Ana Sayfa Blog Sayfa 7

The only solution against the massacre of peoples, occupations and imperialist aggression is the united struggle of the peoples!

Syria is a country where different ethnic groups, beliefs and cultures have lived together throughout history, forming a rich mosaic. Arabs, Kurds, Turkmens, Circassians, Armenians, Assyrians, Assyrians, Druze, Jews, as well as Alawites, Yazidis, Sunnites and Christians are important parts of this mosaic.

The war in Syria, launched by the SNA-ISIS, which was produced in the laboratories of the USA as part of the partition of the Caucasus, the Balkans and the Middle East, has reached a new stage after the gangs captured Damascus. This imperialist aggression, which stumbled with the resistance of the peoples in Syria for 13 years before, then put into action the plan to dismantle the resistance front in the Middle East with the genocide they raised in Palestine and the attacks and occupation attempt against Lebanon.

A new process in the Middle East began in Syria on December 8, when jihadist gangs led by the US-UK-Israeli-Turkish state-sponsored HTS took control of Damascus. By the end of 2024, imperialism, which turned towards Syria in 2011, achieved its goal.

Syria is now a colony!

Anyone who applauds what is happening in Syria today, who hopes for help from the gangs, will be siding with genocidal Israel and the USA.

The image of the gangs in Syria is also being reconstructed by imperialism. Abu Mohammed Al Colani, who will lead the new Damascus administration, is a former member of Al Qaeda, the commander of ISIS and the founder of Al Nusra Front. He is one of the main perpetrators of the massacres and genocides in Syria. In order to refresh Colani’s image, numerous foreign media have interviewed him. Finally, with Turkey’s visit to the interim government established in Damascus under Colani’s leadership, the first official state contact was made, creating a legitimization ground between the states.

The democracy of imperialism and its hitmen is the butchery of Vietnam, the occupation of Afghanistan, Iraq, the robbery of Libya, and ISIS-HTS’s Syria. 

The gangs called HTS (Hay’at Tahrir al-Sham) and SNA (Syrian National Army), gathered with the remnants of jihadist gangs such as FSA, ISIS and NUSRA, carry out attacks and executions against the Syrian people under the pretext of establishing their rule in the region. Immediately after the Christian people took to the streets to resist the jihadists who burnt the Christmas tree in Damascus, Christmas was declared an official holiday again, in order to appease the reaction of the people.

Arab Alawites took to the streets and started to resist in many regions, especially in Homs, Tartus and Latakia, after the images taken a month ago showing that the tomb of Hussein Bin Khimden Al Khasibi, one of the most important historical figures and religious leaders of the Arab Alawite people, was burnt and 5 people in charge there were executed and stepped on. After the protests of the Arab Alawites on the streets, the jihadist gangs led by HTS sent reinforcements from Idlib and Azaz to the cities where the marches were held and opened fire at the protests and intensified the massacre against the Arab Alawites.

The imperialists and Zionists, with the jihadist gangs they exported from 37 countries so as to rule in the Middle East, do not raise their voices to the conflicts in Syria being portrayed as sectarianism.

Today, the fatwas of slaughter, massacres and genocide process against the Syrian people that have been systematically carried out since 2011 is continued by gangs armed by the imperialists.

The Palace Regime, as a partner of imperialist aggression, is trying to ensure the ‘organization of the internal front’ to support this aggression. The announced minimum wage, the humiliation they inflict on us every day with their looting-rent policies in the earthquake region, attacks on women, trustee politics are among the steps taken towards ‘organizing the internal front’. In this process, in which the Palace Regime is preparing for the next war against Iran-Russia, it is also trying to ensure that the political structures remain silent within the framework of the matter of survival.

As is clear at this point, what needs to be done today is obvious.

The hegemons will continue to spread the war and slaughter the peoples. We, on the other hand, must escalate the resistance. We cannot wait for our turn to be next by watching the massacre of the peoples. We cannot stop the massacre of the peoples right next to us at the hands of the imperialists and their collaborators by remaining silent.

We will not allow them to mobilize the silence that is laced with fear, ignorance and chauvinism.

War is not about the working class being able to feed themselves. War means driving the children of workers and laborers, driving workers and laborers to the front in the name of the sovereign. War means blood and tears. While the sovereigns fill their coffers, only hunger, unemployment, poverty and death befall to the workers and laborers. The whole history of the world confirms this.

The common struggle of the peoples of the region and the working class is the only way to ensure fraternity in our region.

Long Live the Common Struggle of Peoples! Imperialism will be defeated, the peoples who resist will win!

12 January 2025

Halkların katliamına, işgallere ve emperyalist saldırganlığa karşı tek çözüm halkların ortak mücadelesidir!

Suriye, tarih boyunca farklı etnik grupların, inançların ve kültürlerin bir arada yaşadığı, zengin bir mozaik oluşturan bir ülkedir. Araplar, Kürtler, Türkmenler, Çerkesler, Ermeniler, Asuriler, Süryaniler, Dürziler, Yahudiler ve dinsel aidiyetleriyle Alevisi, Êzîdîsi, Sunnîsi ve Hristıyanı bu mozaiğin önemli parçalarıdır.

Kafkaslar, Balkanlar ve Ortadoğu’nun paylaşılmasının bir parçası olarak ABD laboratuvarlarında üretilen ÖSO-IŞİD eliyle başlatılan Suriye savaşı, çetelerin Şam’ı ele geçirmesi üzerine yeni bir aşamaya ulaşmıştır. Öncesinde 13 yıldır Suriye’de halkların direnişiyle tökezleyen bu emperyalist saldırganlık, sonrasında Filistin’de büyüttükleri soykırımla ve Lübnan’a yönelik saldırılar ve işgal girişimi ile Orta Doğudaki direniş cephesini dağıtma planını devreye sokmuştur.

Suriye’de 8 Aralık tarihinde ABD-İngiltere-İsrail-TC devleti güdümündeki HTŞ’nin öncülük ettiği cihatçı çetelerin Şam’ın yönetimini ele geçirmesiyle Ortadoğu’da yeni bir süreç başlamıştır. 2011 itibariyle Suriye’ye yönelen emperyalizm, 2024 yılının sonunda bir boyutuyla amacına ulaşmıştır.

Suriye artık bir sömürgedir!

Bugün Suriye’de yaşananlara alkış tutan, çetelerden medet uman, soykırımcı İsrail’in ve ABD’nin yanında saf tutmuş olacaktır.

Suriye’deki çetelerin de imajı emperyalizm tarafından yeniden düzenlenmeye çalışılmaktadır. Yeni Şam yönetiminin liderliğini yürütecek olan Ebu Muhammed El Colani, Eski El Kaide üyesi, IŞİD’in emiri ve El Nusra Cephesinin kurucusudur. Suriye’de gerçekleşen katliam ve soykırımların baş sorumlularından biridir. Colani’nin imajını tazelemek için birçok yabancı basın da röportajlara çıkarmıştır. Son olarak Türkiye’nin Şam’da Colani önderliğinde kurulan geçici hükümeti ziyaret etmesiyle ilk resmi devlet teması gerçekleştirilerek devletler arasında meşruluk zemini yaratmıştır.

Emperyalizmin ve tetikçilerinin demokrasisi, Vietnam kasaplığı, Afganistan, Irak işgali, Libya soygunu, IŞİD-HTŞ’nin Suriye’sidir.

ÖSO, IŞİD, NUSRA gibi cihatçı çetelerin artıklarıyla toplanan, adlarına HTŞ(Heyet Tahrir El Şam) ve SMO(Suriye Milli Ordusu) denilen çeteler, bölgede yönetimlerinin tesisi bahanesiyle Suriye halklarına yönelik saldırılar ve infazlar gerçekleştirmektedir. Şam’da Noel ağacını yakan cihatçılara karşı, Hristiyan halkının sokağa çıkarak direnişe geçmesinin hemen ardından Noel tekrar resmî tatil ilan edilerek halkın tepkisinin yatıştırılması hedeflenmiştir.

Arap Alevi halkının en önemli tarihi kişiliklerinden ve dini önderlerinden biri olan Hüseyin Bin Hımden El Khasibi’nin türbesinin yakıldığı ve orada görevli 5 insanın infaz edilerek üzerlerine basıldığına dair 1 ay önce çekilmiş olan görüntülerin medyaya yansıması sonrası Humus, Tartus ve Lazkiye başta olmak üzere birçok bölgede Arap Aleviler sokağa çıkarak direnişe geçtiler. Arap Alevilerin sokaklarda gerçekleştirmiş olduğu eylemler sonrasında HTŞ öncülüğündeki cihatçı çeteler İdlib’ten ve Azez’den yürüyüşlerin yapıldığı şehirlere takviyeler göndererek yapılan protestolara ateş açmış Arap Alevilere yönelik katliamı büyütmüştür.

Emperyalist ve siyonistler Ortadoğu’da hüküm sürmek için 37 ülkeden ihraç ettikleri cihatçı çetelerle, Suriye’de çatışmaların mezhepçilik gibi gösterilmesine ses etmiyor.

2011’den beri sistematik olarak Suriye halklarına yönelik verilen katli vacip fetvaları, katliamlar ve soykırım süreci emperyalistler tarafından silahlandırılmış çeteler eliyle yönelik devam etmektedir.

Saray Rejimi emperyalist saldırganlığın ortağı olarak bu saldırganlığı desteklemek üzere “iç cephenin örgütlenmesini” sağlamaya çalışmaktadır. Açıklanan asgari ücret, deprem bölgesindeki yağma-rant politikalarıyla bizlere her gün yaşattıkları aşağılanma, kadınlara yönelik saldırılar, kayyum siyaseti “iç cephenin örgütlenmesi” yolunda atılan adımlardandır. Saray Rejimi, İran’a yönelik olacak bir sonraki savaşa hazırlandığı bu süreçte, beka sorunu etrafında siyasi yapıların bu yapılanlara sessiz kalmasını sağlamaya çalışmaktadır

Buradan da anlaşılacağı üzere bugün yapılması gerekenler açıktır.

Egemenler savaşı yaymaya ve halkları katletmeye devam edecektir. Bizler ise direnişi büyütmeliyiz. Sıranın bize gelmesini halkların katliamını izleyerek bekleyemeyiz. Yanı başımızda halkların emperyalistler ve işbirlikçileri eliyle katliamına sessiz kalarak bu katliamları durduramayız.

Korku, duyarsızlık ve şovenizmle bezeli sessizliği örgütlemelerine izin vermeyeceğiz.

Savaş, işçi sınıfının karnını doyurması demek değildir. Savaş, işçi ve emekçi çocuklarının, işçi ve emekçilerin egemen adına cepheye sürülmesi demektir. Savaş, kan ve gözyaşı demektir. Egemenler kasalarını doldururken, işçi ve emekçilere açlık, işsizlik, yokluk ve ölüm düşmektedir. Bunu tüm dünya tarihi doğrulamaktadır.

Bölge halklarının ve işçi sınıfının ortak mücadelesi bölgemizde kardeşliği sağlayacak tek yoldur.

Yaşasın Halkların Ortak Mücadelesi!
Emperyalizm yenilecek, direnen halklar kazanacak!

12 Ocak 2025

Kaldıraç dergisinin Ocak 2025 tarihli 282. sayısı yayında

Aylık Devrimci Sosyalist Dergi Kaldıraç’ın Ocak sayısının tamamını buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.

Dergimizin bu sayısında bulunan yazılardan bazı bölümler ise şöyle;

“İşçi sınıfı, siyasal alan da içinde, örgütlenmek zorundadır. İşçiler, sendikaları terk etmeden, sendikaları geri almak üzere, siyasal, ekonomik her türlü örgütlenmeyi geliştirmelidirler. İşçiler, her fabrikada, işyeri komiteleri kurmalıdırlar. Bilfiil bu işyeri komiteleri, sendikaları geri almak için bir yol açabilir.”
Perspektif yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Savaş politikaları, metal grevi, kriz ve asgarî ücret tartışmaları

“Uluslararası sermaye, dünya tekelleri ve onların temsilcisi kolektif emperyalist Batı, krizden çıkışı ve kapitalist sistemin devamını, Rusya ve Çin’in sömürgeleştirilmesinde görmektedir. Ve bunun için ellerinden geleni yapacakları açıktır. Çıkışı burada görmektedirler. Bu nedenle savaş politikalarında değişiklik olabilir ama savaş politikasına devam etmekte bir değişiklik olamaz. Bunun için, açık, netleşmiş bir yenilgi almaları gereklidir. Bize göre bu, bir sosyalist devrim dalgasıdır.

Deniz Adalı’nın yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Sömürgeleştirilen Suriye, derinleşen savaş; Emperyalist güçlerden halklara “dost” olur mu?

“2025 yılı, işçi sınıfının tüm örgütsüzlüğüne rağmen, bu örgütsüzlüğü yenme yolunda, büyük adımlar atacağı bir yıl olmalıdır. Bunun olanağı vardır. Tarih hızlanmıştır ve işçi sınıfının yıllar isteyen örgütlenmesinin çok daha kısa sürelerde başarılması mümkündür, aynı zamanda da zorunludur.”
Fikret Soydan’ın yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
2025 yılına girerken işçi sınıfının durumu

“Sömürgeci güçlerin, emperyalist güçlerin, dünya halklarına olan “sevgi”sinin örneklerini, halkların payına ne düştüğünü, “medeniyet”i nasıl taşıdıklarını, “demokrasi”yi nasıl yaydıklarını, halklara “yardım” etme konusunda ne denli maharetli olduklarını izlemek istiyoruz.

Deniz Adalı’nın yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
“Batı medeniyeti”, “medenîleştirme”… Emperyalizm halkların düşmanıdır

“Suriye, sömürgeleştirilecektir. Bu sömürgeleştirme politikasından, sadece Suriye sahasındaki halklar değil, tüm bölgedeki halklar da olumsuz etkilenecektir. Bugün, Esad gitti diye sevinenler, ki üzülmeleri için bir neden yoktur, yarın daha kötü bir süreçle karşı karşıya kalacaktır ve bunda kimsenin şüphesi de yoktur.”

Aysun Sadıkoğlu’nun yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Savaş politikaları, kriz ve sınıf savaşımı

Bu sayı ayrıca İrfan Taşkıran’ın Bitmeyen senfoni: Verimsiz işçiler Hakkı Taşdemir’in Kayyum Bakan’ın şifreleri ve Fransa’daki son gelişmeler üzerine düşünceler, Temel Demirer ve Sibel Özbudun’un Geleceğin çiçek açabilmesi için yaşam(lar)ı savun(alım) Fikret Başkaya’nın Ya kapitalizmin sonu ya da insanlığın ve uygarlığın sonu. Bir orta yol mümkün değil… başlıklı yazıları, İran İşçi-Komünist Partisi olitbüro üyesi Bahram Soroush’la röportaj ve daha fazlası yer alıyor.

Dergimizin dağıtımına katkı sunmak için 0539 840 81 56 numarasına WhatsApp üzerinden ulaşabilirsiniz.

Dergimizin tamamını okumak için; Kaldıraç Sayı: 282 / Ocak 2025
Dergimizin temin noktaları için; Oku, Okut, Dağıt
Dergimize abone olmak için; buraya tıklayabilirsiniz.

İran İşçi-Komünist Partisi: “Kaybedenler Rusya ve İslam Cumhuriyeti’dir” | Politbüro üyesi Bahram Soroush’la röportaj

Sosyalizmin yenilgisinin üzerinden 36 yıl geçerken, ideolojik olarak bulanık halk hareketleriyle dolu geçen yüzyılın ilk çeyreği bitmek üzere.

Büyük sosyalist güçlerin tasfiyesinin ardından; yenilgi sonrası, yeniden başlayan paylaşım savaşının bir “dünya savaşı”na dönüşmeye başladığı günleri yaşıyoruz.

Vekil güçlerle lokal çatışmalardan gün geçtikçe bölgesel savaşlara dönüş yaşanıyor. Kapitalist-emperyalizmin içerideki hegemonya savaşı ile beraber işçi sınıfına ve halklara dair saldırısı da büyüyor.

Bu sırada özellikle 2008 krizi sonrası dünyanın dört bir yanına dalga dalga vuran halk isyanları bölgemizde bir sonraki daha yüksek gelişin geri çekilişini yaşadı. Bu sürecin muhtemelen son dönemlerini yaşıyoruz.

Bunlara bağlı olarak son birkaç yıldır bölgemizdeki ve uluslararası sol, direnişçi, muhalif ve/veya devrimci örgüt ve gazeteci akademisyenlerle iletişim ve deneyim paylaşımını artırmayı hedefledik.

Geçen sayıda henüz Şam düşmeden röportaj yaptığımız Komünist Parti gibi İşçi-Komünist Partisi de İran’daki halk hareketleri dönemlerinde iletişime geçtiğimiz örgütlerden.

İsrail, İngiltere ve ABD öncülüğündeki operasyonla tıraşlanıp, giydirilip, parfümlenerek Suriye’nin başına El Kaide’nin rahminden emperyalizmin tedrisatıyla cihatçıların getirilmesi sonrası bölgesel dinamikleri tartışıyoruz.

Bölgede halkların ve işçi sınıfının cephesini örerken nesnel durumu tümüyle görmeyi, tartışmayı ve işçi sınıfı, emekçi halklar adına hareket eden güçlerin görüşlerini öğrenmeyi, aktarmayı hedefliyoruz. Gözlerimizi son yılları kitlesel halk direnişiyle geçmesinin yanı sıra emperyalist saldırganların bir sonraki muhtemel hedeflerinden İran’a döndürdük ve İran İşçi-Komünist Partisi Politbüro üyesi Bahram Soroush’a sorularımızı yönelttik.

* * *

Dünya çapında derinleşen gerilimleri ve giderek küreselleşen savaşları nasıl görüyorsunuz? Doğu Avrupa, Doğu ve Güneydoğu Asya, Ortadoğu, Afrika ve dünyanın geri kalanındaki gelişmeler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu elbette çok kapsamlı bir soru, bu nedenle burada sadece ana çatışmalara odaklanabilir ve kendi bakış açımdan genel eğilimler hakkında yorum yapabilirim. Şu anda iki ana çatışma bölgesi elbette Ortadoğu ve Ukrayna/Rusya.

İkincisinde, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana Batı ile Rusya’nın en ciddi ve en kanlı çatışmasını görüyoruz. Diğer pek çok çatışmanın aksine, bu kan dökülmesine son vermeye yönelik bir girişimin görüntüsü bile yok. Savaş, Rusya ve Batı arasında tam anlamıyla, Soğuk Savaş anılarını canlandıran, nüfuz alanları üzerine bir yarış niteliğinde. Bu, her iki taraf için de gerici bir savaştır ve her iki taraf da mutlak zaferden başka bir şey düşünmemektedir. Ancak, savaş çığlıklarına rağmen, her iki tarafın da, örneğin çatışma devam ederken Batı’nın Ukrayna’nın NATO üyeliğini kabul etmesi ya da Rusya’nın komşu müttefiklerinin doğrudan savaşa girmesi gibi yollarla savaşı daha da tırmandıracak kadar aptal olacağını sanmıyorum. Hâlihazırda her iki taraftan da (Trump’ın başkanlık koltuğuna oturduğunda savaşı sona erdirme iddiası ve Putin’in Slovakya’nın arabuluculuk teklifine verdiği son olumlu yanıt) müzakere edilmiş bir uzlaşıya yönelik işaretler var. Bu, örneğin Rusya’nın hâlihazırda ilhak edilmiş toprakların bir kısmını elinde tutması ve Batı’nın Ukrayna’nın NATO ve AB’ye nihaî üyeliği ya da diğer benzer paktlar ve düzenlemeler şeklinde Ukrayna’daki siyasi ve askerî nüfuzunu (“Ukrayna için güvenlik” olarak adlandırdıkları şey) sürdürmesi şeklinde olabilir.

Ortadoğu’daki savaş, gerici bölgesel güçler, diğer bir deyişle Batı’nın desteğini alan İsrail hükümeti ile İran’daki İslamî rejim tarafından desteklenen Hamas ve Lübnan Hizbullahı gibi İslamcılar arasındaki çatışmanın bir diğer önemli cephesidir. Bu çatışmaların merkezinde, çeşitli tarafların gerici amaçları ve hırsları için bir bahane olarak kullanılan Filistin halkının çektiği tarihsel baskı ve acılar yer almaktadır. Bir kutupta, Filistin halkına karşı soykırım savaşı yürüten, aralarında çok sayıda çocuğun da bulunduğu on binlerce masum sivili öldüren, evlerini, hastanelerini, okullarını ve oyun alanlarını dümdüz eden sağcı İsrail hükümeti yer almaktadır. Diğer taraf ise Gazze’deki Hamas, Lübnan’daki Hizbullah ve İran İslam Cumhuriyeti tarafından desteklenen diğer İslamî güçler şeklindeki gerici siyasal İslam. Tıpkı Netanyahu hükümeti gibi İslamî güçler de Filistin halkı için iki devletli bir çözüme karşı çıkmakta ve Filistinlilerin acılarını kendi gerici siyasi amaçları doğrultusunda istismar etmektedir. Filistin halkı, laik ve bağımsız bir devlette özgürlük ve yaşam şansına sahip olmak için öncelikle tüm bu gerici güçleri marjinalize etmelidir. Hamas’ın ve destekçisi İran rejiminin yenilgiye uğratılmasıyla birlikte, İsrail’deki ilericiler ve sol, Filistin’deki İslamî güçlerin varlığını bahane ederek ve buna dayanarak gelişen İsrail sağına karşı daha geniş bir alan bulacaktır. Ancak bu tür gelişmeler sayesinde, her iki taraftaki gerici dinî güçlerin baskısından kurtulmuş, İsrail’in yanında ilerici ve laik bir Filistin devletinin kurulması için pratik bir imkân yaratılabilir. Bölgesel nüfuzunun ve vekil güçlerinin fiilen ortadan kalkmasının ardından her zamankinden daha yakın görünen İslam Cumhuriyeti’nin muhtemel çöküşü, derinleşen iç krizleriyle birleştiğinde bu gelişmeyi ve Filistin halkının kurtuluş ihtimalini hızlandıracaktır.

Devam eden savaşlar ve çatışmalar, ABD, AB, Çin, Rusya vb. gibi dünyanın başlıca ekonomik ve siyasi güçleri ve blokları arasında derinleşen rekabet ve çatışmaların bir sonucu olarak yorumlanabilir ve her savaşın kendine özgü daha somut ve spesifik nedenleri olmasına rağmen, daha feci küresel savaşlar tehdidini arttırmaktadır. Kaynaklar, pazarlar ve nüfuz alanları üzerinde rekabet eden kapitalist ve emperyalist güçler tarafından başlatılan çatışma ve savaşların damgasını vurduğu daha tehlikeli bir dünyaya doğru mu gidiyoruz? Belki de öyle. Ancak dünya sadece burjuva güçlerin manevraları ve rekabetleri için bir sahne ve savaş alanı değildir ve kesinlikle tek oyuncuları da onlar değildir. Gerici savaşların ve çatışmaların yanı sıra, işçi sınıfının ve ezilen insanlığın daha iyi bir dünya için protestolarını da görüyoruz. Irkçılık, demagoji ve her türlü gerici ideolojinin yanı sıra, kapitalizmin dünyaya yaşattığı yoksulluk, eşitsizlik, haksızlıklar ve barbarlığa karşı tek yanıt olarak özgürlük, eşitlik ve sosyalizm özlemlerini de görüyoruz. En son Suriye örneğini ele alacak olursak, ister Esad rejimi (destekçileri Rusya ve İran olsun) ister IŞİD ve diğer İslamî güçler tarafından olsun, Suriye halkının maruz kaldığı vahşete rağmen, insanlar İslamî bir devlet planlarına karşı protestolarını dile getirmek ve laiklik, özgürlük ve kadın hakları talep etmek için binlerce kişiyle sokaklara dökülüyor. Devletlerin ve burjuva güçlerin eylemleri bir boşlukta gerçekleşmez, kapitalist toplumların daimi bir özelliği olan ve nihayetinde kaderlerini belirleyen daha büyük sınıfsal ve toplumsal çelişkiler çerçevesinde gerçekleşir ve bunlardan etkilenir. Ancak bu mücadelelerde zafer kendiliğinden gelmez, kendilerini bu mücadelelerin başına yerleştiren devrimcilerin bilinçli çabalarını gerektirir.

Suriye’de Esad/Baas rejiminin çöküşü, ülkedeki iktidar boşluğu ve bunun bölgeye etkisi düşünüldüğünde; ne oldu, ne olacak, kazananlar ve kaybedenler kimlerdir?

Esad rejiminin çöküşünün ardından temel kaybedenler elbette Rusya ve İslam Cumhuriyeti’dir. Esad rejimi İslam Cumhuriyeti’nin ana müttefikiydi ve İslam rejiminin Gazze ve Lübnan’daki vekillerine, sözde “direniş ekseni”ne verdiği destek için bir bağlantı sağlamaktaydı. İslam Cumhuriyeti ideolojik bir devlettir ve tüm kimliğini ana düşmanlar olarak İsrail ve Amerika ile çatışma üzerine inşa etmiştir. Gazze, Lübnan, Irak ve Yemen’deki İslamî güçleri destekleyerek Kudüs Ordusu (Devrim Muhafızları’nın yabancı kanadı) aracılığıyla bölgedeki siyasi ve askerî varlığını genişletmek, bu stratejinin ve ideolojik meşruiyetin bir parçasıdır.

Suriye halkı, İran ve Rusya’nın yardımıyla 2011 yılında devrimlerini kana bulayan baskıcı Esad rejiminden kurtulduğu için elbette mutludur. Ancak haklı olarak kökleri El Kaide ve IŞİD’e dayanan İslami Heyet Tahrir el Şam’dan (HTŞ) da korkuyorlar. Suriye’de İslam devleti fikrine karşı yapılan protestolar, Suriye halkı arasında laiklik ve siyasi özgürlükler için güçlü bir hareketin varlığının kanıtıdır.

Kendi gerici amaçları doğrultusunda HTŞ’nin iktidara gelmesine yardımcı olan, Kuzey ve Doğu Suriye’deki askerî müdahalesini doğrudan ya da Suriye Milli Ordusu (SMO) gibi vekilleri aracılığıyla sürdürmek isteyen Türk hükümeti, açık bir kazanandır.

İsrail, bir sonraki adımın ne olacağının belirsizliği nedeniyle Esad rejiminin düşmesi çağrısında bulunmasa da, Esad rejiminin çöküşünün ardından hızla Suriye’nin askerî kaynaklarını ve kabiliyetlerini yok etmeye ve Golan Tepeleri’ndeki işgalini genişletmeye başladı. Bu arada HTŞ lideri Ahmed el-Şara ve HTŞ liderliğindeki geçici hükümet, El-Kaide ve IŞİD kökenlerine ve kimliklerine rağmen Batı’nın çıkarları için bir tehdit olmadıkları konusunda Avrupa ve Amerika’ya güvence vermeye çalıştı. Elbette Batı’nın aradığı güvence budur, bu gerici gücün Suriye halkının direniş ve mücadelesini yenilgiye uğratması ve kendini sağlamlaştırması ve tahkim etmesi hâlinde Suriye halkına ve onların yaşam ve özgürlüklerine tehdit oluşturmayacağı değil.

Bana göre Esad rejiminin çöküşü, İran rejiminin kaderini belirleyecek son ve en ölümcül gerileme oldu. Daha önce de belirttiğim gibi, Hamas ve Hizbullah’ın uğradığı yenilgilerin ardından Esad’ın da düşmesiyle İran’ın sözde “direniş ekseni” parçalandı. Bu durum, ülkedeki ciddi ekonomik ve siyasi krizler ve rejimi devirmek için yeniden ayaklanmak üzere rejimde en ufak bir çatlak ve zayıflık arayan huzursuz ve savaşçı bir halkla birleşince, İslam Cumhuriyeti’ni şimdiye kadarki en tehlikeli konumuna soktu.

İsrail ve İran arasında yüksek bir gerilim, karşılıklı saldırı dalgası ve siyonistlerden gelen ilginç sinyaller gözlemliyoruz. Bu arada Batı medyasında İran karşıtı yoğun yayınlar devam ediyor. İran’a yönelik olası bir emperyalist saldırının yaklaştığını görüyor musunuz? Yoksa İran egemenlerinin İsrail-ABD-İngiltere öncülüğündeki emperyalist saldırganlıkla bir “uzlaşma” sürecine çoktan uyum sağlayacağını mı öngörüyorsunuz?

İslam Cumhuriyeti’nin kırılganlığı ve ciddi şekilde zayıflamış durumu göz önüne alındığında, Batı ile varılacak herhangi bir “uzlaşma” aslında Batılı hükümetlerin İran’a şartlarını dikte etmesi anlamına gelecektir. Bu, örneğin yaptırımların kaldırılması karşılığında İslam Cumhuriyeti’nin nükleer programlarının tamamen lağvedilmesi gibi bir talep olacaktır. İsrail ya da ABD’nin İran hedeflerine yönelik askerî saldırı olasılığı göz ardı edilemese de, benim görüşüme göre İran’la büyük çaplı bir savaş olası değildir. Batı’nın İran’a yönelik stratejisi onu ehlîleştirerek bölgedeki çıkarları için bir tehdit olmaktan çıkarmaktır. İslam Cumhuriyeti, Batı ve İsrail’in çıkarları çerçevesinde hareket etmeye zorlanabilirse, Batı onunla çalışabilir. Ancak İslamî rejim, ideolojisinde (siyasal İslamcılık ve Amerikan karşıtlığı) köklü değişiklikler yapmadan ve Batı’ya tamamen yanaşmadan Batı’ya entegre olmayı asla umut edemez. Bu, rejimin en başından beri karşı karşıya kaldığı ikilemdir. İslamcılık ve Batı düşmanlığı ideolojik ve siyasi kimliğinin bir parçasıdır. Ancak, bu konudaki en ufak bir değişiklik rejimde domino etkisi yaratarak kendi kendini tasfiye etmesine yol açacaktır. Bunun dışında, İslam Cumhuriyeti’nin karşı karşıya olduğu asıl tehdidin dışarıdan değil, içeriden olduğunu, yoksullaştırılmış, baskı altında tutulan ve kendisinin tamamen devrilmesi için mücadele eden huzursuz bir halktan kaynaklandığını unutmamalıyız. Benim görüşüme göre yakın gelecekte en önemli gelişmelerin yaşanacağı yer burasıdır. Rejimin bölgedeki gerilemeleri ve uluslararası alandaki tecridi bu süreci hızlandırıyor.

Filistin direnişinin geleceğini ve bölgenin en mazlum halklarından biri olan Filistin halkının davasını ulusal-kültürel-insani düzeyde nasıl değerlendiriyorsunuz?

İsrail devletinin kuruluşundan bu yana Filistin halkı insan muamelesi görmemiştir. İsrail devleti, Filistinlilere yönelik baskısını meşrulaştırmak için her zaman Yahudilere yönelik tarihsel zulmü kullanmıştır. Özellikle İsrail’deki dinci sağ, bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasına karşı çıkmış ve Filistinlilerin tamamen yok edilmesi çağrısında bulunmuştur. Daha yakın tarihte, özellikle İran İslam Cumhuriyeti’nin iktidara gelmesinden sonra, Ortadoğu’daki gerici İslamî hareket Filistin davasını ve Filistinlilerin uğradığı haksızlıkları kendi gerici amaçları için istismar etmiştir. Bu çatışmanın her iki tarafı da -aşırı sağcı İsrail devleti ve Hamas ve İslamî Cihad gibi İslamcılar- Filistin sorununa bir çözüm bulunmasını istememektedir. Aslında, siyasi varlıkları Filistin sorununun çözümsüz kalmasına bağlı ve bu durumdan besleniyorlar. Bu çatışmanın her iki tarafındaki gericiler birbirlerinden beslenirken, Filistin halkı da kurban konumundadır.

Geçtiğimiz yıl içinde, İbrahim Anlaşmalarını ve İsrail ile Arap devletleri arasında giderek artan yakınlaşmayı engellemeyi ve tehlikeye atmayı amaçlayan Hamas, 7 Ekim 2023’te sıradan İsrailli sivillere yönelik terör saldırısını başlatarak çok sayıda kişiyi katletti ve masum sivilleri (çoğu Filistin davasını destekleyen genç ilerici İsrailliler) rehin aldı. Aynı derecede terörist olan Netanyahu rejimi için bu saldırı bir nimetti ve Filistinlilere karşı soykırım savaşını başlatmak için tarihi bir fırsat sağladı.

Hamas’ın İsraillilere yönelik soykırımcı saldırısı Netanyahu rejiminin Gazze’deki soykırımını haklı çıkarmaz. Hamas ile savaş, öldürülen her Hamas savaşçısı için binlerce Filistinlinin öldürülmesini haklı çıkarmaz. Hamas’ın okullara, hastanelere ve camilere sığınmış sivilleri “canlı kalkan” olarak kullandığı iddiası, doğru olsun ya da olmasın, çoğu yaşlı ve çocuk binlerce masum sivilin öldürülmesini, evlerinin, kentsel ve sosyal altyapılarının, yaşam kaynaklarının enkaza dönüştürülmesini haklı çıkarmaz. Netanyahu rejiminin Filistinlilere karşı yürüttüğü, Batı tarafından milyarlarca dolar para ve silahla ve ikiyüzlü bir şekilde “İsrail’in kendini savunma hakkı” iddiasıyla desteklenen ve kriminal bir şekilde meşrulaştırılan soykırım savaşında en büyük kayıp insanlığın kendisi olmuştur.

Filistin davasının pratik çözümü iki devletli bir çözümdür: seküler bir İsrail’in yanında seküler bir Filistin devletinin kurulması. Bunu başarmanın ilk koşulu, bahsettiğim gibi, bu çatışmanın her iki tarafındaki dinci sağın geri püskürtülmesi ve marjinalleştirilmesidir. Elbette Filistinlilerin devlet sahibi olması henüz gerçek bir özgürlük ve sınıfsal eşitsizliklerin sona ermesi anlamına gelmiyor. Bunun için Filistin’de işçi sınıfının ve komünizmin ilerlemesi gerekir ki bu da ancak Filistin sorunu çözüldükten ve laik bir Filistin devleti kurulduktan sonra ciddi bir şekilde başlayabilir. Devam etmekte olan İsrail-Hamas çatışmasında sağcı İslamcı güçlerin yenilgiye uğramasının, karşı taraftaki muadilleri ortadan kalktıktan sonra İsrail’deki siyasi ve dinî sağın düşüşünü ve çöküşünü hızlandırabilecek olması ironiktir.

Yaklaşan bir devrimin hızla yayılma potansiyeli taşıdığı bölgemizde, daha dar anlamda Ortadoğu’da, Filistin ve Kürt halklarının mücadelesinde olduğu gibi ulusal kurtuluş mücadelesi veren halkların kısa-orta vadeli çıkarlarının görünüşte de olsa çatıştığı bir tablo ortaya çıktı. Lenin’in Birinci Dünya Savaşı öncesinde dünyanın tüm işçi ve ezilen halklarının birleşmesi için bir strateji olarak ortaya koyduğu “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” perspektifinden Ortadoğu’daki durumu nasıl okuyorsunuz?

Günümüzde ulusal mücadeleler Lenin’in zamanında olduğu gibi aynı anlam ve öneme sahip değildir. Yirminci yüzyılın başlarındaki sömürge dünyasında sömürgecilik karşıtı mücadeleler, emperyalist devletlerin ve uluslararası burjuvazinin gücünün altını oyan uygulanabilir ve mevcut hareketlerdi. Bu nedenle o dönemde komünistlerin stratejilerinde çok önemli bir yer tutuyorlardı. Bu mücadelelere (özellikle Doğu’daki) gösterilen ilgi, Bolşevik devleti yıkmaya kararlı emperyalist güçlere karşı mümkün olduğunca geniş bir gücü harekete geçirmeleri gereken Rus iç savaşı sırasında Bolşevikler için daha da büyük bir pratik aciliyet kazandı. Ancak, mücadelenin zorunluluklarına yanıt olarak ortaya çıkan bu pratik-politik girişimler daha sonra solun büyük bölümünde ilke statüsüne yükseltildi. Aynı şey, ulusal sorunun, yani ulusal baskı ve ayrımcılığın iki halkın bir arada yaşamasını imkânsız hâle getirdiği bir durumun mevcut olmadığı durumlarda bile, genellikle tüm ulusların bağımsız devletler kurmak için ayrılmasının pozitif hakkı anlamına gelen “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” sloganı için de geçerlidir. Lenin’in ulusal soruna “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” formülü altında yaklaşması, milliyetçiliğin neden olduğu ve ayrılmanın ne yazık ki tek seçenek hâline geldiği acı verici bir durumu ele almak için taktiksel bir yanıttı.

Partimizin ve komünist-işçi hareketinin kurucusu Mansur Hikmet, 1994 yılında Milliyetçilik, Ulus ve Komünist-İşçi Programı başlıklı derinlemesine çalışmasında bu soruya ve “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” formülüne geri döner. Komünizm içinde çok açık görünen bu sloganın tam tersine belirsizlikler, sorunlar ve milliyetçiliğe verilen tavizlerle dolu olduğunu tespit eder (örneğin yaşam, oy kullanma gibi pozitif haklarla eşit bir “hak” varsayımı ve “ulus” ve “kendi kaderini tayin” kavramlarının eleştirel olmayan kabulü). Elbette burada Hikmet’in tartışmasına derinlemesine girmem mümkün değil; ancak Hikmet’in ana fikri, komünistler için “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” formülünün ardındaki fikrin bir ilke meselesi (ifade özgürlüğü, yaşam hakkı, eğitim hakkı gibi pozitif haklar vb. gibi) değil, işçi sınıfının mücadelesindeki bir engeli ortadan kaldırmak için burjuva milliyetçiliğinin işçi sınıfı içinde yarattığı acı verici bir yarılma durumuna cevap vermek için siyasi bir yarar olduğudur. Ayrıca, Lenin’in de eklediği gibi, bir halkın ayrılma ve bağımsız bir devlet kurma hakkının tanınması, mutlaka ayrılmanın tavsiye edilmesi anlamına gelmez. Bu nedenle partimizin programı bu formülü kullanmamakta, ulusal baskının ortadan kaldırılması ve Kürt sorunu özelinde partimizin tutumunu belirtmektedir. Burada, partimizin ulusal soruna ilişkin tutumunu daha iyi açıklamak için programın bu bölümünden birkaç alıntı yapmak yararlı olacaktır:

“Komünist-işçi partisi, ulusal baskıya ve ülke yasalarında ve hükümet politikalarında her türlü ulusal ayrımcılığa tamamen son verilmesini savunur. Parti, milliyetçiliği, ulusal kimliği ve ulusal gururu, insanların evrensel insan kimliğini yadsıyan ve eşitlik ve özgürlük davasını boğan çok geri ve zararlı kavramlar olarak görür. Parti, nüfusun milliyete göre kategorize edilmesine ve insanlar için herhangi bir ulusal kimlik tanımına kesinlikle karşıdır. Parti, milliyetine bakılmaksızın tüm sakinlerin toplumun üyeleri olarak eşit haklara sahip olduğu ve milliyet temelinde negatif ya da pozitif hiçbir ayrımcılığın uygulanmadığı bir sistemin kurulmasını savunmaktadır.”

“Genel bir ilke olarak komünist-işçi partisi, farklı ulusal kökenlerden gelen insanların daha büyük ulusal varlıklar içinde eşit haklara sahip özgür yurttaşlar olarak yaşamasını savunur. Bu, işçilerin sınıf mücadelesindeki saflarını güçlendirir. Bununla birlikte, ulusal baskı ve çekişme tarihinin mevcut devletler içinde bir arada yaşamayı zorlaştırdığı durumlarda, parti ezilen ulusların doğrudan ve özgür bir referandumla istedikleri takdirde ayrılma ve bağımsız devletler kurma hakkını tanır.”

“Bölgedeki tüm ülkelerde Kürt halkına yönelik ulusal baskının uzun tarihi ve hem Şah rejimi hem de İslamî rejim altında İran Kürdistanı’ndaki protesto hareketlerinin ve özerklik mücadelelerinin kanlı bir şekilde bastırılması göz önünde bulundurulduğunda, Komünist-İşçi Partisi ilke olarak Kürt halkının İran’dan ayrılma ve özgür bir referandum yoluyla bağımsız bir devlet kurma hakkını tanır. Parti, bu özgür tercihin kullanılmasını engellemeye yönelik her türlü şiddet ve askerî eylemi şiddetle kınamaktadır. Komünist-İşçi Partisi, İran’daki Kürt sorununun, tanınmış uluslararası kurumların gözetimi altında, İran’ın batısında Kürtlerin yaşadığı bölgelerde özgür bir referandum yoluyla derhal çözülmesi çağrısında bulunur. Böyle bir referandum, merkezî hükümetin askerî güçlerinin çekilmesinden ve Kürdistan’daki tüm siyasi partilerin programlarını, pozisyonlarını ve görüşlerini halka bildirmeleri için serbest bir faaliyet döneminden sonra yapılmalıdır.

“Kural olarak, komünist-işçi partisi, herhangi bir zamanda, Kürdistan’ın ayrılmasını ancak böyle bir yolun Kürdistan’daki emekçi halka daha ilerici sivil haklar ve daha adil ve güvenli bir ekonomik ve sosyal ortam sağlayacağı kuvvetle muhtemel ise destekleyecektir. Dolayısıyla partinin resmî tutumu, bir bütün olarak işçi sınıfının ve özel olarak Kürdistan’daki emekçi halkın çıkarları doğrultusunda, o andaki durumun somut bir değerlendirmesinin ardından kararlaştırılacaktır.”

(Daha İyi Bir Dünya: Komünist-İşçi Partisi Programı, Marxist.org’da Mansur Hikmet’in çalışmaları altında erişilebilir).

Filistin meselesi, topraklarından sürülen bir halkın uğradığı adaletsizlik, elbette bir ulusun ayrılma ve bağımsız bir devlet kurma talebinden farklı bir meseledir. Filistin meselesine ilişkin görüşlerimi bir önceki soruya yanıt verirken ve iki devletli bir çözümün Filistin halkının maruz kaldığı zulmü sona erdirmek için nasıl pratik bir çözüm olacağını anlatırken belirtmiştim.

Kafkasya, Balkanlar, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı kapsayan bölgemizde proletarya enternasyonalizminin, halkların emperyalizme karşı ortak mücadelesinin ve işçi sınıfının ileri kazanımlarının geliştirilmesi için stratejiniz nedir?

Bizler, kapitalist zalimlere karşı mücadelede dünyanın dört bir yanındaki işçi sınıfı ve halklar arasında en büyük işbirliği ve dayanışmayı savunuyoruz. Enternasyonalizmi ve işçi sınıfı dayanışmasını savunuyoruz. Mücadelemizi, bu terimin kazandığı milliyetçi anlam göz önüne alındığında, “anti-emperyalist mücadele” olarak tanımlamıyoruz. Sosyalistler ve komünistler olarak, mücadelemizi her şeyden önce “kendi” egemen sınıflarımıza ve kendi ülkemizdeki ezenlere karşı bir mücadele olarak görüyoruz. Hareketimiz, işçi-komünizmi, 1980’lerde solun geleneksel örgütlerine, ezilen ulusların burjuvazilerini ilerici olarak gören ve emperyalizme karşı halkların ortak mücadelesinden (“ulusal burjuvazi” olarak adlandırılanla da birlikte) bahseden o zamanlar var olan çeşitli komünizm akımlarının taraftarlarına yönelik bir eleştiri olarak gelişti. Bizler sosyalistiz ve kapitalizmin yıkılması, ücretli emeğin ortadan kaldırılması, özgür ve eşit bir sosyalist toplumun derhal yaratılması için mücadele ediyoruz. Her yerde sosyalistler ve komünistler arasında en büyük işbirliği ve dayanışmayı savunurken, aynı zamanda gerçek, pratik uluslararası dayanışmanın ancak güçlenen ve bulundukları her yerde burjuvaziye karşı mücadelelerini ilerleten komünistler ve işçiler arasında yaratılabileceğine inanıyorum.

Son olarak, İran’da “kadın, yaşam, özgürlük” sloganıyla gerçekleşen son isyan dalgasından bu yana İranlı işçilerin, kadınların, gençlerin, halkların ve direnen tüm toplumsal kesimlerin mücadelesindeki son durum ve hareket içindeki İranlı devrimci ve komünist güçlerin gelişimi hakkında bilgi verebilir misiniz?

Bildiğiniz gibi, Eylül 2022’de Mahsa (Jina) Amini’nin zorunlu İslamî tesettüre tam olarak uymadığı için gözaltında ölümünün ardından başlayan devrimci ayaklanma, İslamî rejime onlarca yıllık yaşamı boyunca en büyük meydan okumaydı ve neredeyse rejimin devrilmesiyle sonuçlanıyordu. Rejim protestoları geri püskürtmek için acımasız güç ve baskı kullandı, yüzlerce kişiyi öldürdü ve binlercesini yaraladı. Ancak bu gerilemeler halkı protesto etmekten alıkoymamıştır. Rejimin acımasızlığı nedeniyle mevcut güçler dengesi büyük sokak protestolarının düzenlenmesine izin vermese de (bu yakında değişebilir), rejime karşı mücadele, milyonlarca kadının İslamî tesettür yasalarına fiilen meydan okuması ve bunları ayaklar altına alması gibi çeşitli şekillerde ve yetkililerin bu konuda hiçbir şey yapamamasında, çeşitli işçi kesimlerinin, örneğin petrol endüstrisinde çalışanların ve emeklilerin sokak protestolarında sürekli olarak haklarını talep etmelerinde, siyasi mahkûmların cezaevlerinde protesto gösterileri düzenlemelerinde ve İslamî rejim tarafından öldürülenlerin ailelerinin sevdikleri için adalet ve tazminat talep etmelerinde devam etmektedir. Bunlar, ülke genelinde rejime karşı devam eden ve yaygınlaşan protestolardan sadece birkaç örnek.

Rejimin Gazze ve Lübnan’daki vekillerini kaybetmesi, Suriye’de Esad rejiminin düşmesi, Irak’ta rejimin İslamî vekilleri üzerindeki baskılar, Yemen’de Husi müttefiklerinin yaşadığı askerî gerilemeler, uluslararası izolasyonu ve ülke içindeki sorunlar (derinleşen ekonomik kriz ve toplumsal protestolar) rejimi uçurumun kenarına sürükledi. İslam Cumhuriyeti lideri Hamaney son konuşmalarından birinde “halkı korkutanları” (yani bizzat rejim saflarını) uyardı. Rejimin hizipleri (“reformistler” denilenler ve sertlik yanlıları) arasındaki çatışma derinleşiyor. Ülke bir duraklama ve felç durumuna sürüklenirken, rejimin yakında kamu çalışanlarının maaşlarını ödeyemeyecek duruma düşebileceği tahminleri yapılıyor.

Dikkat edilmesi gereken önemli nokta, rejimin yaklaşan ya da gelecekteki çöküşü ve parçalanmasının bir boşlukta değil, rejime karşı nefret ve öfkeyle kaynayan bir toplum, rejimi devirmek için yeniden ayaklanma fırsatını pusuda bekleyen öfkeli bir nüfus bağlamında gerçekleşeceğidir. Bunun kendisi, yani rejimin devrimci bir süreç sonucunda devrilmesi, sağcı burjuva muhalefetin ve onların, devletin sütunlarının (silahlı kuvvetler, hapishaneler, mahkemeler ve burjuva yönetimi) olduğu gibi kalacağı, iktidarın tepeden planlı bir şekilde devredilmesi hayallerinin alanını kısıtlayacaktır. Tersine, bir devrim sonucunda rejimin düşmesi, sol ve devrimci güçlerin müdahalesi ve işçi sınıfı ve kitlelerin inisiyatifi için alan açacaktır.

İslamî rejimin yıkılma ihtimali (bunun tam olarak ne zaman gerçekleşeceği elbette tahmin edilemez) ve bunun komünist ve sosyalist güçlerin, özellikle de partimizin öncü müdahalesi için sağlayacağı tarihî fırsat, en üst düzeyde hazırlıklı olmayı gerektirmektedir. En büyük devrimler bile (örneğin Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki 2011 devrimlerinde ve İran’ın 1979 devriminde gördüğümüz gibi) devrimci bir komünist parti ve liderlik olmaksızın mahkûm olacaktır. Bu hazırlık, her şeyden önce, parti liderliğinin halkla olan ilişkisini toplumsal bir ölçekte, halkın verdiği tavizsiz mücadeleyi temsil ederek, önderlik ederek ve derinleştirerek güçlendirmeye devam etmek anlamına gelir. Sadece, İslamî rejimin ya da burjuva muhalefetinin halkın mücadelesini yavaşlatmak, köreltmek ya da saptırmak için önüne koymaya çalışacağı engelleri, gerici alternatifleri ve makamları teşhir edip bir kenara iterken, kitlelerin radikalizmini ve devrimci eylemini temsil edebilen ve onlara önderlik edebilen güçler, devrimlerine önderlik etmek için halkın güvenini kazanabilir. Devrimin önderliği, eski rejimin çöküşünün ardından siyasi iktidarın kazanılması için hayati bir gerekliliktir. Partimiz kendisini bu özgürleştirici ve tarihî geleceğe hazırlamaktadır.

Bitmeyen senfoni: Verimsiz işçiler

“Enflasyon bir semptomdur. Türkiye’de temel sorun fakirlik. Çünkü işçi ücretleri artmıyor. İşçi ücretlerinin artması için eğitim ve teknolojiye yatırım yaparak verimliliği artırmamız lazım. Enflasyon sorunu verimlilik artışından gelen ücret artışıyla çözülür.”

Yukarıdaki sözlerin sahibi 2024 yılında ekonomi dalında dağıtılan Nobel Ödüllerinden birini kazanan Daron Acemoğlu.

Ama biz konuya girmeden önce birkaç belirleme yapmalıyız. İlki bilim hakkında olsun. Bilim, TDK sözlüğüne göre, evrenin veya olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneye dayanan yöntemler ve gerçeklikten yararlanarak sonuç çıkarmaya çalışan düzenli bilgi, ilim, olarak tarif ediliyor. Bilim insanı da bununla uğraşan kişiler.

Bilim, varlığını insanın üretim sürecine borçludur. Diyelim ki bir tarlayı ekeceksiniz, yanı başındaki akarsuyun hareketlerini bilmelisiniz ya da ürünlerde hastalık yapan böcekleri tanımalısınız. Bilim, sınıfsal bir olgu olarak ortaya çıkıyor. Örneğin, dünyanın yuvarlak olduğunu ve evrende belli bir yörüngede hareket ettiğini kanıtlamak için pek çok bedel ödenmiştir. Dönemin egemen sınıfları ve din adamları, bu gerçeklerin egemenliklerini yıkması korkusu ile bu yalın gerçeğe ölümcül bir savaş açtılar. Bugün de bilim sadece kapitalistlere çıkar sağlıyorsa faydalıdır, değilse kasalara kitlenir. Yine bilim bugün, tüketimi öne alan, yalanı egemen kılan, hayatını güzelleştirmesi beklenen insanı köle hâline getiren bir yönetim aygıtı olarak işlev görüyor. Acaba bilim, dün dinin gördüğü işlevi görüyor olabilir mi?

Ekonomi bir bilim, derler. Eksiktir. Bilim olan ekonomi-politiktir. Kapitalizmin ortaya çıkmasıyla birlikte, onun işleyişini ortaya koyan teoriler geliştirildi. Bunları geliştirenler, kapitalizme hizmet eden ideologlar oldu. Marx ve Engels, artı-değer teorisi başta olmak üzere iddia edilen “görünmez el”in aslında sömürüyü saklayan yalanlar olduğunu açığa çıkarırken, ekonomi-politik işçi sınıfının elinde bir silaha dönüştü.

Bir de Nobel Ödülleri üzerine konuşmak gerekir. Prestijli bir ödül olduğu söylenen Nobel Ödülleri, her zaman tartışmaya açık, kapitalizme hizmet eden kişilere verilen bir ödül olagelmiştir. Ülkemizden bu ödülü alanlar Orhan Pamuk, Aziz Sancar ve şimdi de Daron Acemoğlu. Bana sorarsanız ortak özellikleri, bu ülkeye, insanına olan yabancılıkları ve yukarıdan bakışlarıdır diyebilirim.

Çok mu dağıttık acaba? Ama ne yapalım, karşımızda koskoca bir profesör duruyor. Gözümüzün içine baka baka, fakirliğimizin sebebini işçilerin cahilliği olarak açıklıyor.

“Önümüzdeki 10 yıl hem Türkiye hem de dünya için çok kritik. Teknolojiyi doğru kullanamazsak, eşitsizlikler ve ekonomik sorunlar derinleşecek.” Bu sözler de kendisine ait.

Son dış ticaret verilerine göre, Türkiye’de yüksek teknolojili ürünlerin imalat sanayii ihracatı içindeki payı yüzde 3,6 seviyesinde.

2024 yılı ilk 10 ayında yüksek teknolojili ürünlerin ihracatındaki pay da yüzde 4,7 oranında azalırken, orta yüksek, orta düşük ve düşük teknolojili ürünlerin payı ise artış gösterdi.

İthalat tarafında da aynı dönemde yüksek ve düşük teknolojili ürünlerin payı arttı.

Kısaca Türkiye, yüksek teknolojili ürünleri dışarıdan almak durumunda kalıyor.

Sanayi ve Teknoloji Bakanlığının üretim endeksi verilerine bakıldığında ise çalışan kişi başına ve çalışılan saat başına üretimde yükseliş sürüyor. Hatta bu iki verinin pandeminin ardından birbirine yaklaştığı da görülüyor.

Maaşlar ne durumda?

Türkiye’de hane halkı fertlerinin esas işteki durumlarına göre yıllık ortalama esas iş gelirleri, 2006’dan 2023’e toplamda yüzde 1228 oranında artış gösteriyor. En yüksek artış yüzde 1901 ile işverenlerde oluyor. Yevmiyeli ve kendi hesabına çalışanların da aynı dönemde gelir artış yüzde 1500 seviyesinde oluyor. Ancak maaşlı çalışanlar yüzde 1034 oranında gelirini artırıyor.

Ortalama gelire bakıldığında da maaşlı kesimin yıllık ortalama esas iş gelirleri asgarî ücretin altına geriliyor.

İSO’nun her yıl açıkladığı Türkiye’nin en büyük sanayi şirketleri verilerine bakıldığında ise üretimden satışların 2022’den 2023’e yüzde 42, net satışların da yüzde 43 arttığı görülüyor.

Şirketlerin aynı dönemde özkaynakları yüzde 245, aktifleri ise yüzde 126 oranında artıyor.

İhracatı yüzde 3 düşen en büyük sanayi şirketlerinin vergi öncesi net kâr/zararı ise yüzde 33 oranında artış göstermiş.

Ücretle çalışan kişi ortalaması ise sadece yüzde 2 artıyor.

Çalışan sayısındaki artış düşük olduğuna göre, çalışanların daha verimli çalıştığı verilere yansıyor.

OECD verileri ne diyor?

Türkiye, 2020 yılı verilerine göre, OECD ülkeleri içinde haftada 60 saatten daha fazla çalışanların en yüksek olduğu ülke oluyor.

Yukarıdaki veriler TÜİK, İSO ve OECD verileri. Acemoğlu için saygın kuruluşlar olsa gerek. Emeğin verimliliği gibi bir sorunumuz yok velhasıl. Ama emeğin örgütlenişi konuşulabilir. Kapitalizm, belki daha doğru deyişle emperyalizm, küresel dünyada sömürge ülkeler, emperyalist çıkarlara göre örgütleniyor. Elbette yerel özgünlükler gözetilerek. Bilim, emperyalistler elinde, işçi sınıfının en verimli şekilde sömürülmesi için işlev görüyor. Böylece sömürge ülkeler, bir çeşit iş bölümüne tâbi kalıyor. Kimi tahıl ambarı oluyor, kimi narenciye. Kimi elektronik parçaların montajını yaparken kimisi de emperyalist merkezlerden gelen motorların etrafına kaporta yaparak uçak, araba, gemi falan imal ettiklerini sanıyorlar. Ve elbette teknoloji sermayenin, dünya çapında emperyalist tekellerin elindedir. İşte şu yerli arabadan savaş araçlarına hepsinin motoru yurt dışından geliyor, ucuz (ve ama kalifiye) iş gücü tarafından monte edilince ortaya vergi rekorları kıran şirketler çıkıyor.

Daron ve benzerleri, sürekli olarak katma değerli ürünler üretilmediğinden dem vuruyor. Katma değerli ürünler, ancak yüksek teknoloji ile mümkün. Bu ise uluslararası tekellerin elindedir. Buradaki sermaye de buna bakmaz, meslek lisesi mezunlarına yaptırılabilir işlerle muazzam kârlar elde ederler.

Ücret, işçinin emeğinin karşılığı değildir. Emek, bütün değerlerin yaratıcısıdır. İşçinin ödenmeyen emeği, artı-değer, kârın kaynağı, kapitalist üretimin biricik sebebidir. Bunca kürsü, bunca profesör, bunca “ekonomist” bunların üstünü örtmek için var.

Üstelik, verimlilik artışı, işçiler için çok da iyi bir şey olmayabilir. Zira verimliliği, bir başka deyişle kârlılığı artırmanın bir yolu, işçileri aynı sürede daha ucuza çalıştırmaktır. Dışarıda bekleyen işsizler ordusu buna sebep olabilir. Aynı işçiden aynı sürede daha fazla ürün istemek, bu üretim bandında yapılacak küçük bir oynamayla, bandı diyelim birkaç saniye hızlandırmak ile mümkün. Bir başka yol, işçinin zamanından çalmak. Bütün paydoslarda birkaç dakika çalarak bunu yapabilirsiniz. Ve elbette, teknolojik gelişmeler yoluyla daha kısa sürede daha fazla meta üretimini sağlamak. Bu, fazla eğitim ve kalifiyelik gerektirmez, hem de daha az işçiyle bu fazla üretim gerçekleşir ve totalde işçi ödemeleri düşer, kârlar artar.

Zaten bizim gibi ülkelerde, patronların çoğu zaman, teknoloji yatırımı yapmak yerine, paradan para kazanmaya yönelmesi pratik bir durumdur. Rakamlarla ortaya koyalım: Ücretli çalışanlara yapılan ödemelerin bankaların yaptığı faiz ödemeleri ile karşılaştırılması yararlı olabilir. 15,9 milyon kişiye yapılan ödeme, yaratılan gayrisafi katma değerin %37,1’i, bankadan faiz alanlar ise bu katma değerin %10,9’unu alıyor. Bu şu demek aslında: Ücretli çalışan 15,9 milyon kişiye yapılan tüm ödemeler (ücret, sigorta, yol, servis, yemek, mesai), rantiyere ödenenin yalnızca 3,4 katı. Diğer bir ifadeyle, 4,7 milyon ücretlinin brüt katma değerden aldığı pay, bir avuç rantiyerin edindiği faiz geliri kadar! Ama kapitalist ideoloji ve onun getirileri ile gözü dönmüş bu çok okumuşlar, kapitalizmin lanetini görmezden gelerek, işçinin verimsiz olduğu için düşük ücret aldığını söyleyerek bu değirmene su taşıyorlar.

Fakat ne hikmettir ki TARANTA – BABU
Büsbütün tersine burda bu!.
Bir öyle şaşılası
           Dünya ki burası,
Bollukla ölüyor,
Kıtlıkla yaşıyor.
Varoşlarda hasta, aç kurtlar gibi
                    İnsanlar dolaşıyor
Ambarlar kilitli
Ambarlar buğdayla dolu..
Tezgâhlar
İpekli kumaşla dokuyabilir
            Topraktan güneşe kadar giden yolu.
İnsanlar yalnayak
             İnsanlar çıplak…
Bir öyle şaşılası
             Dünya ki burası,
Balıklar kahve içerken
Çocuklar süt bulamıyor.
İnsanları sözle besliyorlar,
Domuzları patatesle…

Bunları görmezden gelerek, yazan, çizen, konuşan kim varsa bizim için dost değildir, kapitalizmin hizmetkârıdır. Bırakın bilim insanı olmayı, insan bile olamamıştır…

Kayyum Bakan’ın şifreleri

Küresel güçler tarafından Türkiye’nin mali politikalarını yönetmesi için atanmış olan “Kayyum Bakan” Mehmet Şimşek, katıldığı bir toplantıda sigara hesabı yaptı. Günde bir paket sigara içen biri bir yıl sigara içmeyip sigaraya harcamış olduğu parayı biriktirdiği takdirde bu para yıllık %40 faiz getirisi üzerinden beş yılda yüz yirmi altı bin lira olurmuş.

Hesap doğru. Zaten Mehmet Şimşek gibi yıllarca finans sektöründe çalışıp bileşik faiz hesapları ile iç içe yaşamış birinin bu konuda hata yapabilme olasılığı sıfır nerede ise.

Hesap doğru olmasına doğru da beş yıl sonraki yüz yirmi altı bin liranın bugünkü değerinin ne olduğunu da söyleyiverse imiş ya keşke.

Adına finansman denilen öğreti ile haşır neşir olmuş kişiler bilirler Net Bugünkü Değer hesabını. İlerideki bir tarihte elde edilecek olan parasal tutarın güncel değerini hesaplamak için yaygın olarak kullanılan bir yöntemdir bu. Beyefendinin vermiş olduğu ipucunu (yıllık %40 sabit faiz) kullanarak paketi yetmiş beş lira olan fiyatının da yıl içerisinde sabit kalacağı varsayımı ile yapıverdim bu hesabı. Buraya bir dizi formül yazıp bu yazıyı okuyacak olan arkadaşlarımın kafasını meşgul etmeye niyetim yok. Kısa yoldan söyleyivereyim sonucu. Bir yıl sigara içmeyip biriktirdiği parayı bankaya yatırıp beş yıl boyunca anaparaya ve faizine dokunmaksızın bekleyen birinin dönem sonunda elde edeceği paranın bugünkü değeri sadece yirmi üç bin beş yüz lira. Oysa güncel piyasa değerinden hesaplandığında günde bir paket sigara için biri bir yılda yirmi yedi bin üç yüz yetmiş beş lira harcıyor. Dolayısı ile sigara içmeyip biriktirdiğiniz parayı bankaya yatırıp yıllarca beklerseniz zarar edersiniz. Sağlıklı ve kaliteli bir yaşama kavuşabilmek için sigarayı bırakmaya evet ama bu işi para kazanmak için yapmayın derim ben.

Tabii Kayyum Bakan insanların bu sözlerinden etkilenerek sigarayı bırakmayacaklarını çok iyi bilmekte. Aksi takdirde sarf etmezdi bu cümleyi. Neden mi? Buyurun:

Dünya Sağlık Örgütü (WHO) verilerine göre tam yirmi milyon sigara tiryakisi var memlekette. Bu insanların iki günde bir paket sigara tükettiklerini varsayacak olursak eğer, Türkiye’de yıllık iki yüz yetmiş milyar liralık bir sigara pazarı olduğu gerçeğine ulaşıyoruz. Güncel kurdan hesaplanınca yedi milyar sekiz yüz milyon USD büyüklüğünde bir pazar bu. Bahse konu tutarın ne kadarının üretici firmalara ne kadarının lojistik harcamalara gidip ne kadarının bayi kârı olarak kaldığını hesaplamayacağım, işin o kısmı bu yazının ilgi alanı dışında. Bu yazıda devletin bu işten ne kadar vergi geliri elde ettiğini hesapladım sadece. İzlenmekte olan vergi politikaları sayesinde sigaradan alınmakta olan ÖTV, KDV ve maktu vergilerin toplamı sigara fiyatının %75’ine denk düşmekte. Yukarıdaki pazar büyüklüğü içerisinde beş milyar sekiz yüz elli milyon Amerikan Dolarına tekabül ediyor bu tutar. Bundan daha kolay kazanç sanırım karmanyolacılıkta var sadece.

Vergi geliri olarak elde ettikleri bu parayı kaybetmek istemez ülkeyi yönetenler. Bu para giderse eğer müteahhitlere söz verdikleri tutarları nasıl öderler değil mi?

Her neyse, işin şaka kısmını bir kenara bırakalım da Kayyum Bakan’ın bu cümlesinin şifrelerini çözmeye çalışalım. Öncelikle şunu belirteyim ki Kayyum Bakan’ın deneyimine sahip biri halka açık bir toplantıda aklına gelen her şeyi söylemez. Böyle toplantılarda ağzından çıkan her sözün kamuoyuna yansıyacağını bilir öncelikle. Dolayısı ile bir mesaj mahiyetindedir söyledikleri. Yazıya konu olan cümlesinde de bir mesaj var kuşkusuz. Aslında birden çok mesaj var bu cümlede. Yakın gelecekte yaşanacak olanları bildirmekte Kayyum Bakan. İlk olarak o “beş yıl” ifadesine fazla takılmamak gerektiğini belirteyim. Beş yıl çok uzak bir gelecek ve bu kadar uzun bir süre sonra dünyanın nasıl bir şekil alacağını da, bu şeklin içinde Türkiye’nin nasıl bir konumda olacağını da kestirmek olası değil şimdiden. Bakan Bey’in mesajları 2025 yılına yönelik.

Her şeyden önce 2025 yılında faiz indiriminin gerçekleşmeyeceğini ya da gerçekleşse bile bunun sembolik bir oranda kalacağını söylüyor bizlere. Böylelikle ülke piyasalarına yabancı para girmesini sağlama potansiyeline sahip yatırımcılara güven veriyor. Çekinmeden paranızı getirin, demek istiyor. Paranızı getirin ve TL’ye çevirin yüksek faizden yararlanırsınız. Dönem sonunda paranızı yine çevirir, TL’den ettiğiniz faiz geliri sayesinde orijinal paranız cinsinden yüksek kâr elde etmiş olursunuz. Konuyu daha net bir hâle getirebilmek için küçük bir senaryo yaratıp bu senaryoya uygun bir hesap yaptım. Bu senaryoda Ocak 2024 zarfında bir milyon USD bozdurup TL cinsine çeviren bir yatırımcı bir yıl boyunca %40 faiz geliri elde edecek biçimde bu parayı TL olarak değerlendirdi ve yıl sonunda parasını yine USD cinsine çevirdi. Hesabın sonucu hayli ilginç. Bu yatırımcı yıl sonunda yüz seksen yedi bin dört yüz elli USD kazanmış oluyor. Net getirisi %18,7. Dünya piyasalarında Amerikan Dolarına ortalama %5 faiz verildiği (FED faiz oranı %4,75) bir dönemde eşine çok zor rastlanılabilecek bir kazanç bu (Gerçek durumda ise 2024 yılında Türkiye’de faizler %40’ın da üzerinde seyretti. Dolayısı ile elde edilen kârlar daha büyük. Ben senaryomda Kayyum Bakan’ın telaffuz ettiği %40 oranını esas aldığım için kazanç biraz daha mütevazı bir görünüm aldı).

Mesaj böyle olunca bu politikanın başarıya ulaşabilmesi için yabancı paraların baskı altında tutulması gerek. Bu da döviz cinsinden mevduata düşük faiz verilmesi anlamını taşıyor. 2025 yılı zarfında yabancı paraların TL karşısında büyük değer kazanmayacaklarını, bu paralardaki değer artışlarının ülkede yaşanacak olan enflasyonun altında gerçekleşeceğini söylüyor Kayyum Bakan.

Bütün bunların gerçekleşebilmesi için kendisinin görevde kalması gerek. Bu mesajı da veriyor. 2025 yılı boyunca görevinin başında olacak. Bir yere gitmiyor. Dolayısı ile hakkında çıkarılan “istifa edecek” “görevden alınacak” söylentilerini de boşa çıkarıyor.

Buraya kadar açıklanmaya çalışılanlar yatırımcılara ve sözde muhalif medyaya yönelikti. Halka yönelik bir mesaj da var bu cümlede. Bu konunun üzerine odaklanalım şimdi de:

Enflasyon ile faiz oranları arasında bir ilişkinin mevcudiyetini herkes bilir. Egemenlerin “rasyonel” diye tanımladıkları ekonomilerde faizler birkaç puan daha yüksektir enflasyon oranından. Ancak bu birkaç puan asla birkaç on puan olmaz. Kayyum Bakan’ın ifade ettiği %40 faiz oranı ile hükümet tarafından açıklanan 2025 yılı enflasyon beklentisi olan %20 arasında uçurum var. Faiz oranı ile enflasyon arasında 20 puan fark olursa kimse para harcamaz. Dolaşımda para kalmaz. Herkes eline geçen parayı bankaya yatırıp yüksek faiz geliri peşinde koşmaya başlar. Bankalar biriken mevduatı plase etmek için müşteri bulamazlar. Ekonominin çarkları dönmez olur. Kısacası %20 enflasyonun olduğu bir ekonomide %40 faiz olmaz. Yukarıda açıklamaya çalıştım; faiz oranları düşmeyecek ya da düşse bile bu düşüş sembolik olacak. O hâlde 2025 yılında %20 oranında bir enflasyon beklentisi HAYAL, enflasyon daha yüksek seviyelerde muhtemelen %30’un üzerinde seyredecek, bunun mesajı verilmekte halk yığınlarına

Aslında bunu bir mesajdan daha çok bir itiraf olarak okumak gerek. “Enflasyon tahminlerini düşük tutarak ücretleri baskı altına alıyoruz. İçinde bulunduğumuz şartlarda bu beklentinin gerçekleşebilmesi olanaksız. Enflasyon daha yüksek olacak ve ücret geliri elde edenler 2025 yılında bu yıla göre daha fakir bir yaşam sürdürecekler.” İşte Kayyum Bakan’ın itirafnamesi bu.

Şimdi burada biraz daha geniş bir perspektiften bakalım ücretlilerin durumuna. Bilindiği gibi bir çalışma başlatıldı kredi kartları ile ilgili, bu çalışma tamamlandığında kredi kartları limitleri de SGK verileri ile eşleşecek, hâliyle kart limitleri de düşürülecek. Dolayısı ile ücret geliri ile yaşam sürdürenler zorunlu gereksinimlerini karşılayabilmek için başvurdukları kredi kartlarını da 2025 yılında daha az kullanabilecek 2024’e kıyasla. Ücret geliri ile yaşayanların nefes borularını tıkama konusunda hayli usta Kayyum Bakan. Görevini başarı (!) ile yerine getiriyor; işçi/emekçi kesimin gelirlerini azaltıp patronların kâr marjını arttırıyor ve böylece izlenmekte olan yüksek faiz politikasına gelecek eleştirileri de minimize ediyor.

Toparlayacak olursak eğer,

– Yüksek faize devam, nas politikasına dönüş YOK,

– Yabancı paralar baskı altında tutulacak dövizde aşırı yükselme YOK,

– Enflasyon oranı ile ilgili ilan edilen tahmin GERÇEKLEŞMEYECEK,

– Ücretler üzerindeki baskı artarak devam edecek, ücret geliri elde edenler 2025 yılında daha da FAKİRLEŞECEKLER.

Böylesi bir durumda erken seçime gider mi muktedir? Elbette HAYIR.

O hâlde, istediği kadar bağırabilir sözde muhalefet “seçim” diye.

O sözde muhalifler mabatlarını da yırtsalar bağırmaktan, 2025 yılında erken genel seçim de YOK.

İşte Kayyum Bakan’ın sözlerindeki şifreler.

Geleceğin çiçek açabilmesi için yaşam(lar)ı savun(alım)

“Hayvanların çoğu insan gibidir, Hem de iyi insan gibi.”[1]

Hayvanlar gitgide, teker teker sahneyi terk edip insanlığı kendi temsilleriyle, evcil hayvanları ve oyuncaklarıyla baş başa bırakıyor,”[2] diyen Oxana Timofeeva çok haklı…

Ve gidişat aynı zamanda Amerikalı Yerli Şef Seattle’in -1854’te-, “Eğer bütün hayvanlar kaybolup giderse insan, büyük bir ruh yalnızlığından ölecektir. Çünkü hayvanlara ne olursa, kısa süre içinde insana da aynısı olur, her şey birbirine bağlıdır. Dünyanın başına gelen, dünyanın çocuklarının da başına gelecektir,” ifadesiyle dillendirdiği tehlikeyi de içeriyor…

“Adam sen de, nihayetinde hayvan” deyip geçmeyin!

Her ne kadar günlük hayatta yabancılaşmış insanların hakaret amaçlı kullanmaya bayıldığı kelimelerden birisi olsa da, unutulmasın: Hayvanlar, kapitalizmin yabancılaştırdığı insan(cık)lara hiç benzemezler.

Onlardan kat kat üstün sezgilere sahiplerdir. Karanlık düş(ünce)leri, abartılı egoları yoktur.

Evet, hayvanlar yabancılaşmış insanlara benzemezler. Hem de hiç…

Kolay mı?

Hayvanların duygusal tepkileri ve empati yetenekleri, doğanın karmaşıklığını ve çeşitliliğini gözler önüne serer. Bilimsel araştırmalar, hayvanların duygusal yaşamlarının karmaşıklığını ve empati yeteneklerini ortaya koymuştur. İnsanlar ve diğer canlılar arasındaki duygusal benzerlikler, duyguların ve sosyalliğin evrimsel kökenlerinin derin olduğunu ve saçaklanarak her canlıda kendine özgü biçim ve yollar açtığına işaret etmektedir.

Bu bağlamda doğanın vazgeçilemez bir parçası olan canlıların var olma hakkı tartışılamaz ve hiçbir canlının var oluşunu haklı göstermesine de ihtiyaç yoktur. “Zararlı türler” ve “zararlı otlar” sözleri, bitkilerin ve hayvanların bize hizmet etmek için var olduğunu ve üzerlerinde hiçbir sınır tanımayan bir hakka sahip olduğumuzu savunan, yüzyıllar öncesinden gelen bir önyargının yansımasıdır.

Söz konusu ifadeler yabancılaşmış benmerkezciliğimizin (ya da insanmerkezciliğin), cahilliğimizin ve dar görüşlülüğümüzün doğrudan ifadesinden başka bir şey değildir. Gerçekte, başka birçokları arasında bir türüz biz de, o kadar. Bu arada, yok olmalarından bütünüyle sorumlu olduğumuz, sayıları gittikçe artan, yeryüzünden silinmiş türlere bakacak olursak, doğanın dengesine ve yaşam çeşitliliğinin korunmasına “zararlı tür” nitelemesini, diğer tüm türlerden daha çok hak eden biz oluruz herhâlde.

Tıpkı Mahatma Gandhi’nin, “Bir milletin büyüklüğü ve ahlâki gelişimi, biraz da hayvanlara olan davranış biçimi ile değerlendirilir,” ifadesindeki üzere… Unutmayalım ki hayvanların da hayvan olmaktan kaynaklanan canlı hakları söz konusudur.

Malum, evrensel bir bakış açısı olarak “Hayvan Hakları” kavramı, 15 Ekim 1978’de Paris UNESCO evinde ilan edilen ve 14 maddeden oluşan Hayvan Hakları Evrensel Bildirisi ile ortaya çıktı. Bu sayede hayvanların da hakları olduğu tescil edilmiş oldu.

Hayvan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde yer alan maddelere göre; “Bütün hayvanlar yaşam önünde eşit doğar ve aynı var olmak hakkına sahiptir. Bir tür hayvan olan insan, öbür hayvanları yok edemez, bu hakkı çiğneyerek onları sömüremez, bilgilerini hayvanların hizmetine sunmakla görevlidir. Bütün hayvanların insanlarca gözetilme, bakılma ve korunma hakları vardır. Hiçbir hayvana kötü davranılmaz, acımasız ve zalimce işlem yapılamaz… Geleneksel olarak insanların çevresinde yaşayan bütün hayvanlar uyumlu biçimde türüne özgü yaşam koşulları ve özgürlük içinde yaşama ve üreme hakkına sahiptir. Hayvanları savunma ve koruma kuruluşları, hükümet düzeyinde temsil olunmalıdır. Hayvan hakları da insan hakları gibi yasa ile korunmalıdır.”

* * * * *

Yeri geldi hatırlatalım![3]

Sigmund Freud’un, “Bir insanı iyi tanımak için, öncelikle hayvanlara nasıl davrandığına bakmalısınız”…

Thomas Edison’un, “Diğer canlılara zarar vermeyi sonlandırmadıkça bizler, canavar varlıklarız”…

William Shakespeare’in, “Cehennem boş, bütün şeytanlar burada”…

Thomas Edison’un, “İnsanların hayvanlara karşı zalim olması, bir gün diğer insanlara da zalim olacağının işaretidir”…

Friedrich Nietzsche’nin, “İnsan en acımasız hayvandır. Trajedilerde, boğa güreşlerinde ve haça germelerde şu güne kadar kendisini en iyi hisseden oydu ve kendisi için cehennemi icat ettiğinde, sıkı durun, bu aslında en iyi cennetiydi”…

Elias Canetti’nin, “Ah hayvanlar, sevilen, ölen hayvanlar; çırpınan, sindirilen ve sahiplenilen, avlanan ve kanlı, çürümüş; kaçmış, birleşmiş, yalnız, görülmüş, kovalanmış, parçalanmış; yaratılmamış, tanrıdan çalınmış, terkedilmiş çocuklar gibi aldatıcı bir yaşama terk edilmiş hayvanlar!”…

Thomas Stearns Eliot’un, “Eğer bir hayvanı severseniz, o hayvan da hayatı boyunca sizi sever. Eğer bir insanı severseniz, ne yapacağını ben de bilmiyorum”…

Afrika Atasözü’nün, “Gözlerimizi acılarımıza kapatamayız. Gözlerimizi acılarımıza kaparsak eğer; köksüz ve ruhsuz bir ağaca döner, çürür gideriz”…

Martin Luther King Jr.’un, “Hayvanlar acı çekerken, sessiz kalmak suça ortak olmaktır”…

Gary Yourofsky’un, “Hayvanlara yapılanların dünyanın en kapsamlı soykırımı ve kölelik türü olduğundan hiç şüphem yok. Ve gün gelecek bugün hayvanlara yapılanlara; geçmişte siyahi insanlara, çocuklara, kölelere, kadınlara ve azınlıklara yapılanlara baktığımız gibi aynı iğrençlikle bakacağız”…

Desmond Tutu’nun, “Adaletsizlik karşısında tarafsızsanız zalimin tarafını seçmişsiniz demektir”…

Jean Jacques Rousseau’nun, “Vicdanın sesinden daha yüksek bir ses yoktur,” uyarılarının bir an dahi unutulmaması gerektiği yerküremizde insan(lık)ın, doğanın vazgeçilmesi mümkün olmayan tüm aktörleriyle bağ kurabilmesi çok önemli bir gereksinimdir. Yani insan(lık)ın, yabancılaşmamış, sürdürülebilir komünal bir yaşam için bağ kurmaya, ait olmaya, sevilmeye ve sevmeye ihtiyacı vardır.

Doğanın vazgeçilemez unsurları olarak hayvanlar fazlasıyla bizim gibidirler; ve bazı hayatların daha değersiz olduğu düşüncesi, dünyadaki bütün kötülüklerin kaynağıdır.

Tam da bunun için hayvanların hissettiği acıyı, insanların hissettiği aynı miktardaki acıdan, daha önemsiz görmenin hiçbir ahlâksal gerekçesi yoktur; hayvanların haklarının olmadığı ve onlara davranışımızın ahlâken önemsiz olduğu “iddiası”(?) yabancılaşmış benmerkezciliğimizin (ya da insanmerkezciliğin) bir örneğidir!

Bu çerçevede Elias Canetti tepkisini, “Hayvanların, sabırlı hayvanların, ineklerin, koyunların, elimize verilmiş ve elimizden kurtulamayacak bütün hayvanların bize asla başkaldırmayacak olması beni incitiyor,”[4] diye ifade ediyor…

Oysa tüm canlıların yaşam hakkına saygı gösterilmelidir. Doğayla bütünleşmiş insan(lık), kendisinden daha zayıf olanları korumakla mükelleftir.

Altı çizilmeli: “…canlıyı sahiplenmek, mülkiyeti altına almak, kontrol etmek, itaate zorlamak demektir. Şöyle ki: Sahip olmak demek mülkiyetine almak demektir. Yalnız buradaki mülkiyet ilişkisi evcilleştirmeyi de kapsar. O nedenle klasik mülkiyetin daha geniş bir tanımıdır. Evcilleştirmek, bir hayvanı insana ve insanın belirlediği mekâna uyum sağlamaya zorlamaktır. Yani evcilleştirme durduk yere olmuyor. İnsanın çıkarı için hayvanı bu çıkara uymaya zorluyor. Uymayanı yok eden bir süreç izliyor. Bugün köpeklerin başına gelenler de bundan kaynaklı.”[5]

Malum: “İnsan köleleşen ve köleleştiren tek hayvandır. Daima şu ya da bu şekilde bir köle olmuştur o ve her daim başka köleleri şu ya da bu şekilde emri altında bulundurmuştur. Günümüzde daima ücret karşılığında bir adamın kölesidir ve o adamın işlerini görür ve bu kölenin altında küçük ücretler karşılığında başka köleler de bulunur; onlar da onun işlerini yaparlar.

“İnsan, umarsız hemcinsinin ülkesini elinden alan, onu sahiplenen, onu kendi ülkesinden kovan veya topyekûn yok eden tek hayvandır. İnsan bunu bütün çağlar boyunca yapmıştır. Dünya üzerinde gerçek sahibinin elinde olan, sahibinden zorla ve kan dökülerek alınmamış bir tek dönüm toprak bile yoktur.”[6]

Tarih bunun kanıtıdır!

* * * * *

İstanbul’da 1910’da 80.000’den fazla sokak köpeğinin Sivriada’ya gönderilmesi ve sonrasında aç susuz bırakılan köpeklerin birbirlerini yiyerek ölmesiyle tarihe “Hayırsız Ada” olarak geçen olay vb.lerine rağmen çıkarılan “yasa” fazla bir şeyin değişmediğinin kanıtı sanki…

Konuya ilişkin olarak Mine Yıldırım bu katliamla birkaç yıl sonra Ermenilere yapılanlar arasında bir bağ kurup; Bahar Bayhan’la gerçekleştirilen 2019 tarihli söyleşide şunların altını çizer:

“Hayırsız Ada Katliamını büyük bir kopuş olarak görmemizin nedeni, İstanbul’da 80 bin köpeği yok etmiş bir mekân siyasetinin bu denli sistematik bir şekilde örgütlenmesidir. (…) Hayırsız Ada vakası, bir ucunda İstanbul’da ilk belediye idaresinin, polis teşkilâtının kurulmasının yer aldığı, diğer ucunda hemen birkaç yıl sonra 1915 Ermeni tehcirinin gerçekleşeceği bir tarihsel izleğin halkası.

“Cumhuriyet’e giden, kimilerinin modernleşme dediği süreçte yeni bir iktidar mantığının oluştuğu söylenebilir. Michael Foucault’nun deyişiyle hükümdarlık mantığından bir idare mantığına geçiş, yani belediyeler, polis teşkilâtları gibi çeşitli idari kurumlarla nüfusu kontrol etme, farklı amaçlara göre belli kesimleri ya da şeyleri düzenleme, buna uygun taktikler, stratejiler geliştirme. Bununla birlikte hedefleri açısından bakınca bu katliamın boşu boşuna yapılmış olmasının ortaya çıkması amacını belki çok daha iyi açığa çıkarıyor:

“Hayırsız Ada’dan yalnızca iki yıl sonra, 1912’de İstanbul’da köpek nüfusunun yeniden arttığını biliyoruz. Bu anlamıyla Hayırsız Ada vakası başarısız olmuş korkunç bir girişim, bizim modernleşme tecrübemizin geneline de damgasını vurmuş gerçek bir fiyasko.

“Ama bu fiyasko, bu başarısızlık aynı zamanda bizdeki iktidar mantığının Avrupa’dakinden farkına ışık tutuyor. Bizde ya da eskiden Üçüncü Dünya denen ülkelerde öldürmeler, katliamlar tıpkı askerî darbeler gibi aralıklarla, şu ya da bu ölçekte tekrarlanmak zorundaydı:

“Kuzey Avrupa başkentlerine gittiğinizde sokakta köpek göremezsiniz. Onlar bu ‘başarıya’ ulaşmış. Türkiye’de 1910-2019 arasındaki süreçte her gelen belediyenin belirli aralıklarla uyguladığı ‘öldürme siyaseti’ var. 1927’de yeni Cumhuriyet’in itlafları var. Cemil Topuzlu’nun ‘Hayırsız Ada’dan sonra en büyük itlafı ben yaptırdım, 30 bin köpeği yavaş yavaş itlaf ettirdim’ dediğini biliyoruz. Daha sonra bu açıklamaları kimse yapmıyor, ama pratikte itlaf devam ediyor…

“Belediye 2012’den itibaren ‘ikinci dalga Hayırsız Ada’ diyebileceğimiz bir şey yapıyor. Önce merkezden koparıp bir coğrafyaya yığıyor hayvanları. Şehrin çeperlerine doğru bir yığılma fark ediyoruz. Nerelere yığılıyor bu köpekler? İstanbul’un çeperlerinde orman köpeği diye bir durum ortaya çıktı. Üçüncü havalimanı inşaatı çevresine, Hasdal barınağı çevresine, Sarıyer’in kuzey kıyılarına kadar, Kuzey Marmara bağlantı yollarının çevresine köpeklerin yığıldığını görüyoruz. Kuzey Ormanları’nın yıkımı ve köpek nüfusunun artışı birbirinin içine geçen süreçler. Şehrin merkezlerindeki popülasyon azaldı ve eşitsiz olarak dağıtılmaya başlandı.”[7]

* * * * *

Sözünü ettiğimiz meseleye hayvan haklarına tarihsel perspektiften bir göz atarsak: Türk Dil Kurumu Sözlüğü’ne göre hayvan, “Duygu ve hareket yeteneği olan, içgüdüleriyle hareket eden canlı yaratık” olarak tanımlanırken; bir hakaret unsuru olarak da kullanılır. Bir sözlükte dahi hayvan sözcüğünün hakaret olarak yer alması canlılara bakışın kültürel kodlara işlemiş bir soru(n) olduğunu ortaya koyuyor.

Örgütlü hayvan savunuculuğu XIX. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkmış olsa da XX. yüzyılda Batı’da başlayan hayvan hakları hareketi insan/hayvan ilişkilerinin etik ve hukuk sistemi içinde yer almasını da amaçlamıştı. XXI. yüzyılla hayvanların savunmasızlığına dair farkındalık önem kazanmıştır.

Hayvanların sosyal ve ekonomik hayattaki konumu, insan ile ilişkisinden bağımsız bir varlık olarak ele alınması gerektiğine ilişkin yaklaşımlarla birlikte değişmeye başlamıştır. Çünkü sınıflı-sömürücü yapılarda insan(lar)ın hayvan(lar)la ilişkisi aralıksız insan lehine bir sömürü üzerine kuruludur; hayvanların gücü, eti, sütü, postu/tüyü, kürkü, kanı, kemiği, dişi… velhasıl her şeyi metadır.

* * * * *

Burada durup bir parantez açarsak: Tahminen ilk kez 15.000 yıl önce, son buzul çağının bitimine doğru kurtlar evcilleştirilerek köpeklere dönüştürüldü. Bu dönüşümün ardından insanlarla köpekler arasındaki ilişkinin ne şekilde geliştiği ise gizemini koruyor. Bu gizemi aydınlatmayı amaçlayan araştırmacılar, binlerce yıl öncesinden köpek ve insan DNA’sının şimdiye kadarki en kapsamlı karşılaştırmasını yaptı.

Çalışma, köpeklerin ve insanların birlikte seyahat ettikleri ve yolları ayırdıkları bölgeleri ortaya koyuyor.

Köpekler, hayvanların evcilleştirmesi tarihinin en büyük muammalarından biridir. Yapılan birçok çalışmaya rağmen (evcilleştirilmiş) köpeklerin tam olarak ne zaman, nerede ve nasıl ortaya çıktığı hâlâ bilinmiyor. 2016’da yapılan bir araştırma, köpeklerin Asya’da ve Avrupa veya Yakın Doğu’da olmak üzere iki kez evcilleştirilmiş olabileceği sonucuna vardı, ancak birçok bilim insanı bundan emin olmak için yeterli kanıt olmadığını savundu. Birkaç yıl sonra, Amerika’da 10.000 yıl kadar erken bir tarihte köpeklere dair belirtiler olduğuna işaret edildi, ne ki bu köpeklerin genetik bir iz bırakmadan yok oldukları görülüyor. Diğer araştırmalarda da Sibirya’da ve başka yerlerde eski köpeklere ait bulgular tespit edildi; ancak oraya nasıl geldiklerini veya diğer köpeklerle genetik ilişkileri bilinmiyor.

Oxford Üniversitesi ve Francis Crick Enstitüsü’nden araştırmacıların yeni çalışmasında Avrupa, Sibirya ve Yakın Doğu’dan yaklaşık 11.000 yıl öncesine ait 2000’den fazla köpek fosili incelendi. Bu çalışmada elde edilen 27 köpek genomu ile antik köpeklere ait tespit edilmiş genom sayısı 32 oldu. Araştırmacılar, elde edilen köpek genomlarıyla, onlarla aynı yerde ve zamanda yaşamış 17 insanın genomlarını karşılaştırdı.

Köpek DNA’larının analizleri 11.000 yıl kadar önce Yakın Doğu, Kuzey Avrupa, Sibirya, Yeni Gine ve Amerika’da yaşamış beş farklı köpek ırkı olduğuna işaret ediyor. Bu sonuca göre evcilleştirme sürecinin çok daha önce başlamış olması gerektiğini belirten araştırmacılar, bulguların arkeolojik kanıtlarla uyumlu olduğunu ifade ediyor. Almanya’da keşfedilen ve 15.000 yıl öncesi tarihlenen fosiller köpeklere dair en eski kalıntılarını oluşturuyor.

Çalışmada tespit edilen beş antik ırkın genetik izlerinin günümüz köpeklerinde hâlâ mevcut olduğunu belirten araştırmacılar, Chihuahua’ların soylarının antik Amerikan köpeklerine kadar izlenebildiği, Husky’lerin eski Sibirya köpeklerinin genetik mirasını taşıdığını söylüyor.

Günümüzdeki köpeklerin soyları 11.000 yıl önceki ırklara kadar izlenebiliyor

Çalışmada, birçok yerde insan ve köpek genomları arasında bir örtüşme olduğu görüldü. Örneğin, yaklaşık 5000 yıl önce İsveç’teki insanlar ve köpeklerin genetik izleri Yakın Doğu’ya kadar sürülüyor. Bu bulgu, ilk çiftçilerin yeni bölgelere göç ederken köpeklerini de yanlarında götürdüklerine işaret ediyor.

Bu örtüşmenin görülmediği yerler de var. Almanya’da 7000 yıl önce çiftçiler de Yakın Doğu’dan gelmiş olmalarına rağmen köpekleri genetik açıdan Sibirya’dan gelmiş gibi görünüyor.[8]

* * * * *

Toparlarsak: “Çağımızda artık birçok hayvanın sezgisel davrandığını bilim ispatlamıştır. Sezgiye sahip olmayı vurgulamamın nedeni, sezgiye sahip olmayan varlıkların hissetme, düşünme ya da diğer zihinsel durumlara sahip olma kapasitesinden yoksun oldukları için kendilerine nasıl davranıldığını bile fark etme kapasitesine sahip olmamaları. Bu nedenle de onlara zarar verilip verilemeyeceği insani ve ahlâki açıdan önemlidir. Kırkayaklar, sümüklüböcekler ve amipler de dahil olmak üzere, kelimenin tam anlamıyla insan dışı bütün türleri kastediyorsak türler lehine “ahlâki eşitlikten” söz etmek zorundayız. Acıya duyarlı olsun ya da olmasın türlere bir yaşam biçimi bahşedilmiştir. Genellikle bizimkinden çok farklı olması bu yaşam biçiminin daha az saygıyı hak ettiğini göstermez. Kimse eğlence olsun diye bir sineğin kanadını çekirgenin ayağını ya da anestezi altında bile olsa bir köpeğin kulağını kesemez. Bu söylediğimiz eylemsiz türler içinde geçerlidir. Durup dururken bir ağacın dalını kırmak çiçeğin yapraklarını koparmak gibi.

“Türlerin fiziksel bütünlüğüne saygı duymak zorundayız. Şunu da hemen belirtelim, türlerin zihinsel mutluluğunu sağlamak önemlidir. İster birlikte yaşadığımız canlar olsun, isterse bakımımız altındaki canlar olsun zihinsel mutluluklarını gözetmemiz de ahlâki benliğimizle doğrudan ilişkilidir.

“İnsandan uzak türler, böcekler, yaban hayvanları, kuşlar, balıklar ve diğerleri kötü davranılmayı, acı çekmeyi, vücutlarına saçma doldurulmayı hak etmezler. Günümüzde av kavramı artık tam anlamıyla cinayet kavramına eşit düşmektedir. Kendi canını korumak ve türünün soyunu devam ettirmek için çok zor yaşam mücadelesi veren doğa canlılarını katletmek aynı zamanda biyolojik çeşitliliği katletmek, ekolojiyi katletmek insan ve türler arasındaki uyumu, hatta ağaçlar, bitki örtüleri akarsular ya da durağan sular gibi eylemsiz canlıları katletmekle eşdeğerdir.”[9]

* * * * *

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sokak hayvanlarını katletme yasasıyla ilgili “Asla taviz yok,”[10] diye haykırdığı koordinatlarda Victor Hugo’nun, “Hayvanların cehennemi yok, zaten oradalar,” sözlerini anımsamamak mümkün mü?

Kaldı ki hayvanlar üzerinden rant sağlayanlara, hayvanları üretip satanlara ceza verilmediği için, Türkiye hayvan sömürüsünün tavan yaptığı bir ülke oldu. AKP döneminde 22 yıl boyunca hayvanları üretip üretip sattılar! Hem yurtiçinde hem de yurtdışında sattılar! Sonra da “Sokaklarda hayvan popülasyonu çok arttı” diyerek katliam yasası çıkardılar.

Ulaşılan koordinatlarda, coğrafyamızın her yerinden tüfeklerle delik deşik edilmiş, zehirlenmiş kedi ve köpek görüntüleri karşımıza dikiliyor…

İşte tekçilik illeti… O kendinden başka her şeye düşmandır.

Gerçekten de bir coğrafyanın ne olduğunu, ne kadar faşizme bulaştığını anlamak için orada öteki ilan edilene, çoğunluktan olmayana, egemen kültüre, yaşayışa, inanca, etnisiteye ait olmayana dönük toplumsal yargılara, yaklaşımlara, teamüllere, yasalara göz atmak gerekir. Çünkü tekçi zihniyet, egemen olan teke hizmet etmeyen her bireyi, grubu, cinsi, türü yok edilmesi gereken bir mikrop, bir virüs olarak görür.

Kolay mı?

Katliam yasası ortada yokken de yıllardır hayvanlara şiddet uygulayarak öldüren belediyeler, son dört yıldır sokak hayvanlarına karşı yürütülen operasyon sırasında da vahşeti sürdürüyordu. AKP’li cumhurbaşkanı yasayı imzalar imzalamaz ise bu katliamlar yasal kılıfa kavuşturuldu ve ilk olarak Niğde’de, ardından Ankara’nın Altındağ ilçesinde belediyelerin açtıkları ölüm çukurlarında hayvan cesetleri bulundu

Yani “Hayvan Hakları Koruma Kanunu” adı altında geçen, ancak kamuoyunda “Katliam Yasası” olarak bilinen düzenleme bir süre önce yürürlüğe girdi. Düzenlemenin ardından yurdun dört bir yanından köpek katliamı haberleri gelmeye başladı.

Altındağ, Niğde, Bitlis, Silivri ve daha birçok yerde, yeni yasadan alınan cesaretle katliamlar birbirini izledi.

Bu haberler, haftalarca tartışılan “7527 Hayvanları Koruma Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 2 Ağustos 2024’te yürürlüğe girmesinin ardından gelmeye başladı.

Söz konusu değişiklik, hayvanları korumak bir yana, onları öldürmenin yollarını açtı, bu konuda katliamcıları cesaretlendirdi.

Nihayetinde hayvan katliamı, insanın doğaya ve her türden canlı yaşamın kutsallığına olan saygısını sorgulatıyor. Ancak hiçbir yasa bir canlının yaşam hakkını elinden alma ve yaşamına son verme hakkına sahip olamaz. Böyle bir yasa gayrı meşrudur ve cürüm yasasıdır.[11]

* * * * *

Cürüm yasasına karşı olmak, çıkmak yaşam(ımız)ı savunmaktır; ve kapitalist insan(lık)la doğa ve hayvanlar arasında bir artık değer ilişkisi söz konusu ise, mücadele kaçınılmaz olarak politiktir.

O hâlde yabancılaşmayı aşmış yeni bir yaşam için Albert Schweitzer’in, “Hayat bir nimettir. İnsan, yaşamı anladığında ve ona saygı gösterdiğinde, sadece insanlara değil, tüm canlılara karşı sevgi ve saygı duyar”; Carl Gustav Jung’un, “Eğer hayvanda bilinç olsaydı, ahlâken insandan daha iyi olurdu”; Charles Bukowski’nin, “Dünyada var olan iki güzel şeydir; çocuklar ve hayvanlar,” uyarılarını kulaklara küpe etmek gerek.[12]

Bunun yanında “Kedi” deyince Amos Oz’un, “Bir kedi, onu sevmeyecek biriyle asla arkadaş olmaz. Kediler insanlarda yanılmazlar”…[13]

Charles Dickens’in, “Kediler gibi olmalıyız; itaat etmeye zorlandığında tırmalama”…

Julio Cortázar’ın, “İnsanları bir kedinin sevdiği gibi sev, karakterleri ve bağımsızlıkları ile, onları evcilleştirmeye çalışmadan, değiştirmeye çalışmadan”…

Ernest Hemingway’in, “Kediler duyguları konusunda dürüsttürler”…

Aldous Huxley’in, “Bir insanı anlamak istiyorsan etrafını kedilerle çevreleyin”…

Sevgi Soysal’ın, “Bir kedi her zaman güzeldir. Açlık, tokluk, aşk, nefret tanımayan sürekli bir güzellik”…[14]

Alexandre Dumas’nın, “Kediler en iyi yaşam biçimini gösteriyor; özgürlük”…

Ayrıca “köpek” deyince Gellert Grindelwald’ın, “Bir hayvanın sadakati, bir dostun sevgisini ve bir çocuğun masumiyetini bir araya getiren şey, bir köpektir”…

Franz Kafka’nın, “Bütün soruların cevabı bir köpeğin bakışında gizlidir”…

Şükrü Erbaş’ın, “Sokak köpeklerinden öğreniyordum/ Sevgisizliğin açık yarasını,” sözlerinin altını ısrarla çizmeliyiz.

Çünkü Charles Bukowski’nin, “Hayvanlara aşığım, sorunum insanlarla”; William Golding’in, “Demek istediğim şu, bizden başka canavar yok belki…”;[15] George Bernard Shaw’ın, “Kuşlar gibi uçmayı, balıklar gibi yüzmeyi öğrendik; fakat bu arada çok basit bir şeyi unuttuk ‘insan’ gibi yaşamayı”; John Rawls’ın, “Gerçek adalet, vicdanın rehberliğinde aranmalıdır”; Alexander von Humboldt’un, “Hayvanlara karşı zalimlik, aşağılık ve bayağı insanların en önemli ahlâksızlıklarından biridir”; Albert Camus’nün, “İnsan olmak, başkalarına acı çektirmenin utancını duymaktır.” “Bir insan erdemli bir hayat sürmeyi arzuluyorsa, ilk işi hayvanlara zarar vermekten kaçınmak olacaktır,” ifadeleri sonuna kadar haklı ve öğreticidir.

Şüphe yok: “İnsanların işkenceye uğramasını reddediyoruz (en azından a priori olarak); onlara karşı şiddet uygulanmasını yasaklıyoruz; fiziki ve ruhsal bütünlüklerini ihlâl edecek ve rıza göstermedikleri zararlardan onları koruyoruz. İnsanların (tümünün) güvenliğini temel hak olarak temin ediyoruz çünkü onların (hepsinin) acı çekmeme hakkı olduğunu varsayıyoruz. Peki, bu haktan diğer hayvanları mahrum etmek, bir başka deyişle kendi emellerimiz için onlara ıstırap çektirmeye meydan vermek meşru mudur? Bir bireye acı çektirmenin ahlâki açıdan kabul edilebilir olup olmadığını belirlemeye çalışırken bu bireyin ait olduğu tür, cinsiyeti veya ten rengi kadar konuyla alâkâlı. Hâlbuki acı çekmemesi için geçerli sebep onun hisleri olmasıdır. Öyle ki, eşitlik ilkesi canlının menfaatinin (insan türüne ait olsun veya olmasın) aynı hak kapsamında -özellikle işkence görmeme hakkıyla- korunmasını gerektirir,” diyen Valéry Giroux olması gereken tavrı net biçimde ifade etmektedir.

* * * * *

Peter Singer, insanın hayvanlar üzerindeki zulmünün, ırkçılık ve cinsiyetçilik gibi yanlış olduğunu ifade ederken;[16] “İnsanlığın hayvanlarla ilişkilerini ahlâk ve ataerki bağlamlarında bir ilişki”[17] biçimlendirir.[18]

Kolay mı? “Kadın ve hayvanın tüm yönleriyle eş olduğunu” savunup; “Yalnızca şiddet ve tahakkümden beslenen erkek egemen kültürün yeri yurdu olmadığının, zayıf bulduğu her şeyi ve herkesi ‘erkek’ tanımının dışına atarak alt edilecek bir öteki ilan ettiği”nin, “özneden nesneye indirgediği”nin altını çizen[19] Carol J. Adams’ın işaret ettiği gibi, “Her yedi saniyede bir kadın tecavüze uğruyor. Her bir saniyede yüzlerce hayvan öldürülüyor.”[20]

O hâlde hatırlatalım: “Sovyet yazarı Platonov’a göre hayvan, sınıf ilişkilerinin kölesi olan insandan farklı olarak iki kere boyunduruk altındadır. Bir kez doğayı boyunduruk altına alan insan yüzünden, bir de bizzat ona başka türlü eyleme izni vermeyen, doğasına hapseden doğa yüzünden. Komünizm bu yüzden yalnızca insanların değil, aynı zamanda hayvanların, tüm doğanın özgürleşmesi anlamına gelir.”[21]

* * * * *

Hep söylüyoruz. Hayvan sevgisi olmayanın insan sevgisi “iddia”sı da sorguya muhtaçtır.

Unutmayın! İthaka halkı kralları Odysseus’un öldüğünü düşünmesine rağmen, köpeği Argos 20 yıl boyunca sahibinin dönmesini beklemiştir. Odyseus, Truva Savaşı’ndan dönünce, hırpani hâline, dilenci kılığına rağmen onu tanıyan ve kuyruğunu sallayıp son nefesini veren, en vefakâr dostu Argos’tur.

Dostlarımıza elbette sahip çıkacağız. Yaşama, yaşatmaya inanıp; hiçbir egemen yalana kanmayarak;[22] ve Hermann Hesse’nin, “Canına kıydığımız o kadar çok şey var ki!… Dört bir yanda yaşam bekliyor bizi, dört bir yanda gelecek çiçek açıyor, oysa biz hep birazını algılıyoruz bunun, pek çok şeyi ayaklarımızın altında ezip geçiyor, adım başında öldürüyoruz…” sözlerini daima hatırlayarak…

Öyleyse Judith Butler’in, “Hangi özgürlük için savaşıyorsak savaşalım, eşitlik üzerine kurulu bir özgürlük olmalıdır,” saptamasını aktararak ekliyoruz: Özgürlük için tüm canlıların eşitliğinden vazgeçmek mümkün değildir; bu meselede de susulmamalıdır!

O hâlde bu mevzuda “son” söz de Michelangelo di Lodovico Buonarroti Simoni’den: “Perché non parli/ Neden konuşmuyorsun?” o

16 Aralık 2024, İstanbul-Muğla.

 

[1]    Nâzım Hikmet’in ölen köpeğine kaleme aldığı mersiyeden.

[2]    Oxana Timofeeva, Dilsiz Hayvanın Acısı, Hayvanların Tarihi: Felsefi Bir Deneme, çev: Barış Engin Aksoy, Kolektif Kitap, 2018.

[3]    Bkz: Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Katilden Değil, Canlı(lar)dan Yanayız! Ya Siz?”, Avrupa Demokrat, 24 Temmuz 2024… https://temeldemirer.blogspot.com/2024/08/katilden-degil-canlilardan-yanayiz-ya.html

[4]    Elias Canetti, Hayvanlar Üzerine, çev: Levent Konca, Sel Yay., 2019.

[5]    Hakan Yurdanur, “Sokakta Yaşayan Hayvanlar ve Kavramlar (1)”, 13 Ağustos 2024… https://sendika.org/2024/08/sokakta-yasayan-hayvanlar-ve-kavramlar-1-709389

[6]    Mark Twain, “Hayvanların En Aşağısı, İnsanın Hayvanlar Dünyasındaki Yeri”, 7 Ekim 2024… https://www.avrupademokrat3.com/hayvanlarin-en-asagisi-insanin-hayvanlar-dunyasindaki-yeri-mark-twain/

[7]    Ayhan Geçgin, “Komün Varlıkları: Köpekler, Kediler…”, 21 Temmuz 2024… https://www.k24kitap.org/komun-varliklari-kopekler-kediler-4728

[8]    “Binlerce Yıllık Yol Arkadaşlığı: İnsanlar ve Köpekler”, 10 Eylül 2024… https://www.herkesebilimteknoloji.com/haberler/toplum/binlerce-yillik-yol-arkadasligi-insanlar-ve-kopekler

[9]    Erbil Karakoç, “Türler, Köpekler ve İnsanlar”, 14 Eylül 2024… https://sendika.org/2024/09/turler-kopekler-ve-insanlar-711006

[10]  “Katliamdan Taviz Yok!”, Birgün, 25 Temmuz 2024, s. 9.

[11]  Hicri İzgören, “Yasa Geçti, Katliamlar Başladı”, Yeni Yaşam, 15 Ağustos 2024, s. 9.

[12]  “Bugünkü ödevimiz.

Hayvanları niye severiz? Niye severiz anne?

Onlar yaşamamıza katılırlar, sesleri, sonra nasıl anlatayım…” (Füruzan, Parasız Yatılı, Karacan Yay., 1981, s. 16).

[13]  Amos Oz, Aşk ve Karanlık, çev: Gülden Şen, Doğan Yay., 2006.

[14]  Sevgi Soysal, Tante Rosa, Bilgi Yay., 1978, s. 59.

[15]  William Golding, Sineklerin Tanrısı, çev: Mina Urgan, İş Bankası Yay., 2007.

[16]  Peter Singer, Neden Vegan?- Etik Beslenme, çev: Pınar Şengül, Ayrıntı Yay., 2021.

[17]  Peter Singer-Jim Mason, Aslında Ne Yiyoruz, Nasıl Yiyoruz? Gıda Tercihlerimiz Neden Önemli, çev: Pelin Sertoğlu Hız, Ayrıntı Yay., 2024.

[18]  Peter Singer, Hayvan Özgürleşmesi Hemen Şimdi, çev: Akın Emre Pilgir, Ayrıntı Yay., 2024.

[19]  Carol J. Adams, Ne Adam Ne Hayvan, Feminizm ve Hayvanların Savunulması, çev: Sevda Deniz Karali, Ayrıntı Yay., 2021.

[20]  Carol J. Adams, Etin Cinsel Politikası – Vejeteryan Eleştirel Kuram, çev: Mehmet Emin Boyacıoğlu-Güray Tezcan, Ayrıntı Yay., 2015.

[21]  Oxana Timofeeva, Dilsiz Hayvanın Acısı, Hayvanların Tarihi: Felsefi Bir Deneme, çev: Barış Engin Aksoy, Kolektif Kitap, 2018.

[22]  Bir veteriner hekim ısrarla “Sahiplenilmeyen hayvanlar uyutulur” görüşünü savunuyor. Bu kişi, Kadıköy Belediyesi Veteriner İşleri Müdür Yardımcısı Süleyman Erçin. Yasaya karşı Anayasa Mahkemesi’nde iptal davası açan CHP yönetiminin bu konudaki görüşünü açıklaması gerek. CHP’li Kadıköy Belediyesi, sokak hayvanlarından sorumlu biriminde iktidarın katliam yasasını savunan bir görevliyi çalıştırmaya nasıl devam ediyor? (Zülal Kalkandelen, “Kadıköy Belediyesi’nde İtlafı Savunan Veteriner Hekim!”, 18 Eylül 2024… https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/zulal-kalkandelen/kadikoy-belediyesinde-itlafi-savunan-veteriner-hekim-2248623).

 

Fransa’daki son gelişmeler üzerine düşünceler

Avrupa Birliği’nin lokomotif ülkelerinden Fransa geride bıraktığımız 2024 yılının yaz aylarından beri siyasi kriz içinde. Hatırlanabileceği gibi Marine Le Pen önderliğindeki ırkçı Ulusal Birlik Partisi (RN) Avrupa Parlamentosu seçimlerinde %32 oranında oy alıp ülkenin birinci partisi durumuna gelince Cumhurbaşkanı Macron pek çok çevre tarafından sürpriz olarak yorumlanan bir karara imza atmış ve erken seçimin yolunu açmıştı.

Kanaatime göre hiç de sürpriz değildi bu durum. Cumhurbaşkanlığı seçiminde Fransa solunun desteğini alarak seçim kazanan Macron kendisine destek veren solu devre dışında bırakıp RN ile dirsek temasına geçmiş ve bu partiyi adeta kurulan hükümetin resmî olmayan ortağı hâline getirmişti. Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik sorunlara Fransa sermaye kesiminin talep ettiği çözümleri üreten ancak bunları yaşama geçirme konusunda güçlükler yaşayan Macron, karşılaştığı her güçlüğün üstesinden gelebilmek için RN’nin desteğine gereksinme duydu. Emeklilik yaşının yükseltilmesi, sosyal güvenlik planlarında emekçi kesimin aleyhine olacak değişikliklerin yapılması gibi önem arz eden yasal düzenlemeler parlamentoda temsil edilen solun ve Fransa emekçilerinin muhalefetine rağmen meclisten geçip yasalaşırken, RN yönetimden desteğini esirgemedi ve sermaye kesimine karşı görevlerini eksiksiz bir biçimde yerine getirdi. Fransa’nın elinde tuttuğu deniz aşırı topraklarda oluşan muhalefeti sert önlemlerle bastırırken de destekçisi yine RN idi.

Parti bir yandan da göçmenlere ve Fransız asıllı olmayan Fransa vatandaşlarına yönelik nefret politikasını sürdürüyor ve ülkenin içinde bulunduğu dar boğazın nedeni olarak bu kesimleri gösteriyordu. Bu durum Irkçı RN’nin büyüyüp güçlenmesine yol açtı. Bir yandan da devlet kadrolarında yer edinmeye başladılar. Fransa’daki sol partilerin büyük kısmının ittifak yaparak oluşturdukları Yeni Ekolojik ve Sosyal Halk Cephesi’nin (NUPES) muhalefeti ırkçı RN’nin gelişmesini yavaşlatıyor ancak engelleyemiyordu. Bu süreçte RN bir politika değişikliğine giderek anti-semitist söylemlerini terk edip tüm nefretini ülkede bulunan Müslümanlara yöneltti (Göçmen ya da Fransa vatandaşı olmalarından bağımsız tüm Müslümanlar bu nefretin hedefi oldular).

Kanaatime göre bu politika değişimi sadece siyasi bir manevra idi ve partiye yeni bir imaj verme çabasının ürünü olan bir makyajdı sadece. Ancak işe yaradı ve partinin popülerliği arttı. Bu süreçte İsrail’in Filistin halkına yönelik soykırım harekâtı başlamıştı. Macron yönetimi kendisine yakışanı yaptı ve İsrail’e desteğini açıkladı. RN de hükümetin yanında yer aldı. İşin en kötü yanı ise bu durumun NUPES ittifakında çatlak yaratması idi. İttifak bileşenlerinden Sosyalist Parti (PSF) kanımca İkinci Enternasyonal’den bu yana sürdürmüş olduğu ihanet politikasının gereğini yaptı ve Ortadoğu’da yaşanan kaotik ortamda İsrail yanlısı turum göstererek hükümete destek verdi. Bu durum NUPES lideri ve en büyük bileşeni olan Boyun Eğmeyen Fransa (LFI) hareketinin tepkisine neden oldu ve ittifak önce askıya alındı ardından da dağıldı.

Avrupa Parlamentosu seçimlerine ittifakı dağılmış bir sol, gerçekleştirdiği düzenlemeler sonucu halkın güvenini yitirmiş bir Macron cephesi ve bütünlüğünü muhafaza etmekle kalmayıp popülerliğini arttırmış bir ırkçı parti ile girdi Fransa. Bu durumun kaçınılmaz sonucu idi ırkçı RN’nin seçimden birinci parti olarak çıkması.

RN’nin tüm popülaritesine rağmen Fransa halkının büyük çoğunluğu ırkçı siyasetin karşısındadır. Sosyalist Parti’nin eski bir üyesi olan Macron bunu çok iyi bilir. Seçim sonucunu bir fırsata çevirebileceğini ve halk yığınları nezdinde yitirmiş olduğu güveni tazeleyebileceğini düşündü. Yaptığı hesaba göre dağınık sol bir araya gelip toparlanamayacak RN’nin iktidar yürüyüşüne set çekmek amacı ile kendisine destek verecekti. Irkçı siyasete karşı olmakla birlikte sola da sempati duymayan seçmenlerin oyları sol oylarla bileşecek böylece yandaşları meclis çoğunluğunu koruyacak ve 2027 yılına kadar iktidarını rahatlıkla sürdürebilecekti.

Fransa Anayasası bir şahsın üç kez cumhurbaşkanı seçilmesini kesinlikle yasaklamıştır. Üstelik kendilerine yönelttiğimiz tüm eleştiriler bir yana bu ülkenin halkı da politikacıları da Anayasa’yı delmek için formül aramazlar. Bu ülkenin demokrasi geleneğinde hiçbir zaman böyle bir eğilim olmamıştır. Macron, cumhurbaşkanlığı makamındaki ikinci dönemi olduğu için, bir daha seçilemeyecek. Bir daha seçilemeyeceğini bildiği için halkın yararına olacak kimi zaman popülist diye nitelendirebileceğimiz düzenlemeleri yapmaya gereksinimi de yok. Onun görev süresinin sonuna kadar meclis çoğunluğuna dayanarak iktidarda kalması Fransa sermayesinin talebi olan düzenlemeleri rahatça yapmasını sağlayacaktı. Ekonomik iktidarı ellerinde tutan çevreler memnuniyetle karşıladılar bu planı ve Macron meclisi feshederek erken seçimin yolunu açtı.

Ancak evdeki hesap çarşıya uymuyor işte. Irkçı hareketteki yükselişi gören sol partiler aralarındaki tüm uyuşmazlık noktalarını saklı tutarak yeniden bir araya gelmeyi başardılar. Üstelik bu kez daha fazla siyasi oluşum katıldı aralarına. Böylece sol birlik bu kez “Yeni Halk Cephesi” (NFP) adı ile kurulmuş oldu. Sol seçmenin desteğini alamayan Macron, deyim yerinde ise Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. Apar topar kurulmuş olan sol ittifak yeterli tanıtımı da yapamayınca ilk tur oylama sonucunda RN büyük bir başarı elde etti. İlk turun sonuçlarına bakılacak olursa ikinci tur sonrasında RN’nin parlamento çoğunluğunu eline geçirip hükümet kuracak duruma gelmesi nerede ise kesin gibi idi. Siyasal gözlemciler bu şekilde yorumladılar ilk tur sonuçlarını. Lakin hesaba katmadıkları bir olgu vardı: “Fransa halkının anti-faşist refleksi.” Sol ikinci tura daha örgütlü bir biçimde katıldı. Bu örgütlülük daha propaganda aşamasında sahaya yansımıştı. Öyle ki Macron’un içinde bulunduğu “Cumhuriyet İçin Hep Birlikte” ittifakının adayları pek çok seçim bölgesinde NFP adayı lehine çekilerek ikinci tur oylamaya katılmadılar. Bu durum kendiliğinden gelişmedi. NFP’nin Fransa halkı tarafından Le Pen’e alternatif görüldüğünü fark ettiler. Seçime girdikleri takdirde kazanamayacakları gibi NFP adayına da kaybettirebileceklerinin farkına vardılar. Bu çekilme bir kısım Fransa seçmeninin oy tercihinin değişmesine neden oldu. Bir anlamda “Taban İttifakı” kuruldu ve NFP 7 Temmuz 2024 tarihinde gerçekleşen ikinci tur sonucunda en fazla oyu alan dolayısı ile en çok milletvekili çıkaran hareket oldu.

Bu kez sol çevreler “zafer” olarak algıladılar seçim sonuçlarını. Fransa’da sol kazanmış, iktidar yolu açılmış, faşizm yenilgiye uğratılmıştı. Türkiye solunun büyük bölümü bu zafer sarhoşluğunu yaşarken Kaldıraç dergisi durumun düşünüldüğü kadar parlak olmadığını, sol ittifakın hükümet olma olasılığının son derece zayıf olduğunu belirtmiş ve bu tespitini nedenleri ile birlikte açıklamıştı (Bkz. “Erken seçim sonrası Fransa”, Hakkı Taşdemir, Kaldıraç, Sayı 277, Ağustos 2024). Yukarıda referans verdiğim yazıda konu etraflıca incelenmiş olduğu için burada tekrar ayrıntıya girmek gereksiz olacak. Ancak şunu belirtmeden geçemeyeceğim:

Fransa’da sol partilerin kurdukları seçim ittifaklarında Truva Atı rolünü başarı (!) ile oynamış olan PSF ile son iki ittifakın lideri LFI arasındaki sürtüşmeler daha hazırlık aşamasında başlamış, bu sürtüşme aday belirleme süreçlerinde ittifak için büyük bir handikap oluşturmuştu. Bu handikap NFP ittifakının çıkarabileceğinden daha az milletvekili çıkarmasına neden olmuştur. İki parti arasındaki sürtüşme seçimde kazanılan başarı ile bile ortadan kalkmamış ve ittifak seçim sonuçları alındıktan sonra ortak bir bildiri bile imzalayamamış, ittifakın her bileşeni ayrı ayrı kutlama mesajı yayınlamışlardı. Seçimde en çok milletvekili çıkarmış olmasına karşın parlamentoda salt çoğunluğu elde edememiş ittifakın her an dağılabilecek bir görünüm arz etmesi hükümet kurma konusunda kararlı bir politika izleyemeyeceklerinin göstergesi idi adeta.

Nitekim öyle oldu. Önce ittifakın başbakan adayı olan Mélenchon aday olmadığını açıklamak zorunda kaldı. Böylece Fransa egemenlerinin en büyük korkusu olan Mélenchon’un başbakan olma ihtimali ortadan kalktı. Gerisi kolaydı Macron için. İki ay süren görüşmeler esnasında ittifakın tüm önerilerini reddetti ve sonunda Avrupa Birliği’nin eski Brexit müzakerecisi sağcı (ana akım medya merkez sağcı ifadesini kullanıyor, bu iadeyi pek sevmediğim için sağcı demeyi tercih ediyorum) Barnier başbakanlık görevine atandı. Bu durum teamüllere aykırı idi ancak söz konusu sermayenin çıkarları olunca siyasi temayüller göz ardı edilebiliyor işte.

Barnier tarafından kurulacak azınlık hükümetinin güvenoyu alabilmesi için desteğe gereksinimi vardı. Bu destek de tahmin edilebileceği gibi RN cephesinden geldi gerçi şartlı bir destekti ve RN özellikle mülteciler ve göç politikaları konusunda kırmızı çizgilerinin aşılması hâlinde desteğini çekme hakkını saklı tuttu.

Barnier, göreve geldiği ilk günden itibaren mesaisinin odak noktasının bütçe açığını düşürmek olacağını belirtmişti. Pandemi döneminde Fransa ekonominin çarklarının yürümesi için büyük paralar harcamış dolayısı ile bütçe açığı da büyüyerek gayrisafi yurt içi hasılanın %5,5’i seviyesine çıkmıştı. Ekonomik krizden bir türlü kurtulamayan Türkiye için bu oran normal hattâ düşük bile görülebilir. Türkiye’nin 2024 yılı bütçe açığının GSYH’ye oranı %6,4 olarak tahmin edilmekte. Kesin hesaplar ortaya çıktıktan sonra bu oranın daha da büyümesi olası. Ancak bu oran Avrupa Birliği normlarına göre hayli yüksek. Avrupa Birliği komisyonu euro belgesindeki mali istikrarın korunabilmesi için bütçe açığının en fazla GSYH’nin %3’ü seviyesinde tutulmasını önermekte.

AB normları ile Fransa gerçeği arasındaki fark büyük ölçüde Fransa sermaye kesiminin pandemi sürecindeki kayıplarını telafi etmek amacı ile kullanılmış ancak bütçe açığı Fransa halkına yüksek enflasyon olarak dönmüştü. Dolayısı ile Fransa sermaye kesiminin zararı telafi edilirken bu uygulamanın bedelini Fransa halkı ödemişti. Ancak bu durumun süreklilik arz etmesi sermaye kesiminin de işine gelmediğinden bütçe açığının düşürülmesi Fransa açısından bir zorunluluk hâlini almıştı.

Yeni yıl için hazırlanmış olan bütçede açığın GSYH’nin %6,1’i seviyesine çıktığı görülünce Barnier ve ekibi bütçe revizyonu için kolları sıvayarak revizyon çalışmasını başlattılar. Kısa sürede bir plan hazırlandı. Bu plan uygulandığı takdirde bütçe açığı GSYH’nin %5’inin altına düşecekti. Ancak plan bütçe harcamalarından 20 milyar € kesinti yapılmasını ve 40 milyar € yeni vergi ihdas edilmesini öngörmekte idi. Yine tahmin edilebileceği gibi kesintilerin büyük kısmı halk için yapılacak ödemelerden (sosyal güvenlik ödemeleri kısıtlanıyordu, diğer kısıtlama kalemi ise güvenlik bütçesi idi) oluşmakta, ihdas edilecek yeni vergiler ise halka yüklenmekte idi. Bir başka anlatımla Fransa sermaye kesiminin pandemi sürecindeki zararını yüklenmiş olan Fransa halkı, bu kez de ortaya çıkmış olan istikrarsız mali durumun bedelini ödemek zorunda kalacak ve bir önceki yıla göre daha fakirleşecekti.

Planın bu hâli ile meclisten geçmesi pek mümkün değildi. Bu nedenle Barnier, Fransa Anayasası’nın hükümete vermiş olduğu bir yetkiye dayanarak hazırlanmış olan paketi meclis onayı olmadan yasalaştırmak istedi. Anayasa’nın hükümete vermiş olduğu bu yetki kullanıldığı takdirde Meclis de hükümet hakkında gensoru verip güven oylaması talep edebiliyor. Oylama sonucunda güvenoyu alamadığı takdirde hükümet düşüyor ve yasanın yürürlüğe girmesi engellenmiş oluyor.

Muhtemeldir ki Barnier bu yetkiyi kullanırken NFP’nin gensoru önergesi vereceğini tahmin etmişti. Ancak bu gensoruyu RN desteği sayesinde atlatacağını ve hazırlanmış olan planın yasalaşarak uygulamaya konulacağını düşünüyordu.

Ne var ki evdeki hesap yine çarşıya uymadı ve RN de NFP gibi güvensizlik oyu verdi. Böylelikle 1962 yılından bu yana Fransa’da ilk kez bir hükümet gensoru ile düşürüldü.

Peki bu nasıl gerçekleşti? Irkçı FN ile solcu NFP nasıl oldu da aynı doğrultuda oy kullandı?

Bu sorunun yanıtına odaklanalım şimdi.

Her şeyden önce gensoru sonrası yapılan güven oylaması ile hükümetin düşürülmesinin RN ile NFP arasında gelişen uyumlu bir diyalog sonucu gerçekleşmediğini belirtmek gerekiyor. NFP, Barnier hükümetine kurulduğu günden beri sert muhalefet yapmakta RN ise kimi zaman açık kimi zaman da gizli olarak hükümete destek vermekte idi. RN ile Barnier hükümeti arasındaki ilişki Marine Le Pen hakkında açılan zimmet soruşturması sonucu adı geçenin siyasi geleceğinin tehlikeye girmesi ile bozuldu. İddiaya göre Marine Le Pen, Avrupa Parlamentosu fonlarını usule aykırı bir biçimde kullanmış ayrıca 2022 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçimleri esnasında yapmış olduğu yaklaşık on bir milyar € tutarındaki harcamanın kaynağını açıklayamamıştı. RN’nin enformel liderliğini yapmakta olan ve 2027 yılında gerçekleşecek cumhurbaşkanlığı seçimlerine yönelik anketlerde şimdilik önde görülen Le Pen için talep edilen cezalar arasında beş yıl kamu hizmetlerinden men cezası da bulunmakta idi. Le Pen kendisine yönelik olarak talep edilen yaptırımlar için “siyasi idam” ifadesini kullanmış ve savcıyı soruşturmayı siyasallaştırmakla suçlamıştı.

Le Pen konu hakkındaki görüşlerini 27 Kasım tarihinde açıkladı.

4 Aralık’ta mecliste güven oylaması gerçekleşti ve RN hükümete güvensizlik oyu vererek düşmesini, dolayısı ile Barnier ve ekibi tarafından meclisin onayı olmaksızın yürürlüğe konulmak istenen bütçe revizyonunun engellenmesini sağladı.

Birbirine bu kadar yakın tarihlerde gerçekleşen iki olay arasında ilişki kurmak için kâhin olmaya gerek yok kanımca.

Ortaya çıkan hükümet boşluğunu kapatmak için yeni bir başbakan atanması gerekiyordu ve son seçimin galibi olan NFP adayının hükümeti kurmakla görevlendirilmesi teamül gereği idi. Ancak Macron yine teamüle uymadı ve sağcı bir politikacı olan Pau belediye başkanı François Bayrou’yu yeni hükümeti kurmakla görevlendirildi. Bayrou 2017 yılından beri Macron’un müttefiki idi ve ilginç bir tesadüf o da yakın geçmişte Avrupa Parlamentosu fonlarını zimmetine geçirme iddiası ile suçlanmış, açılan davada aklanmıştı.

Bayrou tarafından kurulacak hükümete destek verilebileceği açıklaması geldi RN’den. Gerekçe mi? “Solcu değil.”

Ancak bu durum kesin bir destek verilebileceği anlamına gelmiyor. Bir açık kapı bırakılmış durumda. Kanaatime göre Le Pen’in aklanması için pazarlıklar yapılıyor.

Fransa’da kuvvetler ayrılığı var. Yargı bağımsız. Ancak bu durum yine de bazı yönlendirmelerin olmasına engel değil elbette.

Öyle sanıyorum ki Macron cephesi ile RN arasında bir ortak nokta bulunacak ve Le Pen’in siyasi geleceği için önem arz eden dava onun açısından mutlu son ile bitecek. Bu da Bayrou hükümetinin güvenoyu alması demek aynı zamanda.

Ancak bu durum pek sağlıklı bir çalışma yapmasına engel Bayrou hükümetinin. Atacakları her adımda RN’nin onayına gereksinme duyacak. RN’nin ise zayıf karnı belli. Her iki taraf da çok hassas dengeler üzerine kurulmuş olan ittifakın dağılmaması için dikkatli davranmak zorunda. Bu durum LFI önderliğindeki NFP ittifakının işine yarayabilir. Sosyalist parti bir bahane üretip ittifakın bozulmasını sağlamadığı takdirde çok sert bir muhalefet gerçekleştirip gerek Macron cephesini gerekse RN’yi hayli yıpratabilir. Üstelik yaşanan olaylar sonrası kamuoyunun NFP’ye yönelik desteği artmış durumda. Sosyal güvenlik planlarında kısıtlama öngören tasarı yasalaştığı takdirde muhalefet sokağa da taşınacak büyük olasılıkla. Bayrou’nun işi zor, hem de çok zor. Öte yandan Fransa Anayasası’na göre Haziran 2025’ten önce bir erken seçimin yapılabilmesi mümkün değil. Önümüzdeki dönemi iyi değerlendirebilirse NFP, haziran ayında olmasa bile 2025 sonbahar aylarında bir erken seçim kaçınılmaz hâle gelir. Bu süreçte birliğini koruyabildiği takdirde NFP’nin hükümet kurmasının bir kez daha engellenebileceğini sanmıyorum. Böyle bir olasılık derin bir kaosa sürükler ülkeyi.

NFP başarılı bir biçimde yönetebilirse süreci, yıl sonunda solcu bir hükümet kurulabilir Fransa’da.

Bu olasılık gerçekleşebilir mi? Zor da olsa imkânsız değil.

Ya kapitalizmin sonu ya da insanlığın ve uygarlığın sonu. Bir orta yol mümkün değil…

“Değişimin sırrı eskiyle cebelleşmek değil, yeniyi yaratmak için ayağa kalkmaktır.”
Dan Milland

“Bilginin en büyük düşmanı bilgisizlik değil, bildiğini sanmaktır.”
Stephen Hawking

“Kör adam karanlık bir odada, orada olmayan kara kediyi arıyor.”
(A blind man in a dark room looking for a black cat that is not there).
İngiliz halk deyişi

Atmosfer ısınıyor, doğanın dengesi hızla altüst oluyor, ekosit (canlı türlerinin yok oluşu) derinleşiyor, sosyal kötülükler (açlık, yoksulluk, bir sefalet, aşağılanma…) almış başını gidiyor… Milyarlarca insanın ölümüyle sonuçlanacak nükleer savaş ve “nükleer kış” riski büyüyor… Yeryüzünün egemenleri, “ekonomi büyüyecek, sorunlar çözülecek, sabredin” diyor… Oysa yıkımın asıl faili, yere göğe konmayan, hikmetinden sual olmayan ekonomik büyüme… Kapitalizmin iflah olmaz sınırsız büyüme, genişleme, yayılma eğilimi ve dinamiği… O hâlde sadede gelebiliriz, neden böyle oldu, neden bir uygarlık krizi veya aynı anlama gelmek üzere bir sürdürülemezlik durumu ortaya çıktı? Kapitalizm insanlığın ve uygarlığın “normal hâli” değil, bir sapma olduğu için… Araçlarla amaçlar ters-yüz olduğu, öküz arabanın arkasına koşulduğu için…

İklim konferansları birbirini izliyor, “doğayı koruma” ve “yeşil teknolojiler” söylemi dillerden düşmüyor ve fakat işler hızla sarpa sarmaya devam ediyor… O hâlde bu kolektif başarısızlıktan hangi sonuçları çıkarmak gerekiyor? Söylemle gerçeklik arasındaki bu uyumsuzluğun sebebi ne?

Aslında ekolojik mücadele hayatî önem taşıyor, bu niteliği itibariyle de çağımızın tüm ilerici güçlerinin birincil gündemini oluşturması gerekiyor… Elbette sosyal eşitlik, özgürlük, demokrasi, kadın hakları, yeni sömürge statüsünü indirgenmiş halkların mücadelesi de son derecede önemli, değerli… Bunlar ne kadar önemli ve saygı değer olursa olsun, gezegende canlı yaşamın riske girdiği, üzerinde durduğumuz zeminin çökmekte olduğu bir dünyada ne gibi bir kıymet-i harbiyesi olabilir? Aslında ekolojik mücadelenin tüm diğer emansipasyon (kurtuluş) mücadele biçimlerine önceliği var… Zira iklim krizi ve ekosit (canlı türlerinin yok oluşu) insanlık tarihinde görülmemiş bir yıkımın habercisi… Tüm iklim uzmanları alarm zilini çalmaya devam ediyor ve harekete geçmek için çok az zamanımız kaldığını haykırıyorlar…

1995 Kyoto Konferansı ve sonrasında gerçekleştirilen iklim zirvelerine rağmen, atmosferin ısınmasına, iklim krizine neden olan karbon gazı emisyonu hızla artmaya devam ediyor… Pek revaçta olan güneş enerjisi panelleri, elektrikli araba söyleminin de hiçbir kıymet-i harbiyesi yok… Seyirciyi oyalamaya yarıyor… Aynı şey biyo-çeşitlilik için de geçerli… Kapitalizm her tökezlediğinde bir teknolojik yenilik peydahlayarak kaldığı yerden yoluna devam ediyor… Ve her yenilik de bir “kurtuluş” olarak sunuluyor…

Şimdilerde yüzleşmek zorunda olduğumuz tüm insanî, sosyal ve ekolojik sorunlar, kapitalizmin iflah olmaz sınırsız büyüme, genişleme, yayılma eğiliminin ve dinamiğinin sonucu… Kapitalizm her ileri aşamada daha çok alanı kapsıyor, sömürgeleştiriyor, istila ediyor, önüne çıkan her şeyi şeyleştiriyor, nesneleştiriyor, metalaştırıyor, parayla alınır-satılır hâle getiriyor ne var ne yoksa ölü metalara, bir kâr aracına dönüştürüyor… Hiçbir sınır tanımıyor… Etrafınıza şöyle bir bakın, metalaşmamış, paralılaşmamış, özelleştirilmemiş, soysuzlaşmamış bir şey var mı? İnsanların hayal dünyası da dâhil artık metalaşmamış, soysuzlaşmamış hiçbir şey yok… En sonunda… Kapitalizm kendi suretinde bir insan yaratmış bulunuyor… Tüketiyorum o hâlde varım diyen tuhaf bir yaratık…

Öyle ki, ekonomik büyüme sağdan sola tüm kesimlerin vazgeçilmezi… Slogan şöyle: ekonomi büyüyecek, tüm sorunlar çözülecek, insanlar zenginlik ve refah denizinde yüzecek… Egemen söylem öyle ama aslında tüm sorunların nedeni şu ekonomik büyüme denilen… Kapitalizm koşullarında ekonomi büyüdükçe, milli gelir (GSYH) arttıkça, sosyal kötülükler, iklim krizi, ekolojik yıkım, ekosit (türlerin yok oluşu) derinleşiyor…

İki nedenle “yeşil teknoloji”, “temiz enerji” denilenin hiçbir kıymet-i harbiyesi yok… Seyirciyi oyalamaya yarıyor… Birincisi, büyük miktarda güneş enerjisi, güneş panelleri üretimi, işte elektrikli araba üretmek için çok miktarda madenin yerin altından çıkarılması gerekiyor ki bunlar en büyük kirletici… Üstelik fosil yakıt harcanarak yerin altından çıkarılıyor… Birleşmiş Milletler Örgütü Çevre Programı (2019), madencilik ve kapitalist tarımın sera etkisi yaratan karbon gazı salınımının yarısına, biyolojik çeşitlilik kaybının da %90’ına neden olduğunu kaydediyor…

Aşırı karbon gazı emisyonu, sera etkisi yaratan en kirletici faaliyetler gözden uzak yerlere, Asya’ya, Afrika’ya, Latin Amerika’ya kaydırılıyor… Bidayetten itibaren kapitalist, kolonyalist, emperyalist Batı’nın zenginliği, şimdilerde Küresel Güney denilen dünyanın geri kalanının sömürüsü, yağma ve talanı sayesinde mümkün oldu ve Garp Cephesinde de Şark Cephesinde de yeni bir şey yok… “Küresel Güney” denilen dünyanın öteki yarısı, madencilik ve sanayi mallarının çoğunu üretiyor… “Yeşil enerji” denilenler fosil enerjilerin yerini almıyor, ona ekleniyor… Egemen söylemin aksine, hâlâ karbon çağındayız… Garp cephesinde yeni bir şey yok! Nitekim, Dünya Enerji Ajansının Raporuna göre, 2024 yılında kömür, petrol, doğalgaz üretimi en yüksek düzeye ulaştı… Hâlen fosil yakıtlar dünya ölçeğinde yeryüzünde yaşamı riske atan enerjinin %80’ini temsil ediyor… Kapitalizm her tökezlediğinde, bir yenilik (inovasyon) peydahlayarak kaldığı yerden devam ediyor… Yeni pazarlar, yeni değerlenme imkânları yaratıyor… Tabii doğal çevre tahribatını derinleştirerek, yaşamın temelini aşındırarak…

O hâlde işler sarpa sarmaya, yaşamın temeli hızla aşınmaya devam ederken, “gerçek bir sol muhalefet”in ne yapması gerekir? Slogan şu olmalıdır: kapitalizm bizi öldürüyor, vakitlice kapitalizmden çıkmalıyız… Aksi hâlde sınırsız büyüme, genişleme yayılma eğilimine ve dinamiğine sahip kapitalist barbarlık, insanlar da dâhil canlı yaşamı sonlandıracak…

Kapitalizm dâhilinde “sosyal adaleti” tesis etmek, doğa tahribatını durdurmak mümkün değildir… İki emperyalist savaş arası dönemde ve “şanlı otuzlar” da denilen 1950-1980 aralığındaki sosyal kazanımlar sadece emekçi sınıfların mücadelesinin eseri değildi. Sömürge, daha sonra da yeni sömürge statüsüne indirgenmiş ülkelerin emeğinin aşırı sömürüsü ve doğal kaynaklarının hoyratça yağmalanmasının sonucuydu… Batı kapitalizminin damarlarındaki kan olan petrolü sudan ucuza kullanıyorlardı… Aslında “kapitalizmin altın çağı” diye bir şey mümkün değildir, asla iflah olmaz, sadede gelmez… Şımarık Elon Musk’ın 442 milyar dolar serveti var ve hızla artmaya devam ediyor… 160 ülkenin milli gelirinden fazla… Bu skandal sorun ediliyor mu?

Siyasetin gündemi şeylerin gerçeğine yabancılaşmış durumda… Aynı İngiliz halk deyişindeki gibi…

İkinci emperyalistler arası savaş sonrasında, 1950-1980 aralığında emperyalist Batı’da geçerli “sosyal demokrasi”yi ihya etmek mümkün değil. Kaldı ki, sosyal demokrasi de büyümecidir… Üretilenin eşitlikçi, adil paylaşımı gereklidir ama yeterli değildir… Vakitlice zararlı, lüzumsuz, vazgeçilebilir üretime son vermek, üretimin yönünü gerçek ihtiyaçlara döndürmek ve üretileni de olabildiğince eşit, adil paylaşmak gerekiyor ki, öyle bir şey kapitalizm dâhilinde mümkün değildir… Boşuna neden söz ettiğini bilmek önemlidir denmemiştir… Eğer kapitalizm dâhilinde bir gelecek yoksa, insanlık ve uygarlık tehdit altındaysa, muhalifim, solcuyum, sosyalistim, komünistim, ekolojistim, sosyal eşitlik istiyorum, insanlığın ve tüm canlıların geleceğinden kaygılıyım diyen herkesin ikircikli olmayan bir tarzda ve vakitlice kapitalizmden çıkma mücadelesine katılması gerekiyor… Zira saçma-sapan, ipe-sapa gelmez “gerekçeler”le mücadeleden kaçınmak, istemeyerek de olsa yıkıma ortak olmak anlamına gelecektir…

2025 yılına girerken işçi sınıfının durumu

2024 yılının sonuna geldik. 2025 yılına, direnişin, isyanın yılı olması umutları ile giriyoruz. Ama biliyoruz, biz işçiler için, biz devrimci sosyalistler için, gerçeğin kendisi önemlidir. Gerçeğin orasını burasını bükmek, yalanlara inanmak, hayal mahsulü ve gerçeği örten gündemlere teslim olmak, bizim dünyamızın dışındadır. Ne kadar acı, ne kadar yaralayıcı, ne kadar umut kırıcı gibi görünürse görünsün, biz gerçekten, gerçeği bilmekten, kavramaktan güç alırız. Bu nedenle, 2025 yılına girerken, işçi sınıfının durumuna, sınıf savaşımının durumuna özet olacak olsa da bakmamız gereklidir.

Aralık ayının başlangıcı, Suriye savaşının yeni bir aşamasına girdiği bir dönem oldu. Şam düştü ve Esad ülkeyi terk etti. HTŞ ve İslamî çeteler, adeta yürür vaziyette, Şam’a kadar ulaştılar. Sanki geziye çıkar gibi, havaya ateş açarak ilerlediler. İlerlerken, Batı medyası tarafından temizlenmeye başlandılar. Görüntüleri değişti, İsrail üniformaları giydiler. Her adımlarında, döktükleri kan, Ezidi kadınlara karşı katliamları, Kürtlere karşı katliamları, kadın ve çocuk katliamları, kafa kesmeler vb. unutturulmaya çalışıldı. Hiç utanmadan, “insan değişmez mi” dediler. Bir katiller sürüsünün, bir anda değişmesinden söz ettiler.

Ve Türkiye, savaşın zafer kazanan tarafı olarak öne çıkmak istedi. Saray Rejimi, zaferini ilan etti ve Trump, Erdoğan’a övgüler dizdi. Erdoğan, “Türkiye, Türkiye’den daha büyüktür” nidaları ile yeni Osmanlıcılık için yolları açmak istediğini ortaya koydu. Bu durum, bölgede savaşın bittiğinin değil, daha da derinleşeceğinin göstergesidir.

Bu durum, ülkemizde işçi sınıfının içinde bulunduğu koşulların daha da kötüleşeceğinin bir kanıtıdır. Savaşta ölecek olan bizlerin çocukları ya da bizleriz. Savaş, daha fazla işsizlik, daha fazla kan, daha yüksek sömürü, daha çok açlık, daha gelişmiş bir yoksulluk ve daha çok gözyaşı demektir. Bu nedenle, savaşın bu durumunu görmezlikten gelemeyiz.

İşçi sınıfı, devrimci işçiler, sadece kendi ekonomik çıkarları için mücadele ederek, kurtuluşa ulaşamazlar. Tersine, işçi sınıfı, kendisi ile birlikte sisteme karşı savaşacak tüm toplumsal kesimlerin sorunlarına sahip çıkmalıdır. İktidarı almak demek, aslında tüm devlet makinasını yıkmak ve onun yerine, emekten yana, sömürüye karşı bir yeni devlet örgütlenmesi yaratmaktır. Bu nedenle işçi sınıfı, tüm toplumsal sorunlara duyarlı olmak zorundadır.

Hele ki savaşa.

Savaşları durduracak güç, işçi sınıfının gücüdür. İşçi sınıfı, (a) savaşın her iki tarafındaki işçileri kardeş olarak görmeli, (b) savaşın her iki tarafındaki egemen güçleri, kendi düşmanları olarak görmelidir. Görmek yetmez, kendi egemenlerine karşı mücadele etmelidir. Mesela bir genel grev, savaşın her iki tarafında hayatın durdurulması, savaşı durdurmak için büyük bir olanaktır. Elbette, işçiler, savaşın her iki tarafındaki işçiler, kendi egemenlerine karşı açık bir savaş yürütmek zorundadırlar.

Tam da buradan işçi sınıfının durumuna dönebiliriz.

1

2024 yılı, mücadelenin yükseldiği, ancak hâlâ kendiliğinden eylemlerin geçerli olduğu bir yıl oldu.

Eylemler, sadece işçi eylemleri olarak ortaya çıkmıyor. Direniş, Artvin’de ya da ülkenin başka bir yerinde, doğanın yağmalanmasına karşı “yaşam alanlarını koruma” eylemlerinden tutun öğrencilerin eylemlerine, kadınların eylemlerinden tutun hayvan hakları için eyleme geçen insanların eylemlerine kadar birçok alandan gelişmiştir.

Direniş, büyük çıkışlar anlamına gelmiyor. Yani, tüm toplumsal yaşamı kapsayan topyekûn bir genel direnişten söz etmiyoruz. Bu noktadan henüz uzağız. Ama direniş, hem eylem sayısı olarak hem de eylemlerin niteliği açısından daha da gelişmiştir.

Demek ki, genişleyen, gelişen bir direnişten söz edebiliyoruz.

2

Buna rağmen, bu direnişler yeterince toplumsal gündem hâline gelmiyor, gelemiyor. Bunun bir nedeni, elbette burjuva medyadır, saray medyasıdır ve son dönemde bu saray medyasına Halk TV ve Sözcü gibi CHP kanallarının da eklendiğini söylemek mümkündür. Hiçbiri bir tek direnişe, bir tek eylem yerine gitmez ve eylemin gerçeğini olduğu gibi ortaya koymaz. Tersine, çoğunlukla bunu örterler. Eylemlerin görünmez olmasının bir nedeni ya da yeterince gündem olamamasının bir nedeni bu medyadır.

Ama hepsi bu değildir. Eylemlerin burjuva medyanın karanlık ağını yırtması için, eylemlerin daha örgütlü olarak organize edilmesi, başka eylemlerle bağlantılı olarak ele alınmış olması gereklidir.

Oysa işçi sınıfı, bu konuda örgütsüzdür.

3

Gelişen eylemlerin sayısında bir artış olduğu gibi, eylemlerin kaynaklarında da bir değişim ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu, daha çok işçi eylemleri için geçerlidir. Yoksa doğanın savunulması için gelişen eylemlerin kaynağında bir farklılık yoktur.

Ama mesela işçilerin daha önce, ekonomik taleplerle başlayan eylemleri, fabrika bazında ortaya çıkıyordu. Oysa şimdi, bu ekonomik nedenlerle başlayan grevlere, sendikalaşmayı önlemek için işverenin saldırılarına karşı koyma gibi nedenler de eklenmiştir.

Bu tespit, durumu anlatmak için yeterli değildir. İşçi eylemlerinde, hem ziyarete gelen, desteğe gelen insanlara ilgi artmıştır, onları kendi kardeşi gibi görme gelişmektedir. Ve dahası da var, direnişçiler başka grev ve direnişlere de ilgi göstermektedirler. Bu, işçi sınıfının, kendi yalnızlığını kırma yolunda önemli bir eğilimdir.

Ama tüm bu eğilimleri abartmamak gerekir. Eğilim, adı üstünde eğilimdir. Yani, henüz bir süreklilik kazanmış değildir.

4

Öte yandan tüm direnişler, kendiliğinden eylemlerdir. Yani, bu eylemler, örgütlü değildir. Örnek olsun, örgütlü bir grev demek, aslında bu grevi örgütleyenlerin, grevin propagandası, grevin dayanma gücü, ortak bir grev fonu oluşturulması, grev kırıcılara karşı tavır, sektördeki başka fabrikalardaki işçilerle bağlar kurmak vb. gibi bir görevleri ya da dertleri olur demektir.

Oysa bugün ortaya çıkan eylemler, kendiliğinden karakterdedir.

Bu, durumu tespit etmek için önemlidir.

Bu eylemlerin, bu direnişlerin içinden elbette örgütlülük geliştirilmelidir. Ve önümüzde duran görev de budur.

İşçiler, gençler, kadınlar, kısacası direnişçiler eylemler süresince öğrenmeye daha açık hâle gelmektedirler. Bu öğrenmenin ölçütü, yani ne denli öğrenildiğinin ölçütü, örgütlenmedir, devrimcileşmedir.

5

Demek ki önümüzde, işçi sınıfının örgütlenmesi, devrimcileşmesi süreci vardır.

İşçi sınıfının örgütlenmesi, bir yandan ekonomik örgütlenme de demektir. Ekonomik örgütlenme, son tahlilde sendikaların işçi sendikası hâline gelmesi demektir. “Gelmesi” demeyelim, işçilerin kendi sendikalarını, sendika mafyasını bertaraf edip geri alması demektir.

Bu yazı kaleme alındığı sırada, asgarî ücret henüz belli olmamıştı. Ama asgarî ücret tartışmaları, oldukça ilgi çekicidir.

Ortada bir tiyatro bile diyemeyeceğimiz, bir müsamere var. Asgarî ücret komisyonunun toplanması, bir çeşit müsameredir. İlkokul çocuklarını bile kandıramayacakları kadar ucuz bir müsamere. Devlet, işveren ve Türk-İş, üçü de devlet demektir, üçü de egemen sınıf demektir. Üçü de işveren demektir. Bu üçlü, toplanıyor gibi yapıyor.

Diğer sendikal konfederasyonlar da uzaktan seyrediyor, en çok bir miting, basın açıklaması yapıyor. Hep birlikte, asgarî ücret kaç olmalıdır diye nafile bir tartışma yürütüyorlar. Utanmadan bazı solcu uzmanlar, profesörler, “asgarî ücret artarsa acaba enflasyon da artar mı” diye tartışmalar yürütüyorlar. Birçok uzman, “gelecek enflasyona göre zam” diye tartışmalar açıyor. Egemen, devleti aracılığı ile “kimseyi ezdirmeyeceğiz” diyor. 17.002 TL ile sanki ezilmedi işçiler, sanki ezilme işi daha yeni başlayacak gibi. Oysa TCMB, yabancı işadamlarına, asgarî ücretin %25 artacağını duyurmuştu bile. Buna bir de Erdoğan biraz ekler, “buyruk verdim” der ve iş biter. Ama bunun için, bir seferde açıklama yapılmıyor. Sahne kuruluyor, yalandan toplantılar yapılıyor, yalandan karşı açıklamalar yapılıyor, basın açıklamaları yapılıyor vb. Oysa Erdoğan söylesin, bu seremoniye de gerek kalmaz. Hem kanımızı emiyorsunuz, hem de hep beraber bir seremoni ile bunu yapıyorsunuz.

Aslında bu durum bize işçi sınıfının ekonomik anlamda dahi örgütlü olmadığını göstermektedir. Örgütlü güç olarak ele alacağımız sendikaların ise çok büyük bir bölümü, işçi sendikası değildir. İşte mesele de budur. Bu nedenle, tek “toplu sözleşme” asgarî ücret hâline gelmiştir. Oysa tam da sırasıdır, hazır metal işçilerinin grevleri yasadışı bir yolla yasaklanmış (bu erteleme gerçekte yasaklanmadır) iken, öfke yükselmiş iken, asgarî ücret için bir genel grev örgütlenmelidir.

Ama bunun için sendikaların işçi sendikası olması gereklidir.

6

İşçi sınıfının ekonomik olarak örgütlenmesi, sendikaların tekrar işçi sendikası hâline gelmesi, siyasal bir örgütlenme olmadan gerçekleşmez.

Ekonomik ve siyasal mücadele arasında kalın duvarlar örmek doğru değildir. Bu bilindik sendikalist bakış açısıdır. İşçi sınıfı salt ekonomik mücadele ile yetinemez. Siyasal olarak da mücadele etmelidir. Hele ki bugün, birçok durumda ekonomik mücadeleler siyasal mücadele hâline gelmektedir. Mesela bugün, asgarî ücret için bir genel grev örgütlemek, siyasal bir anlam taşıyacaktır. Demek oluyor ki, ekonomik mücadele hızla siyasal mücadeleye dönüşmektedir. Hayvan hakları için eylem, Artvin’in doğasını savunmak için eylem, birer siyasal eylem hâline gelmektedir. Bu nedenle, işçi sınıfının siyasal alanda, siyasal mücadeleden uzak durması, doğru değildir ve daha çok egemene hizmet eder.

Bugün, sendikaları geri alma mücadelesi, büyük, kapsamlı bir siyasal iştir ve bunun için, işçi sınıfının devrimci hatta örgütlenmesi dışında yol yoktur. Polonez direnişinin her aşaması, bunu kanıtlamaktadır.

7

İşçi sınıfının önündeki acil görev, direnişleri geliştirmektir. Bunun yolu, hem direnişleri geliştirmek, derinleştirmek, örgütlü hâle getirmektir ve hem de direnişleri yaymaktır.

Bunun gerekliliği açıktır.

Farklı direnişler arasında bağların kurulması, direnişlerin birbirini desteklemesi, direnişlerin daha sağlam bir örgütlülüğe dönüşmesi, Birleşik Emek Cephesinin oluşumunu acil hâle getirmektedir.

Devrimci işçilerin, iki noktaya yoğunlaşması gereklidir.

Bunlardan birincisi, kitlesel direnişin örgütlenmesidir. Yani, yeni bir Gezi Direnişi patlamasını bekleyerek devrimci olmak mümkün değildir. Elbette bir sosyal patlama ihtimali her zaman vardır. Ama devrimci işçiler, kitlesel direniş hattını örgütlemek zorundadırlar. Adım adım her direnişi geliştirmek, o direnişlere daha büyük bir kararlılık kazandırmak, direnişler arasında bağları kurmak vb. önemlidir.

Bu, devrimin temel gelişim yoludur. Kapsamlı bir konudur ve tüm mücadele biçimlerini içerir.

Ve bugün, olgunlaşan nesnel koşullarda, işçi sınıfı içinde bulunduğu örgütsüzlüğü aşmak zorundadır. Bu nedenle, Birleşik Emek Cephesi, acil, aceleye getirilmeyecek kadar acil bir başka gündem olmalıdır.

2025 yılında, sınıf savaşımı daha da sertleşecektir. Son metal direnişinde olduğu gibi Saray Rejimi, her grevi ertelemekte, yasaklamaktadır. Bu bir tutumdur. Saray Rejimi, burjuvaların, egemenlerin devletidir, o devletin olağanüstü örgütlenmiş hâlidir. Metal grevinde de yeniden bu yasak ortaya konmuştur.

Sendikalar, grev silahını, yasal haklarını kullanmaya niyetli değildir.

Egemen de grev silahının kullanılmasını sürekli yasaklamaktadır.

Bu durumda, sınıf savaşımının daha da kesinleşeceği açıktır.

İşte devrimci işçiler, bu durumu doğru, gerçekçi analiz etmek zorundadırlar. Örgütlenme-direniş hattı ve birleşik emek cephesi tutumu, derinlemesine kavranmalıdır.

2025 yılı, işçi sınıfının tüm örgütsüzlüğüne rağmen, bu örgütsüzlüğü yenme yolunda, büyük adımlar atacağı bir yıl olmalıdır. Bunun olanağı vardır. Tarih hızlanmıştır ve işçi sınıfının yıllar isteyen örgütlenmesinin çok daha kısa sürelerde başarılması mümkündür, aynı zamanda da zorunludur.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...