Ana Sayfa Blog Sayfa 7

“Filistin devletinin tanınması somut yaptırımlarla desteklenmezse…” | Filistin Halk Kurtuluş Cephesi Politbüro üyesi Marwan Abd El-Al ile röportaj

Filistin Halk Kurtuluş Cephesi'nin 2010 yılında Gazze'de gerçekleştirdiği mitingten.

“Sajjil! / Ana ʿArabī…” diye başladı şiirine Derviş. “Kartımın numarası elli bin./ Çocuklarım sekiz. / Dokuzuncusu… yazdan sonra gelecek./ Öfkelenecek misin?”

“Bağlayın beni kıskıvrak./ Yasak edin bana kitap okumayı./ Cıgara içmeyi yasak edin./ Tıkayın ağzımı kumla,” dedi başka şiirde. “Gene geleceğiz/ gölgeleri arasında özlemin,/ yadırgamanın mezarlarında/ bizim yerimiz de var,/ bu kesin,” diyerek verdi Salma son nefesini; yurdundan 12 saat uzakta.

Büyük felaketlerin arasında Filistin direndi. Savaşçısı, işçisi, doktoru, gazetecisi ve şairiyle… Filistin direniyor çocuğu, genci ve yaşlısıyla.

“Savaş türküleri şakır/ bir milyon kuş/ gönlümün dallarında,” dedi Mahmud Derviş. Milyonlarca kuş gönlümüzün dallarında. FHKC Politbüro üyesi Marwan Abd El-Al ile yaptığımız röportaj:

Gazze ve Biladü’ş-Şam başta olmak üzere bölgede direnişin mevcut durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bölgede direniş, özellikle Gazze ve Şam başta olmak üzere, tarihî ve belirleyici bir dönüm noktasında duruyor. Bir yandan stratejik dengeleri değiştirme gücünü ve sarsılmaz kararlılığını kanıtladı; diğer yandan da eşi benzeri görülmemiş baskı ve tasfiye veya etkisizleştirme girişimleriyle karşı karşıya.

Gazze özelinde, uzun süren kuşatma ve siyonist savaş makinasının işlediği korkunç katliamlara rağmen, direnişin kırılmaz olduğu açıkça ortaya çıktı. İsrail’in yıllardır dillendirdiği “mutlak zafer” iddiaları çöktü. “Aksa Tufanı” operasyonu bu süreçte kritik bir dönüm noktası oldu. İsrail’in caydırıcılık sisteminin ne kadar kırılgan olduğunu gözler önüne serdi. Aynı zamanda Netanyahu’nun, Arap rejimleriyle Filistin meselesini yok sayarak yürüttüğü normalleşme hayalini de yerle bir etti. Gazze, yıkıma rağmen, halkların en vahşi sömürge biçimlerine karşı direnişinin sembolü hâline geldi ve Filistin meselesini Arap ve dünya kamuoyunun ve bilincinin merkezine yeniden yerleştirdi.

Batı Şeria’da ise tablo çok daha karmaşık. İsrail, fiilî ilhak sürecini hızlandırıyor; Filistin coğrafyasını “bantustan”lara bölerek Güney Afrika’daki apartheid rejimini yeniden üretmeye çalışıyor. Ancak buna karşılık hem halkçı hem de silahlı direniş biçimleri giderek kök salıyor. Direniş, teslimiyeti reddetmekte kararlı günlük bir eylem hâline gelmiş durumda ve Filistin halkının tüm boğma girişimlerine rağmen hâlâ yaşadığını ve sahada varlık gösterdiğini gösteriyor.

Biladü’ş-Şam bölgesine gelirsek; bölgesel denklemdeki karmaşa ve uluslararası müdahalelere rağmen, direniş tarih boyunca caydırıcılık denkleminin temel unsuru oldu ve siyonist-Amerikan projenin karşısında stratejik bir projedir. Biladü’ş-Şam sadece bir coğrafya değil; direnişin stratejik hattının taşıyıcısı ve Arap ulusal kurtuluş düşüncesinin kalesidir. Bu yüzden sürekli hedefte. Çünkü Filistin merkezli direniş hattıyla olan organik bağları, onu emperyalist planlar karşısında özel direnişçi ve kurtuluşçu bir pozisyona yerleştiriyor.

Lübnan’da direniş, Amerikan baskıları ve yerel iş birlikçilerin saldırılarına rağmen bölgesel caydırıcılık denkleminin önemli bir parçası olarak öne çıkıyor. Suriye’de ise Filistinliler, geçiş dönemi, güç dengelerinin yeniden şekillenmesi, İsrail’in işgal altında silahsız güvenli tampon bölgeler oluşturma çabaları ve dayatmaya çalıştığı teslimiyetçi çözüm planları nedeniyle oldukça zorlu bir süreçten geçiyor. Bu tablo, sadece direnişi değil, Filistin davasını da iki katmanlı bir tehditle karşı karşıya bırakıyor: Ulusal kimliği, Nakba’nın hatırasını ve Filistinlilerin varlığını korumak ve bu politikanın yeni devletin yasaları çerçevesinde getireceği her türlü zorlukla mücadele etmek. Bizim için direniş, mültecilerin davasını, geri dönüş hakkını ve diasporadaki Filistin halkının siyasi sürekliliğini korumak anlamına gelir. Bölgesel direniş hattı, işgalcinin maddî ve teknolojik üstünlüğü ve çürümüş rejimlere sızmış olmasına rağmen hâlen daha ayakta. Halk iradesi ve meşruiyeti bugün belirgin şekilde direniş saffında ve bu durum, direnişi canlı ve etkili kılıyor. Bugün artık direniş sadece yerel bir tepki değil; bir ulusal kurtuluş projesi, Arap halklarının ortak davası ve küresel sömürgeci düzene karşı bir evrensel ve enternasyonalist bir mücadele odağıdır.

Bazıları, yaşanan soykırımın sorumluluğunu dengesiz bir Trump’a ya da sınır tanımayan Netanyahu’ya yüklüyor. Diğerleri ise İsrail’in planlı hareket ettiğini ve ABD’nin bu planlara tam destek verdiğini söylüyor. Sizce ABD ve Avrupa’nın bölgedeki çatışma ve şiddetteki rolü nedir?

ABD, sadece “taraflı bir arabulucu” değildir, doğrudan savaşın bir parçası, hattâ ortağıdır. İsrail’e sınırsız askerî ve malî destek sağlıyor; Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde tam koruma sağlıyor ve uluslararası hukuk çiğnense bile saldırıların devam etmesine göz yumuyor.

Trump yönetimi yapabilir ama yapmak istemiyor, o, ABD bölgeyi kendi çıkarları doğrultusunda yeniden tasarlamaya çalışıyor. Bu da İsrail’in sınırlarını genişletme ve hattâ ötesinde “Büyük İsrail” hayaliyle kesişiyor ve onu besliyor. 2020’de Trump yönetimi ilhak planını dondurdu ama karşılığında “İbrahim Anlaşmaları”nı dayattı. Ateşkes kararlarını da yalnızca stratejik çıkarlarını korumak için aldı; Filistin halkı lehine olsun diye değil. Bugün ise Gazze’deki soykırımı durdurmaya yönelik en ufak bir ciddi baskı emaresi bile yok. Aksine, bu savaşın devam etmesi için politik ve lojistik destek sunmaya devam ediyor. Belki Trump, bazı liderleri New York’ta bir araya getirerek, soykırımın durması için bir “bölgesel bedel” ödenmesini gündeme getirecek, ancak bu da adalet için değil, yalnızca çıkarları için olacak.

Amerikan desteği geçici ya da sembolik değil; ona bağlı olan bu sömürgeye öldürme yetkisi veren bir vekâlet. Trump, açıkça “onları öldürün” demese de, soykırımı meşru bir devlet politikası hâline getirdi. Filistin’in haklarını adaletle değil yardımlarla çözülebilecek bir “insanî yardım meselesi”ne indirgedi. Bu yaklaşım, Netanyahu’nun elini serbest bıraktı. Artık soykırım ve her yeni katliam, uluslararası sessizlik ya da doğrudan savunma ile karşılık buluyor.

Amerikan tarihiyle, özellikle Kızılderililere yönelik soykırımla karşılaştırıldığında, İsrail’in klasik bir yerleşimci-sömürgeci rejim olduğu çok net. Fark şu: Filistinliler hâlâ direniyor. Bu da ahlâkî ve siyasi bir zaferi için kapı aralıyor. Bugün “siyonist yapının” geleceği askıda; ya kimlik ve tarih üzerine yeniden düşünmekle ya da tamamen dışlanmış, lanetlenmiş bir devlet modeline sürüklenmekle belirlenecek.

Avrupa’ya gelirsek: Toplumlar, bazı parlamentolar ve sivil inisiyatifler İsrail’e karşı ses yükseltiyor, ancak resmî hükûmetler hâlâ Amerikan çizgisinin esiri. Bazı ülkeler Filistin’i tanıdı ama bu tanımalar eğer somut yaptırımlarla desteklenmezse, sadece soykırımdan “vicdanî temizlik” için atılmış adımlar olarak kalır. Dolayısıyla yaşananlar, sadece Trump ya da Netanyahu’nun bireysel kararlarının sonucu değil; ABD’nin liderliğinde yürüyen ve bölgeyi Amerikan-siyonist projeye hizmet edecek sürekli bir çatışma hâline sürükleyen ve uzunca bir süredir yürütülen bir emperyalist proje ve Avrupa da bu oyunun parçası.

Filistin direnişi ve Filistin halkının acımasız siyonist makinaya karşı verdiği mücadele, Filistin mücadelesinden tüm ezilen halkların Filistin halkının yanında yer aldığı küresel bir mücadeleye dönüşmüştür. Bu mücadelede, siyonist varlığın kapsamlı bir şekilde tecrit edilmesini ve tam ambargo uygulanmasını talep eden halkların mücadeleleri bazı başarılar elde etti. Bunların en önemlisi, siyonist varlığın ticari faaliyetlerinin kısıtlanmasıdır. Sizce, önümüzdeki dönemde küresel dayanışma hareketinin hedefleri ne olmalıdır?

Küresel dayanışma hareketinin gelecekteki hedefleri, boykot kampanyaları, yatırımların geri çekilmesi, yaptırımlar kampanyaları ve çalışmaları ile işgalin ve destekçilerinin kuşatılması ve savaşın finansmanında ABD ve Avrupa’nın rolünün ortaya çıkarılması yoluyla siyonist varlığa kapsamlı bir izolasyon uygulanmasına odaklanmalıdır. Filistin mücadelesini ezilen halkların hareketleriyle birleştirerek uluslararası dayanışma cephesi genişletilmeli ve savaş suçlarını ifşa etmek ve İsrailli savaş suçlularını uluslararası alanda hesap sorumlu tutmak için yasal ve medyatik baskı yoluyla Filistin direnişine halk desteğini güçlendirerek genişletilmelidir. Böylelikle küresel destek, işgalin meşruiyetini kırıp Filistin kurtuluş mücadelesinin zaferine yol açabilecek maddî ve siyasi bir güç hâline gelebilir.

Buradaki hedef sadece yerel veya Filistinli değildir. Küresel Güney’in halkları ve Batı’nın büyük kesimleri artık “demokrasi”, “insan hakları” ve “İsrail’in kendini savunma hakkı”na ilişkin resmî söylemlere inanmamaktadır. Gazze’de olanlar, küresel sömürge sistemini ortaya çıkarmıştır: Soykırım, İsrail’in tek başına aldığı bir karar değil, Amerikan ve Avrupalı silahları, uluslararası siyasi koruma, medyanın gerekçelendirmeleri, kurbanların şeytanlaştırılması ve sömürgeci Batı’da temellenen ırkçı ideolojiyi içeren bütün bir sistemin sonucudur. Bu nokta itibariyle Gazze, doğru ve yanlışı test etmek için küresel bir ölçüt ve dünyanın ezilen halklarının sömürgecilik ve yok etme arasında bir taraf seçmekle direniş ve kurtuluş arasında bir taraf seçmek arasında pozisyonlarını belirlemeleri için bir ayna hâline gelmiştir.

“Güç biziz, kim peşimden gelecek?”: Sporla aklanmanın kurumsallığı ve boykotun gücü

Bask bölgesinden başlayıp Madrid sokaklarında yoğunlaşan İsrail karşıtı sloganlar ve dalgalanan kocaman Filistin bayrakları arasında kilometrelerce pedallayan sporcular eşliğinde Filistin için kitlesel bir özgürlük çağrısı… Geçtiğimiz günlerde İspanya’nın en prestijli spor organizasyonlarından biri olan La Vuelta bisiklet turu, İsrail protestolarıyla gündeme geldi. Israel-Premier Tech bisiklet takımının parkurda yer alması, İsrail’in soykırımına tepki gösteren halkın hedefi olmuş ve takımın çekilmesi üzerine baskılar ve eylemler önceden başlamıştı. Yarış güzergâhı boyunca yol kesme eylemleri ve “They will not pass” (Geçit yok!), “Stolen land, stolen lives” (Çalınmış topraklar, çalınmış yaşamlar) sloganları ve Filistin bayrakları eşliğinde sokakları dolduran kitlelerin eylemi bazı etapların tamamlanamamasına yol açtı. Eylemcilerin bariyerleri yıkması ve Madrid’in merkezindeki güzergâhın önemli bölümlerini işgal etmesi nedeniyle bisikletçiler bitiş çizgisine 60 kilometre kala durduruldu. Şu ana kadar Avrupa’da yapılan Filistin eylemlerinin en büyüğü sayılabilecek bu eylemin en öne çıkan taraflarından biri de yalnızca Filistin’e özgürlük veya barış talebinin değil, işgalci İsrail’in bir soykırımcı olarak adının sıklıkla zikredilmesiydi.

Sosyalist Partiden gelen İspanyol Başbakanı Sanchez’in protestoları öven açıklamaları üzerine, başbakanın gösterileri teşvik etmekle suçlanması bir yana, belki de tarihe en unutulmaz müsabakalardan biri olarak geçecek bu yarış, muhalefet tarafından, eylemler kaynaklı yaşanan durdurmalar nedeniyle şimdiye kadar yapılmış en üzücü La Vuelta olarak lanse edildi. Ve sporun tarafsız ve siyasetten bağımsız olması gerektiği tartışmaları başlatıldı. Tarafsızlık tartışmaları bir yanda sürerken, öte yanda da İsrail’e karşı bir spor boykotu uygulanması gerekliliği de tekrar ve daha güçlü bir şekilde gündeme geldi.

Stadyumlar, parkurlar, sahalar sadece oyunun değil, politik çatışmaların ve halklar arası dayanışmanın da mekânına dönüşürken, sporun tarihsel olarak nasıl siyasal bir zeminde şekillendiğini, ulus devletlerin inşası ve savaşlarla nasıl iç içe kurumsallaştığını, bugün çokça tartışılan sportswashing (sporla aklanma) hadisesinin esasen modern spora içkin bir tarihi olduğunu ve bugün İsrail’e karşı yükselen boykot çağrıları üzerinden spor boykotunun ekonomik ve siyasal etkilerini tartışma gerekliliğinin bir sonucu bu yazı da.

Sporun apolitik bir alan olduğu ve siyasetler üstü olması gerektiği iddiası, egemen ideolojinin en derin yerleşmiş söylemlerinden biri. Tıpkı sanat ve edebiyat üzerinde de sıklıkla zikredildiği gibi… Sporun evrensel birleştiriciliği; insanları milliyetlerinden, inançlarından ya da sınıfsal kimliklerinden bağımsız olarak bir araya getirdiği anlatısı, gerçekte onu egemenlerin en etkili mecralarından biri hâline getiren tarihsel süreci görünmez kılmak çabasının bir sonucu. Oysa spor, modern anlamda kurumsallaştığı andan itibaren siyasetin, savaşın, ulus-devletlerin, ideolojilerin ve iktidar mücadelelerinin tam ortasında yer aldı. Kültürel bir “birlik”, halklar arası kardeşliği teşvik eden naif bir ideal gibi gösterilen bu süreç, doğrudan savaşlar, militarizm ve faşizmle iç içe gelişti. Modern anlamda sporun yaygınlaştığı 19. yüzyıl İngiltere’sinde futbol, rugby ve atletizm gibi branşlar ilk olarak askerî okullarda ve emekçi sınıfları disipline etme aracı olarak benimsendi.

Spora dair bazı yaklaşımlar da bunu sporu tanımlanmasında açıkça dile getirir. “Sporu, ‘yurtsever, hiyerarşik ve otoriter bir devlet eliyle ulusal birliği örgütleyen bir eğitim aracı’ olarak gören Ludwig Jahn (1810), ‘kitle sporunun para-militer değeri konusunda iktidardaki seçkinleri inandırmak’ ödevini üstlenen modern olimpiyat oyunlarının kurucusu Baron Pierre de Coubertin bu akımın tipik temsilcileridir. ‘Sporun gerçek işlevi genç insanları savaşa hazırlamaktır’ diyen Eisenhower’la ‘Waterloo Savaşı aslında Eton’un oyun sahalarında kazanıldı’ diyen Wellington Dükü’nü de bunlara ekleyebilirsiniz. Dönüp dolaşıp geldikleri yer aynıdır: devletler için hem doğal, hem gerekli olan yayılma politikaları için spor, en etkili ‘para-militer’ eğitim aracıdır.”[1]

Olimpiyatların 19. yy.da yeniden canlandırılması da benzer bir siyasallığın ürünü. 1896’da Uluslararası Olimpiyat Komitesinin (IOC) kurulması öncelikle küresel bir ticarî birlik oluşturma amacını barındırarak, Pierre de Coubertin’in Avrupa burjuvazisinin gücünü gösterecek, Avrupa merkezci “medeniyet” idealiyle şekillenmişti. İlk olimpiyatlara sadece Batılı ülkeler katılabildi. Sömürge halklar dışlandı ya da temsil hakkı verildiğinde bile sömürgeci devletin bayrağı altında yarışmaları istendi. Sporda kurumsallaşma, ulus-devletlerin inşasıyla doğrudan ilintiliydi. Spor, “ulus”un vitrini oldu. Bu bağlamda spor, disipline edici bir toplumsal aygıt, ulusal ve uluslararası ölçekte siyasal projelerin parçası, belirli sınıfsal ve toplumsal cinsiyet normlarını yeniden üreten bir alan olarak yeniden örgütlendi.

IOC, FIFA, UEFA gibi spor kurumlarının açığa çıkışı da emperyalist ve ideolojik çıkarların ürünüydü. Misal, dünya savaşları boyunca uluslararası spor organizasyonları sekteye uğrasa da savaşlar sonrası birçok ülkenin bağımsızlığına kavuştuğu dönemde ulus inşası çalışmalarının en önemli adımlarından biri FIFA’ya üyelik olmuştur. Ekonomik kriz dönemlerinde FIFA dünya kupası organizasyonları tam bir ticaret odağı hâline gelmiştir. Keza sporun mekânları (stadyumlar, olimpiyat köyleri) çoğunlukla zorla yerinden etme, derin emek sömürüsü, kent rantı gibi süreçlerle kurulur.

Sporla aklanma ya da “modern sporun etiği”

Dolayısıyla, spor kurumsallaştığından beri egemen ideolojinin hizmetinde ve iktidarların meşruiyeti için kullanılan bir propaganda aracı hâline getirilmişti. Bunun en bariz örnekleri Hitler Almanyası, Franco İspanyası ve Salazar’ın Portekizi’dir. Franco’nun sporun örgütlenmesinden sorumlu generali Moscardo “Siyasal hedeflerimizi gerçekleştirmede spor ve futbol en önemli araçlarımızdan biridir,” demiştir. Keza Salazar’ın meşhur 3F örneği de sporun iktidarlar açısından işlevini anlatmak için defalarca kullanılmıştır.

Dolayısıyla son yıllarda dillere pelesenk olan sportswashing (sporla aklanma) kavramı da esasen modern sporun yapısal bir sorunudur. “Ulusal ve toplumsal imajın birey, grup ya da hükûmetler tarafından uluslararası alanda spor aracılığıyla düzeltilebilmesine yönelik tüm çabaları” ifade eden sporla aklanma kavramı; “uluslararası diplomasi yoluyla ülke itibarını olumluya çevirmek, yumuşak gücü harekete geçirmek, ülkenin ekonomik ve ticari çıkarlarına katkı sağlamak, başta insan hakları olmak üzere, sosyo-ekonomik ve politik alanlardaki olumsuzluklara ilişkin eleştirileri olumluya çevirebilmek ve ilgiyi, ulusal ve uluslararası başka alanlara kaydırmak amaçlarıyla sporun kullanılması”nı içeriyor. Özellikle Arap sermayesinin spordaki, daha çok da futboldaki varlığının genişlemesinden sonra iyice kullanılmaya başlayan bu kavram, aslında sporun uluslararası örgütlenmesinin baş sebeplerindendir. Bugün “Batılı ideallerle” örtüşmeyen, sporun “tarafsızlık, eşitlik, birleştiricilik” misyonlarına aykırı bulunarak sporun tarihinden ayrıştırılmaya çalışılan bu hadise, bizzat bu kurumların ortaya çıkışını yaratmıştır.

Sporla aklanmanın en çarpıcı örneklerinden biri, Nazi Almanyası’nda düzenlenen 1936 Berlin Olimpiyatlarıdır. Hitler, bu organizasyonu Nazi ideolojisinin dünya kamuoyuna meşrulaştırılması adına kullandı. Olimpiyat köyü Nazi estetiğine göre inşa edildi, geçit törenleri faşist hiyerarşinin ritüellerine dönüştü. Mussolini iktidarı altında 1934 Dünya Kupasına ev sahipliği yapan İtalya’da da durum benzerdi; hakemler baskı altına alındı, tribünlerde faşist semboller egemendi ve turnuva rejimin gücünü pekiştirecek şekilde yönetildi. Berlusconi’nin, medya imparatorluğunu ve kaynağı belirsiz servetini, AC Milan’ı dünyanın en başarılı kulüplerinden biri yapmak uğruna harcarken, siyasi alanda da ciddi bir meşruiyet kazanması ve yeni imajıyla 1994’te İtalya Başbakanı koltuğuna taşınması da yine sporla aklanmanın bir başka örneğiydi. Soğuk Savaş döneminde ABD-Sovyetler arasındaki gerilimin tıpkı “uzay yarışı”nda olduğu gibi sportif alandaki rekabete de yansıması ve bu alanda alınacak başarılar üzerinden emek sömürüsüne dayalı bir sistemin ve emperyalist saldırganlığın meşrulaştırılmaya çalışılması da yine bunun bir başka örneği olarak düşünülmeli aslında. NFL, MLB ve NBA gibi liglerde maçlar öncesi askerî törenler, reklamlar ve bayrak gösterileri yapılması ve ABD Savunma Bakanlığının bu etkinlikler için kulüplere milyonlarca dolar ödüyor olması da sporla aklamanın güncel bir başka boyutu. Toplama kamplarında Nazi doktorlarıyla işbirliği içinde deneyler yapan Bayer firmasının adını Leverkusen futbol takımıyla özdeşleştirip sempati toplaması da. 2024 Paris Olimpiyatlarında Fransız mimarisi övgüsü ve Mülteci Olimpiyat Takımıyla birlikte adeta demokrasi ve insan hakları şovuna dönüşen geçit töreninin, kısa süre önce, olimpiyat köyüne dönüştürülecek olan L’Ile-Saint-Denis’de göçmen ve evsizlerin yerlerinden sürülmüş olması zulmünü gizliyor oluşu da. Veya bugün futbolu kurtaracak bir hayal proje olarak ortaya atılan Avrupa Süper Ligi fikrinin, futboldaki tekelleşmeyi meşrulaştırmaya çalışması da… Bu sporla aklanma kavramının bir yeni kavram gibi ortaya atılışı ve tekil tekil ülkelerin veya kurumların kendi imaj çalışması gibi gösterilmesi çabası bile, bunun emperyalist çıkarlar doğrultusunda uluslararası organizasyonlarla örgütlenmiş olduğunu gölgelenmesi çabasının bir sonucu aynı zamanda.

“Söyleyin; çünkü güç sizsiniz!”

“Fransa ve Manchester United için oynadım. Uluslararası futbolun spordan çok daha fazlası olduğunu biliyorum. Kültüreldir, politiktir, yumuşak güçtür. Bir bakıma bir ülkenin kendisini küresel sahnede temsil etmesidir. İsrail’i bu ayrıcalıktan mahrum bırakmanın zamanı geldi. Rusya, Ukrayna’da savaş başlattıktan dört gün sonra FIFA ve UEFA Rusya’yı men etti. Şimdi ise Uluslararası Af Örgütünün soykırım olarak tanımladığı olayın 716. günündeyiz ve yine de İsrail’in müsabakalara katılmasına izin verilmeye devam ediliyor. Bu çifte standart neden? FIFA ve UEFA İsrail’i men etmeli. Her yerdeki kulüpler İsrail takımlarıyla yarışmayı reddetmeli, şu an her yerde oyuncular İsrail takımlarıyla yarışmayı reddetmelidir. Güney Afrika’daki apartheid rejimini hepimiz hatırlıyoruz, spor boykotu apartheid’ın sona ermesinde kritik bir rol oynamıştı. Yani güç biziz. Siz güçsünüz. Dünyanın dört bir yanındaki futbol taraftarları gücü var. Bu takımlar sizi temsil ediyor. Artık herkesin kenarda oturmayı bırakma zamanı geldi. Beni kim takip edecek? Siz? Siz beni takip edecek misiniz? İsrail’in FIFA ve UEFA tarafından men edilmesini talep ediyor musunuz? Söyleyin, çünkü güç sizsiniz.” – Eric Cantona

Tıpkı “sportswashing”i yalnızca Katar’ın Dünya Kupası ihale sürecinde yaptığı yolsuzluklar veya Avrupa futbolundaki Arap sermayesine sıkıştırmak ikiyüzlülüğünde olduğu gibi, bugün savaş suçlarıyla sportif alandan men edilme gerekliliği de aynı çifte standartlar ve riyakârlık içerisinde ele alınıyor. Dört gün içerisinde apar topar, oylama bile yapmadan Rusya’yı tüm organizasyonlardan men eden UEFA, soykırımın ikinci yılında hâlâ İsrail’in men edilmesini oylamak konusunda bile net bir karar verebilmiş değil, oylama ne zaman gündeme gelse erteleniyor. Rusya’ya tüm uluslararası spor örgütleri tarafından uygulanan ihraç, yıllardır İsrail’e uygulanmadığı gibi, Irak işgali döneminde de ABD’ye uygulanmamıştı. Bu organizasyonların, savaş suçları söz konusu olduğunda NATO müttefiki olup olmamayı bir kriter olarak önüne koyduğu aşikâr görünüyor. Bugün İsrail’in soykırımına sessiz kalmaları da egemen güçlerin çıkarları doğrultusunda hareket eden spor rejiminin sürekliliğini gösteriyor.

La Vuelta’daki protestolar, İspanya’nın İsrail de turnuvalarda yer aldığı sürece FIFA Dünya Kupasından çekileceğini açıklaması, spor kamuoyunda artan tepkiler vs. derken UEFA, daha önce kulüplerin başvuruları üzerine yaptığı gibi bir kez daha İsrail’in men edilmesini oylayacağını açıkladı. Ancak yine daha önce olduğu gibi, bu oylama hâlâ gerçekleştirilmiş bile değil.

Daha bir ay önce, soykırımda hayatını kaybeden Filistin futbolunun efsane isimlerinden “Filistinli Pele” lakaplı eski milli futbolcu Süleyman Al-Obaid için UEFA, İsrail’in adını bile geçiremediği bir taziye mesajı yayınlamış, Liverpool’un Mısırlı yıldızı Mohamed Salah ise UEFA’nın “Filistinli Pele Süleyman Al-Obaid’e veda. En karanlık zamanlarda bile sayısız çocuğa umut veren bir yetenek” tweetinin altına “Bize nasıl, nerede ve neden öldüğünü anlatabilir misiniz?” yazarak tepki göstermişti.

Yakın zamana kadar UEFA, İsrail’in adını bile zikredemezken, bugün “Batı’nın Filistin’i tanıması” gündemiyle bu sözde çıkışı yapmak zorunda kaldı. Tıpkı hâlâ İsrail’e silah satışını durdurmamışken bu süreci başlatmış gibi görünen bazı ülkelerin tutumları gibi, UEFA’nın bu çıkışı da aynı oranda samimiyetsiz. Halkın tepkilerine ve artan eylemlere karşı bir parmak bal çalma derdinde gibi görünen hamlelere benzer, UEFA da kendisini taraftar protestolarından ve kulüpler üzerinden yaşanabilecek olası gelir kayıplarından korumak istiyor gibi. TFF Başkanı da hemen bu trene binip “İsrail men edilmeli,” dedi. İsrail’in adını ağzına almaktan korkanların bugün bunu zikretmesinde veya toprağını ve halkını bırakmadıkları Filistin’i tanıma sürecine girmiş gibi yapmalarında, Avrupa başta olmak üzere soykırıma ses çıkaran, “güç bizde” diyerek sokaklara çıkan kitlelerin payı çok büyük.

Bu bir sessizlik değil, işbirliği

İsrail Futbol Federasyonu, 1974’e kadar FIFA’nın Asya Futbol Konfederasyonu (AFC) grubunun bir üyesiydi. 1974’te Kuveyt’in başlattığı ve AFC tarafından 17’ye karşı 13 oyla ve 6 çekimser oyla kabul edilen bir kararla İsrail, AFC grubundan ihraç edildi. Yasağı aşmak için İsrail, 1992’de Avrupa Futbol Federasyonları Birliğine (UEFA) ortak üye olarak kabul edildi ve 1994’te UEFA’nın tam üyesi olarak kabul edildi. BDS hareketinin destekçileri, İsrail’in FIFA’dan ihraç edilmesi veya askıya alınması için çağrılarda bulundu.

İsrail’e karşı spor boykotları aslında uzun yıllardır devam eden bir pratik: bazı ülkeler, federasyonlar ve sporcular, İsrail’le spor ilişkilerini sınırlamak ya da tamamen kesmek yönünde adımlar atıyorlar. Bu boykotlar arasında Cezayirli yüzücülerin Dünya Şampiyonasından çekilmesi, İsrail’in ev sahipliği yaptığı veya katıldığı turnuvaların iptali için yapılan çağrılar, 1974’te Kuala Lumpur’daki Asya Oyunlarında Arap ülkelerinin toplu boykotu gibi, Güney Afrika Rugby Federasyonunun apartheid boykotunu da hatırlatarak İsrail takımlarıyla karşılaşmayı reddetmesi vb. eylemler yer alıyor. Bunlardan en öne çıkanı Arap Ligi ülkelerinin, 1950’ler, 70’ler boyunca İsrail Futbol Federasyonunu tanımamakla kalmayıp, karşılaşmalara katılmamayı ya da maçları boykot etmeyi seçmesiydi. Bu örnek aynı zamanda spor federasyonlarının ikiyüzlü tutumunu da gösteriyor. FIBA, UEFA, FIFA, IOC vb. kuruluşlar, resmî olarak “sporu siyasete alet etmemek” ilkesini altında İsrail’i hedef alan boykot eylemlerini genellikle cezalandırıyor. Örneğin İran’ın bazı sporcuları, rakipleri İsrail adına yarışan rakipleriyle maçlara çıkmayı reddettiği için federasyonları tarafından men edilmiş ya da disiplin süreçleri başlatılmış. Şaşırtıcı olmayan bir detay da ABD’nin ünlü istismarcılarının hemen yardımına koşan Epstein’in dostu ve avukatı Alan Dershowitz’in bu işlerin içinden de çıkması ve Arap ülkelerinde İsrail bayrağı ve marşının yasaklanmasına karşı Uluslararası Spor Tahkim Mahkemesine başvuruda bulunan avukatlardan biri olması. Bu da aklayıcıların işbirliğini ve iç içeliğini gösteren bir detay olarak dursun.

Spor boykotunun gücü

Tüm bu ikiyüzlülük apaçık ortadayken, tıpkı filozof Eric Cantona’nın dediği gibi “Güç bizde!” Bu açıdan güçlü spor boykotlarını ve sonuçlarını tekrar hatırlamak önemli. Güney Afrika’nın 1964 Tokyo Olimpiyatlarından men edilmesi ve bu yasağın 1992 Barcelona Olimpiyatlarına kadar sürmesi, Güney Afrika kriket ve rugby takımlarının uluslararası müsabakalardan dışlanması hem rejime ekonomik açıdan zarar vermiş, hem de uluslararası meşruluğunu yitirmesinde ciddi bir etkide bulunmuştu. Apartheid boykotu sonrası, Güney Afrika Rugby Birliğinin gelirleri 1980’lerin sonunda %40 oranında düştü. Spor boykotu, uluslararası eylemleri de artırarak apartheid rejimine karşı sesleri yükseltti, siyasal ve ekonomik baskıyı derinleştirdi ve rejimin çözülme sürecini hızlandırdı. Nelson Mandela “Rugby, beyaz Güney Afrikalılar için bir din gibiydi. Onlara dokunduğunuzda, sisteme dokunmuş oluyordunuz,” demişti.

Benzer bir ilişkinin futbolla yaşandığı Latin Amerika’da benzer örnekler çok. Şili’de adeta diktatörlük rejiminin cesetleri üzerinde oynanacak bir dünya kupası eleme maçına çıkmayı reddeden Sovyetler’in başlattığı boykot, 1974 Dünya Kupasında Almanya’da gerçekleşen kitlesel “Şili’ye evet, cuntaya hayır” protestolarına önayak olmuştu. Bu eylemler, Şili’deki vahşeti gözler önüne sermişti.

1967 yılında Vietnam Savaşı’na katılmayı reddeden Muhammed Ali’nin “Onları ne için vuracakmışım? Onlar bana zenci demediler, beni linç etmediler, köpeklerini üzerime salmadılar, ulusal kimliğimi benden çalmadılar. Öleceksem burada ölürüm. Sizinle çarpışarak ölürüm. Benim düşmanım sizsiniz,” diyerek yükselttiği savaş karşıtı duruş, vicdanî reddin yaygınlaşmasının önünü açtığı gibi, hem sivil haklar hareketinde bir etki yaratmış hem de spor camiasında benzer tepkilerin ve eylemlerin önünü açmıştı.

1968 Mexico Olimpiyatlarında madalya alan ABD’li atletler Tommie Smith ve John Carlos, kürsüye çıktıklarında siyah eldivenli yumruklarını havaya kaldırıp “Siyah Güç selâmı” vererek ırkçılığa, siyahların ABD’de uğradığı adaletsizliğe ve Vietnam Savaşı’na karşı sessiz bir protesto gerçekleştirdiler. ABD Olimpiyat Komitesi tarafından oyunlardan men edilen atletlerin bu eylemi tarihsel bir direniş sembolüne dönüştü ve 2016’da NFL oyuncusu Colin Kaepernick’in ABD’de polis şiddetine ve sistematik ırkçılığa dikkat çekmek için milli marş sırasında ayağa kalkmak yerine diz çöktüğü protestoya da ilham oldu. Ve bu protesto da Black Lives Matter hareketini gündeme taşıyan ve ivme kazandıran eylemlerdendi.

Boykotun uluslararası spor örgütleri tarafından örgütlendiğinde yaratabileceği sonuçlar açısından Rusya örneği de çok şey anlatıyor. Rusya Futbol Federasyonunun, Şampiyonlar Liginden dışlanması sonrası yalnızca ilk yıl 45 milyon €’ya yakın gelir kaybı yaşandı. Büyük şirketler Rus kulüplerle ve milli takımla sponsorluklarını sonlandırdı. Rus Premier Liginin uluslararası yayın hakları ve oyuncu transfer değeri %30’dan fazla düştü. Avrupa kulüplerinin Rusya’da maç yapmaması turizmi doğrudan etkiledi. Tüm bu ekonomik sonuçlarının yanı sıra savaşta NATO varlığının görünmezleştirilmesi konusunda Rusya’nın spor ve eğlence sektöründeki organizasyonlardan dışlanmasının çok ciddi bir payı vardı.

Dolayısıyla soykırımcı İsrail’e karşı etkin bir spor boykotu örgütlenmesi konusunda baskı yapmanın olası sonuçları azımsanamaz. İsrail kulüplerinin Avrupa Kupalarına katılımı engellenirse, maç günü, yayın ve sponsorluk gelirlerinden yıllık en az 30–50 milyon $ arasında kayıp yaşanabilir. Tel Aviv gibi şehirlerin uluslararası spor merkezlerine dönüştürülme çabasına dair yatırımları riske atar. Stadyum organizasyonlarının iptali, turizmi doğrudan etkiler. Global markalar, tüketici tepkisi nedeniyle İsrail merkezli organizasyonlarla sponsorluklarını kesmek zorunda kalır. Tüm bunlar topyekûn bir İsrail boykot mücadelesinin de parçası aynı zamanda. Bunu spor kamuoyu üzerinde de baskı oluşturarak yapmanın bir yolu yalnızca spor boykotu. Elbette, La Vuelta örneğinde olduğu gibi, sonunda Carrefour sponsorluğu önünde ödül töreni gerçekleştiği sürece Israel-Premier Tech takımını engellemek tek başına yetmiyor. Eylemler çok güçlü olsa da bu anlamda eksik kalıyor. Sokaklar ne kadar emperyalist savaş karşıtı, soykırım karşıtı eylemlerle dolarsa, her alanda bu baskı daha fazla hissedilecek, boykotların örgütlenmesi yaygınlaşacak, eylemler artacak ve sonuçları alınmak zorunda kalacaktır.

Büyük Beyaz Umutlar ve Tanrının Eli

Birileri sporun tarafsızlığından dem vurmaya çalışadursun, bu örneklerin hepsi sporun asla “sadece spor” olmadığını gösteriyor. Sınıfların, ırk ayrımının, cinsiyet ayrımının olduğu bir dünyada, sınıfsız, tarafsız, eşit bir spor arenasından bahsetmek, kimliklerinden soyunmuş sporcular ve müsabakalar hayal etmek fazlasıyla akıldışı.

Maradona’nın 1986 Dünya Kupasında Arjantin-İngiltere çeyrek final maçında attığı, Falkland Savaşı’nın sembolik intikamı olan “Tanrının Eli” golü; 1972 Yaz Olimpiyatlarında Alexander Belov’un son saniye basketiyle Sovyetler’i ABD karşısında şampiyon yapması; 1974 Dünya Kupasında Doğu Almanya’nın Batı Almanya’yı 1-0 yenmesi; Boris Becker ve Michael Stich arasında yaşanan 1991 Wimbledon finali; 2008 Olimpiyat Oyunlarında Sırp yüzücü Cavic’in, geçmişin intikamını alırcasına, yenilmez olan ABD’li yüzücü Phelps’i 100 metre kelebek finalinde yenmesi; Nazi Almanyası’nda ırkçı ideolojiyi güçlendirmeye çalışan 1936 Berlin Olimpiyatlarında Alman atleti yenerek altın madalyalar alan siyah atlet Jesse Owens’ın zaferi; İrlanda-İngiltere arasında oynanan futbol maçları; Hindistan kriket takımının 1983 Dünya Kupası finalinde İngiltere’yi yenerek şampiyon olması; Fransa’nın kazandığı tarihî dünya kupasını Cezayirli Zidane’a borçlu olması; Madrid’in yoksul, alt sınıfını temsil eden Rayo Vallecano ile kralın takımı Real Madrid arasında oynanan karşılaşmalar; Williams kardeşlerin hem sınıfsal hem ırksal olarak ilkleri başarırcasına teniste kurduğu dominasyon; ilk siyah ağır sıklet boks şampiyonu Jack Johnson’ın kendisini yenmesi için gönderilen emekli şampiyon “The Great White Hope” (Büyük Beyaz Umut) Jim Jeffries’i nakavt etmesi ve daha niceleri… Stadyumlar ve oyun sahaları, ulusal kimliklerin, tarihsel travmaların, politik taleplerin ve ideolojik çatışmaların sahnelendiği modern arenalara çoktan dönüşmüştür.

Milyar dolarlık sponsorluk anlaşmalarından stadyumlarda yükselen ırkçılık karşıtı çığlıklara; kadın sporcuların görünmez emeğinden işçi sınıfından gelen gençlerin profesyonel arenalara tutunma mücadelesine kadar her şey, sporun “tarafsız” ve eşit bir alan olmadığını gösteriyor. Bu nedenle sınıf çelişkileri, ırk ve cinsiyet eşitsizlikleri, savaş ve sömürü düzeni ortadan kalkmadan; sporda eşitlikten ve tarafsızlıktan bahsetmek ancak bir yanılsama olabilir. Dolayısıyla, sporun mekânları ve kurumları da tıpkı fabrikalar, meydanlar ya da kampüsler gibi politik bir mücadele alanıdır. Bugün Filistin’de süren soykırım karşısında sesimizi yükseltmek aynı zamanda sporun kimlerin çıkarına işlediğini sorgulayan politik bir tavırdır. Ve tıpkı Metin Kurt’un dediği gibi, eninde sonunda “resmî tarih gibi sporun da gerçek tarihini yazacak olanlar işçi ve emekçilerden başkası olmayacaktır. Savaşsız, sömürüsüz bir dünyada sporun kukla kahramanları tarihin çöplüğüne defnedilecek, yenilerine de zaten gerek kalmayacaktır.”[2]

[1] Kurthan Fişek, 100 Soruda Türkiye Spor Tarihi, Gerçek Yayınevi.

[2] Metin Kurt, Modern Sporun Dünü ve Bugünü, Sorun Yayınları.

Fransa’dan Guerre à la Guerre Koalisyonu ile röportaj

Kapitalist-emperyalizm dünya çapında savaşları genişletirken ve Avrupa ülkeleri militarizasyonu artırırken, Fransa’da büyüyen anti-savaş koalisyonu Guerre à la Guerre ile röportaj yaptık. Fransa’da emperyalizme karşı direnişin güncel durumunu, Fransa’nın emperyalist düzen içindeki rolünü ve Filistin yanlısı mücadeleyi konuştuk. Guerre à la Guerre bizlere, Fransa’da devletin pervasız savaş kışkırtıcılığına karşı umut verici gelişmeleri ve yaygınlaşan direnişin olasılıklarını aktardı.

Guerre à la Guerre’yi okuyucularımıza kısaca tanıtabilir misiniz? Koalisyonunuz ne zaman kuruldu? Amaçları, aktif kampanyaları ve geçmişteki eylemlerinden bazıları nelerdir?

Merhaba. Guerre à la Guerre, bir farkındalıktan doğdu: Savaşlar, çoğu zaman da emperyalist savaşlar şiddetlenirken, sol güçlü bir şekilde karşılık veremiyordu. Biz, yani anti-faşistler, “radikal” ekolojistler ve Fransa’daki Filistin dayanışma hareketinin üyeleri, bu ciddi biçimde eksikliğini hissettiğimiz gücü inşa edebilmek için bir ittifak kurmaya karar verdik.

Kasım 2024’te koalisyonu kurduğumuzda, Fransa’daki anti-militarist hareketin dağınık durumunu göz önünde bulundurmuştuk. Esasen, bir tarafta çok geleneksel, yasalara bağlı bir yaklaşıma sahip savaş karşıtı dernekler, diğer tarafta ise daha doğrudan eylemler gerçekleştiren daha anarşist veya özerk gruplar vardı. Bu iki kesim birbirinden oldukça kopuktu. Bu nedenle biz, geleneksel anlamda bir parti ya da örgüt olarak değil, daha çok Fransa’daki ve belki başka yerlerdeki mevcut güçler arasında bağlantılar kurmaya çalışan bir koalisyon olarak örgütlenmeye çalışıyoruz. Koalisyon içinde, özerk ve devrimci güçler arasında, yani kurumsal sol olmadan örgütlenmeye karar verdik. Amaç, bazı politik tutumlar ortaya koymak ve bu tutumları benimseyen insanlarla ve gruplarla, hattâ sosyal demokrat partilerle (La France Insoumise) veya sendikalarla (CGT, SUD) koalisyon dışında da birlikte örgütlenebilmektir.

Filistin, eylemlerimizin ve mücadelemizin merkezinde yer aldığı için Gazze’deki soykırım bu hedefi daha da gerekli hâle getirmiştir. Güçlü bir savaş ve militarizm karşıtlığı olmadan, hükûmetlerimize bu zulmü sona erdirmeleri için baskı uygulayamayız.

Bununla birlikte, Guerre à la Guerre’ın başka amaçları da var; Fransa’da sürmekte olduğunu değerlendirdiğimiz bir “militarizasyon sürecine” karşı mücadele etmeye çalışıyoruz. Bu süreç iki eğilimi izliyor. İlki, Fransa’nın dünyanın ikinci büyük silah satıcısı hâline gelmesiyle birlikte giderek daha fazla yer kaplayan silah sanayiinden kaynaklanıyor. İmalat sektöründeki krizle birlikte bu, Fransa’daki sanayi gücü ve yatırımların giderek daha fazla silah üretimine yönelmesi anlamına geliyor. İkinci eğilim ise birincisinden ayrı düşünülemeyecek ölçüde bağlantılı: Savunma bütçesinin muazzam şekilde büyümesi ve ordunun eğitim, sağlık gibi diğer alanlarda giderek daha fazla rol üstlenmesi. Biz ayrıca bir “savaş ve kontrol sürekliliği” tanımlamayı seçtik: savaş makinaları, gözetim teknolojileri, baskı araçları, hapishaneler, kamplar ve sınırlar. Bu politik ve stratejik analizden hareketle koalisyon; sürgün kolektifleri, feminist ve anti-faşist gruplar, sömürgecilik karşıtı hareketler ile birleşmeye başladı ve bütün bu güçler koalisyonun inşasında önemli bir rol oynadı.

Birçok farklı düzeyde hem ulusal hem de yerel alanda örgütleniyoruz; militarizasyonun bütün bu farklı boyutlarını birbirine bağlamaya çalışıyoruz. Silah fuarları bizim için çok önemli bir hedef ve Paris’te düzenlenenlere karşı eylemler gerçekleştirdik. Ayrıca 14 Temmuz’da[1] da milliyetçi ve savaş kışkırtıcısı değerlerin kutlanmasına karşı çıkarak, ırkçılık karşıtı ve savaş karşıtı bir tavır sergilemek için gösteriler düzenledik.

Paris Air Show (Paris Havacılık Fuarı) için yaptığınız eylemleri anlatabilir misiniz? Neler yaptınız ve neden hedef olarak onu seçtiniz? Örgütlenme ne kadar etkili oldu ve ne türden polis baskılarıyla karşılaştınız?

Paris Air Show, 175 ülkeden sektördeki tüm üreticilerin katıldığı bir uçak ve uzay fuarıdır. Çok sayıda ziyaretçinin (bu yıl sayı 164.000’di) takdirle katıldığı fuarda sivil ve askerî sanayi kolları iç içe geçiyor. Uçaklar, silahlar, insansız hava araçları, roketler sergileniyor ve sanki bu silahlar eğlenceliymiş, aile dostuymuş gibi bir izlenim yaratmak için diğer uçaklar fuarın üzerinde gösteriler gerçekleştiriyor. Hepsinden öte bu fuar, sürgün edilmiş yoldaşlarımızın sınır dışı edildiği Le Bourget Havalimanı’nın hemen yanında düzenleniyor; bu da hedef seçimimizde önemli bir rol oynadı.

Yani mücadele ettiğimiz her şeyi bir araya getiriyor ve biz de işte bu yüzden “Stop Bourget” hareketini başlattık. Her şeyden önce, burası milyarlarca dolarlık silah sözleşmelerinin imzalandığı yer ve hem Fransız hem de uluslararası tüm önemli “oyuncular” burada. Ölüm tacirleri burada ve biz de bunu göstermek istedik. Hedefimizin merkezinde soykırımdan kâr elde eden İsrailli ve Fransız şirketleri vardı ama silah ticaretinin Ukrayna’dan Sudan’a kadar her yerde, her savaştan kâr ettiğini göstermek bizim için önemliydi. İkincisi, bu, sivil ve askerî endüstrilerin birbirine bağlı olduğunu göstermek ve insanları Fransa’daki askerî-endüstriyel kompleksin yeri hakkında bilgilendirmek için bir fırsattı. Üçüncüsü -biraz daha önemsiz gibi gözükse de- fuar banliyölerde, Fransa’nın en yoksul yerlerinden birisi olan 93 bölgesi yakınlarında gerçekleştiriliyor. Bu silah satıcılarının kutlanmasından elde edilen zenginliğin hiçbiri, ihtiyacı olanlara geri dönmüyor. Bu durum, militarizasyonun sömürgeci doğasını da ortaya koyuyor çünkü bu bölgede yaşayan insanlar genellikle Fransız sömürgeciliğinin kurbanlarının torunları ve hâlâ yeni-sömürgeci politikalardan zarar görüyorlar.

Açık konuşmak gerekirse, eylemler pek etkili olamadı. Bir terörle mücadele operasyonu nedeniyle asıl projeden vazgeçildi ve fuarı sekteye uğratamadık. Gerçekleşen daha doğrudan eylemler ise daha çok sembolikti. Bazı gruplar içeride “ölüm protestosu” düzenleyerek sergiyi dağıttı, bazıları silah tüccarlarının lobisi olan GIFAS’ın (Fransız Havacılık ve Uzay Endüstrileri Birliği) ön cephesini yeniden boyadı, diğerleri metro merdivenlerini kırmızıya boyayarak ziyaretçileri kan rengine bulanmış ayakkabılara mecbur kıldı ve bir balon uçurma eylemi gerçekleşti ancak bu da başlangıçta uçakların kalkışını engellemek üzere planlanan “Filistin renklerindeki göksel geçit töreni” ölçeğinde değildi.

Gösteriye 2500 ila 4000 kişi katıldı ve kimseyle çatışmaya niyetimiz olmamasına rağmen polis tarafından sıkı bir şekilde kuşatıldık. Bu güçlere karşı mücadele ederken, devletin karşı hamlesi hem doğrudan polis baskısı hem de gözetim açısından çok güçlü oluyor. Gösteriden önceki günlerde insanlar gözaltına alındı; gösteri günü ise bulunduğumuz sendika merkezi polis tarafından basıldı, insanlar silah için arandı ve polis gösteri için hazırlanan tüm helyum balonlarını patlattı. Gösteri çok büyük değildi fakat birçok yerel sakin katıldı. Filistin ve İslamofobi temel temalardı, bu da banliyödeki bir müzik festivali için hiç de garip değildi.

Ancak, ilk adım olarak bu yine de bir başarıdır. Çok farklı yollardan gelen insanlarla başarılı bir şekilde örgütlendik; sendika üyeleri, siyasi partiler, savaş karşıtı dernekler, sömürgecilik karşıtı militanlar, ekolojistler ve öylece mahalleden gelen insanlar. Sendika üyeleri, bunun ilçede gördükleri en büyük gösterilerden biri, hattâ belki de en büyüğü olduğunu söylediler. Daha fazla örgütlenme, daha fazla zaman ve deneyimle, eylemler özellikle bu örgütlerin tabanında daha çok insana ulaşacak ve büyüyecek!

Fransa’nın güncel emperyalist sistem ve rekabet içindeki konumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Daha spesifik olarak, Fransa’nın ABD’nin önderlik ettiği genel kapitalist-emperyalist gündem içindeki mevcut konumu nedir? Fransa, çoğunlukla ABD-NATO önderliğindeki hedefleri ve savaşları ısrarlı şekilde takip ederken, zaman zaman daha bağımsız bir tavır sergilemeye çalışıyor gibi görünüyor. Fransa’nın genel emperyalist planlardaki rolüne, ABD ile ilişkisine, kendi emperyalist emellerine ve Avrupa ile ABD arasındaki ilişkilerde ortaya çıkan yeni gerilimlere nasıl yaklaşmalıyız?

Koalisyon içindeki tüm fraksiyonlar aynı analizi paylaşmıyor olabilir. Ancak çoğunluğun üzerinde hemfikir olduğu birkaç nokta var. Fransa, emperyal çekirdeğin bir parçasıdır. Fransa’nın ABD’nin müttefiki olduğu açıktır ve sözünü ettiğimiz militarizasyon süreci bazı Amerikan taleplerine de yanıt vermektedir (GSYİH’nin %5’inin askerî harcamalara ayrılması gibi). Fransa, son dönemdeki en büyük askerî operasyonlarında ABD’nin yardımına ihtiyaç duymuştur; örneğin 2011’de Libya’da olduğu gibi. Bununla birlikte, Fransa’nın ABD öncülüğündeki bu emperyalizm yapısında özel bir yere sahiptir.

Öncelikle, Fransa kendi başına da emperyal bir güçtür. Güç bakımından elbette ikincil konumdadır ancak toprak bakımından öyle değildir; çünkü sömürge imparatorluğundan kalan bölgeler sayesinde Fransa, dünyadaki ikinci en büyük münhasır ekonomik bölgeye sahiptir. Kanaky, Fransız Guyanası ve daha birçok yer, emperyalist bir güç için önemli varlıklar oluşturmaktadır. Fransa ayrıca, eski imparatorluğunu oluşturan ve artık biçimsel olarak egemen olan ülkelerde de büyük bir etkiye sahiptir; CFA Frangı gibi kurumlar, korunan yatırımlar ve daha doğrudan siyasi müdahaleler yoluyla bu etkisini sürdürmektedir.

İkinci olarak Fransa, hem ABD ekonomisiyle tamamen iç içe geçmiş bir ekonomiye, ABD ordusu ve ABD sanayi kompleksine bağımlı bir orduya hem de 1966’da de Gaulle’ün NATO’nun entegre komutasından ayrılmasından Chirac’ın Irak Savaşı’na karşı ünlü muhalefetine kadar uzanan bir siyasi bağımsızlık geçmişine sahiptir.

Üçüncü olarak, Fransa ve Almanya kuşkusuz Avrupa Birliğinin iki ekonomik ve siyasi lideridir. Avrupa Birliği elbette ABD’nin kontrolünde bir araç olarak yorumlanabilir ancak yine de son derece önemli bir siyasi ve ekonomik organizasyondur.

Bu üç unsurda, Fransa’nın zaman zaman çelişkili görünen tutumlarını anlamanın anahtarı yatmaktadır. Macron, Trump’ın verdiği emirleri -örneğin askerî bütçeyi artırma talimatını- yerine getirecektir ancak bunu, Avrupa’nın ortak bir savunmaya ve askerî bağımsızlığa ihtiyacı olduğu söylemiyle ve aslında ABD’den çok sayıda silah satın almak anlamına geldiğini görmezden gelerek yapacaktır. Avrupa bütünüyle “egemen bir bulut” ya da bağımsız askerî dijital altyapılar geliştirmeye çalışacaktır ancak bunu yaparken ABD teknolojilerini kullanacak ve ABD şirketlerine bağımlı kalacaktır.

Bize göre, ABD ile Fransa arasındaki görünürdeki gerilimler aslında oldukça gerçektir; çünkü Fransa, kendi çıkarlarına aykırı olsa bile Amerikan kurallarına uymak zorundadır. Neo-sömürgeci boyutları gerilemekte olan Fransa, çeşitli yollarla ve özellikle “uzay savaşı” gibi alanlarda NATO içinde kendini yeniden konumlandırmaya çalışmaktadır.

Fransa’nın, daha fazla hükûmetin Fransız sömürge yönetiminin kalıntılarından kopmasıyla Afrika’daki gelişmelere nasıl tepki verdiğini veya nasıl tepki vermeyi planladığını düşünüyorsunuz? Bu gelişmeler Fransa’daki militarizm ve polis devleti baskısıyla nasıl bir ilişki içerisinde?

Daha önce de söylendiği gibi, Fransa’nın servetinin büyük bir kısmı sömürge ve sömürge sonrası imparatorluğundan gelmektedir. Örneğin, Fransa’nın en zengin adamlarından biri olan Bolloré, resmî dekolonizasyonların ardından kurulan işbirliği mekanizmalarını kullanarak Batı Afrika’daki limanları satmış ve işletmiş, servetini de bu şekilde edinmiştir. Ancak, Senegal’deki “France dégage” (“Fransa defol”) kampanyasının da gösterdiği gibi, bu ülkelerde pek çok kişi artık “Françafrique” olarak adlandırılan bu ilişki biçimini reddetmektedir. Fransız ordusu bazı askerî üslerini tahliye etmek zorunda kalmış olsa da diğerlerini elinde tutmaya devam etmektedir ve özel kuvvetleri, Rus paramiliter güçlerinin (Wagner/Afrika Korps) güçlü rekabetiyle karşı karşıya olduğu Sahel ve Orta Afrika’da hâlâ çok güçlü bir varlık göstermektedir. Fransa, fiilen zemin kaybediyor olsa da bu yarışta kalmak için elinden gelen her şeyi yapmaktadır.

Fransa’nın sömürge imparatorluğu ile Fransa’daki baskı arasındaki bağı anlamak için, bizim “sömürgeci süreklilik” olarak adlandırdığımız olguya dönmemiz gerekir: Sömürgelerde halklara, ardından ulusal kurtuluş hareketlerine karşı kullanılan yöntemler bugün öncelikle ve her gün -banliyölerde, hapishanelerde ve sınır rejimi aracılığıyla- beyaz olmayan proleterlere ardından da siyasi aktivistlere karşı uygulanmaktadır. Daha geniş bir açıdan bakıldığında, bu eski sömürgelerden gelen göçmenlerin ırkçılığa maruz kalması ve sömürgeci bir şekilde “ele alınması” söz konusudur: Fransız polisinin sıklıkla şiddete başvuran birimi “BAC” 50’li yıllarda sömürgelerden gelen göçmenleri baskı altında tutmak için oluşturulan özel bir birimin devamıdır.

Fransa, orta ölçekli bir emperyal güçtür; gerilemektedir, ancak hâlâ hem dış hem iç sömürgecilikle derinden şekillenmiş durumdadır.

Fransa’da emperyalizm ve savaşa karşı sokaklarda gösterilen direnişi nasıl tanımlarsınız? Direnişin ana bileşenleri nelerdir ve emperyalizm ve savaşa karşı hareket işçi sınıfı ve sendikalar gibi örgütleri tarafından ne kadar yaygın bir şekilde benimseniyor?

Emperyalizm, parlamentonun dışında kalan sol tarafından ciddi şekilde göz ardı edilmiş olsa da şu anda söylemlerde yeniden gündeme gelmeye başlamıştır. Filistin’deki durum, bunu daha çok insana görünür kılmakta ve insanları bu sorulara yönlendirmektedir. Marseille’de CGT limancılarının eylemlerinin göstermiş olduğu gibi, sol sendikalar daha şirket usulü yönetim yaklaşımlarına sahip olanlar bile harekete geçmek zorundadır ve Filistin için birçok küçük grev de gerçekleştirilmiştir. Filistin hareketinde, emekçi mahalleler yer almakta ve sürgündeki insanlar sınır sistemlerine karşı bir harekete önderlik etmektedir. Biz, anti-militarist, anti-emperyalist ve uluslararasıcı bir hareketi yeniden inşa etmenin başındayız, ancak asıl çalışma hâlâ önümüzde durmaktadır!

Fransa’da Filistin yanlısı mücadelenin mevcut durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Filistin eylemlerinin güncel seyri ve bu eylemlere katılan sosyal gruplar (göçmenler, işçiler, kadınlar, öğrenciler vb.) hakkında gözlemleriniz nelerdir?

Filistin mücadelesi, toplumsal açıdan oldukça çeşitlidir. Daha klasik bir hareketten temel farkları, çok genç olması ve olağandan daha az beyaz katılımcıya sahip olmasıdır. Kadınlar, Fransa’daki Filistin dayanışma hareketinde her zaman önemli bir rol oynamıştır. Mevcut hareket, Guerre à la Guerre’nin bir parçası olan ve önde gelen sözcüleri Filistinli olan Urgence Palestine tarafından yönetildiği için Filistinli seslerin yükselişiyle de karakterize edilmektedir. 2023 Ekim’den sonraki Filistin dayanışma hareketinin ilk aylarında, baskıların sert olması nedeniyle gösteri organize etmek oldukça zordu. Bu durum, 2023 yazında halkın yoğun olarak yaşadığı mahallelerde yaşanan ayaklanmaların bastırılmasıyla birleşince, 2014 Gazze savaşı sırasındaki harekete kıyasla genç kesimin katılımını yavaşlattı. Filistin artık gençler arasında siyasileşmenin öncülerinden biridir; çünkü insanî bir krizi ABD öncülüğündeki emperyalist dünya sistemiyle açıkça ilişkilendirmektedir.

Buna karşın, geleneksel gösterilerin etkisizliği, birçok kişiyi İngiltere’deki Palestine Action gibi daha radikal eylemlere yönlendirmemiştir.

Dünya çapındaki anti-emperyalist hareketlerin daha güçlü bir uluslararası dayanışma oluşturabilmesi için neler yapılabileceğini düşünüyorsunuz? Bu dayanışmayı geliştirmek için en etkili eylemler ve kampanyalar neler olabilir?

Guerre à la Guerre çok genç bir oluşum, ancak biz uluslararasıcı bir yaklaşım olmadan savaş karşıtı etkili bir hareket inşa edemeyeceğimizi düşünüyoruz. Avrupa ölçeği özellikle önemlidir; çünkü NATO üyesi birçok ülke burada yer almaktadır. Avrupa’da, emekçi sınıfın sırtından hızla artan askerî harcamalarla birlikte, İtalya ve Almanya gibi ülkelerde “savaşa karşı savaş” adı verilen bazı hareketler veya koalisyonlar ortaya çıkmaktadır. Fransa, Almanya ve İtalya’da ABD’nin dayattığı askerî harcamalar açısından durum çok benzer olduğundan bu, sınırları aşan anti-emperyalist bir hareket kurmak için çok iyi bir fırsattır. Biz, özellikle Filistin kampanyası veya NATO’ya karşı kampanyalar başta olmak üzere, pek çok diğer ülke ile temas kurmaya çalışıyoruz. NATO muhtemelen en bariz hedef, ancak uluslararası bir gösteri organize etmek zaman ve çaba gerektiriyor.

Ancak büyük bir şey yapmaya çalışmadan önce, dünya çapındaki savaş karşıtı hareketler arasındaki iletişimin kurulması ve ortak analiz yoluyla koordinasyonun yürütülmesi gerekli görünüyor. Bu zaman alacaktır ama daha uluslararası bir kültürün oluşmasına olanak sağlayacaktır. Haydi, savaş karşıtlığı ve devrimci barış için halkların uluslararası hareketini birlikte inşa edelim!

[1] 1789’da Fransız Devrimi’nin simgesi olan Bastille Hapishanesinin basılmasının yıldönümü olan 14 Temmuz (Bastille Günü) Fransa’da ulusal bayramdır, her yıl askerî geçit törenleri, hava gösterileri ve millî birlik temalarıyla resmî kutlamalar yapılır.

İşçi Partisinin ikiyüzlülüğü: Savaş silahları tedarik ederken kırmızı boyayı terör olarak damgalamak

Palestine Action’ın Birleşik Krallık tarafından terör örgütü kabul edilmesine ilişkin İskoç Sosyalist Partisi yayını Scottish Socialist Voice dergisinin 628 sayılı temmuz sayısında çıkan ve Kaldıraç ile paylaşılan yazı.

Yazarın notu:

Bugün bu makaleyi yazsaydım, tutuklanıp 14 yıla kadar hapis cezasına çarptırılabileceğime hâlâ inanamıyorum. Nitekim, Birleşik Krallık hükûmeti Palestine Action’ı terörist grup olarak yasakladığından bu yana, 1.600’den fazla kişi bu örgütü destekledikleri için tutuklandı. Bu, bizi sindirip sessizliğe ve boyun eğmeye zorlamak için yapılan açık bir girişimdir, ancak biz yılmayacağız. İskoç Sosyalist Partisi, Gazze’deki soykırımın sona ermesini ve Netanyahu ile hükûmetinin savaş suçlarından sorumlu tutulmasını talep etmeye devam edecek.

Dayanışma içinde

Natalie Reid

İskoç Sosyalist Partisi Ortak Ulusal Sözcüsü

Geçen hafta, İçişleri Bakanı Yvette Cooper, grup üyelerinin Brize Norton hava üssüne girip uçaklara kırmızı boya sıçratması üzerine, Birleşik Krallık’taki kampanya grubu Palestine Action’ın terörle mücadele yasaları uyarınca yasaklanacağını duyurdu. Bu eylem, Birleşik Krallık’ın Gazze soykırımına ortak olmasını protesto etmek amacıyla gerçekleştirilmişti. Yani İşçi Partisi hükûmetine göre, bir binaya veya uçağa kırmızı boya atmak artık İslam Devleti’ne veya Neonazi grubu National Action’a katılmakla eşdeğer.

Cooper’a göre, “Palestine Action, siyasi amaçlarını ilerletmek ve hükûmeti etkilemek amacıyla birçok saldırıda ciddi maddî hasara yol açan eylemlerde bulunmuş.”

Harekete geçtiğiniz herhangi bir siyasi davayı düşünün. İster bağımsızlık yanlısı bir yürüyüş, ister iklim krizi gösterisi, ister Filistin yanlısı bir faaliyet olsun. Siyasi bir davayı ilerletmeyi mi umuyordunuz? Hükûmeti bir politikayı değiştirmesi için etkilemeyi mi umuyordunuz? Dikkatli olun, terörist olabilirsiniz!

Gazze’nin çaresizliği devam ediyor

Palestine Action’ın protesto ettiği meselenin İsrail’in Gazze’de işlediği soykırım olduğunu unutmayalım. Son haftalarda, Filistinlilerin bir torba un almak için hayatlarını tehlikeye atacak kadar çaresiz olduklarını gördük. Bombalamalar, silahlı saldırılar, tutuklamalar ve kaçırmalar her gün devam ediyor. İsrail, sözde yardım merkezlerini atış poligonuna çevirdi. İsrail’in İran’la savaştığı 12 gün boyunca yaklaşık 860 Filistinli öldürüldü. Yine de İşçi Partisi, silah ve casus uçakları tedarik ederek İsrail’i desteklemeye devam ediyor. Görünüşe göre, terörizm ve insan hakları arasındaki çizgi kırmızı boyayla çizilmiştir. Ve İşçi Partisi bu çizginin yanlış tarafında durmaktadır.

Palestine Action’ı terörist olarak damgalama hareketi tamamen lüzumsuzdur – eğer üyelerinden herhangi biri ciddi bir suç işlerse, polis zaten terörle mücadele yasalarına başvurmadan onları tutuklama yetkisine sahiptir. Bu, suçu önlemekle ilgili değil, sindirme ve muhalif sesleri bastırmakla ilgilidir.

Protesto etme hakkımız

İşçi Partisinin bu aşırı hamlesinin Gazze’nin içinde bulunduğu zor durumun çok ötesinde etkileri var. Protesto hakkımız, demokratik toplum düzeni içerisinde çok önemli bir rol oynuyor. Bu, sesimizi duyurmak için etkili ve şiddet içermeyen bir yol.

Bu sadece sivil itaatsizlik eylemleri veya rahatsızlık verici yöntemler için geçerli değil; terörle mücadele yasaları uyarınca, bu kapsamda değerlendirilen bir gruba üye olmak veya grubu tanıtmak da yasa dışıdır. Bu, bir gazetecinin Palestine Action’ı destekleyen bir yazı yazması veya bir kişinin sosyal medyada bu grubun içeriklerini beğenmesi veya paylaşması durumunda, bu kişilerin yargılanarak 14 yıla kadar hapis cezasına çarptırılabileceği anlamına gelmektedir.

İkiyüzlü Starmer

Bu kararın mantığını takip etmeye çalışmak herkesi bir çıkmaza sokar. İşçi Partisine göre, hastaneleri bombalamak ve insanları aç bırakmak bir devletin kendini savunma hakkının ayrılmaz bir parçasıdır. Ama bir uçağa kırmızı boya atmak? İşte bu kesinlikle terörizmdir. Palestine Action’ı terör örgütü ilan etme kararı, Brize Norton’daki olaydan sadece birkaç gün sonra alındı. Demek ki İşçi Partisinin işine geldiğinde hızlı tepki verebildiği anlaşıldı ancak İsrail’in devam eden soykırımı onları kırmızı boya kadar bile etkilemedi.

2003 yılında, savaş karşıtı aktivistler ABD bombardıman uçaklarının Irak’a uçmasını engellemek için RAF Fairford hava üssüne girdi ve uçaklara zarar verdi. O zamanlar insan hakları avukatı olan Keir Starmer, grubun eylemlerinin savaş suçlarını önlemeye dönük bir girişim olduğunu belirterek haklı olduğunu savunmuştu. Geçen hafta ise Başbakan unvanıyla Keir Starmer, Palestine Action’ın eylemini “iğrenç” olarak nitelendirdi.

Adalet yoksa barış da yok

Palestine Action’ı terörist grup olarak damgalamak tehlikeli bir emsal teşkil ediyor. Ne zaman bir hükûmet tasarrufuna veya küresel bir olaya karşı kamuoyu tepkisi olsa, yetkililerin tek yapması gerekenin muhalif örgütü terörist grup olarak damgalamak, tartışmayı kapatmak ve halkın iradesini bastırmak olabileceği anlamına geliyor. Filistin’i denklemden çıkarın ve yerine iklim değişikliğini koyun -Just Stop Oil terörist miydi? Ya da Filistin kelimesini WASPI kadınları ile değiştirin- emekliler hükûmete karşı çıktıklarında onları hapse atmaya mı başlamalıyız?

Hikâyeyi çarpıtmak

Palestine Action, davalarını savunmak için şiddet içermeyen yöntemleri tercih etti – İşçi Partisi, bununla şiddet içeren terörist örgütlerin eylemleri arasındaki farkı gerçekten göremiyor mu? Elbette görebilirler. Yaptıkları şey, sınırları kasıtlı olarak bulanıklaştırmak, haklarımızı ihlal etmek ve onları eleştirmekten çekinmeyenlerin itibarını lekelemek.

Eğer siz, bir halkın sistematik olarak bombalanması ve aç bırakılmasından çok maddî bir hasara öfkeleniyorsanız, ahlâk ve ilkelerinizi gözden geçirmenin tam zamanı gelmiş olabilir. Şiddet içermeyen sivil itaatsizlik, demokrasimizin önemli bir parçasıdır. Protesto etme, düzeni bozma ve yönetici sınıfa karşı çıkma hakkımızı kullanmaya devam etmeliyiz. İşçi Partisi herkesi yasaklayamaz. Hepimizi hapse atamazlar.

SSP’ye katılın

Sesimizi kitlesel olarak yükseltmeye şimdi her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Hepimizi susturamazlar. Adil ve eşitlikçi bir toplum için mücadeleye katılın. İskoç Sosyalist Partisi’ne katılın.

Not “ to beg” but to resist, not to be a dissident “within the system” but to be a dissident against the system

The Perspective of Kaldıraç Movement October 2025

Kaldıraç Magazine Issue 291

The state has always, in every period of history, been the state of the sovereign, of capital, of the rich, of the moneybags. It was so yesterday and it is so today.

Today, unlike in the past, they have stripped away all the veils in between. “Zero It out, my son” is merely a more advanced stage. The state can no longer hide that it is the state of capital, of holdings. The state can no longer hide the fact that it is under the control of US imperialism. In exchange for ordering 300 airplanes for Trump, they are talking about posing with him.

The state is always the state of the sovereign, of capital. It was so yesterday and it is so today.

Thus, it is no surprise that the most ordinary strike or workers’ resistance is encountered by the state. Now, even the most ordinary demand for rights is encountered by the state; with its truncheons, water cannons, prisons, judiciary, tear gas, torture, press, the entire state apparatus stands against workers, women and youth. On behalf of capital, it takes a clear and open stance and no longer hides it. They write off the taxes of the capital, of the big holdings, but when it comes to the wage earners, they look for ways to tax them even more. Taxes collected from workers and laborers are transferred to the rich and war barons. 

The Palace Regime, the TR state (the state of the republic of Turkey) can no longer hide itself.

Whether it is a commemoration of a massacre from the past or the demands of the people in the most ordinary problems, the state, the Palace Regime, does not hide its own face: They take a clear stance as if to say “I committed the March 16 massacre, also the Sivas massacre, also the Maraş massacre, also the 1st of May 1977, I am responsible for the murders of women, also Suruç is my creation, I did Roboski, also the Ankara Station massacre.”

But if you ask the trade unionists of our country, the liberal leftists of our country, the well-educated people of our country who walk around pretending to be “good people”, the so-called ‘intellectuals’ who have gone through NATO training, there are also “good ones within the state” and you need to reach out to them and “beg for understanding”.

This is an old disease.

Those who do not know that the state is the state of the sovereign go looking for a “good pasha” and “beg for mercy” from him.

It is peasant culture.

The landlord acts unfairly and the peasant goes to town and secretly tells his problem to a pasha , a “statesman”. It is imagined that if a “good pasha” is identified, things will be solved. However, something even worse emerges.

There is no struggle here:

There is begging.

There is no struggle and resistance for one’s rights:

There is begging.

Now, we are in Turkey and it is the 21st century.

And now, the trade unions, trade unionists, are shamelessly begging for mercy from the “state rulers”. They are pleading to them, “Sir, we are not terrorists, believe in us, we cannot make a living, give us our rights.” If they are not beaten there, if they are not stripped naked and released on the streets, it is because they say yes to everything. And if they can still shamelessly say that they are doing great things for the workers while “begging” to the Palace Regime, it is because the workers have not stripped them naked and left them in the streets like in Nepal.

They tell fairy tales to workers, to us, to students, to women. They always tell the same lies. They say, “We have conveyed our problem, just a little patience, the state is so great, this is a good person, he will understand, they will give us what we want.”

But they are all lies.

When you look into the face of the working class, you present yourself as a trade unionist, as a labor leader. But when you turn around, you are the state’s servant, capital’s hound, humanity’s disgrace,  mere axe handles.

None of them voice the rights and demands of workers.

They are all modern beggars.

They request something from the state in the name of workers, as a service to the state. Then they turn around and say, “That’s just how things are.”

Strike? God forbid. The whole country is shrouded in clouds of war; production must continue and weapons and ammunition must be supplied to the fronts. The trade-unionist who utters this is supposedly on the side of the workers.

Of course not.

The state is clearly and explicitly the instrument of the rule of capital. It is the organization of capital, of capitalists, of big business. It serves as a tool to keep the working class under control.

As such, one cannot get anything from the state simply by begging.

Resistance is necessary.

One who resists receives the rights.

One who does not resist for the rights ceases to be a human being.

Trade unionists who beg for us, for the workers, are the ugliest faces of being a human.

A worker, a woman, a youth resisting and fighting for their rights is one of the most beautiful forms of being a human. Those who resist learn, those who resist flourish.

Many liberals, liberal leftists, our well-educated team confused by “politeness” say to us “we are the dissidents”.

Fine, but you are dissidents within the regime, you are dissidents within the system. You are the ones who simply haven’t received a big enough share of the spoils, the ones who say to the state “I could serve you better; you are the incompetent ones.”

Fine, but we already know that if you are not totally opposed to the state itself, the system itself, the Palace Regime itself, you are the justifiers of the system.

CHP is also a dissident. But in what way? It is a dissident for the system, on condition that it stays within the Palace Regime. However, we are in opposition to overthrow the Palace Regime, to overthrow the power of capital, to overthrow the TR state, to overthrow the capitalist system. In this respect, ours cannot be explained as “being a dissident”. Let’s define it in a positive manner, we are revolutionary socialists who are in favor of resistance, who want to establish socialism, who fight for the liberation of the working class. Unlike you, we oppose the system, the order.

If you are a dissident so that the Palace Regime can be fixed this way and that way, or so that they can give you a bigger share, you have nothing to do with us.

Workers, laborers, women, youth, in short, everyone who resists are the real owners of this country. They are not guests here. We workers are the producers. We are not begging. We are on our path to claim our rights and march to power.

Apparently, being a dissident doesn’t solve the problem.

We have passed that point.

For what, against what, against whom do you oppose?

Are you unionists? For whom are you unionizing, are you unionizing to line your pockets, to pander to the bosses, the titans, to please the workers and line more pockets?

Most of them are like that. And they “beg” on behalf of the workers. While pocketing what they gain, they also treat the workers as beggars. Yet, it is the workers who produce, who labor. They are demanding their own rights. What this means is clear: resistance. One cannot be an opponent against the system without resistance, without struggle, without organization, without confronting the system.

Trade unionists mistake workers for beggars and themselves for petitioners.

However, the workers will prove that they are not beggars by eliminating you first.

The working class is at a turning point.

The working class must, above all, purge its ranks of these axe-handles within, these agents, these extensions of the union mafia. They have already set their sails to seek shelter in the state. A gust of wind will carry them even faster to their state, to the arms of the capital they serve.

Only then can the working class rise up, freed from these parasites.

When the working class rises, our liberal leftists; who now walk around as polite, refined people will either head for the embrace of the state or join the ranks of the workers and learn not to be ashamed of being workers themselves.

This is a turning point.

If you are a dissident within the system, you will either become a direct servant of the Palace or you will abandon the attitude of being a dissident within the system and turn into a dissident against the system. This would be your first serious step in siding with the working class and the revolution.

Looking for a “good pasha” or a “good statesman” by cozying up to the state will not get you anywhere. By now, it is easy to understand what the Palace Regime really is. As long as you do not close your eyes to the facts. 

Whoever wishes to close their eyes can do so.

Whoever wishes can oppose the Palace Regime and ask for a little share for themselves at the same time. Whoever wishes can be satisfied enough by criticizing this or that practice.

But the path of the working class is clear. The struggle for a world without war and exploitation, that is. The struggle for revolution and socialism, that is.

This struggle is also the struggle to be human today. It is no longer possible to remain human without taking a clear and explicit stand against the rule of capital, against capitalism, against the exploitation of human by human.

Living by resisting, not begging.

Struggling against the system, not within it.

This is the distinguishing point.

Kuyu tipi hapishaneler işçi sınıfı mücadelesine de saldırıdır

Uzun çalışma saatleri, sefalet ücretleri, güvencesizlik, örgütsüzleştirme ve türlü saldırılarla işçi sınıfı esir edilmek isteniyor.

Ancak her fırsatını bulduğu yerden işçiler ülkenin her yerinde ama kısa ama uzun süreli direnişlere imza atıyor ve “köle değiliz” diyor, “hak verilmez alınır” diyor, “mücadeleye devam” diyor ve bu direnişlerle öğreniyor, öğretiyor.

Biz işçiler ne zaman greve gitsek grev yasaklarıyla karşılaşmaktayız.

Biz işçiler ne zaman sendikalaşmaya kalksak işten atılma saldırısıyla karşılaşmaktayız.

Biz işçiler ne zaman hakkımız için direnişe geçsek karşımızda jandarma-polis copu buluyoruz.

İşçi sınıfnın ekmeğine, hakkına, geleceğine saldıranlar, tüm topluma da saldırmaktadır.

Ve bugün artık memlekette neredeyse her itiraz eden, her boyun eğmeyen, her onurunu çiğnetmek istemeyen saldırı altındadır, emeğine, onuruna, özgürlüğüne sahip çıkanlar tutuklanmaktadır.

İşçi sınıfı bilmektedir; Nerede bir işçi direnişi varsa devrimciler, sosyalistler, emekten yana olanlar o direnişe sahip çıkarak dayanışmayı güçlendiriyor. İşçiler yanlarında olanı, aynı dertleri yaşayanı ve direnişi dayanışmayla büyütenleri tanımaktadır.

Bugün devrimciler, sosyalistler Kuyu Tipi denilen hapishanelere sürülmektedir. Merdiven altı atölyelerden madenlere işçileri gün yüzü göstermeden çalıştıranlar direnenleri gökyüzünü göremedikleri koşullarda tutarak teslim almak istemektedir. Fabrikalarda plazalarda kameralarla, tam denetimle tuvalete gitmeyi bile kontrole tabii tutanlar, hapishanelerde insan yüzü bile göstermeden hava alma hakkını gasp etmeye çalışmaktadır.

Bu ülkeyi yönetenler bundan tam 26 yıl önce Ulucanlar Hapishanesi’nde ve bundan 25 sene önce 19 Aralık 2000’de hapishanelerde yapılan katliamdan sonra “Hapishaneleri kontrol altına almadan IMF’nın ekonomi politikalarını uygulayamazdık” demişlerdi. Bugün de OVP yada adı ne olursa olsun işçi-emekçilere sefalet dayatılırken hapishanelerdeki direniş kuşatılmakta, Kuyu Tipleri ile tüm topluma da gözdağı verilmek istenmektedir.

Kuyu tipi hapishaneler işçi sınıfı mücadelesine de saldırıdır. Direniş tarihimizden güç alarak, saldırılara karşı direniş ve dayanışmayı büyütelim.

Kuyu tipi hapishaneler kapatılsın!

İçerde dışarda hücreleri parçala!

İşçi Emekçi Birliği

Interview with Guerre à la Guerre in France

As capitalist-imperialism expands wars across the world and European countries are increasing militarization, we interviewed the growing anti-war coalition Guerre à la Guerre in France. We discussed the current situation of the resistance against imperialism in France, France’s role in the imperialist order, and the pro-Palestine struggle. Guerre à la Guerre presents us with the picture of the promising developments in France against the state’s rampant warmongering and the prospects for expanding resistance.

1. Can you introduce briefly Guerre à la Guerre to our readers? When was your coalition founded? What are its aims, active campaigns and some past actions?

Hi. Guerre à la Guerre was created out of a realisation: as wars – often imperialists – were raging, the Left was not able to answer in a strong manner. We, meaning antifascists, “radical” ecologists, members of the Palestine solidarity movement in France decided to form an alliance in order to build this strength that we so severely lacked.

When we launched the coalition, in November 2024, we had in mind the scattered state of the antimilitarist movement in France. Basically, there were very traditional antiwar associations on one side, with a very legalist approach, and more anarchist or autonomous groups on the other side, doing more direct action. Both were very separated from one another. Hence why we try to organise not as a party nor an organisation in the traditional term, but rather as a coalition, trying to build connections between existing forces in France and possibly elsewhere. Inside the coalition, we decided to organise between autonomous and revolutionary forces, i.e. without the institutional left. The point is to put out some political positions, and organise outside of the coalition with people and groups that adhere< to them, even with social democratic parties (La France Insoumise) or trade unions (CGT, SUD).

The genocide in Gaza has made this objective even more necessary, as Palestine is at the centre of our mobilisations and efforts. Without a strong anti-war, anti-militarisation effort, we will not be able to put pressure on our governments in order to end this suffering.

However, Guerre à la Guerre has other aims, as we try to fight back against what we have analysed as an ongoing “militarisation process” in France. This follows two tendencies. The first one stems from the weapons industry in France, which is taking more and more place as France became the second largest weapons seller in the world. Along with a crisis of the manufacturing sector, this means that more and more of the industrial power and investment in France will be going towards weapons production. The second tendency, inseparable from the first, is the huge growth of the defence budget and more generally the involvement of the army in other fields, like education, health, etc. We also chose to define a “continuum of war and control”: war machines, surveillance technologies, repression weapons, jails, camps and borders. From this political and strategical analysis, the coalition started to join exiles collectives, feminist and antifascist groups, decolonial movements… and all these forces took an important part in the construction of the coalition.

We organise on many different levels, both national and local, trying to connect all those different aspects of militarisation. Weapons fairs are a very important target, and we acted against those in Paris. We also demonstrated on July 14th, in order to show an antiracist and antiwar side, fighting back against the celebration of nationalistic and warmongering values.

2. Can you describe your mobilization for the Paris Air Show? What was this show and why did you select it as a target? How effective was the mobilization and what kinds of police repression did you face?

The Paris Air Show is a plane and spatial fair, where every manufacturer in the industry turns in, from 175 countries. It amalgamates the civil and the military parts of the industry, with many visitors (164 000 this year) coming to admire the Air Show. Planes, weapons, drones, rockets are on display, and other planes are flying above the fair, in order to build a fun and family-friendly image of said weapons. Above all, this show takes place right next door of the Bourget Airport from where our exiles comrades are deported. They played an important role in the choice of this target.

It unites everything we fight against, and that is why we made the “Stop Bourget” mobilisation.  First and foremost, it is the place where billion-dollar weapons contracts are signed, and all the major “players” are here, both French and international. Death merchants are there, and we wanted to show this. Israeli companies and French companies profiting from the genocide were at the centre of our target, but it was important for us to show that the weapons business profits from any war, anywhere, from Ukraine to Sudan. Secondly, it is an occasion to show that civil and military industries are tied, and to inform people on the military-industrial complex’s place in France. Thirdly, and it might seem more anecdotal, it takes place in the Banlieues, near one of the poorest districts in France, the 93. None of the wealth coming from this celebration of weapons sellers comes back to those in need. This also highlights the colonial nature of the militarisation in France, as people living in the area are often descendants of victims of French colonialism, and still suffering under neo-colonialist policies.

To be blunt, the mobilisation was not so effective. Because of an antiterrorist operation, the main project was abandoned and we were not able to disrupt the fair. The more direct actions that took place were more symbolic. Some groups disrupted the exhibition inside by staging a ‘dying’ protest, others repainted the façade of GIFAS, the arms dealers’ lobby, others covered the metro steps with red paint, forcing visitors to cover their shoes with blood-coloured paint, and a balloon release did take place, even if it did not have the scale of the ‘celestial procession in the colours of Palestine’ initially planned to prevent any aircraft from taking off.

The demonstration brought together between 2500 and 4000 people, and was heavily surrounded by the police, even though we had no intention of confronting anyone. When fighting against those powers, the State’s pushback is very strong, both in terms of direct police repression and surveillance. People were arrested in the days before the demonstration; on the day, the union centre where we were located was raided by the police, people were searched for weapons – and the police popped all the helium balloons that were prepared for the demonstration. The demonstration wasn’t huge, but many local residents joined in. Palestine and Islamophobia were central themes, which wasn’t ridiculous for a music festival in the suburbs.

However, as a first step, it remains a success. We successfully organised with people from very different paths: union members, political parties, anti-war associations, decolonial militants, ecologists, and simply people from the neighbourhood. The union members said that it was one of, if not the biggest demonstration they had seen in the district. With more structure, more time and experience, it will reach more people, especially in the base of those organisations, and grow!

3. How do you assess France’s position in the contemporary imperialist system and rivalry? More specifically, what is France’s current position within the overarching capitalist-imperialist agenda led by the US? While, for the most part, France staunchly follows US-NATO-led agendas and wars, at times it seems to attempt to strike a more independent tone. How should we approach France’s role in general imperialist plans, its relationship with the US, its own imperial ambitions, and the new strains in the relationship between Europe and the US as a whole? 

Not all factions within the coalition may share the same analysis. However, here are a few ideas that most agree on. France is part of the imperial core. It is obvious that France is a US ally, and the militarisation process that we talk about also answers some American demands (the 5% of GDP military spendings). For its biggest recent military operations, France has needed US help, for example in Libya in 2011. However, France has a special place in the architecture of this US-led imperialism.

Firstly, France is an imperial power on its own. It is surely secondary in terms of power, but not in terms of territory, as France has the second biggest exclusive economic zone in the world due to the remains of its colonial empire. Kanaky, French Guyane, and many other constitutes assets for an imperialist power. France also still has a big influence in the formally sovereign countries that constituted its empire, through institutions like the CFA Franc, protected investments and more direct political interference.

Secondly, France has both an economy totally intertwined with the US economy, an army dependent on the US army and the US industrial complex, and a history of political non-alignment, from de Gaulle’s exit from the integrated command of NATO in 1966 to Chirac’s famous opposition to the Iraq War.

Thirdly, France and Germany are certainly the two economic and political leaders of the European Union – which certainly can be interpreted as a US-controlled asset, but is still a very important political and economic organisation.

In those three aspects lies the key to understanding France’s at times contradicting stances. Macron will follow the order given by Trump, i.e. to reinforce the military budget, but he will do it by saying that Europe needs a common defence and military independence (disregarding the fact that this means buying a lot of weapons from the US). Europe as a whole will try to develop a “sovereign cloud,” or independent military digital infrastructures, but using US technologies and remaining dependent on US firms.

To us, the apparent tensions between the US and France are however very real, as France has to follow the American rule, even when it goes against its own interest. In various ways, France, which is declining in its neo-colonial dimensions, is attempting to reposition itself within NATO, particularly in areas such as ‘space warfare’.

4. How do you think France is reacting to, or plans to respond to, the developments in Africa, with more governments detaching themselves from the remnants of French colonial rule? How do these developments relate to militarism and police-state repression in France?

As said, much of France’s fortunes comes from its colonial and post-colonial empire. For example, one of France’s richest man, Bolloré, has made his fortune by selling and exploiting harbours in West Africa, using the collaboration mechanisms built in the aftermath of the formal decolonisations. However, many in those countries now reject what is called “Françafrique”, as the “France dégage” campaign in Senegal has shown. The French army has had to evacuate some of its military bases, but it retains others and its special forces remain very present in the Sahel and Central Africa, where they face strong competition from Russian paramilitary forces (Wagner/Afrika Korps). France is doing everything it can to stay in the race, even though it is effectively losing ground.

To understand the link between France’s colonial empire and the repression in France, we have to go back to what we call the colonial continuum: the methods that were used against the population in the colonies, then against national liberation movements, are used today firstly and daily against non-white proletarians in the suburbs, in jails and through the regime of borders, then against political activists. More broadly, the immigrants coming from those ex-colonies suffer from racism, and are “dealt with” in a colonial way: the “BAC”, a violent unit in the French police, is an offspring of a special unit created in order to oppress immigrants of the colonies in the 50s.

France is a medium-sized imperial power, in decline but still deeply structured by external and internal colonialism.

5. How would you describe the resistance in the street in France against imperialism and war? What are the main components of the resistance and how widely is the movement against imperialism and war taken up by the working class and its organizations such as the unions?

Imperialism has been severely under-thematized by the extra-parliamentary Left, but is making a comeback in the discourse at the moment. The situation in Palestine makes it more obvious to more people, and it draws people towards those questions. The unions on the left, even those with more corporatist approaches, have to act – as the actions of the CGT Dockers in Marseille have shown – and many small strikes for Palestine have taken place. In the movement for Palestine, working-class neighbourhoods are present and exiles are leading a movement against border systems. We are at the beginning of rebuilding an anti-militarist, anti-imperialist and internationalist movement, but the main work still lies ahead!

6. How do you assess the current situation of the pro-Palestine struggle in France? What are your observations on the current state of Palestine actions and the participating social groups (migrants, workers, women, students etc.)?

The fight for Palestine is very socially diverse. The main differences with a more classical movement is that it is very young, and less white than usual. Women have always had an important place in the Palestine solidarity movement in France. This current movement is also characterised by the rise of Palestinian voices, with the movement being led by Urgence Palestine – which is part of Guerre à la Guerre – and whose leading voices are Palestinian. During the first months of the Palestine solidarity movement after October 2023, it was very difficult to organise demonstrations as the repression was harsh. This element, combined with the repression of the riots in the popular neighbourhoods of the 2023 summer slowed down the involvement of the popular youth compared to the movement during the 2014 war in Gaza. Palestine is now one of the drivers of politicisation among the youth since it blatantly links a humanitarian crisis to the US-led imperialism world system.

However, the lack of effectiveness of the traditional demonstration did not push many people towards more radical actions, like Palestine Action in the UK.

7. How do you think anti-imperialist movements across the world can form stronger international solidarity? What kind of actions and campaigns would be most effective to develop this solidarity?

Guerre à la Guerre is very young, but we feel that we cannot build an effective movement against war without an internationalist approach. The European scale is particularly relevant since many of the NATO member are located there. With the rapid growth of military spendings in Europe at the expense of the working class, there are some movements or coalitions called “war to war” that are appearing in countries such as Italy and Germany. This is a very good opportunity to build an anti-imperialist movement that crosses borders since the situations in France, Germany and Italy are very similar in terms of the military spending being imposed by the US. We try to maintain contact with many other countries, especially in campaigns for Palestine or against NATO. NATO probably is the most obvious target, but building an international demonstration takes time and effort.

But before trying to do one big thing, communication between anti-war movements around the world, coordination through common analysis seems to be necessary. This will take time. But it will allow for a more international culture.  Let’s work together to build this international movement of peoples against war and for revolutionary peace!

Ya tam sessizlik ya direniş!*

Bölgede ve ülkemizde emperyalist efendilerinin emrinin dışında tek bir adım atmayan Saray Rejimi, içerde ve dışarda savaşa uygun olarak saldırılarını arttırıyor. Bunu sağlamak için, tüm partilerden aynı sesi, tüm basından aynı sesi çıkartmak istiyorlar.

Saray’ın saldırıları hepimizedir. İşçilere, öğrencilere, kadınlara, doğasını/yaşamını savunanlara, her inançtan her dilden halklara, bu karanlığa teslim olmayan herkesedir.

Kayyum, biber gazı, zam, tutuklama, işçi cinayeti, kadın cinayeti, gözaltı, vergi, polis şiddeti, yağma, sansür, rant, yolsuzluk, mafya, rüşvet, şantaj, yasaklama, savaş…

İşte bizim Saray ahâlisinin yönetme biçimi… Başka kavramlar da eklenebilir elbette ancak bir bütün olarak esir alınmak istenen toplumun direnişi karşısında başkaca hünerleri de yoktur. Sonu gelmez sanılan bir döngüyle hepsinin başına “daha fazla” getirmek dışında bir yolları da yoktur.

Daha fazla kayyum, daha fazla biber gazı, daha fazla zam, daha fazla tutuklama, daha fazla…

Biz direnenlere düşen de budur, daha fazla, daha fazla direniş!

Bugün direnenler saldırıların geldiği yerde, geldiği anda direnmektedir. Bu elbette değerlidir, kazanım da sağlayabilmektedir, planları da bozabilmektedir. Mesela işçiler kendi fabrikalarında ücretler için bir greve çıktığında zam alabilmektedir ancak OVP zammı kuş hâline getirmeye devam etmektedir. Mesela 19 Mart’ta İBB’ye kayyum atanması, İmamoğlu’nun siyasetten men edilmesi ve CHP’nin başına yeniden Kemal Kılıçdaroğlu’nun getirilmesi planı aynı anda devreye sokulan saldırılarla başlamış, İstanbul Üniversitesi’nde yıkılan barikatlar direnişin önünü açmış nihayetinde İBB’ye kayyum atanmamış ancak saldırılar tamamen durmamıştır, İmamoğlu da tutuklanmıştır.

Saldırıları tamamen durduracak güç direnişte vardır.

Bunun için bize; saldırıları beklemeden, bir sonraki adımımızı konuştuğumuz, taleplerimizi belirlediğimiz, birlikte kararlar alıp, birlikte hayata geçirdiğimiz yan yana gelişler gereklidir. Gezi’den bugüne her kitlesel eylemden öğrendiğimiz yegâne ders budur. Biz bunu yaptığımızda acaba güvendiklerimiz bizi nasıl satacak diye düşünmeyi bırakacağız, biz ne yaparsak o olacak.

Bunun için bize; Genel Grev lazımdır. Saray’ın boykottan korkusunu hatırlayın. Onların korkusunu büyüten biz üretenlerin artık onlar için üretmeyi durdurmasıdır, gücümüz buradadır. Bu güç, süt, ekmek, araba üretmeyi durdurduğunda, mağazaları açmadığında, bu güç metrobüsleri vapurları durdurduğunda bu güç bir bütün olarak Genel Grev dediğinde, kayyumları göndermek de, tutsaklarımızı cezaevinden çıkarmak da mümkündür.

Bunun için bize; işçilerin, öğrencilerin, kadınların, halkların, doğasını/yaşamını savunanların direnişlerinin birleşeceği bir Birleşik Emek Cephesi lazımdır. Birleşik Emek Cephesi hem daha güçlü hem daha ileri hem daha örgütlü bir şekilde direnmek ve kazanmak için gereklidir.

Saray Rejimi’nin saldırmak dışında bir yolu kalmamıştır. Madem ki saldırılar Saray’dan başlamaktadır direnenlerin de saldırıyı başladığı yerde durdurmak için Saray’a doğru yol alması gerekmektedir. Genel Grev’le hayatı durduran, Saray’a yürüyen milyonların direnişi özgür bir yarını yaratacaktır.

10 Eylül 2025
KALDIRAÇ

*:10 Eylül 2025 Çarşamba günü Kadıköy’de gerçekleştirilen mitingte dağıtılan bildiridir.

Sanat(çın)ın yükümlülüğü

“Sanatçı, biçimlerin kendilerinden daha çok, biçimlendirici kuvvetlere değer yükler.”[1]

“Sanatın iflası”ndan[2] söz edilen kesitte de “Sanat lüks değil ihtiyaçtır”;[3] ezilen insan(lık) için elzemdir; Bertolt Brecht’in, “Sizler, şu an batmakta olan geminin duvarlarına çiçek resimleri yapıyorsunuz ve bunun adına da sanat diyorsunuz,” diye uyardıklarına inat.

Kolay mı? “Bir ülkede akıl ve sanattan çok servete değer verilirse, bilinmelidir ki orada keseler şişmiş, kafalar boşalmıştır,” diyen Friedrich Hölderlin çok şeyi özetlerken…

“İngilizce’deki ‘art’ sözcüğü, at terbiyeciliği, şiir yazma, ayakkabıcılık, vazo ressamlığı ya da yöneticilik gibi her türlü insanî beceriyi ifade etmek için kullanılan Latince ‘ars’ ve Yunanca ‘techne’ sözcüklerinden türetilmiştir. Bu eski düşünüş tarzında insanların sanat faaliyetlerinin karşıtı zanaat değil doğaydı. Bu eski ‘sanat’ anlayışı bugün bile kısmen yaşıyor ve bunun sonucu olarak bizler tıp ya da aşçılık gibi kimi faaliyetleri hâlâ ‘bir sanat’ olarak nitelendiriyoruz. Ancak XVIII. yüzyılda bu geleneksel sanat kavramının yazgısını tayin edecek bir bölünme gerçekleşti. (…)

“Bir tarafta yeni güzel sanatlar kategorisi (şiir, resim, heykelcilik, mimarlık, müzik), bunun karşısında ise zanaatlar ve popüler sanatlar (ayakkabıcılık, nakışçılık, hikâye anlatıcılığı, popüler şarkılar, vesaire). Artık, güzel sanatlar diye adlandırılan şey, esin ve deha ile ilgili bir meseleydi, bunlar incelmiş zevkler yaratarak kendi kendilerini amaç olarak sunan şeylerdi; Hâlbuki zanaatların ve popüler sanatların icrası için becerinin ve kuralların varlığı yeterliydi: Bunların hedefi sırf kullanım değeri sunma ya da eğlendirmekten ibaretti. (…)

“Nitekim bugün ‘Şu gerçekten sanat mı?’ diye sorarken artık ‘İnsan ürünü mü yoksa doğanın ürünü mü?’ sorusunu değil, ‘Prestijli (güzel) sanatlar kategorisine mi ait?’ sorusunu kastediyoruz,”[4] biçiminde tarif edilmesi mümkün olan tabloda, yeniden eski(meyen) telakkiyi anımsamakta yarar var.

Örneğin “İnsan varoluşunun ta kökündeki bu büyü -güçsüzlük duygusu ile birlikte güçlülük bilincini, doğa korkusu ile birlikte doğaya üstünlük sağlama yeteneğini yaratma- her türlü sanatın başlıca özüdür. İnsanların kullanabilmesi için taşa yeni bir biçim veren ilk alet yapıcı, ilk sanatçıydı. Bir nesneyi doğanın sonsuzluğu içinden seçip onu işaretleme yoluyla evcilleştirerek öbür insanların kullanabileceği bir alet olarak ortaya çıkaran ilk ad-verici de büyük bir sanatçıydı. Ritmik bir ezgi yoluyla çalışma sürecini düzenleştiren, böylece insanın toplu iş gücünü artıran ilk örgütleyici de bir sanat yalvacıydı. Hayvan kılığına girip bu benzeşme yoluyla avı yakalamayı kolaylaştıran ilk avcı, belli bir çentik ya da süsle bir aracı ya da silahı işaretleyen ilk taş devri insanı, bir hayvan derisini bir kayaya ya da ağaca gererek aynı cinsten hayvanların yakalanmasını sağlayan ilk oymak beyi, bütün bu insanlar sanatın öncü atalarıydılar,”[5] tespitini Ernst Fischer’in…

* * * * *

Oscar Wilde’ın, “Sanat, taklidin bittiği yerde başlar”; Wassily Kandinsky’nin, “Sanatta şart yoktur çünkü sanat özgürdür”; Paul Gauguin’in, “Sanat, ya taklittir ya devrimdir.” “Sanat doğadan çıkarılan bir soyuttur”; Robert Engman’ın, “Bir sanat eseri asla tamamlanmaz. Daha önceden sorulan bir soruyu cevaplar ve yeni bir soru sorar”; “Bir sanat eserinin düzeyi, ifade ettiği fikir ne kadar derinlere gömülmüşse, ne kadar iyi saklanmışsa o kadar iyidir,”[6] vurgularıyla da betimlenmesi mümkün olan sanat, günümüzde sınıflı sömürücü iktidarın çok boyutlu saldırgan kuşatmasıyla karşı karşıya…

Mesela 7’ncisi düzenlenen “Esaretten Cesarete” temalı kısa film yarışması, Ankara’da Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezinde düzenlenen ödül töreninde “Kurtlar” adlı filmiyle yarışmada ödül almaya hak kazanan 24 yaşındaki yönetmen Ecre Begüm Bayrak, ödül konuşmasında 19 Mart 2025’ten beri tutuklu olan öğrencilere desteğini belirtip, Grup Yorum’un şarkılarına YouTube ve Spotify’da erişim engeli getirilmesini eleştirdi. Bunun üzerine TRT spikeri Oya Eren Özkan, sunucu olarak sahnede bulunmak istemediğini söyledi ve “Siyaset yapmayın” diyerek sahneden ayrıldı. Hızını alamayan Özkan, Bayrak’a küfür ve hakaret etti. Salonun dışına taşan olayda Özkan, Bayrak’ı “vatansız” olmakla itham ederken bozkurt işareti yaptı. Özkan, Bayrak ve arkadaşları yaşananlar üzerine salondan ayrılırken ise “kansız köpek” diye bağırdı![7]

Öteki de “Sanat pratikleri, son yıllarda yaygınlaşan teknoloji ve yapay zekânın etkisiyle dijitalleşiyor,” yaygaraları! Dijitalleşmenin yaratıcılığı geliştirdiğini düşünenler de varken; bunu “pop dalgası” olarak tanımlayan Ebru Yetişkin, “Özgün olanı mumla arayacağız,”[8] diyor, haklı olarak!

Tam da burada “Sanat(çı) ne yapar?” sorusuyla yüzyüzeyiz…

* * * * *

Sanatın gereklerini yüksek sesle savunmamız gereken günlerdeyiz; Bertolt Brecht’in “Kurtuluş yok tek başına/ Ya hep beraber ya hiçbirimiz” dizelerindeki üzere.

Kolay mı?

“İnsanların çıplak ayakla dolaştığı bir dünyada yazarın görevi ayakkabı yapmaktır,” der Jean-Paul Sartre’ın yol gösterici sözü.

Toplumsal gerçeklikler, siyasi atmosfer sanatçıyı bir duruş sergilemeye iter; bundan hiçbir sanatçı kaç(ın)amaz.

Sessizliği “tarafsızlık” olarak sunmaya kalkışanlara ‘Hayır’ diyen sanatçı, sessiz kalmanın çürümeye hizmet ettiğini dillendirir. Çünkü sessizlik tarafsızlık ol(a)maz. Zaten tarafsızlık (diye bir şey) da yoktur, gerçekte…

Sessizliğin zulmedenlere güç verdiği herkesin malumken; “teslim olmamaktır bütün mesele”.

Evet adaletsizliğin batağında, haksızlıklar karşısında sanatçının konumu toplumsal direnişin saflarıdır; sanatçı sırça köşkündeki prens ve prensesi oynayamaz, oynamaya kalkışırsa sanatçı ol(a)maz.

Baskılar ne denli devasa ölçekli olursa olsun sanat, sınırlı da olsa sesimizi duyurma imkânını sağlar; söz konusu imkânı kullanmanın bedeli ne olursa olsun!

Şuna şüphe yok: Sanatçı hâkikatle ilişkisini sağlam tuttukça umut üretir; yüzünü yana umuttan çevirmek bir direniştir.

Sanatçının hakikât karşısında konumlanışı öncelikle, insan olma sorumluluğundan kaynaklanan ahlâki bir duruştur.

Nedir (mi) o? İnsan onurunu ayaklar altına alan haksızlıklar karşısında ses çıkarmak.

Haksızlıkları sadece görmekle yetinmez, göstermek zorundadır sanat(çı).

Çünkü sanat(çılar), toplumun hayallerini, sevdalarını, korku ve umutlarını sembollerle anlatmaya, yani hem kendi halklarına hem de insanlığa dolaylı yollardan ses olmaya gönüllü ve mecburdur.

Burada elbette sanattan asıl anladıkları ve hedefleri ün ve zenginlik, kişisel çıkar ve ayrıcalıklı yaşam olmayan gerçek sanat(çılar)dır sözü edilen.

Mesleğiyle ilgili üretimle direnen sanat(çı) yeni dünyalar kurguladığına göre, sanatçının hayata karşı ahlâki bir sorumluluğu olduğunu ve bununda haksızlıklara karşı durmanın mütemmim cüzü olduğunu da eklemeliyiz.

Sanat(çı) sorgulayarak, ön yargıları sarsarak yaşama hâlidir; bu böyle ise, kelimenin sözlük anlamının bir duygunun, tasarımın, güzelliğin vb dışa vurumunda, anlatımında kullanılan yöntemlerin tümü ve bu yöntemlerle ortaya konulan üstün yaratıcılık olduğu “es” geçilmemeli.

“Günümüz sanatçısının önünde kendini özne sanan, ama gerçekte nesneleşmiş insanın gerçek kimliğine kavuşturulması gibi bir görev de durmaktadır. Çünkü sanatçı, yaşanan gerçekliğin değişebilirliğine, daha güzel bir dünyanın mümkün olduğuna inanır ve ona vurgu yapar durmadan.

“Sanatçı birey olarak toplum ve sistem tarafından dayatılmak istenen bu durumu kabullenmediği için tavır alır ve ‘aykırı’ bir konuma düşer. Uyumsuzlukla suçlanır. Bundan rahatsızlık duyup uyum sağlama çabası içine girmesi sanatçı duyarlılığı açısından tehlike çanlarının çalması anlamına gelir.

“Sanat, insanın doğayla, toplumla ve kendisiyle ilişkisinin özel ve tikel görünüşlerinin zenginliği ve çeşitliliği içinde estetiksel olanın zihinsel şekillenmesi olduğuna göre, kurulu düzene, sisteme yerleşmiş kalıp ve şablonları kırmak zorundadır.”[9]

Kötülerin ve güçlülerin her alanda hâkim olduğu bir dünyada yaşıyoruz hepimiz; iyinin, doğrunun, güzelin hâkim olacağı bir dünyaya ancak sanatı da içeren mücadele umuduyla ulaşılabiliriz. Çünkü umut; sanatla, dayanışmayla ve toplumsal bilinçle güçlendikçe daha da görünür olabilir.

* * * * *

Şimdi burada bir parantez açıp hatırlatalım!

Bertolt Brecht, “Tüm sanatlar, sanatların en büyüğü olan yaşam sanatına katkıda bulunur.” “Sanatın apolitik olması, egemenlerle iş yaptığı anlamına gelir.”

Ruhi Su, “Bir şeyler getirmiyor, ileriye doğru bir şey değiştirmiyorsa, yaşıyor sayılmaz bir sanat. Gelenekler bile yaşayanla zenginleşir. Yaptığımız iş, hem halkın özlemlerini gerçekleştirmeli, hem de halkın özlemlerini geliştirmeli.”

Orhan Kemal, “Sanatçı önce hiç kimsenin arabasına binmez. Hele hele bindiği ya da binmek zorunda kaldığı arabanın da düdüğünü çalmaz. Sanatçı ancak ve ancak ‘hak’ bellediği doğruluğuna inandığı şeylerin düdüğünü çalar. Bu düdük kendi düdüğüdür. Akıldır, toplumun yüksek çıkarıdır.”[10]

André Malraux, “Bir sanatçı, başkalarını memnun etmeye çalışmayı bıraktığı zaman yaratıcılığını keşfeder.”

Friedrich Nietzsche, “Gerçekler yüzünden ölmemek için sanata sahibiz.”

Cesar A. Cruz, “Sanat, rahatsız olanı rahatlatıp, rahatı yerinde olanı rahatsız etmelidir.”

Albert Camus, “Sanat eseri, bir itiraftır.”

Theodor Ludwig Wiesengrund Adorno, “Özgür olamayışın ortasında özgürlük benzeri bir şeyi dile getirir sanat.” “Sanatın bugünkü görevi, düzene kaos getirmektir,” derlerken; içinden geçtiğimiz kesitte sanat(çın)ın da ne yapması gerektiğini hatırlatırlar hepimize…

19 Ağustos 2025, İstanbul.

[1] Paul Klee.

[2] Tuncay Özkaradeniz, “Sanatın İflası”, Güney Dergisi, No:108, Nisan, Mayıs, Haziran 2024, s. 36-41.

[3] Vecdi Sayar, “Sanat Lüks Değil İhtiyaçtır”, Birgün, 29 Haziran 2025, s. 19.

[4] Larry Shiner, Sanatın İcadı Bir Kültür Tarihi, çev: İsmail Türkmen, Ayrıntı Yay., 2013, s. 22.

[5] Ernst Fischer, Sanatın Gerekliliği, Çev. Cevat Çapan, Payel Yay. Haziran 1995, s. 34.

[6] Andrey Tarkovski, Şiirsel Sinema, çev: Ebru Kılıç, Agora Kitaplığı, 2009.

[7] Tuğçe Çelik, “Bozkurt İşareti Yapan TRT Spikeri: Siyasi Mesaj Vermeyelim”, Birgün, 1 Haziran 2025, s. 2.

[8]  Deniz Burak Bayrak, “Dijitalleşen Dünyada Sanatın Yeni Rotası”, Birgün, 16 Temmuz 2024, s. 13.

[9]  Hicri Özgören, “Farklılık Zenginliktir”, Yeni Yaşam, 27 Mart 2025, s. 11.

[10]  Orhan Kemal, Önemli Not, Everest Yay., 2007.

İmparatorluktan sömürge cumhuriyete geçiş, Batıcılık, Türkçülük ve İslamiyet | Özgür Demirci

Kapitalist-emperyalizm, sömürgeler ve emperyalist devletlerden oluşan bir yapıdır; bu şekilde işleyişini sürdürür. Bu süreğenlik içerisinde emperyalist devletler arasında tekelci rekabet tüm şiddeti ile sürerken, emperyalist kamplar, ittifaklar bir süre sonra bozulmak üzere yeniden ve yeniden oluşmaktadır. Sömürge devletler ise emperyalist efendilerinin proje, programlarını uygulamak ile yükümlü, ait olduğu sınıfın ihtiyaçları doğrultusunda, kendisine verilen görevi gerçekleştirirler.

Bugün sömürge olan İsrail devletinin, katliamcı ve soykırımcı sınır tanımazlığı, İsrail halklarının çıkarını mı, ABD’nin paylaşım savaşımı içindeki çıkarlarını mı korumaktadır? İsrail devleti aldığı bu konuma öylesine uyum sağlamıştır ki, günlük bilinçle bakan bir kişi, ABD’yi İsrail lobilerinin yönettiğini bile düşünebilir.

Ancak başına ABD’nin geçtiği ve kapitalist-emperyalist düzenin yeniden şekillendiği II. Paylaşım Savaşı sonrası süreçte, İngiltere’nin Osmanlı’dan ele geçirdiği bu toprakları, İsrail devletinin kurulması üzere gönüllü bir şekilde terk etmesi, Ortadoğu’da komünizmi sınırlamak ve emperyalizmin petrol sahalarının koruma altına alınması için değil midir?

Eğer İsrail’in bugünkü sınır tanımaz soykırım ve yayılmacılığı için Yahudilik ile ilgili teolojik ya da ülküsel motivasyonlar aranıyor ise hatırlanmalıdır ki Yahudiler Osmanlı’da, Çarlık Rusyası’nda ve Avrupa’da yaşıyorken de Tevrat’a inanıyorlardı. Tevrat o gün onlara, içinde var oldukları toplum içinde barış içinde yaşamayı, dinlerine sıkı sıkı bağlanmayı ve ayrı bir devlete gerek duymamalarını emrederken, aynı Tevrat neden bugün soykırım ve işgal emretmektedir?

Hem ABD hem de İsrail devleti, İran devleti ile dahi kıyaslanamayacak derecede, gerici yobaz ve kökten dinci bir ideolojiye sahiptir. Ve İsrail devletinin mutlaka dinsel ve ülküsel dürtüleri vardır ancak ulusal çıkarlar adı altında dökülen bu ideolojik sos en başta İsrail halklarını ikna etmek için gereklidir.

İsrail devletinin kökten dinci ve gerici, yobaz bir karaktere sahip olması, ABD’nin bir ileri karakolu olduğu hattâ ABD ordusuna bağlı bir kolordu gibi davrandığı gerçeğini değiştirmez. İsrail devleti ABD’nin Ortadoğu’da tesis edilmiş büyükçe bir askerî üssüdür. Bu görevine sadık olduğu sürece de ne demokrasi, ne insan hakları, ne de bir başka nedenle sınırlanmayacaktır. İsrail devletini sınırlandıracak tek şey bölgemizde gerçekleşecek bir sosyalist devrim olacaktır.

Lenin Kapitalizmin Son Aşaması Emperyalizm çalışmasında, emperyalizmi tarif etmek için, üretim ve sermayenin yoğunlaşması, yani tekelci hâkimiyetin belirleyiciliği, sanayi sermayesi ile finansal sermayenin içi içe girmiş olması, sermaye ihracı, dünyanın pazar olarak paylaşılmış olması, dünyanın teritoryal (jeopolitik) olarak paylaşılmış olmasını işaret eder. Bu beş madde bir sistemin temel bileşenleri ve bu bileşenlerin birbirleri ile ilişkilerini tarif etmek için verilir. Yani bir emperyalizm cetveli vermez.

Örneğin Rusya ve Çin’in diğer ülkelere DYY (doğrudan yabancı yatırım) aktarması, bu ülkeleri emperyalist yapmaya yetmiyor. Aynı mantıkla, sermaye ihracı temel alındığında, ABD’ye en fazla DYY yapan ülke Kanada’dır ve bu noktadan hareketle, ABD Kanada’nın sömürgesi gibi görünebilir.

Kapitalist emperyalizm, iktisadî ve siyasal olarak bir dünya sistemidir. Bu sistem kendi paylaşım ve sömürgeleştirme mekanizmaları üzerinden yükselmektedir. Savaş, siyasetin farklı araçlar ile devamıdır ve emperyalizm savaşsız var olamaz. Yani Lenin’in işaret ettiği dünyanın pazar olarak ve teritoryal olarak paylaşımı, emperyalist paylaşım savaşımı dışında yeniden düzenlenemez.

Kurulu düzen bozulmadan bir başka düzen onun yerine geçemez. Buradan çıkışla, hiçbir sömürgenin herhangi bir kalkınma modeli ile bağımsız hâle gelemeyeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bir kapitalist ülkenin, dünya sistemi olan kapitalist-emperyalist sistem içinde bulunduğu yeri kendi iç dinamikleri üzerinden belirlemesi mümkün değildir.

Sömürgeden bağımsızlığa, bağımsızlıktan emperyalizme bir evrim yoktur. Bu anlamı ile muasır medeniyetler seviyesine ulaşmanın, daha iyi sömürge olmaktan başka bir anlama gelmediğidir.

Mesele, kapitalist-emperyalist sistemin dışında, daha doğrusu karşısında yer alabilmektir. Eğer bu gerçekleşmiyor ise kendinizi istediğiniz kadar ulusalcı, anti-emperyalist olarak tanımlayın, sonuç değişmeyecektir. “Meseleler, Şilili seçmenlerin kararına bırakılamayacak kadar önemlidir,” diye konuyu özetliyor Henry Kissinger.

Aynı İsrail’in kuruluşu örneğinde gördüğümüz gibi, orada bir ileri karakola ihtiyaç duyan kapitalist emperyalizm, Akdeniz’de büyükçe bir uçak gemisi ya da füze rampasına ihtiyaç duyduğunda, “Kıbrıs, Kıbrıs halklarına bırakılamayacak kadar önemlidir,” diyecektir. Bunun anlamı ise Akdeniz’de de Kıbrıs halklarının her barış ve özgürlük talebinin, daha fazla kan ile karşılık bulması olacaktır. Bugünlerde adaya yapılan yığınak ve tahkimat gözden kaçırılmamalıdır.

Milli menfaatler mevzubahis olduğunda, gerisi teferruattır. Bu yazının konusu ise işte bu geride kalan teferruatlardır.

Bir teferruat olarak kırmızı kazağı ile Bodrum kıyılarında 6 yaşında can veren Aylan Kurdi, aslında Suriyeli bir Kürt teferruat olarak ölürken, bundan fazla değil 150 yıl önce Suriye’den Bodrum’a gelseydi, bir kaçak değil, kendi toprağında dolaşan bir çocuk olacaktı ve eğer Ege adalarına geçmeyi başarabilseydi, yine kendi toprağında özgürce dolaşan bir çocuk olmaya devam edecekti. Ama öyle olmadı, her devlete bir millet lazımdı ve her devletin teferruatları İngiliz cetveli ile petrol kuyularına göre bir şekilde ayrılmış oldu.

Milliyetçilik sınıflara göre bölünmüş kapitalist toplumu, ulus temelinde ele alarak zaten bilimsel gerçekliği eğip bükmektedir. Ancak konu tarihsel, toplumsal temelde ele alındığında görülecektir ki, milliyetçilik aslında kendi toprağına ve kendi toplumuna ihanet etmenin en kestirme yoludur.

  1. Mehmet, Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti Konstantiniyye’yi fethetmeye karar verdiğinde, bir şehri değil, Roma İmparatorluğu’nu fethetmeye karar verdiğini biliyordu. Bunu fetihten hemen sonra kendine Kayzer-i Rum demesinden anlayabiliyoruz.

Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya, ister Büyük İskender’in fethettiği coğrafyadan, ister Roma İmparatorluğu haritasından, isterseniz de Osmanlı izdüşümünden ele alın, her seferinde içinde yer aldığımız bölgemiz, uygarlığın merkezine oturan bir bütünlük olarak ortaya çıkaracaktır. Bunu ister dinler tarihinden, isterseniz fetihler tarihinden, isterseniz de medeniyetler tarihinden yola çıkarak ele alın, sıklıkla Mısır ve Hindistan’ı kapsayan ve bazen de olduğu gibi Kuzey Afrika’yı yani Mağrip’i kapsayan coğrafî, kültürel bir bütünlüğe ulaşmış olursunuz. İşte tam da bu sebeple Aylan Kurdi zaten kendi topraklarında dolaşırken ölmüş oluyor.

Doğu-Batı çelişkisi adı verilen ve kendini hem İmparatorluk Roması’nın idarî örgütlenmesinde ifade eden, hem de Ortodoks ve Katolik ayrımında ifade eden ayrım, asla Hıristiyan ve Müslümanlık olarak ortaya çıkmamıştır. Bu ayrım Konstantin’in Büyük Roma İmparatorluğu’nun başkentini İstanbul’a taşıması ile başar.

Roma İmparatorluğu’nu bir arada tutabilmek için her bölgede kendi tanrısı olan paganlık değil, soyun anneden yürüdüğü ve dâhil olmak için pek çok şartın gerektiği Musevilik değil, aslında bir mazlum olarak çarmıhta can vermiş olan İsa’nın dini çok daha elverişli görünecekti. Konstantin her ne kadar kendisi bir pagan olarak ölmüş olsa da, bugünkü Hıristiyanlığı İznik’te inşa etmiş olan kişidir. İznik Konsilinde atılan temeller sayesinde Doğu Roma İmparatorluğu, Batı Roma İmparatorluğu’ndan belki de bin yıl daha fazla yaşayacaktır.

Ortodoks ve Katolik ayrımı basit bir ayrım değildir ve Katolik Haçlı orduları Kudüs’ten önce İstanbul’u tam bir truva atı hilesi ile yerle bir edecek ve hiçbir kutsallığa saygı göstermeden değerli gördüğü ne varsa yağmalayacaktır. Fetih sırasında Doğu Roma ordusunun başkomutanı ve Konstantinopolis’in en zengin kişisi olan ve servetini şehrin savunmasında harcamaktan çekinmeyecek olan Lukas Notaras “Konstantinopolis’te Latin serpuşu görmektense, Türk sarığı görmeyi yeğlerim,” diyebilmiştir. Çelişki bu kadar köklüdür. Bir yanlış anlama olmaması için, Notaras’ın fetihten sonra 10 yıl boyunca gerilla savaşı ile şehrin direnişini devam ettirdiğini ve bu direniş sırasında can verdiğini belirtelim. Yani ortada hiçbir şekilde Osmanlı taraftarlığı yoktur. Doğu’nun zenginliğinin, Batı’nın yağmacılığına karşı direnişi vardır.

Fatih Sultan Mehmet’in bu nesnelliği tamamen doğru okuduğu kesindir. Çünkü Roma’nın devamcısının Ortodoks ya da Müslüman olması eğer Roma’nın bütünlüğü korunabilirse çok da önemli değildir. Gerçekten de Papa II. Puis, II. Mehmet’in Hıristiyan olması şartı ile Şark’ın ve Greklerin imparatoru unvanını vereceğini ilan etmiştir. Bu arada bütün İslâm teamüllerinin karşısında yer alarak, elinde tuttuğu bir gül ile kendi portresini çizdirmiş olan II. Mehmet’in dinini tartışmak bizim açımızdan çok da gereli değildir. Ancak Roma İmpratorluğu’nun devlet örgütlenmesini neredeyse tamamen içerecek şekilde yapılandırdığı Osmanoğlu beyliğini bir imparatorluk hâline getirebilmesi, II. Mehmet’in bilincini ve ufkunu göstermesi açısından önemlidir.

Söz konusu imparatorluk, Fas’tan Yemen’e, Yemen’den Tiflis’e, Tiflis’ten Budapeşte, Macaristan’a kadar alanı olan, bu coğrafyadan beslenen ve bu coğrafyayı etkileyen fetihçi bir imparatorluktur. Ve fethettiği alandan çok daha geniş bir alana yayılmış olan etkisi üzerinde durmak çok da gerekli değil ama Viyana kahvesinin, Kanuni’nin Viyana yenilgisi sırasında bıraktığı kahvelerden çıktığı söylencesini ya da İtalya’da hayranlıkla Osmanlı gibi giyinen ve bu sebeple yoksul halk tarafından Osmanlı paşası zannedilerek linç edilen soylulardan bahsetmeden geçmeyelim. Bölgede yaşayan halkaların birbirine entegrasyonu, birbiri ile etkileşimi imparatorluğun sağladığı nesnellik üzerine gerçekleşmiştir. Suriye’nin humusu ile Balkan’ın rakısının aynı masada buluşması bu nesnellik üzerinde vücut bulmuştur.

Burada mesele bir bey sarayı ve onun askere hazır tuttuğu tebaası, bir-iki cami, medrese, hamam ve kadılıktan müteşekkil külliye ile tesis ettiği ve aldığı vergi ve elde ettiği devşirmelere bakan yüzeysel bir egemenliği yüceltmek değildir. Osmanlı pragmatisttir.

Viyana’ya İslâm’ı götürmek için seferlere çıkan Osmanlı, Fatih ilçesinde Samatya’nın, Kumkapı’nın, Yedikule’nin İslâmlaşması ile çok şükür ki hiç ilgilenmeyecektir, zira bu semtlerin İslâmlaşmasında Osmanlı’nın menfaati yoktur.

Ancak imparatorluk hâline gelirken, Roma mirasını teslim almayı hedefleyen bir ufuktan, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” noktasına gelmek gerçekten acınasıdır ve bu trajedide komediye yer yoktur. Katliamlar kaç kez tekrarlanırsa tekrarlansın, bu devletin kendi halklarına kusturduğu acının tarifi yoktur ve komedi burada yer bulmaz.

Bölgemizde kapitalist-emperyalist sisteme karşı mücadele eden bir devrimcinin, Lozan ile çizilmiş sınırlar üzerinden kendini sınırlaması tarihsel, toplumsal derinliği yitirmenin açık bir itirafıdır. Bölgemiz ve dünya ile ilgili kapitalist-emperyalizmin çizdiği sınırları aşamamak, ufuk darlığıdır.

Bugün insanlar cenazelerini nasıl kaldıracaklarını, düğünde nasıl dans edeceklerini bilmiyorlarsa, bu, insanların, kökü olmayan, tarihi, geleneği olmayan ahlâkî değerlerin yüz yıllık deneyimleri değil anlık çıkarları yansıttığı bir köksüzlüğe, yüzeyselliğe mahkûm olmasındandır.

Çünkü ister Rum, ister Ermeni, Kürt, Çerkes vb. bir halktan gelen ve varlığını devam ettirmek isteyen her aile kökünü hiçbir fikri olmadığı Orta Asya’ya dayandırmak zorunda kalmış, soyadı olarak Öztürk vb. almıştır. Roma’dan gelen ve Osmanlı’da devam eden binlerce yıllık gelenek yerini korku, biat ve kişiliksizleşmeye bırakmıştır. Bu olağanüstü bir fakirleşmedir ama olsun Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur.

Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur, halifeliğin ve patrikhanenin birlikte yer aldığı bir şehirde, bu etki alanını bir kenara bırakarak, kendi içine dönmenin ve kendi halklarına kan kusturmanın burjuva anlamda bile karşılığının olmadığı kesindir.

Bu davranış bir burjuva egemenin değil, itaatkâr bir sömürge hizmetkârının eseri olabilir ancak. Bu anlamı ile Türk’ün Türk’ten başka dostu yok diyerek kendi içinde halklarına kan kusturan kâhyalar, II. Mehmet ile tamamen zıt konumlara yerleşirler. Fatih imparatorluğu temsil eder, bunlar sömürgeleşmeyi. Fatih egemenin ufkunu gösterir, bunlar hizmetkârın itaatkârlığını.

İmparatorluktan sömürgeye geçiş sürecinde Osmanlıcılıktan İslâmcılığa, İslâmcılıktan ise Türkçülüğe geçiş bir serbest düşme hareketi değildir. Küçük Kaynarca Anlaşması ile başlayan ve 1923’te tamamlanan sömürgeleşme süreci tüm dünyayı içine alan sınıf savaşımı ve I. Paylaşım Savaşımı altında şekillenmiştir.

Bugün sürmekte olan emperyalist pazar paylaşımının, ülkemizde bir kâhyalar savaşı olarak varlık bulduğunu gözlemlemekteyiz. Bu paylaşım savaşımının, devletin ve toplumun her kurumuna sızmış ve şekil vermiş olduğu çıplak gözle görülebilir hâldedir.

Rant, yağma, savaş, toplumun bütün gözeneklerine işlemiştir ve en ufak siyasi gelişme, patlamış lağım borusundan çıkarcasına, tüm aydınından köşe yazarına, generalinden mafya tetikçisine, siyasi partisine, bankacısı, bürokratı, futbolcusu hepsi ama hepsi, ait oldukları efendileri için o duvarın altına dizilmektedir.

Bu durum I. Dünya Savaşı koşullarında, paylaşılmak için masaya yatırılmış bir imparatorluğun içinde de hiç de daha masum değildi. Bir paylaşım savaşı, emperyalizm ne kadar masumsa, emperyalistlerin yerli ortakları, iş birlikçileri de o kadar masumdur.

Dolayısı ile sömürgeleşme sürecini, düşman işgali altında kalmış devleti nasıl kurtarırız derdine düşmüş, her kayıpta daha fazla köşeye sıkışarak zorunlu kararlar vermek zorunda kalmış sivil, asker bürokratlarının direnişi olarak okuyamayız.

Sınıflı toplumların tarihi, sınıf savaşımlarının tarihidir. Altyapı ile üstyapı arasındaki ilişkiyi sınıf savaşımı kurar ve bugün gözlerimizin önünde şekillenen Saray Rejimi bu ilişkiyi canlı olarak bizlere göstermektedir. Dolayısı ile I. Paylaşım Savaşı ve sömürgeleşme süreci de bu ilişkiden azade değildir. Diyalektik bizim ülkemizde de aynı şekilde çalışıyor neticede.

İmparatorluğun özellikle Küçük Kaynarca Anlaşması ile su yüzüne çıkan çözülme süreci ve devamında sömürgeleşmesi süreci mutlaka detaylı olarak değerlendirilmelidir, bunun için Deniz Adalı’nın “Anadolu Dün, Bugün, Yarın Tarih ve Devrim” çalışması hem tarihsel, toplumsal koşulların analizi hem de konunun ele alınış metodu olarak çok önemli bir referanstır. Burada ele aldığımız konunun bütünlüğünü korumak için sadece zorunla tarihsel, toplumsal durumu aktarıyor olacağız ancak sürecin bütünlüklü kavranması için doğru referans üzerinden çalışılması zorunludur

Osmanlı ekonomi-politiği, aynı Roma İmparatorluğu gibi, askerî bir örgütlenme olarak şekillenmiştir. Ganimet ve dış ticaret yollarının kontrolü üzerinden, doğrudan askerî olarak elde edilen gelir, köylünün feodal üretimi üzerinden alınan verginin yine askerî örgütlenmelerle tahsil edilmesi ile ekonomi temel yapısına kavuşur.

Ancak dünya kapitalist aşamaya hattâ onun en yüksek aşaması olan emperyalizme çoktan geçmiştir. Bu köklü değişim, hem üzerinden haraç alınan ticaret yollarının değişimini gündeme getirmiş hem de yeni fetihlerin yenilgi ile sonuçlanmasının nesnel temeli olmuştur. 2. Viyana Kuşatması’nın da yenilgi ile sonuçlanması aslında sürecin kırılma noktalarından biridir ve çok önemlidir.

  1. Viyana Kuşatması’nın yenilgisi, başka yenilgiler ile de birleşince, erken Tanzimat denilebilecek ve ekonominin içeride kendi dinamikleri üzerinden yürümesini hedefleyen arayışlara girilmiştir ancak müesses nizamdan beslenen Galata bankerleri ve saray bürokratları bu arayışlara Patrona Halil eliyle son verecektir. Damat İbrahim Paşa öldürülür, III. Ahmet tahttan indirilir.

Arayışlar temel gelir kaynağı olan ordunun reorganizasyonu üzerine yoğunlaşır ancak sürekli alınan yenilgiler etkisinde, bu hiç de kolay olmayacaktır. Bugünden baktığımızda bir yeniçeri devleti için her an ölmeye hazır, halkından ve toprağından koparılmış bir devşirme gibi görülebilir. Ancak bir yeniçeri ağası en az Galata bankerleri kadar egemenin bir parçasıdır.

Tüm bu askerî yenilgilerin artık kesinlik kazandığı ve Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk kez savaş tazminatı ödediği, kendi iç işlerine müdahalenin açıkça kabul edildiği, Küçük Kaynarca Anlaşması (1744) bir dönemi sonlandırırken, çözülmenin başladığını ilan ediyordu.

Yeniçeri ve sipahilerin tasfiyesi ancak 1826 gibi çok geç ve etkisi çok az bir tarihte mümkün olabilecekti. II. Mahmud bir yandan orduyu reorganize ederken, diğer yandan çözülmeyi durdurmak ve kopuşları sınırlandırmak için reformlar gerçekleştirir.

Osmanlı’nın sömürgeleşmesi süreci başlangıcında, kendini emperyal bir güç olarak görmesi ve her zaman yaptığı gibi emperyal hedeflerini güçlü bir ordu vasıtası ile hayata geçirmeye çalışması son derece anlaşılırdır. Burjuva dönüşümün saltanatın ortadan kalkmadan sağlanması mümkün görülüyordu, ki İngiltere, Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve elbette Rus Çarlığı bunun somut örnekleriydi. Diğer yandan ABD uluslaşması, egemen ulus ve halkların bir arada duruşu için bir başka burjuva örnek yaratabiliyordu.

İşçi sınıfının kendi bağımsız talepleriyle yeryüzü üzerinde sınıf savaşımı sahnesine çıkmasıyla birlikte, burjuva devrimler, feodal egemenlerle uzlaşarak devrimi gerçekleştirmiştir.

Ya feodal egemen kendini burjuvaya dönüştürürse? Ve burjuva dönüşümü, saltanat gerçekleştirse?

Sanırım saltanat kendine bu soruları soruyordu ve bunu kapitalist-emperyalizme bakarak, onu taklit ederek, ondan öğrenmeye çalışarak, ama aynı zamanda sömürgeleşme yolunda sürekli daha fazla tavizler vererek arıyordu. Batı’nın olumlu yanlarını alıp, devlete ve topluma zararlı olacak taraflarını dışarıda bırakacaktı, içine almayacaktı. Elbette tarih bu kadar çocukça akmıyor. Ancak sömürgeleşmenin itici gücü olan Batıcılık ve aslında imparatorluğu yaşatmanın yolu olan Osmanlıcılık, bu iki soru üzerinden varlık buluyor olmalıdır.

İkinci Mahmud’un reformlarını, Mustafa Reşid Paşa’nın öncülüğünde hazırlanan I. Tanzimat ile Abdülmecid takip edecekti ve söz konusu reformlar hiç de azımsanacak nitelikte değildir.

Bu süreç içinde kapitalist dönüşüm arayışları son derece belirgin bir hâle gelir ve bu çerçevede Osmanlı, kapitalist-emperyalizmin hammadde sağlayıcısı bir konum alır.

Gerçekte, dokuz nesne: tütün, pamuk, buğday, arpa, kuru üzüm, mask, ipek, haşhaş ve tiftik 1850 ile 1870 yılları arasında, imparatorluğun satışlarının %60’ına yakınını oluşturur tek başına (Paul Dumont’tan aktaran Deniz Adalı, Anadolu Dün, Bugün, Yarın, Tarih ve Devrim, s. 419).

Bu süreci Feshane, Şirketi Hayriye, Hereke halı fabrikası vb. pek çok sermaye yatırımı izler.

Yığınla serüvenden sonra 1863’te bir Fransız-İngiliz kuruluşu olarak doğan ve Osmanlı devlet bankası rolünü oynayan Osmanlı Bankası’nın durumu özellikle böyledir. Anlamlı adlar taşıyan şu birçok girişimin durumu da böyledir. Osmanlı İmparatorluğu Umumi Şirketi (1864), Osmanlı Umumi Kredisi (1869), İstanbul Bankası (1872), Umumi Şirket, Osmanlı Mübadele ve Kıymetler Şirketi Şubesi (1872), Avusturya-Osmanlı Bankası (1871), Avusturya-Türk Bankası (1871) (Paul Dumont’tan aktaran Deniz Adalı, age, s. 421).

Abdülaziz de Osmanlıcılık çizgisinde hareket edecektir. Diğer padişahlar gibi kendisi de bir burjuva entelektüelidir, hattâ bestelediği klasik müzik eserleri vardır.

Aynı zamanda Abdülaziz, kararın hemen ardından tahttan indirilecek olsa da emperyalist güçlere olan tüm dış borç ödemelerini durdurup, bu borçların faiz ödemelerini kendi istediği şekilde yeniden yapılandırabilmiştir.

Bu süreçte İngiltere ve Fransa bir sömürge olsa dahi Osmanlı’nın bütünlüğünü korumasından yana değildir. Rusya ise her ne kadar çok daha önceleri, Küçük Kaynarca Anlaşması ile bu ayrıcalığı elde etmiş olsa da, Boğazlar, Karadeniz’den Akdeniz’e inebilmek için İstanbul’u almak gibi temel jeopolitik hedefleri vardır.

Rusya Osmanlı’ya saldırdığında, İngiltere kuzeyde Osmanlı’ya destek vermek için Kıbrıs’a el koyar. İlişkilerin genel çerçevesi budur. Öyle ki Florya, Yeşilköy’e kadar işgali genişletmiş bir Rusya ile imzalanan Ayastefanos (Yeşilköy) anlaşmasına karşı Sevr Anlaşması İngiltere, Rusya’nın her şeyi almasını kabul etmediği için Osmanlı için kurtarıcı olmuştur.

Dolayısı ile bu üç emperyalist güç aslında Kıbrıs ve Süveyş Kanalı vb. jeopolitik hedeflere göre ve aynı zamanda petrol kuyularına göre taksim edilmiş bir Ortadoğu ve Anadolu’da küçük bir Osmanlı devleti planına sahiptir. Onlar pozisyonlarını çok daha sonra Skyes-Picot Anlaşması ile net olarak ortaya koyacaklardır.

  1. Mahmud dönemi, ordunun yeniden organizasyonunda bizzat görevli olan Feldmareşal Von Moltke’nin 1835’te iş başı yapmasından itibaren, Almanya ile ilişkiler farklı bir düzeyde gelişmiştir. Bu ilişki I. Dünya Savaşı’nda müttefiklik olarak devam edecektir.

Almanya bir emperyalist güç olarak pazar paylaşım savaşımında geç kalmış ve bu açığı kapatamamış bir güçtür. Üstelik bu üç emperyalist gücün hepsinden daha güçlü olmasına rağmen, İngiltere ile uzak limanlarda savaşacak bir donanma gücüne sahip değildir. Ancak Osmanlı’nın toprakları İngiltere’nin deniz yollarını, demiryolları bypass edecek kadar geniştir.

Almanya Osmanlı’nın mevcut şeklini korumasından yanadır. Bu sayede asla ulaşamayacağı coğrafyalara etki edebilmektedir. Dolayısı ile üç emperyalist güç Osmanlı’nın hemen parçalanarak bölüşülmesinde aceleci iken, Almanya Osmanlı’nın tasfiyesini muhtemelen bu savaş sonrasına bırakmayı planlamaktaydı. Almanya’nın diğer emperyalist güçlerle temel farkı budur.

Eğer Doğu sorunu yani Osmanlı’nın nasıl paylaşılacağı sorunu altında şekillenmeseydi, Osmanlı’nın kapitalist dönüşümü başka şekilde olabilirdi. Yukarıda anlattığımız şekilde yani Osmanlı elitlerinin kontrolü altında ve ademi merkeziyetçi bir yapıda gerçekleşen bir burjuva devrim mümkün olabilirdi. Marx’ın dediği gibi, tarihte bir olay olmuşsa, öyle olması gerektiği ve başka türlü olamayacağı içindir. Dolayısı ile olasılıklar üzerinde fikir jimnastiğinin de bir anlamı yoktur. Ancak söz Osmanlıcılık izleyeni olan bir yoldur ve bu yol kendi genç taraftarlarını toplayabilmiştir. Abdülhamid sonrasında, Osmanlıcılığın en büyük destekçisi Prens Sabahattin olacaktır. Prens Sabahattin İngilizler ile ilişki içindedir. Ancak Prens Sabahattin İngilizler tarafından desteklense de, projesi desteklenmemektedir.

Osmanlıcılık bütün Batıcılığına rağmen, İngiltere, Fransa ve Rusya’nın paylaşım hedeflerinin karşısında yer almaktadır. Bu hâliyle sömürgeleşmeye karşı, Cumhuriyet’in ve İTC’nin kadrolarına göre çok daha fazla direnmişlerdir. Abdülaziz örneğinde gördüğümüz gibi, en azından kendi geleceklerini emperyalist güçlerin geleceğinde görmemişlerdir.

Artık Almanya’ya yeniden dönebiliriz.

Bismarck dönemi, Almanya için barışçıl ve kendi içine dönük bir politika izlenerek ülkenin siyasi birliğinin sağlandığı, ekonomik ve endüstriyel atılımın gerçekleştiği bir süreç olmuştur. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi, hiçbir kalkınma programı bir ülkenin kendi kendine emperyalist olmasını sağlamaz.

Bismarck her ne kadar Osmanlı ile ilişkileri sonlandırmayı tercih etmese de, “İstanbul’dan gelen hiçbir mektubu açmam,” diyebiliyordu. II. Wilhelm ile bu konuda taban tabana zıt konum alıyordu ve sonuç 1890’da Bismarck’ın zorunlu istifası olacaktı. II. Wilhelm’in önündeki bütün engelleri kaldıran bu gelişme, Almanya’nın alışılagelmişin dışında emperyalist bir saldırganlığa geçmesi anlamına geliyordu. II. Wilhelm hiç zaman kaybetmeden, Avrupa’da ve hattâ kuzey Afrika’da gerilimi yükseltecek hamlelere girişmiştir. Her hamlesinden isteğini alamasa da, her hamlesi gerilimi yükseltme konusunda başarılı olmuştur.

Bu süreç Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan ve Rus Çarlığı’nın tarihten silinmesi ile sonuçlanacaktır.

Almanya’da ise dönek Kautsky’nin II. Wilhelm’e verdiği destek ile birlikte devrim yenilecek, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht katledilecektir. Almanya’nın yenilgisinin ardından II. Wilhelm istifa etse de onun ruhu, daha 10 yıl geçmeden yine dünyayı kana bulamak için Hitler ile birlikte geri gelecektir. Faşizm, Ekim Devrimi’nin dünyaya yayılamamasının bedelidir.

Osmanlı-Alman ilişkilerine döndüğümüzde II. Wilhelm, tahta geçmesinin üzerinden daha bir yıl geçmeden, İstanbul’a Abdülhamid’i ziyarete gelmiştir. Wilhelm daha sonra iki kez daha ziyarette bulunacaktır.

  1. Wilhelm’in İstanbul ziyareti Abdülhamid ile şatafatlı görüşmelerin ardından, Şam’a ve Beyrut’a uzanıyor. Bu ziyaret öncesinde dikkat çekici bir nokta siyonizmin fikir babası olan Dr. Theodor Herzl ile gizli bir görüşme de yapmış olmasıdır. Gezinin Kudüs ayağında, aynı kişi ile bu kez Kudüs’te görüşecektir. İşin peşin para kısmında ise cebinde Köstence-İstanbul telgraf hattı ve Anadolu demiryollarının (ki bu demiryolları yine Almanlar tarafından inşa edilmiştir) Bağdat’a kadar uzatılması ve bu konuda Deutche Bank’ın edindiği imtiyazlar vardır. Akçeli işler dışında aslında Bağdat demiryolu, aynı zamanda İngilizlerin bölge hâkimiyetini bypass ediyordu.

Almanya’nın bölgede Osmanlı’yı bir demiryolu ağı ve uzak coğrafyalara etki merkezi olarak kullanma siyaseti çerçevesinde İngiltere’nin Osmanlı’yı paylaşım masasına yatırma tekliflerini reddederken, Osmanlı’ya karşı gerçekleşen halk isyanlarında Osmanlı’dan yana tavır alacaktır. Bu Girit’te böyle olmuştur ve İTC’nin uyguladığı Ermeni soykırımında da tavrı farklı olmayacaktır.

  1. Wilhelm’in tahta geçişinden hemen önce, Abdülhamid’in talebiyle, 1882’de Alman askerî görevlileri orduyu yeniden organize etmek için gelirler. Bu yeniden organizasyon boyutludur, ordunun kullandığı silahlar büyük oranda Alman Krupp firması üzerinden tedarik edilecektir ve belirtmeden geçmeyelim, II. Wilhelm’in kendisi de Krupp firmasının hissedarıdır.

1885 yılında selefi Kaehler’in ölümüyle Colmar von der Goltz Alman askerî uzman grubunun başına gelir. Goltz, Osmanlı genç subaylarının eğitimi ile bizzat ilgilenir ve onlar arasında popüler olmayı önemserdi. Ancak Alman silahlarının kullanımını destekleyen Osmanlı paşaları arasında da popülerdi, çünkü bunlara verdiği rüşvetler, kendi kaleminden ifşa olmuştur. İfşa olan mektuplarda, bu paşalar hakkında pek çok bilgi mevcuttur. Goltz Paşa aynı zamanda akçeli işlere de düşkündür. Osmanlı’ya sunduğu raporlar sürekli yeni silah alımını ve silahların Krupp üzerinden temin edilmesi gerektiğini belirtir. Halefi Kamphönever de Goltz ile birebir aynı yolda yürüyecektir. Ve böylesi bir süreklilik içinde bütün genç subayların düşünce yapısı Almanya’nın emperyalist politikalarına göre hizalanır ve Alman’dan emir almaya alışık olarak yetiştirilmiş olurlar.

Konunun bir başka boyutuna değinen ve bugüne ışık tutması açısından Düyûn-ı Umûmiyeyi yeniden anmakta fayda vardır. Sömürgeleşmenin boyutunu anlamak açısından önemlidir. 1881 Muharrem Kararnamesi ile “Düyûn-ı Umûmiye” yönetiminde, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı Bankası yöneticileri bulunuyordu. Osmanlı devletinin borçlarını tahsil etmek için, ekonomiye doğrudan müdahale etmek gibi bir görev yükleniyordu. 1881 itibariyle Osmanlı devletinin borçlarında Almanya’nın payı 4,7 iken bu oran 1914 yılında %20,1’e ulaşacaktır.

Böylelikle Alman emperyalizmi ve Osmanlı’nın sömürgeleşmesinin, “I. Dünya Savaşı’nda Almanlar yenildiği için, biz de yenik sayıldık” noktasından çok daha derin olduğunu göstermiş olduğumuzu umuyoruz.

Tekrar pahasına, bir sömürge olarak Osmanlı, Almanya için ticaret ve ulaşım yolları üzerinde, diğer emperyalist devletlerin hâkimiyetine bir alternatiftir.

Özellikle Ortadoğu ziyaretleri sırasında, propagandanın dozunu yüksek tutan, kendisini Osmanlı’nın tebaası 300 milyon Müslüman’ın dostu olarak ilan eden II. Wilhelm için “İslâm’ın dostu ve koruyucusu Hacı Wilhelm” deniyordu.

Osmanlıcılık eğer sömürgeleşmeye direniş ise, İslâmcılık teslimiyettir. Balkanların kaybı ile yükselen İslâmcılık aslında Fatih Sultan Mehmet’in Batı’ya döndürdüğü başını, Doğu’ya çevirmektir.

İmparatorluğun çözülüş koşullarında “Balkanlar elde tutulabilir miydi?” diye sorulabilir. Cevabı vermeden önce, “devlet elden gidiyor” deyip geçtiğiniz “hazır ol”dan “rahat”a geçmeli ya da içinizdeki küçük askeri susturmalısınız.

Sovyetler Birliği bütün halkların nasıl bir arada durabileceğini ve nasıl örgütleneceğini tüm somutluğuyla göstermiştir. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği adı verilen Ekim Devrimi’nin yeryüzünde varlık bulduğu topraklarda, devletin adında ne millet, ne de coğrafî bir tanımlama vardır. İdeolojik olarak tam da olması gerektiği gibi isim verilmiştir.

Almanya, Abdülhamid ile yükselen Panislâmizmi sonuna kadar kışkırtmıştır. Aslında Ziya Gökalp’in tanıklığında Panislâmizmin, bizzat Almanya tarafından örgütlendiğini söyleyebiliriz. Kendisinden dinleyelim.

Vaktiyle Abdülhamid’e Islâm ittihadı fikrini vermiş olan Alman Kayzeri bu fırsattan istifade ederek, Sultanahmet meydanında İslâm ittihadı namına bir miting yaptırdı. Bu günden itibaren, memleketimizde gizli ittihad islâm teşkilâtı yapılmağa başladı. Genç Türkler, Osmanlıcı ve ittihad-ı islâmcı olmak üzere iki muarız kısma ayrılmağa başladılar. Osmanlıcılar kozmopolit, ittihad islâmcılar ise ültramonden idiler (Türkçülüğün Esasları, s. 10, Ziya Gökalp).

Çünkü Almanya Osmanlı’yı Batı için değil, Doğu’da görevlendirecektir. İngiltere’ye karşı Ortadoğu’da ve Hindistan’da İslâm ve halifeliğin üzerinde bir etki alanı açmak Alman emperyal politikalarının temelini oluşturur.

Almanya’nın I. Dünya Savaşı başlamasından sonra Osmanlı’yı da yanına almasında en büyük beklentilerinden birisi, Panislâmizm propagandası ile halife ve Müslümanların dostu sıfatını kullanarak düşmanlarını yeneceğini düşünmesidir. Durum böyleyken Almanya’nın Hint Müslümanlarını bundan ayrı tutması düşünülemezdi. I. Dünya Savaşı’na Osmanlı’nın girmesiyle Cihad-ı Ekber ilan edilmiştir. ‘Cihad-ı Ekber Fetva-yı Şerife’si beş hükümden oluşmaktadır. İlk fetva bütün Müslümanlar üzerine cihadın farz olduğunu belirtmekte, ikinci fetva İtilaf Devletleri tebaası olan Müslümanların da cihada katılması gerektiğini vurgulamakta, üçüncü fetva cihada girmeyen Müslümanların dinen cezayı hak etmiş olacaklarını işaret etmekte, dördüncü fetva her türlü tehdit ve baskı olsa da itilaf devleti tebaası olan Müslüman askerlerin İslâm askerleri ile savaşmasının cehennem azabını gerektireceği hakkındadır. Son fetvada itilaf devletleri tebaası olan Müslüman askerlerin İslâm hükümetine yardımcı olan Almanya ve Avusturya aleyhine savaşmalarının da elim bir azabı getireceği hakkındadır (Vahdet Keleşyılmaz, Teşkilâtı Mahsûsa’nın Hindistan Misyonu (1914-1918), Atatürk Araştırma Merkezi Yay., Ankara, 1999, s. 36-37, aktaran Gönül Güneş).

Bölgemizde Müslümanlığın hem nicel hem de nitel olarak kapsamlı bir yeri vardır. Ancak İslâmcılık en başından bugüne emperyalist efendi ile iş tutmanın, sömürgeleşmenin gönüllü taraftarlığının önemli bir ayağı olmuştur. Bu anlamıyla hem kendi yurduna hem de o yurdun üzerinde yaşayan halklara ihanet etmektir. Dün Panislâmizm olarak çıkan şey bugün IŞID ve HTŞ ve türevleri olarak emperyalizmin uşaklığına devam etmektedir.

Abdülhamid ile gerçekleşen Osmanlıcılıktan kopuş, İslâmcılıkla yoluna devam edecekti ancak yanına Türkçülüğü de alarak.

Kendisi bir Kazan Tatarı olan Yusuf Akçura “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı çalışmasında, sömürge TC’nin ideolojik yapısının oluşmasında en az Ziya Gökalp kadar katkı sunmaktadır. Üç Tarz-ı Siyaset, Osmanlıcılık, Türkçülük ve İslâmcılığın pragmatist bir şekilde uyumundan söz etmez. Osmanlıcılığı, Türkçülük ve İslâmcılığın karşısına koyar.

Osmanlı milleti yaratmak siyaseti, ciddî olarak İkinci Mahmut zamanında doğdu. Bu padişahın: “Ben tebaamdaki din farkını ancak cami, havra ve kiliselerine girdikleri zaman görmek isterim…” dediği meşhurdur. Milâdî ondokuzuncu asır başlangıç ve ortalarında bu siyasetin Osmanlı ülkelerinde itibar kazanması, kabili tatbik zan olunması tabiî idi, O zamanlar Avrupa’da milliyet düşünceleri, Fransız Büyük İhtilâliyle, soy ve ırktan çok vicdanî isteğe dayanan Fransız kaidesini milliyet esası kabul ediyordu. Sultan Mahmut ve onu takip edenler, iyice anlayamadıkları bir kaideye aldanarak, devletin ırk ve dini farklı tebaasını serbestlik ve müsavat ile, emniyet ve karşılıklı dostluk ile mezc ve terkip edip tek bir millet hâline sokmanın imkânına inanıyorlardı (Üç Tarz-ı Siyaset, Türk Tarih Kurumu, s. 20, Yusuf Akçura).

Ancak Akçura, konuyu kısaca bağlamak istiyor ve “Vakta ki milliyet kaidesi, Almanlar tarafından hakikî vakalara daha yakın bir surette, milliyetlerin esası ırk olmak üzere tefsir olundu ve bu tefsirin galebesi demek, evvelâ 1870-71 seferiyle Napolyon ve Fransa İmparatorluğu tekerlendi işte o zamandan itibaren Osmanlı milleti denilen siyasi görüş, biricik dayanağını kaybetmiş oldu,” (age, s. 20) diyerek konuyu noktalıyor.

Türkçülük asla Turancılıktan ayrı var olmamıştır. Turan ise Çarlık Rusyası’nın konumlandığı Orta Asya’dır. Ve yine bunu Alman emperyalizminden bağımsız düşünme şansımız yoktur.

Nihal Atsız, Orkun dergisinde 13 Ekim 1950’de yayınlanan “Dışarıdan Gelmemiş Tek Düşünce” makalesinin 4. maddesinde “Solcular tarafından yapılan bir itiraz da, Türkçülüğün dışarıdan gelmiş bir fikir olduğudur. Güya bunu Almanlar icad ederek, Türkiye’ye sokmuşlardır. Türkçülüğün ırkçılık ilkesi de, Hitler Almanyasının ırkçılığından alınma imiş,” diyor. Ve Türkçülüğün Nazizmden önce var olduğunu söyleyerek hızlıca iddiayı çürüttüğünü düşünüyor.

Biz öyle düşünmüyoruz ama yine de cevabı Nihal Atsız’ın ustası olan Yusuf Akçura versin: “Şu muhakkak ki, son zamanlarda İstanbul’da Türk milliyeti arzu eden bir mahfel, siyasî olmaktan ziyade ilmî bir mahfel teşekkül etti.

“Bu mahfelin teşekkülünde, Osmanlılarla Almanların münasebetinin artmasının, Alman lisanını ve bahusus Almanların tarih ve lisan ilimleri hakkındaki tetkikatını Türk gençlerinin bilir olmasının hayli tesiri olmuştur sanıyorum,” diyerek adeta Nihal Atsız’ı cevaplıyor.

Görüleceği üzere Abdülhamid’den İTC’ye geçişte Alman emperyalizmi hiçbir şekilde mevzi kaybetmediği gibi, etkisini arttırarak sürdürüyor.

Teşkilâtın iki para kaynağı vardır. 1. Harbiye Nezaretinin gizli bütçesinden verilen ödenekler, 2. Alman askerî misyonu tarafından düzenli olarak İstanbul’a gönderilen altın aktarımıdır. Kaynakların tümünden teşkilâtın eline geçen toplam miktar 4.000.000 altın lira (1918 fiyatlarıyla 18.000.000 dolar) civarında olmuştur. Almanlar zaman zaman kendi isteklerine uygun davranması için Türklere yapılan ödemeleri durdurmuş ancak bu taktik başarılı olamamıştır. Eşref Kuşçubaşı, 1914-1917 yılları arasında birçok defa Almanya’ya ödemelerin düzenli yapılması için gitmiştir. Enver Paşa ile Alman genelkurmayı arasındaki yakın işbirliği sayesinde Almanya teşkilâtın bazı faaliyetlerine kendi amaçları doğrultusunda şekil vermiş, bu durum çete savaşları yapan askerleri rahatsız etmiştir (Philip Hendrich, Teşkilât-ı Mahsusa, Çev: Tansel Demirel, Arma Yay., İstanbul, 2003. Aktaran Gönül Güneş).

Turancılık Rusya’ya karşı konumlanmanın ve Enver’in Sarıkamış’ta binlerce askerin donarak ölümüne sebep olmasının ideolojik gerekçesiydi. Ekim Devrimi sonrasında ise Moskof Gâvuru’na karşı duyulan nefret hemen anti-komünizm ile birleşecekti.

Ancak gerçekler inatçı şeylerdir. İngiltere-Fransa arasında imzalanan, Rusya ve İtalya’nın katılımcısı olduğu, Anadolu ve Ortadoğu’nun harita üzerinde bu ülkelerce paylaşıldığı Skyes-Picot Anlaşması, gizli bir anlaşmadır. Ancak bu anlaşmanın dünya kamuoyuna bildirilmesi SSCB adına ve Leon Troçki tarafından yapılıyor. Emperyalist ikiyüzlülüğü SSCB teşhir ediyor.

Enver ise Türkistan’da SSCB’ye karşı taarruz hâlindeyken, Bolşevikler tarafından öldürülüyor. Enver, efendisine bir gün bile ihanet etmiyor.

Toparlayacak olursak, soykırımı Naziler mi icat ederek İTC eliyle uygulattı, İTC mi Almanlara öğretti bunun kesin delilerine ulaşmak zor. Ancak Türkçülük ve İslâmcılık kendi toprağına, o toprakta yaşayan halklara ve kendi özgür iradesine ihanet etmektir.

Kürtler katledilirken “feodal artıklar” temizleniyor deniyordu, Ermeni soykırımı ve Lozan Mübadelesi ise işbirlikçi tefeci burjuvazinin tasfiyesi anlamına geliyordu.

Gariptir ki bu ülkenin işçi sınıfı içinde de azımsanmayacak oranda gayrimüslim vardı, köylüsü içinde de azımsanmayacak oranda gayrimüslim vardı. Ve sayısız acıya ve katliama uğrayan bunlardı.

Türkçülük adına kendi ülkesine ve halkına böylesine yabancılaşma ve böylesine düşmanlaşma ancak ihanet ile tanımlanabilir.

Osmanlı ve İTC dönemi işçi sınıfı direnişleri ayrı ve kapsamlı bir çalışma konusu, ancak okuyucudan bir alıntı için izin istemek zorundayız:

İşçi grevlerine iktidar saldırdı. İttihat Terakki açıkça Alman sermayesi ile işbirliği içinde, patronlarla işbirliği içinde grevlere saldırdı. 23 Temmuz 1908’de büyük bir çoğunluğun oyu ile iktidara gelen İttihat Terakki, 8 Ekim 1908’de Tatil-i Eşgal Kanunu ile grevleri yasakladı, sendika kuran işçilere hapis ve para cezası uygulanmaya başlandı. Tatil-i Eşgal’e rağmen işçiler eylemlerine devam ettiler. Tatil-i Eşgal Kanunu Alman uzman Ostrog tarafından hazırlanıyor ve hazırlandığı gibi kanunlaşıyor (Anadolu İşçi Sınıfı Tarihi, Kaldıraç Yayınevi, s. 37, Fikret Soydan).

Osmanlı’nın son zamanlarında işçi hareketlerini izlemek için Kaldıraç yayınlarında ciddi anlamda kaynak bulabilirsiniz. Ancak Metin Yeğin’in Grev filmini de tavsiye edebiliriz. Osmanlı’da kapitalizmin ve işçi sınıfının varlığına ve bu işçi sınıfının demografik yapısına gerçek bir bakış atma imkânı bulabilirsiniz böylelikle.

Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanlar, tarih boyunca hem kültürel hem coğrafî anlamda bir bütün olmuştur. Eğer Osmanlı’nın sınıfsız, imtiyazsız bir toplum olduğunu düşünmüyorsanız, Ekim Devrimi’nin açtığı ufuktan doğru tüm yeryüzüne bakmalısınız. Bu durumda emperyalizm kuşatması altında zorunlu olarak kapitalizmi seçmiş bir cumhuriyet değil, daha başından Alman emperyalizminin bir sömürgesi olarak burjuva dönüşüm sağlamaya çalışan bir hat görürsünüz.

Almanlar yenik sayıldığında, biz de yenik sayıldık ama TC var olabildi. Bunun sebebi emperyalist cepheyi saran Ekim Devrimi korkusudur. Gerçekten de Almanya’da ihanete uğramış devrim ve Anadolu’da iç savaşta ezilmiş olan devrim nesnel sınırlarına mı ulaşmıştı? Bunun cevabı önemlidir. Bizim cevabımız, yenilginin öznel nedenlere dayandığıdır ve bu bir ufuk sorunudur.

Sömürgeleşmenin içinde anti-emperyalizm aramak, yeryüzüne devrimin açtığı ufuktan bakmanın önünde engeldir. Yaklaşan savaş sesleri içinde, tüm bölge devrimcileri, içlerinden yeni birer Kautsky mi çıkartacaklar, yoksa Lenin’in işaret ettiği ufka mı bakacaklar, işte bütün mesele budur.

Kaynakça

Adalı, Deniz, Anadolu Dün, Bugün, Yarın, Tarih ve Devrim, Kaldıraç Yayınevi.

Akçura, Yusuf, Üç Tarz-ı Siyaset, Türk Tarih Kurumu Y.

Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi.

Gökalp, Ziya, Türkçülüğün Esasları.

Reyhan, Cenk, Türk-Alman İlişkilerinin Tarihsel Arka Planı (1878-1914), Mersin Üniversitesi, İ.İ.B.F. Uluslararası İlişkiler Bölümü.

Soy, H. Bayram, II. Wilhelm, Weltpolitik ve II. Abdülhamid, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Soydan, Fikret, Anadolu İşçi Sınıfı Tarihi, Kaldıraç Yayınevi.