Ana Sayfa Blog Sayfa 86

Saray Rejimi ve TÜSİAD’ın rahatsızlıkları

TÜSİAD’ın kuruluşunun 50. yılı olduğunu, Nisan 1971’de kurulmuş olduğunu, TÜSİAD’ın 30 Mart Salı günkü toplantısı vesilesi ile hatırlamış olduk. Konuşmayı merak edenler için, tusiad.org’da konuşmaların metninin bulunabileceğini söyleyelim. Bu konuşmalar, “siyasal iktidar eleştirisi” içeriyor diye düşünülüyor, böyle düşünen MÜSİAD Başkanı Erol Yarar da, hemen bir yazı kaleme almış ve aldığı yazıya “Tek Yol Devrim” diye bir başlık atmış. MHP hattını yeni politikası olarak “onaylatan” Aydınlık gazetesi de bu başlığı kullanarak, aslında TÜSİAD’a yanıt vermiş.

TÜSİAD konuşmalarının Saray Rejimi tarafından ilgiye değer bulunan kısmı, sanırım, 1970’ler benzetmesidir. Açıkça, her iki konuşmacı da, 1970’ler ile bir açık benzetme yapıyor. Bu benzetmede, uzay çalışmaları (o günlerde Ay’a, bugünlerde Mars’a yolculuk), cari açık, sürdürülemez borç yönetimi, işsizlik vb. gibi başlıklar da ustaca sıralanmış. Özetle, TÜSİAD, açık olarak sınıf savaşımından duydukları “korku” ile Saray’ı uyarıyor (Hakkı Özdal, Gazete Duvar’da, 3 Nisan 2021 tarihli yazısında, Türkiye kapitalizmini kim yönetecek diye soruyor. Kapsamlı makalesinde, Saray Rejimi ile TÜSİAD arasındaki çelişkilere dikkat çekiyor. Okunmasını öneriyoruz. Ama biz biraz daha farklı bir pencereden bakmayı yeğleyeceğiz).

Evet, açık olarak, TÜSİAD, Saray’ı uyarıyor. Konu sınıf savaşımıdır ve onların uyarıları, ancak 1970’li yıllar diyerek kayda geçebiliyor. “Tek Yol Devrim” yazısı ile MÜSİAD’ın yanıtı, açık olarak sermaye grupları arasındaki çelişkiye kanıttır.

Ama izninizle, biz okuyucuya, Şubat 2021’de Kaldıraç sayfalarında dile getirilen, “gizli IMF anlaşması olabilir mi” sorusunun sorulduğu çalışmaları hatırlatmak istiyoruz.

İstiyoruz, çünkü, Ağbal MB başkanı iken, yaptığı açıklamalar ve aldığı kararlarla, hem TÜSİAD’ın hem de MÜSİAD’ın “takdirini” alabilmekteydi. Yani, daha bir ay önce (bu yazı okuyucu ile Mayıs 2021’de buluşacağına göre, belki de 2 ay önce demeliyiz) TÜSİAD ve MÜSİAD, MB tarafından açıklanan ekonomik tedbirleri alkışlıyordu, bu alkışlara, TOBB, başka işveren örgütleri, hatta IMF de katılıyordu.

Peki ne oldu? Ne oldu da, TÜSİAD, 1970’leri hatırladı. Kuruluşunun 50. yılı nedeni ile, 50 rakamının yuvarlamada içerdiği anlam nedeni ile mi hafıza kaybı düzeldi, yoksa, şimdi mi bir hafıza kaybı başladı? Hazır onların istemlerine de uygun olarak, Reis, Muktedir, kararlarından sual olunmayan ulu şef, sermayenin “dünya lideri” adayı, hırsızlık, yağma, rant konusunda usta, AB hedeflerine bağlılık, NATO’ya bağlılık yeminleri yapmakta iken, bu eleştiriler nereden çıkıyor?

Konuyu anlatabilmek için, biraz geriye gideceğiz.

Bize göre, dünya çapında bir emperyalist paylaşım savaşımı vardır. Bu paylaşım savaşımı, SSCB çözüldükten sonra hızla su üstüne çıkmıştır. Bu savaşım, temel olarak ABD hegemonyasına (bu hegemonyanın önemli işaretlerinden biri olan Bretton Woods anlaşmasının 1970’lerde çöktüğünü Özilhan, 50. yıl konuşmasında belirtiyor. Lütfen atlanmasın. Zira bu durum, ABD hegemonyasının SSCB çözülmeden önce çözülmeye başladığının kanıtıdır.) “meydan” okuyan diğer emperyalist güçlerin gelişimi ile anlaşılabilir. Almanya ve Japonya, Deniz Adalı’nın detaylıca anlattığı gibi, ABD hegemonyasına karşı yükselen güçlerdir.

İngiltere’nin dünya hegemonyasının çöküşü, Almanya, ABD ve Japonya’nın endüstriyel gelişimi ile ortaya çıkmaya başlamıştı. Birinci Dünya Savaşı’nın öncesidir. Ve dünya hakimi İngiltere, eşitsiz ve bileşik gelişim yasasına da uygun olarak, liderliği elinden almak üzere gelişen ABD, Almanya ve Japonya’ya, “hoş geldiniz, buyurun size devredeyim şu hegemonyayı” dememiştir. Almanya, eğer Birinci Dünya Savaşı’ndan yenilgi ile çıkmamış olsa idi, muhtemelen bir Alman yüzyılı görebilirdik. Öyle olmadı ve bir ABD yüzyılı başladı. Aslında burada da dikkatli olmalıyız, SSCB kuruldu ve dünya kapitalist ekonomisi ağır bir darbe aldı, kalan kapitalist dünyada ABD yüzyılı başladı.

İşte 1970’lerde Bretton Woods anlaşmasının çökmesi ile aslında Almanya ve Japonya’nın yükselişini anlamamız gerekir. Ama komünizm korkusu, soğuk savaş politikaları ve Almanya ve Japonya üzerindeki ABD siyasal kontrolü, sürecin, SSCB’nin çözülüşüne kadar yer altından işlemesine neden oldu.

Bugün, yeni bir emperyalist paylaşım savaşımı gündemdedir. Bu savaşın, başlıca aktörleri, 5 emperyalist güçtür: ABD, Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa. Diğerlerini bilerek saymıyoruz. Ama bu onların olmadığı, mesela İtalya’nın bu savaşta bir etkisinin olmadığı anlamına gelmez elbette.

Biz diyoruz ki, Kaldıraç okurları bunu biliyorlar, aslında savaşın, ABD-Çin arasında ya da ABD-Rusya ve Çin arasında savaş olarak ortaya çıkması, bu paylaşım savaşımının, 1990’lardan bu yana geçirdiği evrimin sonucudur. Bu evrimin, ilk aşaması, ABD’nin dünya imparatorluğunu ilan etmesidir. Olmadı. İkinci aşaması, Libya savaşı ile AB’yi yanına çekme isteğidir. Olmadı. Suriye savaşı, Libya’nın devamı olarak başladı ama Rusya ve Çin’in sahaya inmesi ile, ABD’nin rakiplerinin ekonomik üstünlüğüne karşın ortaya koyduğu askerî üstünlüğünün sınırları ortaya çıktı. Bugün bu evrimin üçüncü aşamasındayız ve ABD, AB ve Japonya’yı, kendi politikaları arkasına alarak, Rusya ve Çin’e karşı savaş işi ile meşguldür. Bunun için bazı tavizler verdiği kesindir ve detayları yakında ortaya çıkar. Ama Münih konferansı, Almanya, Fransa, İngiltere ve diğer AB ülkelerinin ABD’nin liderliğine “biat” ettiklerini göstermeleri, sadece bir gösteri olsa da, büyük bir adımdır. Japonya başbakanının Beyaz Saray yolculuğunun 16 Nisan olarak açıklanması, Çin’e karşı G. Kore, Japonya ve ABD’nin hızlanan toplantıları, aynı hattın içindedir. Dün IŞİD’i AB üzerine salan ABD, şimdi, bundan geri adım atıyor ve diğer emperyalist rakiplerini Rusya ve Çin’e karşı savaş için devreye sokmaya çalışıyor.

Ama bu savaş organizasyonu, gerçek çatışmanın, beşli emperyalist çete içinde olduğu gerçeğini görmemizi engellememelidir. Tıpkı, Birinci Dünya Savaşı’nın arifesinde yapılan ve bozulan anlaşmalar gibi, bugünlerde de yapılan anlaşmaların kalıcılığı tartışma konusudur.

ABD hegemonyasına meydan okuyuş, önce ekonomik alanda geldi. 1970’lerde Bretton Woods anlaşmasının çökmesi, ABD dolarının tahtından indirilmesi ile sonuçlanmadı, ama aslında zora dayalı bir uzatma ile doların egemenliği devam etti. Bugün, SSCB yok iken buna artık kimse dayanmak istememiştir ve öyle de oldu. Almanya ve Japonya, sıfır stoklu üretim gibi, alanlarda, yani üretimin organizasyonu alanında, kapitalist büyümelerini sürdürürken, ABD, askerî gücü ile işini hâlletmek istedi. Bunun sayısız kanıtı vardır.

Buradan Türkiye’ye gelebiliriz.

Türkiye, tüm soğuk savaş dönemi boyunca, “ortaklaşa sömürge” oldu. Ekonomisi AB’ye, siyasal açıdan ise ABD’ye bağlı bir sömürge. ABD ve AB’nin ortaklıkları buna olanak da veriyordu. Ama SSCB ortadan kalkınca, ABD, dünya imparatorluğunu ilan edince, buna uygun bir dizayn işine girişti. Afganistan işgalini Irak işgali izledi. TC devletini, tam bir tetikçi olarak kullanmak istediler ve bunun önündeki engelleri ortadan kaldırmaya karar verdiler. Böylece, AK Parti ya da Erdoğan projesi ortaya çıktı. Bu projeye, “yeni Türkiye” demelerinin nedeni de budur.

1990’ların sonunda, açıkça bir anlaşma yaptılar, Kürtler ABD denetimine verilecek, Kıbrıs ve Türkiye’nin kalanı AB’ye. Bu anlaşma kısa sürdü. Kanal İstanbul, aslında bu anlaşmanın bozulmasının kanıtlarından biridir. ABD-İsrail cephesi, İstanbul’u, Hong Kongvari bir “şehir devlet” olarak organize etmek üzere Kanal İstanbul projesini devreye soktu.

Buna benzer şekilde, Almanya, tüm Doğu Avrupa’da ilerlerken, Balkanlara NATO’nun girmesi, Bulgaristan ve Romanya’nın NATO’ya alınması, aslında ABD’nin Almanya’ya karşı müdahalesidir. Şimdi Biden, NATO ile aslında bu kontrolü, Rusya’ya karşı savaş için kullanmaktadır. ABD, hele Rusya ve Çin’i yıkalım, sonrasında diğerlerini devirmem kolay olur hesabındadır ve bu hesabın hiç kimse için bir sır olmadığı da açık olmalı.

İşte bu paylaşım savaşımında sorulardan biri şudur: Türkiye, kimin sömürgesi olacak, ABD’nin mi, yoksa AB’nin mi? Ekonomiye sahip olan AB, süreç kendiliğindenliğe, zamana bırakılsa kazançlı çıkacaktır. Ama ABD siyasal alanı (ordu, polis, bürokrasi, siyasal partiler, yargı vb.) tutmaktadır ve bu duruma seyirci kalmayacaktır.

Nitekim, ABD, TC devletini, Suriye savaşı ile ve sonrasında Saray Rejimi ile birlikte tam bir tetikçi olarak kullanmaya başlamıştır.

Kısacası, Türkiye’de sermaye grupları arasındaki çatışmalar ya da Saray Rejimi ile bazı tekellerin zaman zaman öne çıkan çatışmaları, aslında bir yandan bu paylaşım savaşımının gereklerine, bir yandan da Saray Rejimi’nin devlet olanakları ile sermaye aktarımı süreçlerine bağlı olarak ortaya çıkmaktadır.

Yoksa Erdoğan, iktidarları, Saray Rejimi’nin kendisi, sermayenin tümü için büyük kârlar elde ettikleri bir dönemdir. Paylaşım savaşımının etkilerini ve devlet eli ile sermaye aktarımındaki Saray Rejimi’nin tercihlerini bir yana bırakırsanız, ortada, sermaye açısından bir sorun da yoktur.

Saray Rejimi, yağma, rant ve savaş ekonomisine dayalıdır.

Saray Rejimi, devlet eli ile yeni zenginler yaratma politikasını, paylaşım savaşımının gereklerine uygun olarak kullanmaktadır. Elbette bu arada, bazı kesimlerin hortumlamaları ortaya çıkmaktadır. Bu efendilerin, ABD’nin çoktan bildiği ama bilerek göz yumduğu bir süreçtir.

Eğer çelişki, emperyalist paylaşım savaşımı hesaba katılmadan, tekeller, burjuvalar arasında çelişki olarak ele alınmış olsa idi, TÜSİAD’ın bunu çözmesi çok da kolay olurdu.

Bu nedenle, Türkiye kapitalizmini kimin yöneteceği sorunu ile karşı karşıya değiliz. Daha çok, TC’nin hangi kesimin sömürgesi olacağı sorusu ile karşı karşıyayız ve bunu savaş belirler.

Elbette, işçi sınıfı bu savaştan önce ya da savaş sırasında, iktidarı alıp, burjuva egemenliğe, sadece Erdoğan iktidarına değil, Saray Rejimi de dahil burjuva devletin varlığına son verirse, tüm bu tartışma, en temiz şekli ile sonuçlanmış olur.

TÜSİAD, açıkça, bu sınıf egemenliğinin tehlikede olduğunu görüyor. Oysa MÜSİAD, sarsılmakta olan bazı iş gruplarının yerine, kendi yükselişi ile meşgul gibidir. Onların “devrim” dediği, Aydınlık’ın alkışladığı şey budur.

TÜSİAD 1970’lerle bir karşılaştırma yapmaktadır. Kanımızca, sınıf savaşımı açısından bile doğru değildir. Sadece bir uyarma gücü olması bakımından işe yarayabilir. Yoksa, sürecin 1970’lerle bir benzerliği yoktur. Mesele cari açık ise, bu durum 1960’larda da vardır. Mesele enflasyon ise, bu o zaman da vardır. Mesele “belirsizlik” ise işte o zaman iş değişmektedir.

Kanımızca da mesele “belirsizlik”tir.

Ağbal’ın MB başkanı olması, tüm burjuvazinin siyasal iktidarı “ekonomiyi” öncelleme yönünde bir tercih yapması anlamına geliyordu. TÜİK verileri denetime açılıyordu (sanmayın tüm TÜİK verileri; hayır, onlar sadece enflasyonla ilgili idiler, işsizlik, gelir dağılımı vb. verileri ile bir sorunları yoktu). Ekonomik reform sözü veriliyordu. Fiyat istikrarı öne alınıyordu. Damat gitmiş, IMF ile anlaşmanın önü açılmıştı.

İşte, TÜSİAD’ın açıklamasında geçen “ortalığın toz duman olduğu, yetki ve sorumlulukların bulanıklaştığı” bölümü esastır.

“Ortalık toz duman”, “yetki ve sorumluluklar bulanık”, aslında, Saray Rejimi eleştirisi değildir. Hatta TÜSİAD bu konuda çok geç kalmış bile sayılır. Damat Bakan, istifasında “at izi it izi” vurgusu yapıyordu. “Toz duman”dan farklı değildir, “at izi it izi”.

MB Başkanı Ağbal, görevinden alınınca, Yeni Şafak yazarı MB başkanı olunca, TÜSİAD, bu anlaşmanın sona erdiğini anladı elbette. İşte mesele buradadır.

Saray çevresindeki çeteler, hortumlama ile yaşamaya olduğundan fazla alışmışlardır. Ve Saray Rejimi, bunlara karşı oldukça “zayıf”tır. Biden’ın yeni savaş planları da, bu açıdan hız gerektirmektedir. Biden, acil müdahale ekibi gibi hızlı müdahalelere yönelmektedir. İşte bu durumda, borçların ödenmesi için uluslararası sermayenin istekleri, Tekellerin ekonomi için “belirsizliğin” son bulması istemleri anlamını yitirmektedir.

Kasım 2020’den başlayarak, tekeller ve onların ekonomik danışmanları, “Erdoğan’ın pragmatizmi”ne övgüler düzerek, onun uzlaşmaya bağlı kalacağını düşünmekte idi. Oysa belli bir yüzde karşılığı iş yapanların o pragmatizme güvenmeleri daha gerçekçi olmalıdır. Buradan bakılırsa, TÜSİAD’ın rahatsızlıkları, aslında burjuva muhalefete cesaret verme girişimi olarak bile işe yaramayacaktır. Tatlı ve aşırı kârların yarattığı çeşitli hazım sorunları olduğunu söyleyebiliriz. TÜSİAD, artık yüksek ve tatlı kârların kaybolma tehlikesini görmekte iken, MÜSİAD, ne gelirse faydalıdır tutumu ile hareket etmektedir. Hepsi bu olmasa da, buna yakındır.

1970’lerde 15-16 Haziran Direnişi ortaya çıktığında, sosyal bilincin ekonomik gelişmeyi aştığını vurgulayan açıklamalar okuyorduk. Şimdi, Gezi Direnişi’ne bir kere de bu gözle bakmak mümkündür. Yağma, rant ve savaş ekonomisi karşısında örgütsüz de olsa kitleler, işçi ve emekçiler, yeni bir bilinci geliştirmektedirler. Burada bir devrim mayalanmaktadır.

Elbette, işçi sınıfının örgütlülüğü henüz zayıftır. Ama bu nesnel süreci gözardı etmemize bir bahane teşkil etmez. Bazıları, her şey hazır ve zafer kesinmiş gibi göründüğü zaman risk alıp harekete geçmeyi seçecektir. Ama tarihi onlar yazmaz. Tarihi, ufku görebilen, bugünden, riskler büyük ve zaferin garantisi yok iken yola koyulan azınlıklar yazar.

Sermaye egemenliği, tüm yeryüzünde bir bunalım içindedir. Bu bunalım, artık kapitalizmin tarihsel olarak aşılmış olduğu gerçeğinin dışa vurumudur. Bunun bilince çıkması sürecindeyiz.

Bilincin en açık göstergesi, eylemdir. Eyleme yansımayan bir bilgi, bilinç olarak açıklanamaz. En gelişmiş eylem ise, kapitalizme karşı bu dünya çapındaki mücadelede, tarihî mücadelede, işçi sınıfının, onun öncülerinin geliştireceği örgütlenmedir.

Bugün, işçi ve emekçiler, onların önderleri, tüm sistemi yıkma mücadelesini öne almak, bunu hedefe koymak durumundadır.

Burjuva “muhalefet”in bize anlattığı “yasalara bağlı kalmak” yolu ile muhalefet, miadını doldurmuştur. Çünkü, ortada hiçbir “yasa” geçerli olarak varlığını sürdürmemektedir. Saray Rejimi, her yasayı ayaklar altına almıştır. Burjuva muhalefet, sadece korkakça değildir, daha da ilerisi, açıkça Saray Rejimi’nin destekçisidir. TÜSİAD’ın açıklamaları da bunun bir parçasıdır. Bu açıklamalarda “muhalif” zerrecikler aramak boşuna bir çabadır.

İçeride mücadele, işçi sınıfı ile, tüm bir sınıf olarak burjuvazi, onların iktidarları arasındadır. Bu topyekûn bir mücadeledir. Demokrasi denilen şey, işçi sınıfının iktidarı alması demek değil ise, masaldır. Ne AB kriterleri ne Batı değerleri, işçi ve emekçiler için demokrasi demek değildir, özgürlük demek değildir, tersine diktatörlüktür, açlıktır, işsizliktir, köleliktir. Pandemi süreci tüm bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır. Açık bir toplumsal ve insanî sorun olan pandemi karşısında iktidarların ve egemen çevrelerin tutumu, sistemin çürümüşlüğünün de kanıtıdır. Bir insanî sağlık sorununu, kendi sınıf çıkarları ile ele alan burjuvalar, “demokrasi” dediklerinde, kendi iktidarlarını sürdürmek için halkı kandırmayı hedefleyen propagandalarını yapmaktadırlar.

İşçi sınıfı, hiçbir burjuva gücün, hiçbir burjuva siyasetin yedeği olmayacaktır. Bugüne kadar buna inanmış olmaları, bugünden sonra da bu inancı sürdürecekleri anlamına gelmez. İşçi sınıfı, kendi siyasal gücünü, kendi örgütleri aracılığı ile ortaya koymak zorundadır. İşçi sınıfının bağımsız sınıf politikaları sahne almaya başlayacaktır. Bu zorunludur. Ama aynı zamanda, sadece işçi sınıfının değil, tüm toplumun, insanlığın kurtuluşunun biricik yoludur. o

 

 

Ne geçmiş tükendi, ne yarınlar… (1920’lerden 1970’lere devrimci kadınlar)

“Yaşamak;

Teslim olmadan,

Boyun eğmeden,

El etek öpmeden yaşamaktır.”[1]

G

eçen gün, postadan irice bir zarf çıktı. İçinden çoktan toza-toprağa karıştığını düşündüğüm yüzlerce sayfa elyazması not, fotokopi vs. 1980’li yıllarda biriktirdiğim… Zarf, eski bir dosttan. Emel Akal. Kitaplığını elden geçirirken bulmuş, “İçlerinden bazı matbu evrakları Kadın Kütüphanesi’ne gönderdim. Bunları da sana gönderiyorum,” notuyla birlikte toparlayıp göndermiş, sağ olsun.

“Zaman zaman içinde” derler ya, öyle bir şey. Notların çoğu, 1986’da, 12 Eylül sonrasının ilk 8 Mart etkinliği “Ve kadınlar… Bizim kadınlarımız…” gösterisi için çıkardığım notlar… Etkinlikte Türkiye sosyalist hareketinde yer alan kadınlardan göçüp gidenlerin anısına, sağ olanların ise varlıklarına bir selam göndermeyi hedeflemiştik… Tabii bir de bu coğrafyada kadınların kurtuluş mücadelesinin bizim kuşaklarla başlamadığını, yüzyıl başlarına dayanan bir geçmişi olduğunu… Etkinliği dört kadın (Hale Kıyıcı, Füsun Öztürk, Gülden Sevgili ve ben) kafa kafaya verip kararlaştırmış, topladığımız notları metinleştirmesi için (toprak incitmesin) Orhan İyiler’e, gösterinin görsel malzemesini hazırlaması için İsa Çelik’e, gösteride sunuculuğu üstlenmeleri konusunda ise sevgili Celile Toyon ile Vala Önengüt’e müracaat etmiş ve her birinin coşkulu, özverili desteğini almıştık…

Dokuz aylık, bizi bir aileye dönüştüren sıkı çalışmanın ardından, 8 Mart 1986’da Beyoğlu’nda merdivenlerine dek, tıklım tıklım dolu bir sinema salonunda gerçekleşmişti etkinlik… Geriye Hale Kıyıcı’nın köşelerinden bulup çıkardığı, bu coğrafyanın sosyalist hareketine emek vermiş, yasaklı varoluşlarının bedelini kadınlar olarak çok daha ağır ödemiş ablalarımızın, tütün işçisi, sendikal önder Zehra Kosova’nın, Mediha Özçelik’in, TKP emektarı Zeliha Okyalaz’ın (“Postacı Burhan’ın eşi), yumruğu havada sahneye dimdik koşar adım çıkıp işkence tezgâhında can veren TKP’li eşi Emine’ye değgin anılarını bizlerle paylaşan Şoför İdris’in gözlerindeki, fazlasıyla hak ettikleri sevgi ve saygıyı bir nebze olsun almış olmanın ışıltısı kaldı, asla aklımdan silinmeyen…

Diyorum ya, “zaman zaman içinde…” Etkinlik sonrası, bu yüzlerce sayfa notu saklamış, sonra da “Belki bir işe yaratırız,” diye Mayıs 1989’da İstanbul’da düzenlenen 1. Kadın Kurultayı’nın ardından yaşanan ayrışma sonrası buluştuğumuz sosyalist kadın arkadaşlarla paylaşmıştım. O zaman bir işe yaratamamıştık… Yıllar sonra, bir zarfın içinde, elime ulaştılar…

O zaman gelin, geçen otuz küsur yılın ardından, birlikte bir işe yaratalım o notları…

Buyurun… Bu coğrafyada sosyalizm kavgasıyla kadın mücadelesini birleştiren ve bu uğurda ağır bedeller ödeyen kadınların yaşamlarından kesitler…[2]

Halime, Rahime ve Fatma Yoldaşlar…

Mustafa Kemal’in emriyle lağvedilen Yeşil Ordu Cemiyeti’nin kimi mensuplarıyla birlikte Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nı kuran Tokat mebusu Nazım Bey’in sorgusu sırasında İstiklal Mahkemesi Reisi ile aralarında ilginç bir diyalog geçer. Tarih, Ocak 1921…

“REİS: Meclis Reisi Mustafa Kemal Paşa hazretlerinin emirleri üzerine Yeşilordu Cemiyeti’ni bir kısım arkadaşlarınızla ilga etmiş oldukları hâlde siz, bazı arkadaşlarınızla birlikte cemiyeti ipka ve Halk İştirakiyun Fırkası namıyla bir fırka hâline tahavvül eylemişsiniz. Ve bu fırkanın resmen kuruluşundan evvel arkadaşlarınızdan Bursa mebusu Şeyh Servet, Erzurum mebusu Asım ve Karasi mebusu Asım ve gene Karasi mebusu Basri beylerle mebus Memduh beyi alarak Hacı Musa Mahallesi’nde bir eve götürmüş. Bu evde sonradan kim olduklarını öğrendikleri Salih (Baytar Salih-b.n.), Ziynetullah, Hüsnü beyler ve zat-ı alinizle yüzleri açık, sırtlarında birer manto bulunan Halime Yoldaş, Rahime Yoldaş ve denen üç de kadın ki cem’an yedi kişiden mürekkep bir heyetle buluşmuşlar…”

Kurulmakta olan yeni rejimin ilk “komünist davası” sayılabilecek bir yargılamada, sanıkların “komünist parti” kurmanın yanı sıra, “yüzleri açık, sırtlarında birer manto olan” üç kadınla aynı mekânda bulunmakla suçlanmaları, çarpıcıdır. Bu toplantıya katılan kadınların suçu ise “çifte”dir: Gizli bir “komünist” faaliyette yer almak; üstelik de bunu erkeklerle aynı mekânda, “yüzleri açık” olarak gerçekleştirmek…

Nazım Bey’in üç kadına ilişkin savunması, kabul etmeli ki pek parlak değil: “Biz Ziynetullah’ın evinde otururken o üç kadın geldi. Biz bunları Ziynetullah’ın haremi, hemşiresi ve akrabası sandık. Bunlar Ankara sokaklarında dahi aynı kıyafette, yani uzun mantolarla ve başları örtülü gezerler. Bunlar İstanbul’daki bazı ailelerde artık adet olduğu üzere erkek misafirlerden kaçmazlar ve onlara izaz ve ikram ederler. Vakıa bu bize de garip geldi ama kabahat bizim değildi…”[3]

Demek ki, 1920’lerde bu ülkede bir yandan yoksulluğa, sömürüye, emperyalizme karşı komünist saflarda mücadele veren, bir yandan da erkek yoldaşlarının bağnazlığıyla baş etmek durumunda kalan devrimci kadınlar yaşıyordu.

Peki, kimdi Halime, Rahime ve Fatma Yoldaşlar?

Halime Yoldaş, Cemile Nuşirvanova’dan başkası değildi… İzmirli, olasılıkla Tatar göçmeni bir anne ile Süleyman Selim Bey’in kızı. Darülmuallimat’ı bitirip Bezmialem Valide Sultaniyesi’nde öğretmenlik yaparken Rusya’dan gelme Ziynetullah Nuşirvan ile evlendi. Kocasının Matbuat Müdürlüğü’ne Rusça mütercim olarak atanması üzerine, o “mahut” toplantının yapıldığı Ankara’ya yerleştiler. Ziynetullah Nuşirvan Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası kurucuları arasında yer almış, 9 Mayıs 1921’de “Hıyanet-i vataniye”den 15 yıl kürek cezasına çarptırılmıştı. Ancak SSCB ile ilişkiler çerçevesinde 29 Eylül 1921’de diğer mahkûmlarla birlikte affa uğrayacaktı.

Halime (Cemile) Yoldaş’ın, 1921’deki THİF görüşmelerine “yüzü açık” bir şekilde katılmaya cüret eden diğer kadınlardan, kardeşi Rahime Yoldaş ile birlikte, Ankara’daki ilk komünist mayalanmalarda bir hayli etkili olduğu anlaşılmaktadır. Örneğin 1921 Martı’nda bizzat örgütledikleri Türkiye tarihinin ilk 8 Mart etkinliğini şöyle anlatıyorlar (akt. M. Tunçay):

“Bir yandan burjuva cellatlarını protesto etmek, bir yandan da işsiz kadınların ağır durumlarının hafifletilmesini talep etmek amacıyla komünist Süleyman Selim yoldaşın Ankara dolaylarındaki bağında kadınların genel toplantısı yapıldı. 8 Mart Uluslararası Kadınlar Bayramı’nın önemini açıklayan, Şerif Manatof yoldaşın bildirisi okundu. İkinci sorun olarak, kadınların durumunu düzeltmek, onlara iş sağlamak için bir kadın örgütü seçildi. Önceden hazırlanmış olan tüzük onaylandı. Sonra BMM’ne Türk kadınları adına bir bildiri gönderilerek komünistlere, Mustafa Suphi ve arkadaşlarına gösterilen vahşilikler protesto edildi. Kadınlar örgütünün Ankara’daki ilk 8 Mart bayramı Türk(iye b.n.) komünist hareketi tarihinin sayfalarında şerefli bir yer tutmaktadır. Cemile Nuşirvanova, Rahime Selimova.”

Cemile ve Rahime yoldaşlar, Ziynetullah Nuşirvan’ın afla tahliyesinin ardından Komintern’in dördüncü kongresine katılmak için Sovyetler Birliği’ne giderler (Temmuz 1922). Ancak bu yolculuktan önce Cemile Nuşirvanova’nın Ankara’daki Sovyet elçiliğinde Paris Komünü anısına düzenlenen bir toplantıya katıldığı anlaşılmaktadır. Nuşirvanova, yaşamının geri kalanını sürdüreceği SSCB’de “Türkiye Komünist Kadınlığı Murahhası ve Kadınlar Şubesi Müdiresi” sanıyla hareket ettiği anlaşılıyor.

Rahime (Selimova) hanım ise, ablasıyla birlikte THİF çalışmalarına katılmış ve ardından gizli TKP’nin üyesi olmuştur. Ankara’da öğrenci iken, hamile olan ablasının yerine Sovyet Büyükelçiliği’nde düzenlenen bir törene katılıp burada bir konuşma yaptığı için okuldan uzaklaştırılmıştı. SSCB’ye gittikten sonra Bakû’de Mustafa Suphi’nin yoldaşlarından Kayserili İsmail Hakkı ile evlenecek, ancak bu evlilik uzun sürmeyecekti.

İstiklal Mahkemesi reisinin sözünü ettiği üçüncü kadın, Fatma Yoldaş ise Hacıoğlu Salih (Baytar)’in eşidir ve ne yazık ki hakkında 1922’de gencecik yaşında, öldüğü dışında fazla bir bilgi yoktur… Geride dört çocuk bırakarak… O yılların zorlu koşullarında, bu kısacık ömre dört çocukla birlikte bir de komünist mücadeleyi sığdırmak…

Naciye Yoldaş

Türkiye Komünist Partisi’nin kadın militanlarından biri de Naciye Hanım. Mustafa Suphi ile birlikte Karadeniz’de boğdurulan (Arap) İsmail Hakkı Bey’in kardeşi… 1920 Eylülü’nün ilk haftasında Bakû’de toplanan Şark Milletleri Kurultayı’na katılan Türkiyeli delegeler arasında yer alan Naciye Yoldaş. Bakû’ye gidişi, Almanya’da sürdürdüğü pedagoji eğitimini tamamladıktan sonra İstanbul’a dönerek Şefik Hüsnü çevresiyle ilişkiye geçmesiyle bağlantılıdır. Naciye Hanım, Kurultay’a Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Partisi’ni temsilen delege olarak katılan ağabeyi ile birlikte gitmiş, Kurultay’da Divan’da görev almış ve bir de konuşma yapmıştır.

“Doğu’nun kadınlarının şu anda başlattıkları hareketi, toplumsal hayat içinde kadının yerini narin bir bitkinin veya zarif bir taş bebeğin yeri gibi görmekten memnuniyet duyacak uçarı feministlerin bakış açısından görmemek gerekir,” diyordu Naciye Hanım, Bakû Kurultayı’ndaki konuşmasında. “Bu hareket şu anda tüm dünya ölçeğindeki genel devrimci hareketin ciddi ve zorunlu bir sonucu olarak görülmelidir. Doğu’nun kadınları yalnızca bazılarının sandığı gibi çarşafa bürünmeden sokağa çıkma hakkını elde etmek için mücadele etmiyorlar. (…) İnsanlığın yarı nüfusunu oluşturan kadınlar, eğer erkeklerin rakibi olarak kalırsa, eğer erkeklerle eşit haklara kavuşamazsa, insan toplumunun ilerlemesi elbette ki olanaksızdır; Doğu toplumlarının geri kalmış durumu bunun tartışmasız kanıtıdır.

Yoldaşlar, emin olunuz ki, toplumsal hayatın yeni biçimlerini gerçekleştirmek için harcayacağımız tüm çabalar ve çekeceğimiz tüm acılar, ne kadar içten olurlarsa olsunlar, eğer siz gerçek yardımcılar olarak kadınlara gitmediğiniz takdirde sonuçsuz kalacaktır.

Savaşın yarattığı özel koşulların sonucu olarak, Türk kadını türlü toplumsal görevlerin yerine getirilmesi için evini ve aile topluluğunu terk etmek zorunda kalmıştır. Fakat, Türk kadınlarının savaş sırasında o zamana dek erkeklerin bulundukları konumları üstlenmeleri ve yük hayvanlarının bile aşamayacağı yolların bulunduğu Anadolu’nun bazı bölgelerinde birliklerin kullanacağı silah ve cephaneyi çekerek taşıması, çok önemlidir. Ama bu, eşit haklar elde edilmesi anlamına gelmiyor. (…) 1908 Devrimi’nin başlarında kadınlar lehine bazı gelişmeler olduğunu yadsımıyoruz, ama bu yetersiz ve öngörülen amaçlara ulaşmakta etkisiz gelişmelerin önemini büyütmemek gerekir.

Kadınlar için başkentte ve diğer bazı kentlerde birkaç orta okulun veya lisenin açılması; hatta kadınlara özgü bir üniversite yaratılması, yapılması gerekenlerin binde birini bile oluşturmaz. Siyaseti, zayıfın güçlü tarafından sömürülmesine ve ezilmesine dayanan Türk hükümetinin kadınlar için daha radikal ve önemli ölçülerde kararlar alması zaten beklenemezdi. (…)

Komünistler bütün kötülüklere son vermek için sınıfsız bir toplumun kurulması gerekliliğine inanırlar, bu sonuca erişmek için bütün burjuvalara ve ayrıcalıklı sınıflara karşı amansız bir savaş sürdürürler. Doğulu komünist kadınların savaşı daha da zorludur çünkü ayrıca erkeklerin istibdadına karşı savaşıyorlar. Siz Doğulu erkekler eğer geçmişte olduğu gibi kadınların kaderine kayıtsız kalırsanız, emin olun ki, ülkelerimizi ve onunla birlikte kendinizi ve bizi mahvedeceksiniz. Alternatif ise bizim de haklarımızı kazanmak için diğer ezilenlerle birlikte ölümüne bir savaşa girişmemizdir. Kadınların belli başlı taleplerini kısaca ortaya koyacağım.

1) Haklarda tam bir eşitlik.

2) Kadınlar için erkeklerinkiyle aynı ölçülerde genel ya da mesleki eğitim fırsatı.

3) Evliliğe ilişkin kadın ve erkek arasındaki haklarda eşitlik. Çokeşliliğin kaldırılması.

4) Kadınların bütün idari ve yasama birimlerinde istihdama kısıtlamasız kabul edilmesi.

5) Bütün kent, kasaba ve köylerde kadınların hakları ve korunması amacıyla şûrâların örgütlenmesi.

Hiç kuşku yok ki bu talepleri ileri sürmeye hakkımız var. Komünistler bizim de eşit haklara sahip olduğumuzu kabul ederek bize el uzattılar; biz kadınlar onların en sadık yoldaşları olacağız. Hâlâ yolları seçilemeyen karanlıklar içerisinde olabiliriz. Hâlâ bizi yutacak uçurumların kenarında olabiliriz. Ama korkmuyoruz. Zira biliyoruz ki, gün doğumuna erişmek için gecenin içinden geçmek gerekir.”[4]

Kurultay’ın hemen ardından, 10 Eylül 1920’de Bakû’de yurtiçi ve yurtdışındaki çeşitli komünist örgütlerin birleşmesi ile kurulan Türkiye Komünist Fırkası’nın kuruluş kongresinde Naciye Hanım’ın, Parti’nin kadın politikalarının oluşmasında etkin görev aldığı görülüyor. Gündemin 6. maddesi görüşülürken söz alan Naciye Yoldaş’ın layihası ilginçtir:

“Türk kadınlığının aile arasındaki vaziyeti tam manasıyla esarettir. Cemiyet bir mücrimi [suçluyu] nasıl hapse­derse, kendi içinden çıkarırsa, kadınlar da alelıtlak [genellikle] kadın olmak cürmünden dolayı evlere hapis olunur. Fakat bu hapsin azabını çeken yalnız kadınlar değildir. Bütün millet bundan muzdarip bulunuyor. Zira kadının cemiyetle olan münasebeti kesilince eve bakmak ihtiyacını erkek yükleniyor. Şu itibarla zaruret­-i maişet [geçim sıkıntısı] vücuda geliyor. Şu vaziyet kadına körü körüne itaati, esareti tahmil ettiği [yüklediği] gibi izzet-i nefsini de cerihadar ediyor [incitiyor, yaralıyor].

Mamafih harbin bir netice-i zaruriyesi [zorunlu sonucu] olarak Türk kadını az çok serbesti bulmuş ve te­min-i maişet [geçimini temin etme] için sokağa fırlamağa mecbur olmuştur. Bunu kadın için bir mukaddeme-i halas [kurtuluş başlangıcı] addediyo­rum. Fakat hayata karışan kadınlar, kadınlığın bir kısm-ı ekalliyetidir [azınlık bölümüdür]. Bugünkü cemiyetin şera­iti [koşulları] nazar-ı dikkate alınacak olursa, hayatın zaruretleri karşısında bu kadar cüz’i bir kemiyetin [niceliğin] eriyeceği ve eski istihalenin yeniden başlaması endişesi zuhur ediyor.

Türk kadınının resmi dairelerde memur olması pek yenidir. Türkiye’de memur kadınların ekseriyeti maarife ve mekteplere mensuptur. Fakat bunda da erkeğin imtiyazı gözetilerek bir muallime aynı seviyedeki muallimle, hatta daha yüksek bile olsa, mad­deten bir olamıyor. Kadın, istihdam olunduğu bütün dairelerde aynı madun [ast, aşağı] muameleyi görüyor. (…)

Türkiye’de erkekleri işgal eden [meşgul eden] garip mesaiden biri de kadınların tesettürüdür. (…)

Memleketin kuvve-i teşriiye [ve] icraiyesi [yasama ve yürütme gücü) bütün memleketin hayatını, ihtiyacını bir tarafa atarak; güya artık her iş bitmiş gibi kadının örtünmesi, başının tuvaleti, çarşafının biçimi, hasılı kadının haric’ kıyafeti ile iştigale başlarlar. (…)

Bereketsizlik, kaht [kıtlık], müselsel [ard arda gelen] yangınlar, muharebeler, mısır ekmeği, velhasıl ne içtimaı tereddiler [toplumsal yozlaşmalar), milli felaketler, buhranlar varsa, kaffesinin amil-i mutlakı [tümünün mutlak etkeni] kadının açılması olarak ileri sürülüyor. Polis ka­rakollarına, adliye idarelerine, emniyet-i umumiyeye, lazım gelen yerlere bu gibi yolsuzluklara sebep olan kadınların derhâl tutularak tevkif edilmesi, terzil olunması [küçük düşürülmesi] için emirler verilir. Bütün bu tazyikata [baskılara] rağmen, Türk kadınlığı son zamanlarda payitahtta mühim uyanıklık gösterebilmiş, siyasi ve iktisadi faaliyetler izhar etmiştir [ortaya koymuştur]. (…)

Bugünün ihtiyacı hayatın boş yiyicilerini içerisinden atarak, “Çalışan, yer” hakikatini her tarafa an­latmaktır. Fakat halkın başına yumruklarını indirerek, isyan seslerine kulaklarını tıkayarak yaşayanların, artık ebediyen sönmeleri zamanı gelmiştir. Binaenaleyh [dolayısıyla], Türkiye Komünist Fırkası her şeyden evvel Türkiye kadınını kurtarmak için bir Türkiye Komünist Kadın Teşkilatı vücuda getirmeye çalışmalıdır.

Yaşasın kadın ve erkeği hayatın bütün yollarında birleştiren kızıl güneş!

Yaşasın Türkiye Komünist Fırkası!

15 Eylül 1920”[5]

Böylelikle, TKP, büyük ölçüde Naciye Hanım ve kardeşi İsmail Hakkı Yoldaş’ın girişimleriyle Kuruluş kongresinde şu kararları alacaktır:

“1- Tarihin hataları ve içtimai hastalıkları kat’i surette tashih ve tedaviye karar veren Türkiye Komü­nist Kongresi, kadınlık âleminin kıymet ve ehemmiyetini takdir ederek layık olduğu dereceye is’adı [yükseltmek] için icap eden kat’i tedbirlere tevessül eder [başlar, girişir].

2- Beşeriyetten sınıf farkını kaldırmak şiarıyla ortaya atılan Komünistler, tabiatıyla kadınları cemi­yetin içerisinden ihraç etmek [dışlamak] gibi bir ikilik hatasını irtikab edemez [işleyemez]. Komünistler nasıl hazır yiyicileri mahvederek tam bir müsavat-ı hukukiye [hukuk önünde eşitlik] yaratıyorsa, kadınlık, erkekliğin farklarını da kaldırarak, hukuk ve vezaif cihetiyle [görevler bakımından] hakiki bir birlik teşkilini kabul eder.

3- Türkiye’de kadınların hayat-ı umumiyeye daha serbestane iştirak edebilmelerini temin için şimdi­ye kadar erkeklere tahsis edilmiş olan içtimai [toplumsal] müesseselerden kadınların da aynı hak ve selahiyetle isti­fade etmeleri elzemdir.

4- Kadınlarla erkekleri yekdiğerinden ayrı bulundurmak, onları müessesat-ı içtimaiyyenin (toplumsal kurumların) haricinde yaşatmak, kadınlarda anlayış kuvvetini yanlış yollara saptırmak ve bu yanlış telakkiler kadını büsbütün geri bir hayat idamesine sebep olmuştur. Binaenaleyh, beşeriyetin diğer nısfı [yarısı] olan kadınların erkeklerle mütevaziyen ve mütesaviyen [denk ve eşit olarak] hareket etmeleri ve layık oldukları tekamülün [gelişimin] temini için lüzumu kadar fe­dakarlıklar ihtiyar olunur [ortaya konulur]. 15 Eylül 1920”[6]

TKP bu ilkelerin hayata geçirilebilmesi için kadınlara yönelik özel tedbirler gerektiğinin bilincinde olduğunu, aynı Kongre’de kabul edilen programına, emekçi kadınlara ilişkin şu maddeleri dahil ederek gösteriyordu:

34- se) Umumiyetle kadın işçilerin vaz-ı hamlden (doğum) sekiz hafta evvel ve sonra için yevmiyeleri tamamen verilmek şartıyla işten istisna edilmeleri;

cim) Emzikli kadınlara iş zamanında her üç saatte yarım saat emzirme teneffüsü verilir.

49- elif) Erkek ve kız çocuklarına şamil olmak üzere 17 yaşına kadar mecburi ve meccani (parasız) tahsil;

te-) Anaları kulluktan kurtarıp umumi istihsal işlerine sokabilmek üzere küçük çocuklar için çocuk yuva ve bahçeleri gibi mektepten evvele ait müesseseler açmak.

Üzerinden yüz yıl geçtikten sonra emekçi kadın (ve gençlik) hareketinin hâlâ aynı talepleri ileri sürüyor olması, içinde yaşadığımız sistemin doğası konusunda yeterli fikir vermiyor mu?

Yaşar Nezihe (Bükülmez) Yoldaş

Genç Cumhuriyet rejiminde işçi sınıfının, emekçilerin ve emekçi kadınların davasını güdenlerden biri de, bir şair: Yaşar Nezihe (Bükülmez).

Yaşar Nezihe 13 Ocak 1882’de İstanbul’da, Silivrikapı’da harap bir evde doğdu. Babası ailesini belediyede kantar memurluğu yaparak geçindirmeye çalışan bir yoksul. Ve de içkici… Her biri bebekliğinde/çocukluğunda ölen dört kardeşten arta kalan. Altı yaşında yitirdiği annesini sevgiyle hatırlıyor. Kendisini teyzesi büyütmüş. Okuma yazmayı kendi gayretiyle öğrenmiş bir çocuk.

Babasının 1898’de işten çıkartılması, zorluklarla dolu yaşamını daha da güçleştirecekti. Ama şiir yazmaktan asla vaz geçmedi. İlk şiirler Terakki ve Malumat gazetelerinde yayınlanan Yaşar Nezihe hanım, 1912’de babasını kaybetti. Yaşamını Esirgeme Derneği’nde, Şark Eşya Pazarı’nda işçilik yaparak kazanmaya çabaladı. Yine şiirler yazıyordu: Sabah, Kadın, Nazikter gibi dergilerde.

Oğlu Vedat’la son derece güç günler geçirdiği I. Dünya Savaşı sırasında ona direnme gücünü şiirleri veriyordu. Hele ki ilk şiir kitabı Bir Demet Menekşe’nin yayınlanması (1915). Tabii bir de üye olduğu Amele Cemiyeti aracılığıyla yakın ilişki kurduğu Dr. Şefik Hüsnü’nün Aydınlık dergisi çevresi…

Şiirlerinin Aydınlık’ta yayınlanmaya başlaması, sosyalist hareket içerisinde giderek tanınmasına yol açacaktır. Nâzım Hikmet’in kendisine çok yakınlık gösterdiği, her karşılaşmalarında “abla” diye elini öptüğü aktarılır.

Ama işi yalnız şiir değildir. Örneğin Mayıs 1920’deki tramvay işçileri grevini etkin biçimde desteklemiş, grevci işçileri coşturan konuşmalar yapmıştır…

1925 Aydınlık tevkifatında gözaltına alınan Yaşar Nezihe, yargılanmasına gerek olmadığı hükmüyle serbest bırakıldı. Ancak bu tevkifat sonrasında sosyalist hareketle ilişkileri gevşeyecekti…

Müdafaa-i Hukuk-u Nisvan Cemiyeti’nin de üyesi olan Yaşar Nezihe hanım, yıllarca Hilal-i Ahmer’de (Kızılay) dikiş dikerek yaşamını sürdürecek, doksan acılı ve yoksul yılın ardından, 1972’de yaşamını yitirecektir.

Şiirlerinde kendi çektikleri, halkın acılarıyla karışır:

“Mahalleden iki gündür verilmiyor ekmek

Kolay değil gece gündüz bu açlığı çekmek

Zavallı milletin aç karnı dört buçuk senedir

İaşe meselesi hâllolunmuyor bu nedir…

Satıldı evlerin eşyası hep bir ekmek için

Ne yaptı millet acep bu azabı çekmek için

Kiminde kalmadı yatmak için yatak yorgan

Doyunca bulamadı bir çokları yazık kuru nân

Şaşırdı yollarını genç kadınlar oldu zelîl

Eden bu milleti açlıktır bu rütbe sefil (…)

Elimde iğne, kalem var da ben de muhtacım

Yetim Vedad’ım ile kırksekiz saattir açım

Çalışmak isterim iş yok, bu hâle hayranım

Bu aç yetime bakıp ağlarım, perişanım

Vatan harabe fakir millet aç, sefil, üryan

Bugün düşüncesi halkın biraz kömür ile nân…”

Kimileri “mücadele saflarını terk etmek”le eleştirse de, el kadar çocukken dere kenarlarından ebegümeci, papatya tohumu toplayarak satıp okul parasını çıkartan, ihanetlere, şiddete belenmiş üç düşkırıklığı evliliği arkasına dönüp bakmadan bitirebilen, iki oğlunu açlıktan, bakımsızlıktan toprağa verse de onurunu yere düşürmeden hayatını sürdüren, soyadı kanunuyla kendine aldığı “Bükülmez” soyadına layık, iki ayağı üzerinde kalabilmeye adanmış bir yaşam mücadelesi, bir emekçi kadın şairdi o…

Mübadil Tütün İşçisi Kadınlar…

Yaşar Nezihe’nin de muhatabı olduğu yoksulluk ve yoksunluk koşulları, genç Cumhuriyet rejiminin yöneldiği kapitalistleşme güzergâhının kaçınılmaz sonucu olarak, bir avuç türedi burjuva “vur patlasın, çal oynasın” bir “lüküs hayat” sürerken, nüfusun büyük kısmını pençesine almıştı. Dış pazarı, sömürgeleri olmayan genç burjuvazi, sermaye birikimini ancak yoğun emek sömürüsüyle gerçekleştirebilecekti; Takrir-i sükûn ve buna dayanılarak girişilen baskıların desteğiyle ücretler açlık sınırının altında seyrederken, fiyatlar dizginlerinden boşanmıştı. Kontrolsüz hayat pahalılığı karşısında işçi ve köylülerin Kızılay, Himaye-i Etfal gibi hayır kurumlarından başka sığınağı kalmamıştı.

1930 tarihli gazeteler, Cibali’de çalışan bir kadın tütün işçisinin eline ayda 25-30 lira geçtiğini yazmaktadır. Aynı günlerde Ticaret Odası endeksi, bir ailenin savaş öncesi 11 lira olan aylık giderlerinin, 145 liraya fırladığını göstermektedir.

Örneğin Bursa’da kadın ipek büküm amelelerinin gündeliği 40-50 kuruş arasında seyrederken, bir ekmeğin fiyatı 12 kuruştur.

“Nazlı” genç burjuvaziyi teşvik kredileri, vergi muafiyetleri, gümrük duvarları, grev-sendika yasakları ile besleyen iktidar, konu işçiler-emekçiler olduğunda, alabildiğine nekesleşmektedir. Bu nedenledir ki, ucuz ve uysal emek deposu olarak görülen kadınlar yığınlarla sınaî üretime çekilirken, çocukları ya bir avuç “hamiyetperver” derneğin inayetine ya da doğrudan sokağa emanet edilmektedir. Böylelikle, örneğin 1932 yılında doğan çocukların yüzde 44’ü, daha altı yaşına varmadan ölmüştür. Köylülerde bu oran, yüzde 50’nin üzerinde seyretmektedir. Ülkede bir tane çocuk hastanesi vardır ve yatak sayısı 40’tır!

Böylesi bir tabloda, emekçiler seslerini yükseltmiyorlar mıydı hiç? Olur mu öyle şey? Tüm baskılara, tevkifatlara rağmen, emekçiler itirazlarını ortaya koyuyorlardı. Kadın emekçiler de…

Emekçiler arasında en örgütlü ve direngen kesim, Drama’dan, Kavala’dan, İskeçe’den, İskilip’ten mübadeleyle getirilip çoğu İstanbul’a yerleştirilmiş tütün işçileriydi. Örgütlülükleri, mücadelecilikleri atadan geliyordu; ana-babaları 1908’de yabancı kumpanyalara karşı antiemperyalist grev ve direnişlerde pişmiş, babaları seferberliğe katılıp savaşmıştı. İşe yerleştirildikleri Ortaköy, Cibali, Kasımpaşa (ve İzmir ve Bursa) tütün fabrikalarında kendilerine sunulan sefalet koşullarına boyun eğmeyeceklerini kısa sürede ortaya koydular. Çok ağır bedeller ödemeyi göze alarak,[7] TKP’li oldular, bildiriler dağıttılar, örgütlenme çalışmaları yürüttüler, ajitasyon-propaganda çalışmalarını sürdürdüler, grevler örgütlediler…

Örneğin tütün amelesi Emine ve Şaziye… 1936 Ocağında kocalarıyla birlikte tutuklandılar. Emine ve kocası (Şoför) İdris, Şaziye ve Kocası Abbas. Sansaryan’da gördükleri işkenceden sonra ne Emine ne de Şaziye sağlığına kavuşamayacaktır. Emine 1939’da yitirir yaşamını.

Onların mücadele geleneğini diğerleri omuzlayarak onyıllar boyu taşırlar… Mediha (Özçelik), Zeliha (Okyalaz), Zehra (Kosova)…

Hele ki Zehra Kosova… 1995 8 Martı’nda DİSK’ten aldığı Kadın Emek Ödülü’yle simge bir isim hâline gelen Zehra Kosova, çekirdekten yetişme bir tütün emekçisi, yaşamını mücadeleye adamış bir komünisttir: “Hayat bizim için her zaman acımasızdı, ayrılıklar, yokluklar ve yoksulluklar başkasına değil sanki hep bize düşüyordu. Ama yine direnecektim. Eşim askerde, çocuğum kucağımda ve inandığım bir dava var önümde… Ama yine de mücadeleme devam etmeye söz veriyorum.”[8]

Mücadelesi hem ekmek, hem işçi sınıfının sendikal örgütlenmesi, hem de siyasal “topyekûn kurtuluş” mücadelesidir. “İlkokul mezunu olarak başladığı işçilik hayatına içerisinde aktif olarak bulunduğu sendika faaliyetleri ile devam etmiş, tütün işçileri arasında örgütlenme çalışmalarında her zaman ön sıralarda yer almış, çeşitli dayanışma eylemleri ve iş bırakmalara öncülük etmiş, Türkiye Komünist Partisi’nde yıllarca görev yapmış, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi’nde de bulunmuş, birçok kez tutuklanmış, işkenceler görmüş bir işçiydi.

Çalıştığı yerlerde tanıştığı arkadaşları vasıtasıyla TKP (Türkiye Komünist Partisi) ile tanışır ve 1934’te parti tarafından Moskova’daki Doğu Halkları Emekçi Üniversitesi’ne (KUTV) gönderilir. Burada tanıştığı Mustafa İskender ile 8 Mart’ta evlenir.

Zehra, 1937 Nisan sonlarında arkasında bir daha göremeyeceği kızı Ayten’i bırakarak Türkiye’ye geri döner. Ayten içinde hep bir sızı olarak kalacaktır.

Türkiye’de eşiyle birlikte önce Samsun ve Bafra’da tütün işçileri arasında örgütlenme çalışmalarını yürüten Zehra, daha sonra İstanbul’a döner ve sendikal mücadeleyi yönlendiren öncü kadınlardan biri olur.

Tütüncüler Sendikası’nın kuruluşu ile birlikte Zehra, Türkiye’nin ilk kadın sendika yöneticisi olur.

1946 Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi, 1951 TKP ve 1957 Vatan Partisi davalarıyla ilgili tutuklanır. Yargılamanın ardından ise beraat eder. ”[9]

Emine, Şaziye ve Zehra’nın mücadelesine 30’lu, 40’lı yıllar boyunca yüzlerce işçi kadının mücadelesi katılır. 1927 Eylülü Adana-Nusaybin demiryolu hattı grevinde grev kırıcılarının sürdüğü trenin önüne yatan, jandarma kurşunlarına hedef olan direnişçi kadınlar… 1930 Ağustosu’nda “tahrikçi” beyanname ve gazete basıp dağıtmaktan yakalanan Hatice, Fatma ve Mesrure hanımlar… 1930-40 arasında üç kere yargılanıp her seferinde hüküm giyen Münire hanım… 1930’da tutuklanıp bir yıla mahkûm olan 17 yaşındaki Çamlıca Kız Lisesi öğrencisi Nihal… 1932’de tahrikattan tutuklanan Melahat, Makbule ve Melek hanımlar… 1933’te duvarlara “muzır beyanname” yapıştırmaktan götürülen Hayriye hanım…

Ama 1930-40’lı yılların iki mücadeleci kadınını özellikle zikretmek gerek: Hem kadın kurtuluş mücadelesinin, hem de düşünce ve ifade özgürlüğünün yılmaz iki savaşçısı Sabiha Sertel ve Suat Derviş…

Sabiha Sertel

Sabiha Sertel, 1895 Selanik doğumludur. Balkan Savaşı ardından ailesiyle birlikte İstanbul’a geldi, burada gazeteci-yazar Zekeriya Sertel ile evlendi. Toplumsal bilinci, denilebilir ki işgal altındaki İstanbul’da biçimlenmişti; daha 1919’da Zekeriya Sertel ile birlikte yayınladıkları Büyük Mecmua’da bir yandan işgale ve mandacılığa karşı çıkıyor, bir yandan da kadınların özgürlüğünü savunuyordu. Ancak yaptıkları sadece gazetecilik değildi; ulusal kurtuluşu destekleyecek yönde hücre faaliyetlerinde bulunmaktaydılar.

İşgal güçleri baskılarını arttırınca karı-koca yüksek öğrenimlerini tamamlamak üzere ABD’ye gittiler. Ve burada Marksizm’le tanıştılar. O andan itibaren “sınıf” pusulasını ellerinden bırakmayacaklardı.

1923’de ülkeye dönerler. İki çocuklarıyla birlikte… Ankara’da kısa süreli bir memuriyetin ardından, İstanbul’a atacaklardır kapağı. Sabiha Sertel, eşinin Yunus Nadi ile birlikte çıkardığı Cumhuriyet gazetesinde bir köşe sahibi oldu. Ve kadınların iktisadî, siyasal, toplumsal ve cinsel bağımsızlığına dair son derece çarpıcı yazılar kaleme aldı. Ardından, Serteller Cumhuriyet tarihinin belki de en tutarlı muhalif basın girişimini başlattılar: Resimli Ay dergisi her türlü baskıya, toplatma kararlarına, sansüre, gözaltı ve tutuklamalara karşın 1924-1931 yılları arasında sürdürecektir yayın yaşamını. Ve sayfalarını dönemin “lanetli”lerine açar boydan boya: Nâzım Hikmet, Sabahaddin Ali, Suat Derviş, Vâlâ Nureddin, Sadri Ethem… 1925’te Şeyh Sait ayaklanması bahane edilerek girişilen “gazeteci avı”ndan Zekeriya Sertel de nasibini alacak, Sabiha Sertel, kendi tabiriyle “Bab-ı âlî kurtları” arasında bir buçuk yıl boyunca tek başına çıkartacaktır dergiyi. Hemen her sayı için savcılığa ifade vererek…

Ancak kızılca kıyamet, Sabiha Sertel’in bir Amerikan dergisinden çevirerek yayınladığı “Liderin Psikolojisi: Savulun Geliyorum” başlıklı yazıyla koptu. Savcılık yazıdan “diktatörlük” telmihi kapmıştı: Sertel bu kez “cumhurbaşkanına hakaret” suçlamasıyla çıktı yargıç karşısına. Savcı, 20 yıl hapsini istiyordu, yargıç 2 ayla yetindi…

Resimli Ay’ın kapanmasından sonra bir süre çeviriyle uğraşan Sabiha Sertel, eşinin Tan gazetesini alması üzerine yeniden gündelik yazılara başladı. Hemen her yazısından sonra savcıya ifade vermeyi sürdürerek…

İkinci Dünya Savaşı günleri ülkenin emekçileri için de muhalifler için de zorlu günlerdi. Hükümet İngiltere ile Almanya arasında gidip gelir, savaş simsarları karaborsadan vurgunlarını katlarken, savaşın yükü emekçi kesimlere yıkılmıştı. Yarım milyonun üzerinde genç silah altına alınmış, iş günü 12 saate çıkartılmış, bütün sendikalar, işçi örgütleri kapatılmış, grevler yasaklanmıştı. Tan, Gün, Yeni Dünya, 24 Saat gibi gazetelerin çevresinde toplanan antifaşist, sosyalist kalemler, Sabiha Sertel, Sabahattin Ali, Esat Adil Müstecaplı, Faris Erkmen, Suat Derviş, Behice Boran, Adnan Cemgil, Niyazi Berkes, Pertev Naili Boratav gibileri, savaşın ortalarında iyice Almanlardan yana dönen siyasal iklime karşı mücadele veriyor, bir yandan da sosyalist hareketin sorunlarını tartışıyorlardı.

Hükümetin buna tahammülü yoktu. Tanin’den Hüseyin Cahit’in kışkırttığı Turancı, Pantürkist güruh, iktidarın ve güvenlik güçlerinin koruyucu kanatları altında 4 Aralık 1945’te Tan ve Yeni Dünya gazetelerini basarak makinaları kırdılar, mürettiphaneyi dağıttılar, kâğıt bobinlerini sokaklarda yuvarladılar…

Tan matbaası baskınından kim yargılandı, dersiniz? Doğru tahmin ettiniz, Sabiha ve Zekeriya Sertel hakkında 1946’da gazetede yayınlanan yazılarla ilgili dava açıldı, Sertel’ler tutuklanıp cezaevine konuldular. Haklarındaki ceza temyizde bozulunca serbest kaldılarsa da, ülkede yapabilecekleri bir şey kalmamıştı. Yurtdışına çıktılar. En kısa zamanda dönebilmek umuduyla. Ama bu, en azından Sabiha Sertel için mümkün olmadı. 1968 Eylülü’nde Bakû’de sürgünde hayata gözlerini yumdu.

Suat Derviş

Bu ülkenin sosyalist kadınlarının tarihini anarken Suat Derviş’i es geçmek olur mu? Küçücük gövdesi, iri gözleri, kıvılcımlı zekâsı, olanca tezcanlılığı, gözüpekliğiyle sosyalist kadın yazar.

Parisli modacılara parmak ısırtan giysileri, sevecenliği, rahatlığı, içtenliği, dikbaşlılığı… kısacası kendine özgü olan her şeyiyle en yakın çevresi tarafından dahi sindirilemeyen… Ama “elâlem ne der?” kaygısını hep kendinden uzak tutmuş…

Romanları Macarca, Sırpça, İspanyolca, İngilizce, Fransızca, Almanca, Rusça, Çince… velhasıl yedi düvelin diline çevrilip, çoğu kendi ülkesinde ancak yakın zaman önce yayınlanabilen. Türkiye’den önce yayınlandığı Fransa’da Ivo Andriç’in Drina Köprüsü’nden daha başarılı bulunan. 1930’ların acar gazetecisi, 1940’ların gözükara antifaşisti…

Suat Derviş 1905’te Çamlıca’da bir eski konakta geldi dünyaya. Babası operatör Dr. İsmail Derviş, annesi Abdülaziz’in mızıka-i hümayûn şefi Kamil Bey’in kızı Hesna Hanım’dı. Okuma yazmayı daha okula gitmeden, kendi kendine söktü ve o andan itibaren tam bir kitap kurdu oldu.

Dik başlıydı… Zorla giydirdikleri çarşafı, fes giyilmesini yasaklayan kararnamenin yayınlandığı gün fırlatıp attı.

Ama öncülüğü çarşafla sınırlı değildi. Avrupa’ya muhabir olarak giden ilk Türkiyeli kadın gazetecidir örneğin. Romanı Fransızca yayınlanan ilk yazardır ya da. Bab-ı âlî’nin ilk basın mensupları sendikasını Neriman Hikmet’le birlikte o kurmuştur. İkinci Dünya Savaşı ortalarında, Türk siyasi hayatının Nazizm’e meyletmesine karşı bayrak açan ilk gazetecilerdir, Sabiha Sertel ile birlikte…

Ekmeğini kalemiyle kazanmaya 1927’de ailesiyle birlikte göçüp, babasını yitirdiği 1932 yılına dek yaşadığı Berlin’de başlayacaktır.

Yurda döndüğünde aynı mesleği devam ettirecektir: kalem erbabı. Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde, okurları kadın konusundaki sosyalist fikirlerle tanıştıracak olan, odur:

“Demek istiyorum ki kadının bugünkü vaziyeti tabiat kanunundan doğma değildir. Bir takım dini telakkilerin, terbiyenin ve iktisadi şartların neticesidir. Esasen cemiyetin temeli kadın değil midir? Evet, kadın; yani ana! Beşeriyetin iptidai devrelerinde ‘kütlelerin izdivacı’ tesmiye edilen ilk kadın ve erkek rabıtaları devrinde çocukların babası bilinmezdi. Fakat ilk çocuğun bile bir annesi vardı. Tabiat baba denilen mesul bir şahıs tanımazdı, yavrularını annesine yüklerdi. İlk içtimai varlık anne ile çocuktur. Cemiyet bu çekirdeğin etrafında toplanmıştır. Baba cemiyetin tekâmülünden sonra gelir. İlk devirlerin babası ailenin reisi değildir. Reis anne idi. O vakitler kadın çarşıda pazarda ticaret eder, erkek evde iplik büker, yemek pişirirdi. Bu içtimai fonksiyon ayrılıkları hiçbir şeye delalet etmez. Kadın beyninin teşekkülü erkeğin beyninden farklı değildir. (…) Kadının erkek hâkimiyetine girmesi zekâsının dünya işleriyle uğraşması karşısındaki aczinden değildir. Bu yumruk esaretini şüphesiz ki sonradan iktisadi bir esaret takip etmiştir. ‘Pederşahi’ aile devresi muhakkak ki kadının hâkimiyeti devresinden çok daha uzun sürmüştür. Bu yüzden kanun, örf, adet, anane, ahlak telakkileri hep erkek lehine kurulmuştur.” (Cumhuriyet, Mart 1933).

Dört kez evlenir: İlk eşi güreşçi Seyfi Cenap Bey, ikincisi gazeteci İzzet Sedes. Bu evlilikleri Almanya’ya gitmesinden önce yaşanmış ve bitmiştir. Üçüncü evliliğini yazar Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu ile gerçekleştirir… Ve dördüncüsü, belki de bütün bu kırık hikâyelerini temize çektiği, TKP genel sekreteri Reşat Fuat Baraner ile…

Suat Derviş’le Reşat Fuat’ın 1940’ta başlayan evliliği, Reşat Fuat’ın yaşamını yitirdiği 1968’e dek sürecektir… Aranmalarla, gizlenmelerle, yargılanmalarla, mahpusluklarla, sürgünlerle birlikte…

Reşat Fuat’la evliliği, bu ele avuca sığmaz, isyancı kadını Bab-ı Alî’de iyiden iyiye “sakıncalı” hâle getirecektir. Ama yılmaz, müstear isimle yazmaya koyulur. Onlarca, yüzlerce makale. Durum öyle bir raddeye gelir ki, yazarlar Suat Derviş’ten yazı satın alıp kendi imzalarıyla yayınlarlar.

Ama imzalı yazıları, eşi Reşat Fuat’la birlikte çıkardıkları Yeni Edebiyat’ta hâlâ yayınlanmaktadır. Sabahattin Ali, Nâzım Hikmet, Ahmet Hamdi Tanpınar, Attila İlhan, Orhan Kemal ve daha nice imzayla birlikte… Ancak 26 sayı yayınlanıp, sıkıyönetim kararıyla kapatılacak dergi, sosyalist edebiyatın köşe taşıdır…

Türkiye sosyalist hareketinin tarihi bir bakıma kesintisiz bir tevkifatlar tarihidir: 27, 30, 31, 32, 35, 39, 40, 46, 51-52… Komünistler birbirlerini, kolej mezunları gibi tevkifata uğradıkları yıllardan tanırlar. Suat Derviş 44’lüdür, Reşat Fuat ise mükerrer.

Sekiz aylık cezasını tamamladıktan sonra, sevgilisi, eşi Reşat Fuat’ı “içeride” bırakıp, hayatı giderek çekilmezleştiği ülkesinden ayrılarak Paris’e göçer ve yazarlık çalışmalarını orada sürdürür. Memlekete eşinin tahliyesiyle 1961’de dönecek, yaşamını kalemle yaşamayı sürdürecektir. Reşat Fuat’ı yitirdikten sonra da…

Ve kavgadan bir an olsun ayrılmaz. Nisan 1970’te Türkiye Devrimci Kadınlar Derneği’nin kurucularından biri olur. Neriman Hikmet, Zehra Kosova, Mediha Özçelik ve Taylan Özgür’ün annesi Necla Özgür ile birlikte… Kuruluş toplantısında “TKP Genel Sekreteri Reşat Fuat Baraner’in eşi” olarak tanıtılınca isyan edip haykıracaktır: “Ben yazar Suat Derviş’im, kimsenin karısı olarak yâd edilemem!”[10]

68 ve izleyen kesit, ülkenin çalkantılı yıllarıdır. Dönemin devrimci gençlerine, yaşı ileri, yüreği genç Suat Derviş’in kapısı hep açıktır. Yoksulluğunu, ekmeğini paylaşır onlarla. Bu nedenle evini basan polislere kafa tutarak, başı dimdik gider nezarethaneye…

23 Temmuz 1972’de yaşamını yitirdiğinde, sofrasını paylaştığı devrimci gençlerden sağ kalan, içeride olmayan, aranmayan birkaçı uğurlayacaktır onu son yolculuğuna…

* * *

Notlar burada kesiliyor… Sanırım gerisi kayıp, çünkü etkinlikte diğerlerini de anmıştık. Behice Boran’ı… Donanma davasından yargılanıp 10 yılını cezaevinde geçiren Vatan Partili Fatma Nudiye Yalçı’yı… 1940’ların ikinci yarısında Sabiha Sertel ve Suat Derviş ile birlikte bir kadın örgütlenmesi için çalışan tıbbiye öğrencileri Sevim Tarı (Belli) ve Tevhide Bozoklu ile Adalet Hanım’ı… 1950’li, 60’lı yılların gözüpek militanı, 1980’de faşistlerce katledilen Doktor Sevinç Özgüner’i… TİP senatörü Fatma Hikmet İşmen’i… 68’in devrimci gençleri Gülay Ünüvar, Hatice Alankuş, Meral Yakar’ı…

Ne mutlu ki bu öykü, etkinliğin bittiği yerde kesilmiyor. Tam tersine, yıllar geçtikçe artan sayıda devrimci kadın kendi renkleri, talepleri ve iddialarıyla harekete katıldılar. Bugün devrimci erkeklerin eşleri, sevgilileri, kardeşleri olarak değil, kendileri olarak, kendi adlarına bu toprakların en heyecan verici, en zorlu, en onurlu geleneklerinden birini üstlendiler… Kürt coğrafyasında, varoşlarda, atölyelerde, fabrikalarda, sokaklarda, meydanlarda, barikatlarda efendilere ve bekçilerine zehir ediyorlar hayatı. Şiarları mı? Gayet basit:

“Bizsiz bir sosyalizm mi? Asla!”

20 Nisan 2021, İstanbul.

 

YARARLANILAN KAYNAKLAR

Aclan Sayılgan (1968), Solun 94 Yılı.

Attila İlhan (1988), O Karanlıkta Biz, Bilgi Yayınevi.

Ali Ergin Güran (haz.) (1975). Aydınlık, Fevkalade Amele Nüshaları, Katkı Yayınları.

Atila Türk (haz.) (1976). Aydınlık, Fevkalade Gençlik Nüshası. Odak Yayınları.

Fatma Hikmet İşmen (1976), Parlamento’da 9 Yıl

Fethi Tevetoğlu (1967), Türkiye’de Sosyalist ve Komünist Faaliyetler (1910-1960).

Kerim Sadi (A. Cerrahoğlu) (1975), Türkiye’de Sosyalizmin Tarihine Katkı. Katkı Yayınları.

Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar, Bilgi Yayınevi.

– (1982) Eski Sol Üzerine Yeni Bilgiler, Belge Yayınları

Sabiha Zekeriya Sertel (1978), Roman Gibi. Cem Yayınevi.

Tarih ve Toplum Arşivi (Fahri Aral’ın yardımlarıyla)

Cumhuriyet gazetesi arşivi

[1]    Nâzım Hikmet.

[2]    Ne yazık ki yazıya geçirmek üzere toplanmadıkları için notların kaynakları yok. Bu nedenle yazının sonuna genel bir kaynakça vermekle yetiniyorum.

[3]    Aynı sorguda, toplantıya katılmakla suçlanan Şeyh Servet Efendi’nin sözleriyse daha da ağır: “Ertesi gün Ziynetullah Bey’in evinde toplandık. Fakat hakikaten benim de müteessir olduğum bir hâl karşısında kaldık. Evde her ne kadar mütesettire (tesettürlü, b.n.) olsalar da müzakere esnasında İslâm hanımlarının bulunması münasip değildi. Çünkü muhitimizin an’anelerine muhalif ve suistimale çok müsait bir hâldi.” Şeyh Efendi bu hâli yadırgamakla birlikte “taassuba hamledilmemesi” için sesini çıkarmadığını söylüyor…

[4]    https://kizilbayrak48.net/ana-sayfa/degerlendirmeler/kadin/gun-dogumuna-erismek-icin-geceyi-asmak-gerekir

[5]    https://kizilbayrak48.net/ana-sayfa/degerlendirmeler/kadin/turkiyede-kadinlik-hareketi-hakkinda

[6]    yag.

[7]    1930’lu yıllar boyunca gazetelerde şu tip haberlere rastlamak sıradandı: “Dün 34 kişi daha tevkif edildi. 1 Ağustos’ta şehirde bildiri yapıştırma girişiminde bulunan komünistler hakkındaki soruşturmaya devam edilmektedir. Polis müdüriyetince dün de 34 kişi maznunen (zan üzerine) tevkif edilmiştir. Sanıklar arasında tütün işçilerinden beş kadın da vardır. Yakalananların hepsi Türkdür.” (Cumhuriyet, 11 Ağustos 1930) ya da “Komünistlerin merkezi bulundu/  Teşkilatın şümullü olup olmadığı tetkik ediliyor. Hükümet konağı civarında berber Osman’ın dükkânında yapılan aramalar sonucu, Osman’la birlikte eniştesi modacı Kerem, Sanatlar Mektebi’nden Mustafa, terzi Şükrü, tornacı Mustafa ve İbrahim ile İbrahim’in zevcesi Melahat, kardeşi Makbule ve annesi Melek hanımlar tutuklandı, tütün amelesinden bazı kadınlar sorgulandıktan sonra serbest bırakıldı. Evlerinde yapılan araştırma sonucu Türkiye’de tahrikat yapan komünist şebekesinin merkezi ortaya çıkmıştır.” (Cumhuriyet, 16 Şubat 1932).

[8]    Tuğba Özer, “Tütüne ve mücadeleye verilen bir hayat: Zehra Kosova”. Cumhuriyet, 17 Ağustos 2019, https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/tutune-ve-mucadeleye-verilen-bir-hayat-zehra-kosova-1537459.

[9]    a.y.

[10]  Burak Albayrak, “Unutturulan Kadın Suat Derviş”, Gazete Duvar, https://www.gazeteduvar.com.tr/kitap/2017/07/23/unutturulan-kadin-suat-dervis

 

Müesses nizamın muhalefeti…

Savaş barıştır,
özgürlük köleliktir, cahillik güçtür.

George Orwell

Türkiye’de demokrasi pratiğinin hiçbir zaman reel bir karşılığı olmadı. Kitlelerin politik alanda etkili olmasına izin verilmedi. Her ne kadar TBMM’nin genel kurul salonu duvarında “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” dense de, çok sayıda ‘kayıt ve şartla’ egemenlik halkın elinden alındı… Rejimin adı ‘cumhuriyet’ olarak değiştirildi diye şeylerin seyrinin de değişmesi gerekmiyordu… Bir cumhuriyet rejiminde kitlelerin iradesinin reel bir karşılığı vardır. Olması gerekir. Aslında bizde ‘cumhuriyet’, bundan sonra padişah oymayacağın karşılığıydı. Padişah yoksa cumhuriyettir demeye geliyordu. Rejim mefhum-u muhalifinden giderek tanımlanıyordu. Kaldı ki, cumhuriyet, halkın gıyabında ilan edilmişti. Tipik bir darbe söz konusuydu… Öyle olduğunu görmek için resmî tarihe, resmî ideolojiye dair biraz kafa yormak gerekirdi… İlkokuldan üniversiteye, oradan askerliğe kadar, genç nesiller öyle bir bağnaz resmî ideoloji ve resmî tarih ‘rahle-i tedrisinden’ geçiriliyor ki, insanların düşünme yeteneği dumura uğruyor… Bir de zihinleri resmî ideoloji tarafından köreltilmiş olanlara ‘aydın’ deniyor… Esasen Türkiye bir ‘aydınlar ülkesidir’… Aydın sayılmak için bir diploma yeterli koşuldur…

Türkiye’deki rejim, varlığını iç ve dış düşmanlara borçludur. Dış düşman zaten verilidir. Sınırların dışındaki her ülke, herkes düşmandır… Fakat o kadarı T.C. için yeterli değildir. Rejim iç düşmana da ihtiyaç duyuyor. İç düşman da Kürtler, sosyalistler, Aleviler, demokratlar, hak ve özgürlük talebinde bulunan herkestir… Türkiye’deki rejimin tarihi aynı zamanda ‘iç düşmanlarla’ mücadelenin de tarihidir… En değerli yazarlarını, şairlerini, entelektüellerini, bilim insanlarını, gazetecilerini neden hunharca katlediyor, hapsediyor, açlığa mahkûm ediyor, ilticaya zorluyor sanıyorsunuz! Bu rejim, bugüne kadar halk tarafından gelen hiçbir hak ve özgürlük talebine olumlu cevap vermemiştir… Bilen varsa söylesin… Eğer herhangi bir hak talebini kabul ederse, evet derse, yeni hak taleplerinin gelmesinden korkar. ‘Yol bir kere açıldı mı, kimin geçeceği bilinmez’ diye düşünür… Rejimin en büyük korkusu özgürlük ve demokrasidir. Gerçek durum öyledir ama rejim kendini ‘modern’, ‘ilerici, ‘aydınlanmacı’ olarak sunmaktan da geri durmaz.

Siyasi partilere ‘devlet partisi’ olmak kaydıyla izin verilir… İstenmeyen siyasi partinin kurulmasına izin verilmez, kurulursa da kapatılır veya ‘işlevsiz hâle getirilmeye çalışılır.’ Zaten müesses nizamın partileri de gerçek bir siyasi partiye pek benzemez… Ekseri tek adam partileridir. Tepeden-tırnağa anti-demokratiktirler, bürokratik bir yapı ve işleyişe sahiptirler… İktidar olan partinin iki işlevi vardır: Asayişi tesis etmek, bütçenin ve hazinenin yağmalanmasını sağlamak… Sömürüyü, yağma ve talanı güvence altına almak. Tabii bal tutanın parmağını yalaması da işin doğası gerekir… Her dönemde yeni zenginler türer…

AKP, müesses nizamın diğer partilerinden farklı. Rejimi bir “İslam Cumhuriyetine’ dönüştürmek istiyor… XXI’inci yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunu ihya etmek gibi hezeyanlara da kapılmış durumda. Lâkin öyle bir şey asla mümkün değildir. Eşyanın tabiatına aykırıdır. Zira, tarihte geri dönüş mümkün değildir. AKP mevcut rejimi yıkıp yenisini kurmak istiyor ama toplumu daha ileriye taşımak için değil… Bağnaz bir İslamî rejim tesis etmek için… Bunun için de rejimin tüm kurumlarını birer birer çökertiyor. Müesses nizamın muhalefeti de her seferinde ‘bu herhâlde sonuncudur, orada durur’ diye düşünüyor ama Politik İslamcı AKP dur durak demeden kurumları çökertmeye devam ediyor…

Şu an itibariyle en temel kurumlar tasfiye edilmiş durumda. TBMM artık içi boş midye kabuğu. Eğer öyleyse, orada muhalefetin işi ne? Muhalefet Meclis’te kalmaya devam ederek, olmayanı varmış izlenimi yaratıyor… AKP’nin işini kolaylaştırıyor, değirmenine su taşıyor… Yüksek yargı, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay vb. bütünüyle AKP’nin örgütleri hâline gelmişken, devlet aygıtının tüm bileşenleri dinci gericilik tarafından kuşatılmışken, AKP’lileştirilmişken, hâlâ oralarda ‘hak-hukuk-adalet mücadelesi’ verdiğini sanmaktan daha büyük aymazlık olur mu? Saldırıyla neyin amaçlandığını bilmeden onunla nasıl mücadele edilebilir?.. Artık dinci gericilik tarafından kuşatılmamış, içi boşaltılmamış bir kurum yok.

Müesses nizamın muhalefet partileri Meclisi terk edip, resmi netleştirmeye, mücadeleyi asıl bulunması gereken zemine taşımaya cüret etmiyorlar… Türkiye’nin şu an itibariyle yegâne etkili muhalefet partisi olan HDP’yi dışlayarak politika yapabileceklerini sanıyorlar… Ondan uzak durmalarının gerekçesi de evlere şenlik. Gerekçe ‘terörle iltisaklı olmak!’… Nasıl oluyor da verili hukuk sistemi dahilinde kurulmuş, Türkiye’nin 6 milyondan fazla oy almış üçüncü siyasi partisi terörle iltisaklı sayılıyor… Sebebi ortada: Kutsal devlet öyle buyurduğu için… Maalesef bu saçmalığa inanmaya alışık bir kitle de var…

1990’lı yıllardan beri ‘terör söylemi’, muhalefeti etkisizleştirmenin, özgürlük ve demokrasi taleplerini püskürtmenin, daha da ötede rejimleri çökertmenin etkili bir aracına dönüştürüldü. Artık muhalif olmak, bir hak talebinde bulunmak ‘terörist’ damgasını yemek için yeterli koşul… Bir kere terörist olmakla suçlandığınızda, artık hiçbir korumadan yararlanmanız mümkün olmuyor. Bu ‘lanetleyici’ silahın demokratik hakları ve özgürlükleri yok etmesini engellemek için etkili bir ideolojik mücadele gerekiyor.

Daha geç olmadan muhalefet partilerinin Meclisten topluca çekilmeleri, ünlü tabirle ‘sine-i millete’ dönmeleri, Meclis dışındaki muhalefetle geniş bir demokrasi cephesi oluşturmaları gerekiyor. Dinci AKP iktidarı artık geniş kitleler nezdinde meşruiyetini kaybetmiş bulunuyor. Baskıyı, şiddeti ve devlet terörünü dayatmak dışında bir koza sahip değil… Başka türlü söylersek, ‘rıza üretme’, ‘gönüllü kulluk” üretme yeteneği aşınmış bulunuyor… Zira, insanlara teklif edebileceği bir şey yok! Bu, muhalefetin şeylerin seyrini değiştirebilmesi için büyük bir avantaj demektir… Fakat tek partinin çekilmesi bu amaç için yeterli olmaz… Bu iş gelecek seçimi beklemekle de üstesinden gelinebilir değil. Godot’yu beklemenin bir alemi yok…

Daha geç olmadan bunu yapmak gerekiyor zira, belirli bir eşik aşıldıktan, su köprüyü yıktıktan sonra iş daha da zorlaşacaktır. Türkiye’de bu saldırıyı püskürtebilecek, bu süreci tersine çevirebilecek potansiyel fazlasıyla mevcut. Bu ülkenin demokratik güçleri şeylerin seyrini değiştirecek potansiyele sahip… Sorun, sadece o potansiyeli harekete geçirebilmekle ilgili…

Bütün mesele bildik muhalefet tarzının dışına çıkabilmeye, yeni, etkili mücadele yöntem ve araçları keşfetmeye bağlı… Ve bu da bizim irademizi aşan bir şey değil… Ellerimizin ilelebet armut toplaması gerekmediğine göre… Kaldı ki bu, haysiyetli insanlar olarak yaşamanın da bir gereği değil midir?

Kapitalizm emperyalizm üretmeden, emperyalizm savaşsız, hegemonya düşmansız yapamaz…

“Bütün eylemimiz emperyalizme karşı bir savaş narası ve insan soyunun büyük düşmanı ABD’ye karşı halkların birliği yönünde hararetli bir çağrı niteliği taşıyor.”

Ernesto Che Guevera

Kapitalizm varlığını büyümeye borçludur. Büyümek, genişlemek, yayılmak, derinleşmek bir ‘tercih sorunu’ değil, zorunluluktur… Sistemin mantığında içerilmiş bir temel eğilimdir. Başka türlü söylersek, büyüme veya yok olma ikilemi söz konusudur. Büyüme-yayılma-genişleme de iki türlü gerçekleşiyor. Birincisi yatay genişleme-yayılmadır. Bu, daha önce kapitalizme yabancı bölgelere, alanlara doğru yayılmadır. Kapitalizm her seferinde kapitalizm öncesi (précapitaliste) alanları bir tsunami gibi kaplıyor… İkincisi de kapitalist alanda derinleşiyor… Mesela bir zamanlar aile içinde gerçekleşen üretim etkinliğinin kapitalist etkinliğe dönüşmesi gibi… Bugün tarhana, bulgur, salça, erişte, makarna vb. artık pazardan alınıyor ve bu eğilim hızlanarak yol alıyor… Önümüzdeki dönemde artık evlerde yemek yapmak kural olmaktan çıkacak… Bunun anlamı insan yaşamının her veçhesinin metalaşması, paralılaşması, meta kategorisine indirgenmesi, soysuzlaşmasıdır. Bu kepazeliğin bir de ilerleme, modernleşme, kalkınma sayılması rahatsız edicidir… Zira, meta kategorisine indirgenen her şey soysuzlaşır ve çürür…

Bir ücretli kölelik rejimi olan kapitalist üretim tarzı var olabilmek için, üretim araçlarını sürekli yenilemek, devrimcileştirmek durumundadır. Yayılma ve genişleme eğilimi sisteme içkin bir özelliktir. Bu niteliğinden ötürü kolonyalizm (sömürgecilik) ve emperyalizm de kapitalizme içkindir, dolayısıyla da kapitalizm varsa emperyalizm de vardır.

Elbette kapitalist saldırının derinleştiği dönemler söz konusudur ama bu sadece ilişkilerin yoğunlaşmasıdır. Bu yüzden de emperyalizm kapitalizmin bir aşaması değildir. Kapitalist üretim tarzı kendini sürekli olarak yeniliyor ve her aşamada sömürü ilişkileri (özü aynı kalmak koşuluyla) değişime uğruyor, kapitalist egemen sınıfla ezilen-sömürülen sınıflar arasındaki ilişki, aynı şekilde kapitalist dünya sisteminin çevresiyle merkezi arasındaki ilişki biçim değiştiriyor, üretim tekniklerindeki her yenilik, işçi sınıfının yapısını-konumunu ve sermaye sınıfıyla ilişkisini, mücadele yöntem ve araçlarını yeniden biçimlendiriyor.

Ama bütün bu değişiklikler sistemin özünü ve mantığını angaje etmiyor. Bu yüzden artık emperyalizm döneminin geride kaldığı, onun yerini imparatorluğun aldığı biçimindeki değerlendirmeler hem gerçek duruma denk düşmüyor ve hem de kapitalizmi aşma, ‘başka bir şey yapma, sınıfsız toplum’ perspektifi bakımından itibar edilmesi gereken yaklaşımlar değildir. Kapitalizmin her alt-evresinin özgünlüğünü kavramak son derece önemlidir ama onu yeni ve orijinal bir şeymiş gibi sunmak, sınıf mücadelesinin başarısı, kapitalizmi aşma perspektifi bakımından itibar edilebilir değildir… Tekellerin ortaya çıktığı döneme ve sadece o döneme emperyalizm denilirse, onu önceleyen sayısız saldırı ve yıkımlara da bir ad takmak gerecektir. Oysa yayılmacılık kapitalizmde içerilmiş bir temel eğilimdir. Aynı şekilde kapitalizmin son dönemini tanımlamak için ‘emperyalizmin en yüksek aşaması’ ya da onun yerine ‘küreselleşmenin’ kullanılması gibi… Elbette bir kavram yaygın kullanıma ulaştığında sizin de o kavramı kullanmanızı gerektirebilir ama her seferinde kavrama yüklediğiniz anlamı gözden uzak tutmamak kaydıyla…

Sistem büyümeden varlığını sürdüremiyor. Büyümek de her seferinde daha çok ‘doğal kaynağa’ el koymak, daha çok işçiyi sömürmekle mümkündür. Fakat hatırda tutulması gereken bir şey var: Kapitalizmin her ileri aşamasında üretim tekniklerini (teknolojilerini densin) geliştirme mükemmelleştirme zorunluğunu vardır. Bu niteliği itibariyle de kapitalizm ‘teknikçi’ bir üretim tarzıdır… Zira, kapitalistler, kapitalist işletmeler vahşi-yıkıcı bir rekabet ortamında faaliyet gösteriyorlar… Yarışta kalmanın yolu, her seferinde toplam artı-değerden daha çok, daha büyük pay kapmakla mümkün… Bunun için de sermayesini büyütmek, bu amaçla da en yeni, en ileri tekniklere sahip olmak zorundadır… Daha çok üretim de daha büyük ‘pazarları’ varsayar… İşte tarihsel olarak kolonyalizm, daha sonra emperyalizm denilen, yeni kaynaklara, yeni pazarlara ulaşma gereğinin dayattığı bir şeydir… Dolayısıyla kolonyalizmle (sömürgecilik) emperyalizm arasında önemli bir fark, Çin Duvarı yoktur…

Neoliberalizm çağında küreselleşme denilen de aslında emperyalizm dememek için uydurulmuş bir kavramdı… Sorunun özünü angaje eden bir şey değil… Kapitalist yayılmanın-genişlemenin aldığı yeni biçim…

Kapitalizm varlığını kolonyalist-emperyalist yayılmaya, genişlemeye borçludur. Kapitalist dünya sistemi piramide benzer. Hiyerarşik bir yapılanma söz konusudur. Piramidin tepesindeki kapitalist-emperyalist devlet hegemomik konumdadır. Sistemin işleyişine yön verir. İkinci emperyalistler arası savaş öncesinde hegemonik güç İngiltere idi. 1910’lu yıllarda itibaren İngiliz hegemonyası aşınma sürecine girdi ve iki emperyalistler arası savaşın sonunda hegemonya Atlantik’in öteki yakasına ABD’ye geçti… ABD kapitalizmin tarihinde en büyük hegemonik güçtü… İkinci emperyalist savaşın sonunda ABD bir başına dünya sanayi üretiminin %50’den fazlasını sağlıyordu…

Emperyalizm savaşsız yapamadığı gibi, hegemonya da düşmansız yapamaz… Eğer düşman yoksa yaratılır… II. emperyalistler arası savaş (1939-1945) sonrasında düşman Sovyetler Birliği idi… Aslında Sovyet saldırganlığı diye bir şey yoktu… 1945 sonrasında Roosevelt’le Stalin nüfuz bölgeleri konusunda anlaşmaya varmışlardı. Sovyet bloku dışında kalan bölgeler (Hür Dünya deniyordu…) ABD’nin nüfuz bölgeleri, Doğu Avrupa da Sovyetler Birliği’nin nüfuz bölgesi olacaktı. Fakat ABD hegemonyasının ‘düşman ihtiyacı’, “kızıl tehlikeyi” ve soğuk savaşı gerektiriyordu…

1980’lerin sonunda Sovyet sistem çökünce ABD düşmansız kaldı… Kara kara düşünmeye başladılar ve sonunda bir düşman keşfetmeyi-yaratmayı başardılar: İslâmî Terör… İslâmî Terörün yaratılması uzun sürmedi. İstihbarat örgütleri, başta ABD olmak üzere emperyalist devletler dinci unsurları eğittiler, silahlandırdılar, finanse etiler, sahaya sürdüler… Fakat bu iş tam bir yalan makinası olan Büyük Medyanın dahli olmadan kotarılamazdı… Ve medya gereğini yaptı… Büyük Medya yalan üretme ve yayma konusunda kusur etmedi… Afganistan’dan başlayarak Orta-Doğu’da çökertilmemiş devlet bırakmadılar… Tabii düşman üretmenin başka yolları da vardı: Kitle imha silahlarına sahip olmak gibi… Irak’ın medya yalanlarıyla nasıl utanmazca, alçakça çökertildiği ilgili herkesin malumudur…

1970’lerin ortasından itibaren ABD hegemonyası aşınma sürecine girdi… Şimdilerde sanayi üretimi dünya GSYH’sinin %20’ler düzeyine geriledi… Bu arada Çin önemli bir çıkış yaptı… Artık yeni düşman Çin… Çin’i şeytanlaştırmak için arayışlar, çabalar sürüyor… Sözde ‘bağımsız’, ‘tarafsız’ düşünce kuruluşlarına ‘gerekçe üretme’, ‘düşmanlaştırma’ siparişi’ yapılıyor… Oralarda peydahlanan yalanlar büyük medya tarafından yayılıyor ve ortalama ‘inanç’ hâline getiriliyor… İnsanlar yalana inandırılıyor… Şimdilerde Çin’in Uygurlara ‘soykırım’ uyguladığına dair kirli bir kampanya başlatılmış durumda. Lâkin, yalanların neden, nerede, nasıl üretildiği, nasıl yayıldığı pek merak konusu yapılmıyor… Koro hâlinde ‘soykırım’ dillendiriliyor… Kaç kişi orada gerçekten ne olup-bittiğini biliyor? Kaç kişi Saddam Hüseyin’in ‘kitle imha silahına’ sahip olmadığını biliyordu?

Uygurlara soykırım iddiası ‘rejim değiştirmenin’ gerekçesi olmak dışında bir inandırıcılığa sahip değil. Bütünüyle uydurulmuş yalanlara, sahte beyanlara, sözde ‘bağımsız’, ‘tarafsız’ akademik kurumların, “düşünce kuruluşu’ denilenlerin yalanlarına dayanıyor. Aslında o çok prestijli ‘düşünce kuruluşlarının’ ‘çok bilgili, çok yetenekli adamların-kadınlarının’ kimin için düşündüğü pek sorun edilmiyor… Neden edilmediği de bir sır değil… Başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist güçlerin gerçekten özerk Uygur bölgesinde yaşayan insanların kaderiyle samimiyetle ilgilendiklerine, ilginenebileceklerine inanıyor musunuz? Asıl soykırımcılar, Çin’i soykırım yapmakla suçlayan ABD, Hollanda ve diğerleri… Amaç Çin ile yeni bir ‘soğuk savaş’ başlatmak… Tabii büyük medya da üzerine düşeni yapmakta kusur etmiyor, etmeyecektir… Lakin unutulmaması gereken bir şey var: Çin bir Afganistan, Irak, Suriye, Libya değil… Her söylenene, her duyduğumuza inanmak zorunda mıyız? Yazık ki, bu sanki “yalana doymayanların dünyası…”

Yaşlılara ölüm…

“Eğer bir sonununuz varsa ve çözümünü politik sınıftan bekliyorsanız, iki sorununuz var demektir.”

Albert Einstein

Korona virüs salgını birçok şeyi açık etti. Ahlâkî değerlerin ne kadar aşındığını, değer ölçüsünün nasıl yok olduğunu, dayanışma-yardımlaşma duygusunun nasıl köreldiğini, ekonominin ne kadar kırılgan bir zemin üzerinde durduğunu, dinci iktidarın kendisi için krizi nasıl bir fırsata dönüştürdüğünü, korona virüsle ‘mücadele’ söyleminin reel bir karşılığı olmadığını, insanlar açlık ve yoksullukla boğuşurken, ”iş bitirici” kapitalistlerin nasıl hızla zenginleştiğini, uluslararası dayanışma diye bir şeyin esâmesinin bile okunmadığını, Saray Rejimi’nin zaten son derecede sınırlı hakları-özgürlükleri nasıl budadığını, bütçenin, hazinenin ve doğanın yağma ve talanının nasıl hızını artırarak yol aldığını gösterdi…

Aslında kapitalizm söz konusuyken başka türlü olamazdı. Zira kapitalizmin bir ahlâkı yoktur. Her şeyi metalaştırıyor, şeyleştiriyor, canlı olan ne varsa ölü metalara dönüştürüyor. Kapitalizm her şeyin ‘satılık’ olduğu netameli bir uygarlıktır. Aynı bundan 173 yıl önce Marx’ın Felsefenin Sefaleti adlı ünlü eserinde söylediği gibi: “En sonunda, insanın ayrılmaz parçası olan her şeyin alış-veriş ve pazarlık konusu olduğu zaman gelip çattı. Bu, o zamana kadar el değiştiren fakat ticaret konusu olmayan, erdem, duygu, kanaat, bilgi ve bilinç gibi şeylerin de ticaret konusu olduğu bir zamandır. Tek kelimeyle her şey ticaret konusu oldu. Bu genel kokuşma ve evrensel ölçekli alış-veriş dönemidir. Eğer ekonomik terimlerle ifade etmek gerekirse, bu, maddi olsun manevi olsun, her şeyin gerçek değerinin saptanması için pazara getirildiği bir zamandır.” (Felsefenin Sefaleti). İşte bu yüzden kapitalizme, kadavra medeniyeti diyorum… Hâlâ metalaştırılmamış, ticaret konusu olmayan bir şey kaldı mı?

Saray Rejimi baştan itibaren korona virüsle mücadele ediyormuş gibi yapıyor. İnsanlara bir maske dağıtmayı bile beceremeyen bir iktidar, sonrasını getirebilir miydi? Korona virüse karşı sözde tedbirler bir tek şeyi gözetiyor: Gözü doymaz, ‘iş bitirici’ kapitalistlerin sömürüsünü, yağma ve talanını güvence altına almak! Bir yılı aşkın bir zamandır 65 yaş üstü insanlara zulmediyor… Onları evlere hapsederken, fabrikalarda işçiler dirsek-dirseğe çalışmaya, inşaatlar kan-ter içinde yükselmeye devam ediyor. Küçük esnaf açlığa mahkûm edilirken, AVM’ler açık… Aslında küçük esnafı tasfiye etmek demek, büyüklerin pazarını büyütmek demektir… Aksi hâlde AVM’leri de kapatmak gerekmez miydi?

İyi de Saray neden 65 yaş üstü insanları sürekli kapatıyor? Üstelik çifte aşı da yapılmışken? Aslında bu sebepsiz değil… Yaşlılar, kapitalizm için muteber değildir… Neoliberal kapitalizm dahilinde eğer bir insan artı-değer üretim aşamasında ‘işe yaramıyorsa’, üretilen malın alıcısı değilse, bankalardan kredi de talep etmiyorsa sistemin ilgi alanı dışındadır. Üretmiyor, az tüketiyor, kredi de kullanmıyorsa, sistem için lüzumsuzdur… Onlara ödenen emekli aylıkları, sağlık harcamaları da kapitalistlerin (büyük hırsızların) elinden kaçan telef edilmiş kaynak sayılıyor… Oysa, çocukların, sakatların, yaşlıların kaderine yabancılaşmış bir toplum, ‘uygar toplum’ iddiasında bulunamaz…

Korona günlerinde kimlerin nasıl hızla zenginleştiğini hatırlayın… İnsanlar yiyecek ekmek bulamazken, çaresizliğe mahkûm edilmişken, geçilmeyen yolların, köprülerin, tünellerin, uçulmayan hava alanlarının, yatılmayan hastanelerin müteahhitlerine yüz milyonlarca dolar ödenmesi, bu iktidarın salgınla mücadele söylemi hakkında bir fikir vermiyor mu? Bu kadarı bile bu rejimin gerçek niyetini açık etmiyor mu?

Virüs sınırdan geçtiğinde yapılması gereken, sürecin yönetimini işin ehline bırakmayı gerektiriyordu. Bu iş için ehil kurum da TTB olduğuna göre, sürecin yönetiminin tıp uzmanlarına bırakılması gerekiyordu. Oysa Saray, TTB’yi terörist ilan ederek işe başladı… Bir de muhalif belediyeleri düşman ilan etti… Bu kadarı ondan sonra neler olabileceği hakkında bir fikir veriyor olmalıydı… İktidar tarafından oluşturulan ‘Bilim Kurulu’, geride kalan dönemde iktidarın yaptıklarını ‘kabullendirmenin’ aracı olmanın ötesine geçemedi… Bilim namusunun gereğini yapmadılar… Asıl yapılması gerekeni yapmadılar… Varlık nedenlerine ihanet ettiler… Bilim insanı gibi değil, uzmanlıklarını iktidara satan bireyler gibi davrandılar… Hiçbir zaman kamuoyuna durumla ilgili bir açıklama yapmadılar. Açıklamalar, kendisi de bir kapitalist olan Sağlık Bakanı ve Saray’dan yapıldı… Eğer siz bir kapitalisti sağlık bakanı yaparsanız, o da bu işi bir kapitalist patron gibi yapar… Gerçek veriler hiçbir zaman açıklanmadı… Yalanla, yok saymayla salgınla mücadele edilebilir miydi?

Esasen sağlık hizmetlerinin özelleştirildiği durumda hiçbir salgınla gerektiği gibi mücadele edilemez. Sağlığın metalaştırılması, bir kâr arıcına dönüştürülmesi, hekimlik [tababet] kavramının defterden silinmesidir… Hekimlerin topluca bu sefil özelleştirmenin karşısına dikilmesi, “bu bizim varlık nedenimizi ortadan kaldırmak anlamına geliyor…” demeleri ve ettikleri yenime sadık kalmaları gerekmez miydi? Elbette başta TTB olmak üzere bir kısım hekim, özelleştirme rezaletine itiraz etti ama hekim çoğunluğu yangına körükle gitti… Şimdilerde Türkiye’deki hastanelerin yaklaşık %40’ı tıp kapitalistlerinin elinde… Çektiğiniz acıdan, derdinizden milyarlarca dolar kâr ediyorlar… ‘Kamu hastanesi’ denilenlerde de adı konmamış bir özelleştirme almış başını giriyor… Bir de bu kepazelik bir başarı öyküsü olarak sunulabiliyor… Paran kadar sağlık demek utanılacak bir şey değil midir? Yolu hastaneye düşenler bilir: Kapıdan girdiniz mi önce vezneyi gösteriyorlar…

Geride kalan bir yılı aşkın zamanda yapılanlara bakılırsa, bu dinci iktidardan kurtulmadan korona virüsten kurtulmak mümkün olmayacak…

Pandemi, 1 Mayıs ve direniş

Gerçeği görebilmek, “güç” olarak tanımlanabilir. Güçlü olmayanın gerçeği görebilmesi mümkün değildir. Gerçeği kabullenmek, cesaret olarak adlandırılabilir. Çünkü gerçeği kabul etmek, hoşuna gitmese de bir şeyi anlamak, doğru anlamak demektir. Durumu olduğu gibi kabul etmek cesaret oluyor. Gerçeği, sadece “kabul edip” uyumaktan söz etmiyoruz elbette. Gerçeği değiştirmek, bu da irade olur. İradedir, çünkü onu değiştirmek öyle sanıldığı kadar kısa bir anlık iş değildir. Gözlerimizi kapatıp, hayal kurup, gözlerimizi açtığımızda gerçekliğin değişeceğini, dünyanın değişeceğini sanmak çocukça olur. Dünya, mücadele ile değişir. Bu mücadele olmadan, gerçeği anlamak, dünyayı anlamak da mümkün değildir.

Saray Rejimi, pandemiyi kullanıyor. “Ustaca” da kullanmıyor. Hoyratça, vicdansızca kullanıyor. Binlerce insanın ölümü ile para ve iktidar hırsı yan yana konduğunda, tereddüt etmeden, halka ölümleri reva görüyorlar. Ticaret bakanının gümrüklerden işlemsiz mal ithal etmesi ya da kendi şirketi üzerinden bakanlığa mal satması sıradandır ve artık hile bile sayılmıyor. Miktarlar ancak 128 milyar dolara çıkınca anlamlı oluyor. 128 milyar doları, bir insanın günlük hayatında “hissederek” idrak etmesi de kolay değil. Nihayetinde 1, 2 ve 8’den oluşan rakamlardır, halka uzaktır milyar ve dolar kelimeleri.

Ülkemizde CHP tarzı bir “muhalefet” anlayışı var. “Devlete zarar gelmesin”, “sokağa çıkmayın bunlar saldırır”, “sesinizi çıkarmayın provokasyona gelirsiniz”, “sert eleştirmeyin”, “gerçeği söylemeyin Saray’ı kızdırırsınız.” CHP tarzı burjuva muhalefet, Saray’ın halka saldırma ihtimallerini halkın önüne koyup, halkı korkutmak içindir. Seçimlere hile mi karıştı, “sakın sokağa çıkmayın, zaten onlar da bunu istiyor” diyorlar. 2015 yılında Haziran seçimlerini kaybettikten bu yana Saray Rejimi’ni organize edenler, CHP’nin bu desteğini asla unutmayacaklardır. Baskı ile, copla, mahkeme ile, hapisle, işkence ile, öldürmekle, sürgün etmekle, gazla vb. korkutamadıkları bir kitle varsa, ki var, onları da CHP aracılığı ile korkutuyorlar. Sakın slogan atmayın, onlara bahane verirsiniz, sakın pankart açmayın size saldırırlar, sakın gösteri yapmayın çünkü kızarlar. İşte muhalefet budur.

Bu muhalefet CHP ile sınırlı kalsa idi, sorun yoktu. Çünkü zaten CHP, Saray Rejimi’nin kapatması, iktidar çetelerinin muhalefet ayağı bir başka çetedir. 2015’ten beri CHP, “yasalara uymuyorlar” diyor. Bu CHP muhalefetine, okur-yazarlar, “aydın” diye ortada gezinenler, sol liberaller, liberalleşmiş solcular, devlete koşan sol, mevkiini korumaya çalışan sendikacılar, AB değerleri aşığı yazarlar koro şeklinde katılmaktadırlar. AB, “endişelerini” bildirmekte, bu okur-yazar güruh da AB’den adımlar atmasını, bizi kurtarmasını beklemektedir. Son 6 aydır AB kadar Biden’dan umut beklemeye başladılar.

Halk yerine AB-ABD onların dayanağıdır. Eylemli mücadele yerine “durumun vehametini” açıklayan şikâyetler ağızlarında dolaşmaktadır.

Gerçekten, gerçeklikten kopmuşlardır. Pandemiden binlerce insan ölmekte, Saray Rejimi açıkça halkla dalga geçmekte, milyonlarca insan işini kaybetmekte, işçiler makinaların başında 40 derece ateşle çalışırken ölmekte, her gün 10 işçi iş cinayetlerine kurban gitmekte, her gün ona yakın kadın cinayete kurban gitmekte, bunlar ise hâlâ Saray’ın masallarını halka sunmaktan geri durmamaktadırlar. Bu “muhalefet”, aslında Saray görevlilerinin işini desteklemektedir. Saray kadar olmasa da suçludurlar ve bunun hesabını vereceklerdir.

Bu anlayış, 1 Mayıs 2021 kutlamalarına da yansımaktadır. Sendikacılar kendi yerlerini korumak ve risk almamak için, işçileri kitlesel eylem yapmamaya çağırmaktadır. Polis, her hak arama eylemine pandemi bahanesi ile saldırmaktadır. Sanki pandemi yokken saldırmıyorlardı. Bu sendikacılar, işçileri duyarlı olmaya, pandemi kurallarına uymaya çağırmaktadır. Gören de der ki, ülkede pandemi süreci düzgün yönetiliyor ve bir tek işçiler, direniş sergileyenler pandemi kurallarına uymuyor.

AK Parti kongrelerinde pandemi kurallarına uyulmadığını söyleyenlerin, halkı kitlesel eylem yapmamak için ikna etme çabalarını pandemi ile bağlamaları, ikiyüzlülüğün kendisidir. Tek bir bilimsel yöntemin uygulanmadığı, rant ve yağmanın egemen olduğu bir pandemi sürecine karşı çıkmak bile, “kötü ve düşüncesiz” insan olarak nitelenmek için yeterli oluyor. Sağlık çalışanları, kendilerine verilmeyen maskeleri istediklerinde bile, “eylem yapmayın” uyarıları ile karşı karşıya kalıyorlar.

Saray Rejimi, ülkeyi babalarının çiftliği hâline getirmişken, bunlar aslında bilerek ya da bilmeyerek bu rejime yardımcı olmaktadırlar.

Saray Rejimi ve tüm burjuva muhalefet, devleti korumak, halkın tekmesinin Saray Rejimi’nin kıçına inmesini önlemek için bunları yapıyor.

Oysa gerçek açıktır. Saray Rejimi, AB ve ABD’nin “kulak çekmesi” ile ortadan kalkmayacak. Saray Rejimi, bir sonraki seçimlerin “adil” olması ile ortadan kalkmayacak. Bugün yasaları tanımayan bir iktidarı, “aaa yasaları tanımıyor” diye kendisine şikâyet etmek, ancak CHP cambazlığının, liberal sol korkaklığın marifeti olabilir.

Saray Rejimi, işçilerin, halkların, öğrencilerin, kadınların mücadelesi ile yıkılabilir. Bunun başka da yolu yoktur.

“TC devleti, demokratik, laik bir hukuk devletidir” nakaratı, artık bıktırmıştır. Bu bir yalandır. Anayasa raftadır, parlamento yoktur ve TC devleti Saray Rejimi’dir. Devlet çeteleşmiş, farklı çetelerin cirit alanına dönmüştür.

TC devleti, hiçbir zaman laik olmamıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı bunun en açık kanıtıdır. Bugün, pandemi nedeni ile içki satışını yasaklayan bir rejim, hâlâ laiklik olarak adlandırılmaktadır. Anayasayı, sıradan herhangi bir yasayı tanımayan, hukukî süreçleri ayaklar altına alan, yargıyı polis gücüne katmış olan bir Saray Rejimi egemenliğini nasıl “hukuk devleti” olarak niteleyebilirsiniz?

Evet burada da bir demokrasi vardır. Saray Rejimi, beş müteahhit çetesi için, tarikatlar için, enerji çetesi için, IŞİD çeteleri için, tarımı yağmalayan çeteler için, ilaç şirketleri için bir demokrasidir. O kadar. Saray Rejimi, tekeller için bir demokrasidir.

Hem AK Parti’nin bir AB-ABD projesi olduğunu söyleyeceksin hem de AB ve ABD’den, Saray Rejimi’ni durdurmak için yardım bekleyeceksin.

Derler ki korkak titrer, cesur savaşır.

İşçi ve emekçiler bu masallarla yaşayamazlar. Bu masallar, açlığı, işsizliği, ölümleri, cinayetleri, tacizleri, polis şiddetini, devlet terörünü, uluslararası tekellerin yağmalamalarını, doğanın talanını, İkizdere’deki yağmayı vb. örtmek içindir. Bu masallar, işçi ve emekçilerin mücadelesini, direnişi durdurmak içindir.

Artık yasalarımızı kendimiz yapmak zorundayız. Devletin yasalarını tanımıyoruz. Artık yasalar, sokakta yapılacaktır, mücadele içinde yaratılacaktır. Gerçek budur. Buna gözünü kapayanlar, kendilerini avutmak için, Saray’ın soytarısı rolünü oynamaktan çekinmesinler.

Artık, hiçbir işçi, hiçbir öğrenci, hiçbir kadın, kendi haklarını almak için mücadeleden kaçarak yaşayamaz.

Ülkenin her yanını bir direniş dalgası sarmaya başlamıştır. Bu direniş dalgasını, örgütlü direnişe çevirmek esastır. İşçi ve emekçilerin kendi örgütleri, kendi siyasal örgütleri ortaya çıkmak zorundadır. İşçiler, örgütlenmeyi, örgütlü direnişi öğrenmek zorundadırlar. Ne kadar çabuk öğrenirsek, o kadar kısa sürede bu karanlıktan kurtulma şansımız olacaktır.

1 Mayıs 2021 göstermiştir ki, eğer kararlı durulabilse, eğer korku yenilebilse, eğer sendikalar işçi sendikaları olmuş olsa, eğer gerçek durum kavranabilse, kitlesel bir 1 Mayıs’ın önünde engel yoktur. Devletin saldırıları ve pandemi, kitlesel bir 1 Mayıs kutlanmasının engeli değildir. Kimse bize, işçi ve emekçilere, böylesine bir pandemi süreci var iken, “sorumlu insan” edası ile kitlesel eylem yanlış masalını anlatmasın. Pandemi, hangi şekilde, ne kadar doğal yolla başlamıştır ayrı bir konudur. Ama Saray Rejimi altında pandemi yönetimi, tümü ile yalana, karartmaya dayalı, sınıfsal bir süreçtir. Kimse bize pandeminin herkese eşit davrandığını söylemesin. Belki virüs, herkese eşit davranmak isterdi. Ama fabrikaların 24 saat çalıştığı, işçilerin makina başında 40 derece ateş ile öldüğü bir ülkede, pandeminin biyolojik doğası üzerine kimse bize nutuk atmasın. Bu ikiyüzlülüğe son verin.

Herkes korkularına bahane arama hakkına sahiptir, ama bunları halka, işçilere gerçeklik, “sorumlu vatandaşlık” olarak satma hakkına sahip değildir.

İşçilere, kadınlara, Kürtlere, gençlere saldırırken pandemi ortadan kalkıyor. Ama sıra kitlesel eylemlere geldiğinde, her mevki ve makamın sahibi, halkı “duyarlı” olmaya, “iyi vatandaş” olmaya çağırıyor. “İyi vatandaş” ödülü peşinde olan okur-yazar takımına, burjuva muhalefete, günü geldiğinde bu madalyaları elbette takılacaktır, Saray Rejimi’nin hemen arkasından.

Artık, pandemi nedeni ile kitlesel eylem yapmayalım masallarını bir yana bırakmalıyız. Kendileri lebaleb işler yaparken, sıra işçiye, sıra hak arama eylemine geldiğinde, “iyi insan olun, kurallara uyun” diyenler, işçi ve emekçilerin dostları olamazlar. Bu masalları, bu masalcıları arkamızda bırakmak zorundayız.

Gerçek olan, işçilerin, emekçilerin, gençlerin, kadınların direnişidir. Ülkenin gerçeği, gerçek gündemi budur. İşçiler ve emekçiler, bu sömürü düzenine, bu yağma ve ranta, bu savaş ekonomisine dur demek zorundadırlar. Bu kokuşmuş sistemi yerle bir etmenin tek yolu, işçi ve emekçilerin ellerinde yükselecek olan devrimdir.

Artık aşağılanmak, her gün aptal yerine konmak, maskara hâline gelmek, sadakayla yaşamak istemiyorsak, insanca yaşamak istiyorsak, bu sömürü düzenine son vermek için, mayalanmakta olan devrimin bir neferi olmanın zamanıdır. İşçi sınıfı, ayakları üzerine doğrulmak, siyasal mücadele sahnesine çıkmak zorundadır. Her gün, her hakkımız gasp edilirken, seyretmek ve bu masalcı burjuvaları dinlemek yetti artık.

Zaman, gerçeği anlamak, kabul etmek ve değiştirmek için direnmek, mücadele etmek zamanıdır. Kaybedeceğimiz kölelik zincirlerimiz, kaybedeceğimiz açlığımız, kaybedeceğimiz karanlığımız olacaktır. Kazanacağımız ise, tüm bir dünya söz konusudur. Yaşamı savunmanın tek yolu direniştir. İnsan olarak kalabilmenin tek yolu, örgütlü mücadeledir. o

Arzu Çerkezoğlu’na açık mektup – Sibel Özbudun

“Başkalarını özgürleştirebilmek için,
önce kendimizi özgürleştirmeliyiz.”[1]

Sizinle pek karşılaşmadık. Yüzyüze görüşmüşlüğümüz olmadı, belleğim beni yanıltmıyorsa…

Belleğimde size ilişkin en net anı, bundan birkaç yıl öncesine ait. Bir 1 Mayıs arefesi. Taksim yine yasaklı. Meydana ulaşabilmek, ya da en azından zorlayabilmek için bir önceki gece Beşiktaş’ta bir otelde kalmıştık. Siz de aynı oteldeymişsiniz; sabah Barbaros Bulvarı’nda etrafımızı saran polislerle itişip kakışırken gözgöze gelmiş, selamlaşmıştık.

Taksim, 1 Mayıs’larda işçi sınıfına, emekçilere 40 yılı aşkın bir süredir yasak. Ve işçi sınıfı, emekçiler, devrimciler 40 yılı aşkın süredir, 1977’de üzerimize kurşunlar yağdırılan bu meydanı geri kazanmak için mücadele ediyor. Polis barikatlarını aşıp coşkuyla alana aktığımız da oldu, başaramadığımız da. Ama hep denedik. Devrimci işçiler, gençler, radikal sosyalistler hâlâ deniyorlar… Bu ısrarın kendisini, egemenlerin devleti için bir karabasana dönüştürmeyi başardılar…

DİSK yıllardır Taksim için verilen bu mücadelenin başını çekme şanını, öncülük etme iddiasını taşıdı. Bu bir “kahramanlık öyküsü” değil, eşyanın tabiatının gereği. Yalnızca katliama sahne olan 1977 1 Mayıs mitinginin çağrıcısı olduğu için değil. Tüm dünyada 1 Mayıs’ların, çarkları döndüren gücün kendini olanca görkemiyle sergileyebileceği, kentlerin yüreğinde yer alan merkez meydanlarda kutlanması bir işçi sınıfı geleneği olduğu için. İşçi sınıfının çıplak gücünü, kitleselliğini ve kararlılığını, en çok görünür olabileceği mekânlarda açığa çıkartması her zaman sınıfın hanesine yazılacağı için. Ve patronlar sisteminde emekçiler en küçük kazanımları dahi ancak örgütlü mücadeleleriyle elde edip koruyabileceklerini tarih pek çok kez gösterdiği için.

DİSK 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’ne dayanan kuruluşundan bu yana, bu bilinçle hareket edegeldi. 1970’li yıllar, bu ülkede örgütlü emek mücadelesinin gücüne sahne olacaktı. 1980 darbesi ertesinde patronlara “Bugüne dek hep işçiler güldü, artık gülme sırası bizde,” dedirtecek kertede… DİSK’in (CHP’li) başkanı Abdullah Baştürk’ün, 12 Eylül cuntası tarafından “idam” cezasıyla yargılanmasına yol açacak kertede…

“Bunlar geçmişte kaldı” diyor olabilirsiniz. Size naçizane tavsiyem, öyle demeyin! İşçi sınıfı örgütlü mücadele gücünü yitirdiği darbe rejiminden bu yana çok önemli mevziler yitirdi… Kendi sosyal medya hesaplarınızda, “Sınıf ve kitle sendikacılığının Türkiye’deki ilk ve tek temsilcisi olan DİSK, devletten ve sermayeden bağımsızlığı ve sendika içi demokrasiyi temel ilkeleri olarak belirledi. DİSK’e bağlı sendikaların kazanımları işçi sınıfının DİSK’e ilgisini artırdı. Diğer konfederasyonlara göre daha iyi koşullarda toplu sözleşmeler, daha yüksek sosyal haklar, iş yerinde üst arama uygulamalarının kaldırılması ve fazla mesailerde işçi onayı zorunluluğu gibi işçilerin “saygı” taleplerine dair kazanımlar DİSK’i giderek büyüttü.”[2] cümleleriyle betimlediğiniz günlerden, yine kendi deyişinizle “işçilerin yüzde 88’inin sendikasız” olduğu, “15 milyon işçinin toplu sözleşme kapsamı dışında” kaldığı,[3] emekçilerin yarısının, yoksulluk sınırının çok altındaki asgari ücret ya da daha düşük bir gelire mahkûm olduğu, işçilerin fonlarından patronların nemalandırıldığı, emekçilerin sosyal haklarının pervasızca yağmalandığı, istihdam güvencesinin tarihe karıştığı, her gün 3-4 işçinin iş cinayetlerine kurban gittiği, açlık intiharlarının arttığı, Kod 29’lu günlere geldik… Yani kararlı, mücadeleci, gözünü budaktan sakınmayan işçi örgütlerine bugün çok daha fazla ihtiyacımız var…

Biliyorum, bunları size anlatmak gereksiz. Günümüzde bu ülkede işçilerin, emekçilerin (ve her zaman işçi sınıfına mensup olan) işsizlerin nasıl, hangi koşullarda, neleri yaşamak zorunda bırakıldıklarını en iyi bilecek araçlara sahipsiniz…

Ama şunu sormak da bizim hakkımız, sayın Çerkezoğlu.. Ne oldu? Üç-beş yıl önceki Taksim kararlılığınızdan neden vaz geçtiniz? İşçi sınıfının, emekçilerin bıçağın kemiğe dayandığını ve “fedakârlıkların” kendi sırtlarına yıkılmasına artık razı gelmeyeceklerini yığınsal olarak dosta düşmana haykırma olanağından niye, ne adına feragat ediyorsunuz? İşçilerin kendi geleneklerine sahip çıkma kararlılığını, mücadele azimlerini patronlara ve onların devletine gösterme haklarını neden ellerinden alıyor, 1 Mayıs geleneğine ısrarla sahip çıkan devrimcileri işçi sınıfından, emekçilerden soyutlama çabalarına neden aracı oluyorsunuz?

Eğer “işçileri polisle karşı karşıya getirmemek” ise kaygınız; farkında değil misiniz, işçilerin her eyleminde, haklarını aramaya, örgütlenmeye yönelik her girişimlerinde, çalışma koşullarına yönelik her itirazlarında polisi zaten karşılarında buluyorlar… İnanmıyorsanız İstanbul Havaalanı işçilerine, Migros, Bimeks emekçilerine, Sinbo ve SML Etiket işçilerine, Eskişehir’den, Gebze’den Ankara’ya yürümek isteyen Birleşik Metal-İş’lilere, işten atıldıkları için eylem yapan Maltepe belediyesi işçilerine sorun. Emekçi eylemleri tırmandıkça, polis saldırıları da yoğunlaşacak, buna kuşku yok. Ama binlerce, onbinlerce emekçinin bayramlarını kutlamak ve taleplerini haykırmak üzere polis barikatlarına, egemenlerin keyfi yasaklarına rağmen Taksim’e akması, emin olun bu ülkede dengelerin emekten yana değişmesine, ya da hep bir ağızdan haykırdığımız, “Hava döndü, işçiden esiyor yel” dizelerinin hayat bulmasına katkı sağlayacaktır. Doğrudur, belki coplanır, belki yerlerde sürüklenir, biber gazına maruz kalır, belki birkaç saatliğine gözaltına alınırız, ama emin olun bu durum, emekçilerin üzerine basıp biraz soluk alabileceğimiz bir basamak, bir alan açar bize. 1978 1 Mayıs’ında, bir yıl önce otuz küsur sınıf kardeşini bıraktıkları meydana vakarla giren yüzbinlerce emekçiyi hatırlayın, lütfen…

Çünkü, bir kez daha altını çiziyorum, kapitalist sistemde işçiler en küçük, en meşru taleplerini dahi, ancak mücadeleyle kazanabilir ve koruyabilirler… Bunu simgeleyecek köşe taşlarına ihtiyacımız var…

Son bir not, yüzlerce işçi ve öğrenci genç barikatları aşmak için coplara maruz kalır, yerlere yatırılıp üzerlerinde tepinilir, saçlarından sürüklenirken, sizin bir avuç sendika yöneticisiyle birlikte mutlu-mütebessim, Taksim anıtına çelenk bırakışını gösteren tablo, içimi acıttı… Yaşım (bu ülke standartlarına göre) ileri sayılır. Önümde katılacağım kaç 1 Mayıs var, bilemem. Ama dilerim bir daha böyle bir sahneye tanık olmam…

İşçi sınıfının örgütlü mücadelesine olanca güvenimle selamlıyorum sizi…

2 Mayıs 2021 10:47:53, İstanbul.

N O T L A R

[1] Karl Marx, Yahudi Sorunu, çev: Sol Yayın Kurulu, Sol Yay., 1997.

[2]https://d.facebook.com/diskinsesi/photos/a.589441344430891.1073741827.589431617765197/1912439858797693/

[3] http://disk.org.tr/wp-content/uploads/2020/04/Covid-19-G%C3%BCnlerinde-Sendikala%C5%9Fma-Ara%C5%9Ft%C4%B1rmas%C4%B1-Nisan-2020.pdf

 

1 Mayıs 2021: Güzel günler, ona yürümezsen sana gelmez!

1 Mayıs 2021, sene boyunca süren coşkulu ve ısrarcı direniş çizgisinin devrimciler tarafından sokaklara taşındığı bir 1 Mayıs olmuştur.

1 Mayıs 2021, Taksim’e yönelen devrimcilerin, temsili bir 1 Mayıs’ı reddeden mücadeleci sendikaların, birçok şehirde mahallelerde ve şehir merkezlerinde yasakları tanımayarak sokaklara çıkan direnişçilerin mücadelesi ile kazanılmıştır.

Eğer Saray Rejimi’nin yarattığı havadan topyekûn bir kurtulma sağlanabilseydi 1 Mayıs en geniş kitlelerle Taksim’de kutlanabilirdi. 1 Mayıs 2021 bunu göstermiştir.

30’dan fazla devrimci örgütün ve direnişçi sendikaların oluşturduğu 1 Mayıs Platformu bu sene direniş çizgisinin öne çıktığı İstanbul 1 Mayıs’ını yaratmıştır.

Saray Rejimi’nin iliklerine işleyen işçi sınıfı korkusu, halk düşmanlığı 1 Mayıs 2021’i engelleyememiştir.

 1 Mayıs işçi sınıfının siyasal bir güç olarak sahneye çıktığı gündür!

Bu bilinçle başından beri “gününde, istediğimiz yerde, istediğimiz şekilde” ısrarının adım adım örgütlenişi, verilen emek, devrimci dayanışma, 1 Mayıs 2021’in önemli kazanımlarından biridir.

3 haftaya yayılan çalışma, hem devrimci kavga arkadaşlığını pekiştirmiş hem direniş çizgisini örgütlemenin olanaklarını göstermiş hem de çalışmaların her havzaya, her sokağa, her mahalleye taşınmasını sağlamıştır.

“İşçilere çalışmak yasak değilse 1 Mayıs çalışmaları da yasaklanamaz” hattıyla örülen her gün bir sonraki güne coşku ve moral taşımış, emek harcadıkça adımlar açılmış, 1 Mayıs daha gününden önce kazanılmıştır.

Tarihi direnenler Yazar!

Saray Rejimi çürümedir, Saray Rejimi çözülmektedir. Ancak kendi kendine yıkılmayacaktır. Onu yıkacak güç işçi sınıfının öncülüğünde kadınların, öğrencilerin, LGBTİ+’ların, halkların, doğayı ve yaşamı savunanların, direnen tüm kesimlerin bir araya geldiği kararlı bir mücadeledir.

Bunun dışında bir çıkış yolu yoktur. CHP’nin sokağa çıkmayın öğütleri tam da bu gerçeği gizlemek içindir ve bu fikirler kendisiyle sınırlı kalmayıp hareketi büyütebilecek güçlere de etki etmektedir. Sokağa çıkanlar ise aşılmaz görünenin aşıldığını, yapılamaz denilenin yapıldığını öğrenmekte ve öğretmektedir.

1 Mayıs toplantılarına bir kez bile katılmayan DİSK’in başından beri 1 Mayıs’ı örgütleme gibi bir iddiası olmamıştır. Bu anlayışla işçi sınıfı adına tek bir kazanım dahi elde edilemez. Hafta içine yayılan yaygın ‘1 Mayıs kutlamaları’, tüm direnenlerin buluştuğu kitlesel coşkulu Taksim 1 Mayıs’ının alternatifi değil ancak hazırlayıcısı olabilir.

Milyonlarca işçi, işsiz, ölüm ve açlık arasında seçime zorlanırken, adım adım direnişler gelişirken temsili 1 Mayıs’ı kabul etmek, işçi sınıfının gücüne ve öfkesine duyulan güvensizliktir.

1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’nda ‘gözaltılar serbest bırakılsın’ diyen sendikalar ya kendileri ile birlikte geniş kitleleri o meydana taşımanın iradesini ortaya koymalı ya da yerlerini direnen işçilere bırakmalıdır.

Egemenler ve Saray Rejimi milyonlarca işçiye, işsizlik, açlık, ölümü dayatırken DİSK yönetimi başta olmak üzere çoğu sendika yöneticisi, CHP’nin Saray Rejimi’nin arkasını toplamaya çalışan “sokağa çıkmayın” uyarılarını değil; maden işçilerini, Baldur grevini, Migros direnişini, PTT, Sinbo, SML ve daha birçok işçi direnişinde açığa çıkan direniş çizgisini dikkate alması gerekir.

Yarını daha güçlü örgütlemeye, Birleşik Emek Cephesi’ne!

Devrimciler, mücadeleci sendikalar, sınıfın özneleri bir araya gelince yapılmaz denenin yapılabileceğini göstermiş, uzak olanın yakın edilebileceği bir çalışmayı 1 Mayıs boyunca kendi elleriyle deneyimlemiştir.

Şimdi bu deneyimleri büyütüp, direnişlerin sesinin ortak aktığı bir Birleşik Emek Cephesi’ni yaratmak zorunluluğu ve bunun güzelliği daha göz önündedir.

Tüm enerjimizi, tüm dikkatimizi, gelişmekte olan direnişe vermeliyiz, kadınların, gençlerin, işçilerin, halkların geliştirdiği direniş, gerçek çıkış yolunun temelidir, toplumsal kurtuluşun tek yoludur.

Her gün 1 Mayıs
Her gün Kavga!

Yaşasın Devrim ve Sosyalizm!

1 Mayıs 2021

“American Democracy” and U.S. Hegemony

Since the beginning of the U.S. elections, Trump has been saying things like “I will not leave if I lose.” These are actually statements that are familiar for those living in our country. It’s always questioned whether Erdoğan will leave if he loses an election. In fact, Erdoğan is only remaining in power thanks to unthinkable election frauds he commits with the open help if U.S. He lost in June 7th 2015, and he did not leave. So, actually the response the questions “will he leave?” already exists in 2015. What he did must be the proof of what he will do. Violence and blood, repression increased and bombs exploded. Their votes “increased” and on 3rd of November, improving their frauds, they succeeded in holding power.

Trump has been saying things that seemed to mean “I won’t leave,” yet in truth the Capitol raid was not what was expected. At least it was not on our side. For FBI or CIA it must have been.

At the beginning of January, delegates would be assembled with the results, met in the Capitol to formalize the results of the U.S. election. Trump openly declared to his followers—mostly formed by racist, neo-Nazi groups—that they will walk to the Capitol and that he will join them in the march. He did not go himself, but the groups entered the Capitol building in their strange clothes. The representatives in the building escaped using tunnels. During these events, 4 people died, whom later were found to be killed by the police, one of women who died was a retired soldier, and the protestors stole some materials like computers inside the building.

As far as we can understand, at the beginning the security personnel and the police also cleared the way for the protestors. Perhaps there is an influence of Trump still being the president. That is also not known.

The new U.S. president is not inclined towards calls like “Trump should be dismissed from office” and we shouldn’t wait for January 20th on the basis that it will lengthen the process, and it’s said that he guaranteed Trump will not be put on trial. Maybe we will see a trial. However, Twitter has already enacted its punishment as a company, did not wait for a trial and shut off Trump’s account.

We believe that the issue should be discussed from various perspectives.

U.S. elections have always been some kind of a game. U.S. monopolies always work towards placing whoever is necessary for them in the office and in terms of election fraud perhaps the only other power as experienced as U.S. government and state is the U.K.

In all the capitalist world, elections are a game whose results are determined in advance. Explaining this is maybe more possible today when we look at the conditions of the “centers of democracy.”

In the two-party system, the general tendency is the election of each party’s candidates for two terms one after another. Whoever’s candidate will be elected, the result is known before the public knows. Moreover, the agenda that will be implemented is determined beforehand.

Sometimes, a president only makes do with one term. This means that he is not elected for two consecutive terms. Sometimes he is withdrawn via an assassination. These are usually connected to various crises etc.

In this last election, the U.S. monopolies did not act in concord. While one section of the U.S. monopolies, for example the weapons industry, supported Trump, some others supported Biden. Furthermore, Biden’s candidacy was ascertained after Sanders, who was voicing socialist narratives, receded. Sanders anticipated most of Trump’s actions. He even could tell which states would publish at first results in favor of Trump and why and how the results would turn in favor of Biden.

2

What makes the U.S. elections important this time, which was also the case for Obama era elections, is the partition wars the imperialist powers are currently conducting. This partition war has for a long time been the sign of the dissolution of the U.S. hegemony. The U.S. has been losing the status it had in the imperialist camp at the beginning of the Cold War. The U.S. is currently in war with the other 4 imperialist powers for dividing up the world. And it is the U.S. who wants to foreground this war. It wants to regain its former control on the U.K, Germany, France and Japan. The war is in between these 5 powers (the effort to make this war a war against Russia and China is a tactic of the U.S. and essentially the result of the U.S. desire to keep the other 4 imperialist powers on its side. Russia and China are primarily defending themselves during this imperialist war of partition. We have expressed our disagreement with those who support the thesis that China and Russia are imperialist powers. We recommend Temel Demirer’s article on China on Kaldıraç’s January issue.)

The war is between these 5 powers.

While the USSR existed, under U.S. hegemony and war against communism, these powers did not emphasize the contradictions between themselves. After the dissolution of the USSR, the “bonding glue” in between these powers dissolved. The U.S. saw this situation quickly and asserted its “world empire” dreams. They said that the world is “single poled” and is in control of the U.S. They declared that they will create an empire bigger than the Roman empire. In line with this, they initiated interventions in various parts of the world. Afghanistan and Iraq was invaded. Later, there were others. However, despite this war politics, U.S. control on other imperialist powers was not the same as before and started to weaken.

During the Obama era, the U.S. wanted to pull itself together. In a sort of intermission, it tried to redesign its powers. Although, aggression did not decrease during the Obama era. Libyan and Syrian wats are a result of Obama era, and Biden, as one of their leading creators, are coming back as the new president. Both Syrian war and the organization of ISIS carry the signatures of Biden. With them, U.S. wanted to create new enemies against its imperialist opponents. This new threat was going to be a means to pull other imperialist powers into U.S. protection.

Again the same era is when Russia and Chine started illustrating more tendencies to enter into the field and when the U.S. state declared “war” against Russia and China before Trump.

In the same process, inside the U.S. racism was rising with the “America First” slogan (same movement created in the U.K. with “England First” slogan). The ones who organized this are of course U.S. monopolies. It is not possible otherwise. After Obama, Trump was put in place as against Clinton for this kind of politics.

U.S. monopolies wanted to expand their military operations and NATO with the fairy tale of the Russian threat and emphasize economic war with emphasis on China. These existed before Trump was elected. In these ways, with Russia and China emphasis, U.S. wanted to unite all imperialist powers on the Western camp around itself.

Trump was put forth as a highly practical solution and was in a sense elected forcibly.

Today they are still in the same point. The politics that Biden and Trump can only have some nuances.

However, the protests developing internally and the resistance that arose in spite of heightening racism, was enough to decrease the popularity of Trump. Even if it was not enough, Trump was no longer a good candidate.

In reality, after Sanders ended his campaign or was forced to do so, Biden was a candidate that was going to make it easier for Trump to win. However, things did not go as they planned. In the last few months, a section of monopolies working for Trump’s victory also withdrew their support.

The turning point was Biden selecting Kamala Harris as vice president. More than Biden, Harris could have been the key figure for the new era’s politics. When this happened, Trump or Biden, it did not matter as much who was going to win. There was a need to internal recovery and it seems that Biden will prioritize internal issues in his first year and will continue foreign politics more or less on the same foundations. That means he will make preparations for a more efficient attack against Russia and China, and in this framework withdrawal from certain regions can come into play. It seems like in Latin America, aggressive politics will remain for a while but will leave its place to a more effective attack.

This means that with Biden, U.S.’ vulgar, arrogant, and aggressive politics will not come to an end. On the contrary, it will intensify. U.S.’ main desire will be to stop the dissolution of its hegemony.

For this reason, NATO will be attempted to be strengthened again. NATO, which Macron admitted to be experiencing “brain death,” will again be made into the main tool of aggression. U.S. will again seek a trusting relation with its old allies.

3

The initiative to invade the U.S. congress stopped after a certain point. The U.S., which organizes coups all over the world, was itself faced with this raid attempt. American Neo-Nazis had 4 deaths as the results of this attack.

Will this situation prevent the increased aggression of racism? We do not think so. U.S. will take on a more “managing” attitude aimed at forgetting the incident. After all this racist mod is actually U.S.’ weapon that it uses against the internally developing dissent, against social opposition. With the rising economic crisis, poor will increasingly take it to the streets and this racist mob is being nourished to be used against them.

The blood in the congress building will exacerbate the conflicts even more. This mob will this time will be supported secretly and driven to the people.

Of course this will have reflections outside the country too.

The U.K.’s former Washington ambassador, stated from the first day that the U.S. is “no longer the shining light of democracy.”

The U.S. has not stopped claiming to “bring democracy” in all corners of the world, especially afer World War II, in all the attacks and interventions it carried out. “Export of democracy” is no longer a U.S. commodity that can be offered with the same ease.

This situation will cause the dissolving U.S. hegemony to dissolve faster, it will feed into this process.

If someone were to suggest us that in the Biden era the U.S. will respond to this loss of hegemony with silence and peace, we can only laugh at this claim. What’s laughable would of course be this thought itself. The U.S. is far away from not seeing itself as the world leader and as just one amongst many nations in the world, and this is against the nature of the object. We are talking about an imperialist power. We are not talking about a being that has accidentally gathered its power.

If the U.S. steps back from the imperialist wat, then maybe a normalization internally can be seen.

The U.S. will not watch the dissolution of its hegemony in silence and this will of course cause the war to expand.

4

With this, we have seen that in Turkey there are sides that organize themselves take stances in accordance to the poles in the U.S. The palace has for a long time worked explicitly as a supporter of Trump. However, Erdoğan finally saw the end and sacrificed the Groom Minister, on whose whereabouts people are still speculating, because Biden was coming. Although, the Palace media is still continuing its openly pro-Trump attitude.

Hegemons of the Turkish Republic, organize themselves as followers of the U.S. cliques. Our suggestion is (since the emergency rulings are still in place, and Erdoğan can swiftly implement this) that with an emergency ruling they declare “From now on Turkey will vote in the U.S. elections.” The “national and domestic” mob who is the militant advocate of the “first class” U.S. “democracy” act quickly. To support and weep from distance does not seem to be enough.

5

All this process, actually illustrates that the capitalist system is an expired system.

Bourgeois democracy is an openly monopolist police state.

The “shining light of democracy” did not just go out in the U.S., but in all capitalist world. Capitalism’s expired lifespan is extending itself by destroying humanity, depleting all human values, corrupting all positive things relating to the human being. Capitalism only can extend its life by destroying humanity.

We can only talk about a real democracy, a democracy for the overwhelming majority, when the U.S. congress is filled with the red flags of workers, with demands of a world without war and exploitation, and demands of justice and equality.

Gücümüzü örgütlemeye, 1 Mayıs’ta Taksim’e!

İşçi sınıfının gücünü gördüğü ve gösterdiği “Birlik, Mücadele ve Dayanışma” günü 1 Mayıs’a sayılı günler var.

İşçi sınıfı, bir bütün olarak toplum, bu 1 Mayıs’a ağır saldırılar altında gitmektedir.

Günde 500 işçi işten ahlaksızlık damgasıyla atılıyor, Saray tarafından açıktan kadınların öldürülmesi örgütleniyor, on binlerce tutuklama ile kayyumlar ile operasyonlar ile Kürt halkının örgütlü gücüne diz çöktürülmeye çalışılıyor, Gezi Parkı’ndan İşkencedere’ye memleketin her karışı “arsa”ya dönüştürülüp vakıflara, çetelere peşkeş çekiliyor.

İşçi sınıfı, bizler, direnenler, bu 1 Mayıs’a gücü ve örgütlülüğü oranında direnişlerle ve çok daha büyük bir öfkeyle gitmekteyiz.

Pandemiyle geçen 2020 yılı boyunca, her geçen gün aşağılanmaya, ölüme mahkûm edilmeye her yerden itirazlar gelişmiştir. İşçi direnişleri bütün bir memleketi sarmıştır, kadınların sözünü söylemediği tek bir şehir kalmamıştır, öğrencilerin Boğaziçi’nden başlayan direnişi dalga dalga yayılmıştır ve Kürt halkı olduğu her yerde meydanları doldurarak gücünü göstermiştir. Ve milyonlarca insanda henüz büyük ölçüde açığa çıkmayan bir öfke birikmektedir.

Böylesi bir süreçte gidilen 1 Mayıs’ın önceki senelerden farklı olması gerektiği açıktı, açıktır.

2021 1 Mayıs’ı, pandeminin faturasının kesildiği emekçilerin, yağma-rant-savaş ekonomisinin altında yaşam savaşı veren milyonların, canını meydanlarda savunmak zorunda kalan kadınların, “ferman padişahınsa dağlar bizimdir” diyen köylülerin öfkesinin dışa vurduğu, seslerinin birleştiği, birbirimizden aldığımız gücü dosta düşmana göstermenin günü olacaktır.

Elbette bunu göstermek, örgütlenmesi gereken bir iştir.

Bu kararlı bir duruşla, kararlı bir istekle yerine getirilebilir. Devlet idaresinin yerine geçip, onlar adına akıl üreterek, işçi sınıfının çıkarları savunulamaz.

30 Nisan günü öğle tatiline sıkıştırılmış bir 1 Mayıs’a, resmi tatilde zorla çalıştırılmaya dahi tek söz söylemeden balkon önerilerine, bir plan bile demek mümkün değildir.

Bu, 1 Mayıs’a, işçilerin, emekçilerin gündemine ciddiyetle yaklaşmamaktır.

İşçilerin sadece ölmelerine izin verilen koşullarda, direnişi büyütmek için 30 Nisan’da her yerde greve çıkıp, 1 Mayıs günü kitlesel bir şekilde Taksim’de olmak bir ciddiyet göstergesi olacaktır.

1 Mayıs 2021’in gündemleri bellidir. İşçilerin emekçilerin taleplerinin kitlesel ifade edilebileceği, yan yana gelebileceği, birbirinden güç alabileceği bir meydanı yaratmanın sorumluluğu –aslında her zaman olduğu gibi- devrimcilerde, sosyalistlerdedir.

Bir tarafta güçsüzlüğünden saldıran, yarınları olmadığını bilerek yağmacılığın dozunu arttıran Saray Rejimi, diğer taraftan milyonlarca işçi-emekçinin örgütlenmeye açık öfkesi, gücü bulunmaktadır.

Bu gücü örgütlemenin bir adımı 2021 İstanbul 1 Mayıs’ını Taksim’de kutlamak olacaktır.

Bu 1 Mayıs günü, direnişi adım adım meydanlara taşıyacağımız bir gün olacaktır.

Her gün 1 Mayıs, Her gün kavga!

Saray Rejimi kendi kendine yıkılmaz, Yaşasın Birleşik Emek Cephesi!

1 Mayıs’ta Taksim’deyiz!

25 Nisan 2021

 

 

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...