim-mi-imkan-mi-volkan-yarasir/.

[39]  Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Küresel Güney’in Geri Dönüşü”, Cumhuriyet, 11 Eylül 2025, s. 10.

[40]  Ergin Yıldızoğlu, “Yeni Bir Finansal Kriz Mi Geliyor?”, 2 Haziran 2025… https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ergin-yildizoglu/yeni-bir-finansal-kriz-mi-geliyor-2406055.

[41]  “Almanya’nın Kamu Borcu Artan Savunma Harcamalarıyla 2.5 Trilyon Euroyu Geçti”, 18 Nisan 2025… https://www.avrupademokrat8.com/almanyanin-kamu-borcu-artan-savunma-harcamalariyla-25-trilyon-euroyu-gecti.

[42]  https://marksist.org/dunya/afrika/5057-kapitalizmde-1-milyar-insan-aclikla-bogusuyor.

[43]  “Her İki Çocuktan 1’i Yetersiz Besleniyor”, Birgün, 26 Mart 2025, s. 11.

[44]  “UNHCR Uyardı: 11 Milyon Mülteci İnsani Yardıma Erişemeyecek”, 18 Temmuz 2025… https://nupel.tv/unhcr-uyardi-11-milyon-multeci-insani-yardima-erisemeyecek/.

[45]  İrfan Hüseyin Yıldız, “Sosyal Adaletin Küresel Krizi”, Cumhuriyet, 2 Şubat 2025, s. 9.

[46]  Mustafa Bildircin, “Yoksulluk Yaşamlara Mâl Oluyor”, Birgün, 21 Haziran 2025, s. 2.

[47]  “Türkiye’de Çocuklar 10 Yaşında İşe Başlıyor: Çalışan Çocuk Sayısı Bir Milyonu Geçti”, 6 Temmuz 2025… https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/turkiye-de-cocuklar-10-yasinda-ise-basliyor-calisan-cocuk-sayisi-bir-milyonu-gecti-2415523.

[48]  İsmail Arı, “Koruma Altındaki Görünmez Çocuklar”, Birgün, 16 Haziran 2025, s. 8.

[49]  İsmail Arı, “… ‘Tacizle’ Suçlanan Müftü Vaiz Oldu”, Birgün, 11 Haziran 2025, s. 3.

[50]  “Prof. Dr. Ögel: 25 Yaş Altında Uyuşturucudan Ölümlerde Türkiye İlk Beşte”, 25 Haziran 2025… https://www.diken.com.tr/prof-dr-ogel-25-yas-altinda-uyusturucudan-olumlerde-turkiye-ilk-beste/.

[51]  “Her Gün 5 İşçi Çalışırken Ölüyor”, Birgün, 9 Mayıs 2025, s. 4.

[52]  İlayda Kaya, “421 Cinayetin Faili Kim?”, Birgün, 3 Ocak 2025, s. 3.

[53]  Mehmet İnmez, “305 Günde 302 Can”, Cumhuriyet, 24 Kasım 2019, s. 3.

[54]  “Her 15 Saatte Bir Kadın Öldürüldü”, Birgün, 7 Mart 2020, s. 5.

[55]  “Kadın Sığınma Ordusu”, Cumhuriyet, 3 Aralık 2016, s. 3.

[56]  Şehriban Kıraç, “Yeni Yasalar da Kadını Vurdu”, Cumhuriyet, 4 Aralık 2017, s. 9.

[57]  Mustafa Bildircin, “Cezaevleri Kapasiteyi Aştı”, Birgün, 9 Temmuz 2025, s. 9.

[58]  “Ne Güvenceli İş, ne de Ücret Eşitliği Sağlanmıyor”, Birgün, 9 Mart 2025, s. 9.

[59]  Murat Ağırel, “Yazık Bu Ülkenin Emekçilerine”, Cumhuriyet, 17 Haziran 2025, s. 8.

[60]  Mustafa Çakır, “Yoksulluğun Gölgesinde 1 Mayıs”, Cumhuriyet, 1 Mayıs 2025, s. 9.

[61]  Mustafa Bildircin, “Yunus Emre Vakfı’na Milyonluk Transfer”, Birgün, 24 Mayıs 2025, s. 3.

[62]  İlkay@Kemalistilkay1, 29 Temmuz 2025… https://x.com/Kemalistilkay1/status/1949939291016020059.

[63]  Aziz Çelik, “Emekliye Yok Faize ve NATO’ya Var”, Birgün, 30 Haziran 2025, s. 5.

[64]  Mustafa Bildircin, “Dine Ayrılan Bütçe Kültürü 3’e Katladı”, Birgün, 18 Nisan 2025, s. 3.

[65]  “Türkiye’nin Net Dış Borcu 264 Milyar Dolar”, 30 Haziran 2025… https://www.birgun.net/haber/turkiye-nin-net-dis-borcu-264-milyar-dolar-634810.

[66]  Havva Gümüşkaya, “Konkordato Kuyruğu Her Gün Uzuyor”, 5 Haziran 2025… https://www.birgun.net/haber/konkordato-kuyrugu-her-gun-uzuyor-636104.

[67]  “İsrail ‘Sıfırlanan’ Ticareti İfşa Etti”, Birgün, 24 Mayıs 2025, s. 4.

[68]  Sibel Bahçetepe, “Yoksulluk Halkın Sağlığını Bozdu”, Birgün, 4 Haziran 2025, s. 2.

[69]  Havva Gümüşkaya, “Dede ve Nine Mesaide”, Birgün, 9 Temmuz 2025, s. 4.

[70]  Selin Nakıpoğlu, “Türkiye’de Yoksulluğun Derinleşen Tablosu”, Birgün, 28 Haziran 2025, s. 3.

[71]  Hüseyin Mert, “Rejim Sorunu ve Yansımaları”, Birgün, 8 Temmuz 2025, s. 10.

[72]  “Enflasyon Cebimizden 198 Milyar Lira Çaldı”, 5 Haziran 2025… https://www.birgun.net/haber/enflasyon-cebimizden-198-milyar-lira-caldi-628474.

[73]  “Türkiye’de Kredi Kartlarının Krize Dönüşen Yükselişi”, 20 Mayıs 2025… https://gorus21.com/turkiyede-kredi-kartlarinin-krize-donusen-yukselisi/.

[74]  “Kanko: 4 Milyon Vatandaş Borç Takibinde”, 14 Nisan 2025… https://www.avrupademokrat8.com/kanko-4-milyon-vatandas-borc-takibinde/.

[75]  “85 Milyon Nüfusu Olan Ülkenin 42 Milyonu Bankalara Borçlu”, 14 Nisan 2025… https://yenisoluk.com/85-milyon-nufusu-olan-ulkenin-42-milyonu-bankalara-borclu.

[76]  “Şoke Eden Açıklama! Her 4 Kişiden 1’i İcralık Oldu”, 27 Mayıs 2025… https://www.tele1.com.tr/soke-eden-aciklama-her-4-kisiden-1i-icralik-oldu.

[77]  John Steinbeck, Bitmeyen Kavga, çev: Tuncay Gökmen, Oda Yay., 1978.

[78]  “Dolar Milyoneri Sayısı En Çok Artan Ülke Türkiye”, 21 Haziran 2025… https://devrimcidusun.org/dolar-milyoneri-sayisi-en-cok-artan-ulke-turkiye/.

[79]  Hayri Kozanoğlu, “Servet Kaybı Zengilere Yaradı”, Birgün, 22 Haziran 2025, s. 5.

[80]  “İşte Türkiye’nin En Zengin 28 Kadını!”, 13 Mayıs 2025… https://www.tele1.com.tr/foto-galeri/iste-turkiyenin-en-zengin-28-kadini-servetleri-dudak-ucuklatti.

[81]  “Türkiye Gelir Adaletsizliğinde Zirvede”, Yeni Yaşam, 23 Temmuz 2025, s. 4.

[82]  Hasan Hüseyin Korkmazgil, Haziranda Ölmek Zor-Kızılkuğu 2 Kitap, Bigi Yay., 2016.

[83]  “Kanko: Türkiye Ruhsal Çöküş Yaşıyor”, 22 Temmuz 2025… https://www.avrupademokrat8.com/kanko-turkiye-ruhsal-cokus-yasiyor/.

[84]  “Ipsos Dünya Ruh Sağlığı Monitörü Araştırması”, 15 Ekim 2024… https://www.ipsos.com/tr-tr/ipsos-dunya-ruh-sagligi-monitoru-arastirmasi.

[85]  Mustafa Bildircin, “Utanç Tablosu: 67 Bin 607 Çocuk İstismarı Şüphelisi”, Birgün, 12 Nisan 2025, s. 2.

[86]  Mustafa Bildircin, “Günde 18 Çocuk İstismara Uğruyor”, Birgün, 25 Haziran 2025, s. 3.

[87]  Alexis de Tocquevill, Amerika’da Demokrasi, çev: Seçkin Sertdemir, İletişim Yay., 2016, s. 537.

[88]  Paul Schofield, “Neo-liberalizm Tercihlerimizi Nasıl Dönüştürüyor”, Birgün, 5 Mayıs 2025, s. 10.

[89]  Fyodor Dostoyevski, Öteki, çev: Beste İrem Köse, Kapra Yay., 2020, s. 28.

[90]  John Keane, Yeni Despotizm, çev: İsmail Ferhat Çekem, İletişim Yay., 2021.

Türkiye Varlık Fonu hakkında – 2

Konu ile ilgili olarak geçen sayıda yazdıklarımızı hatırlamak amacı ile küçük bir özet yaparak başlayalım işe.

Varlık Fonu iki sözcükten oluşmakta varlık ve fon. Buradan yola çıkarak varlık olmadan böyle bir fonun kurulamayacağını düşünebiliriz. Zaten Varlık Fonunun felsefesi de, dünyadaki örnekleri de bu önermemizi doğrulamakta. Türkiye’de ise varlık yok. Eldeki bütün varlıklar Hazineye ait. İkiz açık (twin deficits)[1] veren ülkelerden biri Türkiye. Ülkenin en önemli fonu mahiyetindeki emeklilik fonu sürekli açık vermekte ve bu açık Hazine tarafından kapatılmakta. Böyle bir durumda “ulusal varlık fonu” kurulabilir mi? Kurulsa bile işlevsel olabilir mi? Eğer bu soruların yanıtı olumsuz ise, neden kuruldu bu “Türkiye Varlık Fonu”?

Bu sorulara yanıt bulmaya çalışacağız yazımızda.

Şu hususu eklemeden geçmeyelim, tüm dünyada gelir fazlası elde ederek ait olduğu ülkenin refahının gelişmesine katkıda bulunur “ulusal varlık fonları” bunun tek istisnası “Türkiye Varlık Fonu”dur. Bir başka anlatımla tüm dünyada varlık fonları para kazanırken Türkiye’de kurulu olan fon zarar etmekte, giderlerini karşılamak için borçlanmakta böylelikle yeryüzünde borçlu tek varlık fonu unvanını taşımaktadır. Denilebilir ki “borç alan varlık fonu” kavramı dünya literatürüne Türkiye’nin armağanıdır.

Bunun yanında zaten Hazineye ait olan varlıkların buradan alınarak fona devredilmesi ise insanın kendi parasını sağ cebinden çıkarıp sol cebine koyması gibi anlamsız bir işlemdir.

Peki bütün bu anlamsızlıklar aslında bir anlam ifade etmekte mi? Gelin birlikte bakalım.

İşin sırrı borçlanmada. Türkiye Varlık Fonu kurulduğu 2017 yılından bu yana geçen süre zarfında gelirleri ile değil, fona katılan şirketler ile büyümüş günümüzde 320 milyar USD değerinde devasa bir boyut kazanmıştır. Fon bu hâli ile dünyanın en büyük 10 ulusal varlık fonundan biridir. Fondaki şirketler teminat gösterilerek borçlanma kolaylığı sağlanmıştır.

Devletin borçlanma için uygulayacağı iki farklı yöntem var; bunların ilki teminat göstermeyerek devletin itibarı sayesinde borçlanmak. Hazine bu şekilde borçlanır. Diğeri ise fondaki varlıkları teminat göstererek borçlanmak. Ülkede yıllardan beri yaşanmakta olan ve sonlanacak gibi görünmeyen ekonomik kriz bu yazıyı okuyan herkesin bildiği diğer faktörlerle de birleşerek devletin itibarının yerlerde sürünmesine neden oldu. Bu yüzden Hazine borç bulmakta güçlük çekiyor. Bulduğu borç ise hayli yüksek maliyetli oluyor. İşte burada Türkiye Varlık Fonu devreye giriyor. Doğrusunu söylemek gerekirse fon bu konuda üzerine düşeni en iyi biçimi ile yerine getiriyor. Konuyu biraz da rakamlarla süsleyelim:

2022 yılı sonu itibarı ile Varlık Fonundaki şirketlerin toplam borcu üç buçuk trilyon lira. Ait olduğu dönemin kur ile hesaplayacak olursak 184 milyar $. Daha vahimi bu borç 2023 yılı sonu itibarı ile 6,8 trilyon lira olmuş.

Ait olduğu dönemin kuru ile hesaplayacak olursak yaklaşık 230 milyar $. Borç rakamlarındaki artışı hesaplarken TL cinsinden hesaplamak insanı yanıltır. TL’nin sürekli değer yitirdiği bir ortamda sağlıklı bir yöntem değil bu. Dolayısı ile $ cinsinden hesapladım bir yıllık borç artışını, %25. Fena bir artış değil doğrusu. Bu rakamlar Türkiye Varlık Fonunun 2024 yılı faaliyet raporundan alındı. 2025 yılı raporu henüz açıklanmadığı için borçların güncel durumunu bilemiyoruz maalesef. Ancak bildiğimiz başka bir şey var. Adını finansal derinlik olarak belirlenmiş bir yöntem sayesinde körfez ülkelerinden yüklü bir biçimde borçlanıldığı Murabaha[2] ve Sukuk[3] finansmanı yöntemleri ile 2024 yılı zarfında büyük miktarlarda borç edinildi. Fon tarafından yapılan 18 Ekim 2024’te yapılan duyuruda beş yıl vadeli %6,95 getiri garantili 750 milyon $ tutarında Sukuk ihracı gerçekleştirildiği bildiriliyor. 25 Ocak 2025 tarihli bir başka duyuruda ise Sukuk ihracının bir milyar $ seviyesine çıktığı belirtiliyor. Yine aynı duyuruda Dubai İslamic Bank PJSC ile 150 milyon $ tutarında 5 yıl vadeli Murabaha finansmanı anlaşması imzalandığı bildirilmekte. Bu yöntemlerle gerçekleştirilen borç toplam borç ile kıyaslandığında deyim yerinde ise eğer “devede kulak” gibi görülebilir. Ancak söz konusu yöntemlerle borçlanma operasyonlarına 2024 yıl son çeyreğinde başlanmış olduğu gözlerden kaçmamalı. Kanaatime göre bu yöntemlerle borçlanmanın önü açık geleceği de hayli parlak ☺

Yeri gelmişken Sukuk ihracı ile aslında ne yapıldığını açıklamaya çalışayım. Aşağıda dipnotlar bölümünde geniş olarak açıklandığı gibi Sukuk bir mülkiyet hakkı kirasıdır. Kiraya veren kiraya verdiği tutardaki mal varlığı üzerindeki haklarından kira süresi boyunca feragat eder. Kiracı ise elindeki hisse oranında bu varlık üzerinde söz sahibi olur ayrıca kiraya verenin taahhüt ettiği kâr payını da alır. Aslında bir tür tahvil ihracı bu. Ne var ki tahvil ihracında devletin itibarı burada ise somut bir varlıktır ortaya konulan. Yukarıda sözü edilen Sukuk ihracı tahtında inceleyecek olursak eğer fonun bir milyar dolarlık bir değeri ipotek ettiğini, bu suretle elde ettiği gelir karşılığında da yılda 6,95 oranında (sözde) kâr payı gerçekte ise faiz ödemeyi taahhüt ettiğini görürüz. Gerçek anlamda bir kâr payı ödemesi olsa idi kâr garantisi verilmez, piyasa koşullarında elde edilen kâr ya da zarar hak sahipleri ile paylaşılırdı. Faizsiz finansman dedikleri bu işte. Şimdi bir de bu işlemin kime ne yarar sağladığına bir bakalım. Uluslararası kredi piyasalarında $ faizi %5,25-%5,5 arasında oysa bu işlemde %6,95 getiri garantisi veriliyor. Güncel kredi faizlerinden yaklaşık 1,5 puan daha yukarıda yapılan ödeme. Ne demeli? Keşke param olsa da Sukuk tahvili alsam ☺ Bu işlemi fonun bir başarısı, ülkeye duyulan güvenin bir işareti olarak gösteren yorumlara ise sadece gülmek geliyor içimden.

Bu açıklamalardan sonra hemen şu soru geliyor akla:

Bu işlemler neden Hazine aracılığı ile değil de fon üzerinden yapılıyor?

Bunun birinci nedeni yukarıda açıklanmaya çalışıldığı gibi devletin itibar kaybetmiş olması. Devletin itibarı temelinde çıkarılacak tahviller yüksek risk içereceğinden daha yüksek getiri beklentisine sokar yatırımcıyı. Konu ile ilgili bir tahminde bulunmak son derece güç olduğu için böyle bir operasyon için bir faiz oranı öngöremiyorum.

İkinci bir nedeni daha var bu işlemin fon üzerinden yapılmasının, bu neden biraz daha sofistike. Bu yazının geçen sayıda çıkan ilk bölümünden hatırlayacaksınız. “Ulusal varlık fonları bütçe kısıtlamalarını ve parlamento denetimini aşmak amacı ile kurulmuştur,” tadında bir cümle kullanılmıştı. Tam da bu işte. Fona gelen para meclisin denetiminde değil. Bütçe görüşmelerinde bile yer almaz bu fonun faaliyetleri. Kimseye (göstermelik de olsa) hesap vermeden kullanılabilecek büyük meblağlar söz konusu burada. Ve bu fonun başkanı da ülkenin cumhurbaşkanı. Güzel bir organizasyon değil mi?

Yukarıda da belirtildiği gibi alınan borçların da yapılan harcamaların da hesabı sorulmuyor ya da Varlık Fonu yönetiminin genel kurulunda üstü kapalı bir biçimde soruluyor. Peki genel kurula kimler katılıyor? Varlık Fonunun ve fona bağlı şirketlerin üst düzey yöneticilerinin ağırlıklı olduğu bir genel kurul yapısı var. Bir başka anlatımla Varlık Fonu şapkasını çıkartıp Cumhurbaşkanı şapkasını giyen şahsın bu sıfatı ile atamış olduğu memurların ağırlıkta olduğu bir genel kurul. Burada neyin hesabı sorulabilir?

Peki ne yapılıyor bu para ile?

Kişisel gayretimle izini sürebildiğim kadarı ile İstanbul Finans Merkezi inşaatının finansmanı amacı ile kullanılmış bir miktarı. Daha önce özelleştirilmiş olan Türk Telekomun tekrar devletleştirilmesinde kullanılmış bir kısmı da. Vadesi dolan borçların ödenmesi için de kullanılıyor doğal olarak. Zaten bu ülkede yeni borç alıp eski borcu kapatmak sıradan bir işlem hâlini almış durumda. Gerisi ile ne yapıldığını bilemiyorum. Faaliyet raporlarında net bilgi yok. Başka kaynaklarda bilgi ise HİÇ YOK. Olmayan başka şeyler de söz konusu örneğin:

– Altyapı yatırımları YOK.

– Gelir arttırıcı yatırım YOK (Zaten buna gerek de yok. Nasıl olsa ürün ve hizmetlere zam yapıp gelir artırımı sağıyorlar).

– Hizmet kalitesini yükseltmeye yönelik çaba YOK.

Tabii sadece borçlanma ve bu yolla ele geçen parayı denetim dışı bırakma değil fonun işlevi. Parlamento denetiminin dışında kalma başka olanaklar da sunuyor iktidar sahiplerine, adına özelleştirme denilen operasyonlar da denetim dışı kalıyor. Söz gelimi varlık portföyündeki “Kayseri Şeker Fabrikası”nın bir kısmı “halka arz” yolu ile özelleştirildi, 15-18 Mayıs 2023 tarihinde hisselerin arz fiyatı 16,27 TL idi. İlk işlem günü olan 20 Mayıs 2023’te fiyat 20,34 TL oldu.

Şekere talep mi artı bu iki günde? Ya da başka önemli bir gelişme mi oldu şeker ile ilgili? İki gün içerisinde bu değer artış nasıl meydana geldi? Acaba halka arz sürecinde belirlenen fiyat gerçekçi değil mi idi? Hisseleri arz döneminde ucuza alıp 2 günde %25 oranında kimler kâr sağladı? Bu soruların yanıtı yok.

Benzer soruların fonun portföyünde bulunup da özelleştirilmesi düşünülen diğer şirketlerin (söz gelimi Alsancak Liman İşletmesi) özelleştirilmesi sonrasında yine akla gelebileceğini görür gibiyim.

Burada bir hususa açıklık getirelim; borçlanma, özelleştirme vb. işlemlerin parlamento denetimine tâbi olmasının sonuç üzerinde etkili olmayacağını gayet iyi bilmekteyim. Bununla birlikte bu konuların mecliste tartışılması medyaya yansıdığı kadarı ile halkın bilgi edinmesine yol açar. Özellikle son dönemlerde gerçekleştirilen ekonomi politikaları nedeni ile iktidar ile arasına mesafe koymuş olan halk yığınları bu alanda da bir muhalefet bayrağı açabilir diye düşünmekteyim. Sonuçta fonun portföyünde bulunan şirketlerin tümü halkın emeği ile, ödemiş olduğu vergiler ile gerçekleşmiş varlıklar. İktidar çevreleri yukarıda sözü edilen işlemleri fon aracılığı ile yaparak olayı halkın denetiminden ve muhalefetinden kaçırmakta gerçekte.

Bu derece önemli (!) işlevler üstlenmiş bir organizasyonun başında güvenilir biri olmalı kuşkusuz. Gerçi vakfın başında cumhurbaşkanı bulunmakta ama onun işi çok. Yeterli vakti ayıramaz bu işe. Dolayısı ile işlerin emanet edileceği güvenilir biri şart. Bu kişi hem işinin ehli hem de unvan sahibi olmalı. Birini bulmuşlar. Tam biçilmiş kaftan bu iş için. Prof. Dr. Erişah Arıcan. CV’si çok kabarık, unvanları da öyle. Yürütmekte olduğu görevleri yazmaya kalksam bir A4 kâğıdı dolar. Borsa İstanbul Yönetim Kurulu Başkanlığı bunlardan sadece biri. O da dört farklı yerden maaş alan bürokratlardan. Üstelik son derece çalışkan biri. Akademik kariyeri boyunca tam 41 doktora öğrencisinin tez danışmanlığını yapmış. Yılda ortalama üç doktora tezi. Böylesine az rastlanır. Bu rakamın üzerine yüksek lisans tezlerini de koyacak olursanız “fennî tez danışmanı” diyebilirsiniz kendisine. Bazı ünlüler de var danışmanlığını yaptığı öğrenciler arasında. Cumhurbaşkanının damadı Berat Albayrak da bu ünlülerden biri. Bir de dedikodu var Berat Albayrak ile ilişkisi hakkında. Bu şahsın doktora tezini hocanın yazdığı söyleniyor. Bunu kanıtlamanın olanağı yok tabii. Ancak eğitim sisteminin bu derece çürüdüğü, bu satırların yazarı olan ihtiyarın bile tez yazım şirketlerinden ayda en az bir kez mail yolu ile “tez yazma” teklifi aldığı bir ortamda neden olmasın, diye düşünüyor insan. Bir de konu ile ilgili olarak paylaşım yapan X (Twitter) hesaplarına mahkeme kararı ile erişim engeli getirilmiş olması da bu kuşkuları arttırmakta ister istemez. Her neyse. Bu hocanın aile ile sıkı bir ilişki kurmuş olmasının nedenlerinden sadece biri bu tez yazım iddiası. Dahası da var. Görev yaptığı Marmara Üniversitesi bünyesinde öğrenciler hakkında bilgi toplayıp onları “bizden”, “ülkücü”, “solcu”, “gezici” gibi sıfatlarla tasnif ettikten sonra gerekli yerleri bilgilendirdiği söyleniyor bu hocanın. Eh bu kadarı yeter sanırım güvenilir biri olduğunu kanıtlaması için. Varlık Fonunun yönetim kurulu başkan vekili olarak da görev yapmakta bu değerli (!) hocamız. Diğer görevlerinin yanında bir de bu var beş yıldan beri. Ancak bir kişilik sorunu var sanırım. Hocanın lisans diplomasını aldığı kurum belli değil kamu ile paylaşılan özgeçmişlerinde. Nedeni ise kendisinin “açık öğretim” fakültesi mezunu olması. Bu konu ile ilgili olarak şöyle düşünüyorum. Açık Öğretim Fakültesi bu ülkede faaliyet gösteren öğretim kurumlarından biridir ve buradan mezun olmak utanılacak bir şey değildir. Ancak buradan mezun olduğunu gizlemek UTANILMASI gereken bir eylemdir. Ne dersiniz yanılıyor muyum?

Yönetim kurulunun diğer üyeleri hakkında da yazılacak pek çok şey ver ama sonuçta hepsi aynı yere varıyor. Ancak fonun genel müdürü olan şahıs hakkında birkaç cümle yazmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Arda Ermut adlı bu kişi yeryüzünün en başarılı eğitim kurumlarından biri olan “Kartal İmam Hatip Lisesi” mezunu. Tahmin edilebileceği gibi Bilal Erdoğan’ın arkadaşı. Yetenekli çocukmuş sonrasında Boğaziçi Üniversitesini bitirmiş diyeceğim ama onun liseyi bitirdiği yıllarda günümüzde siyasi iktidar ile kavgalı olan bir cemaatin sahibi olduğu dersaneler aracılığı ile bazı öğrencileri kampa alıp onları üniversite giriş sınavına nasıl hazırlamış olduğu aklıma gelince vazgeçtim bunu söylemekten. İlişkileri sayesinde hep önemli görevlerde bulunmuş daha otuz beşine gelmeden bazı kamu kuruluşlarında başkan olarak görüyoruz kendisini. Bu arada cemaat ile iktidar kavgaya tutuşunca iktidarın saflarını tercih etmiş. Kazanmasını bilen biri anlayacağınız. 2021 yılından bu yana da Türkiye Varlık Fonu Genel Müdürü. Henüz kırk yaşında iken böyle büyük bir kuruluşta genel müdür olmak! Yetenek diye buna derim işte. Ancak bir sorun var. Bu şahıs lisans öğrenimini “Siyaset Bilimi” alanında yapmış daha sonrasında da ekonomi ile ilgili bir eğitim, bir formasyon almamış. Üç yüz milyar doları aşkın varlığı ile dünyanın en büyük on ulusal varlık fonundan biri olan kuruluşun genel müdürünün sahip olması gereken ekonomi formasyonu kendisine gökten vahiy yolu ile gelmiş olmalı Nokta.

Bu yazı ile Türkiye Varlık Fonu adlı kuruluşu tanıtmaya çalıştım dilimin döndüğünce. Sürç-ü lisan etti isek affola.

[1] İkiz açık (Twin deficits): Bir ekonomide hem cari açık hem de bütçe açığı olması hâli. Daha açık bir anlatımla eş anlı olarak bir yandan kamu harcamaları kamu gelirlerinden fazla iken diğer yandan da ithalat giderlerinin ihracat gelirlerinden fazla olması hâlidir. Böyle bir ekonomide ülkeler kaçınılmaz olarak borçlanırlar.

[2] Murabaha: Biraz karışık bir finansman yöntemi bu nedenle tanım yapmayıp mekanizmayı açıklamaya çalışacağım. Murabaha anlaşması imzalayan banka satıcıdan belirli bir miktarda ürün alma taahhüdünde bulunur. Taahhüt konusu ürünleri kendi müşterilerine alış fiyatının üzerine bir kâr marjı koyarak satar. Satın alma taahhüdünde bulunduğu ürünlerin bedelini ise satıcıya ürünleri sattıkça öder (sat öde yöntemi). Burada satılan ise varlığın kendisi değil belirli bir süreye ait mülkiyet hakkıdır. Yazıda sözü edilen anlaşmaya uygulayacak olursak Varlık Fonu elindeki değerlerin mülkiyet hakkının belirli bir süreliğine kiralanması için Dubai’de kurulu banka ile anlaşma yapmıştır. Bu anlaşmadan da yüz milyon $ getiri beklentisi vardır. Ancak bu paranın gelme süresi bankanın satış performansına göre değişecektir. Geçici satışa konu olan varlıkların geçici satış süresi boyunca getirileri ise ürünün geçici sahibi olan gerçek ya da tüzel kişilere aittir. Kısacası bir tür ipotek işlemi.

[3] Sukuk: En basit anlatımı ile bir kira sertifikasıdır. Burada satıcı elindeki varlıkların mülkiyet hakkını geçici bir süreliğine satışa sunmuştur. Alıcı elindeki hisse oranında ve sözleşmede belirtilen süre boyunca bu varlıkların mülkiyetine sahiptir. Murabahadan farkı getiri oranının doğrudan satıcı tarafından belirlenmesi ve geçici mülkiyet devri için ödenen paranın derhal tahsil edilebilmesidir. Doğal olarak yatırımcı sözleşme süresi boyunca kendisine garanti edilen getiriyi sözleşme sona erdikten sonra da bu iş için yatırdığı ana parayı tahsil edecektir. Tahvil ihracından esinlenerek yaratılmış bir İslamî finansman modeli diyebiliriz.

On the World Capitalist System

Deniz Adalı

September 2025 – Kaldıraç Issue 290

We are going through such a period that the first thoughts that come to mind to understand and explain developments are spreading rapidly, even uncontrollably in some cases. And this is such a state that sufficient evidence can be found for every opinion. By highlighting a particular development, it becomes possible to approach events from a completely different angle. Moreover, the bourgeois press, which is a machine for spreading false news and obscuring the truth, is extremely influential, as it controls all media, in line with its monopolistic character. This situation increases the darkness.

Light and enlightenment require a firm perspective.

In periods when the flow of history accelerates, one must have a solid perspective to understand events. For those who view the processes from the standpoint of the working class, it is not enough to highlight only one aspect of the truth. Therefore, in these times of rapid developments, it is necessary not to abandon the scientific perspective in order to comprehend events correctly. In doing so, it is essential to reconsider and reiterate certain concepts.

Capitalism or imperialism cannot really be explained by focusing on a single country; doing so would be incomplete. Perhaps a single country can be considered as a model (for example, capitalist development in country X during a certain period), but ultimately, the global capitalist system and imperialist domination must be analyzed as a whole. Moreover, any country under consideration should be understood as part of that system.

Capitalism is a world system.

The socio-economic structures that preceded it were also world systems. Feudalism was a world system, and so was slavery. But the “world capitalist system” is, of course, a world system that is far more developed than the class societies that came before it, both in depth and in scope. So much so that it would not be too much of an exaggeration to say that the previous systems were not truly “world systems.” Capitalism is a system in which commodity production has become universal, and this production of commodities can extend its influence into every sphere of life. The system can spread even to the most remote, isolated corners, while also creating a profound impact in the countries where it dominates. The exploitation of humans by other humans is both far more widespread and far more deeply developed. Commodity relations have penetrated and can penetrate even the most intimate areas of human life.

Thus, the “world capitalist economy” or the “world capitalist system” are crucial concepts for us.

Capitalist-imperialism emerged in the late 1800s, when capitalism began transforming into a world system. It was very different from the feudal empires and the states of that era.

This stage was also the beginning of the age of monopolies. Pointing to the 1870s would not be far off the mark. If we look at the world not merely in terms of “events” but as processes, we can see that the monopolistic character that emerged in the 1870s had both a prehistory and an aftermath. For this reason, assigning dates by numbers alone is not so decisive.

During this period, countries like Britain, France, the United States, Germany, Japan, and Italy took over and divided the colonies of some of the old world empires. While there were still territories to be seized, wars among these powers were relatively limited. Of course, the acquisition of colonies from Portugal, the Netherlands and Spain involved warfare. But by the early 1900s and indeed, by the end of the 1800s, the world had already been divided both territorially and as a market. For this reason, the redistribution of the world carried the potential to escalate into a world war. And that is exactly what happened.

British imperialism was the hegemonic power of the system. This definitely does not mean that the others had no influence or power. But for example, the British currency functioned as an international currency for the entire system. This was due to Britain being the “empire on which the sun never set.” At the beginning of the 1900s central banks had either not yet been established or were just beginning to be established. Bank failures created the necessity of establishing a central bank to protect capital. The 1901 crisis of the capitalist system, marked by bank collapses, was the birthplace of the central bank concept as a safeguard.

For the ordinary person, a central bank seems like a sacred institution. Yet in the United States, the central bank was established directly through the initiatives of the Rockefeller and Rothschild families. To the average person, a bank appears to be a highly “reliable” institution. But for someone who has experienced bank failures, it is far from that. Banks are companies, and in fact, they have more opportunities for trickery and manipulation than most other companies and they do so.

Towards the end of the century often called “the century of Britain,” they conceived establishing an international monetary system tied to gold but then World War I intervened. A gold-backed currency system was important for international trade: after all, how would one exchange Swiss francs for British pounds? If each country began issuing representative banknotes linked to the amount of gold it held and the system could be monitored, the problem would be solved. Of course, to the benefit of the most powerful.

The reason we go this far back is to explain the existence of what is called the “world capitalist economy.” When capitalism first emerged in Great Britain, it was not yet a world system. It was born within the feudal system and the world had not yet become capitalist. Moreover, individual countries would not follow the same path toward capitalism. While one became imperialist, another was being colonized.

Within this world capitalist system, the imperialist powers occupy the center of the system. Each has its colonies and each strives to acquire more. Naturally, rules are established to govern this. To an outsider, these rules may appear as if they were decrees from the gods. In a sense, if one regards the international monopolies and imperialist powers as gods, that would not be entirely wrong.

The world capitalist economic system, which according to many indicators is still in place but in decline (in reality this is an objective process; it is the revolutionary working class that can overthrow capitalism and if it does not exist, capitalism continues to persist), was essentially established after World War II. The position lost by Britain was taken over by the United States but with a major and fundamental difference. In the midst of World War I, the October Revolution broke one link in the chain of the capitalist world system. Those who went to war to redistribute the world lost a portion of the “cake” they were fighting over.

World War II was, on the one hand, a struggle between imperialist powers pursuing the “common” goal of strangling the USSR, and at the same time, a struggle to redivide the world. It was after this war that a new system was established under US hegemony.

First, in 1946, the US dollar was made into an international currency. Naturally, it was the United States that made this possible. Such a step could not have been taken by a weaker power. Germany, Japan, and Italy had been defeated in the war and Britain was far weaker compared to the US All currencies were indexed to the dollar, and the dollar was indexed to gold. Fewer than 50 countries signed this agreement at the time. Socialist countries could not have been expected to sign it and in the world of that period, the 46 countries that did sign already represented the overwhelming weight of the capitalist world economy.

Today we know that US currency, the dollar, is issued without being backed by gold. In a sense, one could call it a kind of “counterfeit” printing. If you were to print US dollars, you would be a criminal but when the US Federal Reserve prints unbacked dollars, it is not considered a “crime.” Since it is the US itself that issues the currency, it is not counterfeit in that sense. But the link between gold reserves and the dollar was severed by the US itself. The Vietnam War was an important turning point in this regard. To finance the war, the US printed unbacked money. By the 1970s, Germany, France, Britain and Italy were aware of this. And whenever the USSR tried to present a video exposing this issue, the US dismissed it calling “communist propaganda.”

The international system established after World War II was not limited to the dominance of the dollar. From an economic and financial perspective, international institutions such as the IMF and the World Bank were organized in order to control the colonies. These and some similar institutions can be regarded as the second pillar. This stands for organizations that aim to steer the world capitalist economy on behalf of imperialist powers and international monopolies.

Similarly, meetings such as Bilderberg, forums, etc. are also part of this. For example, “import-based industrialization” or “export-based industrialization” has actually been systematized at these meetings. Neoliberalism, too, emerged in this manner. In other words, there was a system that fostered common trends and decisions in line with the interests of all international monopolies and it still exists, albeit with diminished influence. Instead of Bilderberg, the World Economic Forum, G7, etc. seem to be more influential. Their influence has been declining over the past 10 years.

The system established after World War II was essentially an organization against communism. For this purpose, a military pact called NATO was established. NATO is the joint war machine of the capitalist-imperialist system led by the United States. It represents both an internal war organization within NATO member countries (which we refer to as the Monopoly Police State, a state organization that internalizes fascism by concealing its mechanisms) and an organization for the war against communism.

Others could be included, but these three points are critical to the functioning of the global capitalist system. And all of this has been done under US hegemony. The hegemonic power of the system is the US. The beginning of US hegemony can be traced back to the end of World War I. Yet it would be more accurate to describe that period as the dissolution of British hegemony. Since we will consider the objective processes happening outside of ourselves as processes rather than events, it is appropriate to take into account both what is declining and what is rising. US hegemony, on the other hand, was essentially shaped after the Second World War.

The concepts used in bourgeois economics “underdeveloped countries,” “developing countries,” and “developed countries” are entirely aimed at concealing the structure of the world capitalist system, which is organized around imperialist powers and their colonies. According to this framework, there is no distinction between imperialist and colonial countries. All countries are seen as somewhat interconnected. Of course, all countries are connected to each other. But what is the nature of this connection? Imperialist countries occupy the center of the world capitalist system, while the others are their colonies. The relationship between Britain and France, for example, is not the same as that between France and Algeria. There is a relationship between slaveholders and slaves, but it is not the same as the relationship among the slaveholders themselves. Therefore to say “everyone in society is connected to one another” is in fact to say nothing at all and moreover, it is an attempt to conceal slavery. When capital invests, it purchases labor power alongside machines. And sooner or later, the capitalist, the owner of capital tells the worker, whom they have hired in exchange for wages, “I am giving you bread.” In reality, however, the capitalist owes their profit to the worker, to the worker’s labor.

Thus, the terms “developed countries,” “underdeveloped countries,” “developing countries,” and “backward countries” are in fact concepts handed to us by imperialist ideologues and none of them are accurate. When an international capital group invests in a colonial country (which is, of course, kept backward and exploited of its resources), they claim, “we are developing you,” “we are bringing you civilization.” Yet all imperialist countries owe their wealth to what they have plundered from their colonies. The debts of all so-called “backward countries” are in reality the result of colonialism, and if an honest debtor-creditor account were to be kept, these countries would actually be creditors of the imperialist powers. This is such a state of affairs that, for example, all imperialist metropolises are filled with historical artifacts stolen from the colonies. The matter of debt is the same. The one who steals, plunders and exploits declares the exploited to be the debtor.

This system, established under US hegemony for the global capitalist system, began to reveal its internal contradictions after the dissolution of the USSR. Against US hegemony, other imperialist “allies” primarily England, Germany, Japan and France, began to take a stance against the continuous issuing of dollars. Each acted in its own economic interests. US hegemony began to be eroded primarily economically, not ideologically, politically or militarily.

The US, however, has made a more advanced move. The US began arguing that the entire world should come under US hegemony, using names such as the new Roman Empire and a unipolar world. Some “intellectuals,” including some who were thought to have been part of the left wing in the past, claimed that if a single empire were formed, peace would be achieved in the world. As if peace will come if everyone complies. As if security will be ensured within the country if everyone remains silent. Whereas this is a failure to understand what is called class struggle, or, if our discussion is about the global capitalist economy, a failure to understand imperialism and colonialism.

After World War II, imperialist aggression tried to conceal its anti-communist offensives under the banner of “democracy.” In a world without the USSR, the United States once again set out to bring the world into line under the tale of “the whole world belongs to us” and slogans like “bringing democracy” and “carrying civilization” were once more brought to the forefront.

The invasions of Afghanistan and Iraq, as well as the intervention in Libya, were in fact carried out for this very purpose. The United States began to use its military superiority recklessly to suppress potential rivals, giving rise to regional wars. Until the war in Syria. In Syria, Russia intervened. At the same time, starting from the early 2000s, China entered the global market as an influential power with its own brands in the economic sphere. By the time the 2008 crisis erupted, China’s economic influence had already reached a point of no return. 

Today, the system established by the global capitalist economy after World War II is being shaken.

This disruption does not primarily concern the imperialist powers and colonies. That part of the system remains intact.

So, what is it that is actually being shaken?

First, the influence of the US dollar is diminishing. This is still in its early stages. In one of our studies, we mentioned a simulation exercise held in the US in 2009, to which economists were also invited. We know that in this simulation, they discussed scenarios such as what stance China would take if Russia took action against the dollar’s dominance. Today, we are in 2025. That means 16 years have passed since 2009. Today, Brazil is declaring the need for an international currency other than the dollar. BRICS is expanding and has reached a size that economically surpasses the G7.

But the dollar remains the dominant force in the global capitalist economy. Trump has stated that if a currency other than the dollar is developed, he will impose 100% tariffs on all BRICS countries. Which means the possibility of another currency replacing the dollar is frightening.

Following this, two developments have occurred. First, Trump announced new tax rates even before a new currency was announced. Neoliberal policies are somewhat taking on a new form. There is no such thing as zero tariffs. Moreover, these new taxes also extend to countries such as Japan, South Korea, and Germany, which are not members of BRICS and have no chance of joining. Second, almost none of the BRICS countries took any significant steps back in the face of these threats.

Institutions such as the World Bank and the IMF are no longer as effective as they once were. This influence is fading. Of course, it has not been completely eliminated. However, the US itself is showing a tendency to withdraw from some institutions within the existing international system.

This part is actually not particularly important. But the IMF and the World Bank were important tools for keeping many colonial countries in a state of exploitation. The attitude of “not killing the goose that lays the golden eggs,” often used by bourgeois economists in relation to colonial or indebted countries, was being carried out more quietly through institutions such as the IMF and the World Bank.

Moreover, the ideological influence of effective organizations such as the World Economic Forum is being shaken by organizations such as the Petersburg Forum.

On the other hand, contrary to the tendencies in those two areas, NATO has been expanding further. Macron’s statement that “NATO is brain-dead” was in fact a declaration directed against the United States. The brain of NATO is the US. Conversely, with Biden, the US had “returned” and was welcomed by all of Europe, including Macron, with a “welcome back America.” Now, however, the “America First” trend is once again at play.

The world’s imperialist powers, acting in concert under US pressure, have declared Russia and China enemies and escalated the war to a new level in order to turn these two countries into colonies. This is what is happening in Ukraine.

Thus, unlike in other areas, there is no sign of retreat in NATO which is the war machine of imperialism.

This means that what Putin calls a “multipolar world” shaped today under the leadership of Russia and China, is in fact not a finished or completed process. And it is clear that its formation will depend on the outcomes of the wars in which NATO is involved.

Today, the world capitalist economy is becoming militarized to a large extent, even if not in every sector. The military industry is being promoted. Germany’s automotive giant Volkswagen, for instance, is now producing armored vehicles instead of cars. Had it not shifted to armored vehicle production, it would have had to lay off 34,000 workers.

These days, the US is promoting the slogan “Make America Great Again” (MAGA) through Trump to try to improve its economic situation. It seems like Europe is at least as “eager” for MAGA as the US. The latest economic agreement includes additional tariffs on European goods, investments in the US, and purchases of US oil and all these measures are detrimental to Europe. France has voiced strong opposition to the agreement. Yet these protests, it seems, come after coke parties and lack real seriousness. They are essentially just words. Even though it is clear that the agreement works against Europe, it has nonetheless been signed. 

Similarly, the United States is signing a series of economic agreements and raising tax rates. And it appears that the MAGA slogan is more influential not in the US itself, but in places such as Europe, Japan and South Korea. Through sheer economic pressure, the US is seeking to rescue its own economy. We know that the political consequences of this have not yet emerged. But it is also clear that this cannot be sustained.

On the other hand, while Trump declares he came for peace, he is taking effective steps to escalate the conflict. The attack on Iran is a mission that has been planned since the Biden era (and actually includes the first Trump term) and was initiated during the Trump administration. It is possible to foresee that this process will continue.

Regarding Ukraine, Russia was first given 50 days, then 10 days to respond. Pressuring everyone, including China and India, to halt Russian oil sales is on the agenda. It is not yet clear how each of them will react.

On the other hand, England is talking about carrying out arson operations against tankers carrying Russian oil. Ukraine will not hesitate to engage in this. All of Europe is preparing for war. And frankly, this situation is reassuring for the US. Meanwhile, it is also clear that the US is preparing for war against China.

All of this indicates that a war, which will likely be referred to as the Third World War, is unfolding. Indeed, until the war machine known as NATO disintegrates, the opposite scenario is inconceivable. Therefore, while US hegemony is unraveling, this unraveling is inconclusive until the war machine known as NATO is destroyed or a major war erupts.

Now, all this may imply some changes in the functioning of the global capitalist economy. However, there is no process underway that would alter the fundamental nature of the global capitalist economy, namely the relationship between imperialist powers and colonies.

After all, the alteration of the relationship between imperialist countries and their colonies means, in reality, the elimination of imperialism. No other way is possible. This, therefore, is only possible through the destruction of the capitalist system.

The collapse of capitalism, as we know, is only possible through the worldwide struggle of the working class. There is no other way. The destruction of the world capitalist system can only be achieved through socialist revolutions. Without keeping this in mind, it is impossible to wage a consistent struggle against imperialism. Of course, this process of disintegration increases the possibilities for socialist revolutions for the world working class and the revolutionary movement. Yet we know that if the working class is unorganized, it is nothing. If the working class is not revolutionary, it is nothing.

Of course, for instance, the dissolution of NATO would mean the emergence of significant opportunities for revolution in many countries, including ours. But these would be objective opportunities. If there is no organized force, if the working class is not revolutionary, no objective opportunity can be turned into an actual one. Objectivity is, of course, important. But without a subjective force, without the development of the revolutionary organization of the working class, capitalism cannot be overthrown. The history of the world working class struggle clearly proves this.

Therefore, in this chaos, in this period when history is moving rapidly, we cannot proceed by focusing solely on the wars of the great powers. The working class can be liberated only through its own revolutionary action. The capitalist-imperialist system, which has long outlived its time, will be overthrown by a revolution. Such a revolution is far more possible today than it was in the past. For this reason, amid all this dust and turmoil, we must fix our eyes on the resistances emerging across the world and on the development of the workers’ movement.

Development is combined but uneven. Different forms of development will emerge in different regions of the world. The struggle of the working class does not, and will not, proceed in the same manner everywhere in the world. Today, in some parts of the world, revolutionary developments constitute a much greater possibility. And of course, a socialist revolution that begins in one region will have far greater potential to spread rapidly than before. Amidst all this chaos, the main task of revolutionaries in every region is to move forward with determination, to organize, to struggle, to build the line of resistance, without losing sight of the horizon.

————

I wrote the article above at a time when the Trump-Putin meeting was not yet on the agenda. In the first week of August, the Trump-Putin meeting debate came to the fore. Trump’s special representative met with Putin in Moscow, and then, on August 15, the meeting took place. Then, just as Trump was about to meet with Zelensky, EU and UK officials rushed to the White House as if there were a cocaine party going on. I think it is appropriate to add a few notes here regarding these meetings. Although they are not the subject of this article and may seem out of place, I think they will be useful from a current affairs perspective.

1

The interview took place in Alaska. Every follower has learned that Alaska used to belong to the Russian Empire and was sold to the United States in 1867. And every follower has also learned that Russia and the United States, which seemed to be at opposite ends of the world, are actually neighbors when viewed through the lens of Alaska.

The US and Western media have engaged in considerable debate over why the meeting took place in Alaska. The meeting was held on US soil. And if holding it in Russia or a third country was never in question, then the debate can be interpreted as asking why it was not held in Washington. That, indeed, seems to be the underlying purpose of these questions. At the beginning of the same week, prior to the meeting, states of emergency were declared in several US cities. Trump explained this by citing a rise in crime rates. The accuracy of this claim is doubtful; agencies such as the FBI and the police should suffice for such matters. There must be a connection between the declaration of a state of emergency and the choice of Alaska as the meeting location. Perhaps, at the same time, it was also chosen as a meaningful and secure location for the meeting itself.

2

The request for the meeting came from Trump. It is known that Russia had previously stated that a process was necessary for the two leaders to meet. In other words, if the two leaders could reach an agreement, this meeting could be meaningful. So, it seems that signs of this have been received. The results Russia has achieved from the meeting confirm this, even if an agreement has not yet been reached.

A vast majority of the US press, along with nearly all of Europe’s three imperialist powers, attempted to prevent this meeting. Both in the US and in Europe, those who wanted to prevent this meeting carried considerable weight. But despite this, the meeting took place.

The US.media did not request a joint press statement to be issued following the meeting. The main reason for this was to prevent the process from being disclosed to the public. The opposite happened, however, a joint press statement was made. In fact, some newspapers and TV channels made rather racist and anxious remarks, describing it as “a Russian press statement on American soil.” This shows that there are also opponents of the meeting within the United States itself.

3

No agreement has yet emerged from the meeting. Trump announced that he would consult his allies, including Zelensky and the NATO countries. EU leaders cited the lack of an agreement as evidence of a “failed and insignificant meeting.” They are anxious and trying to convince themselves.

However, both sides, Trump and Putin, described the meeting as having gone positively.

The meeting focused not on a ceasefire, but on a comprehensive agreement. In reality, this means that Russia’s demands have been taken seriously. The urgent ceasefire calls from the EU and Zelensky have faded, and the idea of a comprehensive agreement has come to the forefront. Whether or not it will materialize is another matter.

It can already be said that Russia has emerged from the meeting in a position of advantage.

The Trump administration was, in fact, pursuing the goal of covering up the defeat in Ukraine. The aim was to soften the defeat suffered on the battlefield through negotiations at the table. Meanwhile, the United States sought to redeploy its forces across all fronts in preparation for further conflict. It appears, however, that softening a battlefield defeat through diplomacy will not be so easy. Already, the campaign to demonize and isolate Russia has collapsed diplomatically. The red-carpet reception and the joint press statement are evidence of this.

The Russian side, on the other hand, did not treat the United States as the defeated party. This seems to be a positive aspect for the US side.

4

The most significant move of the meeting was the sweatshirt Lavrov wore when he landed in Alaska. This garment, bearing the letters “USSR”, carries significance in and of itself. Symbols matter. During World War II, the USSR had allies who fought alongside it against fascism all over the world. Today, however, Russia does not have such a socialist ideology and is, in that sense, almost alone against NATO in terms of actual battlefield engagement, setting aside the China-Russia alliance, of course. From this perspective, the USSR sweatshirt is meaningful. At the very least, it is pleasant.

5

It is being said that the meeting was held to “end the war.” In this case, those who constantly speak of the Ukraine-Russia war can see that while Russia is on one side, the other side consists of the US, the EU, and all of NATO. Ukraine itself is not negotiating; it is Russia and the United States that are engaging in the talks.

The front opposing Russia, let’s call it NATO for short, rushed to Washington in an unplanned manner after the Trump-Putin meeting, in order not to leave Zelensky alone.

This situation can be described as Germany, France, and England, along with the rest of the EU, behaving like small lapdogs clinging to Trump’s heels. In fact, it represents both the humiliation of Germany, France, and England and evidence of their diminished “roles on the historical stage.” When a French commentator said, “Macron is pushing France out of history,” it almost seems as if this was expressed precisely.

Yes, in a sense, because there was no agreement, no clear outcome emerged. This may be important for those with high expectations. But Putin’s reception on US soil is an outcome, and it not only demonstrates the failure of isolation efforts, but also signals defeat in Ukraine.

Another outcome is the formal acknowledgment that, despite all their warmongering, England, Germany, and France have, in fact, lost their will. This too is a result. In many ways, England, Germany and France are falling outside the equations.

The United States, despite being on the side that has suffered defeat, seems poised to make England and the EU bear the cost of that defeat. And frankly, it seems they have no choice but to snort more cocaine to cope with the situation.

6

There is no agreement yet. But no matter how aggressive Zelensky’s stance may be, no matter how much he commits to the mission of “killing Russians for the US and NATO,” he has no future.

Even now, despite wearing a black suit, he reveals how deep in the mire he is when answering questions like “Will you vote?” Trump himself states that Zelensky’s approval rating is just 4 percent, despite or rather because, he has turned his country’s territory into a battlefield on behalf of the US, NATO and Western imperialism. In this context, the protest demonstrations that have begun in Ukraine are also significant.

7

So, will this situation generally bring an end to the war? While the formation of a solution in Ukraine may be difficult, it seems possible. The situation within the United States creates a potential opportunity in this regard. However, there is no reason to think that the war has generally come to an end. The imperialist West is likely to skillfully open one or two new fronts each time a current front closes in order to fuel the conflict.

Thus, in the broadest sense, it can be said that the war will continue.

So, will this situation generally bring an end to the war? While the formation of a solution in Ukraine may be difficult, it seems possible. The situation within the United States creates a potential opportunity in this regard. However, there is no reason to think that the war has generally come to an end. The imperialist West is likely to skillfully open one or two new fronts each time a current front closes in order to fuel the conflict.

Thus, in the broadest sense, it can be said that the war will continue.

8

The Trump-Putin meeting actually represents the gradual acknowledgment that the “unipolar world”, which was declared by the US as the main feature of the post-USSR era, is coming to an end. This does not mean that the “multipolar” world, as advocated by Russia and China, will be immediately recognized. On the contrary, the major imperialist powers, namely the US, Germany, Japan, England, France and Italy, are far from accepting it. Therefore, it is not possible to say that the policies of war have come to an end.

From this perspective, it would not be correct to draw conclusions based on the first images that have reached us. The period we are going through is one in which, for any viewpoint, data can easily be presented as “evidence.” For this reason, it is necessary to look at the whole picture. And, of course, it must be kept in mind that the real power capable of ending the war is the working class, the world proletariat.

Dünya kapitalist sistemi üzerine

Öyle bir dönemden geçiyoruz ki, gelişmeleri anlamak ve açıklamak için akla ilk gelen düşünceler hızla, hattâ bazı durumlarda kontrolsüz bir biçimde ortaya yayılıyor. Ve bu öylesine bir hâldir ki, her görüş için yeterince kanıt da bulunabiliyor. Bir gelişmeyi öne çıkartarak, olayları baştan aşağıya farklı ele almak mümkün oluyor. Üstelik, yalan haber yayma ve karartma makinası olan burjuva basın, tekelci karakterine uygun olarak, tüm medyanın kontrolü demek olduğundan, son derece etkilidir. Bu durum, karanlığı artırıyor.

Işık ve aydınlanma, sağlam bir bakış açısını gerektiriyor.

Tarihin akışının hızlandığı dönemlerde, olayları anlayabilmek için, sağlam bir bakış açısına sahip olmak gerekir. İşçi sınıfının cephesinden süreçlere bakanlar için, aslında gerçeğin sadece bir bölümünün öne çıkartılması yeterli değildir. Bu nedenle, bu hızlı gelişmelerin yaşandığı bugün, olayları doğru kavrayabilmek için, bilimsel bakış açısını terk etmemek gerekiyor. Bunu yaparken, bazı kavramları, yeniden ve yeniden ele almak, hatırlatmak şarttır.

Kapitalizm ya da emperyalizm, aslında tek bir ülke ele alınarak anlatılamaz, eksik kalır. Belki bir model olarak tek bir ülke ele alınabilirse de (mesela belli bir dönemde, x ülkesinde kapitalist gelişim gibi), sonuçta, dünya çapında kapitalist sistem, emperyalist egemenlik bir bütün olarak ele alınmak zorundadır. Zaten ele alınan ülke de, o sistemin bir parçası olarak ele alınıyor olmalıdır.

Kapitalizm bir dünya sistemidir.

Kendinden önceki sosyoekonomik yapılar da birer dünya sistemi idi. Feodalizm bir dünya sistemi idi ve kölecilik de öyleydi. Ama “dünya kapitalist sistemi”, elbette, hem derinliğine hem de yaygınlık olarak, kendinden önceki sınıflı toplumlarla karşılaştırılamayacak ölçüde gelişmiş bir dünya sistemidir. O kadar ki, kendinden öncekiler, “dünya sistemi” olarak değerlendirilmezse, çok da eksik yapılmış olmaz. Kapitalizm meta üretiminin evrensel hâl aldığı sistemdir ve bu meta üretimi, yaşamın her alanında etkilerini yayabilmektedir. Hem en uzak, ücra köşelerde sistem kendini yayabilmektedir, hem de egemen olduğu yerlerde, ülkelerde derinlemesine bir etki yaratmaktadır. İnsanın insan tarafından sömürülmesi, hem çok daha yaygındır, hem de çok daha gelişmiş bir derinliğe sahiptir. Meta ilişkileri, insan yaşamının en mahrem alanlarına bile girmiştir, girebilmektedir.

Demek ki, “dünya kapitalist ekonomisi” ya da “dünya kapitalist sistemi”, bizim için önemli kavramlardır.

Kapitalist-emperyalizm, kapitalizmin bir dünya sistemi hâline gelmeye başladığı, 1800’lerin sonlarında ortaya çıkmıştır. Feodal imparatorluklardan, o dönemin devletlerinden çok farklıdır.

Bu aşama, aynı zamanda tekeller çağının başladığı aşamadır. 1870’ler demek, büyük ölçüde hatalı olmaz. Eğer dünyaya olup biten “olaylar” şeklinde değil de, süreçler olarak bakabilirsek, bu 1870’lerdeki tekelci niteliğin oluşumunun hem öncesi hem de sonrası olduğunu anlamış oluruz. Bu nedenle rakamlarla tarih vermek, o kadar belirleyici değildir.

İngiltere, Fransa, ABD, Almanya, Japonya, İtalya vb. bu dönemlerde, eski dünya imparatorluklarının bazılarının sömürgelerini almış, paylaşmıştır. Dünyada hâlâ ele geçirilecek yerler var iken, bu güçler arasındaki savaş, daha sınırlı bir savaş oluyordu. Portekiz, Hollanda, İspanya sömürgelerini devralmak, elbette savaşla gerçekleşiyordu. Ama 1900’lerin başlarına gelindiğinde, elbette 1800’lerin sonunda, artık dünya toprak olarak paylaşılmış, pazar olarak da paylaşılmıştı. Bu nedenle, dünyanın yeniden paylaşımı, bir dünya savaşına dönüşme potansiyelini taşımaktaydı. Öyle de oldu.

İngiliz emperyalizmi, sistemin hegemon gücü idi. Bu diğerlerinin bir etkisi ve gücü olmadığı anlamına hiç gelmez. Ama örneğin İngiliz para birimi, tüm sistem için uluslararası bir para idi. Bunun nedeni, “toprakları üzerinde güneş batmayan imparatorluk” olmalarıydı. 1900’lerin başında, merkez bankaları daha doğmamıştı ya da doğmaya başlamıştı. Bankaların iflasları, sermaye için bir merkez bankası oluşturma zorunluluğunu doğurmuştur. 1901 kapitalist sistemin krizi, bankaların batması, bir koruyucu olarak, merkez bankası fikrinin doğum yeridir.

Sıradan bir insan için merkez bankası, sanki kutsal bir kurum gibidir. Oysa ABD’de merkez bankası, doğrudan Rockefeller ve Rothschild ailelerinin girişimleri ile kurulmuştur. Sıradan bir insan için banka, oldukça “güvenilir” bir kurumdur. Ama banka iflaslarını yaşamış olan bir insan için, hiç de öyle değildir. Bankalar, birer şirkettir ve doğrusu her şirketten daha fazla hile ve dalavere çevirme olanakları vardır, bunu da yaparlar.

İngiltere’nin yüzyılı diye adlandırılan yüzyılın sonlarına doğru, uluslararası bir para sistemi kurulması için, altına bağlı bir sistem kurmayı akıl etmişlerdi ki, Birinci Dünya Savaşı devreye girdi. Altına dayalı para sistemi, uluslararası ticaret için önemli idi. Zira İsviçre Frangı ile İngiliz Poundu nasıl değiştirilecekti? Her ülke, sahip olduğu altın miktarına bağlı olarak, temsilî banknot basmaya başladığında, bu sistem de denetlenebildiğinde sorun çözülmüş olurdu. Elbette en güçlü olanın yararına.

Bu kadar geriye gitmemizin nedeni, “dünya kapitalist ekonomisi” denilen bir şeyin varlığını anlatmaktır. Kapitalizm ilk doğduğunda, İngiltere’de, henüz bir dünya sistemi değildi. Feodal sistemin içinde doğuyordu ve dünya kapitalistleşmemişti. Zaten tek tek ülkeler aynı yoldan kapitalistleşmeyecekti. Biri emperyalist olurken, diğeri sömürgeleşmekteydi.

Bu dünya kapitalist sistemi içinde emperyalist güçler, sistemin merkezindedirler. Her birinin sömürgeleri vardır. Ve her biri, daha fazla sömürge elde etmek için de uğraşır. Elbette, buna uygun kurallar konulur. Dışarıdan bakan biri için, sanki bu kurallar, tanrıların buyruğu gibi görünür. Elbette uluslararası tekelleri, emperyalist güçleri bir anlamda tanrı olarak görürseniz, bu doğru da olabilir.

Bugün hâlâ geçerli olan, birçok göstergeye göre yıkılmakta olan (gerçekte bu nesnel süreçtir, kapitalizmi yıkacak olan devrimci işçi sınıfıdır ve o yok ise kapitalizm yaşamını sürdürür) dünya kapitalist ekonomisinin işleyiş sistemi, esas olarak İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulmuştur. İngiltere’nin kaybettiği konumu ABD devralmıştır. Ama büyük ve temel bir farklılıkla. Birinci Dünya Savaşı’nın ortasında Ekim Devrimi, kapitalist dünya sisteminin zincirini bir halkadan kırdı. Dünyayı yeniden paylaşmak için savaşa tutuşanlar, paylaşmak için savaş verdikleri pastanın bir bölümünü kaybettiler.

İkinci Dünya Savaşı, bir yandan SSCB’nin boğulması “ortak” amacını güden emperyalist güçlerin, aynı zamanda dünyayı yeniden paylaşımı savaşımı idi. İşte bu savaş sonrasında ABD hegemonyasında yeni bir sistem kuruldu.

Birincisi, 1946’da, ABD parası, dolar, bir uluslararası para hâline getirildi. Elbette bunu sağlayan ABD’dir. Zayıf bir güç bunu yapamaz. Almanya, Japonya, İtalya savaşta yenilmişlerdir ve İngiltere, ABD’nin yanında çok daha güçsüzdür. Ulusal para birimleri ile altın arasındaki ilişkiye son verildi. Tüm paralar, dolara endekslendi ve dolar da altına. Bu anlaşmayı, o dönem 50 ülkeden daha az ülke imzalamıştır. Sosyalist ülkelerin imzalaması zaten düşünülemezdi ve o dönemin dünyasında, anlaşmayı imzalayan 46 ülke, zaten kapitalist dünya ekonomisinin büyük ağırlığını oluşturuyordu.

Bugün biliyoruz ki, ABD parası, dolar, altın baz alınmadan basılmaktadır. Bir çeşit “sahte” basım denilebilir. Eğer siz ABD Doları basarsanız suçlusunuz ama ABD MB karşılıksız basarsa “suçlu” olmaz. Basma işini yapan ABD’nin kendisidir, bu açıdan sahte değildir. Ama altın rezervleri ile doların bağı, bizzat ABD tarafından koparılmıştır. Vietnam savaşı bu açıdan önemli bir merhale olmuştur. Savaşı finanse etmek için ABD, karşılıksız para basmıştır. 1970’lerde, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya bu konudan haberdar idi. Ve SSCB, bu konuda ne zaman bir video göstermeye yeltenirse, “komünist propaganda” diyerek, ABD tarafından geri çevrilmiştir.

İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan uluslararası sistem, sadece doların egemenliği ile sınırlı değildi. Ekonomik ve finansal açıdan, sömürgelerin kontrolü için IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kurumlar organize edildi. Bu ve bunun gibi bazı kurumlara ikinci ayak diyebiliriz. Bu, dünya kapitalist ekonomisine emperyalist güçler, uluslararası tekeller adına yön vermek için organizasyonlar demektir.

Bunun gibi, Bilderberg gibi toplantılar, forumlar vb. de bunun içindedir. Örneğin, “ithalata dayalı sanayileşme” ya da “ihracata dayalı sanayileşme”, aslında bu toplantılarda bir sistem hâline getirilmiştir. Neoliberalizm de böyledir. Demek ki, tüm uluslararası tekellerin çıkarlarına uygun ortak eğilim ve kararlar kotaran bir sistem vardı, hâlâ da etkisi azalmış biçimde olsa da vardır. Bilderberg yerine, Dünya Ekonomik Forumu, G7’ler vb. daha etkili gibidir. Son 10 yılda bu etkileri azalmaktadır.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan sistem, esas olarak, komünizme karşı bir örgütlenme de demek idi. Bunun için NATO diye bir askerî pakt kurulmuştur. NATO, başında ABD’nin bulunduğu kapitalist-emperyalist sistemin ortak savaş makinasıdır. Hem NATO üyesi ülkelerde iç savaş örgütlenmesi demektir (ki biz buna, devletin faşizmin dişlilerini örterek içselleştiren bir devlet örgütlenmesi olarak Tekelci Polis Devleti diyoruz), hem de komünizme karşı savaş organizasyonudur.

Başkaları da sayılabilir, ama bu üç nokta, dünya kapitalist sisteminin işleyişi için kritik önemdedir. Ve tüm bunlar ABD hegemonyası altında yapılmıştır. Sistemin hegemon gücü ABD’dir. ABD hegemonyasının başlangıcı Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar götürülebilir. Ama o dönem, İngiliz hegemonyasının çözülmesi olarak adlandırılırsa daha yerinde olur. Hani, dışımızdaki nesnel süreçlere, olup-biten şeyler olarak değil de, süreçler olarak bakacağız ya, bu nedenle, düşmekte olan ile yükselmekte olanı birlikte ele almak yerinde olur. ABD hegemonyası ise, esas olarak, İkinci Dünya Savaşı sonrasında şekillenmiştir.

Bizim burjuva iktisadının kullandığı “geri kalmış ülkeler”, “gelişmekte olan ülkeler” ve “gelişmiş ülkeler” kavramları, tamamen dünya kapitalist sisteminin, emperyalist güçler ve onların sömürgeleri biçimindeki yapılanmasını gizlemek amacını gütmektedir. Buna göre, emperyalist ve sömürge ülkeler diye bir ayrım yok. Tüm ülkeler biraz birbirine bağlıdır. Tüm ülkelerin birbiri ile bağı elbette vardır. Ama bu bağın niteliği nedir? Emperyalist ülkeler dünya kapitalist sisteminin merkezindedir ve diğerleri de onların sömürgeleridir. İngiltere ile Fransa arasındaki ilişkiler, Fransa ile mesela Cezayir arasındaki bağlar gibi değildir. Köle sahibi ile köle arasında bir ilişki vardır. Ama bu, köle sahiplerinin arasındaki ilişki gibi bir ilişki değildir. Öyle ise, “toplumdaki herkes birbiri ile ilişki içindedir” demek, aslında hiçbir şey söylememektir, dahası, köleciliği gizleme girişimidir. Sermaye, yatırım yaparken, makinaların yanında işgücü de satın alır. Ve sermayedar, kapitalist, ücretini ödemek üzere işe başlattığı kişiye, an gelir, “ben sana ekmek veriyorum” der. Oysa, o, kârını işçiye, işçinin emeğine borçludur.

Demek ki, “gelişmiş ülkeler”, “az gelişmiş ülkeler”, “gelişmekte olan ülkeler”, “geri kalmış ülkeler” aslında emperyalist ideologların bize sunduğu kavramlardır ve hiçbiri doğru değildir. Bir uluslararası sermaye grubu, bir sömürge ülkeye (sömürge ülke elbette geri kalır, geri bıraktırılır, kaynakları sömürülür) yatırım yaparken, “biz sizi kalkındırıyoruz”, “biz size medeniyet getiriyoruz” demektedir. Oysa tüm emperyalist ülkeler, zenginliklerini, sömürgelerden yağmaladıklarına borçludur. Tüm “geri kalmış ülkeler”in borçları, aslında sömürgeciliğin sonucudur ve eğer bir borçlu alacaklı hesabı tutulacaksa, gerçek anlamda bu ülkeler emperyalist ülkelerden alacaklıdır. Bu öyle bir hâldir ki, mesela tüm emperyalist metropoller, sömürgelerden çalınan tarihî eserlerle doludur. Borç işi de böyledir. Çalan, yağmalayan, sömüren, sömürüleni borçlu ilan etmektedir.

Dünya kapitalist sistemi için kurulmuş olan ABD hegemonyasındaki bu sistem, SSCB çözüldükten sonra, iç çelişkilerini ortaya çıkarmaya başlamıştır. ABD hegemonyasına karşı, İngiltere, Almanya, Japonya, Fransa başta olmak üzere diğer emperyalist “müttefikler”, doların sürekli basılmasına karşı tutum almaya başlamışlardır. Her biri, kendi ekonomik çıkarları için harekete geçmiştir. ABD hegemonyası, en başta ekonomik olarak aşındırılmaya başlanmıştır; ne ideolojik olarak, ne de siyasal ya da askerî olarak.

ABD ise, daha ileri bir hamle yapmıştır. ABD, yeni Roma imparatorluğu, tek kutuplu dünya gibi isimlerle, tüm dünyanın ABD hegemonyası altına girmesi gerektiğini savunmaya başladı. Bazı “aydınlar”, geçmişte sol cephede yer aldıkları düşünülen bazıları, aslında tek bir imparatorluk oluşursa, dünyada barışın da sağlanmış olacağını iddia ettiler. Herkes boyun eğerse, barış gelir gibi. Herkes susarsa, ülke içinde güven sağlanır gibi. Oysa bu, sınıf savaşımı denilen şeyi anlamamaktır ya da konumuz dünya kapitalist ekonomisi ise, emperyalizm ve sömürge olma hâlini anlamamak demektir.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında emperyalist saldırganlık, “demokrasi” adı altında, anti-komünist saldırılarını gizlemeye çalışmışlardı. SSCB’siz dünyada ABD, bu kez, tüm dünya bizimdir masalı altında, dünyayı hizaya getirmeye girişmiş ve “demokrasi taşımak”, “medeniyet götürmek” bir kez daha öne çıkartılmıştı.

Afganistan, Irak işgalleri, Libya işgali, aslında bu amaçla devreye sokulmuştur. Askerî açıdan üstün gücünü ABD, muhtemel rakiplerini bastırmak için azgınca kullanmaya başladı. Bölgesel savaşlar ortaya çıktı. Ta ki Suriye savaşına kadar. Suriye’de Rusya devreye girdi. Ve aynı süreçte, 2000’li yılların başından başlayarak Çin, kendi markaları ile ekonomik alanda dünya pazarında etkin bir güç olarak devreye girdi. 2008 krizi patladığında Çin’in ekonomik alandaki etkisi çoktan geri dönülmez noktaya gelmişti.

İşte bugünlerde, dünya kapitalist ekonomisinin İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşturduğu sistem sarsılmaktadır.

Sistem, esas olarak, emperyalist güçler ve sömürgeler açısından sarsılmamaktadır. Sarsılan burası değildir.

Peki sarsılan nedir?

Birincisi, ABD Doları’nın etkisi daralmaktadır. Bu henüz daha başlangıç seviyesindedir. Bir çalışmamızda, 2009 yılında ABD’de ekonomistlerin de davet edildiği bir tatbikattan söz etmiştik. Bu tatbikatta, doların egemenliğine karşı Rusya harekete geçerse, acaba Çin nasıl bir tutum alır gibi senaryoları ele aldıklarını biliyoruz. Bugün, 2025 yılındayız. Yani, 2009’dan bu yana 16 yıl geçmiştir. Bugün Brezilya, dolar dışında bir uluslararası para biriminin ihtiyaç olduğunu söylemektedir. BRICS genişlemektedir ve ekonomik olarak G7’leri geride bırakan bir büyüklüğe ulaşmıştır.

Ama hâlâ dolar, dünya kapitalist ekonomisinin etkili gücüdür. Trump, dolar dışında bir para birimi yaratılırsa, tüm BRICS ülkelerine karşı %100 vergiler koyacağını açıklamıştır. Demek ki dolar yerine bir başka para sisteminin gelişmesi ihtimali korkutmaktadır.

Bunun ardından iki gelişme yaşanmıştır. Birincisi, Trump, yeni bir para birimi açıklanmadan dahi, yeni vergi oranlarını açıklamıştır. Neoliberal politikalar, biraz şekil değiştirmektedir. Gümrüklerin sıfırlanması diye bir olay ortada yoktur. Üstelik bu yeni vergiler, BRICS içinde yer almayan, yer alma ihtimali bile olmayan, Japonya, Güney Kore, Almanya vb. gibi ülkeleri de kapsamaktadır. İkincisi, BRICS ülkelerinin hemen hemen hiçbiri, bu tehditler karşısında belirgin bir geri adım atmadı.

Dünya Bankası ve IMF gibi kurumların eskisi gibi etkinliği yoktur. Bu etkinlik anlamını yitirmektedir. Elbette sıfırlanmış değildir. Ancak bizzat ABD, var olan uluslararası sistemin bazı kurumlarından geri çekilme eğilimindedir.

Bu bölüm, gerçekte çok da önemli değildir. Ama IMF ve Dünya Bankası, birçok sömürge ülkeyi, sömürülebilir bir noktada tutmak için önemli bir araç idi. Burjuva iktisatçılarının sömürge ya da borçlu ülkeler için sık sık kullandığı, “süt veren ineği kesmemek” tutumu, IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlar eli ile daha sessizce yürütülmekte idi.

Dahası, Dünya Ekonomik Forumu gibi etkili organizasyonların ideolojik etkisi, Petersburg Forumu gibi organizasyonlarla sarsılmaktadır.

Öte yandan, NATO, bu iki alandaki eğilimin tersine, daha da yayılmaktadır. Macron’un, “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir” ifadesi, aslında ABD’ye karşı bir açıklama idi. NATO’nun beyni ABD’dir. Ve tersine, ABD Biden ile “geri gelmiş”tir ve Macron dâhil, tüm Avrupa tarafından, “welcome ABD” diye karşılanmıştır. Şimdi ise, “Amerika First” akımı devrededir.

Dünya emperyalist güçleri, hep birlikte, ABD baskısı ile, Rusya ve Çin’i düşman ilan etmiş ve bu iki ülkeyi sömürge hâline getirmek için savaşı yeni bir düzeye çıkartmıştır. Ukrayna’da gerçekleşen budur.

Demek ki, diğer alanların aksine, emperyalizmin savaş makinası dediğimiz NATO ayağında bir gerileme görünmemektedir.

Demek ki, bugün, dünyada Rusya ve Çin önderliğinde şekillenen, Putin’in “çok kutuplu dünya” dediği şey, aslında bitmiş, tamamlanmış bir süreç değildir. Ve elbette NATO’nun ifade ettiği savaşın sonuçlarına bağlı olarak şekilleneceği anlaşılmaktadır.

Bugün, dünya kapitalist ekonomisi, her parçada olmasa da, büyük oranda, militaristleşmektedir. Askerî sanayinin önü açılmaktadır. Almanya’nın otomobil devi Volkswagen, artık araba değil, zırhlı araç üretmektedir. Zırhlı araç üretmezse, 34 bin işçiyi kapı dışına koymak zorunda kalacaktı.

Bugünlerde ABD, ekonomik durumu düzeltmek için, “Make Amerika Great Again” (MAGA) sloganını Trump’ın ağzından dillendirmektedir. Öyle görünüyor, Avrupa, MAGA için, en az ABD kadar “hevesli”dir. Son yapılan ekonomik anlaşma, Avrupa mallarına ilave gümrükler, ABD’ye yatırımlar, ABD petrolü alımı gibi konuları içermektedir ve tümü Avrupa’nın aleyhinedir. Anlaşmaya Fransa çok açık tepki vermektedir. Ama bu tepkiler, sanırım kokain partilerinin ardından ifade edilmektedir, ciddiyetten uzaktır. Daha doğrusu bunlar sadece sözden ibarettir. Anlaşmanın Avrupa’nın aleyhine olduğu açık olsa da, bu anlaşma imzalanmıştır.

Bunun gibi, ABD, bir seri ekonomik anlaşma imzalamakta ve vergi oranlarını yükseltmektedir. Ve anlaşılıyor ki, MAGA sloganı, ABD’den daha çok, Avrupa, Japonya, Güney Kore gibi ülkelerde etkilidir. Tam bir ekonomik baskı ile, ABD kendi ekonomisini kurtarma peşindedir. Bunun siyasal etkilerinin ortaya çıkmadığını biliyoruz. Ama bunun sürdürülebilmesi de mümkün değildir.

Öte yandan Trump, barış için geldim, derken, savaşı boyutlandırmakta etkili adımlar atmaktadır. İran’a saldırı, Biden döneminden beri planlanan (aslında birinci Trump dönemi de içindedir), Trump döneminde gerçekleştirilmeye başlanmış bir iştir. Ve bu sürecin devam edeceğini görmek mümkündür.

Ukrayna için Rusya’ya önce 50 gün, ardından ise 10 gün süre verilmiştir. Rus petrolünün satışının durdurulması için Çin ve Hindistan dâhil, herkese baskı yapılması gündemdedir. Buna kimin nasıl bir tepki verebileceği henüz belli değildir.

Öte yandan, İngiltere, Rus petrolünü taşıyan tankerlere karşı kundaklama operasyonları yapmaktan söz etmektedir. Ukrayna bu konuda görev almaktan çekinmeyecektir. Tüm Avrupa savaş hazırlıkları yapmaktadır. Ve doğrusu, bu durum, ABD açısından rahatlatıcıdır. Bu arada ABD’nin Çin’e karşı savaş için hazırlıklar yaptığı da açıktır.

Tüm bunlar, dünyada adına Üçüncü Dünya Savaşı denilecek olan savaşın gelişmekte olduğunu göstermektedir. Zaten NATO denilen savaş makinası dağılmadan, tersi düşünülemez. Bu nedenle, ABD hegemonyası bir yandan çözülürken, bu çözülme, NATO denilen savaş makinası ortadan kalkmadan ya da büyük savaş patlamadan sonuçlanamaz durumdadır.

Şimdi, tüm bunlar, dünya kapitalist ekonomisinin işleyişinde değişiklikler demek olabilir. Ama, dünya kapitalist ekonomisinin temel niteliği olan, emperyalist güçler ve sömürgeler arasındaki ilişkileri değiştirecek nitelikte bir süreç ortada yoktur.

Zaten emperyalist ülkeler ve onların sömürgeleri arasındaki ilişkilerin değişmesi, gerçekte, emperyalizmin yok edilmesi demektir. Başkası mümkün değildir. Bu ise, kapitalist sistemin yıkılması ile mümkündür.

Kapitalizmin yıkılması, biliyoruz, ancak işçi sınıfının dünya çapındaki mücadelesi ile mümkündür. Başka bir yol yoktur. Dünya kapitalist sisteminin yıkılması, ancak sosyalist devrimlerle mümkündür. Bunu unutarak, emperyalizme karşı tutarlı bir mücadele yürütülemez. Elbette bu çözülme süreci, dünya işçi sınıfı ve devrimci hareketi için, sosyalist devrim olanaklarını artırmaktadır. Ancak biz biliyoruz ki, işçi sınıfı örgütsüz ise hiçbir şeydir. İşçi sınıfı devrimci değil ise hiçbir şeydir.

Elbette mesela NATO’nun dağılması, birçok ülkede, örneğin ülkemizde devrim için önemli olanakların ortaya çıkması demek olur. Ama bunlar nesnel olanaklar olur. Eğer bir örgütlü güç yok ise, eğer işçi sınıfı devrimci değil ise, hiçbir nesnel olanak, fiilî olanak hâline getirilemez. Nesnellik elbette önemlidir. Ama öznel bir güç olmadan, işçi sınıfının devrimci örgütlenmesi gelişmeden, kapitalizm yıkılamaz. Dünya işçi sınıfının mücadele tarihi bunu açık olarak kanıtlamaktadır.

Bu nedenle, bu kaos içinde, tarihin hızlı aktığı bu dönemde, gözümüzü sadece büyük güçlerin savaşlarına dikerek yol alamayız. İşçi sınıfı, ancak kendi devrimci eylemi ile kurtulabilir. Çoktan ömrünü doldurmuş olan kapitalist-emperyalist sistem, bir devrimle yıkılacaktır. Bu devrim, düne göre çok daha olanaklıdır. Bu nedenle, gözümüzü, bu toz duman arasında, dünyanın her yerinde gelişen direnişlere, işçi hareketinin gelişimine dikmemiz gerekir.

Gelişim birleşik ama eşitsizdir. Dünyanın farklı coğrafyalarında farklı gelişimler ortaya çıkacaktır. İşçi sınıfının mücadelesi, dünyanın her yerinde aynı tarzda yürümez, yürümeyecektir. Bugün, dünyanın bazı coğrafyalarında devrimci gelişmeler çok daha büyük olanak hâlindedir. Ve elbette bir alanda başlayan sosyalist devrim, eskisine göre çok daha hızlı yayılma olanaklarına sahip olacaktır. Tüm bu kaos içinde ufka bakmayı unutmadan, kararlı adımlarla ilerlenmek, örgütlenmek, mücadele etmek, direniş hattını örgütlemek, her coğrafyadaki devrimcilerin asıl görevidir.

Yukarıdaki yazıyı, Trump-Putin görüşmesinin henüz gündemde olmadığı bir zamanda yazdım. Ağustos ayının birinci haftasında, Trump-Putin görüşmesi tartışması gündeme geldi. Trump’ın özel temsilcisi Moskova’da Putin ile görüştü ve ardından, 15 Ağustos’ta, bu görüşme gerçekleşti. Ardından, Trump-Zelenski görüşecekti ki, AB ve İngiltere yetkilileri, kokain partisi varmış gibi Beyaz Saray’a koştular. Bu görüşmelere ilişkin birkaç notu buraya eklemeyi uygun buluyorum. Yazının konusu olmasa da, bu notlar aykırı dursa da, sanırım, güncel açısından faydalı olur.

1

Görüşme Alaska’da yapılmıştır. Her izleyici, Alaska’nın eskiden Rus Çarlığına ait olduğunu ve 1867’de ABD’ye satıldığını öğrenmiş bulunuyor. Ve her izleyici, dünyanın iki ayrı ucunda olduğunu düşündüğü Rusya ve ABD’nin, aslında Alaska üzerinden bakılırsa, komşu olduklarını da öğrenmiş oldu.

ABD ve Batı basını, görüşme yerinin neden Alaska olduğu konusunda epeyce tartıştı. Görüşme ABD topraklarında yapılmıştır. Ve eğer Rusya veya üçüncü bir ülkede yapılması tartışılmıyorsa, tartışma, neden Washington’da yapılmamıştır, diye yorumlanabilir. Soruların amacı bu olmalıdır. Görüşme öncesinde, görüşmenin olduğu haftanın başında, ABD’de bazı kentlerde olağanüstü hâl ilan edilmiştir. Bunun nedenini Trump, suç oranlarının artışı ile açıklamıştır. Bunun doğruluğu şüphelidir. FBI, polis vb. bunun için yeterli olmalıdır. Bu olağanüstü hâl uygulaması ile Alaska’nın seçilmesi arasında bir bağ olmalıdır. Belki, bu aynı zamanda görüşmenin güvenliği için de anlamlı bir yer seçimi de olabilir.

2

Görüşme talebi Trump tarafından gelmiştir. Biliniyor, Rusya tarafı, daha önceleri, iki liderin görüşmesi için bir süreç gerektiğini söylüyordu. Yani, iki lider bir anlaşmaya varabilecekse bu görüşme anlamlı olabilirdi. Demek ki, bunun işaretleri alınmıştır. Görüşmeden Rusya’nın elde ettiği sonuçlar, henüz bir anlaşma söz konusu olmasa da, bunu doğrulamaktadır.

ABD basınının büyük bir kesimi, Avrupa’nın üç emperyalist gücü başta olmak üzere neredeyse tümü, bu görüşmeyi engellemeye çalışmıştır. ABD’de de, Avrupa’da da bu görüşmeyi engellemek isteyenler bir hayli ağırlıktadır. Ama buna rağmen görüşme gerçekleşmiştir.

ABD basını, görüşme sonucunda bir ortak basın açıklaması yapılmasını istememiştir. Bunun ana nedeni, sürecin kamuoyuna açıklanmasını önlemektir. Tersi olmuştur ve ortak basın açıklaması yapılmıştır. Hattâ bazı gazeteler ve TV kanalları, Amerikan toprağında Rusya basın açıklaması gibi, oldukça ırkçı ve telâşlı açıklamalar da yapmışlardır. Demek ki, ABD içinde de görüşmeye karşı olanlar vardır.

3

Görüşmeden bir anlaşma henüz çıkmamıştır. Trump, müttefiklerine, Zelenski ve NATO ülkelerine soracağını açıklamıştır. AB liderleri, bir anlaşma olmamasını “başarısız ve önemsiz bir görüşme” yorumları için kanıt olarak sunmuşlardır. Telâşlıdırlar ve kendilerini inandırmak istiyorlar.

Ama her iki taraf da, hem Trump ve hem de Putin, görüşmeyi olumlu geçti diye nitelendirmiştir.

Görüşme, bir ateşkes üzerinde değil, bir kapsamlı anlaşma üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu durum, gerçekte, Rusya’nın taleplerinin ciddiye alındığı anlamına gelmektedir. AB ve Zelenski’nin acil ateşkes talepleri ortadan kalkmıştır. kapsamlı anlaşma öne çıkmıştır. Olabilir olup olmaması ayrı.

Daha şimdiden denilebilir ki, Rusya görüşmeden kazançlı çıkmıştır.

Trump iktidarı, aslında Ukrayna yenilgisinin örtülmesi amacını gütmekteydi. Savaş sahasında ortaya çıkan yenilginin masa başında hafifletilmesi hedeflenmiştir. Bu arada ise ABD, savaş için tüm cephelerde güçlerini yeniden konuşlandırmayı hedeflemekteydi. Öyle anlaşılıyor ki, sahada kaybetme hâlinin masada hafifletilmesi o kadar kolay olmayacaktır. Daha şimdiden, Rusya’nın şeytanlaştırılması ve izole edilmesi süreci, diplomatik olarak çökmüştür. Kırmızı halıda karşılanma, ortak basın açıklaması budur.

Rusya tarafı ise, ABD’ye yenilen taraf muamelesi yapmamıştır. Bu ABD açısından bir artı olarak görünmektedir.

4

Görüşmenin en önemli hamlesi, Lavrov’un Alaska’ya inerken, üzerine giydiği sweatshirt’tür. Üzerinde SSCB yazılı bu giysi, başlı başına bir öneme sahiptir. Semboller önemlidir. SSCB, İkinci Dünya Savaşı sırasında dünyanın her yerinde kendisi ile birlikte mücadele eden, faşizme karşı dövüşen müttefiklere sahip idi. Ama bugün Rusya’nın böylesi bir sosyalist ideolojisi yok ve bu nedenle savaş sahasında NATO’ya karşı fiilî savaş anlamında yalnız gibidir. Elbette Çin-Rusya ittifakını bir yana koyuyoruz. Bu açıdan, SSCB yazılı sweatshirt önemlidir. En azından hoştur.

5

Görüşme “savaşı bitirmek” için yapılmıştır denilmektedir. Bu durumda, sürekli olarak Ukrayna-Rusya savaşı diye konuşanlar, aslında savaşın bir tarafında Rusya var iken, diğer tarafında ABD, AB ile tüm NATO olduğunu görebilirler. Yoksa, Ukrayna-Rusya görüşmüyor. Görüşen Rusya ve ABD’dir.

Rusya’nın karşısındaki cephe, kısaca NATO diyelim, Trump-Putin görüşmesinin ardından hızla, plansız bir biçimde, Zelenski’yi yalnız bırakmamak için, Washington’a koşmuşlardır.

Bu durum, Almanya, Fransa ve İngiltere’nin, peşindeki tüm AB ile birlikte, Trump’ın ayaklarına yapışan fino köpekleri gibi davrandıkları söylenebilir. Bu durum, aslında Almanya, Fransa ve İngiltere’nin hem aşağılanmasıdır, hem de “tarih sahnesindeki rolleri”nin küçülmüşlüğünün kanıtıdır. Bir Fransız, Macron Fransa’yı tarihin dışına itiyor derken, sanki bunu ifade eder gibidir.

Evet, bir açıdan anlaşma olmadığı için, bir sonuç net olarak ortaya çıkmamıştır. Beklentisi büyük olanlar için bu önemli olabilir. Ama Putin’in ABD topraklarında ağırlanması, bir sonuçtur ve sadece izolasyon çalışmalarının başarısızlığını göstermez, aslında Ukrayna’daki yenilginin de göstergesidir.

Bir başka sonuç da, İngiltere, Almanya ve Fransa’nın tüm savaş çığırtkanlığına rağmen, aslında iradelerini kaybetmiş olduklarının resmîleşmesidir. Bu da bir sonuçtur. İngiltere, Almanya ve Fransa, birçok açıdan denklemlerin dışına düşmektedir.

Yenilen tarafın içinde olan ABD, yenilginin faturasını İngiltere + AB’ye ödetecek gibidir ve doğrusu onların da bu duruma katlanmak için daha fazla kokain çekmek dışında bir yolları yok gibi görünmektedir.

6

Ortada henüz bir anlaşma yoktur. Ama Zelenski, ne denli saldırgan tutumlar sergilerse sergilesin, “ABD ve NATO için Rus öldürme” görevine ne denli sarılırsa sarılsın, bir geleceğe sahip değildir.

Daha şimdiden, siyah takım elbise giymiş olsa bile, “seçim yapacak mısınız” sorularına yanıt verirken, ne denli bataklıkta olduğunu göstermektedir. ABD ve NATO adına, Batı emperyalizmi adına, ülkesinin topraklarını bir savaş alanına çeviren Zelenski’nin oy oranının yüzde 4 olduğunu bizzat Trump söylemektedir. Ukrayna’da başlayan protesto gösterileri de bu açıdan önemlidir.

7

Peki, bu durum genel olarak savaşı bitirecek midir? Ukrayna’da bir çözümün oluşumu zor olsa da mümkün gibidir. ABD’nin içinde bulunduğu durum, bu konuda bir olanak oluşturmaktadır. Ancak, genel olarak savaşın sona erdiğini düşünmek için bir neden yoktur. Emperyalist Batı, savaşı körüklemek için, her kapanan cephenin yerine, bir ya da iki cephe açmakta maharetli olacaktır.

Demek ki, en genel anlamı ile savaş sürecektir demek mümkündür.

8

Trump ve Putin görüşmesi, aslında ABD tarafından deklare edilmiş olan, SSCB sonrası sürecin ana vurgusu hâline getirilmiş olan, “tek kutuplu dünya” hâlinin fiiliyatta sonlanmakta olduğunun ağır ağır kabul edilmesi demektir. Bu, Rusya ve Çin tarafının dile getirdiği, “çok kutuplu” dünya hâlinin hemen kabul edileceği anlamına hiç gelmez. Tersine, başlıca emperyalist güçler, ABD, Almanya, Japonya, İngiltere, Fransa ve İtalya, bunu kabul etmekten oldukça uzaktırlar. Bu nedenle savaş politikalarının sona erdiğini söylemek mümkün değildir.

Bu açıdan elimize ulaşan ilk görüntülere bakarak sonucu varmak doğru değildir. İçinden geçtiğimiz bu dönem, her düşünce için, kolayca kanıt niyetine veriler bulunulabileceği bir dönemdir. Bu nedenle, bütüne, resmin tümüne bakmak gerekir. Ve yine, elbette, savaşı sona erdirecek gerçek gücün, işçi sınıfı, dünya proletaryası olduğunu akılda tutmak gerekir.

 

Öğrenci gençlik, eğitim ve sınıf mücadelesi

DOST
Ben berceste mısraı buldum,
Hey ömrümce söylerim.
Gözden, gezden, arpacıktan olsun,
Hey ömrümce söylerim!
Bizsiz Ilgaz’ın çam ormanları güzel değildir.
Hayda günlerim hayda!
Sırtını düşmana verdikçe,
Murat dağları güzel değildir.
Dost dost ille kavga!
Biz olmasak gökyüzü, biz olmasak üzüm,
Biz olmasak üzüm göz, kömür göz, elâ göz;
Biz olmasak göz ile kaş, öpücük, nar içi dudak;
Biz olmasak ray, dönen tekerlek, yıkanan buğday,
Ayın onbeşi;
Biz olmasak Taşova’nın tütünü, Kütahya’nın çinisi,
Yazi bizsiz
Anne dizi, kardeş dizi, yâr dizi
Güzel değildir.
Gel günlerim gel de dol
Gel Aydınlım, İzmirlim.
Gel aslanım Mamak’tan
Erzincan’dan, Kemah’tan
Düşmanlar selâm ister
Gözden, gezden, arpacıktan!
Adana’nın pamuğu dokumada;
Diyarbakır, Afyon, Kütahya fabrikada
Ümit işkencede mahzun
Emek işkencede mahzun
Tenim, ayaklarım üryan
Ekmek işkencede mahzun
Ve Divrik’in demiri arabada
İşçi-köylü ve işçi birarada
Söyle türküler yadigârı kardeş
Söyle ağrılar yadigârı kardeş!
Neden alınterleri
Nimetler, haklar haram oldu sana
Gel günlerim gel de dol
Gel Aydınlım, İzmirlim.
Gel aslanım Mamak’tan
Erzincan’dan Kemah’tan!
Düşmanlar selâm ister
Gözden, gezden, arpacıktan!
Sana selâm olsun
Hürriyetlerin meçhul olduğu dünya
Canım Türkiye
Memleketimiz.
Çalışan halklarıyla ümmi
Çalışan halklarıyla garip,
Irgadı, esnafı, madencisi, iptidaî aletleri
Kadınları, erkekleri, hapishaneleri
Başı boş suları, dumanlı vadileri, yoz topraklarıyla,
İşsizleri, realist şairleri, mücahitleri,
Sokak şarkısı, keten helvası,
Akşam haberleri satanlarıyla memleketim!
Sana selâm olsun
Sürgünler, mahkûmlar, hastalar!
Alacağın olsun 
Seni İstanbul seni
Seni Bursa, Çankırı, Malatya,
Sizlere selâm olsun üniversiteler!
Öğretmenleri alınmış kürsüler, 
Öğretmenler!
Sizlere selâm olsun 
Hürriyeti yazan eller, dizen eller!
Sizlere selâm olsun makineler
Entertipler, rotatifler, bobinler!
Bu gülünç, aşağılık, 
Namussuz şeyler dışında,
Sana selâm olsun
Zincirin, zulmün kâr etmediği
Kırbacın kâr etmediği
Büyük tahammül!
Gel günlerim gel de dol!
Gel Aydınlım, İzmirlim,
Gel aslanım Mamak’tan
Erzincan’dan, Kemah’tan!
Düşmanlar selâm ister
Gözden, gezden, arpacıktan!
Enver Gökçe

 

Şiir böyle diyor. Yaşamı ve mücadeleyi anlatıyor.

Bizim iktisatçılarımızın tuhaf huyları vardır. Marksizmden ne kadar kaçarlarsa, o kadar bilgisizleşirler ve ne kadar bilgisiz iseler, o kadar “kelime keşifleri” yaparlar. Tuhaf sözler söylerler. Bilgisizliklerini örtmek için, bilgili olmanın işareti olarak, yeni sözlere sarılırlar. Dinleyen de bunlarda bir hikmet var sanır. Mesela “etkin grev hakkı” gibi buluşları olur. Mesela, “kişi başına düşen milli gelir” hesaplarını ölçü alır ve Türkiye’nin dünya ekonomisindeki yerini belirlemeye çalışırlar. Mesela “az gelişmiş ülke” derler ve neden “az gelişmiş” olduğunu söylemezler. Mesela ne kadar çok mal üretilmiş ise, o kadar iyi demeye getiren her ölçüye sarılırlar. Aslında iş “Batıcılık”tan “bâtıl inanç” boyutuna çoktan geçmiştir. Mesela derler ki, “asgarî ücret artarsa, enflasyon yükselir.” İyi de, asgarî ücretin arttığı ama enflasyonun yükselmediği zamanlar yok mu? Eğer asgarî ücret artınca enflasyon yükselecekse, Saray ne güne duruyor, asgarî ücreti sıfırlasın ya da ülkede ne olursa olsun, enflasyon sıfır oldu diye fetva veren bir din adamı bulsunlar olmaz mı? Bizim Marksizmi reddeden ama Marksist olarak anılmaktan ya da en azından muhalif olarak gözükmekten hoşlanan profesörlerimiz, iktisatçılarımız ise, bu tartışmaları çok severler. Ama kanımca, bu konuda radikal bir çıkış yapmalarının zamanı gelmiş de geçmektedir. Önerim şudur: Karga eğer iki kere öterse, enflasyon düşecek, eğer devekuşu kartal kılığına girerse asgarî ücret yükselecek. Yakındır, Batıcıların (ister kendine Marksist desin, ister demokrat, ister liberal) yakında kahve falı ile ekonomik durumu açıklayacakları dönem gelecektir. Bizim burjuva iktisatçılarımızdan başlayan bu tuhaf huy, “Anadolu irfanı”na da uygun biçimde yaygınlık kazanıyor. Her biri, bir veciz söz peşindedir. Tavuklar nasıl ki özel kafeslerde ışık oyunları ile geçen günü şaşırıp, günde iki-üç kere yumurtluyorlarsa, bunlar da “atasözü” gibi veciz sözler yumurtluyorlar. Mesela mı, “bir ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın, ülkenin durumunu anlayın.” Buyurun işte, veciz bir söz. Bir yere kadar bu sözü destekleyecek çok da örnek bulusunuz. Sonra da bunun “derinliği”ne hayran kalırsınız!!! İyi de, niye nasıl yaşadıklarına bakmıyoruz da nasıl öldüklerine bakıyoruz? Açlıktan ölümü görmeden önce, açlığı göremez miyiz? İşkencede ölümü görmeden önce, sokakta coplanmayı göremez miyiz? Fabrikada, işyerinde süren zulmü göremez miyiz? Günde 12 saat çalışan ve işyerlerinde baygınlık geçinen işçileri göremez miyiz? Okulda açlık çeken öğrencileri göremez miyiz? Tüm öğretim hayatı boyunca, 6 yaşından 18 yaşına kadar üniversiteye girmek için uğraşan, sonra da üniversiteyi kazanan gençlerin, barınamamak nedeniyle okullarını bırakıp memleketlerine dönmesini göremez miyiz? İlle de bu insanların intihar etmelerini mi kayda almalıyız? Kadınların nasıl yaşadıklarına değil de, nasıl öldüklerine mi bakmalıyız? Yangınlara, deprem gibi doğal afetlerde devletin tutumunun afeti aşan hâline bakamaz mıyız?

Bugünlerde öğrenci hareketi kendinden söz ettirmeye başlıyor. Daha yolun başındayız. Ama çok önemlidir. Öğrenciler, eylemlerde, sokak direnişlerinde, henüz işgallerde olmasa da boykotlarda yaşıyor ve savaşıyor. İşçiler yasaklanan grev hakları için direniyor, her işyerinde küçük büyük eylemler ortaya çıkıyor. Kadınlar sokaktalar. İşte ülke hakkında karar vermek isterseniz, bu yaşama bakmanız da mümkün.

Şimdi, ülkenin her bir köşesinde gençlik, en başta da öğrenci gençlik, harekete geçmeye başlamıştır. Arayıştır bu ve böyle yaşamak istemediklerini biliyorlar. Bilmenin birçok şekli vardır, bugün gençlik, bildiğini daha net biliyor, daha berrak, daha engelsiz biliyor. Kimisi korkularıyla hesaplaşıyor, hesaplaşacak.

İşin ucu derindedir. Sorun, sadece iptal edilen, yasaklanan gençlik etkinliklerinde konserlerinde değil. Sorun, tüm eğitim sistemindedir. Sorun, ülkeyi “yağma, rant ve savaş ekonomisi” ile yöneten burjuva egemenlikte, Saray Rejimindedir.

İlkokulda aç, iç çamaşırsız, 30-40 kişiyi bulan sınıflarda eğitim gören çocukların gerçekliğindedir. Açlık sadece Filistin’de yok. Filistin’de açlığı bir soykırım silahı hâline getiren egemen ile, Avrupa’daki, Türkiye’deki, ABD’deki egemen, aynı soydandır, aynı sınıftandır. 21. yüzyılda, medeniyet ve demokrasi ihraç etmeye çalışan Batı emperyalist güçleri, dünyayı açlık ve işsizlikle, ölüm ve gelecek korkusu ile karşı karşıya bırakmaktadır.

Tüm eğitim sistemi, “rant” üzerine kuruludur. Düzene uygun kafalar yetiştirmek için organize edilmiş olan burjuva eğitim sistemi, doymak bilmez kâr tutkusu ile, ranta çevrilmiştir, çevrilmektedir. Ülkemizde, anaokulundan üniversiteye kadar her aşamada özel okullar oluşmuştur ve bu özel okullar, eğitim alma talebini büyük kârlara çevirecek bir sistem organize etmişlerdir. Burjuva eğitim sistemi, bilimden uzak, ezberci, kendine güvensiz, sormayan, araştırmayan, itaat eden gençler yetiştirmeye dayalıdır. Düzene uygun kafalar, aynı zamanda sistemin devamı için gerekli işgücü yetiştirilmektedir. Talimatları okuyabilen, anlayabilen ve talimatlara uymadığında başına gelecekleri bilen bir gençlik yetiştirme sistemidir bu. Bu nedenle bilimden uzaktır. Bilim ezberlenerek öğrenilemez. Zaten ezberlenmeyi aşan bir eğitim için gerekli olan, eğitimi büyük bir şevkle yapan öğretmen de istemezler. Öğretmen, yarı cahil hâle getirilmektedir. Ve bunu destekleyecek bir ücret ve çalışma sistemine mahkûm edilmektedir. Eğitim sistemi, tümü ile üniversiteye girebilmek üzerine kuruludur ve bunu başarmak, bir çeşit at yarışı gibidir. Bu yarışı kazanabilmek için, devlet ve egemen eli ile tahrip edilmiş, çürütülmüş eğitim sistemi, özel okullar aracılığı ile ranta çevrilmektedir. Gelecek arayışı velileri, daha iyi bir eğitim alır düşüncesi ile, özel okullara yönlendirmektedir. Özel okul, bir yandan üniversiteye girebilmek için, diğer yandan İngilizce (çoğunlukla İngilizce ya da başka bir yabancı dil) öğrenmek için tercih edilmekteydi. Bu da bitmiştir. İnsanların anadilinde eğitim hakkının olmadığı bir toplumda, gelecek kaygısının büyüklüğü nedeniyle, dil öğrenimi için özel okullara yönelinmekte, akıl almaz paralar ödenmektedir. Ama artık, burası da çökmüştür.

Başlangıçta bu özel okullar, en iyi öğretmenleri devlet okullarından alıp, daha yüksek ücretlerle çalıştırdılar. Tıpkı, devlet hastahanelerinden özel hastahanelere yüksek ücretle transfer edilen hekimler gibi. Ve sonra, bu öğretmenler, bugün, devlet okullarında iş bulmak için uğraşıyorlar.

Eğitim sistemi, burjuva egemenliğin sürebilmesi için organize edilmiştir. Ve bu sistem içinde öğretmenler, birer yaltakçı, birer despot, birer başçavuş gibi rol almaktadırlar. Elbette, bunun tersine davranan sosyalist, komünist öğretmenler de var. Öğretmenlik denilen şey konusunda değerleri olanlar var. Bunlar ya okullardan atılıyor ya hapsediliyor ya sürgüne gönderiliyor. Ama eğer birer yaltakçı iseler, özel okulların sahiplerine, devlet okullarının yöneticilerine yaranmak için her yola başvuruyorlar. Çürümedir. Birer başçavuş gibi davranıyorlar. Ne eğitimle, ne insanla, ne yaşanan toplumun gerçekliği ile, ne sınıflar arasındaki savaşımla ilgileri vardır. Ve bu öğretmenler, okullarda çocukların sisteme uygun hâle getirilmesi için uğraşıyorlar. Bunun dışında davranan, buna uymayan öğretmenler, sokaklarda polisle çatışıyor. Gerçekte bu öğretmenler, öğretim üyeleri, sadece kendileri için mücadele etmiyorlar. Bu öğretim üyeleri, öğrenci hareketinin istemleri ile aynı doğrultuda mücadele ediyorlar. Bilimsel, özgür eğitim.

Saray Rejimi, burjuva egemenliğin olağanüstü örgütlenmiş hâlidir. Ve bu nedenle, devlet eli ile uygulanan terör, tüm yaşamı esir almaya yönelmiştir. Bize “terörsüz Türkiye” masalını söyleyenler, öncelikle Saray Rejiminin tüm bu terörün kaynağı olduğu gerçeğini saklamaktadırlar. Bu terör, sadece cop, sadece hapishane, sadece biber gazı, sadece TOMA demek değildir. Bu terör, sadece kadın cinayeti, çocuk kaçırmak, işyeri cinayetleri demek değildir. Açlık, işsizlik, eğitim hakkının gasbedilmesi, hastahanelerin işkencehaneye dönüştürülmesi de bu terörün bir parçasıdır. Baroya dönük saldırılar da bu terörün “hukukî” kisvesidir.

Milyonlarca üniversiteli, yanlış okumadınız milyonlarca üniversiteli, ekonomik nedenlerle okullarını bırakmışlardır. 12 yıl boyunca üniversiteye girebilmek için uğraşan ve üniversiteye girince kendini şanslı hisseden öğrenciler, okullarını bırakmaktadırlar. Söylemesi kolaydır, bu terör değil midir? Okulların önünde etkinlik kuran uyuşturucu çeteleri, bu devlet terörünün parçasıdır. Üstelik bu uyuşturucu baronları, ülke ekonomisinin büyük bir parçasıdır ve paralarını aklamak dertleri de kalmamıştır. Parayı bankaya götürüyorlar ve anında aklanmış oluyor bu paralar. Bu ve diğer saymakta güçlük çektiğimiz yaşam kareleri, devlet terörünün parçalarıdır. Nasıl yaşandığına bakmak, yaşarken ilgili olmak daha kıymetli olmalıdır.

İşte gençlik, en başta da üniversite ve lise gençliği, “böyle yaşamak istemiyoruz” diyorlar. 19 Mart ile başlayan direniş bu gerçekliğin üzerinde yükselmektedir.

Üniversite diploması artık bir anlam ifade etmiyor ve yakın gelecekte daha da kötüsü olacaktır. Devlet denetiminde çeteler, isteyene diploma veriyor, devlet istemediği kişilerin diplomalarını iptal edebiliyor. Sahte diplomalı öğretim üyelerinin sayısını bilmek bile mümkün değil. Ve eğitimle ilgisi olmayan bu “kadrolar, bu “başçavuşlar”, sürüyle cahil ve boyu aşan bir cehalet üretmek için iş görüyorlar. Burjuva egemenliğe hizmetleri budur.

Burada öğrenci hareketinin, öğrenci hareketi önde olmak üzere tüm gençlik hareketinin yolu üzerinde tartışmamız gereklidir. Elbette Kaldıraç Hareketi, bu konuda bir rotaya, bir yola sahiptir.

Bu mücadele, kuşku yok ki, burjuva egemenliğe karşıdır. Bu nedenle, burjuva sistemi mezara gömecek olan işçi sınıfının yolu, devrimci yolu, devrimci sosyalizm yolu, gençliğin de yoludur. Burada net olmak gerekir.

Gençliğin (işçi gençliği, doğal olarak işçi sınıfının önemli bir parçası olması sebebiyle, bu tartışmanın şimdilik dışında tutabiliriz) temel sorunlarının kaynağı, burjuva egemenlik, kapitalizmin bizzat kendisidir. Bu nedenle, öğrenci gençlik, burjuva egemenliğe, kapitalizme karşı mücadele etmek zorundadır. Bu aynı zamanda gelecekte sosyalizmin kurulması açısından da çok büyük bir öneme sahiptir. Bilimle, bilimsel eğitimle, özgürlükle zerre kadar ilgisi olan bir öğretmen/öğretim üyesi de, işçi sınıfının devrimci yolunda, kapitalist sisteme karşı savaşmak zorundadır.

Öğrenci gençlik, yeni fikirlere açıktır. Deyim uygun düşerse, sisteme tüm yönleri ile bağlanmamıştır ve köhnemiş sistemin her uygulaması ile sorunları vardır. Öğrenci gençlik bu sömürü çarkı ile doğası gereği sorunları olan bir toplumsal kesimdir. Öğrenciler, daha fazla öğrenmeye açık, daha fazla sorgulayıcı durumdadır. Bu nedenle sistem, ilkokuldan başlayarak, soru sormayı, düşünmeyi engelleyecek uygulamalarla eğitim sistemini doldurmaktadır. İnsan şartlandırma deneylerini, tüm öğrencilere uygulamaktadır. Yaltakçı ve despot, başçavuş derken, tam bu gerçeğin altını çizmek istiyoruz. Tüm bunlara rağmen, gençlik, bu kalıpları yıkıp atabilecek bir yapıya sahiptir.

Öte yandan, iki sınıfa ayrılmış kapitalist düzende, doğal olarak toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfıdır. Öğrenci gençliğin de ezici çoğunluğu bu işçi ve emekçilerin çocuklarıdır. Bu oran ülkemizde %80’leri bulmakta, hattâ geçmektedir.

Devlet okulları, çoğunlukla bir gelecek kaygısı için, hiçbir şey yapamayacak kadar ekonomik olarak kötü durumda olanların çocuklarının gittiği okullar hâline gelmiştir. Bazı özel okullar, çat pat İngilizce öğreten, bu yolla, zenginlere, parababalarına, turizme hizmet edebilecek bir yere gelebilecek öğrenciler için ayarlanmıştır. Hem paralı olan hem de daha da özel olan, yüksek meblağlar ödenerek gidilen bazı özel okullar ise, yabancı sermayenin uzantıları hâlindeki tekellere çalışmak için ayarlanmaktadır.

Eğitim sistemi çökerken, zengin ailelerin çocukları önce özel üniversitelerde, o da yetmezse yurt dışında eğitim olanakları elde etmektedir. Bu olanaklar, işçi ve emekçi çocukları için büyük oranda kapalıdır. İşçi ve emekçi çocukları içinden ancak çok zeki olanlar, çok “başarılı” olanlar, sistemin kanalları içinde bir yer bulabilmektedir. Nihayetinde kapitalist sistem, kendisi için bu “zeki” gençlere ihtiyaç duymaktadır. Özetle, öğrenci gençliğin sorunları, ağırlıklı olarak, işçi ve emekçi ailelerden gelen öğrencilerin sorunlarıdır dersek, hatalı bir şey yapmayız. Kuşku yok ki, gençlik, birçok açıdan ailelerinin kurulu düzen içindeki yerlerini de reddedebilme olanağına sahiptir. Yani, birçok burjuva genç de, bu mücadeleye katılabilmektedir ve bu çok değerlidir.

Demek oluyor ki, öğrenci gençlik, kendisi sınıflı bir toplum olan kapitalist toplumda yaşamaktadır ve onun mücadelesi, her toplumsal mücadele alanı gibi, sınıf mücadelesine bağlıdır. Elbette, kendine özgü alanları vardır ama burada belirleyici olan, sınıf savaşımıdır. Bu birinci noktadır.

Buna bağlı olarak ikinci nokta ortaya çıkmaktadır.

Burjuva egemenlik, artık tekeller çağındadır ve bu çağda, yaşamın hiçbir alanında, ilerici, olumlu bir üretim ortaya koyamamaktadır. Kültürel açıdan da bu böyledir. Bilim, sanat, edebiyat vb. alanlarda burjuva sisteme muhalif olmayıp da anlamlı bir üretim yapılmamaktadır. Bu, bir yandan kapitalist sistemin bir geleceği olmadığı anlamındadır, bir yandan da, daha ilerisi, kapitalizm hüküm sürdükçe insanlığın da bir geleceği olamayacağı anlamındadır. Kapitalizmin geleceği yoktur, oysa gençlik, insan toplumunun geleceğidir. Bu nedenle, gençliğin ellerinde şekillenecek olan gelecek, kapitalizme karşı mücadele ile, ideolojik olarak da bağlıdır. İdeoloji, sınıfların çıkarlarının özlü hâlidir. Bu nedenle, gelecekten söz ediyorsak, işçi sınıfının ideolojisinden, yani Marksizm-Leninizmden, yani bilimden söz ediyoruz demektir.

Tam da bu nedenle, burjuva egemenlik, bilimi, tüm eğitim sisteminden kovmaktadır. Bu sadece Saray Rejimine, TC devletine ait bir süreç değildir. Tüm kapitalist dünyada, bilimin yerine, boyun eğmeyi temel alan bir eğitim sistemi geliştirilmiştir. Bilimsel eğitim için gerçek anlamı ile öğretmen ve öğretim üyesi gerekir, ama boyun eğmeyi temel hâline getirmek ve ezberle beyni iğfal etmek için, başçavuş tarzı, yaltakçı öğretmen gereklidir. Aynı zamanda, tam da bu amaç için, eğitimde dinin artan etkisi ortaya çıkmakta, devletler aracılığı ile bu süreç pompalanmaktadır. Kapitalist sistem içinde, özellikle de tekelci aşamada, bilim, tekellerin kasaları, tekellerin kapalı laboratuvarları içinde saklanmaktadır. Pandemi döneminde bunu gördük. Bugün artık açıklanıyor ki, ABD aşısı en azından Covid’e karşı etkisi olan bir aşı değişmiş. Bu bize bilimin tekellerin elinde ne anlama geldiğini göstermektedir. Bilimin sonuçlarının, savaş sanayiinde, tekellerin kitlesel üretimlerinin gereği olan kitlesel tüketimi pompalamak amacıyla, insanların izlenmesinde kullanıldığını biliyoruz. Hepsi de budur. Daha çok mal üretmek, daha çok satmak, daha çok tüketmek üzere, bilimin sonuçları devreye sokulmaktadır. Hepsi budur. Bilimsel gelişmeler, örneğin insanların daha az çalışması için, örneğin daha iyi yaşamaları için kullanılmıyor, kullanılamaz. Çünkü tekelci kapitalist egemenlik, hâkimiyet ilişkisi demektir ve bunun gerektirdiği şiddet, yaşamın her alanında ortaya çıkmaktadır. Cep telefonları, izleme ve reklamlarla tüketime yönlendirme amaçlıdır, yoksa haber vermek ve iletişim amaçlı değildir. Bakmayın siz bu “modern dünya”nın tuhaf uzmanlarının icat ettikleri kavramlara; iletişim çağı, peki kim kimle iletişim kuruyor? Yönlendirme çağı neden demezler?

Uzatmayalım, bu çürümedir.

Ve öğrenci gençlik, bu çürümeyi diğer toplumsal kesimlere göre daha rahatlıkla anlayabilecek durumdadır. Bunu önlemek için, devlet, bir yandan artan devlet terörünü devreye sokmakta, diğer yandan ise uyuşturucu ve uyuşturucunun bir başka şekli olan eğlence sektörünü (bilgisayar oyunları, reklamlar, online kumarlar vb. ile tüm eğlence sektörü) devreye sokmaktadır. Bu da çürümenin bir başka boyutudur. Çürüme, tüm toplumu sarmıştır ve çürüme, gerçekte burjuva egemenlik nedeniyle vardır, kaynağı burjuva egemenliktir.

Bu nedenle, gençliğin burjuva egemenliğe karşı savaşımı temeldir. Gençlik, öğrenci gençlik, açık ve net olarak, burjuva egemenliğe karşı savaşmakla karşı karşıyadır, başka da yol yoktur.

Bu açıdan önemli bir üçüncü nokta ortaya çıkmaktadır. Tüm üniversite ve liseler, özgür ve bilimsel eğitim için harekete geçmelidir. Üniversite ve liselerde, öğrenciler, özgür ve bilimsel eğitim için kendi organizasyonları yapmalı, hayata geçirmelidir. Öğretim üyeleri ve öğretmenler ile birlikte. Tüm liselerde, tüm üniversitelerde Marksizm-Leninizm öğrencilerin hayatlarına girmelidir. Öğrenci hareketi, açık olarak, devrimci sosyalizmin yolunda yürümek zorundadır. Başka türlü, olup biteni bütünlüklü olarak kavramak mümkün değildir.

Bilim, sanıldığı gibi, üniversitelerde üretilmemektedir. Bu çoktan bitmiş bir süreçtir. Özellikle tekelci egemenlik, bilimi üniversitelerin dışına çıkartmıştır. Bu durumda bilim, gençliğin ellerinde, öğrenci gençliğin ellerinde yeşerecektir. Geleceğin devrimci aydınları, bizim vurgumuzla entelektüeller, yani sınıf savaşımında işçi sınıfından yana tutum almış ve öyle yaşayan aydınlar, daha çok öğrenci gençliğin içinden çıkacaktır.

Üniversiteler, bilimin, sanatın, edebiyatın gelişmesi için bir yuva hâline getirilmelidir. Bu, elbette mücadeleden bağımsız bir süreç değildir. Örgütlü bir iştir. Yani, devrimci mücadelenin içine girmeden, yalıtık olarak üniversitede bilimsel, sanatsal, edebî çalışma yapmak mümkün değildir. Bu mücadelenin içinde gerçekleşecektir. Her lise, her üniversite, devlet ne derse desin, ne yaparsa yapsın bir bilim ve sanat merkezi hâline getirilmelidir. Bu elbette üniversitelerin devrimci öğrencilerin denetiminde alanlara sahip olması demektir.

Özgür bilimsel eğitim, mevcut sistemin, kapitalizmin sınırlarını aşan bir taleptir. Bu talep, son derece açık, son derece insanî, son derece temel bir taleptir. Böyle olması, onun politik bir talep olmadığı anlamına gelmez. Zira gerçekten de bu talep, kapitalizmin sınırlarını, burjuva egemenliğin duvarlarını aşmak demektir.

Elbette bu durum, liseli ve üniversiteli öğrencilerin, birer Marksizm ve Leninizm öğrencileri de olması demektir. Bu eğitim olmadan, üniversitelerde, liselerde Marksizm ve Leninizm yer etmeden, kendini yaymadan, öğrenci gençliğin mücadelesi kitlesel açıdan da sağlam bir rotada yürüyemez. Kitlesel öğrenci hareketinin gelişiminin arifesindeyiz. Daha alınacak çok yol vardır. Mücadelenin bu iki yönünü birlikte ele almak gerekir. Bir yandan, devrimci öğrenci hareketinin gelişimi ve diğer yandan da kitlesel, özgür üniversite hareketinin gelişimi, birbirine paralel, birbirini kovmadan, birbirinin içinde gelişmek durumundadır.

Sistemin öğrenciye sunduğu şey çok açıktır. Bunu birçok alandan tarif etmek mümkündür. Ama özeti, tam anlamı ile bir karanlık ve geleceksizliktir. Çünkü kendi durumu budur, sistem karanlık üretmektedir ve geleceği yoktur. Geleceği olmayanların, kimseye, ama özellikle de gençliğe sunacağı bir gelecek yoktur.

Gençlik, zamanını tüketmek üzerinden sürmekte olan, dünden gelen alışkanlıklarını bir yana bırakmalıdır. Zamanı geçirmek, sanki bir anlamda akşam olmasını beklemek, gençliğe ait olamaz. Bu durum, kimi kesimlerde bir uyuşukluk, kimi kesimlerde ise bir seyirci olma hâli biçiminde sürmektedir. Oysa yeni bir gençlik eğilimi de ortaya çıkmıştır. Mücadele eden, öne çıkan, hesap soran, kendi geleceğini kendi elleriyle kurmaya yönelen bir gençlik de vardır. Bu da yaşamdır. Gençliğin bu ikili hâli sürecektir. Bu bir mücadele meselesidir. Alışkanlıklar, birkaç günde ortadan kalkmaz, kalkmayacaktır. Ancak, yeni olan mücadele eden gençliktir. Yakın zamana kadar süren bu seyretme ve umursamazlık hâli, artık geride kalmaktadır. Ama bu hâlin, dünün doğurduğu alışkanlıklar bir anda ortadan kalkmazlar. Yeni yolda, devrim yolunda yürümenin getireceği yeni alışkanlıklar yaşamın tümünü kapladığında durum değişmiş olacaktır. Bu süreç sadece ülkemizde değil, tüm dünyada da yaşanmaktadır. Kapitalist sistemin savaş naraları yükseldikçe, savaş yayıldıkça, gençlik bu savaşın ön saflarında burjuva egemenlik için feda edilmek üzere hazır hâle getirilmek istenmektedir ve tüm dünyada bu sürece karşı direniş gelişmektedir, daha da gelişerek görünür hâle gelecektir. Tüm dünyada sosyalizm için savaş yeniden yükselecektir. Bu savaşta, gençliğin yeri işçi sınıfının saflarıdır. Gençlik sadece işçi sınıfının saflarına katılmakla kalmayacak, aynı zamanda işçi sınıfının mücadelesinin daha sağlam hâle gelmesinde de önemli bir yer tutacaktır. Dünya devrim tarihi bunu göstermektedir.

Yaşanabilir bir dünya özlemi, tüm insanlığın özlemidir. Daha da çok gençliğin özlemidir. Bu özlem, sosyalist devrimlerin gelişimi için bir güce dönüşecektir. Bunun yolu da örgütlenmedir, devrimci sosyalist örgütlenmedir.

“Yağma-rant-savaş ekonomisi”, “içeride-dışarıda savaş politikası” ve kitlesel direniş

Aslında başlıktaki, tırnak içine alınmış iki vurgu, Saray Rejimi olarak özetlenebilir. İlk satır, “yağma-rant-savaş ekonomisi”, aslında egemenin ekonomik politikalarını ifade ediyor. İkinci satır, “içeride ve dışarıda savaş politikası” ise, egemenin, bugünkü siyasal politikalarını (askerî politikalar da içinde) ifade etmektedir.

Şükür, bugünlerde, geniş bir kesim Saray Rejimi kavramını kullanmaya başladı. Doğrusu önemlidir. Ama yine de bunun, Saray Rejiminin içeriği üzerinde de durmalıyız. Hele bugünlerde. Çünkü kavramların doğru kullanılması önemli görünüyor. Egemen, sınıf savaşımında işçi sınıfını silahsız bırakmak için, işçi sınıfından yana olan okur yazar kitlenin aklını karıştırmak için, kavramlara özellikle saldırıyor. Bu nedenle, kavramları, işçi sınıfının mücadelesi açısından ele alarak yerine oturtmak büyük bir öneme sahiptir. Belki de Kaldıraç, bir dergi olarak, kavramların iğdiş edilmesine karşı bir çeşit hatırlatma yapmak adına, her sayısında, bir kavramı işleyebilir. Mesela, “demokratik kitle örgütü” yerine kullanılan “sivil toplum kuruluşları” tam da işçi sınıfının ve direnenlerin mücadelesine yön vermek üzere uydurulmuş, Batı “think tank” kurumları ya da aradaki resmiyeti bir yana bırakalım, küresel sermayenin savunucuları tarafından uydurulmuş bir kavramdır. İşçi sınıfının burjuva egemene karşı mücadelesi açısından bu çalışma çok yerinde olur kanısındayız. Birçok entelektüel, sanırım bu konuda destek verebilir.

Saray Rejiminin içeriği üzerine durmalıyız. Öyle mevcut iktidara, mevcut devlet örgütlenmesine “kötü” demek için geliştirilmiş bir kavram değildir Saray Rejimi. Zaten burjuva devlet denildi mi, bu yeterince “kötü”dür. Dahası, 12 Eylül’ü yaşamış bir ülke olarak, 2017 ile başlayan Saray Rejimi örgütlenmesinin öncesine “demokrasi” diyecek değiliz. Demek ki Saray Rejimi, “demokrasinin olmaması” ile sınırlı değildir.

Hemen bizim liberallerin damarına bastığımızı anlıyorum. Onları çok umursamıyoruz. Ama şu “okur yazar takımı” (OYT) bizim umurumuzda, onların telâşlanmasını seyreder gibiyiz. OYT, bir şey yapmamanın “lüksünü” ve sadece seçimlerde oy kullanmakla yetinmenin korkaklığını sürdürmek için, “demokrasi” meselesine çok sarılıyor.

İyi ama, artık, dünyanın hangi ülkesinde demokrasiden söz edeceksiniz? ABD’de var mı? Trump veya Biden arasında seçim yapan Amerikalı için demokrasi mi var? İngiltere, sizce demokrasinin söz edilebileceği bir ülke mi? Peki öyle ise, olağanüstü yasalar ne işe yarıyor? Starmer, sizce Erdoğan’dan farklı mı? Ya Merz, Almanya’nın demokratı mı? Rothschild bankerliğinden Fransa’nın başına geçen Macron mu demokrat? Bu ülkelerdeki uygulamaları saymaya gerek yok. Bizim Batı hayranı OYT için, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, demokrasinin olmadığı bir ülke, onu muhtemelen Çin ve Rusya izleyecektir. Oysa Kuzey Kore ile karşılaştırılırsa Amerikan demokrasisinin kanlı bir iktidar olduğu, tarihinin her döneminde ortaya konulabilir.

Burjuva devlet, bir burjuva diktatörlüktür. Demek ki, en iyisi de bir diktatörlüktür ama bugünlerde o en iyisinin görüntüleri ortada yoktur. Çoktan yoktur da, bugünlerde bu durum, herkes için aşikâr olmalıdır. Kafasını Batı değerleri ile kirletmemiş birisi için bu açık olmalıdır.

AK Parti öncesinde de demokrasi yoktu. Burjuva anlamda bile. AK Partinin bir dönemi, o minvalde, 12 Eylül rejiminin devamı olarak sürmüştür. Ama 2017’de, “Allahın bir lütfu” olarak değerlendirilen 2016 darbe oyununun sonrasında, Saray Rejimi oturtulmaya başlanmıştır.

Saray Rejimi, TC devletinin olağanüstü örgütlenmesidir. Burada sadece çeteler yoktur. Saray Rejimi, üç etken altında oluşmuştur. Birincisi Kürt devrimidir. Onu bastırmak için olağanüstü yöntemler 40 yıldır uygulanmaktadır. Buna rağmen Kürt devriminin sistemi çözücü etkisi durdurulamamıştır ve Saray Rejimi bu amaçla devreye sokulmuştur. Sadece Kürt devriminin etkileri değildir Saray Rejimini koşullayan. Gezi ile başlayan, “kimyamızı bozdu” dedikleri süreç, direniş süreci, ikinci bir etkendir. Devlet örgütlenmesini çözücüdür. Ve üçüncüsü, emperyalist güçler arasında SSCB çözüldükten sonra hızlanan paylaşım savaşımıdır. Bu paylaşım savaşı, sadece ülkemizin dışında, çevresinde bir etken olarak ele alınmamalıdır. Bu aynı zamanda içeride de etkili bir süreçtir. NATO mekanizması ile tüm emperyalist Batı’nın sömürgesi olan TC devleti, bu emperyalist güçlerin kendi konumlarını güçlendirme girişimlerine sahne olmuştur, hâlâ da olmaktadır. Ülkemizdeki çeteleşmenin bununla, emperyalist Batı güçlerinin kendi etki alanlarını oluşturma istekleri ile bağı görülmelidir.

TC devletini olağanüstü örgütlemeye iten bu süreçlerdir. Bir devlet, olağan yöntemlerle yönetemiyorsa, kendini, egemenin egemenliğini sürdürmek için, olağanüstü tarzda örgütler. Saray Rejimi budur.

Saray Rejiminde, parlamentonun bir önemi yoktur. 2016 darbe oyununda parlamento bombalanmıştır. Saray Rejimi ise parlamentoyu ortadan kaldırmış, göstermelik bir kuruma indirmiştir.

Bununla kalmaz, kalmamıştır. Siyasal partiler, burjuva siyasal partiler, parti olmaktan çıkmıştır. AK Parti diye bir parti yoktur. Tabelasında AK Parti yazmaktadır ama sistem açısından bu partilerin önemi yoktur. MHP diye bir parti yoktur. Bunların her biri, birer çete yapılanması hâline gelmiştir, gelmektedir.

Yargı, tümü ile Saray’ın bir uzantısıdır. Bir anlamda kolluk kuvvetlerinin uzantısıdır, içindedir. Başka türlü bir yolla, iç savaş hukuku uygulanamazdı. Bugün iç savaş hukuku uygulanmaktadır.

Saray Rejimi, devlet terörünün öne çıktığı, şiddet ile egemenliğin sürdürülmeye çalışıldığı bir rejimdir. Birçok “padişahlık” uygulamasında şiddet bu denli öne çıkmamıştır, çıkmayabilir. Çünkü feodal dönemde de devletin ideolojik aygıtları rıza üretmek için var olurlar.

Saray Rejiminde basın, devletin ideolojik aygıtları için dizayn edilmiştir. Troller, bu açıdan son derece etkilidir. Basın, devletin tüm ideolojik aygıtları, şiddeti beslemekte, ona göre hareket etmekte ve katıksız bir karanlık üretme merkezleri olarak iş görmektedir. ABD basınında da bu hâl ortaya çıkmıştır. Zaten tekellerin kontrolündeki basın, elbette “hür basın” olarak alkışlanamaz. Ama bugün, öylesine yalanlar ortaya atılmaktadır ki, ömürleri bazan birkaç gün, bazan birkaç saat sürse de bu karanlık üretme sürecinden vazgeçmemektedirler. Hitler döneminin uygulamaları, bunların bugün ortaya koyduğu pratik karşısında “naif” kalır. Avrupa’nın üç büyük ülkesinin liderleri, trende kokain çekerken görüntülendiği hâlde, bunu Rus propagandası olarak nitelemişlerdir. Macron, uçak çıkışında eşi tarafından tokatlandığında, bu görüntüleri de Rus propagandası olarak nitelemekten çekinmemişlerdir. Macron, Fransa’daki seçim sonuçlarını görmezden gelmiştir. NATO üyesi hiçbir ülkede demokrasiden söz edilemez, dün de edilemezdi, bugün hiç edilemez. Bugün, dünden farklı olarak tüm devlet mekanizmaları, tüm iğrenç dişlileri ile ortaya çıkmaktadır. Gerçek anlamı ile tekeller dünyasının burjuva devleti, kendini açık olarak ortaya koymaktadır. Biz buna, dünden beri, uzun süredir, tekelci polis devleti diyoruz. Bugün çok daha açıktır.

“Tek adam diktatörlüğü” demek, aslında devlet denilen şeyin ne olduğunu unutturmak demektir. Devlet, her zaman bir sınıfın egemenliğidir. Bunun “tek adam diktatörlüğü” olarak adlandırılması, o “tek adamı” kötüler gibi yapıp, aslında devleti kurtarma girişimidir. Yani, tüm “kötülüklerin” kaynağı devlet değil de bir kişidir demek anlamına gelir.

Arada bir, “Saray iktidarı” denilmesi de hatalıdır. Biliniyor, devlet denilen makina içinde kalıcı unsurlar vardır ama buna rağmen, seçimlerle iktidar oluşur. İktidar ve muhalefet kavramları, aslında devlet denilen organizmanın bizzat içindedir. “Saray iktidarı” denildi mi, aslında devlet değil de, bugün yönetenler hakkında konuşuyor oluruz. Bu durumda “devlet” temize çıkar ve Saray kötülenmiş olur. Doğru değildir. Kılıçdaroğlu tarzına uygundur. Ne zaman devlet tehlikeye girdi diye düşünse, “devletle konuştum, bunlar kötü” demek için bir yol bulur. Devleti kurtarıp, devletin içindeki kötüleri suçlamak, böylece kitlelerdeki öfkeyi devlete, sisteme değil de, bir gruba, bir kişiye yöneltmek girişimidir bu. Bu ister bilerek yapılsın, ister bilmeyerek.

Oysa bugün, farklı bir siyasal rejim vardır. Bu farklı siyasal rejim, aslında devletin olağanüstü örgütlenmesidir. Mesele “iktidar” değildir. Saray, bizzat devlettir, yeni rejimdir. Bu rejimde parlamento, yargı, basın, kolluk kuvvetleri, siyasal partiler farklı tarzda konumlanmıştır.

Ülkemize dönelim.

Bu koşullarda seçim ne demektir? 2015 yılından başlayarak, ülkemizde seçim sonuçları, referandum sonuçları vb. hilelidir. Yani, ülkemizde seçim göstermeliktir. Bu, geniş kesimlerin de ortak bilincidir. Kanıt mı, son birkaç seçimde sandıkların denetlenmesi için ortaya çıkan eğilim, bunun kanıtıdır. Buna rağmen hırsız her zaman hileyi yapabilmektedir.

Şimdi, bir soru ortaya çıkıyor: Erdoğan’ın seçilmiş olduğunu nasıl kabul edebilirsiniz? Siz, kim olursanız olun, bu sonuçları kabul edip, seçimleri meşru kabul ettiniz mi, bu Saray Rejiminin, bilerek ya da bilmeyerek aklayıcısı oluyorsunuz demektir. Seçimler meşru değildir. Erdoğan meşru seçilmiş bir kişi değildir. Kaldı ki, Saray Rejimi, Erdoğan ile sınırlı bir devlet örgütlenmesi değildir. Erdoğan, bir çeşit kukladır.

Ülkemizde burjuva egemenler kimlerdir? Egemen, elbette sadece ülke içindeki burjuvalardan, tekellerden, banka ve sanayi sermayesinden ibaret değildir. Onlar da içinde, emperyalist Batı, ülkemizdeki egemenlerin bir parçasıdır. Ülkemizdeki sanayi ve banka sermayesi, zaten karakteri gereği, bu uluslararası tekellerin uzantısıdır. Türkiye’nin sömürge olduğunu kabul etmek, bizim Batı değerleri ile yıkanmış OYT için oldukça zordur. Ama gerçek böyledir, sen kabul etmesen de o orada durur. Ülkemizin birçok “aydın”ı, kafasını kuma gömen devekuşu gibidir, onlardan farkları, bunlar kafalarını dolarlara gömmektedir ve önemli bir bölümü, bize demokrasi diye bu egemenliği yutturmak istemektedir.

Anlamak için istatistik bilimini devreye sokmak yerinde olur. TÜİK, Saray Rejiminin nasıl bilimi çarpıttığının kanıtıdır. Her rakamları yalanlarını beslemek içindir. Arada bazı rakamlar onların denetimini aşarak kamuoyuna yansımaktadır. Bankalarda bulunan mevduatın, 1 milyon TL ve üzerinde olanların sayısı 2.2 milyon kişidir. Bunlar, toplam mevduatın %80’ine sahiptir. 10 bin TL altında mevduatı olanların sayısı 166 milyon kişiyi geçmektedir ve bunların mevduattaki payı binde 62’dir (%0,62). 10 bin TL ile 1 milyonun altında mevduatı olanların payı ise, %19,38’dir. Bu rakamlar da eksiktir. Çünkü birincisi, bankalardaki para dışında evinde parasını tutanlar vardır ve bunlar, üst kesimlere aittir. Bunun ne kadarı kara paradır bilmemiz zor ama yüksek olduğunu biliyoruz. TC devleti, çeşitli uygulamalarla bu kara paranın sisteme girişini teşvik etmektedir. Nereden buldun sorusu sorulmadan milyonlarca dolar bankalara yatırılabilmekte, sonra da çekilmektedir.

Saray Rejiminin ekonomi politikası, “yağma, rant ve savaş ekonomisi” olarak özetlenebilir.

Burada bazı sol kesimler, “yağma ve rant ekonomisi” demekle yetinmektedir ki, bu hatalıdır. Savaş ekonomisi olmadan, sadece ekonomik durumu açıklamak mümkün olmaktan çıkmıyor, aynı zamanda içeride ve dışarıda savaş politikasını da anlamak mümkün olmaktan çıkıyor.

Bu “yağma, rant ve savaş ekonomisi”, sadece ülke içindeki tekellerle sınırlı bir politika değildir. Sadece “beşli çete”den söz etmek, işi anlamak için yeterli olmaz. Kârına kâr katan holdingler, bu dönemin ürünüdür. Kârlılık rekorları kıran bankalar bu dönemin ürünüdür.

Ciddi ölçüde devlet, işçi ve emekçilerden zenginlere para transfer etmektedir. Bu para transferinin içinde Saray’ın payı vardır. Ve bu sadece beşli çetelerle sınırlı değildir. Tersine, tüm büyük şirketlerle bağlantılıdır. Bir bölümünün vergileri silinmekte, bir bölümünün ise vergileri daha ortaya çıkmadan yok edilmektedir. Buna karşılık il il, ilçe ilçe, sokak sokak vergi cezaları yazılarak, esnaf ve küçük üreticilerin yıkımı yaşanmaktadır. Vergi, esas olarak işçi ve emekçilerden toplanmaktadır.

Bir kere daha sendikalara sesleniyoruz, sendikalar, ücretlerin brüt olarak işçinin eline verilmesini savunmalıdır. İşçiler, maaşla yaşayanlar, vergi kesintileri yerine, kendileri brüt ücretlerini aldıktan sonra vergi vermelidir. İşverenlere tanınan bu hak, tüm vatandaşlara tanınmalıdır. İşçiler SGK ödemelerini, vergilerini maaşlarını aldıktan sonra gidip kendileri yatırsınlar. Mülk sahiplerine, ev sahiplerine, holdinglere tanınan bu hak, tüm çalışanlara tanınmalıdır.

Saray Rejimi, toplanan tüm vergileri, sınır tanımaz bir biçimde işadamlarına, kapitalistlere aktarmaktadır. Savaş sanayii de bunun çok önemli bir parçasıdır. Bu nedenle, Saray Rejiminin ekonomi politikası, artan harç ve haraçlar, artan vergiler olarak ortaya çıkmaktadır.

Son hileli seçimlerle yeniden, hakkı olmadığı hâlde, Kılıçdaroğlu eli ile Cumhurbaşkanlığını kazandığı ilan edilen Erdoğan, Saray Rejimi için daha fazla kukla olmaya başlarken, Saray Rejimi, iki alanda değişikliğe gitti. Bu elbette egemenlerin planıdır (uluslararası sermaye ve onların yerli uzantılarının).

İlk değişiklik, ekonominin, alacaklılardan oluşan uluslararası konsorsiyuma devredilmesidir. Yani, ülkeden alacaklı olan uluslararası sermaye, kendi alacaklarını teminat altına almak, süt veren ineği öldürmeden kontrollü olarak yaşamasına izin vermek üzere, bir çeşit Düyûn-ı Umûmiye oluşturmuştur. Bu oluşuma yasal bir destek olarak IMF ile gizli bir anlaşma yapılmıştır. Mehmet Şimşek, Erdoğan’ın kadrosu değildir, bu konsorsiyumun kadrosu, memurudur. Zaten bazı konuşmalarında “yerli halkı ikna etmek” gibi sözler kullanarak bunu açığa vurmaktan da geri durmamaktadır.

Bu anlaşmanın, 2025 yılının sonunda veya 2026’nın mart ayında biteceği sanılmaktadır. Bu konudaki bilgimiz, elbette anlaşma tarihini bilmiyor olmamıza rağmen, ortaya çıkan bazı uygulamalardandır. ABD’de, TV kanallarında verilen reklamlar var. Bu reklamlarda, 1 milyon ve üzeri doları olanların, Türkiye’de parayı faize yatırarak %16,4 faiz alacakları garantisi verilmektedir. Bu nedenle dolar kuru, baskı altına alınmaktadır. Şimşek, açıkça gelen yüz milyonlarca dolara, yıl sonuna kadar çıkış kur garantisi vermektedir. Aslında bu konuda TC devleti ile bu fonların yaptığı anlaşmaların süresi elimizde olsa, bu tarihi bilmemiz mümkündür. Ama bunu bilmiyoruz. Bildiğimiz, IMF anlaşmalarının 2 veya 3 yıl süreli olduğudur. Bu üç yıl, eğer IMF anlaşması Ocak 2023’te yapılmış ise, Aralık 2025’te dolmaktadır. Yok anlaşma Mart 2023’te yapılmış ise bu süre, Şubat 2026’da dolmaktadır. Bildiğimiz, Erdoğan ile bu anlaşma, seçimlerden önce yapılmıştır ve bu Mayıs 2023 öncesi demektir (yani anlaşma 1 Mayıs 2023’ten önce yapılmış olmalıdır). Demek oluyor ki, eğer bu anlaşma uzatılmazsa, yeni bir anlaşma devreye sokulmazsa, dolar kurunu baskılama süresi bu tarihlerde dolacaktır. Yaşayıp göreceğiz.

İkinci değişiklik, Kaldıraç okurları hatırlayacaktır, bir gizli savaş kabinesi kurulmuştur (Sanırım biz bu iki değişikliği, Haziran 2023’te yazdık). Bu savaş kabinesi, içeride ve dışarıda savaş politikasının gereğidir. TC devletinin, “iç cepheyi güçlendirmek”, bugünlerde “terörsüz Türkiye” tarzındaki vurguları, bu içeride ve dışarıda savaş politikasının ifadeleridir. Ortadoğu’da savaşın değişik hâllerini hep birlikte gördük ve görüyoruz. Suriye sürecini biliyoruz. İran’a karşı savaş hazırlıkları ise, İsrail eli ile ABD’nin son saldırısı sonrasında netleşmektedir. Yukarıda Azerbaycan ve Ermenistan’da ortaya çıkan gelişmeler, İran Türkiye sınırından mayınların temizlenmesi, bu hazırlıkların parçasıdır. Öyle görünmektedir. İran’a fiilî olarak kara harekâtı planlanmaktadır. Ve bu açıdan, NATO politikalarına da uygun olarak savaş sanayiine yapılan yatırımlar, bu sürecin bir parçasıdır.

Şimdi, bir erken seçimden söz edilmektedir. Bunun zamanı üzerine tartışmalar, çok anlamlı değildir. Değildir, çünkü normal şartlarda erken seçim, daha 2023 Mayıs ayında gündeme düşmüştür. CHP, yerel seçimlerde, hileli seçim olan 2023 Mayıs seçimlerinin ardından ortaya çıkan yerel seçimlerdeki durum nedeniyle, hemen erken seçim ilan etmeliydi. Seçimlerin meşru olmadığını ilan etmeliydi. Bugün CHP bir erken seçim tarihi üzerine tartışmaktadır. Bu tarihi, 2 Kasım 2025 olarak ortaya koymuştur. Bu tarih de, konsorsiyumun çalışma döneminin bitişi hakkında bir fikir vermektedir.

Çok ciddi bir oy toplamış olan İmamoğlu’nun hapsedilmesi, aslında seçimler için bir hazırlık ile sınırlı bir tutum değildir. Elbette bir ucu odur. Ama esas olan, “iç cephenin güçlendirilmesi” siyasetidir. Hiçbir muhalefet istemiyorlar ve NATO tedrisatından henüz geçmemiş olduğunu varsayabileceğimiz İmamoğlu ve Özel ikilisinin kontrol altına alınması onlar için önemlidir.

Gerçekte seçimin olup olmayacağı dahi belli değildir.

İktidar, bir seçim isteyecekse, elbette bunun için kararı kendisi verecektir. Bunun dışında bir seçim olanağı, ancak Saray’ın yolunu tutmuş kitlesel tepki ile olanaklıdır.

İktidarın seçim koşulları bellidir. Birincisi, Erdoğan’ın yeniden aday olabilmesi. Bunun için CHP, bir noktaya gelmiştir. “Seçimde karşıma çık” vurguları, aslında Erdoğan’ın yeniden seçilme hakkını tanımanın bir yoludur. Ama iktidar için önemli olan ekonomik açıdan bir rahatlamanın ortaya çıkması durumudur. Bu ise, oldukça uzak bir hâldir. Zira kriz, uluslararası krizle de birleşmiştir. Öyle anlaşılıyor, uluslararası alacaklılar, bu alacaklarına karşılık, ülkenin tüm yeraltı zenginliklerini istemektedir. Bu nedenle, sonradan ağaç kesme ile uğraşmamak için, tüm ormanları yakmaktadırlar. Bu bizzat Saray tarafından yerine getirilmektedir. Yangınlar, bunun en açık kanıtıdır. Devletin bu konudaki tutumu, tartışmaya yer bırakmayacak netliktedir. Bu elbette “yağma, rant ve savaş ekonomisi”ne uygundur. Üçüncü nokta ise, savaşın gidişatıdır. Savaş, bu seçimlerden önce olacaktır ve savaş sonunda bir zafer havası ortaya çıkarsa, işte o zaman Saray’ın (siz bunu devletin diye okuyun) eli rahatlayacaktır. Bu üç koşuldan sadece ilki, Erdoğan’ın aday olabilmesinin kabulü gerçekleşme olanağına sahiptir. Ekonomik krizin çözülmesi, TC devletinin boyunu aşmaktadır. Savaşın ise, nasıl gelişeceği belirsizdir. Savaş, tüm bölgeyi sarmıştır, daha da saracaktır. Savaş, sadece İran’ın yıkımı demek olmayacaktır, tüm bölgenin yıkımı demek olacaktır. Eğer İran’ın baskı ile ABD’nin isteklerini, ki bu istekler sınırsızdır, kabul edeceği bir durum ortaya çıkmazsa, İran’a saldıran güçlerin de büyük yaralar alacağını düşünmek mümkündür.

Tüm bu süreç, egemenlerin cephesinden böyledir.

Ama işçi sınıfı ve emekçiler açısından durum farklıdır.

İşçi sınıfı, kadınlar ve gençlerin direnişi sürmektedir. Bu direnişin gelişimi, devletin tüm baskısına, terörüne rağmen sürmektedir. TC devleti, her eyleme saldırmaktan geri durmamaktadır. Hapishaneler doldurulmuştur. Ama buna rağmen direniş sürmektedir. Devlet, uzun süredir, sürekli olarak grevleri “ertelemektedir.” Ama bu “erteleme”, gerçek bir yasak hâline gelmiştir.

Sendikalar, bu açıdan bir yeni sürecin eşiğindedir. Bir yandan, gelişen öfke sendika mafyasının denetimini dağıtabilme olanaklarına sahiptir. Bunun normal sendika seçimleri ile gerçekleşmesi zordur, zaman alacaktır. Ama, kitlesel direniş, sendikaların, sendikalı işçiler de dâhil, dışında gelişmektedir.

Sendikacılık daha da fazla sorgulanacaktır.

Fiilî olarak grevsiz sendika, grevsiz toplu sözleşme hâli tüm işçi sınıfını kapsar hâle gelmiştir. Artık, devletin, Saray Rejiminin yasaklarını dinleyerek sendikacılık yapılamaz. Dün, memur sendikalarında bir gerçeklik olan “grevsiz ve toplu sözleşmesiz sendika hakkı”, bugün tüm sendikalar için fiilî bir gerçek hâline gelmiştir. Bu ucube sendikacılık, bu hâli ile sürdürülebilir değildir.

İşçi sınıfının ekonomik ve sosyal talepleri, sendikalar aracılığı ile savunulamaz hâldedir ve bu her işçi için artık bir gerçeklik hâline gelmiştir, gelmektedir.

Grevsiz sendika ucubesi, şimdi daha net anlaşılmaktadır.

Şimdi, devletçi sendikacılık diye bir şeyin, işçi sınıfının günlük ve uzun vadeli çıkarlarına ters olduğu gün gibi açık hâle gelmektedir.

Bu durumda, işçi sınıfının direnişinin devam edeceği, bu direnişin, parça parça ve birbirinden uzak bir biçimde süreceği açık hâldedir.

İşte bu noktada, “genel grev ve genel direniş” sloganı, en geri konumdaki işçi için bile bir anlam ifade eder hâle gelmektedir.

Yerinde ve açıcı bir tespittir: Fikirler, toplumsal hareketin hafızasına düşmeye başladı mı, onların filiz vermesi, ancak zaman sorunu demektir. “Tüm yollar Saray’a çıkar ve işçi birlikleri Saray’ı yıkar” artık mayalanmaktadır. “Genel Grev ve Genel Direniş” fikri mayalanmaktadır. Ve Birleşik Emek Cephesi, bir siyasal adım olarak mayalanmaktadır.

İşte işçi sınıfının, direniş hareketlerinin gündemi buradadır. Bu elbette, örgütlenme demektir. Ve bugün, işçi sınıfı, kadın direnişi, öğrenci gençliğin direnişi ne kadar örgütlülük açısından zayıf olursa olsun, bu zayıflığı yenecek potansiyele de sahiptir. Bu nedenle, işçi sınıfının gündeminde seçim yoktur. İşçi sınıfının gündeminde ayağa kalkma, örgütlenme, birleşik bir devrimci güç olma görevi vardır. Gündemi de budur.

Saray Rejimini yıkacak olan güç, işçi sınıfının öncülüğünde kitlesel direniştir. Devrimci hareket için, her bir devrimci için gündem bunu gerçekleştirmek için yapılacak olanlardır. İşçi sınıfının ve gençliğin devrimci enerjisi, işte bu hatta, devrimin gerçek gündemine kanalize edilmelidir.

Batı’nın ikiyüzlülüğü, soykırım ve Filistin

Hiç ama hiçbir zaman, Batı dediğimiz emperyalist Avrupa ve ABD, emperyalizm, insanlık değerleri diye bir derde sahip olmamıştır. Ne zaman bir yerde “insan hakları”ndan söz ediyorlarsa, demek ki oradaki katliamlarını gizliyorlar ya da yeni katliamlara hazırlık yapıyorlardır. Ne zaman “insan hakları” diye söze başlarlarsa, biliyoruz ki arkada baltalarını biliyorlar, katliamlarını örtüyorlar. Ve fakat, son derece “ikna güçleri yüksek” katillerdir bunlar. Her zaman, defalarca foyaları, gerçek yüzleri ortaya çıkmış olsa da, aldatacak, tuzağa düşürecek halklar bulabiliyorlar. Elbette, emperyalist egemenlik, kendi sömürgelerine kendi kadrolarını, memurlarını atar, onları iş başına getirir. Bunun yüzlerce yolu vardır ve bunu yaparlar. Erdoğan’ı kim seçmiştir? Eğer Erdoğan, Özgür Özel’in dediği gibi “seçilmiş” ise, bu sandıkta seçilmek anlamında yanlış, ama Washington’da seçilmiş olmak anlamında doğrudur. Yoksa, seçilmiş bir kişi değildir. Seçkinlerin, egemenlerin seçtikleri kişidir.

Demek, emperyalist güçlerin, kendi sömürgelerinde kendi yöneticilerini oturtması, hiç de zor değildir. Ama halkları, geniş kitleleri defalarca kandırması, aldatması, hiç de o kadar sıradan bir iş değildir. Kendi yöneticilerini seçip atamaları sıradandır, ama defalarca ve defalarca halkların aldatılması sıradan sayılamaz. Dünyanın birçok yerinde, baskı ve sömürüden bitkin düşmüş halkların, kurtarıcı diye ABD’ye ya da onun benzeri bir ülkeye inanarak davrandıkları, o emperyalist büyük gücün kendilerini kurtaracaklarına inandıkları çok örnek vardır. Hepsinin sonu da hüsrandır, kandır, gözyaşıdır, daha kötü bir bağımlılıktır. Ama yine de Batı, kendini kurtarıcı, “demokrasi”nin beşiği, “medeniyetin zirvesi” ve “insan hakları savunucusu” olarak sunmakta başarılıdır. Uluslararası sermaye, katliamı “kurtarma” girişimi, direnişi “terör” olarak göstermekte oldukça marifetlidir.

Herkes bilir, ABD Irak’ta yalanlar söyleyerek işgal planını devreye sokmuştur. Sonrasında yalanlarını da kendileri itiraf etmek zorunda kalmışlardır. Bu yalanı bilmeyen yoktur. Ama buna rağmen, başka bir hikâye ortaya attıklarında, mesela İran’a karşı savaş naraları attıklarında, bu yalana yeniden inanmak adeta sıradan bir hâl olmaktadır. Diyelim ki bir x ülkesi ya da bir x halkı olsun, onların emperyalist güçlerin tüm katliam politikaları ve oyunlarını duydukları hâlde, yeni bir yalana inanmakta çok da zorlanmıyorlar. Efendiler, iyi ama o durum başkaydı, diye başlıyorlar ve sonra, “kutsal elma” tepside sunuluyor. Elmayı almak istemeyene, katliam politikaları gösteriliyor. Bunun için bir bölgesel tehdit bulmaları da zor değil. Bizim, okur yazar takımı da bu konuda pek heveskârdır. Erdoğan, birçok kere kandırıldım demiştir. Bizim okur yazar takımı, kandırıldık bile demeden, hep kandırılır. Kendini çok bilmiş sanan, modern dünyanın çağdaş vatandaşı olduğunu iddia eden bu okur yazar takımımız, müzmin kandırılma hâli ile karşı karşıyadır. Bilmediğini kabul etmediği sürece, bu bir çeşit onun kaderidir, öğrenemez. Ve eğer kandıran ABD, NATO, Batı ise, bu hâl çok da kötü gelmez onlara. Tıpkı, trafik kazası geçiren bir marka bağımlısının, “ezildim ama şansıma Mercedes ezdi” demesi gibidir.

Bugünlerde, bugünlerde derken, en az iki aydır, Batı merkezlerinin ikiyüzlülüğünün yeni örneklerine şahit oluyoruz. Hayır hayır, Ukrayna’da barışı istiyoruz derken savaşı kundaklamalarından, sivil ölümlere karşı çıkarken, “bizim için Rus öldüren Ukraynalılara teşekkürler” etmelerinden söz etmiyoruz. Hayır.

Filistin’den söz ediyoruz.

Soykırım, ekim ayında, 2023’te başladı. Eksiktir, hatalıdır. Soykırım, daha önce başladı. Katliamlar, onlarca yıldır vardır. Ama 2023 yılının sonlarında, açık bir soykırım sahneye konmuştur. Ölen sayısını bilmiyoruz. Açlıktan ölen sayısını bilmiyoruz. Ama biliyoruz ki, çokturlar ve insandırlar. Sayılarını veren rakamlarda onlar birer insan değilmiş, sanki birer sinekmiş gibi anlamlandırmaktadır.

İsrail devleti, faşist Netanyahu, açık olarak Filistin’de yaşayanları “insan” olarak görmüyor. Bizim ülkemizde ya da Avrupa’da yaşayan birçok “aydın”, o kadar kararmıştır ki, o kadar korkaklaşmış, o kadar devletin bacakları arasında yer edinmişlerdir ki, kendi arkadaşları olan Yahudi kökenli yazar-çizer takımının “bunlar insan değil” demelerine ses bile çıkartmıyorlar. Filistinli “insan değil”, bir çeşit ucube, katli vacip bir varlıkmış gibi sunuluyor. Kendilerini “laik” düşünceden yana ilan eden bu okur yazar takımı, hiç utanmadan, bu sözlerin, bir dinci yönetimin söylemi olduğunu da anlamıyorlar. Bizde Erdoğan ve tarikatlardan gelen dinci yönelimleri, “dincilik” diye haklı olarak isimlendirenler, İsrail devletinin bu söylemlerine “dincilik” demekten uzak duruyorlar. Oysa İsrail devleti, elbette ırkçı ve dinci bir devlettir ve bu konuda TC devletinden daha aşağı kalır değil, tersine daha öndedir. İsrail’in katliamlarına böyle sessiz, hissiz kalınabiliyor.

Oysa dünya tarihinde, çok uzak olmayan süreçlerde katliamlar, soykırımlar vardır ve bunların hikâyeleri bile insanların tüylerini diken diken eder. Şimdi, tüyleri diken diken bu hikâyeleri dinleyenler, hissiz bir biçimde TV kanallarından utandırıcı görüntüleri izleyebiliyorlar.

Bu burjuvazinin, bu tekellerin, bu emperyalist güçlerin ve onların onlardan beter uşaklarının ikiyüzlülüğünün topluma yansımasıdır.

Batı, hep ikiyüzlüdür.

İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin 80. yılındayız. 80 yıl, en azından dedelerimizden dinleyebileceğimiz bir hikâyedir ve elbette, 40 yıl önce de bu hikâyeleri dinleyenler olmuştur. Ve bugünlerde, tüm Avrupa, faşizme karşı zaferi unutturmak için her yolu deniyor. Hattâ birçok şehirdeki heykelleri tahrip ediyor, sokak isimlerini değiştiriyor. Almanya’nın, Dostoyevski romanlarını yasaklamasının varacağı yer burasıdır ve Japon yetkililer, Hiroşima’ya atom bombasının atılmasının 80. yılında, “bomba patladı” diyebilmektedirler. “Bomba patladı”, tüp gaz patlaması gibidir, doğalgaz patlaması gibidir şeklinde sunuluyor. Utanmıyorlar ve korkularından, ABD bombayı attı demiyorlar.

Tüm Avrupa’da Neonaziler devlet uzantısı olarak, hep öyledirler, yeniden yükseltilmektedir. Ve utanmadan birçok “aydın”, dünyada “sağ” yükseliyor, diyor. Kim bu sağı yükseltiyor, bu sağ nasıl yükseliyor? Sanki bunlar kadermiş gibi, sanki tüm bunlar kendiliğinden oluyormuş gibi sunuluyor.

Şimdi, bu Avrupa devletleri, İngiltere, Fransa vb. bir kampanya gibi, “Eylül ayında Filistin devletini tanıyacağız” diyorlar. Ve doğrusu alkışlanıyorlar.

Oysa azıcık düşünebilen kişi, şu soruları sorabilir:

1- Demek ki bu Batı, 1967’de BM’de karar altına alınmış olan iki devletli çözüm bağlamında Filistin devletini, bunca senedir tanımamışlar, neredeyse 60 yıl. Peki neden?

2- Neden eylül ayını bekliyorlar? Şöyle mi diyecekler, “Biz eylül ayında tanıyacağımızı söylemiştik, ama ne yazık ki, bu sırada İsrail, Filistin diye bir şeyi tamamen ortadan kaldırdı ve şimdi tanınacak bir şey yok.” Buna mı hazırlık yapıyorlar? Madem Filistin’i tanıyacaksınız, neden hemen tanımıyorsunuz da İsrail’e 2-3 ay daha zaman veriyorsunuz?

3- Neden, İsrail’e silah satıyorsunuz?

Emperyalist efendiler, sömürgelerine kendileri için en uygun adamları atarlar. Erdoğan gibi. Öncesi de vardır. Eğer Saray Rejimi, işçi sınıfının ayaklanması ile yerle bir edilmezse, sonrasında da kendi adamlarını atayacaklardır. Bunlara, “uşak” dersek yeridir. Bu uşakların bazı farkları vardır. Mesela biri tetikçidir, biri ise uslu bekçi. Ama hepsinin ayrılmaz ortak özelliği, efendilerine hizmet konusunda, efendilerini memnun etme konusunda sınır tanımazlıklarıdır. Efendi ne istiyorsa, bunlar onun on katını yapmak isterler. Yani hizmette sınır tanımazlar.

TC devleti böyledir.

Saray Rejimi, onun başındaki yetkisiz palyaço Erdoğan, sürekli olarak İsrail’e karşı konuşmalar yapıyor. “One minute” olayından beri vardır bu. Büyük tiyatrodur ve tiyatroda Erdoğan’a son derece basit, son derece incelik ve yetenek gerektirmeyen roller vermişlerdir. “One minute” olayının ardından, daha sabah gün doğmadan, İsrail ile Türkiye arasında kapsamlı anlaşmalar imzalanmıştır.

Sahnede İsrail’e karşı sayıp söverler, ama arkadan her türlü işbirliğini yaparlar. Filistinlilerin akan kanlarında Saray Rejiminin, Erdoğan’ın bizzat katkısı vardır. Erdoğan gürlüyor ama limanlardan İsrail’e gemiler akın akın gidiyor. Ve her seferinde yalanları ortaya çıkıyor, soldan ya da İslamî hareketlerden insanlar tutuklanıyor, ortaya saçılan bilgiler yalanlanıyor. Ama 22 Ağustos’ta Saray Rejimi, İsrail’e askerî malzeme ihracatını yasakladı. Demek, o güne kadar böylesi bir yasak yoktu. İkiyüzlülük ve yalan konusunda efendilerinden aşağı kalmazlar. “Mal sahibine benzer” derler, bu olsa gerektir.

Şimdi, sorularımıza dönelim. Filistin’deki soykırım, acaba dünyanın başka ülkelerinden nasıl görünüyor? Örneğin Irak’ta ya da Yemen’de ya da mesela Uruguay’da? Emin olun bizim ülkemizdeki gibi görünmüyor. Bizde, eğer mümkün olsa, hiç haber dahi yapmayacaklar.

Acaba, İngiltere, Fransa, Avustralya, Kanada, neden Filistin devletini eylül ayında tanımaktan söz ediyor? Buyursunlar, hemen mesela Haziran 2025’te İngiltere Filistin devletini tanıyorum desin. Neden tanıyacağım ve eylülde diyorlar? Fransa hemen arkasından aynı açıklamayı yapmıştır. Peki neden Fransa da eylül ayından söz ediyor? Eylülde ne olacak?

Mesela eylüle kadar, Filistin halkı tümden kıyıma uğramış mı olacak?

Peki, neden İsrail’de yaşayanlar, Netanyahu’yu protesto ederken, eylül ayını beklemiyorlar?

Batı, her zaman ikiyüzlüdür.

Her katliamı, “medeniyet taşımak”, “demokrasi götürmek” olarak sunarlar. İşte bu ikiyüzlülük, onların karakterinin sonucudur, sıradan bir tutum değildir.

Şimdi de aynı ikiyüzlülük, Filistin konusunda var. İsrail’i kınamak dahi istemiyorlar, İsrail’e silah sevkiyatını durdurmuyorlar, İsrailli şirketleri protesto edenleri gözaltına alıyorlar, sokaklarda Filistin bayrağının taşınmasını yasaklıyorlar. İsrail karşıtı her gösteriye saldırıyorlar, hattâ çocukları bile tutukluyorlar.

Tüm bunları yapanlar, elbette “Filistin halkı da yoktur, devleti de” deseler, hiç değilse ikiyüzlüce davranmamış olurlar, hiç değilse yaptıkları ile söyledikleri birbirini tutmuş olurdu. Ama öyle yapmıyorlar. Tersine Filistin devletini, eylül ayında tanıyacaklarını söylüyorlar.

Eylül ayı neden seçiliyor?

Onların açıklamalarını sormuyoruz. Onlar elbette bir açıklama yaparlar ve ister inan ister inanma, bahaneleri “uygun” olur. Mesele bizim ülkemizde 20 Ağustos günü, bir kişi, TBMM binasının önünde (TBMM gerçekte yok gibidir, binası ise vardır) beyaz Toros’u yaktı. Üzerinde Muhsin Yazıcıoğlu tişörtü vardı ve ilahi adalet talep ediyordu. Ama İçişleri Bakanlığı, açıklama yaptı, adam, bu eylemi, ÖTV yasasını protesto etmek için yapmış. Sizce buna kim inanır? Hiç kimse. Hattâ İçişleri Bakanlığı da dâhil hiç kimse. Bu durumda, İçişleri Bakanlığı, bu düzeysiz, yalan açıklama için hicap mı duyar? Elbette ki hayır. Çürüme hâlidir bu.

Avrupa’nın ve dünyanın birçok ülkesinin, “Filistin’i eylülde tanıyacağız” açıklamaları da böyle derin bir çürümenin işaretidir.

Bekliyorlar.

İsrail’in hedeflerine ulaşması için, ona bir zaman tanıyorlar. “Üç ayda bu işi bitir, daha fazlası olmaz,” diyorlar. Peki bu açıklamaya sevinen kim var? Belki, Avrupa ve Batı hayranlığı, aldığı dolarlarla beslenen birkaç yazar çizer dışında hiç kimse.

İsrail açık bir soykırım uyguluyor.

İsrail açıkça, çocukların öldürülmelerini “büyüyünce savaşçı olacaklar” nedenine bağladığını açıklıyor.

İsrail, her gün, açlık nedeniyle yiyecek arayanlara “şurada yiyecek var” diyerek gelenleri katlediyor.

İsrail’in her katliamında, tüm Batı’nın desteği, katkısı vardır. TC devleti de buna dâhildir. Filistinlilerin kanları, tüm Avrupa’nın, tüm Batı’nın ellerindedir.

Ortadoğu’nun ABD isteklerine göre şekillenmesi için İsrail eli ile, TC eli ile yürütülen savaşların tümü, NATO ve emperyalist güçlerin ortak savaşıdır. İsrail, burada bir tetikçidir, TC devleti burada bir tetikçidir.

Bu bir soykırımdır ve tüm dünyanın gözleri önünde yaşanmaktadır. Ve bölgemizdeki tüm sömürge devletler, efendilerinin taleplerine göre konum almaktadır. İsrail destekçileridir. Bu nedenle, Netanyahu, Trump’ı Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermektedir. Tam da uygun olanı budur. Bu katliam, tüm dünya halklarına, dünyanın tüm işçi ve emekçilerine karşı açık bir gözdağıdır.

Grev, işçi sınıfının “savaş okulu”dur…

Bir gün, hiçbir şey üretmeyenlerden izin almadan bir şey yaratamayacağını fark ettiğinde; para akışının mal veya hizmet üretenlere değil, sadece ayrıcalıklarını kullananlara yöneldiğini gördüğünde; birçok kişinin çalışarak değil, yolsuzluk ve etkilerle zenginleştiğini anladığında; yasaların seni onlardan korumak yerine, onları senden koruduğunu fark ettiğinde; yolsuzluğun ödüllendirildiğini ve dürüstlüğün bir fedakârlık hâline geldiğini keşfettiğinde, işte o zaman, toplumunun mahkûm olduğunu tereddütsüz bir şekilde söyleyebilirsin.[1]

Yıl 1977. DİSK/Maden-İş’in MESS’e (Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası) karşı yürüttüğü grevin en civcivli günleri. “DGM’yi ezdik, sıra MESS’te!” sloganları ortalığı inletiyor. II. Milliyetçi Cephe hükûmeti ile işçi sınıfı arasındaki ipler iyiden iyiye gerilmiş.

Aziz Nesin, “Büyük Grev” başlıklı masal-öyküsünü tam da bu ortamda Vatan gazetesinde yayınladı. Öyküde, iyi planlanmamış, düşüncesizce girişilmiş grev eylemlerinin işçilerden çok patronlara yaradığı görüşü dile getirilmekteydi. Öyküde bir de Haslet Soyöz’ün Vehbi Koç’u elinde “Yaşasın Grev”, Kemal Türkler’i ise elinde “Yarasın Grev” yazan pankartlarla betimleyen bir karikatür yer alıyordu.

Öykü DİSK, özellikle de Maden-İş saflarında ve TKP yönelimli örgütlerde kıyametleri koparttı. Aziz Nesin “patronların ajanı, satılık kalem” vb. ilan edildi; “Aziz Nesin sen nesin!” sloganı mitinglerde, kapalı salon toplantılarında haftalarca yankılandı durdu…

Aziz Nesin’i ajan, satılmış vb. ilan etme densizliği ve grevlerin kimi zaman (örneğin birikmiş stokların eritilmesini sağlamak yoluyla) patronların da işine yarayabileceği gerçeği bir yana, grevlerin, Marx ve Engels’in deyişiyle bir “savaş okulu”, “işçi sınıfının kurtuluş mücadelesinde gerekli bir silah” olduğu gerçeğini perdeleyemez.[2] Grevler, işçi sınıfının “kendi içinde sınıf”tan, “kendisi için sınıf”a dönüşmesinin araçlarından biridir, işçiler grevler aracılığıyla kolektif eylemin, sınıf dayanışmasının, ortak karar almanın tadına varmış, karşılarında devletin kolluk güçlerini gördükçe, “kimin devleti?” sorusuyla yüzleşegelmişlerdir. Bir başka deyişle, başarıyla sonuçlanıp sonuçlanmamasından bağımsız olarak, grev(ler) son tahlilde, işçi sınıfının kendi kolektif belleğini, kendi deneyim dağarcığını oluşturduğu birer okul işlevi görürler. “Grevin tarihi”, bunun tanığıdır. O zaman bu tarihe biraz bakalım mı?

Sanayi öncesinde

Tarihte greve ilişkin ilk kayıt Antik Mısır’dan geliyor ve İÖ 1170 yılına tarihlendiriliyor.

Kayıtlara göre III. Ramses’in hükümranlığının 29. yılında, firavunun mezarını hazırlayan zanaatkârlar tayınlarının sık sık gecikmesi sonucu, yerel yöneticilere ilettikleri şikâyetlerden de bir sonuç alamayınca işi bırakıp Krallar Vadisi yolunu kapatarak ölülere sunularda bulunmaya gelenleri engellediler.[3]

Kâtip Ammenakht’a göre amirlerin işçilerin birdenbire nereye yok olduğu konusunda bir fikri yoktu; daha önce hiç böyle bir şey yaşamamışlardı.

İşçiler önce yerel yöneticilere çıkarak tayınların verilmesini istediler. Talepleri kabul görmesine karşın, yerel hazine boştu, kendilerine herhangi bir ödeme yapılamadı. İşçiler bunun üzerine II. Ramses tapınağına yürüyerek Vezir’le (vali) konuştular; istekleri kısmen de olsa karşılanabildiğinden, yeniden işbaşı yaptılar.

İlk deneyimin başarısı, grevlerin III. Ramses’in hükümdarlığı süresince süregitmesine yol açacaktı; bunların çoğu işçilerin taleplerinin karşılanmasıyla sonlanacaktı.[4] Antik Mısır yöneticileri lokavtı, grev kırıcılığını, “milli güvenlik” gerekçesiyle grev yasaklamayı, sarı sendikacılığı vb. icat etmemişti henüz! Yanısıra, Babil’in son dönemlerinde heykeltıraşların iş bırakma eylemlerinden söz edilir.[5]

Kayıtlı ilk “ekonomik” grev, Antik Mısır’dan gelmişse eğer, “siyasal” (ve genel) grevin bilinen ilk örneği de Antik Roma’ya tarihlenir. Roma toplumunda soylulardan (patrici) farklı, “avam” ya da plebler (özgür zanaatkâr, esnaf ve emekçilerden oluşan sınıf) İÖ 5.-3. yüzyıllar arasında haklarını genişletmek için sık sık toplu iş bırakmalara (secessio plebis) başvurmuştur. İlki İÖ 494’te pleb borçlarını arttıracak bir yasa tasarısını protesto için gerçekleştirilen secessio plebis yasanın geri çekilmesi ve pleblerin hükûmette bir temsilci bulundurma hakkını kazanmalarıyla sonuçlanınca, toplu eylemin meyvelerini devşirmenin tadına varan plebler, iki yüzyıl boyunca sık sık iş bırakma eylemlerine girişecek ve nihayet, İÖ 287’de yasa yapma yetkisine sahip Plebler Meclisinin kurulmasını sağlayacaktı…[6]

Grev ya da emekçilerin hoşnutsuz oldukları durum ve/veya koşulların değiştirilmesini sağlamak amacıyla topluca iş bırakmaları, o gün bu gündür sınıflar mücadelesinin bir aracı olagelmiştir. Ortaçağ boyunca ne Avrupa’da ne de İslam dünyasında eksik olmayan sınıf mücadeleleri, emekçi sınıfların, özellikle de kentli esnaf ve zanaatkârlar ile köylülüğün toplu iş bırakmaların eşlik ettiği ayaklanmalarıyla zirve yapıyordu. Sanayinin gelişmesiyle birlikte biçimlenen işçi sınıfı, süreç içerisinde deneye yanıla toplu iş bırakımını genel bir ayaklanma sürecinin “yan ürünü” olmaktan, ücretler, çalışma süresi, çalışma koşulları gibi emeğe özgü taleplerin ya da daha genel siyasal taleplerin elde edilmesine yönelik özgül bir silaha dönüştürecekti.[7]

Modern proletaryanın ayak sesleri

Ancak “sanayinin gelişmesi” emekçiler açısından hiç de kolay, pürüzsüz ilerleyen bir süreç olmamıştır. İşçi ile makinanın ilk karşılaşması, düşmancadır: makinanın kendilerini işsiz bırakacağı kaygısı, Avrupa’da olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu’nda da makina kırıcılığı (Ludizm) eylemlerine yol açar.

En şiddetli biçimini 1810’lu yıllarda “Sanayi Devrimi”nin beşiği İngiltere’de alan makina kırıcılığı, 1811 yılı sonlarına doğru Nottingham çevresinde baş gösterecek, 1812’de dokumacılığın yoğun olduğu Yorkshire, Lancashire, Derbyshire ve Leicestershire gibi kentlere yayılacaktı.

“Ludds veya Luddites ismiyle anılan makina kırıcılar genellikle maskeliydiler ve geceleri eylem yapıyorlardı. Kişiler üzerinde şiddet uygulamaktan kaçınıyorlar ve yerel halk tarafından destekleniyorlardı. İsimleri gerçek veya mitik/efsanevî Ned Lud veya Ludd’dan geliyor. Söylentiye göre, Ned Lud veya bazılarınca ‘Kral Ludd’ 1779’da Leicestershire’de çorap makinalarını kırarak hareketin doğmasına yol açmıştı.

“İngiltere’de 1811’den 1813’e ve 1816’daki makina kırıcılığı eylemlerinde çete önderlerine ‘general’ ya da ‘Kral Ludd’ lakapları takıldı. 1812’de bir Ludds çetesi, makinaları kırılma tehdidi altında olan Horsfall isimli bir işverenin emriyle katledildi. Horsfall daha sonra intikam amacıyla öldürüldü, ama Ludds çetelerine karşı baskı dönemi başlamıştı. Dönemin hükûmeti çok sıkı önlemler almak zorunda kaldı. Baskılar 1813’te York’ta bir toplu dava ile doruk noktasına ulaştı. Dava birçok idam ve sürgün kararı ile sonuçlandı.

“1816’da ekonomik depresyon nedeniyle yeniden ayaklanmalar baş gösterdi. Yeni baskılar ve ‘refah’ ayaklanmaların hızını kesti.

“Daha sonraki yıllarda, işçiler, sanayi devriminin getirdiği yeni çalışma koşullarını insancıl boyutlara indirgeyebilmek amacıyla işbırakımı, grev gibi daha etkin yöntemler geliştirdiler, örgütlenme gereğini duydular. Böylece sendikaları aracılığı ile isteklerini gerçekleştirmenin yollarını aradılar. Örgütlenme ve bilinçlenme düzeyi yükseldikçe işçilerin yeni eylem biçimleri gittikçe olgunlaşmış, isteklerini sonuçlandırma şansları artmış ve makinalar karşısındaki tutumları değişmiştir. İşçiler makinaları kırmanın anlamsız olduğunu fark ettiler, makinaları korumak ve hatta onlara sahip olmak gerektiğine inandılar.”[8]

Marx ve Engels, Komünist Manifesto’da işçi sınıfının bir sınıf olarak biçimleniş sürecine ilişkin, şöyle diyorlar:

“Proletarya çeşitli gelişme aşamalarından geçer. Daha doğar doğmaz kendini burjuvaziye karşı savaşımın içinde bulur. Bu savaşım başlangıçta tek tek işçiler tarafından, sonra tek bir fabrikanın işçileri tarafından, daha sonra da tek bir bölgedeki aynı işkolunda çalışan işçiler tarafından, kendilerini dolaysızca sömüren tek tek burjuvalara karşı yürütülür. Bunlar saldırılarını burjuva üretim koşullarına değil, doğrudan doğruya üretim araçlarına yöneltir, emeklerine rakip çıkan dışarıdan alınmış malları kırıp döker, makinaları paramparça eder, fabrikaları ateşe verir, ortaçağ emekçisinin ortadan kalkan konumunu zorla geri getirmeye çalışırlar.

“Bu aşamada emekçiler, henüz, ülkenin dört bir yanına savrulmuş ve kendi içlerindeki rekabet yüzünden parçalanmış, dağınık bir yığın durumundadırlar. Kimi yerlerde daha derli toplu bir bütün oluşturuyorlarsa, bu, henüz onların kendi etkin birleşmelerinin bir sonucu değildir; kendi siyasal amaçlarını gerçekleştirmek için tüm proletaryayı harekete geçirmek zorunda kalan, üstelik bunu bir süre daha yapabilecek durumda olan sınıfın, burjuvazinin birliğinin bir sonucudur. (…)

“Ama sanayinin gelişmesiyle birlikte, proletarya yalnızca sayıca çoğalmakla kalmaz, daha büyük yığınlar hâlinde bir araya gelir, güçlenir ve gücünün daha fazla ayırdına varır. Makinalar emeğin tüm farklılıklarını ortadan kaldırıp ücretleri hemen her yerde aynı düşük düzeye indirdikçe, proletarya saflarındaki çeşitli çıkarlar ve yaşam koşulları da gittikçe eşitlenir. Burjuvalar arasında durmadan büyüyen rekabet ve bunun sonucunda ortaya çıkan ticari bunalımlar, işçilerin ücretlerini gittikçe daha değişken kılar. Makinaların durmadan gelişmesi, üstelik gittikçe daha hızlı gelişmesi, işçilerin geçimini günden güne güçleştirir; tek tek emekçiler ile tek tek burjuvalar arasındaki çatışmalar giderek iki sınıf arasındaki çatışma niteliğine bürünür. O zaman, işçiler burjuvalara karşı birlikler oluşturmaya başlarlar; ücretlerini korumak için omuz omuza verirler; zaman zaman meydana gelebilecek bu isyanlara hazırlıklı olabilmek için kalıcı birlikler kurarlar. Bu savaşım yer yer ayaklanmalara dönüşür.

“İşçilerin ara sıra üstün geldikleri de olur, ama bir süre için. Savaşlarının gerçek meyvesi hemen o anda elde edilen sonuçta değil, işçilerin gittikçe genişleyen birliğindedir.”[9]

ABD işçi sınıfı

İşçilerin “kendinde sınıf” olmaktan çıkarak “kendisi için sınıf”a dönüşmesi sürecini kapitalist dünyanın grevler tarihine kısa bir bakışla izlemek, mümkün. Sözü fazla uzatmamak için, ABD ve İngiltere’nin 19. yüzyılına ve bu coğrafyaları sarsan grevlere bir göz atalım:

– Pawtucket tekstil grevi, 1824: Rhode Island Pawtucket’ta 101 kadın dokumacı, ücretlerinden yapılmak istenen yüzde 25’lik kesintiye karşı topluca işi bıraktı. Bu grev, ABD’nin ilk sanayi grevi olarak tarihe geçecektir.

– Philadelphia terzileri grevi, 1827: Ücret artışı talep etikleri için işten atılan meslektaşlarının işe geri alınması için greve çıkan Philadelphialı terziler, patronların açtıkları davada ticari yaşama zarar vermekten suçlu bulundular.

– New York kadın terziler grevi, 1831. Birleşik Kadın Terziler Sendikası üyesi 1600 işçi, erkek meslektaşlarıyla eşit ücret talebiyle greve çıktı. Grev başarısızlıkla sonuçlandı.

– Boston gemi marangozları grevi, 1832: 150 kadar gemi marangozunun 10 saatlik işgünü talebiyle çıktıkları grev, başarısızlıkla sonuçlandı. Farklı işkollarında başgösteren bu hareketlilik, farklı iş kollarından vasıflı işçilerin 1833’te New York’ta ilk işçi federasyonunu kurmalarına yol açacaktı.

– Lowell Fabrika kızları grevi, 1834: 1834 Şubatı’nda Lowell, Massachusetts’te 800 kadın işçi, yüzde 15’lik ücret indirimine karşı greve çıktı. Grev başarıyla sonuçlandı.

– Philadelphia’da 10 saatlik işgünü için genel grev, 1835. Schuylkill kömür işçileri, boyacılar, duvar ustaları, demirciler ve farklı işkollarından işçilerin 10 saatlik işgünü için başlattığı genel grev, iş saatlerinin kısaltılması mücadelesinde önemli bir köşe taşı olacaktı.

10 saatlik işgünü, kamu işçileri için 1840’ta kabul edildi. Ancak kazanımlar bununla sınırlı kalmayacak, Massachussetts Yüksek Mahkemesi 1842’de amaçlarına ulaşmak için yasal yollara başvurdukları sürece, o güne dek konspirasyon örgütleri olmakla suçlanan sendikaların “yasal” statülerini tanıyacaktı. Bu kararla bağlantılı bir başka işçi sınıfı kazanımı, Massachussetts ve Connecticut’ta 12 yaşından küçük çocuklar için günlük çalışmanın 10 saat ile sınırlandırılması oldu. 10 saatlik işgünü tüm işçiler için ilk kez New Hampshire eyaletinde yasalaştı. Onu 1848’de Pennsylvania izleyecekti.

Ama işler öyle pürüzsüz ilerlemiyordu. Patronlar grevlerin kendileri ve sınıfları için içerdiği tehdidin farkına varmış, farklı yollardan (kolluk güçlerini grevciler üzerine salarak, farklı etnik gruplardan işçileri birbirine kırdırarak, grev kırıcıları aracılığıyla vb.) onları engelleme çabasına girişmişti. Nitekim 1850’de New York’ta grevci giyim işçilerine saldıran polis, iki grevciyi öldürmüştü. ABD’de kaydedilen ilk grev cinayeti. Onu yenileri izlemekte gecikmeyecektir.

– Erie Demiryolu grevi, 1857: Erie Demiryolu şirketine bağlı 200 işçi ücretlerinin düşürülmesi girişimine itiraz edince işten atıldılar. Yerlerine yeni işçiler alınınca, silahlı direniş başlattılar.

– New York liman işçileri grevi, 1863: Greve çıkan 3000 beyaz liman işçisi, yerlerine siyahi işçilerin alınmasına karşı ayaklandı. Siyahi ve beyaz işçiler arasında çatışmalar çıktı.

– Çinli Demiryolu işçileri grevi, 1867: “Uysal işgücü” olarak Kaliforniya’da demiryolu döşemesinde çalıştırılan Çinli işçiler, ücret artışı ve çalışma saatlerinin kısaltılması talebiyle greve gittiler. Grev, şirketin işçi kamplarına su ve yiyecek göndermeyi kesmesi sonucu, başarıya ulaşamadı. Ertesi yıl ise, 1866’da kurulan Ulusal İşçi Sendikasının çabalarıyla, federal (kamu) işçileri 8 saatlik işgününü kazanacaktı.

– Kömür Madencileri Grevi, 1873: Doğu Ohio ve Doğu Pennsylvania’daki Mahoning Vadisi işçilerinin ton başı 15 cent’lik ücret indirimine karşı başlattıkları grev altı ay sürdü. Grev, madenlere İsveçli ve İtalyan işçilerin alınması sonucu kırılacaktı.

– Tuscarawas Vadisi ayaklanması, 1876: Vadideki madenlerde çalıştırılan işçiler 1876-80 arasında çok sayıda greve gittiler. Polis müdahalesi sonucu kollukla madenciler arasında ölümle sonuçlanan çatışmalar çıktı.

– Baltimore demiryolu ayaklanması, 1877: Demiryolu işçileri ücretlerindeki yüzde 10’luk indirime karşı ayaklandılar; ordunun devreye girmesiyle bastırılan ayaklanmada 10 kadar işçi yaşamını yitirdi.

– Atlanta çamaşırcı kadınlar isyanı, 1881: Bir grup Afro-Amerikalı kadın adil muamele, ücret artışı ve işlerin örgütlenmesinde söz sahibi olmak talebiyle greve gitti. Grev kazanımla sonuçlandı. Bu, ABD’de Afrika kökenli kadınların ilk grevidir…[10]

Bu hiç kuşku yok ki eksik bir döküm. ABD sınai kapitalizminin ilk dönemindeki işçi direnişi konusunda bir fikir verebilmek için 1881-1905 yılları arasında ülkede 37.000 grevin gerçekleştiğini söylemek, yetecektir.[11] Dokuma sanayiinde başlayan grevler kısa sürede madenciler, demiryolu işçileri, liman işçileri, marangozlar, fabrika işçileri, garsonlar, öğretmenler, memurlar, sağlık emekçileri… tüm sektörlere yayılacak, vasıflı-vasıfsız, beyaz, Afro-Amerikalı, Çinli, düzenli-düzensiz göçmen, kadın, çocuk tüm emekçileri etki alanına alacak, kimileri son derece radikal [örnek: 1905’te kurulan, sınıf sendikacılığını savunan ve saflarına siyah, beyaz, Latin kökenli, kadın, genç, vasıfsız, göçmen, düzensiz göçmen tüm işçilere açan IWW (Industrial Workers of the World-Dünya Sanayi İşçileri)] bazılarıysa sınıf uzlaşmacı [örnek: kuruluşundan (1886) itibaren reformist, sınıf uzlaşmacı bir hat izleyen AFL (American Federation of Labor-Amerikan Emek Federasyonu)] sendikaların kuruluşunu tetikleyecektir.

“Sanayi devriminin beşiği” İngiltere

“Sanayi devriminin beşiği” İngiltere’de de benzer bir durum söz konusudur. Ülkede grev dalgası Chartist hareketin etkisiyle 1840’lı yıllarda yoğunlaşır. George Phillips Bevan, 20 Ocak 1880 tarihinde Kraliyet İstatistik Derneğinde grevler üzerine yaptığı konuşmaya şu cümleyle başlıyordu: “Grev sosyal bünyede bir hastalığa, çok ciddi bir hastalığa dönüşmüştür.” Bevan’a bu sözleri söyleten, yaptığı hesaplamaydı; yalnızca 1870-79 yılları arasında İngiltere’de 2.352 grevin yapıldığını hesaplamıştı![12]

  1. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında ülkeyi sarsan grev hareketlerinden başlıcaları:[13]

– Galler kömür grevi 1838: Güney Galler’deki maden ocaklarında patlak veren grev, kayan ücret skalası uygulaması nedeniyle başlamış, ancak başarıya ulaşamamıştı.

– Ulusal Kömür grevi, 1912: Bir milyon kadar maden işçisi, madenlerde asgarî ücret talebiyle genel greve gitti. 37 gün süren grev sonucu, Kömür Madeni Asgarî Ücret Yasası kabul edildi.

– George Meydanı Muharebesi, 1919: Tersane işçi ve mühendislerinin Glasgow’da iş gününün kısaltılması talebiyle başlattıkları grev, iktidarın orduyu sokağa sürmesiyle şiddetli çatışmalara dönüşecek ve çalışma süresinin haftada 47 saate inmesiyle, işçilerin zaferiyle sonuçlanacaktı.

– Kara Cuma, 1921: Kömür madeni işçileri ücret kesintileri ve uzun çalışma saatlerini protesto için greve gittiğinde, ulaşım ve demiryolu işçileri bu greve destek vermediler. Ancak madenciler grev sonucu bazı sübvansiyonlar sağladılar.

– Genel Grev, 1926: 1.5 milyon işçi, ücret kesintileri ve çalışma koşullarını protesto için greve giden kömür işçilerini desteklemek üzere iş bıraktı. TUC (Trades Union Congress, İngiltere’nin 1868’de kurulan ve hâlen en büyük ve etkili sendika konfederasyonu olan işçi örgütü) dokuz gün sonra grevi sonlandırdı. Britanya’da 1927’de çıkartılan bir yasayla dayanışma grevleri ve grevcilerin işyeri önünde toplanması yasaklanacaktı.

Kıta Avrupası

Kıta Avrupası’nda grevler 1830, 1848 ve 1871 devrimlerinin tamamlayıcı parçası niteliği kazanmıştır. Bu grevlere bakıldığında, grev görüngüsünü işçilerin ekonomik talepleriyle sınırlandırmanın anlamsızlığı ortaya çıkacaktır. Böylelikle, örneğin, 1848 Avrupası’nda,

“Gelişen kapitalist uygulamalara (ki bu uygulamalar genellikle daha fazla yoksulluğa yol açmıştır) karşı ayaklanan işçiler ve köylüler, işçi devrimlerini başlattı. İngiltere ve Rusya’dan gelenler hariç hemen hemen tüm işçiler, kendilerini egemen kılan siyasi ve ticari örgütlerden kendi kaderini tayin etme hakkı talep eden devrimlere katıldı. Fransa’da devrimler, Chapelier Yasası’nın kaldırılmasıyla sonuçlandı ve Fransız hükûmeti, işçi temsilcilerini yasama organına dahil etti, işsizler için ulusal atölyeler oluşturdu ve sosyal işlerden sorumlu bir kurum olan Commission de Luxembourg’u (Lüksemburg Komisyonu) kurdu. Yeni ticaret birlikleri toplu pazarlık yapma, kitlesel gösteriler düzenleme ve işgücü tarifeleri belirleme yetkisine sahipti.

“Ancak birkaç ay sonra hükûmet bu işçi önlemlerini geri aldı ve bu da hemen 100.000’den fazla Parisli işçinin katıldığı bir protestoya neden oldu. Fransız ordusu sonunda düzeni sağladı, ancak 1.500 kayıp ve 3.500’den fazla kişinin Cezayir’e sürülmesinden sonra. Berlin ve Viyana gibi Avrupa’daki büyük şehirlerde başka benzer devrimler de meydana geldi. Bu tür eylemlerden işçi reformunda çok az ilerleme sağlandı. Ancak devrimler, liderlerinin birçoğu idam edildikten, hapsedildikten veya sürgüne gönderildikten sonra sıkıntı çeken işçi sınıfının artan tehlikeleri konusunda iktidardaki insanları korkuttu. Sadece İngiltere’de sendikaların örgütlenmeye devam etmesine izin verildi. Kıta Avrupası’nda işçi reformu şimdilik etkili bir şekilde ortadan kaldırıldı. Ancak devrimler, liberalizmi ve sosyalizmi popülerleştirerek ve mutlak monarşi kavramını reddederek Avrupa hükûmetinin gelecekteki seyrini etkiledi.”[14]

Bir başka deyişle, işçiler grevler aracılığıyla yalnızca ücret artışı, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, iş gününün kısaltılması vb. hakları elde etmekle kalmamış, kapitalist toplumlarda toplumu dönüştürecek aktörler olduklarını da kanıtlamışlardır.

Ve Rusya…

Bunun en çarpıcı örneği, Rusya’da yaşanmıştır. Sanayileşme sürecine göreli geç giren Çarlık Rusyası, kısa sürede devasa işçi grevleriyle baş etmek zorunda kalmıştır. Bizzat Lenin’in aktarımıyla, Rusya’da grev istatistiklerinin tutulmaya başlandığı 1895 yılından itibaren yapılan grevleri ve katılan işçi sayısını izleyelim:[15]

 

Lenin, demiryolu, metalürji, tramvay, maden, inşaat ve tarım işçilerinin bu (resmî) istatistiklere dâhil edilmediğini belirtiyor; ancak tablo bu hâliyle dahi çok şey anlatmakta. Öncelikle, grevlerin Çarlık işçi sınıfının giderek daha çok benimsediği bir mücadele aracı hâline geldiğini… Ama daha önemlisi, toplumsal mücadelelerin yoğunlaştığı, siyasal gerilimin yükseldiği dönemlerde grev ve grevci sayısında patlama yaşandığını (1905-1907 yıllarındaki artış, çarpıcıdır!)… Benzer bir durum 1917 yaklaşırken de yaşanacaktır. Şubat ve Ekim Devrimlerine giden yolda,

9 Ocak: 140 binin üzerinde işçi Kanlı Pazar’ın 12. yıldönümü anısına greve gider.

14 Şubat: 100 bin işçi grevdedir. Duma, yiyecek kıtlığı nedeniyle hükûmeti sert bir dille eleştirir.

23 Şubat: Uluslararası Kadınlar Günü için on binlerce grevci toplanır.

25 Şubat: Grevler yaygınlaşmayı sürdürür. 200 binin üzerinde işçi grevdedir ve yer yer polisle çatışmaktadır.

26 Şubat: Çar II. Nikola birliklere grevcilere ateş açmasını emreder. Onlarca ölü.

27 Şubat: Petrograd’da iki garnizondaki askerler silahlarını komutanlarına çevirir. Menşeviklerle grevci işçiler Petrograd Sovyeti’ni kurar.[16]

1917 Devrimi başlamıştır…

Avrupa’da bunlar olurken, Osmanlı’da…

Sanayi, Rusya’ya olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu topraklarına da geç girdi. Geleneksel tezgâhların yerini fabrikalara bırakması, ancak Tanzimat’tan sonra, ordunun ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulan ve çoğunlukla askerleri istihdam eden çuha, deri, silah, barut vb. fabrikaları ile başlayan bir süreçtir. Öte yandan Tanzimat ile ekonomide liberalizmin de önü açılacak, hem Avrupalı kapitalistler Osmanlı topraklarında yatırım yapmaya, hem de ellerinde belirli miktarda sermaye birikimi olan gayrımüslimler sınaî üretime teşvik edilecektir. 20. yüzyıl yaklaşırken Müslüman ve gayrımüslimlerden oluşan işçi sınıfı sayıca artmakta ve giderek daha geniş bir coğrafyaya yayılmaktadır.

Tabii Osmanlı’da sanayi öncesi işçiler de mevcuttur ve yer yer “huzursuzluk çıkardıkları” da bilinmektedir. Örneğin, 1473’te Çinili Köşk’ün inşaatında çalışan Horasanlı seramik işçilerinin, Saray’a “para almadıkça yeni bir projede çalışmayacaklarını bildirmeleri… 1500’lerde cami inşaatında çalışan taş ustalarının satın alma güçlerindeki düşüşü protesto için işi bırakması… 1587’de “yevmiyeyi vermezseniz işlemesüz” diye işi durduran inşaat işçilerine karşı III. Murad’ın fermanı: “Ziyade yevmiye talep idenlerin hakkından geline![17]

Sanayi Osmanlı coğrafyasına makina kırıcılığı eylemleriyle birlikte girecekti: 1839’da Plevne’de, 1851’de Samakov’da[18] başını makinaların kendilerini işlerinden edeceğinden kaygılanan kadın işçilerin çektiği Luddist eylemler gerçekleşmiş, 1861’de Bursa halkı “mezarlık alan üzerine yapıldığı” gerekçesiyle kurulan fabrikayı yerle bir etmiştir.[19]

III. Murad’ın “Hakkından geline!” iradesi, 19. yüzyıl boyunca “sebeb-i hükûmet”i (raison d’état) şekillendirmeye devam edecektir. Öyle ki, “1845 tarihli Polis Nizamnamesinde ’işini bırakarak, greve gitmeyi amaçlayan işçilerin dernek ve toplulukları ile buna benzer kamu düzenini bozucu fitne, fesat derneklerini ortadan kaldırmak ve yok etmek böylelikle ihtilalin önünü almak için devamlı suretle uğraşmak ve çaba harcamak’ polisin görevleri arasında sayılmaktadır.”[20]

Ancak Polis Nizamnamesi ne derse desin, Osmanlı’da “Hürriyet’in İlanı”na (1908-İkinci Meşrutiyet) dek geçen yıllarda grevler yaşanmıştır.

Grevler yaşanmıştır, çünkü çöküş sürecindeki Osmanlı Düyûn-ı Umûmiyeye borçlarını ödeyebilmek için vergileri arttırdıkça arttırmakta, şirketler ise vergilerin acısını işçilerden çıkartmaktadır. Ücretler yerlerde sürünmektedir, çalışma saatleri harap edici, çalışma koşulları perişandır. Devlet, kendi memurlarının maaşlarını ödeyememektedir…

“Yeni fabrika, imalathane, maden ve demiryolu işletmeleri Osmanlı İmparatorluğu’nda yeni üretim ilişkilerinin doğmasına yol açmıştır. Bu ilişkiler içinde işçiler, bir önceki dönemdeki loncaların dayanışma ve sosyal güvencelerinden yoksun olarak alabildiğine sömürülmüştür. Yeni üretim ilişkileri, yani kapitalizm, ‘yerli ve ucuz işçi’nin sömürüsünü doruk noktalarına ulaştırmıştır: Onbeş, onaltı saatlik işgünü, bir ekmek almaya bile yetmeyen ‘sudan ucuz’ günlük ücretler, hafta dinlencesiz, sosyal güvencesiz, sağlık olanaklarından yoksun çalışma koşulları ve sanayide sayıları gün geçtikçe artan çocuk ve kadın işçiler bu dönemde sömürünün ulaştığı noktaları işaretlemektedir.

“Bu dönemde ücretlerin yetersizliği yanında değişik nedenlerle ücretler bazen düşürülmekte ve zamanında ödenmemektedir. Bu olgu, bu dönem işçi hareketinin oluşmasındaki önemli belirleyicilerden biridir.”[21]

Emekçilerin bu koşullara tepkisi ise, “grev”dir; nitekim, Tanzimat’tan II. Meşrutiyet’in ilanına kadar imparatorluk içinde 95 grev tespit edilmiştir. Başlıcalarını sayalım:

1861: Tersane-i Âmire işçileri uzun süre ücretlerinin ödenmemesi üzerine iş bıraktı.

1862: Elbisehane Âmire işçilerinin grevi.

1863: Zonguldak madenlerinde çalışan işçilerin grevi.

1872: Ocak ayında Hasköy Tersanesi işçileri, aynı yılın şubat ayında ise Beyoğlu Telgrafhanesi çalışanları ücretlerini alamadıkları gerekçesiyle greve başlamışlar, tüm baskılara rağmen sürdürdükleri eylem sonuç vermiş ve biriken ücretlerini almışlardır. Bu yılın bir diğer grevi de Haydarpaşa-İzmit demiryolu hattında çalışan işçilerin, kolluğun müdahalesiyle bastırılan eylemidir. Aynı dönemde Rumeli Demiryolunun İstanbul kısmında çalışan işçilerin başlatmış olduğu grev 20 gün sürmüştür. 1872 yılında meydana gelen bir diğer eylem ise Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası işçilerinin başlattığı grevdir.

1873: Ocak ayında 11 ay boyunca ücretlerini alamayan tersane işçilerinin başlatmış olduğu grev çatışmayla son bulmuş, çatışmalar sonucunda yaralananlar olmuştur.

1875: İnşaat işçileri ve hamallar arasında iş bırakma eylemi olmuş, aynı yıl 6 aylık alacaklarını talep eden tersane işçileri iş bırakmıştır.

1876: Darphane işçileri, Haydarpaşa demiryolu işçileri, Fişekhane işçileri, İzmir terzi işçileri, Feshane işçileri ve arabacılar alamadıkları ücretleri nedeniyle greve gitmişlerdir. 1876’nın şubat ayında başlayıp mayıs ayına kadar devam eden Hasköy tersanesindeki grev, güvenlik güçlerinin müdahalesi üzerine sonlandırılmıştır

1878: İstanbul terzi işçileri, duvarcılar ve ayakkabıcılar grev yaparak ücretlerinin ödenmesini istemişlerdir.

1879: Çalışma sürelerinin uzunluğundan şikâyet eden yapı işçileri, ücret konusunda meydana gelen sorunlar sebebiyle Şirket-i Hayriye işçileri, tersane işçileri, vapur işçileri, Şam’da sayıları üç bini bulan tekstil kalfaları, Selanik’te muhasebe çalışanları, Kavala’da üç bin kadar tütün işçisi greve başvurmuştur.

1880: Vapur işçilerinin grevi tersaneden getirilen askerlerle kırılmış, aynı yıl İdare-i Mahsusa ve Haydarpaşa demiryolu işçileri grev yapmışlardır.

1878 ve 1880 arası yıllar işçi eylemleri açısından hareketli geçen yıllardır. Bu tarihler arası tespit edilen 14 grev bulunmaktadır. 1880 yılından sonra artık istibdat rejiminin baskı ortamı gücünü iyiden iyiye göstermiş, bu tarihten sonra 10 yıl boyunca sadece 5 greve rastlanmıştır.

1882: Tatavla ayakkabı işçilerinin grevi.

1884: İdare-i Mahsusa işçileri.

1885: Greve liderlik yapan bir hamalın tutuklanmasıyla sonuçlanan odun deposu işçilerinin grevi.

1886: Pazar günlerinin tatil olmasını isteyen Beyoğlu mağaza işçilerinin grevi.

1888: Tersane-i Âmire’de çalışan İngiliz işçilerin grevleri.

1890: Ücretlerinin artırılması talebiyle Ermeni hamurkârlar grev başlatmış, grev sürgünlerle sona erdirilmiştir. Aynı yıl İzmir’de tuz ocaklarında çalışan işçilerin başlattığı grev Düyûn-ı Umûmiyenin müdahalesi ile sonlandırılmıştır.

1891: İdare-i Mahsusa fabrika işçileri, İstanbul tuğla işçileri, İskeçe tütün işçileri greve gitmiştir. Tuğla işçilerinin yaptığı grev güvenlik güçleri tarafından dağıtılmış ve tutuklamalarla sonuçlanmıştır.

1892: Alamadıkları ücretleri için Tersane-i Âmire işçileri grev yapmıştır.

1893: Cibali Reji Fabrikasında çalışan işçiler ücretlerinin arttırılması talebiyle eylemde bulunmuş, aynı yıl Karaağaç’taki tuğla işçileri ve Edirne Dedeağaç’ta bulunan hamallar iş bırakmışlardır.

1895: Ereğli maden işçileri ve İstanbul’da bir tamirhanede çalışan işçiler ücretlerinin ödenmesi adına grev yapmışlardır. 1895 yılında meydana gelen bir diğer grev olayı ise işten çıkarılan iki işçinin tekrar işe alınması talebiyle başlamış, Müslüman, gayrimüslim ve farklı milletlerden işçilerin başlattığı grev, çıkarılan iki işçinin tekrar işe alınmasıyla sonlandırılmıştır.

1896: Tersane-i Âmire işçileri ve Kavala tütün işçileri ücret sorunları nedeniyle greve gitmişlerdir.

1898: Aydın’da bulunan tuz ocaklarında çalışan kayıkçıların grevi çıkan olaylara güvenlik güçlerinin müdahale etmesiyle noktalanmıştır.

1900: İstanbul’da Tıbbiye binasının inşaatında çalışan işçilerinin grevi ücretlerin ödeneceğine söz verilmesi üzerine bitirilmiştir.

1901: Baruthane-i Âmire Fabrikasında çalışan işçilerin grevi.

1902: İstanbul tersane işçileri ve İdare-i Mahsusa işçilerinin ücret sorunları nedeniyle yaptığı grevler.

1903: Ücret sorunları çözülmeyen tersane işçileri tekrar iş bırakırken, bir başka grev ise Paşabahçe Cam Fabrikası işçileri tarafından yapılmıştır.

1904: 8 ay arayla tersane işçileri iki grevde bulunmuş, Selanik’te Reji ve tütün işçileri, Kavala tütün işçileri, Selanik ve Manastır’da kunduracı işçileri, Bitlis’te askeriye inşaatında çalışan işçiler ve Manastır’daki fırın işçileri grev yaparak iş bırakmışlardır.

1905: İstanbul, İskeçe ve Voden’de tekstil, dokuma ve tütün işçileri arasında başlayan birçok grevin yapıldığı bir yıldır. Bunun yanında Balya Karaaydın maden işçilerinin grevi de bu yıl gerçekleşmiştir. Kavala tütün işçileri tarafından gerçekleştirilen grev, şiddetli olayların yaşanmasının yanı sıra imparatorluk toprakları içinde bir işçi örgütü tarafından örgütlenen ilk grev olması sebebiyle de önemlidir. Tütün İşçileri Saadet Cemiyetinin öncülüğünde gerçekleşen grev güvenlik güçlerinin müdahalesi üzerine sonlandırılmış, grevin elebaşları tutuklanarak Kavala’dan uzaklaştırılmışlardır.

1906: Üsküp’te kunduracı ve kaftancı işçileri, İstanbul’da Cibali tütün fabrikası işçileri ve reji fabrikası işçileri, Veles’te kunduracı işçileri ve terzi işçileri, Selanik’te metal işçileri, deri işçileri, marangoz işçileri ve seramik fabrikası işçileri, Edirne’de tuğla taşımacılığında çalışanlar, İstanbul’da tersane işçileri ve matbaa işçileri grevler yapmışlardır.

1907: İstanbul’da tersane işçileri, vapur işçileri, tuğla fabrikası işçileri, liman hamalları ve İdare-i Mahsusa işçilerinin yanı sıra Balya Karaaydın maden işçileri grev hareketinde bulunarak iş bırakmışlardır.

1908: II. Meşrutiyet’in ilanından önce İstanbul’da denizcilik alanında çalışan işçiler arasında da üç greve rastlanmıştır.[22]

  1. Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte, özgürlük söylemi işçileri de etkisine almıştı ki, Osmanlı topraklarında bir “grev patlaması” yaşanacaktır: sadece 1908 yılında, 143 grev.[23] Bu grevlerden 30 kadarı demiryolu işçilerine (İstanbul, Selanik, Manastır, Üsküp, Aydın, İzmir, Edirne, Eskişehir, Halep, Beyrut); 28’i gıda, tütün ve reji işçilerine (İstanbul, Selanik, Samsun, İzmir, Aydın, Manastır, Midilli) aittir; ama öyle görünüyor ki tüm işçi sınıfı ayaktadır: hamallar, deri, ipek işçileri, terziler, madenciler, temizlik işçileri, garsonlar, bakkal çırakları, denizciler, tersane işçileri, matbaa, basın-yayın emekçileri, inşaat işçileri…

Grevler her sektörde işçi örgütlerini de tetiklemiş gözükmektedir; İstibdat koşullarında gizli faaliyet gösteren az sayıda örgüte (Kurucuları arasında Ethem Nejat’ın da bulunduğu Amele-i Osmani Cemiyeti, Kavala’da tütün işçilerinin kurduğu Tütün Amelesi Saadet Cemiyeti, Beyrut’ta kurulan gizli işçi derneği, Şark Demiryolu işçilerinin kurduğu sendika, İstanbul fırıncılarının kurduğu Hamurkâr Cemiyeti) ek olarak 1908’den itibaren tütün işçileri, demiryolu işçileri, tekstil işçileri, denizcilik ve taşımacılık işçileri, matbaa işçileri, gıda sektörü emekçileri, eğitimciler, banka ve posta memurları, garsonlar, çiftçiler, marangozlar, doğramacılar, duvarcılar… velhasıl cümle emekçi tayfası örgütlenme çabası içine girecektir…

1908’e dek grevler çoğunlukla işçiler tarafından, kendiliğinden başlatılırken (Kavala tütün işçilerinin 1905’teki, Tütün İşçileri Saadet Cemiyeti tarafından örgütlenen grevi dışında) 1908 grevlerinde yeni cemiyetlerin etkinliği hissedilecektir.

Bu, “İstibdat’ı yıkıp Hürriyet’i getiren” İttihat ve Terakki iktidarı için de kabul edilebilir bir durum değildir. Böylelikle Temmuz 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet’in işçi sınıfına ilk hediyesi, ilk versiyonu 8 Ekim 1908’de “geçici kanun” ya da KHK (Ta’til-i Eşgal Cemiyetleri Hakkında Kanun-ı Muvakkat) olarak yayınlanan, 9 Ağustos 1909’da ise nihai biçimi kabul edilerek yasalaşan Tatil-i Eşgal Kanunu’dur.

İT iktidarının acelesi vardır, çünkü yayılan grevler Osmanlı toprakları üzerindeki yabancı şirketleri de etkilemekte, yabancı yatırımcılar, konsolos ve elçileri aracılığıyla hükûmete baskı yapmaktadır. Nitekim, “geçici kanun”, Adalet Bakanlığı hukuk danışmanlığı yapan Kont Ostrorog tarafından kaleme alınmış, meclis tatilde olduğu için, Kanun-u Esasi’nin hükûmetlere tanıdığı yetkiye dayanarak yayınlanıp yürürlüğe girmiştir. Geçici Yasa’nın çıkmasının ardından Nafıa (Bayındırlık) ve Ticaret Bakanlıklarının ilgili şirketlere gönderdikleri tezkerede “grevlerin ülkede ticareti ve kamu güvenliğini aksattığı, devletin siyasi ve mali itibarını düşürdüğü, halkı güç durumda bıraktığı gerekçesi ile bundan böyle demiryolu, liman, rıhtım, tramvay, havagazı, elektrik gibi kamu hizmetlerine yönelik işyerlerinde devlet memuriyetinde olduğu gibi greve, gidilemeyeceği, bunun Tatil-i Eşgal Cemiyetleri Hakkında Kanun-u Muvakkat ile güvence altına alındığı” bildiriliyordu. “Durumlarından hoşnut olmayanlar şirketle ilişkilerini kesmek üzere istifa edeceklerdi.” Buna uymayan ve greve kalkışan ya da grev kışkırtıcılığı yapan işçi ve memurların tutuklanıp haklarında yasal soruşturmaya geçileceğinin, şirketçe çalışanlara iletilmesi de isteniyordu.[24] Dahiliye Nazırı Ferit Paşa’nın Bakanlar Kurulu nezdinde yasayı savunurken “Sosyalizmin Osmanlı İmparatorluğu için taşıdığı tehlike”den dem vurması[25] ise, altta yatan korkuyu açığa çıkarmaktadır.

Birbirinin neredeyse aynı olan geçici kanun ile Tatil-i Eşgal Kanunu genel kanının aksine, grevi topyekûn yasaklamaz. Ama öyle kayıtlara bağlar ki, grev yapmak neredeyse olanaksız hâle gelir (Aslına bakılırsa, yasaklarla ve kolluk güçlerini işçilerin üzerine sürerek, işçi liderlerini tutuklayarak, sürgüne göndererek, hattâ grevcileri katlederek engelleyemediklerini gören tüm hükûmetlerin ortak tutumu, budur: grevi “yasal” kabul ederek uygulanması neredeyse imkânsız koşullara bağlamak…). Şöyle ki, demiryolu, tramvay, liman veya aydınlatma işleri gibi kamu hizmetlerinde işçilerle yöneticiler arasında bir anlaşmazlık başgösterdiğinde, işçiler üç temsilci ve bir dilekçeyle Ticaret ve Nafıa Vekaletlerine başvuracaklardır (md. 1). İşçiler hiçbir şekilde şirketin işleyişine müdahil olmaya yönelik talepler öne süremezler (md. 2). Bakanlık üç gün içerisinde işçilerin dilekçesini ilgili kurulaşa ileterek üç temsilci seçmelerini ister (md. 3). Bakanlık, bir hafta içerisinde bir memur atayarak taraflar arasında temsilcilerden oluşan bir uzlaştırma komisyonu oluşturur (md. 4). Taraflar uzlaşmaya varmazlarsa, grev hakkı doğacaktır; “fakat serbestî-i a’mâle mugâyir her bir fiil ve hareket îkâʻı ve nümâyiş icrâsı kat’iyyen memnudur (işletme özgürlüğüne karşı her türlü eylem ve harekette bulunmak ve gösteri yapmak kesinlikle yasaktır).” (md. 6). Kuruluşun uzlaşma hükümlerine uymaması hâlinde tazminat yükümlülüğü doğacaktır (md. 7).

Buraya kadar, “iyi, güzel, yasaklamıyorlar işte,” diyebilirsiniz. Ama durun, “turbun büyüğü”, daha heybede:

“Kamuya yönelik hizmetler veren kuruluşlarda sendika oluşturulması yasaktır. Bu kuruluşlarda sendika kuran ve başkalarının çalışmasını engelleyen ve kışkırtma ve yoldan çıkartmaya başvuran, korkutma yolunu seçen ve zor ve şiddet kullanarak işin durdurulmasına (hizmetin tatiline) neden olan kişilerden, sendika kuran başkalarının çalışmasını engelleyenler ve kışkırtma ve yoldan çıkartma ile işin durdurulmasına (tatil-i eşgale) neden olanlar bir haftadan altı aya kadar hapis veyahut kendilerinden bir liradan yirmi beş liraya kadar para cezası alınarak ve korkutarak ve zor ve şiddet kullanarak işin durdurulmasına (hizmetin tatiline) neden olanlar bir aydan bir yıla kadar hapis ve bir liradan elli liraya kadar para cezası alınarak cezalandırılacaklardır. Ve bu yüzden mala mülke zarar gelmesi durumunda, zarar bu işe kalkışanlara ödettirilecek ve cezalardan daha ağır cezayı gerektiren bir suç işleyenler hakkında ceza kanununda belirtilen ceza uygulanacaktır. Aralarında sendika kuran kamu kuruluşlarının her birinden elli liradan üç yüz liraya kadar para cezası alınacaktır.” (md. 8).

Bitmedi! Yasaya göre kamu hizmetlerinin düzenli yürütülmesi için gerektiğinde askerî güç kullanılabilecek, savaş ya da savaş tehlikesi durumunda uyuşmazlık dondurulabilecektir (md. 10). Ve nihayet, yasanın yayınıyla birlikte işçiler ve patronlar tarafından kurulmuş tüm sendika ve benzeri cemiyetler, mülga duruma düşecektir! (md. 11).[26]

Böylelikle İttihat ve Terakki, ulaşım, aydınlatma, havagazı, denizcilik gibi imtiyaz sahibi (çoğunlukla yabancı) şirketler tarafından yürütülen faaliyetlerde sendikaları yasaklayıp grevi neredeyse olanaksız hâle getiriyordu. Madencilik, tekstil vb. sektörlerde faaliyet gösteren şirketler, yasanın kendilerini de kapsaması konusunda sıraya girmekte gecikmeyeceklerdi.

Cumhuriyete doğru ve CHP yılları…

Balkan savaşları ve Balkanların Osmanlı’dan kopması, bu coğrafyadaki işçi hareketinin en deneyimli ve mücadeleci unsurlarını da yitirmesi anlamına gelecekti. Bu kayıp mübadeleyle gelip İstanbul, İzmir ve Samsun’a yerleştirilerek tütün fabrikalarında istihdam edilen tütün işçilerinin deneyim birikimlerini yerli işçilere aktarmasıyla kısmen telafi edilebilse de Balkan ve hemen ardından patlak veren I. Paylaşım Savaşı işçi hareketlerini önemli ölçüde yavaşlatmıştı.

Hareketin 1919 başlarında yeniden canlandığı görülmektedir. “Şubat ayında Reji isçileri zam isteğiyle grev yaparken, Mayıs 1919’da İzmir’in işgali üzerine İstanbul’da düzenlenen mitinge binlerce işçi katıldı. 1920 yılında da gazetecilerin, Tünel işçilerinin, tramvay işçilerinin, Kazlıçeşme deri işçilerinin grevlerine rastlanmaktadır. Ayrıca 1 Mayıs bayramı törenlerle kutlanmıştır. 1921 ve 1922’de grevler görülmektedir. 1923 yılında önemli grevlere rastlanmaktadır. Zonguldak maden işçileri, Aydın şimendifer işçileri, İstanbul matbaa işçileri, Şark şimendifer işçileri, İstanbul tramvay işçileri, Terkos işçileri ve Dolmabahçe gazhanesi işçilerinin grevleri bu yılın önemli grevleridir.”[27]

Bu dönemde kurulan legal sosyalist partiler (Türkiye Sosyalist Fırkası ve Türkiye Sosyalist İşçi Çiftçi Fırkası) işçi sınıfıyla organik bağların tesisi için uğraşacak, grevleri destekleyecek, işçi örgütlenmelerini teşvik edecektir.

Ancak genç “milli” burjuvazi, işçilerin kontrolünü sosyalistlere kaptırmak niyetinde değildir; hele ki hemen kuzeydeki Bolşevik Devrim’in nefesini enselerinde hissederken… Cumhuriyet’in ilanından kısa bir süre sonra, devletin izleyeceği ekonomi politikaları “tartışmak” üzere, İzmir’de bir İktisat Kongresi düzenlenir (1923). Çiftçi, tüccar, sanayici ve işçi gruplarının katıldığı Kongre’de işçileri, İstanbul Umum Amele Birliği temsil etmektedir-Milli Türk Ticaret Birliği tarafından örgütlenen ve desteklenen ve Ticaret Birliğiyle aynı amaç ve hedefleri güttüğünü ilan etmekten çekinmeyen İstanbul Umum Amele Birliği.[28]

İşçilerin Kongrede kabul edilip de uygulamaya sokulan tek talepleri, “amele” yerine “işçi” olarak nitelenme talebidir; sendikalaşma, sekiz saatlik işgünü, kadınlara doğum öncesi izin, asgarî ücretin tespiti, ücretlerin nakden ödenmesi, haftada bir gün izin, 1 Mayıs’ın işçi bayramı kabul edilmesi gibi talepler kabul edilse de ilgili yasa ve yönetmelikler çıkartılmadığı için kâğıt üzerinde kalacaktır. Hafta tatili ücreti, yıllık ücretli izin, iş kazası geçiren işçiye tazminat gibi konularsa doğrudan reddedilir.

Ancak bu “bahar” da uzun süreli olmayacaktır. 1925’te Şeyh Sait İsyanı gerekçesiyle ilan edilen (OHAL’in atası) Takrir-i Sükûn Yasası, işçi hareketi ve tüm solu uzun süreli bir suskunluğa mahkûm edecektir.[29] Bu dönemde açık kalabilen tek işçi örgütlenmeleri, CHP tarafından çeşitli vilayetlerde kurulmuş olan “amele birlikleri”dir.[30]

Takrir-i Sükûn koşullarında hiç mi grev yapılmadı? Yapıldı elbet. Üstelik de kadınların aktif ve gözüpek katılımıyla. 1927 tarihinde Adana Demiryolları Yenice-Nusaybin hattında yapılan grevde işçilerin eşleri, çocukları, Adanalı kadınlar demiryolunun üzerine oturarak grevin kırılmasını engelleyecekti.[31] Bir başka grev ise, Tramvay İşçileri Cemiyetinin 9 günlük grevidir ve hükûmetin müdahalesi sonucu sona erdirilmiştir.

Önemli bir not, İttihat Terakki’nin kamu işçilerinin grev haklarını önemli ölçüde sınırlandıran Tatil-i Eşgal Kanunu Cumhuriyet’in ilk on yılında yürürlükte kalmış, işçi-patron anlaşmazlıkları “hakem” aracılığıyla “çözülme” yoluna gidilmiştir: Takrir-i Sükûn (OHAL) koşullarında!

İşçiler iktidar partisinin/tek parti rejiminin demir yumruğundan fazlaca bunalmış olmalı ki, icazetli de olsa, liberal bir programı da savunsa, kısa ömürlü Serbest Cumhuriyet Fırkasına fazlaca bel bağlayacaktır. SCF yöneticilerinin İzmir’e gelişi vesilesiyle liman işçileri grev ilan etti. İncir işçilerinin de ücretlerinin arttırılması talebiyle onlara katılması ipleri iyice gerecek, güvenlik güçleri işçilere ateş açarak sekiz işçinin yaralanmasına neden olacaktı.

SCF deneyimi kısa ömürlü oldu, parti kendini feshetmek zorunda bırakıldı. CHP’nin SCF destekçilerinden intikamı acı olacaktı: grevler sona erdirildi, muhalif işçi örgütleri lağvedildi… Bu süreçte tek parti rejimi kendi işçi örgütleri aracılığıyla sınıfı denetim altına alma sürecine hız verecekti. Yeni bir İş Yasası için kollar sıvandı…

Bu arada İkinci Paylaşım Savaşı’nın eşiğine gelinmiş, CHP iktidarı iyiden iyiye Avrupa’da esen faşist rüzgârların etkisi altına girmişti.

1936’da Tatil-i Eşgal yasasının yerini alarak yürürlüğe giren yeni İş Yasası, bu koşulların ürünüdür; yeni yasa selefinin yap(a)madığını yapmış, grevleri tümden yasaklamıştır. Bu hâl, “iş ve çalışma hürriyeti aleyhine cürümler” başlıklı bir madde içeren (1926 tarihli) Ceza Kanunu’yla da desteklenecek, TCK’da 1933 tarihli değişiklikle grev teşebbüslerinin cezası attırılacaktı. 1928’de çıkartılan Cemiyetler Kanunu ise, “sınıf temelli” cemiyetlerin kurulmasını yasaklayarak sendikacılığın temellerini dinamitliyordu: Öyle ya, sendikalar “sınıf temelli” olmazsa ne olabilirdi?

  1. Paylaşım Savaşı sonrasında faşizmin yenilgiye uğraması, dünyada ve Türkiye’de “demokratik açılım”ları getirecekti beraberinde. 1946’dan itibaren yeniden faaliyete geçen sosyalist partilerin aktif desteğiyle “birçok sendika ve işçi derneği kurmuş, işçi örgütlenmesi yeni bir canlılık dönemi yaşamış ve sosyalist hareketle sıkı ve kalıcı bağlar gerçekleştirmiştir. Ancak CHP iktidarı bu oluşumlara uzun süre izin vermedi. 16 Aralık 1946’da CHP iktidarı sosyalist partileri ve onlara bağlı işçi örgütlerini kapattı. Ancak işçi örgütlenmesini tamamen yasaklayamayacağı için, Şubat 1947’de yürürlüğe konulan Sendikalar Kanunu çerçevesinde sendikaları bizzat yaratmaya başladı. 1945’te kurulan Çalışma Bakanlığı ve CHP İşçi Bürosu bu işi üstlendi. İlk Çalışma Bakanı Sadi Irmak’a göre, ‘Devlete karşı, Devlet emrinde ve Devletle beraber olmak üzere üç tip sendika’ vardı ve ‘Türkiye’ye yakışacak ve Türk rejiminin hürriyet zihniyetine yakışacak olan’ üçüncü tip sendikaydı. ‘Bu (tip) sendika Devletle beraber, amme menfaati içinde zümrelerin menfaatlerini müdafaa eden hür sendika’ diye tanımlanıyordu. Bu tip sendikaların aynı zamanda ‘meslekten olmayanları’ dışlaması, ‘gayri siyasi’, ‘gayri beynelmilelci’ ve ‘milli karakterli’ olması da Sendikalar Kanunu ile emredildi. Bu yaklaşımlar ve geçmişten (1930’lardan) gelen alışkanlıklar sonucu 1947’den itibaren bizzat CHP tarafından kamu iktisadi teşebbüslerinde, devlet fabrikalarında kurulan sendikalar ‘garp demokrasileri modeli’ndeki sendikalara benzememiş; Türkiye’de işçi sendikacılığı yerine sendika adı altında işçi toplumsal yardımlaşma derneklerinden oluşan kendine özgü garip bir işçi örgütlenmesi geliştirilmiştir. 1947 tarihli Sendikalar Kanunu 1936 tarihli iş kanunu ile getirilen grev yapma yasağını da sürdürmüştür.”[32]

Aynı geleneği, 1950’de iktidarı CHP’nin elinden alan Demokrat Parti de devralır. Patronların, hükûmetlerin zor yoluyla sindiremediği, her bulduğu çatlakta ısrarlı otlar gibi biten işçi hareketi, kooptasyon sendikacılığıyla denetim altına alınmaya çalışılmış, sendikal örgütler, bir yandan yasaklar ve cezalarla, bir yandan da liderlerine yüksek ücretli, ballı pozisyonlar ve siyasal nüfuz sağlanarak düzen partilerinin hizasında tutulmaya çalışılmıştır.

İşçi sınıfının buna tepkisi ise, kendisine giydirilmeye çalışılan deli gömleğini parçalayıp attığı mücadeleler zinciri olacaktır: 200 bin kişilik Saraçhane Mitingi (1961), Toplu İş Sözleşmesi Yasası’nın kabulüyle sonuçlanan Kavel Direnişi (1963), işçilerin 10 bin askerle kuşatılmalarına ve iki işçinin ölümüyle sonuçlanan çatışmalara karşın zaferle sonuçlanan maden işçilerinin Kozlu Direnişi (1966), Türk-İş’te kopuş sürecini başlatan ve DİSK’in kurulmasına (1967) yol açan Paşabahçe grevi (1966), ücretlerin yükseltilmesi, 48 saatlik çalışma haftası için ve sarı sendikacılığa karşı girişilen Singer işgali (1969) ve burjuva iktidarın DİSK’i devre dışı bırakmak üzere çıkardığı yeni yasayı çöpe atan 15-16 Haziran Direnişi (1970)…[33]

Sonuç olarak: Sendikaların hâli

“Osmanlı’da oyun bitmez,” derler. Osmanlı’yı bilmem, ama kapitalist egemenlerin işçi sınıfı mücadeleleri karşısında bildiği oyun sayısı sınırlı: Yasakla, zor kullan, zorun yetmediği yerde aşılması neredeyse imkânsız engeller koyan bir “yasal çerçeve” dayat, sendika yönetimlerini satın al…

Kapitalizm 1970’lerin sonunda girdiği krizle birlikte, emekçi sınıflara dünya ölçeğinde neoliberal küreselleşme biçimini alan topyekûn ve radikal bir saldırı başlattı. “Sermaye hareketlerinin liberalizasyonu” ile birlikte sermaye, işgücünün bol, ucuz ve “uysal” olduğu Güney ülkelerine yönelirken, gerek metropol, gerekse çevre ülkelerde işçi sınıfı “kolayca gözden çıkartılabilen, ikame edilebilen, ‘itibarsız’ bir sınıf”a dönüştürüldü.[34] Üretimin yerini finansallaşma alırken, özelleştirmeler kamu sektörünü ve hizmetlerini yutarken, deregülarizasyon, taşeronlaşma, iş güvencesinin berhava edilmesi ile, sınıfın gücü büyük ölçüde kırıldı. İşsizlik korkusu ile terbiye edilen işçiler örgütsüzleştirildi. Sosyalist sistemin çöküşü ve yeni “sol” söylemlerin yükselişi intelligensia saflarında yılgınlık ve bozguna yol açarken sosyalizm itibarsızlaştırıldı; sosyal demokratlar ise liberal politikalara yedeklendi.

Böylelikle dünya ölçeğinde hiçbir mülke sahip olmayıp hayatta kalabilmek için işgücünü satmak zorunda olanlar, yani işçi sınıfı nicel olarak emsali görülmemiş bir şekilde genleşirken, belki de tarihinin en güçsüz günlerini yaşadı, 1980’lerden 2000’li yılların başlarına dek. Örgütsüzleşti…

Bunu Türkiye’den örnekleyelim: “Son verilere göre toplam işçi sayısı 16.8 milyon. Toplam sendikalı işçi sayısı ise sadece 2.5 milyon. İşçilerde sendikalaşma oranı yüzde 14.97’lerde kalmış durumda.”[35]

Örgütsüzleşmenin Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerine maliyeti çok yüksek oldu. Hızla sıralayalım:

– Sendikalaşmanın önünde 12 Eylül darbesi ile getirilen engeller sürüyor. 6356 sayılı Kanun 12 Eylül ürünü düzenlemelerin çoğunu devam ettirdi. Patronlar sendikalaşan işçiyi işten atıyor. Uzun bir yargılama süresi sonunda işçi haklı çıksa bile işveren bedelini ödüyor ve işçinin sendika üyesi olmasını engelliyor. Anayasal sendikalaşma hakkı işverenler tarafından parayla satın alınıyor ve yok ediliyor. İşverenler itiraz ettiğinde toplu iş sözleşmesi işlemleri duruyor ve sendikalaşma mümkün olmuyor. Türkiye’de özel sektörde sendikalaşma oranı yüzde 7, toplu iş sözleşmesi kapsamı ise yüzde 5-6 civarındadır.

– Türk-İş, Hak-İş, DİSK ve KESK’in de üyesi olduğu Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) raporuna göre Türkiye sendikal haklar açısından dünyanın en kötü 10 ülkesi içinde. Ayrıca Türkiye Hukukun Üstünlüğü Endeksine (Rule of Law) göre 142 ülke için 133. sırada. En kötü 9. ülke!

– Sendikalaştıkları için işten atılan ve direniş yapan, ücret artışı ve hakları için eylem yapan işçilere karşı polis şiddeti uygulanıyor.

– Türkiye hâlen sendikacıların tutuklandığı ve ev hapsine tâbi tutulduğu bir ülkedir. Sadece son zamanlarda DİSK’in Genel Başkan Yardımcısı ve Genel-İş Genel Başkanı Remzi Çalışkan ile DİSK Çukurova Bölge Temsilcisi tutuklandı. Eğitim Sen yöneticileri demokratik bir protesto açıklaması nedeniyle 10 gün ev hapsi verildi. Birtek-Sen Genel Başkanı Mehmet Türkmen tutuklandı ve sonra da keyfi olarak ev hapsinde tutuluyor. Limter-İş Genel Başkanı Kanber Saygılı son haftalarda birçok kez gözaltına alındı. Listeyi uzatmak mümkün…

– Türkiye’de grev hakkı “grev erteleme” adı altında fiilen yok edildi. AKP hükûmetleri döneminde 21 grev erteleme kararnamesiyle onlarca grev “milli güvenlik” bahanesiyle yasakladı. Grevleri yasaklanan işçi sayısı 197 bine yaklaştı. Buna karşılık AKP döneminde grev hakkını kullanabilen işçi sayısı 90 bin civarında kaldı. Anayasa’da grev hakkı var ama grev hakkı fiilen hükûmetin iznine bağlı hâle geldi.

– 2008 yılında yürürlüğe giren 5510 sayılı yasayla yüzde 70 ve üzerinde olan aylık bağlama oranları yüzde 50’ye aylıkların alt sınırı yüzde 35’e düşürüldü. Bunun sonucu emekli aylıkları dibe vurdu.

– Sosyal güvenliğe ayrılan bütçe payı düştü. SGK’ye yapılan konsolide bütçe transferleri 5510 sayılı yasanın ardından 2009’da GSYH’nin yüzde 5,2’si iken 2024 yılında 3,3’e geriledi.

– Asgarî ücret yaygınlaştı ve ortalama ücret oldu. Hâlen AB ülkelerinde asgarî ücretle çalışanlar yüzde 4 civarında iken Türkiye’de bu oran yüzde 50 civarında.

– Kıdem tazminatı 2000’lerin başlarında asgarî ücretin 4,8 katıydı. 2025’te 1,8 katına geriledi.

– 2005 yılında 0,403, 2009 yılında 0,380 olan Gini katsayısı 2023 yılında 0,418’e yükseldi. Türkiye OECD ülkeleri için en kötü gelir dağılımına (Gini katsayısı) sahip ikinci ülke.

– Türkiye en uzun çalışma sürelerine sahip ülkeler arasında. Türkiye’de haftada 60 saat ve üzeri çalışanların oranı yüzde 21 iken, OECD ortalaması yüzde 5 civarında. Türkiye’de 1980’lerden bu yana haftalık çalışma süreleri azaltılmadı.

– Taşeron işçi uygulaması yaygınlaştı.

– Zorunlu arabuluculuk ile işçi hakları yok edildi.

– İşsizlik sigortası fonu patron destek fonu oldu.

– Esnek çalışma yaygınlaştırıldı.

– İş cinayetleri katlandı.

– Türkiye kadınların istihdama katılımı konusunda OECD sonuncusu. OECD ortalaması yüzde 64, Avrupa ortalaması yüzde 70’in üzerindeyken Türkiye’de kadınların istihdama katılımı yüzde 32 civarında.

– Kamu mülkleri 1986’dan bu yana 71 milyar dolara parsel parsel satıldı. AKP’nin özelleştirme payı yüzde 89![36]

İşçi sınıfının tarihi bize, işçilerin ücretlerin düşürüldüğü, çalışma koşullarının bozulduğu, yaşam koşullarının güçleştiği her momentte sınıf mücadelesi araçlarına sarıldığını gösteriyor. Dünyada da, coğrafyamızda da…

Oysa veriler, bu ülkede grev sayı ve yoğunluğunun 2000’li yıllarda düşüş kaydettiğini gösteriyor. Örneğin, “1985-2000 yılları arasında yılda ortalama 127,5 grev gerçekleşirken grevlere katılan ortalama işçi sayısı 47 bin 534’tü. 2001-2015 arasında ise yıllık grev ortalaması 20,2’ye, greve katılan işçi sayısı ise 6 bin 713’e düştü.”[37]

Bunda yukarıda sıralanan etmenlerin payı çok büyük, kuşkusuz. Ama bir etken daha var ki, mutlaka değerlendirilmesi gerekiyor: Bu coğrafyada (birkaç özverili örnek dışında) sendikalar sınıf mücadelesi aracı olmaktan çıkıp kurulu düzeni payandalayan araçlara dönüşmüş durumda. Sınıf tabanlarını yitiren sendikalar[38] varlıklarını sürdürebilmek için düzen partilerine yaslanmak zorunda hissediyorlar kendilerini. Kimi sendikalarda yönetimler adeta kastlaştı; babadan oğula geçer bir hâl aldı. Sendika aidatlarının patron tarafından kaynaktan kesilerek sendikaların hesabına yatırılması, sendikaları işçilere yabancılaştıran bir başka etken…[39] Mustafa Durmuş’un işaret ettiği “Finans Sendikacılığı”, yani sendikaların “borsa, döviz, mevduat ve gayrimenkul gibi diğer para ve emlak piyasasındaki yatırımları sayesinde önemli yatırım ve kira geliri elde edebil”mesi[40]de bu meyanda vurgulanmalı. Ve nihayet, neoliberal uygulamaların işçi sınıfı bileşenlerini büyük ölçüde değişikliğe uğratmasına (genç, kadın, göçmen, kaçak işçiler, geçici işçiler, taşeronlar, sözleşmeliler…) karşın sendikaların bu yeni işçileri örgütlemek için kılını kıpırdatmaması da, sınıfı zaafa düşüren bir başka etken.

Bu olumsuzluklara rağmen işçiler sınıf mücadelesi silahlarına sarılma yönündeki iradesini son yıllarda her yerde ve defaatle aşikâr ediyor-dışarıdan ve içeriden tüm baskılara, engellemelere rağmen.

Böylelikle örneğin, “2015-2021 yılları arasında yıllık ortalama grev sıklığının 123 olduğu Türkiye’de 2022 yılında 197 grevin yaşandığını” tespit ediyor Emek Çalışmaları Topluluğu ve bunun rekor olduğunu belirtiyor. Ancak daha da çarpıcısı şu satırlar:

“Grevlerin yalnızca yüzde 18’i iş yerinde yetkili olan sendikalar tarafından örgütlendi. Grevlerin yüzde 42’si bir sendika tarafından organize edildi. Grevlerin yüzde 58’ini ise herhangi bir sendikanın öncülüğü olmaksızın işçiler kendileri örgütledi.

“Sendikalar arasında en çok grevi yüzde 16 ile DİSK’e bağlı sendikalar örgütlerken, bunun ardından yüzde 13’le Türk-İş’e bağlı sendikalar geldi.

“Yaklaşık 20 bin sayı ile en geniş katılımlı grev ise Eğitim Sen, Eğitim-İş ve diğer bazı kamu emekçileri sendikalarının Öğretmenlik Meslek Kanunu’nu protesto etmek amacıyla yaptığı grev oldu.

“Bağımsız sendikalar 2022 yılında tüm grevlerin yüzde 10’unu örgütledi.

“Sendikalar ve toplu iş sözleşmesi kanununun son derece kısıtlayıcı olduğu Türkiye’de resmî grevler çok nadir hâle geldi. Öyle ki resmî grevler Türkiye 2022’deki tüm grevlerin sadece yüzde 9’unu oluşturmaktadır.”[41]

Evet, bu coğrafyada işçi sınıfı, neoliberal kapitalizme karşı kendi kurallarını yeniden yazmaya başladı. Sırtına giydirilen deli gömleğini parçalayıp atmasını elbette bilecektir…

Muğla, 13 Ağustos 2025.

 

[1]  Ayn Rand.

[2] A. Lozovsky, “Marx and the Trade Unions”, /https://www.marxists.org/archive/lozovsky/1935/marx-trade-unions.pdf.

[3] Allana Akhtar, Joey Hadden, Elias Chavez, “The most impactful strikes in history – for better or worse”, https://www.businessinsider.com/the-biggest-and-most-powerful-worker-strikes-of-all-time-2019-9.

[4] Kelly Schoolmeester, “Egyptian laborers strike for pay, ~1170 BCE”, https://nvdatabase.swarthmore.edu/content/egyptian-laborers-strike-pay-1170-bce.

[5] Hasan Doğan, “Osmanlı Devletinin son döneminde grev hakkı ve Tatil-i Eşgal Kanunu”, https://belleten.gov.tr/tam-metin/326/tur.

[6] Allana Akhtar, Joey Hadden, Elias Chavez, “The most impactful strikes in history – for better or worse”, a.y.

[7] Peter N. Stearns, “premodern” ve “modern” protesto biçimlerini karşılaştırdığı makalesinde, araştırıcıların bu iki tarz arasında saptadığı farkları şöyle sıralıyor: “Sanayi-öncesi protesto (…) ayaklanma (riot) biçimini alırdı. Bir mahalden diğerine sıçrayabilse bile, genellikle yereldi. Formel bir örgütlenmeden yoksundu. Tipik olarak yoksulla zengini karşı karşıya getirmekle birlikte, sınıf bağlantılarından çok cemaate dayanırdı. Dolayısıyla, birbirine sıkı sıkıya bağlı cemaatler oluşturan zanaatkâr ve köylüler bu tip protestoların ön saflarında yer alırlardı. Ve her şeyden çok (bu protesto biçimi) geriye dönüktü, geçmişteki hak ve değerlere göndermede bulunmaktaydı. Zanaatkârlar ideal loncanın ilkelerini anımsarken, köylülerin modeli, ideal köydü. (…) Aşikar nedenlerden dolayı, sanayi-öncesi protesto müreffeh yıllarda gerçekleşmezdi. Mevcut hâlin geçmişle karşılaştırılıp noksanlı bulunduğu ekonomik güçlük zamanlarına özgüydü.” (Peter N. Stearns, “Measuring the Evolution of Strike Movements”, International Review of Social History, C. 19, sayı 1).

[8]  M. Şehmus Güzel, İşçi Tarihine Bakmak, 2020, ss. 130-131, Ekitap.ayorum.com.

[9]  Karl Marx, Friedrich Engels, Komünist Manifesto, Can Yayınları 2015, ss. 59-60.

[10]  Bu grevler ve dahası için bkz. “200 Years of Labor History,” https://www.nps.gov/blrv/learn/historyculture/200-labor-events.htm.

[11]  “Early strikes and labor unions”, https://www.studentsofhistory.com/strikes-labor-unions.

[12]  James E. Cronin, “Strikes and Power in Britain, 1870-1920.” International Review of Social History, XXXII (1987).

[13]  Kaynak: “The history of strikes in the UK” https://www.ons.gov.uk/employmentandlabourmarket/ peopleinwork/employmentandemployeetypes/articles/thehistoryofstrikesintheuk/2015-09-21.

[14]  “Avrupa Grev Dalgası”, https://www.encyclopedia.com/history/encyclopedias-almanacs-transcripts-and-maps/european-strike-wave.

[15]  V. I. Lenin, “Strikes in Russia”, https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1913/dec/31.htm.

[16]  Russian Revolution Timeline, https://alphahistory.com/russianrevolution/russian-revolution-timeline-1917/

[17]  Örnekler M. Şehmus Güzel’in İşçi Tarihine Bakmak adlı kitabından derlenmiştir, a.g.y.

[18]  Merve Küçüksarp, “Osmanlı’da Kadın Emeğinin Kısa Tarihi”, Bianet, 8 Mart 2018… https://m.bianet.org/bianet/tarih/194967-osmanli-da-kadin-emeginin-kisa-tarihi.

[19]  M. Şehmus Güzel, İşçi Tarihine Bakmak, s. 97.

[20]  Hasan Doğan, “Osmanlı Devleti’nin Son Döneminde Grev Hakkı ve Ta’tîl-i Eşgâl Kanunu”, agy. Öte yandan, Polis Nizamnamesi’ni yürürlüğe koyan padişahın, Nizamname’nin yayınlanmasından bir yıl kadar önce, İzmit çuha fabrikasını gezerek işçilerin dertlerini dinleyen, onlara “Ben sizin huzur ve saadetinizi temin ile mükellefim. Sizler bana vedia-i ilahisiniz. Ruz-u mahşerde Cenab-ı Hak bu emanetin neticesini soracak. Devlet büyüklerinin vazifesi sizlerin mesud ve müreffeh olmanıza çalışmalarıdır,” diye seslenen Abdülmecid olması da devlet geleneğinin süreğenliğini gösteren bir vakıadır (Bkz. M. Şehmus Güzel, İşçi Tarihine Bakmak, ss. 102-103). İnsan Süleyman Demirel’i, Turgut Özal’ı, Tayyip Erdoğan’ı dinlemiş gibi oluyor!

[21]  M. Şehmus Güzel, İşçi Tarihine Bakmak, ss. 90-91.

[22]  Fatih Zengin, “Osmanlı Devleti’nde Emekçiler, Grevler ve Emekçi Örgütleri”, Iğdır Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 2020, Sayı: 5’ten derlenmiştir.

[23]  Zengin, s. 15.

[24]  M. Şehmus Güzel, Grev, Sosyalist Yayınlar, 1993, s. 62.

[25]  M. Şehmus Güzel, Grev, s. 63.

[26]  Bkz. M. Şehmus Güzel, Grev, ss. 65-68 ve Hasan Doğan, “Osmanlı Devleti’nin Son Döneminde Grev Hakkı ve Ta’tîl-i Eşgâl Kanunu”

[27]  DİSK Tarihi, Kuruluş, Direniş, Varoluş, I. cilt, DİSK Yayınları, 2022, s. 49

[28]  DİSK Tarihi, a.y.

[29]  “Birinci Madde– İrticaa ve isyana ve memleketin nizamı içtimaisini ve huzur ve sükûnunu ve emniyet ve asayişini ihlale bais bilumum teşkilat ve tahrikat ve teşvikat ve teşebbusat ve neşriyatı Hükûmet, Reisicumhurun tasdikiy-e, re’sen ve idareten men’e mezundur.” (DİSK Tarihi, s. 53).

[30]  M. Şehmus Güzel, İşçi Tarihine Bakmak, s. 171.

[31]  Bkz. Osman Tiftikçi, “1927 Yenice-Nusaybin Grevi ve Kadınlar”, https://ozguruniversite.org/2024/08/04/1927-yenice-nusaybin-grevi-ve-kadinlar/.

[32]  M. Şehmus Güzel, İşçi Tarihine Bakmak, ss. 173-174.

[33]  Bkz. “Dünden Yarına Dumanı Dağıtacak Yıldız-Poyraz’a Selam: 15-16 Haziran Direnişi”, Birgün Pazar, 22 Aralık 2024, ss. 10-11.

[34]  Havva Gümüşkaya, “Prof. Dr. Mustafa Durmuş: Sendikalar Masaya Sermaye İçin Oturuyor”, 9 Ağustos 2025… https://www.birgun.net/haber/sendikalar-masaya-sermaye-icin-oturuyor-644373.

[35]  Mustafa Çakır, “Yoksulluğun Gölgesinde 1 Mayıs”, Cumhuriyet, 1 Mayıs 2025, s. 9.

[36]  Aziz Çelik, “Çalışma Hayatında Dezenformasyon ve Gerçekler”, Birgün, 5 Mayıs 2025, s. 5.

[37]  “Doğruluk Payı: Yıllık Grev Sayısı yüzde 85 Azaldı”, Bianet, 5 Şubat 2018, https://bianet.org/haber/dogruluk-payi-yillik-grev-sayisi-yuzde-85-azaldi-194038. Ayrıca bkz. Aziz Çelik, “Türkiye’de 2000’li yıllarda grevler ve grev dışı eylemler”, IV. Sosyal Haklar Ulusal Sempozyumu, 18-22 Ekim 2012.

[38]  “Türkiye’de de sendikalı işçi sayısı ve oranı benzer biçimde düşüyor. 2025’in temmuz ayında yayınlanan sendika üye istatistiklerine göre; sendikalı işçi sayısı ocaktan temmuza 94 bin 988 kişi düştü. Oysa bu yedi ayda çalışan işçi sayısı 461 bin 410 arttı.” (Havva Gümüşkaya, “Prof. Dr. Mustafa Durmuş: Sendikalar Masaya Sermaye İçin Oturuyor”, 9 Ağustos 2025… https://www.birgun.net/haber/sendikalar-masaya-sermaye-icin-oturuyor-644373).

[39]  Fikret Başkaya, “Sendikalara Dair Söylem ve Gerçek!”, 5 Ağustos 2025… https://nupel.tv/fikret-baskaya-sendikalara-dair-soylem-ve-gercek/.

[40]  Havva Gümüşkaya, a.y.

[41]  “Türkiye ve Şili’nin Grev Karnesi”, Evrensel, 10 Mayıs 2024. https://www.evrensel.net/haber/517986/turkiye-ve-silinin-grev-karnesi.