Ana Sayfa Blog Sayfa 8

Savaş politikaları, metal grevi, kriz ve asgarî ücret tartışmaları

Artık, ülkemizde, işçi sendikaları, devletin uzantıları gibidir.

Birkaçı hariç, işçi sendikası değil, sendika mafyasının denetlediği, işçi sınıfını denetim altında tutmakla görevli aygıtlardır.

İşçi sendikaları yozlaşmıştır. Lüks binalarda, lüks araçlarda, lüks evlerde yaşamını geçiren sendika mafyası, birer devlet aparatı gibi çalışmaktadır. En güzel örneği, Ankara’da Türk Metal binasıdır. Lüks bir holding merkezine benzemektedir.

Ülkemizde sendikalar, artık grev yapmıyor.

Grev, yasalarda var.

Ama grev yapmaya niyetli bir sendikal örgütlenme olmayınca, grevsiz sendika diye bir garabet ortaya çıkmıştır.

Aralık ayı, hararetli tartışma ayıdır. Yılbaşı geldiği için değil. Bununla ilgisi yok. Asgarî ücret, aralık ayında belli oluyor. Bu nedenle de hararetli tartışmalar başlıyor. Sendikalar, sözüm ona rahatsızlar. Kapıların arkasında ise, hep birlikte iş pişiriyorlar.

Artık, ülkemizde her şey, kalitesiz bir tiyatro gibidir, daha çok müsamere gibidir. Artık, hiçbir ciddiyeti olmayan bu müsamereler, sistemin çürümüşlüğünün en açık göstergesidir.

Asgarî ücret tespit komisyonu da böyledir.

Devlet, düdüğü çalıyor, maç başlıyor. Sahneye, kravatlı devlet yetkilileri, yanlarında sanki yürümekte zorluk çeker gibi acılı bir yüz ifadesi takınmış sendikacılar ve arkalarında göz önünde olmak istemeyen şık giyimli işverenler. Düdük çalınınca, kameraların önünde, toplantı salonuna geçiyorlar.

İçeriye birkaç işçi alıyorlar. Mümkün olduğunda konuşamayan ve mümkün olduğunca az paraya susmaya hazır olan cinsinden.

Ve dışarıda, sendikalar, sözüm ona muhalifler basın açıklaması yapıyorlar. Gören de der ki, bunlar ayakta duracak gibi.

TV kanallarında asgarî ücretin enflasyonu artırıp artırmayacağını tartışan uzman ve profesörler. En iyisi, ne rolü aldığını bilmeden rolünü oynuyorlar.

İşte size müsamere.

MB yetkilileri, Batı başkentlerinde gidip, asgarî ücrete %25 zam yapmayı düşünüyoruz, diyorlar.

Batı merkezlerinin “konsorsiyum”a bağlı kuruluşları, 2025 için, düşük zam ama artan sosyal yardım bir çözümdür türünden açıklamalar yapıyorlar.

Devlet yetkilileri, en üst ağızlardan, “çalışanları her zaman olduğu gibi, enflasyona ezdirmeyeceğiz,” diyorlar.

İşte bu tiyatrodan çıkan sonuç: Asgarî ücret 22.104 TL’dir. Erdoğan, acaba bir sultan zammı yapar mı beklentilerine karşılık, ekonominin yönetimi, Mehmet Şimşek’in memurluğunu yaptığı “uluslararası konsorsiyum” adına, Erdoğan’ın açıklama yapmasını talep ediyor ve Erdoğan, Suriye zaferinin ardından, asgarî ücret zaferini ilan ediyor. Suriye’de savaşı o kışkırtmadı, asgarî ücreti de en yükseğe o çıkardı. Suriye halkı ezilmedi ve işçi sınıfı da enflasyonun altında kalmadı.

İşte size “hayırlı sonuç”.

Aralık ayının başında, metal işçileri, 4 fabrikada grev kararı aldı. Ve Saray Rejimi, grevi “erteledi.” Erteledi demek doğru değil, çünkü aslında 30 yıldır grevler erteleniyor deniyor ama gerçekte grevler yasaklanıyor. “Milli güvenliği tehdit” eden grev hâline sokuluyor. Her zaman yaptıkları gibi.

Ve metal işçileri, grev erteleme kararını, bu yasağı tanımıyoruz, diyerek yırtıyorlar. 24 Aralık tarihine kadar fiilî greve çıkıyorlar. Yani, 21 gün. Ve 21 günün ardından, işverenin verdiklerinin fazlasını alarak, grevi sona erdiriyorlar. İşçi maaşları, 40 bin ile 105 bin arasında değişecek şekilde sözleşme bağlanıyor.

İşte size grev.

Grev, işçi sınıfının üretimden gelen gücünü kullanması demektir.

Grevsiz sendika olmaz.

Aynı zamanlar içinde, sendika konfederasyonları, hiç utanmadan asgarî ücret tiyatrosunu sergiliyorlar.

Oysa üç konfederasyon, başkaları da yanlarında, memurlar da içlerinde, emekliler de içlerinde, Türk-İş, DİSK ve Hak-İş grev ilan etse, genel grev kararı alsa, asgarî ücret için, belki yanında başka şeyler için de, yeni bir düzey yakalayabilirlerdi.

Bu denli denetim altına alınmış, bu denli eli kolu bağlanmış işçi sınıfı acaba dünyanın hangi ülkesinde vardır?

Burjuvazi, sermaye, TC devleti, 12 Eylül’den başlayarak, AK Parti döneminde daha da artırarak, sendikaların grev hakkını bir fiil olarak kullanmasını önlemektedir.

Ne demektir grevi yasaklamak?

Grev yasaklansa ne olur yasaklanmazsa ne olur?

İşçi sınıfı, sendikalar, grev yapacaksa, tıpkı metal işçilerinin aralık ayındaki 20 günlük grevi gibi, grevi örgütler ve fiilî olarak yapar.

Ne demek, memurların grev hakkı yok? Yasada yok.

Bize ne! Memurlar greve çıkar, fiilî olarak grevi örgütler ve grev hakkını yasaya koyarlar. Hepsi budur.

Örgütlenmek, örgütlü işçi sınıfı olmak, gerçek anlamda işçi sendikalarına sahip olmak demek budur.

Bugün ülkemizde, asgarî ücret tespiti, neredeyse, en büyük toplu sözleşme anlamına gelmektedir. Öyle ise, tüm sendikalar, “efendim biz komisyonda yokuz, davet edilmedik” demeden, bizzat sürece katılmalıdır. Bunun için, görüşme masasında olmanın çok büyük anlamı yoktur. O masada olsan da, olmasan da, eğer senin greve çıkma, üretimden gelen gücünü kullanma, gerçek anlamda bir mücadele yürütme niyetin varsa, bunun önünde kimse engel olamaz. İşçi sınıfı, üretici sınıftır ve üretimi durdurma hakkı, yasalarda olsa da olmasa da, onun tek gerçek mücadele silahıdır.

Saray Rejimi, savaş politikaları ile, tüm toplumu denetim altına almak, esir almak için hareket etmektedir. Sendikalar, işçi sınıfını her durumda satmaktadır ve asla başka bir niyetleri, mesela mücadele etme niyetleri yoktur. Sendikalar, işçilerin kendisinden korkmaktadır. Onlar devlet adına, işveren adına çalışan birer asalaktırlar ve bu nedenle, kendi hâllerinin ortaya çıkmasından, gerçek yüzlerinin anlaşılmasından ve işçi sınıfından gelecek tepkilerden korkmaktadırlar. Yoksa, sendikalar zaten devletin kolları hâline gelmiştir.

TC devleti, savaş politikalarını yürütmek için, vergileri, haraçları sürekli artırmaktadır. enflasyon yolu ile, işçilerden alıp patronlara vermektedir, sürekli olarak işçiler fakirleşmekte, sürekli olarak onların üzerine ağır faturalar yüklenmektedir. Ve sendikalar, bu konuda devletin yardımcılarıdır.

Öyle ise, savaş politikalarına hayır demek için, krizin faturasını yüklenmeyi kabul etmemek için, açlık ve işsizliğe karşı durmak için, her türlü ekonomik, sosyal, siyasal hakların gasbına dur demek için, örgütlenmek gerekir.

Süreci tersine çevirecek, durumu düzeltecek tek şey, örgütlü işçi sınıfı ve onun devrimcileşmesidir.

İşçi sınıfı, siyasal alan da içinde, örgütlenmek zorundadır. İşçiler, sendikaları terk etmeden, sendikaları geri almak üzere, siyasal, ekonomik her türlü örgütlenmeyi geliştirmelidirler. İşçiler, her fabrikada, işyeri komiteleri kurmalıdırlar. Bilfiil bu işyeri komiteleri, sendikaları geri almak için bir yol açabilir.

İşçi sınıfı, burjuva politikaların peşine takıldıkça, her zaman başı eğik olacaktır. İşçi sınıfı, başını kaldırmak, devrimcileşmek zorundadır. Yoksa, her yılın aralık ayında asgarî ücreti tartışmakla yetiniriz ve elbette her seferinde bir kez daha aldatılmış, çuvallamış oluruz.

Aralık aylarını beklemeden, grev için hazırlanmak, örgütlenmek gerekir. Hâlâ geç değildir. Asgarî ücret ya da ücretler değişmez değildir. Her zaman değişirler. Bunun için, işçi sınıfının, planlı, örgütlü, kararlı bir biçimde genel grev ve genel direnişi örgütlemesi şarttır. Bu sadece işçilerin değil, tüm emekçilerin, tüm direnişçilerin ortak mücadelesinin de gündemidir.

İşçiler, emekçiler, kadınlar, gençler, tüm direnenler, Birleşik Emek Cephesinde birleşmelidirler. Bu gerçekleşirse, genel grev ve genel direnişin örgütlenmesi de gerçekleşebilir.

Halkların katline, işgallere ve emperyalist saldırganlığa karşı tek çözüm halkların ortak mücadelesidir! 

Suriye’de 8 Aralık’ta ABD-İngiltere-İsrail-TC devleti güdümündeki HTŞ’nin öncülük ettiği cihatçı çetelerin Şam’ın yönetimini ele geçirmesiyle Ortadoğu’da yeni bir süreç başlamıştır. 2011 itibariyle Suriye’ye yönelen emperyalizm, 2024 yılının sonunda bir boyutuyla amacına ulaşmıştır.

ÖSO, IŞİD, NUSRA gibi cihatçı çetelerin artıklarıyla toplanan ve adlarına HTŞ (Heyet Tahrir El Şam) ve SMO (Suriye Milli Ordusu) diyen çeteler, bölgede yönetimlerinin tesisi bahanesiyle Suriye halklarına yönelik saldırılar ve infazlar gerçekleştirmektedir. İki gün önce Şam’da Noel ağacını yakan cihatçılara karşı, Hıristiyan halkının sokağa çıkarak direnişe geçmesinin hemen ardından Noel tekrar resmî tatil ilan edilerek halkın tepkisinin yatıştırılması hedeflenmiştir.

Arap Alevi halkının en önemli tarihî kişiliklerinden ve dinî önderlerinden biri olan Hüseyin Bin Hımden El Khasibi’nin türbesinin yakıldığı ve orada görevli 5 insanın türbeyi terk etmeyi reddetmesi sonucu, infaz edilerek üzerlerine basıldığına dair 20 gün önce çekilmiş olan görüntülerin dün itibariyle medyaya yansıması sonrası Humus, Tartus ve Lazkiye başta olmak üzere birçok bölgede Arap Aleviler sokağa çıkarak direnişe geçtiler. Arap Alevilerin sokaklarda gerçekleştirmiş olduğu eylemler sonrasında HTŞ öncülüğündeki cihatçı çeteler İdlib’den, Azez’den yürüyüşlerin yapıldığı şehirlere takviyeler göndererek yapılan protestolara ateş açmış, Arap Alevilere yönelik katliamı büyütmüştür. 2011’den beri sistematik olarak Arap Alevilere yönelik verilen katli vacip fetvaları ve bu doğrultuda yaşanmış olan katliamlar ve soykırım süreci bugün devam etmektedir.  

Yine dün akşam BBC kanalında canlı yayın sırasında sözde gazeteci özde ise tetikçi olan Bekir Atacan’ın Suriye’nin kuzeyindeki Kürt halkı için katliam çağrısı yapması TC’nin Suriye’de cihatçı çeteler eliyle yürüttüğü halklara yönelik inkâr ve imha politikasını bir kere daha teşhir etmiştir.

TC devletinin de tetikçilik yaptığı NATO-ABD-İngiltere-İsrail cephesi, emperyalist saldırganlığı başta Ortadoğu olmak üzere bütün dünyaya yaymaya çalışmaktadır. TC devleti ise tetikçilik görevini yerine getirebilmek adına içeride-dışarıda savaşı büyüterek, kendi deyimleriyle “iç cephenin güçlendirilmesi”ni sağlamaya çalışmaktadır. Açıklanan asgarî ücret, deprem bölgesindeki yağma-rant politikalarıyla bizlere her gün yaşattıkları aşağılanma, kadınlara yönelik saldırılar, kayyum siyaseti “iç cephenin güçlendirilmesi” yolunda atılan adımlardır. Saray Rejimi, İran’a-Rusya’ya yönelik olacak bir sonraki savaşa hazırlandığı bu süreçte içeride sessizliği CHP’siyle, MHP’siyle, Gelecek Partisi’yle örgütlemeye çalışmaktadır.

Egemenler savaşı yaymaya ve halkları katletmeye devam edecektir. Bizler ise direnişi büyütmeliyiz. Sıranın bize gelmesini halkların katliamını izleyerek bekleyemeyiz. Bugün söylenmekten, ah vah etmekten ötesini yapmalıyız. Suriye’de katledilen her Arap Alevi’si her Hıristiyan’ı her Ezidi’si her Kürt’ü için sokaklara çıkmalı, direnişi büyütmeliyiz. Khasibi türbesini terk etmeyi kabul etmemiş ve bunu canlarıyla ödemiş o 5 kişiden öğrenmeliyiz. Lazkiye’de, Tartus’ta, Humus’ta, Şam’da direnişe geçen halklardan öğrenmeliyiz. Bugün burada örgütlediğimiz her direniş Suriye’de ve bilcümle dünyanın dört bir yanında kurtarılan bir insan canı demektir.

Samandağ’da devletin her türlü saldırısına rağmen yapılan miting, TC devletinin yarattığı yalanı, örgütlediği ideolojiyi yıkmıştır. Gerçekler devrimcidir. Direniş bütün ülkeye yayılmalı ve gerçekleri ortaya çıkarmalıdır. Direniş gerçeğin ebesi olmalıdır. 

Siz bakmayın Samandağ’da yapılan miting için “HTŞ’nin dikkatini buraya çekmeyin” “Suriye’de katliam yok” “Bunlar provokatör” diye atıp tutan, devletin karşısında boynu kıldan ince olan, miting vakti valinin-kaymakamın sofrasında karnını doyuran bir avuç aklı esir, cebi dolu, korkudan rehin kişiye. Bugün bu anlayışa da cevap, sokakta direniş çizgisini var ederek olmalıdır. Suriye’de katliam yok deyip koyun gibi kesilmeyi bekleyenler bizden uzak dursun. Biz halklar, işçiler, öğrenciler, Antakya halkı, Kürtler, Sünnîler, Arap Aleviler direnişi büyüteceğiz. Halkların ortakça özgür yaşadığı bir dünyayı kuracağız. 

Kendi kaderimizi şimdiden elimize alalım! Samandağ’da Antakya’da mahalle mahalle sokak sokak bu mücadeleyi büyütelim ve örgütlenelim! Kurtuluşumuzun anahtarı şu sözlerde saklıdır: Örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez! Şimdi öfkemizi bileyip, sıkılı yumruklarımızla sokağa çıkma direnişe geçme zamanıdır!

Yaşasın halkların ortak mücadelesi!

Emperyalizm yenilecek, direnen halklar kazanacak!

Ortadoğu’da çözüm: Ya sosyalizm ya ölüm!

KALDIRAÇ HAREKETİ

26 Aralık 2024

“Batı medeniyeti”, “medenîleştirme”… Emperyalizm halkların düşmanıdır

Sanıyorum, emperyalizm üzerine teorik bir tartışma yapmanın çok sınırlı bir anlamı olur. Belki, bize “emperyalizm savaşsız olabilir mi” diye sözüm ona soru sorar gibi yapıp, emperyalizmi aklamaya çalışanlara bir şeyler söylenebilir. Ya da mesela, “emperyalizm sömürgesiz olabilir mi” diye soranlara karşı. Ama doğrusu bu kişiler, emperyalizmin sol içindeki propagandistleridir. Ve sanki bizim, bir çeşit “geri kalmış ülkelerin” kendi suçları-hataları içinde debelendikleri görüşüne inanmamızı istiyor gibidirler (Yeri gelmişken, Fikret Başkaya hocamızın bu konuda, “geri kalmışlık” denilen şeyin ne olduğu konusunda çalışmaları vardır ve bu konuyu ona bırakmak daha iyi olur. Kanımca, bu konuda yeniden yazmak gerekir). Dertleri, emperyalizme karşı bir mücadeleyi önlemek ve emperyalist politikalara boyun eğmemizi sağlamaktır.

Devasa ve tekelci bir burjuva medya var. Ve her adımı karanlık üretme ile bağlantılıdır. O kadar ki, burjuva medyanın tek bir adımını bile, “arkasında ne var” demeden dinlemeyin, izlemeyin. Mesela HTŞ lideri, başına 10 milyon dolar ödül konulan ve ABD tarafından aranan bir terörist idi. CNN, onunla röportaj yaparken, bir gazetecilik başarısı mı ortaya koyuyordu, yoksa onu temizleme operasyonu mu yürütüyordu? Yanıtı biliniyor. Ezidi kadınları satan, kadın ve çocukların ırzına geçen, insanları diri diri yakan, başlarını kesen, Kürt kadınların ırzına geçen adamdır bu. Bunları bizzat yapmıştır. Bir Kürt kadını, onların esaretinden kurtulduğunda, çektiği işkenceleri sayamıyor, şöyle söylüyordu: “Sizi siliyorlar, kimliğinizi, tarihinizi yok ediyorlar, sizi siliyorlar.”

Acaba, emperyalizm savaşsız olur mu, emperyalizm sömürgesiz olur mu diye bize “tatlı sözler”le başlayan bu emperyalist dünyanın sol imajlı görevlileri, “sizi siliyorlar” cümlesini anlayabilirler mi? Anlayamazlar, çünkü öyle bir hisleri kalmamıştır. Tek hisleri, dolar alırken, dolar alma ihtimali doğarken ortaya çıkan hışırtı sesi ile bağlı bir histir. Köpeklere kemik atılırken yaşanan gibi demek istemem, çünkü bu onları köpeklere benzetmek olur ve köpeklerin çok değerli olduklarını bilirim. Bunlar öyle değildir. Akıllarını, ruhlarını, hislerini satmışlardır.

Biz burada daha çok Batı medeniyetinin neler yaptığını, mümkün olduğunca kısa örneklerle anlatmak, bir çeşit döküm yapmak istiyoruz. Ortadoğu’da artan ABD varlığına şahit oluyoruz. Suriye savaşının bu yeni aşaması, bize artan ABD varlığını gösteriyor. Bu noktada, ABD’den medet uman çeşitli siyasal hareketler var ve bu konu, oldukça günceldir. Biz de burada, aslında özelde ABD emperyalizminin, genelde de Batı emperyalizminin halklara neler sunduğunu, bazı örnekleri ile hatırlatmaya çalışacağız. Aslında, bu konuda daha kapsamlı bir çalışmayı Temel Demirer hocanın kaleminden beklemek gerekir. Gereklidir, çünkü bölgemizdeki gelişmeler, hafıza tazelemeyi gerekli kılmaktadır. Bu konuda, bizim burada vereceğimiz bazı özet bilgilerin, elbette yeterli olma ihtimali yok. Hafife almamak gerekir, birçok durumda, bilginin detaylanmış olması, okuyucunun düşünmesi konusunda epeyce faydalı oluyor.

Burada ise, biz, belki birçok ülkedeki emperyalist politikaların ne olduğuna sadece değinmiş olacağız. Sağlıklı biz özet yapmak da derdimiz değil. Bunu daha iyi yapacak yoldaşlar var. Ama politik açıdan konunun önemi nedeni ile, belki genel bir hatırlatma faydalı olacaktır.

Önce, medeniyet taşımak, diktatörlere karşı durmak, barbarları medenîleştirmek, açık toplum savunuları, “özgür dünya” (bazan “hür dünya”), demokrasiyi geliştirmek (bazan ileri demokrasi), Stalin ve Nasır ile Hitler’i bir tutmak vb. gibi ideolojik saldırıları hatırlamak yerinde olur. Buradan başlayalım.

Nietzsche, içindedir. “ ‘Sömürü’ yozlaşmış, gelişmemiş ya da ilkel bir topluma özgü değildir: temel bir organik işlev olarak canlı şeylerin özünde yatar, aslında yaşam-istenci olan gerçek güç-istencinin bir sonucudur.” (Nietzsche, “İyinin ve Kötünün Ötesinde”den aktaran G. Lukács, Aklın Yıkımı, Birinci Kitap, Payel Yayınları, s. 373). Ama daha başkaları da var. Bu alıntıyı, “Sosyalist Devrim Zorunludur ve Olanaklıdır” isimli çalışmamızda da kullanmıştık (Bkz. Deniz Adalı, Sosyalist Devrim Zorunludur ve Olanaklıdır, Kaldıraç Yayınevi, s. 48). Orada bu sömürü konusundaki Nietzschevari akıl yürütmeyi eleştirmiştim. Ama galiba bir şeyi eksik bırakmışım. Demek ki Nietzsche, “sömürü” diye bir şeyi biliyor. Emin olun ki Gorbaçov, 1990’da, “emperyalizm sömürgesiz olabilir” derken, Nietzsche’den feyz almamıştır. O daha çok, Batı’ya sığınarak yaşamanın yolunu arıyordu ve sanıyordu ki, emperyalist Batı, onun ülkesini “eşit partner” diye kabul edecektir. Ne diyelim, hayallerin kaynağının ne olduğu, her zaman hayallerin kendisinden anlaşılamaz.

Demek Nietzsche, sömürü denilen şeyi biliyormuş. Peki ne olduğunu bize hiç anlatmış mı? Hayır. Bu zahmete katlanmamış. Bizim sol’un Nietzsche severleri çoktur, onlar sömürüyü nerede anlattıklarını bulurlarsa yazsınlar biz de öğrenelim. Ama biliyoruz ki Nietzsche, çok “esnek” bir kaleme sahiptir; ne yapar yapar, efendilerine hizmette kusur etmez. Bu nedenle olsa gerek, sömürünün gelişmiş, emperyalist toplumlarda olmadığını, dolaylı yoldan öğreniyoruz. Yoksa koskoca filozof, “yozlaşmış, gelişmemiş ya da ilkel toplum” dedikten sonra, emperyalist ülkeleri de eklerdi. Ama her ne ise sömürü, emperyalist ülkelerin, yaşam istencinin bir sonucu olarak, diğer ülkeleri sömürmek zorunda kaldığını, bunun tüm doğada olan bir şey olduğunu bize bildirmektedir. Hizmetlerine efendileri kaç dolar vermiştir? Hissiz bir “filozof”, dolarların hışırtısı karşısında neler hissetmiştir bilmiyoruz.

Ama daha sonraki yıllarda, emperyalist güçler, bu işi, filozof kiralama işini, aydın kiralama işini, gazeteci ekleme işini daha ileri taşıdılar. Ve elbette sınıf savaşımının gereklerine uygun olarak, yeni yapılanmalara girdiler.

Truman, hani adına doktrin bulunan ABD Başkanı (Truman Doktrini ve Marshall Planı hep birlikte ele alınır. Truman, 1945’te Roosevelt’ten başkanlığı devralmıştır), “özgür dünya” terimini bir kampanyaya çevirmişti. “Özgür dünya”, İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmi yenmiş olan SSCB ve müttefiklerini “demir perde” olarak adlandırmanın bir başka yüzüdür. 1945 sonrası ABD devleti “komünist avı”na başlamıştı. O kadar korkuyorlardı ki, ortalama bir Amerikan vatandaşını Stalin hayranı olarak görüyorlardı ve bu nedenle, komünist avı, bir çeşit cadı avı gibi, her alanı sarsmıştı. Komünist olmayanlar, kendilerini komünist olmadıklarını ispatlayarak aklamaya çalışıyordu. Oysa, özgür dünyada yaşıyorlardı ve özgür dünyada hayranlık uyandırıcı bir hukuk olmalıydı. Truman, hukuku iç savaş hukukuna çevirmişti. Hukukçular buna “düşman hukuku” dediler. Oysa o sırada savaş bitmişti.

Emperyalist Batı, yeni hegemon güç ABD önderliğinde, anti-komünist bir savaş yürütüyordu. Bunun için, önce ABD’nin içi temizlenecekti. Komünist dünyaya duyulan hayranlık yok edilecekti. Bunun için sadece basın, sadece hukuk, sadece iç savaş metotları, sadece dünyada darbeler vb. devreye sokulmayacaktı. Aynı zamanda, uzman ve filozofların yaratılması gerekiyordu. Nietzsche artık yetmezdi. Pişir pişir bu eskileri sun, bir yere kadar işe yarardı. Kaldı ki, onları pişirecek aşçı ve filozof karışımı, dolar sesine duyarlı, savaşçı ideologlar gerekliydi. Mesela bunlar, faşizm ile komünizmin aynı olduğunu iddia etmeliydiler. Hannah Arendt, devreye sokulan isimlerden biridir. Marifetli Arendt, kitap yazdı ve adını “Totaliterliğin Kökenleri” koydu. Kitap 1951 yılına yetişti. Gördünüz mü, modern tekelci medya sektörünün, tüketim toplumunun gereklerine uygun olarak slogan geliştirme konusunda ne denli başarılılar! Demek, faşizm ve komünizm, “totaliter” olarak isimlendirilecek. Her ikisi de aynıdır. Demek Hitler ile Stalin aynı olacaktır. Şimdi sıraya medya girecek, gazeteciler, bu temel üzerinden, Stalin’in kimi nasıl öldürttüğü anlatılacak, örnekler ortaya konulacaktır. Tıpkı, CNN’in, Suriye’de bir hapishanede yaptığı gibi. Gazeteci kadın (ne gazetecidir ne de insan cinslerinden birine ait olma ihtimali vardır), senaryo gereği, battaniyenin altına yüzü görünmeden yatan bir adama yaklaşıyor. Ne hikmetse, battaniyenin altında olanın bir taş olmadığını biliyor, ona sesleniyor. Kişi kalkıyor, 100 dolarlık bir roldür bu, ve işkencelerden söz ediyor. Eğer yere yatmaktan doğan toz ve kir bir yana bırakılırsa, CNN ekibinin hiç de iyi makyaj yapmadığı anlaşılıyor. İşte size Esad hapishaneleri. Ya ABD hapishaneleri? Ya Türkiye hapishaneleri? Ve çok acemice hazırlanmış olan bu görüntü, “katil ve diktatör Esad” görüntüsünün besleyeni olarak devreye sokuluyor. Birkaç saat sonra bu yalan, bu senaryo ortaya çıkıyor. Ama bir kere bu algı yayılmış oluyor. İşte sistem böyle işliyor. Sonra, her şey bu teoriyi ispatlamak üzere kanıt olarak devreye sokuluyor. Bir kişi gidiyor ve eski Sovyet topraklarında bir insanı buluyor. Mutlaka yakınan insan vardır. O da yakınıyor ve tüm bunlar, kötülüğün kanıtları olarak sunuluyor.

Demek, marifetli Arendt, faşizm ile komünizmin aynı olduğunu, her ikisinin de totaliterliğin çeşitleri olduğunu söylüyor. Ve elbette demokrasi “özgür dünya” gereklidir. Ve elbette “özgür dünya”nın parçasının hangi ülkeler olduğuna, elbette ABD, efendiler karar verecektir. Mesela 1950’de, Truman, Suudi Kralı Abdülaziz İbni Suud’u “aydın lider” olarak ilan edecektir. Suudi rejimi bir totaliter rejim olmaktan çıkmış olacaktı ve elbette “aydın lider” Abdülaziz, Dhahran hava üssünün anlaşmasını onaylayacaktı. Geriye, Suudi petrollerinin yarı yarıya ABD ve Suudi Arabistan arasında paylaşılması kalacaktı. Öyle oldu. Yoksa, “aydın lider”, ülkesini bir “barış kalesi” olarak tutamayacaktı. Son derece adilcedir ve Nietzsche’nin dediğine uygundur; ABD, yaşam istenci gereği, Suudi petrollerinin kârının yarısını almış olacaktı. Ne yaparsın, “doğa böyle” diyor büyük ve büyük filozof Nietzsche.

Marifeti yüksek Arendt yetmez. Bir örnek daha gerekli. Daha fazlası elbette var ama bu çalışmanın sınırlarını aşar. Doğrusu, “Sosyalist Devrim Zorunludur ve Olanaklıdır” çalışması sırasında yapılan çalışma, bu iki ismi hatırlamama olanak sağlıyor. İkincisi Karl Popper’dir. Karl Popper, bizim ülkemizde daha fazla bilinir. Ama “Totaliterliğin Kökenleri”, üniversitelerimizde okutulan derslerin içine yedirilir. Popper, daha çok uluslararası şirketlerin, dünyanın gerçek efendilerinin hizmetindedir. Liberalizmi savunmak için bir düzenleme yapmaktadır. Kitabı 1945’te yayınlanmıştır ve adı “Açık Toplum ve Düşmanları”dır. Yani, marifeti yüksek Arendt, Popper’in çalışmasını sivriltmekle, silah hâline çevirmekle yükümlüdür. Popper, tam bir “filozof” kılıklıdır. Nietzsche’ye daha fazla benzer. Onun derdi, işsizliğin, yoksulluğun, sömürünün ve savaşın, aslında bazı güçlerin isteklerinin sonucu olmadığını, bu görüşlerin ise bir komplo teorisi olduğunu iddia eder. Ona göre, egemen sınıf olarak burjuvaların, tekellerin, kapitalist sistemin sonucu olarak, yoksulluk, açlık, sömürü ve savaş zorunludur diyen Marksizm, elbette el çabukluğu ile kenara itilmelidir. Komünistler, “demokratik topluma” karşı savaşan komploculardır. Faşizm de bu komplocuların içindedir. Görüldüğü gibi, hiç şüphe etmeyiniz, faşizm ile komünizm, “açık toplum”a karşıdır. Faşizm, tekeller dünyasına aittir ve zaten onu biliyorlar. Ama tek başına komünizmi kötülemek, 1945’ler dünyasında işe yaramazdı. Önce komünizmin faşizm ile aynı, “açık toplumun düşmanları” kapsamında birbirinin aynısı olduğunu vurgulamak gerekiyordu.

1945’lerin dünyasında, ortalama bir ABD vatandaşı, Stalin hayranı idi. Faşizmi yenmiş Kızıl Ordu, her ülkede gözde idi.

Oysa, SSCB, çok büyük kayıplar vermişti. Kayıpların toplamı 20 milyonu geçiyordu. Ve Hitler’in tüm Batı tarafından desteklenen orduları, Moskova önlerindeydi. Stalin, bu dönem, Roosevelt ve Churchill ile görüşüyor ve Hitler’e karşı bir ikinci cephenin açılmasını istiyordu. Savaşın rengi değişiyordu. SSCB, Hitler’i batağa saplamıştı ve Kızıl Ordu’nun ilerlemeye başlayacağı anların öncesindeydi. Ama SSCB, bu kez, savaşta yara almamış olan ABD’nin saldırmasından korkuyordu. Buna korku denir mi, elbette denir. SSCB, o dönem tüm Batı’da gelişen direnişi yeterli görmüyordu. Fransa’da, İtalya’da direniş son derece gelişkindi. Ama yine de yeterli görünmüyordu. En azından onlar için durum buydu. ABD’nin Almanya’ya birçok silah ve mühimmat tedarik ettiğini biliyorlardı. Ama savaşa ABD’nin, SSCB’ye karşı girmesi endişesi oldukça fazlaydı. Öte yandan Churchill ve Roosevelt, Kızıl Ordu’nun gelmekte olan zaferini hissediyorlardı ve kendi ülkeleri ve tüm Avrupa’da komünizmin zaferinden korkuyorlardı. SSCB, bu endişeleri azaltmak için, 1943 yılında Enternasyonal’i lağvetti. Bize göre hatadır. Siyasal ufuk eksikliğidir. Oysa sosyalizm ve devrim düşüncesi, hızla gelişmekteydi. Savaş sonrası Kominform kuruldu. Ama kominform, hiçbir biçimde Enternasyonal’in yerini tutacak durumda değildi. Zaten Enternasyonal de, büyük ölçüde SSCB’nin ağırlığı ile şekillenmişti. Dünya komünistlerinin birliği olarak enternasyonal bir parti, aslında devrimi gerçekleştirmiş ülkelerin avantajlarını elbette kullanmalıdır. Ama bu durum, enternasyonalin, dünya devrimini yönetmek üzere, nesnel, bilimsel ve doğru politikalar üretmesinin önüne geçmemelidir.

Biz öyle diyoruz, sınıflı toplumların tarihi sınıf savaşlarının tarihidir. Bu nedenle, dünya hakkında konuşurken, bu dünya tarihini, sınıf savaşları içinde ele almak esastır. Kişileri de öyle.

SSCB’nin zaferi, faşizmin yenilgisi, dünyanın her yerinde, sömürge ülkeleri de derinden etkilemeye başladı. Bu durum, aslında emperyalist egemenliğe karşı büyük bir tehdit idi. Bu süreci durdurmak, emperyalist Batı için başlı başına bir konu olmuştu.

Demek ki, ABD hegemonyası otururken, aynı zamanda dünya kapitalist sistemi, Batı emperyalizmi, II. Dünya Savaşı’nda faşizmin yenilmesinin yarattığı hava içinde, oldukça zorlu bir döneme giriyordu. Birçok ülkede emperyalizme karşı savaş gelişiyordu. Latin Amerika’da, Afrika’da, Asya’da bu eğilimler ortaya çıkıyordu. Bu öylesine gelişen bir eğilimdi ki, bir yandan “Bağlantısızlar Hareketi”, BM içinde önemli bir güç hâline geliyordu, içinde Mısır, Hindistan, Yugoslavya yer alıyordu, diğer yandan ise BM 1960’ta sömürgeciliğin tasfiyesi konusunda bir karar bile alabiliyordu. Elbette emperyalist dünya buna uymayacaktı ama bu kararın alınması da onları rahatsız edecekti.

Batı emperyalist örgütlenmesi, bu süreci durdurmak için, kapsamlı bir plan geliştirdi. Bu aslında, komünizme karşı savaş idi ve toparlandıkça, SSCB’nin yok edilmesi hedefi yeniden güç kazanacaktı.

Önce, ABD kendi içini temizlemeye karar verdi. Kendi içinde, Makkarticilik (McCarthy isminden geliyor) devreye sokuldu. Özeti, komünist avıdır. Eğer siz Sovyetler’in faşizmi yendiğini söylerseniz ya da siz Stalin’e övgü düzerseniz, demek ki siz komünizmin ajanısınız. Bu o denli yaygın uygulandı ki, bir çeşit cadı avına döndü.

ABD, aynı zamanda müttefiklerine, cadı avını, komünist avını önerdi. Bizde, bu elbette 1950’lerde devreye girebildi.

Bunun öncesinde, mesela Fransa, İtalya ve Almanya gibi işçi sınıfının büyük bir güç olduğu ülkelere dönük önlemler almaya başladılar. Fransa’da komünist önderleri, sendikacıları mafya örgütlerine katlettirdiler. Almanya’da Nazi artığı subaylara Gehlen teşkilâtı üzerinden Alman istihbaratını örgütlettiler. İtalya’da, Gladio’yu örgütlediler. Böylece biz, savaşın devamı olarak, SSCB’nin zaferinin etkisini kontrol etmek için, “özel devlet örgütlenmesi”ne yöneldiklerini görüyoruz. Bu aynı şey Japonya ve ABD’de de yapılıyordu. Bu, faşist devlet makinasının, iç savaş örgütü olarak devletin yeniden örgütlenmesi yolu ile modern burjuva devlet tarafından içselleştirilmesi sürecidir. Bizim tekelci polis devleti dediğimiz şey de tam budur. Almanya’da yenilen faşizmin yerine “demokrasi” diye bir şey gelmemişti ve RAF’a karşı mücadele sürecinde bunu tüm detayları ile gördük ki, devlet bir özel iç savaş aygıtı hâline gelmiştir. Faşizmin olağanüstü devlet örgütlenmesi, modern Batı dünyası tarafından olağan devlet örgütlenmesi düzeyine yükseltilmiştir. Yine tekellerin egemenliği vardır ve asla o lanet okunan “totaliter” devletlerden bir dirhem olumluluk taşıyan bir yönü olmayan bir “demokrasi” örgütleniyordu. Buna tekelci polis devleti diyoruz. Okuyucu, bu konudaki görüşlerimizin detayını çeşitli yayınlarımızdan öğrenebilir. Biz konumuza devam etmek istiyoruz.

Bir yandan ABD hegemonyası şekilleniyordu. Dünya Bankası, IMF, Bretton Woods işin ekonomik sistemini oluşturuyordu. Öte yandan, ABD, bazı ülkeleri, kendi sömürgesi hâline dönüştürmek istiyordu. Güney Kore ve Türkiye bunlardandır.

Türkiye’den ilk olarak 1946’da ABD’ye eğitim için subaylar gönderiliyor. Daha sonra kontrgerillayı oluşturan bu kadrolardır ve Türkeş de içlerindedir. Dikkat edilsin Türkiye henüz NATO üyesi değildir. NATO, 1949’da kuruluyor. Emperyalist kamp, bir savaş makinası örgütlemeye karar vermişti. Bunun anlamı açıktır: Hitler’i arkasından destekleyerek komünizmi yenmek mümkün değildir, topyekûn Batı emperyalizmi, SSCB’yi yok etmek için kapsamlı bir savaş ortaya koyacaktı. Adına “soğuk savaş” dediler. Soğuk Savaş dönemi, komünizme karşı savaş dönemidir. Bunun iç içe geçen üç parçası vardır; ilki emperyalist ülkelerin içlerini komünizme karşı “bağışıklık kazanmış” hâle getirmek. Böylece “steril” bir diktatörlük ortaya çıktı, biz buna tekelci polis devleti diyoruz, siz bunun bir diktatörlük olduğunu kabul etmek koşulu ile buna tekelci demokrasi diyebilirsiniz. İkincisi, sömürge ülkeleri hizaya çekmek, bu ülkelerde sosyalist etkiyi, emperyalizme karşı isyan eğilimlerini yok etmek. Ve üçüncüsü de SSCB’yi kuşatarak, komünizmi yok etmek. İşte bu plan içinde sömürgeci güçlerin, emperyalist güçlerin, dünya halklarına olan “sevgi”sinin örneklerini, halkların payına ne düştüğünü, “medeniyet”i nasıl taşıdıklarını, “demokrasi”yi nasıl yaydıklarını, halklara “yardım” etme konusunda ne denli maharetli olduklarını izlemek istiyoruz. Dediğim gibi, bunu ancak, çok kısa özet ile yapmaya çalışacağım. Oysa bu, kapsamlı bir çalışma konusudur ve maalesef ki günceldir.

Yıl 1847’dir. ABD emperyalizmi, yeni yükselmiş bir güçtür ve yanı başında Meksika “gözlerinin önünde parlıyordu.” Başkan James K. Polk, Meksika’ya askerlerini göndermeden önce, bu görüş propaganda ediliyordu. ABD basını, özgür dünya olmadan önce, yerlileri kesmekle meşgul olmuştu ve bu konuda çok deneyimli idi. “Eski Roma imparatorluğu gibi, Amerikalıların yağmalamakta çok iştahlı oldukları” açıktan yazılıyor, konuşuluyordu. Daha ilerisi var: Meksikalıların, “bakireler gibi yakında tecavüzcülerini sevmeyi öğreneceklerini” söylüyorlardı. Meksika’ya, 1847’de ABD askerleri gönderildi. Bugün ABD toprakları olan şu bölgeler, ABD topraklarına, tecavüzcülerini sevmeyi öğrenmek üzere dâhil edildiler: Utah, Texas, Arizona, Colorado, Kaliforniya, Nevada, New Mexico.

İki yönden itiraz edebilirsiniz; bir, ama yıl 1847 değil ve iki, ABD değişmiş olamaz mı? Bu itirazı ciddiye almak mümkün olmasa da, zaten çalışmanın ilerleyen bölümlerindeki amaç, bunun devam ettiğini göstermektir.

Dünyanın en zenginlerinin %1’inin serveti, 7 milyar insanın servetinin iki katıdır. 500 büyük uluslararası şirket, dünya GSMH’sinin %40’ının sahibidir. Yanı başımızdaki Suriye’nin GSMH’si, Koç Holding’in bir tek şirketinden küçüktür ve Koç Holding bir yana, Türkiye’nin GSMH’si Apple’dan küçüktür. Demek ki, Erdoğan’ın kişisel serveti (yanında kalır mı bilinmez) Suriye’nin 300 katı civarındadır.

6 Ağustos 1945’te ABD, Japonya teslim olmuş iken, aslında SSCB’ye tehdit olarak, Hiroşima’ya atom bombasını attı. Bomba yere düşmeden patlatıldı. Hiroşima o dönemler 350 bin nüfuslu bir kentti. 80 bin insan anında öldü ve ardından, 100 binlerce insan öldü. Üzerinden 3 gün geçti ve bu kez Nagazaki kentine aynı bomba atıldı. Hiroşima’ya atılan bomba 64 kg idi.

Soru şudur; Hiroşima ve Nagazaki kentlerindeki insanlar, çocuklar, kadınlar, hangi savaşın mağdurudurlar? Savaşta sivillere karşı katliam politikalarını yeren birçok uluslararası anlaşma vardır. Tarihte böylesi bir katliamı yapan güç ABD’dir ve şimdi ABD’nin dünyanın herhangi bir yerindeki halka, özgürlük ve medeniyet getireceğini mi söyleyeceğiz? Bunu ummak mümkün müdür? Bu, tarihte kalmış bir olay olarak bir değere sahip değil midir? Unutulmaya değer midir? Hiroşima’ya ve Nagazaki’ye atom bombasını atan anlayış ile, dünyanın gözleri önünde Filistin halkını katleden anlayış arasında fark var mıdır?

Emperyalizmin sömürgecilik politikasının ne demek olduğunun birçok örneği vardır. Biz, NATO’ya katılmak için, binlerce asker gönderen bir ülkede yaşıyoruz ve 1952’de Kore’ye asker gönderirken, TC devleti asker başına 1 dolardan az para kabul etmiştir.

Modern Batı, medeniyet götürmek için Vietnam’a saldırdı. 1946’da sömürgeciliğe son vermek üzere gelişen Ho Şi Minh önderliğindeki Vietnam devrimini yok etmek için, Fransızlar devreye girdiler. 1946-54 yılları arasında Fransa, Vietnam devrimini yok etmek için akıl almaz saldırganlıkla, işkence politikaları ile saldırdı. 1956’dan 1975’e kadar savaşı ABD devraldı. Ho Şi Minh önderliğinde Vietnam devrimi, çok büyük kayıplarla zafere ulaştı. Amerikan askerleri, savaş sırasında, “görevimiz komünist öldürmektir” diye bağırıyorlardı. Vietnam halkı her şeye rağmen, emperyalizmi, kolektif Batı’yı yenmeyi başardı.

Bu savaşın detaylarını, yukarıdaki 1847 Meksika işgali ve Hiroşima’ya atom bombası atılmasının detaylarını, galiba detaylı olarak hafızaya çıkartmak gerekiyor. Dediğim gibi, bu, bu makalenin işi değil. Bunu daha iyi yapacak yoldaşlara bırakalım ve devam edelim.

Yıl 1919’dur. Sanırım, bugünkü BM’nin ilk hâli olan Milletler Cemiyeti, 1919 yılında kurulmuştur. Hindistan hareketlidir. İngiliz sömürgeciliğine karşı isyan bayrağı yüksektedir. Hindistan’ın Amritsar’ında, bir geniş toplantı gerçekleştirilmekteydi. İngiliz birlikleri, bir katliam sahneye koydular. Bu kez İngiliz komutanlar, İngiliz kurşunlarının boşuna harcanması endişesine sahip değildi. Bine yakın insan öldürüldü. İngilizler, Hindistan’ın birçok bölgesinde, silahsız Hindistanlıları öldürecekleri zaman, bir örnek anlatılır. Buna göre, bir Hintlinin eşini köle olarak almak isteyen komutan, kocasının öldürülmesini emreder. İngiliz asker, tüfeğini doğrultur ama daha tetiği çekmeden subay arabasından iner ve bir İngiliz kurşununun maliyetini hesaplar ve bu maliyetin bir Hintli öldürmek için çok olduğunu söyler. Sonra o adam, sopalarla öldürülür. İşte size sömürgecilik konusunda bir tutum.

1911’de İtalyanlar, Libya’ya bombalar yağdırdılar. Artık bomba keşfedilmişti. Ölenler, yaşlılar, gençler, çocuklar ve kadınlardı. Medeniyet, Libya’ya böyle ulaşıyordu. Aynı şeyi İngilizler 1924’te Irak’ta yaptılar.

Daha yakına gelelim. Kenya, 1952-60 yılları arasında bir İngiliz soykırımına sahne oldu. Bu soykırımın bir kitabı, İngiliz güçlerinin şeflerinden birisi tarafından yazıldı. Yazar Ian Henderson’dur ve kitabının adı, “Man Hunt in Kenya”dır. Man Hunt, insan avı demek oluyor.

ABD, NATO’nun kuruluşunun ardından, bölgesel organizasyonlara yöneldi. OAS (Amerikan Devletleri Örgütü) Latin Amerika’da komünizm tehdidine karşı Washington’da kuruldu. Kolombiya’da 1948 yılının 9 Nisan’ında, Kolombiya’nın anti-emperyalist lideri Jorge Gaitán, bir suikastla öldürüldü. Böylece örgütün kuruluşunun yolu açılmış oldu.

Güneydoğu Asya Antlaşması Teşkilâtı (SEATO) 1954’te kuruldu. Elbette hedefi Güneydoğu Asya idi. 1962’de Laos’a karşı ABD askerleri Tayland’a bu nedenle iniyordu.

Ve 1955’te Ortadoğu’da CENTO (Merkezî Antlaşma Teşkilâtı) kuruldu.

Öncesinde, 1953’te, İran’da Musaddık’a karşı darbe yapıldı. Demokrasi işte böyle bir şey. Roosevelt, Tahran’da, halk tarafından desteklenen Musaddık’ı devirmek için, kiralanmış kalabalıklar organize etmek üzere bir milyon dolar para devreye soktu. Şah liderliğinde Batı yanlısı bir iktidar organize edildi.

1954 yılında ise Guatemala’da darbe devreye girdi. 1950’de kendisi komünist olmasa da, seçimi kazanmış olan Arbenz oldu. Komünist lider Fortuny’ye yakın olduğu için düşman olarak ilan edilmesi uzun sürmedi. Çünkü Arbenz hükümeti, 1953’te, United Fruit adlı bir Amerikan şirketine ait olan 80 bin hektar araziyi kamulaştırdı. İş orada kızıştı. United Fruit Company’nin ABD hükümeti ile yakınlığı vardı. ABD Dışişleri Bakanı Dulles (kardeşi Allen Dulles CIA direktörüydü) Cabot Dulles’in bakan yardımcısı ve Latin Amerika’dan sorumlu kişi ve Dulles’in uluslararası güvenlik işlerinden sorumlu direktörü Cabot, United Fruit’in hissedarlarıydı. “CIA’in acımasızca iş görmesi gerektiği, böylesi oyunlarda kural olmadığı” söyleniyordu. Guatemala’ya karşı ekonomik savaş devreye sokuldu. 1954’te darbe gerçekleştirildi. Bu darbe planı, aslında, daha sonraki darbeler için bir el kitabı hâline getirildi. Bir liste ile katledilmesi gereken komünistler listelendi.

1961’de Kongo’da, 1963’te Irak’ta, 1964’te Brezilya’da, 1965’te Endonezya’da, 1971’de Bolivya’da, 1973’te Şili’de Batı, medeniyet ve demokrasi taşımanın örneklerini sundu. Honduras, Uruguay, Arjantin, Paraguay, Gana, Mısır, Türkiye ve daha başkaları da bu demokrasi taşıma sürecinden payını alacaktır. Bangladeş 1975, Çad 1975 ve 1978, Pakistan 1977, Irak 1978, Güney Kore 1979 sayılması gereken diğerleridir.

Görüldüğü gibi, dünyanın her yerinde, Batı emperyalizmi, medeniyet ve demokrasi taşımakla meşgul olmuştur. Bu medeniyet taşıma ve demokrasi götürme sürecinin gerçekte sömürgeleştirme süreci olduğu, emperyalizme karşı isyan ve sosyalist devrimleri bastırma politikası olduğu bilinmelidir.

Sadece Endonezya’da ölen kişi sayısı bir milyonun üzerindedir. Avustralya, bu konuda epeyce rol aldı. Arjantin’de ölü sayısı 100 binin üzerindedir. Hapsedilenleri, işkenceleri, diğer birçok ayrıntıyı buraya almak mümkün değil.

Bu dönem içinde Castro’ya karşı yapılan suikast girişimlerinin hikâyesi, muhtemelen bir düzineden fazladır.

Ve aynı dönemde, komünizme karşı İslam organize edilmeye başlandı. Adına Yeşil Kuşak denilen projede, Şah dönemi İran’ı, TC devleti özel roller aldılar.

1978’de Afganistan, 1979’da Nikaragua ve Granada devrimleri ortaya çıktı. 1979’da İran’da Şah’ın devrilmesi ise apayrı bir konudur.

Dönemin ABD Başkanı Carter’dır ve Brzezinski görevdedir. Brzezinski, 1977 Pakistan darbesinden sonra, mücahitlere yardım ve Afganistan’a müdahale konusunda acil hareket edilmesi için öneriler geliştiriyordu. Pakistan’ın yeni iktidarına, Ziya ül Hak’a, geniş bir askerî yardım, bölgede yeni üsler edinmek, İran ve Afganistan’da örtülü eylemler organize etmek, Güney Yemen ve Eritre’deki halk hareketini önlemek üzere harekete geçmek, dönemin ABD politikası olmuştur. Güney Yemen 1969’dan beri bir Halk Cumhuriyeti hâline gelmişti ve kapsamlı toprak reformu devreye sokulmuştu.

SSCB çözüldü. Yıl 1989’dur.

1989’da ABD, Panama’yı işgal etti. Kendi adamı olan Noriega birdenbire şeytanlaştırıldı. Saddam’ın durumuna benziyor. Saddam 1990’da ABD onayı ve emri ile, Irak’ı büyütmek üzere Kuveyt’i işgal etti. Aradan bir süre geçince, onun da iktidardan indirilmesi gerekli idi. Bir sürü yalan hazırlandı ve bu yalanlar sonradan tek tek ortaya çıktı. Ardından Yugoslavya’nın parçalanması, bölüşülmesi devreye sokuldu. Irak ve Afganistan işgallerini Libya’nın dağıtılması izledi. Ve ardından Suriye savaşı başladı.

Burkina Faso (eski adı Yukarı Volta) 1983’te, ciddi bir borç krizi içinde IMF kıskasında kıvranırken, Sankara iktidara geldi. Sankara 1987’de Afrika Birliği’nin toplantısında, borçları ödemeyeceklerini ilan etti. “Borcu ödemeyiz, çünkü borcun sorumlusu biz değiliz,” diye haykırdı. “Borcun kökenleri, sömürgeciliğin kökenlerine dayanır,” diyordu. Amerikalılar ve Fransızlar işbirliği içinde Sankara’yı 1987’de öldürdüler. Ama onun ruhu orada yaşıyor. Burkina Faso, dik insanların diyarı anlamına geliyor.

Şu sözler Sankara’ya ait. 1985’te söylenmiştir:

“Bir miktar çılgınlık olmaksızın köklü değişim gerçekleştiremezsiniz. Bugünkü durumda köklü değişim itaatsizlikten, eski formüllere sırt çevirme ve geleceği icat etme cesaretinden geliyor. Bugün bizim aşırı bir berraklıkla hareket edebilmemiz, dünün çılgınları sayesinde oldu. Ben de o çılgınlardan biri olmak istiyorum. Geleceği icat etmeye cüret etmeliyiz.” (Vijay Prashad, Washington Kurşunları, Yordam Kitap, s. 108).

Tüm bu örnekler, elbette daha detaylıca ele alınabilir, alınmalıdır. Ve bu örnekler bize gösteriyor ki, Batı medeniyeti ya da Batı değerler sistemi vb. her zaman halklara sömürgeciliği dayatmıştır ve bu elbette katliam, yağma, yok etme demektir.

Dünyanın birçok yerinde halklar, çeşitli durumlarda, tüm bu örnekleri bilseler de, yeniden Batı emperyalist güçlerine inanmayı seçmişler ya da seçmeye zorlanmışlardır. Ama her seferinde sonuç, hep bildiğimiz gibi olmuştur.

Emperyalizm, tanımı gereği, sömürgesiz olmaz. Eğer sömürgeler olmamış olsa, ABD, İngiltere, Almanya, Fransa vb. refah içinde mi olur? Elbette olmaz. Onların cenneti, dünyanın çoğunluğunun cehennemine bağlıdır. Emperyalizm budur. Bu tabloda başka emperyalist güçlerin doğuşu, büyük altüst oluşlar olmadan gerçekleşemez. Egemenler, kendi pastalarını kimse ile paylaşmazlar. Ortadoğu pastasından pay almak için, önceden emperyalist olmuş olmanız gerekir. Ve hiçbir zaman halklar, bir emperyalist güç sayesinde özgürleşmezler. Tersine emperyalist güçler, önlerine kim gelirse, onu, kendi çıkarları için kullanırlar. Bu açıdan, dini, sömürgesi olan devletleri, mezhepler, ulusal kimlikleri vb. kullanmakta bir an bile tereddüt etmezler. Bölgemizde yaratılan İslamî çeteler, aslında emperyalist Batı’nın ürünüdür ve doğrusu, onlara hizmet eden bu güçlerin İslam’la da bir ilgileri yoktur. Onlar kendilerini İslamcı olarak tanıtıyorlar ama mesela İsrail’den çok İran’a karşı savaşmakta isteklidirler; egemenlerden çok halkı, sıradan halkı öldürmekte, kadınları katletmekte, çocukları köleleştirmekte marifetlidirler. Gerçekte, efendileri, onlara verdiği işler için, onlara ganimet olarak kadınları, çocukları, uyuşturucuyu, parayı vermektedir. Ve sonra, tüm bu güçleri, bir anda atacaklardır, kullanım süresi bitmiş mal gibi, onları bir kenara atacaklardır. Ama onlar aracılığı ile, yakıp yıkmakta bir yol almaktadırlar. Böylece korkuya teslim olmuş kitlelere, bir kurtarıcı olarak ABD’nin ortaya çıkması, büyük bir bayram gibi sunulmaktadır.

Şimdi, Ortadoğu’da Suriye savaşının yeni bir evresindeyiz. Ortadoğu’da savaş yayılmış ve daha da yayılacak eğilimdeyken, çok farklı eğilimlerde, irili ufaklı birçok güç, bir yandan, kendilerine bir gelecek ararken, diğer yandan emperyalist Batı merkezlerinden, en çok da ABD’den medet umar hâldedirler. Elbette her coğrafyanın kendine has durumları vardır. Bunu hesaba katmamak mümkün değildir. Ama tüm bölge için, emperyalizmin her türlü varlığından kurtulmanın tek yolu, ulus, din, mezhep vb. temelinde mücadeleyi aşarak, bunları yokmuş gibi davranarak değil ama bunları aşarak, sosyalist devrim yolunda mücadele etmektir. Belki de tarih, ister yakın ister uzak tarih, bize bu konuda yol gösterebilir. Elbette günlük mücadele gereklidir. Ama uzun erimli, emperyalizmin bölgeden sökülüp atılmasını sağlayacak perspektif olmadan, kurtuluş mümkün değildir. Bu da, işçi sınıfının kurtuluşu yoludur. Bölgemiz, topyekûn ve birbirine bağlı sosyalist devrimler için nesnel olarak olgunlaşmaktadır. Bunu görmek, buna göre, daha derinlemesine bir savaşa hazırlanmak, işçi sınıfının devrim ve sosyalizm mücadelesine kilitlenmek gereklidir. Sadece gerekli değil, zorunludur da.

Savaş politikaları, kriz ve sınıf savaşımı

Suriye savaşı yeni bir evreye girmiştir. Bu savaşın yeni evresi, savaşın bittiği anlamına gelmez. Tersine, daha da büyüyeceği anlamına gelir.

Suriye’de Esad gitmiştir. Şam, HTŞ olarak adlandırılan, içinde 40 civarında İslamî çetenin yer aldığı bir grubun eline geçmiştir.

HTŞ’yi oluşturan grupların, hem her birinin ayrı ayrı istekleri vardır ve olacaktır ama hem de daha da belirleyici bir nokta olarak, her birinin bağlı olduğu “efendileri” ayrı amaçlara, aynı ama ayrı amaçlara sahiptir.

Suriye, sömürgeleştirilecektir. Bu sömürgeleştirme politikasından, sadece Suriye sahasındaki halklar değil, tüm bölgedeki halklar da olumsuz etkilenecektir. Bugün, Esad gitti diye sevinenler, ki üzülmeleri için bir neden yoktur, yarın daha kötü bir süreçle karşı karşıya kalacaktır ve bunda kimsenin şüphesi de yoktur.

Bir yandan, Suriye halkları, yeni egemen olan efendilerin isteklerine uymaya zorlanacaktır. Efendileri, o sahada ne istiyorlarsa, ona uygun bir süreçle karşı karşıya kalacaktır. ABD, İngiltere, İsrail ve Türkiye ya da kısacası NATO, elbette Suriye halkının “özgürleşmesi” için çaba sarf etmiyordu. Esad’ın uygulamaları biliniyor. Ama Batı TV kanallarının Esad’ın işkenceleri konusunda yaptıkları uydurma filmler yalandır ve yalanları da çok kısa ömürlüdür. Biz bu filmi, Irak’ta da gördük, dünyanın başka yerlerinde de. Kısa ömürlü bu filmler, aslında IŞİD ve diğer unsurların, ÖSO ve HTŞ vb. unsurların yaptıkları işkence ve insanlık dışı davranışları aklamak için devreye sokuluyor, sokulacak. Bunlara bakarak, Esad kötülenirken, aslında gizlice, HTŞ ve diğer unsurlar aklanmaktadır. O nedenle, Suriye sahasında şimdi egemen olmaya başlayan güçler, asla halklara özgürlük getirmeyeceklerdir.

Türkiye’nin kime nasıl özgürlük getirdiği biliniyor. En açık kanıtı Kürt halkına karşı katliam politikalarıdır. Ve Batı ne derse desin, biz Türkiye’de yaşayanlar, “demokrasi ve özgürlük” konusunda ne yaptıklarını biliyoruz. Şimdi, Saray Rejimi, tüm özelliklerini, biraz daha da ileri giderek, Suriye sahasına yansıtacaktır. Artık, Türkiye, daha ileri bir işgalci güç olarak sahada olacaktır. Ve doğrusu, Türkiye’yi ABD’nin engelleyeceği abartılıdır. ABD ve Türkiye arasında dün sahadaki Rusya ve İran güçleri nedeniyle oluşan açı farklılıkları ortadan kalkma eğiliminde olacaktır.

İsrail’in, Filistin ve Lübnan’da yaptıklarını biliyoruz. Katliamlara uğramış bir halkın “seçilmiş” liderleri olduğunu söyleyenler, tüm dünyanın gözleri önünde bir soykırım politikasını uygulamaktadır. Katliam görmüş bir halk, devletleri eliyle yeni bir katliam ortaya koymaktadırlar. Bunların, Suriye sahasına bombalamaları, tıpkı “çocukları öldürün, çünkü büyüyünce terörist olacaklar” sözlerindeki gibi anlamlar içermektedir. İsrail, işgale devam etmektedir. Ve İsrail’e karşı HTŞ liderinin açıklamaları, bu sürecin devam edeceğini göstermektedir.

ABD ve İngiltere, yeni düzeni, yeni sömürge örgütlenmesini yapmakla meşguldürler ve bu konuda yapacakları da bellidir. ABD, bir yandan TC ve İsrail’e saldırı emrini vermekte ama diğer yandan da sahadaki her gücü kendi kontrolüne almak istemektedir. Çekiç bir ellerindedir, öbür ellerinde de yemek göstermektedirler. Bu uygulama, Suriye’deki tüm güçlere uygulanacaktır. Türkiye ve İsrail’in denetimi için, herkesin geri adım atması istenecektir. Ve elbette, ABD, gerekli düzenlemeleri yapmakla uğraşacaktır.

Demek özgürlük ve demokrasi dediklerinde anlayacağımız budur. Irak, yakındır. Irak, yakın bir örnek olarak, bu filmin bir başka versiyonunun gösterildiği yerdir. Ve şimdi, daha vahşi, daha sefil hâli ile bir film sahneye konulmak istenecektir. Belli ki Suriye, bağımsız bir ülke olmaktan çıkıp, sömürge hâline gelecektir.

Bu arada ise, ABD ve ortaklarının, İsrail ve Türkiye’nin sahadaki uzantıları kendi içinde ayrışmaya başlayacaktır. Bu durum, belli ki Kürtlere karşı ortaklaşa savaşmalarına neden olacak gibidir. Ama yine de kendileri kendi aralarında yeni çatışmalara girişecektir. Bu bir yağmadır ve Suriye’nin nasıl yağmalanacağı, bir hayli dramatik olacak gibidir.

Yağmacılık konusunda Türkiye ve İsrail daha az istekli değildir. Her ikisi de, bu yağma politikalarına kapı açacaktır, açarlar da.

Türkiye, şimdi, yeni-Osmanlıcılık hevesleri ile, daha ileri gitmenin yollarını arayacaktır. Bunun tüm eğilimleri ortaya çıkmıştır. Erdoğan, açık olarak, Türkiye’nin yüzölçümünü vererek, bunun yeterli olmadığını ifade etmektedir. Bu ise, Saray Rejimi’ni daha da geliştirmek demektir. Doğrusu, ABD’nin, İran ortadan kalkana kadar, bu politikaya destek vereceği de açıktır.

Suriye sahasının bu yeni hâli, İsrail ve Türkiye’nin sınırdaş olması gibi bir durum olarak da ele alınabilir. Evet, henüz biraz abartılıdır ama durum, vekil güçleri hesaba katılırsa aşağı yukarı böyledir.

Dikkat edilirse, İdlib üzerinde bir tartışma hiç yapılmamaktadır. Oysa bu güçlerin ana karargâhı İdlib idi. Bu sahada ne olmuş ise, onun bir benzeri, daha plansız olarak, tüm Suriye sahasına olmaya başlayacaktır. Ve sahada, TC ordusu, TC polisi vb. vardır. TC tarafından işgal edilmiş, 2018’de işgal edilmiş sahalarda, zaten bir “sistem” vardır ve bu sistemin Suriye’nin diğer sahalarına sızması da olanaklıdır.

Şimdi, Suriye’nin paylaşılması süreci başlamıştır. Bu paylaşımın, olur da bir iç direniş gelişirse, paylaşımın önünde durup durmaması bir yana, durdurulmasının tek yolu budur. Bu da şimdilik ufukta görünmemektedir.

Öyle ise Suriye’nin sömürgeleşmesi süreci yaşanmaktadır ve böyle gideceği de açıktır.

Suriye savaşının sona ermediği, ermeyeceği sonucu buradan çıkar. Burada Kürtlerin, eğer olur da ABD ile aralarına mesafe koymayı başarırlarsa, daha bütünlüklü hareket etme kabiliyeti olacağını söylemek mümkün olur.

Demek oluyor ki, Türkiye için savaş büyümüştür.

Demek oluyor ki, İsrail için savaş büyümüştür.

Demek oluyor ki, ABD ve NATO, şimdi Ortadoğu’da yeni bir konum elde etmiştir.

Bu üç tespit doğru ise, Ortadoğu’daki savaşın daha da büyüyeceği açıktır.

Savaşın yeni hedefi İran’dır. İran’a saldırı, Lübnan ve Irak’a da müdahale demektir, öyle olacaktır.

İran hedef hâline gelmiş ise, bu halklar için tam bir kan gölü demek olacaktır. ABD ve NATO’nun bu noktada durması mümkün değildir. Ve elbette ABD, hem İsrail’e hem de Türkiye’ye ihtiyaç duyacaktır. Bunun da kendi içinde bir al-ver süreci olması kadar doğal bir şey yoktur.

Savaşın İran cephesi ise, muhtemelen moralsizdir. Ve bu yeni durumu realize etmesi, buna uygun konumlanması zaman alacaktır.

İşte tam da bu noktada, savaşın, dünya çapında süren savaş ile bağlantısı, önemli hâle gelmektedir. Daha doğrusu, dünya çapındaki savaş ele alınmadan, sadece bu sahaya bakarak bir sonuca ulaşmak mümkün değildir.

Savaşın uluslararası cephesinde ise, bir uçta Çin’e karşı savaş var, diğer uçta Ukrayna üzerinden Rusya’ya karşı daha açık bir savaş var. Bu savaş, zaten tüm açıklığı ile ortaya çıkmaktadır. Sadece uzun menzilli füzelerin Rusya topraklarına karşı ateşlenmesi değildir söz konusu olan. Rus generalin suikastla öldürülmesi örneğinde görüldüğü gibi, savaş çok daha kapsamlıdır. Rusya ve Çin cephesi ise, henüz sessizliğini korumaktadır.

Savaşın ana hedefi, Rusya ve Çin’in sömürge hâline getirilmesidir. Bu, hedef, aslında 2008’de başlayan kapitalist sistemin krizinin aşılmasının yolu olarak görülmektedir. Ve bu yolda ABD, savaş politikalarına daha fazla yüklenecektir.

Kaldıraç’ın 281. sayısında Deniz Adalı, Trump dönemini değerlendirirken, iki şeye vurgu yapmıştır: Birincisi, bu gerçekten yeni Trump dönemi midir, diye sormaktadır. Çünkü Trump’ın resmîleşmemiş olsa da yeni kabinesi, eski yönetimin yani Biden yönetiminin devamı gibidir. Bu ABD tekellerinin bir anlaşmaya vardıklarını gösterir. İkinci vurgusu Trump’ın kurtulduğu suikast gibi bir hamle ile dönemini bitirmek zorunda kalma ihtimalidir. Dolayısıyla, açık olan şudur ki, ABD yönetimi devredilene kadar kalan 1 aylık süre içinde daha şiddetli bir saldırıyı devreye sokarken, yeni yönetimin de Çin’e karşı savaşı geliştirecektir.

Demek oluyor ki Suriye savaşının yeni aşaması, savaşın bittiği anlamında ele alınmamalıdır, tersine daha şiddetleneceği anlamında ele alınmalıdır. Rusya ve Çin, bu sürece henüz bir yanıt vermiş değildir. Doğrusu ne adım atacaklarını da kestirmek, en azından bizim için zordur. Ama sömürge olmayı kabul etmeyecekleri açık olmalıdır.

BRICS cephesinde yaratılan gelişmeler, savaşın bu yeni aşamasında gölgede kalacak gibidir. Ama biliyoruz ki, ABD hegemonyası çözülmektedir ve bu çözülüş devam edecektir.

Avrupa, krizi daha da derin yaşamaya başlayacaktır. Almanya bunun en açık örneğidir. Scholz iktidarının durumu bunu göstermektedir. Ama dahasının yaşanacağı da açıktır.

Demek oluyor ki, 2025 yılı barış için bir gelişme yaşanacak bir yıl olmayacaktır.

Bu şartlar altında Türkiye’nin içinde bulunduğu, ekonomik, siyasal ve toplumsal kriz daha da ağırlaşarak devam edecektir. Evet, Türkiye tekelleri, alışık oldukları yağma ve rant politikaları içinde Suriye sahasına dalmaya çalışacaktır. Ama bu krizi çözmek anlamında bir ekonomik avantaj bile sağlamaktan uzak olacaktır.

Sonuçta krizin derinleşmesi süreci sürecektir. Gelişmeler, bunu, yani krizi hafifletecek gibi değil, tersine derinleştirecek gibidir.

Bu koşullarda, mesele, tüm dikkati bölgedeki halkların ve işçi sınıfının mücadelesine yöneltmektedir.

Bir yandan, her bir parçada, bölgenin her bir ülkesinde, Kafkaslardan Balkanlara, oradan Ortadoğu’ya tüm parçalarda halkların anti-emperyalist mücadelesine bakmak gerekir, diğer yandan ise, bu anti-emperyalist mücadelenin işçi sınıfının devrim ve sosyalizm mücadelesi rotasına dayanmasına dikkat vermek gerekir. Zira işçi sınıfının kapitalist çarkı parçalaması dışında bir anti-emperyalist mücadele sonuna kadar gidemez.

Mesele açıktır:

1- Kapitalist sistem tükenmiştir, bitmiştir, geleceği yoktur. Kapitalist sistemin geleceği, tüm insanlığın, gezegenin yok edilmesi demektir. Bu bir gelecek olarak ele alınamaz.

2- Ama kapitalist sistem, bir müdahale olmadan, kendi kendine yıkılmaz. Onu yıkacak bir güç gereklidir. Bu güç, hayatı üreten, bizzat üreten işçi sınıfıdır. Bu nedenle, işçi sınıfının devrimci hattı olmadan, kurtuluş mümkün değildir.

Savaş, her zaman bir iç savaş demektir.

Bölgedeki her ülkede iç savaş derinleşecektir. Ve işçi sınıfı bu savaşı durduracak tek güçtür. Bu nedenle işçi sınıfının devrim ve sosyalizm hattı, her zamandakinden çok daha önemlidir. Bu sadece Türkiye için geçerli değildir. Bu Suriye için de geçerlidir, Balkanlardaki her ülke için de, Ortadoğu’daki her ülke için de.

İçinde yaşadığımız coğrafyada, Türkiye işçi sınıfı fizikî olarak gelişmiş bir güçtür. Bu güç, henüz örgütlü değildir. Ama bu bugüne aittir. Tarihin hızlı aktığı bugün, yıllar günlere sığmaktadır. Ve bu “güçsüzlük” hâli, bu örgütsüzlük hâli, kalıcı bir durum değildir, sabit değildir. Mesele, bunu kavramaktan geçmektedir.

Savaş, işçi sınıfının karnını doyurması demek değildir. Savaş, işçi ve emekçi çocuklarının, işçi ve emekçilerin egemen adına cepheye sürülmesi demektir. Savaş, kan ve gözyaşı demektir. Egemenler kasalarını doldururken, işçi ve emekçilere açlık, işsizlik, yokluk ve ölüm düşmektedir. Bunu tüm dünya tarihi doğrulamaktadır.

Mesele, devrimci hattı korumaktadır. Bu devrimci hat, Birinci Dünya Savaşı döneminde de ortaya konulmuştur; işçi sınıfının vatanı yoktur, işçi sınıfı kendi egemenleri adına savaşmayı reddetmelidir. İşçi sınıfı, bulunduğu ülkede, bulunduğu coğrafyada kendi egemenine karşı, devrim ve sosyalizm için savaşmalıdır.

Bu savaş bulutları içinde, bu kaos içinde, gelişmekte olan devrimi, alttan alta süren ve artık her gün daha açık hâle gelerek su üstüne çıkan sınıf savaşımına gözü dikmek temel alınması gereken yoldur.

Bölgenin her ülkesinde, ne denli zayıf olursa olsun, savaş bulutları içinde ne denli göze görünmez hâlde bulunursa bulunsun, gelişmekte olan direnişe bakmak gereklidir. Bu direniş, herhangi bir dinî, herhangi bir “ulusal” kimlik temelinde zafere ulaşamaz. Elbette her türlü kimlik önemlidir. İnsanların nasıl ve ne için savaşa başladığı elbette önemlidir. Ama zafere giden yol, emperyalizmin kovulması ise, bu yol kapitalist egemenliğin tüm unsurları ile yok edilmesi demektir. Ve bunun dışında bir çıkış yolu yoktur.

Evet bu zorlu bir yoldur. Hele ki işçi sınıfının bu denli örgütsüz olduğu, güçlerin bu denli dağınık olduğu bugün temel alınırsa, çok zordur. Ama sınırların silikleştiği, halkların iç içe geçme sürecinin arttığı ve kapitalist sistemin tüm dünyada sorgulandığı bugün, devrimci direnişin de olanakları, en azından nesnel olarak artmaktadır.

Bu noktada ülkemizde işçi sınıfının rolü, tüm bölgeyi etkileyecek şekilde artmaktadır. Bu bir nesnelliktir. Mesele, bizim, biz devrimci sosyalistlerin bu durumu, tüm yönleri ile kavraması ve buna uygun politikalar geliştirmesidir.

Politika güç ile yapılır. Öyle ise, bizim açık görevimiz, işçi sınıfını devrimcileştirmek, sosyalizm bayrağı altında örgütlü bir güç hâline gelmesini sağlamaktır. Kitlesel direniş hattı, bu açıdan doğru ve derinlemesine kavranmalıdır. Kimin, hangi gücün, hangi güce karşı nasıl zaferler ilan ettiğini bir yana bırakmalı. Bunlar daha çok değişecek gibidir. Ama işçi sınıfının savaştan, bir ülkenin işgalinden, bir coğrafyanın daha sömürgeleşmesinden bir çıkarı olmaz, olamaz. İşçi sınıfı, tüm halkların kardeşliğini temel alarak, tüm bölgeyi sarsacak bir sosyalist devrime gözünü dikmelidir. Temel olan sınıf savaşımıdır. Bu sınıf savaşımının iki cephesi vardır. Biri, ülkede ve dünyada burjuvazidir ve diğeri ise ülkemizde ve dünyada işçi sınıfıdır. Bizim için zafer, ancak işçi sınıfının kazanımları, işçi sınıfının nihaî zaferi demek olan sosyalizm yolundaki kazanımları, iktidarın alınması, burjuva devletin alaşağı edilmesidir. Burjuva egemenlik, yeryüzünde fazladan ömür sürmektedir. Bu egemenliği yerle bir etmek üzere, dünyanın her köşesinden gelişmekte olan direnişin bir parçası olarak ülkemiz işçi sınıfı, tarih sahnesine bir devrimci güç olarak çıkmalıdır.

Devrimci sosyalistlerin görevi, bunu başarmaktır.

Sömürgeleştirilen Suriye, derinleşen savaş; Emperyalist güçlerden halklara “dost” olur mu?

Suriye, 2011’de başlayan savaşın yeni bir aşamasına evrildi. 27 Kasım 2024’te başlayan HTŞ, ÖSO ve diğer “cihatçı çete”lerin saldırıları, birkaç günde, 8-9 günde, Şam’ın düşmesi ile sonuçlandı. Esad, ülkeyi terk etti.

Suriye ordusu, saldırılara karşı neredeyse hiç direnmedi. “Cihatçı çeteler”, bir yandan sadece havaya kurşun atarak, diğer yandan ise, ilerledikleri her kilometrede Batı medyası tarafından aklanarak, temizlenerek, cilalanarak Şam’a kadar vardılar. Ele geçirdikleri şehirlerde kontrol noktaları, Suriye ordusundan “cihatçı çeteler”e geçti. Kontrol noktasının el değiştirmesi, şehrin el değiştirmesi demek oldu. Batı dünyasının, dünyanın, “terör örgütü” dediği güç, her aşamada aklanarak, birdenbire temiz hâle gelmeye başladı.

Şam’ın düşmesinin bir “destan”ı olacaksa eğer, “destan”ın sahada sürdürülen savaşla bir alakası kurulamaz. Suriye ordusu çekildi, onlar araçlarla ilerlediler. Sadece 1 saatlik bir mesafeyi, belki 2 saatte almış durumdadırlar. Yani, son gaz ilerlemediler, adeta “trafik kuralları”na uyar gibi ilerlediler. Her aşamada, Batı’nın temizlenmiş adamları görünümü geliştirilmiş, pekiştirilmiş oldu. Her kilometrede, kafasını kestikleri kadınlar unutuldu, yok ettikleri çocuklar unutuldu, insan ticareti unutuldu, tüm canilikleri unutuldu. O kadar ki, tüm dünya, ABD emrindeki bu “İslamcı” grupların, istenildiği zaman nasıl birer katil, istenildiği zaman birer kravatlı beyefendi hâline geldiklerini gördü. Zaten Teksaslı çavuş da böyle değil mi, ABD egemenleri böyle değil mi? Uluslararası tekeller, onların hizmetindekiler, böyle, aynı karakterde değil mi?

İlerlediler ve buna karşılık çeteler, baş kesmediler, kadınlara ve çocuklara saldırmadılar ya da buna benzer şeyleri en minimum düzeyde yaptılar. Aynı anda ÖSO, Tel Rıfat ve Münbiç bölgesine yöneldi. Doğrusu onlar da (arkalarında Türkiye var) istediklerini aldılar. Mazlum Kobani, ABD’nin isteği üzerine, Münbiç’i ÖSO’ya teslim ettiklerini söyledi. Suriye ordusu, bazı yerleri, SDG-PYD güçlerine devretti. Ama daha olaylar sıcaktır.

Şam düştü. Esad ülkeyi terk etti. Birçok kesimde bir sevinç var. Elbette Esad’ın arkasından yas tutacak olanlar azdır. Zira Esad’ın ne olduğunu biliyoruz. Ama elbette Esad, asla ve asla Batı’nın tarif ettiği “kötü adam” da değildir. Batı, kimi bu denli kötülüyorsa, burada bir durmak gerekir, adamın kötülüğünü tartışmaya açmak gerekir. Esad’ın yerine gelenler, Batı’nın tüm cilalamalarına rağmen İslamî çetelerdir. Ve elbette “İslam”, bu çetelerden çok çekti, çok çekecektir. Suriye halkları da çok çekecektir. Bu durum Esad’ın iyiliği demek değildir ama Esad’ı kötü ilan ederek, HTŞ ve çeteler aklanamaz. Bunu Batı medyası yapar ama bunu başta Suriye halkları olmak üzere, bölgemiz halkları yapamaz, yapmamalıdır. Şimdi, Kürt halkı, dün IŞİD çetelerine karşı verdiği mücadelenin, daha ilerisini vermeye hazır olmalıdır.

Esad gidince üzülmeyenlerin bile, aşırı sevinmemesi faydalı olur kanısındayım. Şimdilik burada duralım. Elbette bu bir Esad güzellemesi değildir. Esad’ı kötülemek için sahte-kurgu videolarla, işkence görüntülerini verenler, bir de gelsinler ve Türkiye hapishanelerine baksınlar. Ama yenilen rezil olur, yenen vezir. Ve Esad yenilmiştir. Üstelik sahada neden direnilmediğini de bilmiyoruz. Bu aslında hem Rusya hem İran hem de Suriye güçleri için geçerli bir sorudur.

Şam’ın düşmesi ile birlikte, bu hızın, bunca kolay biçimde Şam’ın işgal edilmesinin nasıl başarıldığı tartışılmaya başlandı.

Aynı anda, Rusya, İran ve Şam istihbaratının nasıl uyumuş olduğu tartışılmaya başlandı. Bu tartışmada, elbette, Rusya’nın aslında Ukrayna’da da yenilgiye yakın olduğu, hattâ dağılacağı söylenmeye başlandı.

İran’ın, Yemen’de, Lübnan’da Hizbullah, Suriye, gibi güçlerden oluşan “direniş cephesi”nin, aslında çoktan yenildiği tartışılmaya başlandı.

Ve elbette, bu arada, İsrail’in, Suriye topraklarında başlattığı işgal hareketi devreye sokuldu. Pek tartışılmasa da. Yakında daha fazla tartışılacağı da açık.

Esad’ın, 135 milyar dolar para alarak Rusya’ya gittiği söylendi.

Rusya’nın, Lazkiye-Tartus bölgesinde var olan üssünün (üslerinin) artık ne olacağı tartışılmaya başlandı.

Görüldüğü gibi, Suriye’de savaşın bu yeni durumu, dünyada süren savaşa, bölgemizde süren savaşa da bağlı olarak düşünülmek zorundadır. Başka türlü tartışılması da mümkün değildir. Bu nedenle, savaşın bugünkü aşamasını doğru anlamak için, toz duman arasında, olup bitene bakmamız gerekir.

Deneyelim.

1

Suriye’de, İdlib’den başlayıp, bir haftada Şam’a varan saldırı, HTŞ, ÖSO vb. saldırısı olarak ele alınamaz. Bu doğru değildir. Bu saldırı, ABD-İngiltere-İsrail ve Türkiye’nin ortak saldırısıdır. Bu 4 ülke savaşın içinde, bizzat sahada vardır. Bunların içinde en az görünen güç, İngiltere’dir. İngiltere, savaşı “gizli sevmek”tedir. Gizli sevgi, kişiler için platonik aşkla bağlantılıdır ama İngiltere için bu gizli sevgi, her türlü hile, her türlü vahşet ile bağlantılıdır.

ABD savaşı çok sevmiştir. Daha da seveceği, bu sevginin bir gelip geçici bir sevgi olmadığı da açıktır. Bunu özellikle, Rusya ve Çin yönetimlerinin anlaması biraz zor görünüyor gibidir. Rusya ve Çin, ABD’de, Biden’dan Trump’a geçecek olan yönetimin yapacağı değişiklikleri, barış için bir şans olarak görüyor gibidir. Oysa öyle değildir.

ABD, savaşı sevmiştir.

Çünkü tekeller çağı bunu gerektirir. Kapitalist denilen kişi, insan hâline girmiş sermayedir. Sermaye, hâkimiyeti sever, sevmek zorundadır. Sadece silah tekellerinin kârları için bile severler savaşı. Ama sadece bu değildir. Doğası budur. Savaşta ne kadar mazlum insanın öldüğü, emperyalistlerin derdi hiç olmaz, olmamıştır. Uluslararası hukuk, Rusya’nın çok önemsediği bu hukuk, savaş hukuku içinde anlamsızlaşmaktadır. Nihayetinde bu savaş politikalarından vazgeçmeyecekleri açık olmalıdır.

Hele ki savaş bugün, krizden çıkışın, ABD hegemonyasını kaybetmemenin tek çıkış yolu olarak görülmektedir.

Evet, ABD’de, farklı çıkar gruplarının, sermayenin farklı gruplarının farklı tutumları vardır. Ama bu, sanıldığı gibi Trump’ı Biden’dan iyi yapmaz. Biri diğerinden daha faşist, diğeri öbüründen daha faşisttir. İkinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya’da gelişen faşist devlet örgütlenmesi, gerçekte, tüm emperyalist devletlerde, o tarihten beri, en kötü NATO’nun kuruluşundan beri hep vardır. SSCB’nin varlığı onları bu denli pervasız olmaktan alıkoyuyordu, artık öyle bir durum yoktur ve hiçbir emperyalist güç, Rusya ve Çin’in düşündüğü gibi, “insanî” değerler ile davranmaz. Hiç davranmamıştır, bundan sonra da davranmaz.

Evet, ABD’de, Trump iktidarının başlamasının nedeni, Ukrayna yenilgisidir. ABD ve NATO, Ukrayna’da yenilmiştir. Bu yenilgi, savaş politikalarında bir değişikliği gerekli kılmaktadır. Ama bu, barış dönemi anlamına gelmez. Zira dün Suriye’de yenildiklerini de kabul etmediler. Bugün de Ukrayna’da yenilgiyi kabul etmek istemiyorlar.

Peki haksız mı sayılırlar?

Suriye’de olup bitene bakarsanız, yenilgiyi kabul etmeme tutumu “faydalı” imiş. Bugün, Suriye’deki süreci tersine çevirmeyi başarmış gibidirler. Erken konuşmaya gerek yok, evet ama durum, savaşın bugünkü aşamasında tam da budur. Buraya döneceğiz.

Obama iktidarı devrederken, Trump dönemi başlamadan önce, son derece etkili önlemler aldılar. Bu durum, o dönemde de tespit edilmişti. ABD devlet geleneği, tekellerin hâkimiyeti, emperyalist hegemonyası, öyle çok köklü değişikliklere olanak vermez. Bunu anlamak zor olmasa gerek. Sokakta bir Amerikan hayranının, Biden’dan bıkıp, Trump’ın gelişinden anlamsız umutlara kapılması normaldir. Ama Rusya ve Çin’in bu konuda boşa düşmesi, anlaşılır değildir.

Uluslararası sermaye, dünya tekelleri ve onların temsilcisi kolektif emperyalist Batı, krizden çıkışı ve kapitalist sistemin devamını, Rusya ve Çin’in sömürgeleştirilmesinde görmektedir. Ve bunun için ellerinden geleni yapacakları açıktır. Çıkışı burada görmektedirler. Bu nedenle savaş politikalarında değişiklik olabilir ama savaş politikasına devam etmekte bir değişiklik olamaz. Bunun için, açık, netleşmiş bir yenilgi almaları gereklidir. Bize göre bu, bir sosyalist devrim dalgasıdır.

ABD, Trump’ın görevi alacağı 20 Ocak’a kadar, Rusya ve Çin’e bekleyin, diyor. Trump, “olumlu” bazı mesajlar veriyor gibidir. Bu mesajlara çok meraklı olanlar, oradan bir umut buluyor olabilirler. Ama bu arada ABD, Biden yönetimi eli ile, saldırıyı artırıyor.

İlk hamleleri, Ukrayna’dan geldi. Ukrayna toprakları üzerinden, uzun menzilli füzeler kullanmaya başladılar. Uzun menzilli füzeler, Rusya’nın söylediğine göre, bunları bizzat üretmiş olan ABD, Fransa ve İngiltereli savaş güçleri kullanmadan, kullanılamazlar. Demek ki, bizzat onlar kullanmıştır. Buna karşı Rusya ve Çin, İngiltere, ABD, Fransa gibi ülkelere yanıt vermedi. Onların bulunduğu Ukrayna topraklarına, Oreşnik füzeleri ile yanıt verdi. Oreşnik füzeleri, NATO ve Batı emperyalizmini düşündürmüş olmalıdır. Ama nükleer füzeler ortaya çıkmamış ve dahası, savaşa yine Ukrayna topraklarında devam edilmiştir. Yani, bu füzeler, mesela İngiltere’de ya da ABD uzantısı olan bir yerde patlamamıştır.

Başka saldırılar da yaptıklarını düşünmek gerekir. Bu saldırıları, tüm boyutları ile bizim görebilmemiz pek olası değildir. Ama mesela Güney Kore’de olup bitene bakılırsa, başka saldırıları olduğu açıktır. Güney Kore’de yaptıkları darbe girişimi, ters dönse de, aslında bu savaş hazırlıklarının içindedir. Kuzey Kore’ye saldırmak için yapılmıştır. Ve elbette buna devam edeceklerdir.

Trump, önce Kanada’ya seslendi, gelin 51. eyaletimiz olun, dedi.

Yetmedi, Meksika’ya seslendi ve onların da muhtemelen 52. eyalet olmasını istemiş oldu. Böylece ABD büyüme isteğini dile getirmektedir.

İsrail, Türkiye, Güney Kore, Ukrayna, ABD’nin diğer eyaletleri gibi, uzaktaki uydular olarak devreye sokulmaktadır.

Ve son saldırı, elbette son değil ama şu an itibarı ile son saldırı, Suriye’de devreye sokuldu. Suriye, toplam 10 gün içinde düştü.

Ve Suriye’de, Rusya, İran, dolaylı olarak Çin, kaybedenler arasındadır. Esad’ın kaybettiğini söylemeye gerek yoktur.

ABD savaşın kazananıdır. İsrail, İngiltere ve Türkiye, savaşın bu aşamasında kazananlar cephesindedir.

2

Savaşı çok seven ABD, zaferi ilan etti.

Savaşı gizli seven İngiltere, zaferi ilan etti, sessizce.

Savaşı sevmeye mecbur olan Türkiye, bir tetikçi olarak zafer ilanını açık yaptı.

ABD’nin Ortadoğu’daki uzantısı olan savaş gücü olarak İsrail, zaferini ilan etti. Biden, yani eski yönetimin lideri, yaklaşık 1 yıl önce, “eğer zamanında bir İsrail devletini kurmuş olmasaydık, bugün kurardık,” demiştir.

Suriye’nin başına Colani geçti. Dün teröristti. Bugün Suriye devlet başkanıdır. İsrail kamuflajları içinde, Suriye’nin özgürleşmesinden söz etti. İsrail güçleri ilerlerken, sesini çıkartmıyor. Ve elbette ABD için kullanılışlı güçtür.

Kürtlerin kazançları olduğu söylenebilir. Bundan o kadar emin olmamak gerekir. Ama bu görüntü vardır. Rusya’nın olmadığı bir sahada, Kürtler, ABD ve İsrail ekseninde hareket etseler de, eskisi kadar sıcak karşılanmayacaklardır. Adım adım, kazanımlarını devretmeleri talep edilecektir. Elbette, onların bir gücü, örgütlü bir gücü var ve bu çok kıymetlidir. Kendi güçleri olduğu oranda kendileri için çok kıymetlidir. Ama bugünün kazancının, gelecekte de kazanç hanesine yazması otomatik bir süreç değildir. Hele ki ABD ile ilişki geliştiriliyorken.

Suriye, artık bir sömürgedir.

Neonazi yönetimi, Ukrayna’dan sonra, şimdi de Suriye’dedir.

Zaferi ilan edenler, ABD, İngiltere, Türkiye ve İsrail’dir.

İsrail, hemen Suriye topraklarına daldı.

Türkiye de hemen Kürtlere karşı harekete geçti. Bir yere kadar, şimdilik. Münbiç ile yetinmeyecektir.

Rusya’ya göre, Astana süreci var. Astana formatı, İslamî çeteleri Türkiye’ye emanet ediyordu. Ve şimdi Rusya, bir kere daha Erdoğan tarafından aldatıldığını söylemektedir. Ya da birçok yorumcu bunu yapmaktadır. Açıkça Astana sürecinin öldüğünü dile getirmiyorlar. Ve şimdilik ana sorunları üslerdir. İsrail, üslerin bulunduğu sahayı bombalamaktadır. Aynı anda Ukrayna üzerinden her türlü saldırıyı devreye sokacakları da açıktır. Nasıl olsa Trump’a kadar 45 gün var. 45 gün boyunca saldırabilirler.

Resmi olarak ise Rusya, Lazkiye’deki üslerini korumak için, muhtemelen ABD ile doğrudan değilse de, dolaylı olarak, ama Türkiye ve İsrail ile direkt olarak konuşmaktadır. Rusya, şimdi, zararı bir yerde sınırlı tutmakla uğraşmaktadır.

Rusya savaşın kaybedenidir. Her ne kadar “Esad’a sahip çıktık” deseler de, aslında Suriye sahasında güç kaybetmiştir. Şimdi, bu kaybı, “Erdoğan’ın ihaneti” ile açıklamak çok da mümkün değildir.

Rusya, kanımızca, en başından, yani saldırının başladığı 27 Kasım öncesinde ABD ile bir anlaşma yapmış değildir. Zira böylesi bir anlaşmada alacağı şey Ukrayna ise, bu çok daha kötü bir durum demektir. Çünkü Ukrayna’da kaybeden Batı’dır, NATO’dur, ABD’dir. Ukrayna’ya karşı bir şey almak, aslında görünenden daha kötü bir hâli mi ifade eder? Bunu bizim bilmemiz mümkün değildir.

Ama savaşın bugünkü aşamasındaki durumda, Rusya’nın üsleri için yapacağı pazarlık, Ukrayna’ya uzanacaktır. Çünkü bu Suriye’yi aşan bir savaştır. Elbette, Rusya’nın yakın dönemde ne yanıt vereceği tartışılabilir. Ama bu tartışma, Suriye’deki kaybı ortadan kaldırmaz.

Savaşın kaybedeni, elbette Suriye halkıdır, tüm bileşenleri ile Suriye halkı. Zira emperyalist ABD-İngiltere, onların tetikçileri İsrail ve Türkiye, asla Esad’dan daha iyi bir sonuç doğurmaz. Suriye artık bir sömürgedir. TC devleti, müteahhit firmaları eli ile Suriye pastasından aldığı payın çok daha fazlasını almaya niyetlidir. Suriye halkının (halklarının), derinden bir direniş örgütlemesi dışında, açık sosyalist bir ayaklanma örgütlemesi dışında bir kurtuluş yolu yoktur. Böylesi bir direniş ise, yaşanan şok edici gelişmeler nedeni ile oldukça zordur. Zor ya da çok zor, ama tek çıkış yoludur. Kürtler kendi konumlarını korumak için elbette bu direnişin uzağında duracaktır. Zira şimdi Kürtler, hem sahadaki unsurlara hem de ABD’ye karşı kendilerini koruma sorunu ile karşı karşıya kalacaklardır.

Savaşın kaybeden güçleri içinde elbette İran da vardır. Ve şimdi, Rusya ve Çin cephesinin durumu nedeni ile, İran’a karşı savaş daha da yakınlaşmıştır. Suriye orada duruyorken, İran’a saldırı daha zordu. Hele hele Türkiye’nin bu savaşta, İran’a karşı sıcak savaşa girmesi daha zordu. Ama bugün bu kolaylaşmıştır. TC devleti, Saray Rejimi, şimdi daha hızla savaş politikalarına girecektir. Erdoğan’ın zafer ilanı, Rusya’dan korkularının azaldığı anlamına da gelmektedir. Kendisi, Esad’ın pılısını pırtısını toplayıp kaçtığını söylemektedir. Kendisinin hazırlığı da böyledir. Esad’dan farklı olarak Erdoğan, parasını dert etmektedir. Bu nedenle, bugün, var gücü ile saldıracaktır ve kendisine uzatılan pasta, daha da iştah açıcıdır. İran’a karşı savaş, bu nedenle, çok daha günceldir, ilk sıradadır.

Burada bir noktaya değinmek gerekir. Batı basını, tekelci medya utanmazdır, yalan makinasıdır, karanlık üretme merkezidir. 12 yıldır savaşta olan bir ülkenin liderinin 135 milyar dolar ile ülkeyi terk ettiğini söylemektedirler. Her biri 100 dolarlık banknotlardan oluşuyor olsa, bir adet 100 dolarlık banknot 1 gram gelse, bu 1 milyon 350 bin kilo demektir. Sanırım, taşımacılık açısından hacmi daha da büyüktür. Boeing firmasının kargo uçakları ile bu 1.700 uçak demektir. Tır ile 15.000 tır demektir. Bunun nasıl taşındığı bir soru değil midir? Dahası, 12 yıldır savaş yaşayan bir ülkede, ambargo altındaki bir ülkede, Esad bu parayı nereden bulacaktır? Bu paranın, uçağa ya da tırlara yüklenmesi ne kadar zaman alır? Ama Erdoğan’ın kendi parasını nasıl taşıyacağı bir sorudur. Bu nedenle Erdoğan’ın parasını çok farklı ülkelere taşıdığı söylenmektedir.

Erdoğan’ın, Esad’la görüşmek istiyoruz, söylemlerinin yalan olduğu artık biliniyor. Esad’a seslenen Erdoğan, şimdi zafer sarhoşudur. Emevi Camiinde namaz kılma seremonileri de cabasıdır.

İran’a dönersek, İran, her ne kadar “direniş cephesi”nden söz etmeyi sürdürse de, durum kritik hâle gelmiş gibidir. İran, İsrail’in demir kafesini delerken, karşılığında İsrail’in nükleer tesislere saldıracağı ihtimali çok zayıf idi. Ama şimdi bu ihtimal güçlüdür, daha güçlüdür.

Elbette İran’ın bu saldırılara sessiz kalacağını düşünmek mümkün değildir. Ancak, Suriye’de ekonomik yardımda bulunmakta tereddütlü davranan Çin ve Rusya, İran’a ne denli sahip çıkacaktır sorusu da ortadadır. Kaldı ki İran, İslamî rejimi ile, halkına karşı da savaş yürütmektedir. Ve İran, bir sosyalist devrim ile ayağa kalkmadıkça, bu durum da değişmeyecektir.

Şimdi, Batı cephesi, ABD, İngiltere ve NATO, İsrail eli ile yeni saldırılar devreye sokacaktır. Türkiye’de de yeni Osmanlıcılık moral bulacaktır. İsrail şimdi daha da morallidir. Eski ve yeni ABD yönetiminin İsrail’e desteği de artacaktır. Bu durumda İran’a dönük saldırılar artacaktır. Belli ki bunun için Irak sahasına da müdahale gelişecektir. Kürtlerin içinde Barzanici hattın ya da ABD’ye umut bağlayanların elleri güçlenmiş gibidir. Şimdi tüm Ortadoğu’da, ABD yeni hamleler için hazırlık yapacaktır. Ve elbette savaşın hedefi, İran olarak daha da açık hâle gelecektir. ABD, sahadaki tüm güçleri, İran’a karşı savaş için yeniden dizayn etmeye yönelecektir.

3

Demek oluyor ki savaş yeni dönemine girmiştir. Savaş daha da boyutlanacaktır.

Suriye sahası asla sükûn bulmayacaktır. Burada Suriye’de derin bir direnişin başlaması da zaman alacak gibidir.

PYD bölgesinde bir Kürt oluşumu şekillenmeye zaten başlamıştır. Irak’taki gibi bir yapının ortaya çıkmasının önünde tek engel, Kürt devrimci çizgisidir. Ama belli ki Kürtler içinde ABD bağlantılı ya da ABD’ye umut bağlayanlar daha da “güçlenecek”tir. Her şeye rağmen, oradaki direniş, Irak’takinden birçok açıdan farklıdır. Bir yandan TC devletinin katliam politikaları her fırsatta ortaya çıkacak, diğer yandan ise ABD koruyucu olarak ortaya çıkmaya devam edecektir. Bu ikili durum, Kürt direnişi açısından son derece zorlu bir dönem anlamına gelmektedir. Suriye sahasında TC güçlerinin varlığı, daha da artacaktır. Şam’ın bir Türkiye şehri olması hevesleri şaha kalkacaktır.

Öte yandan ise, İsrail’in Şam hayali de vardır. Böylece Türkiye ve İsrail, birer komşu hâline gelmiştir, gelsin istenmektedir.

Ne olursa olsun, emperyalist Batı’nın hiçbir halka dost olamayacağı, olmayacağı, sadece ve sadece kendi çıkarlarını düşünecekleri kesindir. Bu nedenle, ne dün ne de yarın ABD, Kürt halkı için bir koruyucu olmayacaktır. Ortadoğu’da hiçbir halk, değil sadece Kürtler, bugünkü hâlde iseler, bu zaten Batı güçlerinin sömürgeci politikalarının sonucudur. Bu herhangi bir halkın, içinde yaşadığı topraklardaki devletle savaşmasının önünde engel değil. Ama bu savaş, eğer emperyalizme karşı net bir tutum ve savaşla birleşmiyorsa, çıkışı ifade etmeyecektir, etmez.

Yanlış anlaşılmasın, Kürtlerin her kazanımı önemlidir. Ama ortada var olan kazanım, gerçekte bir kazanım mıdır? Soru budur. Yoksa Kürt halkının bir devletinin olması, kendi yönetimlerinin olması, hiçbir devrimci için olumsuz değildir, olmaz. Ama bu ABD desteği ile gerçekleşemez. Bu net olmalıdır.

ABD, Batı, tüm Ortadoğu’yu kaosa sürüklemek istemektedir. Bu kaos olmadan, yeni düzenlerini kuramazlar. Bu amaçları için, elbette, her gücü birbirine karşı kullanacaklardır. Tüm halkların emperyalizme karşı ortak mücadelesi olmadan, bir çıkış mümkün değildir. Halkların anti-emperyalist mücadelesi ise, gerçekte ne denli zor olursa olsun, tüm bölgede işçi sınıfının kurtuluş mücadelesinin içinde anlamlıdır. Bölgedeki her alan, devrimci sosyalizmin mücadelesi için giderek büyük bir nesnellik üretmektedir. Bu nesnellik içinde, en örgütlü güçler, Kürt devrimcileridir. Ne olursa olsun, tüm bölgeyi devrimci politikanın alanı olarak düşünmek gereklidir. Bu da, ulusal kimlikleri reddetmeden, ama onları aşan bir sosyalist devrimci tutumu gerekli kılmaktadır. Tüm Ortadoğu’yu, Balkanları, Kafkasları içine alan bir devrimci direniş hattı gereklidir. Bunun zor olduğu açıktır. Ama başka da yol yoktur.

ABD’nin BOP projesi, hâlâ devrededir. ABD, İsrail ve Türkiye aracılığı ile, Suriye sahasında istediği adımları atmak istemektedir. Bu konuda epeyce yol aldıkları, son savaş hamlelerinden anlaşılmaktadır. HTŞ’nin birkaç günde kimlik değiştirir gibi davranması boşuna değildir. Bu değişim ile Şam’ı almaları aynı sürecin iki parçasıdır. Bugün, Suriye sahasında, herkes, karşı tarafın liderlerini düşürmeye çalışacaktır. İsrail’in, hemen Suriye ordusunun tüm altyapısını imha etmeye çalışması, aslında bunun en somut kanıtıdır. Bu konuda suikast politikaları da biliniyor. Kendi amaçlarının önündeki her liderliği, her örgütlü gücü devre dışı bırakmak için, bilinen saldırılarına yenilerini ekleyeceklerdir.

Bu nedenle Suriye savaşının bir sona ulaştığını söylemek doğru değildir. Savaş, elbette yeni bir aşamaya gelmiştir. Suriye devletinin eski güçleri, artık ortada yoktur. Bu nedenle savaş, “zafer” kazanan güçler arasında sürecektir. Sadece HTŞ içinde kaç grup olduğu bile bilinmemektedir. İdlib’deki yapı, şimdi daha geniş bir sahaya yayılmıştır. Bu grupların ne kadarı Suriye kökenlidir, bu da belli değildir. Bu gruplar, yağmacıdır ama artık Suriye içinde yağmalanacak çok da bir şey kalmamıştır.

4

Bu noktada, savaşın dünya çapındaki seyri de önem kazanmaktadır. Görünen odur ki, Ukrayna savaşı da başka bir evrededir. Ve öyle anlaşılıyor ki, Avrupa daha fazla savaşın içine girecektir. Belarus’un almaya çalıştığı önlemler, bunun göstergesidir.

Savaşın bugünkü aşamasında Ukrayna savaşı, Rusya topraklarına ulaşmıştır. Füzelerin atılmaya devam etmesi bunun kanıtıdır.

Güney Kore’deki hareketlilik ise, Çin’e karşı yeni operasyonların devreye gireceğini göstermektedir.

Demek oluyor ki, Suriye savaşındaki gelişmelere takılıp kalmak yeterli değildir. Ortadoğu’da, ABD cephesinin, NATO ve Batı cephesinin bir ilerleme kaydettiği açıktır. Bunun da büyük sonuçları olacaktır. Ama ABD, hem Ortadoğu’da İran’a karşı savaşı geliştirecektir, hem de Çin’e karşı savaşı beraberinde örgütleyecektir. ABD ve Batı cephesi, elbette Suriye sahasındaki zaferlerinden sonra, İran’a karşı savaşmak için çok daha fazla olanaklar elde etmiştir. İsrail ve Türkiye, şimdi İran’a karşı daha etkili adımlar atma hevesinde olacaktır. Lübnan, her açıdan daha da kuşatılacaktır. Suriye sahasında Rusya’nın kaybetmesi, ciddi bir konum kaybıdır.

Türkiye, bu savaşta, ABD cephesinde çok daha rahat hareket edecektir. Ve bu savaşın Kafkaslara yansımaları da olacaktır.

Savaş boyutlanmaktadır.

Bu boyutlanan savaş sürecinde Ortadoğu’da daha çok gelişmeler yaşanacağı açıktır.

Tüm bu savaş süreci içinde, dünya işçi sınıfının ayağa kalkması sürecine şahit olacağımız da kesindir. Bu nedenle, sadece savaşa bakmak, savaş alanındaki ileri veya geri gelişmelere bakmak yeterli değildir. Devrimci sosyalistler, gözlerini, savaşın bulutları arasında gelişmekte olan işçi hareketine, sisteme karşı mücadeleye dikmek zorundadır.

Devrimci mücadelenin esas gündemi budur. İnatla, sabırla, devrimci enerjimizi işçi sınıfının örgütlenmesine vermeliyiz. Bu toz duman içinde, bu kan deryasının içinde, sosyalist devrimin kızıl bayrağı yükselmektedir. Bu nedenle, devrim ve sosyalizm hattına bağlı kalmak, enerjik bir şekilde devrimin örgütlenmesine odaklanmak gereklidir.

Dünyanın neresinde olursa olsun, devrimci işçi hareketi, başka bir güçten medet umarak, kendi rolünü oynayamaz. Dünya halklarının, dünya işçi sınıfının, kendi gücünü örgütlemesi, kendi eylemlerine güvenmesi birincildir. Dünyayı yerinden oynatacak olan da bu güçtür. Dünyanın tüm işçileri, dünyanın tüm halkları kardeştir. Ve dünya işçi sınıfının devrimci eylemi, dünyayı kökünden değiştirmek için hem gereklidir hem de yeterlidir.

Kaldıraç dergisinin Aralık 2024 tarihli 281. sayısı yayında

Screenshot

Aylık Devrimci Sosyalist Dergi Kaldıraç’ın Aralık sayısının tamamını buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.

Dergimizin bu sayısında bulunan yazılardan bazı bölümler ise şöyle;

İşçiler daha uzun süre çalışmak zorunda kalıyorlar. İşçiler işyerlerinde, işyeri cinayetlerine kurban gidiyorlar. İşçiler sağlık ve eğitim hizmetlerinden yararlanamıyorlar. Ve en çok vergiyi ödeyen, soyulan, haraca bağlanan, borçlandırılan da onlardır.

Perspektif yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz
Direnişleri büyütmek için, haydi birleşik emek cephesini örelim

Savaş tanrısı, sermayenin kendisidir. Uluslararası sermaye, Batı, bir bütün olarak savaş yanlısıdır. Tüm Batı metropollerinde savaş sanayii, tam gaz yol almaktadır. 

ABD, şimdi, yeni manevralara ihtiyaç duymaktadır. Bu savaş dili ile, güçlerini yeniden konumlandırmak da demektir. ABD bunu yapmaya yönelecektir.

Deniz Adalı’nın yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz
ABD seçimleri, yeni Trump dönemi mi?

Mayıs 2023 seçimlerinden sonra iki şey olmuştur; birincisi bir savaş kabinesi kurulmuştur. Bu savaş kabinesi, bugün, açık hâle geliyor. Parlamentoda kapalı oturumlar ya da Dışişleri Bakanı’nın, bir savaş kabinesi üyesi olarak “savaş geliyor” açıklamaları bunun içinde ele alınmalıdır. Bu savaş kabinesi, içeride-dışarıda savaş politikasının daha da güçlü sürdürülmesi içindir.

Bu çerçevede, yeni organizasyonla iktidar, ABD politikalarına bir tetikçi olarak, daha kapsamlı biçimde evet demektedir. 

Deniz Adalı’nın yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz

Saray Rejimi, kayyum ve “içeride dışarıda savaş” politikası

Bu arada biliyoruz ki, TC devletinin yetkilileri Batı şirketlerine, yani yabancı sermayeye, %25 zam yapılacağını söylüyorlar. Bir başka yerden de %25 az, %30 olmalı diyenler var.

Sonuçta elimizde 3 veya 4 rakam var.

%25 mi artış olacak?

%30 mu olacak?

30 bin mi olacak?

“Enflasyona ezdirmeyiz mi” olacak?

Yoksa “biz hiçbir kesimi mağdur etmedik” mi olacak?

Aysun Sadıkoğlu’nun yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz
Asgarî ücret ve işçi sendikacılığı

“Şimdi, “düşünür” pozisyonuna bürünmüş gazeteciler, TV kanallarında tartışmaya başlamışlardır; acaba, Bahçeli, bu konuşmaları Erdoğan ile bağlantılı, Erdoğan’ın bilgisi dâhilinde mi yapmıştır? Yoksa bir gün kendine esmiş ve AK Parti ile yolları ayırmak için mi bunu yapmıştır?

Fikret Soydan’ın yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz
Saray sineması! “Yeşilçam”dan sonra çekilir mi?

Bu sayı ayrıca Hakkı Taşdemir’in ABD başkanlık seçimlerinin ardından, Temel Demirer’in Hukuk(suzluk) “adalet” mi(dir)?!, Sibel Özbudun’un “Yeni” toplumsal hareketler mi? Latin Amerika örneği ve Canan Kılıç’ın, “Yenidoğan çetesi”: Buzdağının görünen yüzü başlıklı yazıları ve daha fazlası yer alıyor.

Dergimizin dağıtımına katkı sunmak için 0539 840 81 56 numarasına WhatsApp üzerinden ulaşabilirsiniz.

Dergimizin tamamını okumak için; Kaldıraç Sayı: 281 / Aralık 2024
Dergimizin temin noktaları için; 
Oku, Okut, Dağıt
Dergimize abone olmak için; 
buraya tıklayabilirsiniz.

Palestinian Resistance, Imperialist War and the State of Republic of Turkey

Our article published in the December 2024 issue of Scottish Socialist Voice, the newspaper of the Scottish Socialist Party

Israel’s genocide against the Palestinian people has been continuing for more than a year, and the imperialist rulers and their collaborator regimes expand their war in the Middle East. At the heart of these ever-growing wars, in which the Middle East is one front with Ukraine and East Asia, lies capitalist-imperialist aggression and capital’s nature to create wars. Anyone who says no to war and wants to understand the current conditions must begin approaching the issue from this class basis. 

That capital necessitates war is principally based on its need for endless expansion, but this essential element also needs explanation at the political and state level. At this level, states should be considered as legitimized-legalized mechanisms of force based on the current relations of production and class rule. In contemporary monopoly capitalism, states are means and expressions of monopoly power and hegemony. The relations between states on the “political” level (including war) are expressions of monopolistic competition central to capitalism; a competition that brings crises that turn into wars, and concerns everything from control over markets, cheap labor, trade routes, resources to ideological and cultural conflict. 

The current trajectory of such international war is increasingly marked by a “Western” camp of imperialists uniting behind the US. While the other main imperialist powers—UK, Germany, France and Japan—sought to increase their own influence after the fall of the Soviet Union, the US endeavored to maintain its dominance. Ukraine became the breaking point for European powers, especially Germany, to surrender their will to US hegemony once again. The US was able to convince its European allies to supply weapons to Ukraine and green-light strikes within Russian territory. The so-called labor, green, or social-democrat governments of Europe take off their masks and show themselves as agents of NATO war machinery, at the helm of which the US sits. While their own people suffer poverty and starvation, European nations race to increase their arms spending and arm Ukraine.

In the imperialist plans to partition our region, the Republic of Turkey (TR) state holds an important role. TR serves as a joint colony of US and European powers. Politically, it’s primarily tied to the US, and economically to Europe. The TR state was organized from the very beginning as (1) a colonial country, (2) a kind of joint outpost of the imperialist world against the USSR as an anti-communist state organization and (3) a prison of peoples.

As a NATO member, TR state’s militaristic role in the region follows the calculations of the US, and accordingly, US influence rules mainstream politics. The latest imperialist attack in Syria organized by the US, UK and Israel that led to the fall of the Assad regime showed how TR state’s occupation in Syria, its exposed relations with ISIS and continued association with gangs in the region were cultivated as tools of the US in the region. Erdoğan had declared himself before to be the co-president of the US’ Greater Middle East Project, and the Turkish state fed the HTS and SNA gangs for many years, just like it did to their many different previous forms since the beginning of the Syrian war. While attacks against Assad were led by former ISIS members and leaders who merely changed their organizational names and now wear suits, Western media offers them to us again as democratic heroes. They are heroes of the kind of democracy imperialism has to offer, the rule of butchers who only bring massacres and wars, just like they did in Afghanistan, Libya and Iraq before Syria. Thanks to these gangs, Israel accomplished what it could not for decades and occupied Golan Heights and beyond in Syria without facing any resistance.

Like all the peoples in the region, peoples in Anatolia, Turkey, have stood up for Palestine in the face of Israel’s genocidal war, and demanded that trade, diplomatic relations, economic ties etc. with Israel be cut. However, exports to Israel from Turkey multiplied since last December, and Turkey remains one of the most significant suppliers of Israel not only in energy and steel but also food, clothing, and other commodities. 

Upon the reaction against the continuing and increasing trade with Israel, TR state had announced in April that the trade was being limited, and Erdoğan himself claimed in May that the trade had been stopped. However, since then, it has been reported in June not only that trade continues via third-country channeling, such as recording trade as going to Greece; it has also emerged that Turkey continues to supply Israel with the cloak of trade with Palestine. Trade to Palestine from Turkey increased over 1113%, and steel trade increased to $68 million from $156 thousand compared to last year; an increase of 30930%. Trade to Palestinian territories passes through Israeli customs, and this increase is nothing but Turkey’s continued trade with Israel whilst claiming to support Palestine. Furthermore, Azerbaijan, which supplies 40% of Israel’s oil needs, does so freely through channels in Turkey. Against this, TR does nothing but raid the homes and arrest protestors who demand an end to the energy supply to Israel.

The speeches by Erdoğan and other representatives of the Palace Regime of Turkey serve to hide Turkey’s role in Israel’s genocide and NATO’s partition and war plans in the region. Facing a population overwhelmingly pro-Palestinian, such an illusion is the best and only viable strategy for imperialism’s collaborators, as employed also in the Arab states that just a year ago were lining up to enter into normalization processes with Israel. 

In our region and others, workers, students, women, peoples must unite behind socialism and bring an end to the rule of imperialist masters massacring, exploiting, and dominating us everywhere. Zionist occupation and imperialism are the causes of the war in our region. Since its emergence, there has not been a year where capitalism-imperialism has not produced war and violence. This cycle of destruction and domination that is already bringing an end to peoples through genocide, is also carrying the whole of humanity to catastrophe whether by nuclear confrontation or increased climate disasters. 

Nothing but socialism, the creation of a world without class exploitation and domination, can stop this. If today the so-called bourgeois democracies continue supplying Israel’s genocide against the Palestinian people despite their own populations marching in the streets in their millions and with the majority demanding arms embargos and ceasefires, it’s because these governments and states are not governments and states of the people but of monopolies. Workers in the UK and other imperialist centers have a key role to play in the continuing struggle and the growing international front against capitalism. Workers in the West have shown important examples of struggle, not only in mass marches for Palestine but also in arms shipment blockages to Israel in docks, as we have seen in Spain and more recently Greece. This struggle must be expanded and all workers in the imperialist centers must overcome the ideological cancers of exceptionalism, nationalism, and bourgeois-democracy and instead, join forces with workers and people across the world to bring down monopolies that expand across borders despite imposing borders and war on peoples everywhere!

1. https://bianet.org/haber/turkiyeli-sirketler-israil-le-ticaret-yasagini-yunanistan-uzerinden-deldi-296687

2. https://haber.sol.org.tr/haber/filistine-ihracatta-yine-rekor-kirildi-israille-ticaret-gercekten-kesildi-mi-395344

https://artigercek.com/guncel/soru-oneresi-verildi-israile-celik-tedarigi-devam-mi-ediyor-319624h

3. https://haber.sol.org.tr/haber/israil-saldirganliginin-arkasindaki-gizli-guc-socar-395328

Gelen var

Gelen var içimizden. Bir de başımıza gelenler var, tam ayağımıza gelenler var, elimize az kalsın gelecek olanlar var. Bir de gelen var içimizden.

Gitmedi Bekir. Her gün dünyanın her yerinde yoldaşlarıyla var olmaya devam ediyor. İçimizden gelendir. Bekir Kilerci, 13 Aralık 97’de Ankara Terörle Mücadele Şubesi’nde işkencede katledildi. Biz bugün aynı yolda, mücadelesinden, şiirlerinden, öykülerinden öğrendiklerimizle onunla birlikte diyoruz ki; “insan/ yarınları kazanmak için/ dün ile hesaplaşır/ bugün ile boğazlaşır.”

Ali Serkan gitmedi. Her gün dünyanın her yerinde yoldaşlarıyla var olmaya devam ediyor. Ali Serkan Eroğlu, 24 Aralık 97’de, okuduğu Ege Üniversitesi’nin tuvaletinde asılarak katledildi. Biz bugün aynı yolda, mücadelesinden, şiirlerinden, öykülerinden öğrendiklerimizle onunla birlikte diyoruz ki bu sistem içinde ancak mücadele ederek insan olmak, insan kalmak mümkün.

Biz bugün çokça cümleler kuruyoruz. Her cümlemize başlarken geçmese de adları, nasıl ki geçmiyorsa Marx’ın, Engels’in, Lenin’in Che’nin ve Fidel’in, Mahir’in, İbrahim’in, Deniz’in, Bekir ve Serkan her adımla bizimledirler, her attığımız adımda, hem de her atacağımız adımda bizlerle yürüdüklerini bilerek.

2024’ün dünyası… Gezegen bile feryat eder kendini görse. Üzerinde hayatta kalmaya çalışan milyonlarca canlı ve taşıyla, suyuyla isyan eder. İki adı büyük diye anılan savaş gördü ve büyük denmeyen onlarcasını. Şimdi, üçüncüsü inletiyor tüm topraklarını.

Kölelik gördü bu dünya, görmeye devam ediyor. İnsanın insana kulluğunun en ilkel hâllerini de gördü, yapay zekâyla var olanını da görüyor.

Kadınların cadı avlarında öldürüldüklerini de gördü, köle pazarlarında satıldıklarını da, sokak ortasında kafaları kesilenleri de görüyor.

Halkların bitmek bilmez nedenlerle öldürüldüklerini de gördü. Asit kuyularını da bodrumları da, bombalanan hastaneleri de görüyor.

Keşke sadece dünya görseydi bunu.

İçimizden bir gelen var pek tabii. Biz de gördük bunları. Hatta bugün bunu anlayabilen ve anlatabilen tek canlı olarak, bu dünya üzerinde sadece görmedik, yaşadık, bir de yaşıyoruz.

Tüm bunları gören gözlerin akıllarından öğrendiklerimizle devam ediyoruz bu yolda. Ondandır bu yolda Bekir’le de, Ali Serkan’la da, Paris Komünü barikatlarındakilerle de, bir komsomolun öğrencileriyle de, Küba’da bir hastanenin doktorlarıyla da, Filistin’de taş atan bir elle de geliyoruz.

Biz tercihini bu akılların gözleri ile görerek geleceği kurmaya bakanlar, hayır biz öyle bir grup inanmış değiliz sadece. Üzerimize düşeni, bir damlaysa bir damla; bir nehre çıkacaksa da o da ne âlâ, yapanlarız, bir adım geri atmadan.

Biz, ya sosyalizm ya ölüm derken bu yola ölmek için çıkanlar da değiliz. Biz, bu topraklarda sosyalizmi kuramadığımız her gün ölen canlılığın sorumluluğunu taşıyanlarız. Her gün bu sorumluluğu almış olmanın gururu ve örgütlenmenin eksikliği ile bir adım daha atmaya çalışanlarız.

Duyan varsa yerin burasıdır. Ya bugün ya yarın ya da belki öldükten sonra anlatılacaktır anıların. Ama emin ol yerin burasıdır. Biz diyoruz ya da öyle istiyoruz diye değil. Keşke sadece bunun için deseydik. İstersen yalanlar da söyleyelim; asgarî ücret 50 bin lira olacak, enflasyon tek haneye inecek, çalışırken ölmeyeceksin, birini sevmedin diye katledilmeyeceksin, kiminle seviştiğin en üst mercilerin konusu olmayacak, bir oy vereceksin ve seçimlerle hayatın kurtulacak, çocuklar, bebekler hastanelerde ya da evlerinde öldürülmeyecekler…

Yok yalan söylemeyeceğiz, çünkü bir gelen var içimizden ve ondan bağırıyoruz sokaklarda, fabrikalarda, üniversitelerde. Gerçek, senin ellerindedir. Yok vaatler, yalanlar. Bak bir, gerçek senin içinden gelendedir.

Bugün yapılamaz denen, yaptığında aşılacak olandır; hoş geldi yeni yapılamayanlar. Bugün bu dünyayı siz mi kurtaracaksınız sorusuna bir bak en azından seni de katmaya çalışmayalım mı, gördüklerimizi yok sayıp dönelim mi geriye? Ama gelenler var bizimle.

Gel bizimle bugün ya da yarın, içimizden gelenler var ve o kadar fazla duyuluyor ki senin de içinden gelenler. Gel, kaybedeceğin bir dünya yok senin, o dünya şu an zaten yokluk ve sefalet içinde!

Buradayız. Bekir’le, Serkan’la, hiç yüzlerini görmediklerimizle, bizimle tarihin akışında gelenlerle buradayız. Seninle? Bugün buradayız, yarına yürürken.

Gelenlerle ve yolda eşlik edeceklerle yürüdüğümüz yarında yalan yok. Ama gerçek de acı değil. Pembe hayallerimiz yok.

Nasıl kurarsın yarının hayalini çok para mı çok saygınlık mı? Bizim yarın hayalimizde çok değil hiçbir şey. Sadece sömürülmeden, aşağılanmadan yaşamak var, yok öyle bir eve 20 bin lira vermeler, kredi çekip kumar oynamalar. Yok yarın çocuk ne yer diye düşünmeler, hasta olsam kim bakar diye dertlenmeler. Basit ve sade insanın insan olarak yaşayabilmesinin asgarî koşulları aslında bizim yarın hayallerimiz. Basit ve sade bir hayal bizim için, ufkumuz geniş olunca ölü yıldızlara hayatı götürmek.

Karnı doysun insanın, tek mevsimlik tohumlarla da değil, sıcak ve rutubetsiz yerlerde yaşasın insan, hasta olduğunda tedavi edilebilsin ya da hasta olmasın diye geliştirilsin bilim, basit ve sade hayaller… Şam düştü diye sevinecek bir akılla değil de dünyanın bütün halkları kardeştir diyerek yetişsin çocuklarımız, Bekir ve Ali Serkan’ın adı, yüzünü bile görmediklerimizin adları yaşamın tam içine gömülsün, değerleri kalsın bu dünyada.

İçimizden var bir gelen bizi yarına götüren.

Var gelen. Biz geliyoruz.

Kaldıraç Hareketi

13.12.2024

Değer mi?

Bir çivi, tam aklına, bilincinin ortasına, sesleniyor sana; enflasyon sebep faiz sonuçtur, nihayetinde işçi maaşları çoğaldıkça ekonomi bozulur.

Bir çivi, tam aklına, bilincinin ortasına, sesleniyor sana; senden başkası hep kendini düşünür, bak doktoru 8 bin liraya yenidoğan bebeleri öldürür, müteahhidi çalar betonundan diri diri gömdürür, ustabaşı yatar işçisini süründürür, şişelenmiş şekilde satılıyor parsellenmişi derelerin, çöker biraz daha parası olan madenin en kıymetlisine, gücü olan diğerinin ümüğüne!

Bir çivi, tam aklına, bilincinin ortasına, sesleniyor sana; yok yarın falan, sadece sen varsın bir de yaşadığın an. Bir tur daha dön bugün köşeyi cebindeki kumarhaneden, kredi çek, kameraya gülümse olmadı bir bol zehirli fıstıklı çikolata kuyruğuna gir ama aman şu sefil hayatında bir de yarını düşünme!

Bir çivi, tam aklına, bilincinin ortasına, sesleniyor sana; biraz daha beklesene, öyle çok değil mesela bir sonrakine kadar sandığın-seçimin, hem kreşleri-lokantaları-sadakaları olacakmış artık belediyenin, bir de kaptılar mıydı baştan aşağı rantiyeyi neden göstermesinlerdi sana da hortumun dibini. Biraz daha beklesene, öyle çok değil mesela bir sonrakine kadar sefaletin, mesela bir sonrakine kadar depremin, bir sonrakine kadar merminin füzenin, bir sonrakine, az sonrakine cesedin, çürümenin!

Bir çivi, tam aklına, bilincinin ortasına, sesleniyor sana; KYK’nın asansörü bozukmuş besbelli canını sevseymiş de binmeseymiş, yemek de biraz kurtlu ancak 25 TL’ye daha güzeli neredeymiş, devam zorunluluğu yok tabii cafelerde yevmiye pek iyiymiş!

Bir çivi, tam aklına, bilincinin ortasına, sesleniyor sana; ne işi varmış o saatte orada, hem o kıyafet de çok iffetsiz bir boyda, ayrılsaymış dövüyorsa, koşsaymış en yakın karakola nasıl olsa arka kapıdan herifi salacak değiller ya!

Bir çivi, tam aklına, bilincinin ortasına, sesleniyor sana; ölenler patron değil nasıl olsa savaşlarda, sevin sen her yeni yıkımda, dolacak senin kasanmış gibi, sanki kasan varmış gibi, bizim için Şam’ı aldın ey devletli, Kerkük’ü de alsana!

Her gün, her yastığa kafayı koyana kadar geçen saat, her manşet ve tweet, her ışıklı tabela çivi gibi sesleniyor sana.

**********

Düzleyerek gidelim…

Nasıl bir dünyada yaşıyoruz?

Bir sorudur bu, belki bugünlerde sonuna bir ünlem de konarak her gün önümüze gelen ve etrafına bakıp/bakmayıp kiminin hayretle, kiminin küfürle, kiminin bıkkın bir boşvermişlikle yanıtladığıdır.

Biz şöyle cevaplıyoruz; yıkmak istediğimiz bir dünyada yaşıyoruz. Tanıyoruz biz bu dünyayı, yeni de değil ha, kölelikten beridir, savaşını ve sömürünün tüm biçimlerinin pisliğini tanıyoruz, yeni değil ki hiçbirisi. Bu dünya; bir tane koca savaşı atlatalı henüz yüz yıl oldu, ikincisinde ölenlerin mezarlarını ziyaret eden arkadaşları var hâlâ ve üçüncüsü demese de yüksek sesle herkes ölüyor, görüyor, yaşıyoruz, yani tanıyoruz. Yıkmak istiyoruz bu dünyayı en çok da öyle tanıyoruz.

Yaşamımıza bir adımdır yanıtımız, adımlarımız buluşsun diyedir bu satırlarımız.

**********

Devam edelim…

Az önceki soruya yanıtımızla ilgilenenler hevesle bir yeni soruyu duyabilir; Nasıl yıkacağız, kurtulacağız?

Eh, aslında bu soruya cevabımız sade ve basittir. Yine de onun zorluğu yapacakların bileceği iştir. Yaşamak tek tek geçirdiğimiz anların bir toplamı değildir, bütündür. Yani nasıl kurtulacağımızı belirleyen ve nasıl yıkacağımızı, nasıl yaşadığımızdır. 

Bu yaşamın standart bir reçetesi, sihirli değneği yok. Kâh bir fabrikada patrona duyurmadan bir komite kuracağız, kâh bir işçi direnişinin çadırında sabahlayacağız, kâh bir sokak ortasında tacizcileri cezalandıracağız, kâh bir sabah metrobüs çıkışında bildiriler dağıtacağız, kâh işgalci İsrail’e giden gemileri kovalayacağız, kâh saatler süren bir toplantıda kafa patlatacağız, kâh Taksim barikatlarında dövüşeceğiz… Yaşam neyi gerektiriyorsa, tüm yapabildiklerimizle ve yapamadıklarımızla, hep daha ileriye adımlayacağız.

Bir iç çekişe, ani bir ferahlamaya çağırmıyoruz kimseyi. Bir bütün yaşama çağırıyoruz, yaşamaya. Gelene; tüm yaşamımız senindir/ne efendi ne uşak olarak/ ne de şimdiki gibi kalarak

Diyelim ki, dövüşülmeye deşer bir şeyler için,
                               diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
                           yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
                        fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
                        belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.

**********

Biz şimdi bu sorulara cevap vermiş ikimizi anlatacağız sana.

İçimizden ikisini gökyüzüne uğurladık.

Ölümü aşan, gidişiyle kalan, yaşayan, iki devrimci, iki yoldaş, iki insan…

Bekir Kilerci, Ali Serkan!

Bundan 27 sene önceydi.

Uludağ Üniversitesi öğrencisiydi Burhanettin Akdoğdu. Kaldıraç dergisinde Bekir Kilerci adıyla yazdı şiirlerini, yazılarını.

Devrimci tiyatrocuydu, şairdi.

Bekir, sosyalizmden, insan olmaktan kaçışın para ettiği, rüzgârın da karşıdan estiği, devrimciliğin ahmaklık olarak pompalandığı, her türlü ideolojik dezenformasyonun yapıldığı bir dönemde atıldı kavgaya, “Gemi”mizin komutanı oldu.

Erdal Eren’in ölümsüzleştiği günde, 13 Aralık 1997’de, Ankara TEM şubesinde işkencede, ser verip sır vermeyerek ölümsüzleşti.

“İnancı uğruna ölümü yenen/ öğretti ki yeniden/ bazen eylem/ yaşam adına verilen son nefestir/ ve bu nefes/ anlamsız geçirilen/ on yıllara bedeldir.

 

Bundan 27 sene önceydi.

Ege Üniversitesi öğrencisiydi Ali Serkan Eroğlu. 19 yaşındaydı, gözü yıldızlardaydı. Devrimci tiyatrocuydu, şairdi.

Ege Ensemble’nin (Duvara Karşı Tiyatro Topluluğu’nun) kurucusuydu. Okulunda sayısız edebiyat fanzininin çıkmasına yardım ediyordu. Kaldıraç dergisi okuyor, düşlediği özgür dünya için savaşıyordu. Yoldaşlarına karşı ajanlık teklif edildi, cevabını yaşamıyla verdi.

İnsan olmak, insan kalmak için satmadı yoldaşlarını.

24 Aralık 1997’de, okulunun tuvaletinde asıldı. İnsan kirlenmesine yanıttır; Ali Serkan Eroğlu insan olmanın çığlığıdır!

“o yollar ki, cesaret ister yürümek/ ateşten bir yürek/ o çocuklar ki sahiptir bunlara/ yıllar geçiyor hızla/ zulüm artıyor hızla/ artacak hızla/ ateşten yürekler cesaretle dolana dek/ artacak hızla/ hızla dolacak”

Yıkmaya ve yaratmaya kalkışan, sınıfsız, sömürüsüz, özgür bir dünya için düşen, dövüşen, bu iki kahramanımızı anıyoruz.

Onlar dünyanın her yerinde işçilerin, halkların bu aşağılık sisteme karşı isyanında yaşamaya devam ediyor.

Bizler onları anarken, onları anlatırken, onların mücadelelerini sürdürürken, insan kalmak isteyen, insanca özgür bir yaşam isteyen herkesi onlar gibi “yaşamaya” davet ediyoruz.

Reddediyoruz “Neyi, nereye kadar isteyeceğiz?” sorusuna kendimizi tutarak cevap vermeyi; kırıntı değil biz dünyayı istiyoruz!

Yok, kimseyi bir zafere çağırmıyoruz. Biz gerçeklerden kopuk, sanrılarla yaşayan bir kendinden geçmişler grubu değiliz. Tersine, yaşamın, tarihin akışına sıkı sıkıya bağlı, dünyayı yeniden yaratma mücadelesi veren savaşçılarız. Çağırıyoruz seni de bu savaşa, yıkılsın bu dünya; hem, sizin ömrünüz içinde yıkılsın ya da yıkılmasın siz bu mücadeleye atılmaktan niye geri durasınız?

Biz devrimci sosyalistleriz; bu aşağılanmaya, bu insanı kirleten sisteme, bu sömürüye karşı savaşmamak, bunlara alışmak ölümün en acısıdır diyoruz. 

Biz devrimci sosyalistleriz; sadece yarın için değil, sadece gelecek için değil, sadece özgürlük için değil “yaşadım” diyebilmek için savaşmak tek yoldur. Yerin yanımız, alacağımız yaşamımız!

Biz devrimci sosyalistleriz; dünyayı alacağız.

Devrim için ileri; ya sosyalizm ya ölüm!

12.12.2024

Kaldıraç Hareketi

Direnişleri büyütmek için, haydi birleşik emek cephesini örelim

Egemen, “iç cepheyi” güçlendirmekten söz ediyor. Saray, hep bir ağızdan savaş nakaratını söylüyor. İçeride ve dışarıda savaş politikası, Saray Rejimi’nin temel politikası olarak yaşamın her alanına siniyor, egemen kılınmaya çalışılıyor.

Saldırıyorlar, yetmiyor.

CHP eli ile, “sol”u ve kitleleri kontrol altına almaya çalışıyorlar, her bir hamleleri, iki günlük ömrü olan canlılar gibi hızla çöküyor.

Saray Rejimi, devlet, gerçek yüzünü giderek daha açık bir hâlde ortaya koyuyor, yüzleri maske tutmuyor, maskeler tek tek düşüyor.

Seçimi bekleyin, diyorlardı. Ama kendileri seçimleri çalıyor, seçim sonuçlarını tanımıyor. Saray Rejimi’nin yaptığı hiçbir seçim meşru değildir. Seçimi bekleyin, sesinizi çıkartmayın, evde durun, ışık açıp kapatın diyenler, şimdi kayyum uygulamaları ile “şaşırmış” gibi yapıyorlar. CHP, nasıl Saray Rejimi’nin ortağı olduğunu ortaya koymuştur. Hepsinin maskesi düşmektedir.

Bir yandan da sürekli yeni baskı yasaları çıkartıyorlar. Etki Ajanlığı Yasası, bugün geri çekilmiş olsa da yarın devreye sokulacaktır. Dahası, zaten uygulanmaktadır. Bekçilere sokakta fiilî arama yetkisi vermeleri, yeni saldırı planlarının içindedir.

Artık Saray Rejimi, tam bir halk düşmanı, tam bir işçi düşmanı olarak çıplak hâldedir.

Evet, işçi sınıfı cephesi, tüm gücü ile, örgütlü bir güç olarak, iç cephenin diğer tarafında, bir dev gibi varlığını göstermekten çok uzaktır. İşçi sınıfı örgütsüz, siyasal bilinçten yoksun, siyasetten uzak durmaya çalışan, kendi sendikalarına bile sahip olmayan bir durumdadır. Yani, örgütsüzdür.

Ama işçi sınıfının örgütsüzlüğüne rağmen, sınıf savaşımı tüm gerçekliği ile devam ediyor. İşçiler, kira yükü altında eziliyorlar. İşçiler açlıkla karşı karşıyadır ve çoğunlukla pazarlardan atık sebze ve meyve toplamaktadırlar. İşçiler, son derece ucuz bir biçimde çalıştırılıyorlar. İşçilerin çalışma koşulları daha da kötüye gidiyor. İşçiler daha uzun süre çalışmak zorunda kalıyorlar. İşçiler işyerlerinde, işyeri cinayetlerine kurban gidiyorlar. İşçiler sağlık ve eğitim hizmetlerinden yararlanamıyorlar. Ve en çok vergiyi ödeyen, soyulan, haraca bağlanan, borçlandırılan da onlardır.

Sınıf savaşımı, tüm çıplaklığı ile devam ediyor. Kapitalistlerin, işverenlerin artan sömürüsü, baskı ve şiddetle birleşiyor ve işçi sınıfı nefes alamaz duruma itiliyor.

Ve elbette işçi sınıfının bu duruma karşı tepkisi, örgütsüz de olsa, kendiliğinden de olsa gelişmektedir, gelişmek zorundadır.

Gezi Direnişi’nden bu yana, toplumun her kesiminde bir direniş sürmektedir. Öğrenciler, gençler, kadınlar, işçiler, köylüler, tüm emekçiler, sisteme, Saray Rejimi’ne karşı bir direnişi, parça parça da olsa sürdürmektedirler.

Sendikalar, artık doğrudan sendika mafyasının denetimindedir ve işçilerin en küçük bir ekonomik hakkını dahi savunmamaktadırlar. Sendikalar, işçileri denetim altında tutmak için, devlet görevlileri olarak davranmaktadırlar.

Artık işçilerin haklarını savunmak için, işçi sınıfının en önemli silahı olan grev, sendikaların gündeminde hiçbir biçimde yoktur.

İşçisiz sendika olur mu? İşte var.

Grevsiz sendika olur mu? İşte var.

Grevsiz toplu sözleşme olur mu? İşte var.

Tüm bu duruma rağmen, ülkenin her alanında, direniş sürmektedir. Evet, direnişler örgütsüzdür, kendiliğinden karakterdedir. İşçiler, bıçak kemiğe dayanınca, ancak o zaman harekete geçmektedirler.

Buna rağmen, bu direnişlerin tümü, biz devrimci işçiler için, biz devrimci sosyalistler için çok önemlidir.

Her direniş, her eylem, öğrenmek, hazırlanmak, pasif durmaktan kurtulmak, seyirci olmaya son vermek demektir. Her eylem, her direniş, güzelleşmek, insanlaşmak, kendini işçi sınıfının mücadelesinin bir parçası olarak hissetmeye başlamak demektir.

Her eylem öğreticidir.

Devrim, devrimci mücadele, baş öğreticidir.

Ankara’da Çayırhan Termik Santrali’nde işçiler, işi bırakarak, yerin altına indi ve madeni işgal ettiler.

Evet, işçiler buna işgal demiyor olabilirler. Ama yerin altına inmek ve madenden çıkmamak bir çeşit işgaldir. Kasım 2024’ün 19. günü, işçiler işi bırakmıştır.

İş bırakma nedeni madenin özelleştirilmesidir. Maden özelleştirilince, işçiler tüm yaşamlarını değiştirmek zorunda kalacaklar, evlerini, işlerini kaybedeceklerdir. Bu koşullarda işçiler, gelişmiş bir örgütlülüğün sonucu olarak değil, gelmekte olan saldırıyı durdurmak için eyleme geçmişlerdir.

Şimdi, işçilerin öğrenme zamanıdır.

İşçilerle birlikte, bu direnişe gönül veren herkes de öğrenmektedir, öğrenecektir.

İşçilere, “kalbim seninle, gönlüm sizinle” demek yeterli değildir. Evet, önemlidir. Ama yeterli değildir. İşçiler için değil, sizin için de yeterli değildir. Çünkü “kalbim seninle” çok uzak bir selâmdır. Kalbini de yanına alıp, işçilerin direnişine gitmek, onlara bir somun ekmek götürüp onlarla birlikte yemek, onlarla bir gece olsun gecelemek, onları dinlemek, onların anlattıklarını basının karanlığında yaşayan insanlara anlatmak, her insanım diyenin yapabileceği bir şeydir ve bunu yapınca, siz de daha iyi olacaksınız, siz de öğreneceksiniz, siz de kendinize olan uzaklığınızı kıracaksınız.

Maden işçileri, evet kendileri için direniyorlar, ama sadece kendileri için direnmiyorlar.

İster kadın direnişi olsun, ister gençlerin direnişi olsun, ister madencinin direnişi olsun, ister Polonez işçilerinin direnişi olsun, ister Migros işçisinin direnişi olsun, ister bankalarda çalışan işçilerin direnişi olsun, ister Artvin’deki ekoloji direnişi olsun, her direniş kıymetlidir, önemlidir, öğretmendir, nefes almanın yoludur.

Ne yapmalı, sorusu burada bir kere daha gündeme gelmektedir.

Yanıt açıktır:

1- Her direnişi aktif, eylemli biçimde desteklemek gerekir.

2- Her direnişle yakınlaşmak, dayanışma içinde olmak gerekir.

3- Her direnişi yaymak, direnenleri desteklemek gerekir.

Tüm bunlar, işçi sınıfının daha da örgütlü ve kararlı hâle gelmesi ile bağlıdır.

Örgüt gelecektir.

Örgüt özgürlüktür.

İşçi sınıfı, en başta siyasal olarak örgütlenmek zorundadır. Bu nedenle, işçiler, devrimci sosyalistlerle ilişkiye geçmelidirler.

İşçiler, her eylemde yeniden ve yeniden, direnişi yaymayı düşünmek zorundadırlar. Bir genel direniş, bir genel grev örgütlemek zorundadırlar.

Bugüne kadar sendikalar, özelleştirmeye karşı ciddi hiçbir eylem yapmamışlardır. Demek ki sendikaları beklemek artık anlamlı değildir. Sendikaları doğru tutum almaya zorlamanın yolu, örgütlenmektir.

İşçi sınıfı, direnişi yaymak, direnişi topyekȗn bir direnişe çevirmek, direnişi düzgün ve kararlı bir biçimde sürdürmek için, birleşik emek cephesinde örgütlenmelidir.

Samimi olmak gerekir. Başka çıkış yolu yoktur. Bunu, birleşik emek cephesini örmeyi, bugün gerçekleştirmek gerekir, geleceğe bırakmadan, bugünden işe koyulmak gerekir.

Burada bir iç savaş hukuku uygulanmaktadır. Bu savaş hâli, egemenin “iç cepheyi güçlendirmek” planlarının da temelidir.

Öyle ise, işçi sınıfının de kendi cephesini örgütlemesi, mücadeleye örgütlü olarak girmesi gerekir.

Egemen, Saray Rejimi, işçi sınıfının, kadınların, gençlerin direnişinden korkmaktadır. Tek tek işçilerden, tek tek kadınlardan, tek tek öğrencilerden korkmuyorlar. Korktukları şey direniştir, kolektif eylemdir. Çünkü iktidarlarını yıkacak olan da budur.

İşçiler, Saray Rejimi’nin seçimle yıkılmayacağını biliyorlar. İşçiler, bildiklerini ortaya koymalıdırlar. Artık mesele, tüm saldırılara karşı, egemene karşı, Saray Rejimi’ne karşı, topyekȗn bir örgütlü direniş örgütlemektir. Gelin, birleşik emek cephesini hep birlikte örelim.

İşçi sınıfı, kendini siyasal bir güç olarak, bir sınıf olarak mücadele sahnesinde ortaya koymak zorundadır. İşçi sınıfı, toplumsal mücadelenin en önemli gücüdür ve buna uygun davranmasının yolu, örgütlenmesinden geçmektedir.

Haydi, birleşik emek cephesini örelim!

Haydi, Birleşik Emek Cephesi ile direnişi büyütmeye!

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...