Ana Sayfa Blog Sayfa 85

Saray Rejimi, işçi sınıfı ve gelecek

2021 yılının sonbaharı, siyasal ve ekonomik krizin daha da açığa çıkmaya başladığı, buna bağlı olarak deyim uygun görülürse “olayların hız aldığı” bir dönem olarak başladı.

Hem egemenler içindeki çatışma arttı hem bu çatışmanın etkileri daha hızla ortaya çıkmaya başladı hem de işçi sınıfı ve emekçi kitlelerdeki arayış, direniş daha da gelişmeye başladı.

Bu koşullarda, birçok “görüntü” ile gerçeklikler birbirine karışmaya eğilimli hâle geldi. Bu nedenle, bir kere daha doğru bildiklerimizi toparlamak, hem de somut gelişmeleri analiz etmek önem kazandı.

Maddelerle ilerlemek istiyoruz.

1

Saray Rejimi, tekelci polis devletinin olağanüstü hâlidir. “Olağanüstü hâl” ilan etmiş olmaları nedeni ile değil. Gerçekte tüm devlet örgütlenmesi artık bu hâldedir.

Saray Rejimi’nin ortaya çıkmasını, biz üç sürece bağlıyoruz: İlki emperyalistler arasındaki paylaşım savaşımıdır ve bu savaş Suriye savaşı ile, yeni bir aşamaya dönüşmüştür. Suriye savaşı sonrasında TC devleti, Suriye’nin tümünü işgal etme hevesi ile sahaya dalmış, ABD adına tetikçilik yapmaya başlamıştır. Bu elbette sadece Suriye ile sınırlı bir iş olamazdı. Libya, Kafkaslar ve öncesinde başlanmış olan Balkanlar da bu işin içindedir. Bir NATO ülkesi olarak TC devleti, kendi geleceğini, tıpkı NATO’ya girmek için Kore’ye asker göndermek için, asker başına cent alarak tetikçilik yapmakta gördü. Bu, ABD’nin “yeni Türkiye” planlarına da uygun düşüyordu. TC devletinin bu sahaya dalması için, Kürt meselesi yeterince teşvik edici idi. Başka bir şey düşünmelerine gerek yoktu. Hem Kürtlere karşı kıyım olanağı doğuyordu hem de yağma ve rant ile savaş ekonomisi oldukça kârlı gözüküyordu. Ama Suriye savaşı, istenildiği gibi bir yol izlemedi. Emevi Camii’nde öğlen namazı kılmak hayal hâline geldi. Ama bu aynı zamanda, Suriye savaşının TC içine yansımasının da yolunu açtı. Suriye topraklarında işgalci olan TC devleti, aslında IŞİD çetelerini tam olarak kendi içine taşımaya başladı. İkincisi Kürt devrimi ve ona karşı TC devletinin yürüttüğü kirli savaştır. Bu savaş başarısız oldukça, Kürt devrimi, sistemi çözmeye başladı. Ve üçüncüsü, Gezi Direnişi ile ortaya çıkan, nitelik olarak zayıf, örgütsüz de olsa direniştir.

Bu üç etken, TC devletinin, tekelci polis devletinin, Saray Rejimi biçiminde örgütlenmesini koşullamıştır.

Bunun dayandığı ekonomik yapı ise, yağma-rant ve savaş ekonomisidir.

2

Bu analize “evet” dediniz mi, Saray Rejimi konusunda net bir fikre ulaşırsınız.

Görüntüde “tek adam diktatörlüğü” şeklinde ortaya çıkan yapı, yanıltıcıdır. Buna “tek adam” diktatörlüğü demek, eksik, aldatıcıdır. İşçi ve emekçileri, Erdoğan gidince her şey düzelecek diyen burjuva muhalefete mahkûm etmek demektir. Amaçlanan bu olsun olmasın, tek adam diktatörlüğü, buraya çıkar.

AK Parti-MHP ittifakı Saray Rejimi demek değildir. Bu meseleyi eksik anlamak olur. Saray Rejimi’nin içinde, bugün karşımıza muhalefet olarak çıkan, zorunlu olarak “farklı gelecek” planları açıklayan burjuva muhalefet, yani CHP ve İYİ Parti de bu Saray Rejimi’nin bir parçasıdır. Burası çok önemlidir.

Evet Saray Rejimi bir çeşit koalisyondur. Ama bu sadece AK Parti ve MHP demek değildir. Tersine, egemenlerin, tüm egemen güçlerin ortak koalisyonudur. Bu egemen güçler, tekellerdir, tekelci sermayedir, onların uluslararası ortaklarıdır, eski devlet kadroları olan ve “Ergenekon” diye anılan kadrolar da bunun içindedir, “ulusalcı” diye kamufle olan kadrolar da bunun içindedir, eski Kemalist kadrolar da bunun içindedir, yeni cemaatçi kadrolar da bunun içindedir, Osmanlıcılar da bunun içindedir, SADAT vb. gibi yeni örgütlenmeler de bunun içindedir.

Dahası, AK Parti diye bir parti yoktur.

TBMM tümü ile göstermelik bir organdır, işlevsizdir.

Siyasal partilerin tümü, devlet partisidir (Elbette burjuva partilerden söz ediyoruz).

AK Parti, eğer “var” olarak kabul edilecekse, birden fazla çeteden oluşmaktadır. Aynı durum MHP, CHP vb. için de geçerlidir.

Ne demek istediğimiz açık ama yine de örnek olsun: AK Parti, mesela, farklı farklı çetelerden oluşmaktadır. Bu çetelerin içinde ekonomi, siyaset, dinî tarikatlar ve bunların uluslararası bağlantıları iç içedir. Diyelim ki, ABD’nin bir Gülen hareketi olduğu gibi, ondan daha etkisiz de olsa, İngiltere’nin de, Almanya’nın da, Fransa’nın da ve İsrail’in de bir Gülen hareketi vardır. Aynı durum AK Parti için de geçerlidir. Örneğe devam edelim; mesela Milli Eğitim Bakanlığı da (en önemsizi olsun diye MEB diyoruz) böyledir, içinde çeteler yuvalanmıştır ve bunlar aynı zamanda emperyalist güçlerin içinde yer ettiği çetelerdir. Tarikatlar da böyledir. Dün, NATO şemsiyesi altında bir arada olan bu güçler, şimdi kendi güçlerini “birlikte görüntüsünü devam ettirerek” ayrı ayrı örgütlemektedirler.

3

“Çare” olsun diye ve tekellerin, egemenlerin ortak kararı ile, organize edilen Saray Rejimi, bugün, ülkeyi tümden bir “tampon bölge”ye çevirmişlerdir. Suriye savaşının başlangıcında Hatay bir tampon bölge olarak tanımlanıyordu. Bu bölgede, kimsenin hukuku geçerli değildi. Ardından Antep böylesi bir bölgeye döndü ve şimdi tüm ülke bir tampon bölge hâlindedir.

TC devleti, tetikçisi olduğu ABD emperyalizminin güç kaybına bağlı olarak, hem ileri çıkma ve savaş politikalarına devam etme isteğini göstermektedir, bu konuda çok heveskârdırlar hem de hızla çözülmektedir.

Saray Rejimi’nin, aynı anlama gelmek üzere tekelci polis devletinin, TC devletinin savaş politikalarındaki ısrarı, bu konudaki heveskâr tutumu, gayet anlaşılır bir tutumdur. Bunu sürdürmeleri, daha çok ABD’nin desteği ve onayına bağlı olsa da, onların da tek çaresidir. Bu durum, hem Erdoğan’ın özel olarak iktidarını devam ettirme isteğinin işaretidir ama hem de ondan daha büyük bir şey olarak tüm egemenlerin arzusudur. Bunu sürdürmek ise, oldukça zor olmaya başlamıştır.

Bu durum, yani savaş politikalarını sürdürmenin zorluğu, egemen sınıf içinde, farklı arayışları da gündeme getirmektedir. Biri, “güçlendirilmiş Saray Rejimi” inşasıdır, diğer ise “güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönüş” olarak ifade edilmektedir.

4

Çözülüş, çöküşe doğru evrildikçe, restorasyon çabaları da ortaya çıkmak zorundadır. “Güçlendirilmiş parlamenter sistem”, işçi ve emekçiler için, toplum için, kitleler için bir çıkış yolu değildir, tersine sistemi restore etmek, devleti ayakta tutmak için düşünülen çarelerden biridir.

Bu nedenle, Erdoğan gitsin de ne olursa olsun anlayışı, meselenin derinini görmekten uzak, günlük davranıştır, “ölümü görüp sıtmaya razı olmak” tutumudur.

Şimdi, egemenler, işçi sınıfına, halka, açık olarak, iki alternatif dayatmaktadırlar, ya güçlendirilmiş ve onarılmış şekli ile Saray Rejimi’nin devamı ya da “güçlendirilmiş parlamenter sistem” ile devletin restorasyonu. Her ikisi de, işçi ve emekçiler için aynı kapıya çıkar.

Mevcut iktidardan bıkmış kitlelere umut olarak isyan değil, umut olarak sandık gösterilmesinin ardında, bu restorasyon çabaları vardır.

5

Dışarıda savaş politikalarını devreye sokan ve buna dayalı olarak tutunmak isteyen Saray Rejimi, bu politikalar için göstermelik de olsa ihtiyaç duyduğu desteği -mesela tezkere gibi-, CHP ve İYİ Parti’den almaktadır. CHP ilk kez tezkereye hayır demiştir, ama bunun ana nedeni, kitleleri ve solu, toplumsal muhalefeti kendi yanına alma isteğidir. CHP, tüm toplumsal muhalefeti kendi etrafında toplayarak, devletin yıpranan imajını tamir etmek, gelişebilecek isyanı önlemek istemektedir. Toplumsal muhalefeti, işçi sınıfının direnişini, devletin alınması hedefinden uzaklaştırıp, Erdoğan’ın indirilmesi hedefine razı etmek için bu adım atılmaktadır. Devlet, tüm çıplaklığı ile deşifre oldukça, kimin devleti olduğu açığa çıktıkça, CHP gibi yedek güçler devreye girmekte ve muhalefeti, tekrar devletin kollarına itmeye çalışmaktadır.

Oysa dışarıda süren savaş, içeride de vardır.

Kürt halkına karşı savaş, ellerinden gelse katliamlara dönüşmektedir.

İşçi ve emekçilerin, öğrencilerin ve kadınların en sıradan hak arama eyleminin karşısına tüm devlet güçleri, polisi, ordusu, hâkimi, savcısı, basını vb. ile tüm devlet güçleri, bu nedenle dikilmektedir.

Saray Rejimi, içeride de bir savaş yürütmektedir.

Buna bağlı olarak hukuk, tam bir iç savaş hukuku hâline gelmiştir.

Bu iç savaşın, Kürdistan cephesinde örgütlü güçler olduğundan, savaş orada tüm çıplaklığı ile ortaya çıkmaktadır. Batıda ise, işçi sınıfının, halkın, öğrencilerin, kadınların örgütlülükleri yetersiz olduğu ölçüde, bu iç savaş, bir abluka hâlinde, bir “güvenlik politikası” görünümünde ortaya çıkmaktadır.

Direnişin hem yayılması hem de nitelikçe gelişme eğilimlerine sahip olması, TC devletini farklı davranışlara da itmektedir: Saray açıktan ve şiddetli saldırırken, Saray Rejimi’nin parçası olan CHP muhalefeti, kitlelere “bekleyin”, “sakın sokağa çıkmayın” telkinleri ile onları hareketsiz kılmak istemektedir. Bu ikili politika, devletin politikasının iki yönüdür.

6

Erdoğan, nihayetinde Biden ile görüşme “muradına” ermiştir. Ne hikmet varsa bu görüşmeden çıkan fotoğraf kareleri, ona ve TC devletine nefes aldırmaktadır. Bu hızla Erdoğan, imza koyduğu iklim anlaşmasının toplantılarına katılmak için Glasgow’a gitmekten vazgeçmiştir. Ne de olsa Biden ile görüşme yapılmıştır. Üstelik zaferin daha büyüğü olarak, görüşme planlandığı gibi 20 dakika değil, 1 saati aşkın sürmüştür ve CHP muhalefetinin eleştirdiği gibi “baş başa” yapılmamış, Dışişleri Bakanı da görüşmeye katılmıştır. Yani “devlet adabı”na uygun görüşme olmuştur.

Şimdi, TC devleti, Suriye’ye yeni bir savaş hamlesi yapmak için, fırsat kollamaktadır. Bu, doğrusu ABD’nin işine de gelecektir. ABD laf olarak “yapma” diyor ama, aslında böylesi bir hamlenin Rusya’yı ve Suriye’yi zorlayacak olmasından da son derece memnun olacaktır. Sonuçta, kaybedeceği ne var ki?

7

Glasgow’a gitmeyip, Türkiye’ye dönen Erdoğan, birkaç programını iptal etmişe benzemektedir. 3 Kasım günü, Erdoğan’ın hastalığı konusunda birçok şey söylenmeye başlandı.

Telâşa düşen Saray, hemen açıklamalar yaptı. Videolu görüntüler yayınlandı. Basket maçından daha kötü bu görüntüler, Erdoğan’ın sağlık sorununu bir kere daha gündeme taşıdı. Ama bu kez şiddeti daha fazla oldu.

Erdoğan sonrası tartışmaları, bir kere daha alevlendi.

Tartışmalar şöyle: (a) Eğer Soylu gelecek olsa, polis ve jandarma elinde olduğu, MHP arkasında olduğu için, şanslı mıdır, yoksa Sedat Peker açıklamaları nedeni ile tüm şansını kaybetmiş midir? (b) Bu durumda, Akar, en şanslı aday mıdır? Hem sonra Akar, Tillo’ya da gitmiş, tarikatlardan destek almış olmalıdır. Zaten ordu da ona bağlıdır. Eğer Akar’ı MİT de destekliyor ise, yeni aday o mudur? (c) Değil ise, kimdir?

Bu tartışmalar, görüntü ile yetinmek isteyenler için büyük anlam ifade edebilir.

Ama, yetersizdirler. Çünkü bu tartışmalar, mesela parababalarını hesaba katmıyor. Tekeller ve onlar kadar Saray etrafında sıralanmış çeteler, acaba ne hamle yapacaktır, onların planı nedir? Tarikatların eğilimleri nedir? Damatların eğilimleri nedir? Ama hepsinden önce, ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ne düşünüyor?

Mesele yalnız ve yalnız Erdoğan meselesi olarak ortaya konduğunda, bu tartışmalar anlamlıdır. Oysa, mesele Saray Rejimi, yani TC devletinin kendisi olarak ele alındığında, iş farklılaşmaktadır.

Bu noktada, çözülüş kadar restorasyon çabalarına da bakmak gerekir.

Evet, Erdoğan’ın sağlık durumu etrafındaki tartışma ve hele hele Saray şürekâsından yayınlanan videolu görüntülerin inandırıcı olması isteği, devletin çözülmesinin, çöküş hâline evrilmiş çözülmenin işaretleridir. Olağanüstü rejimlerin biraz doğasında bu vardır. Saray Rejimi’nin durumu budur.

Ama egemen sınıflar, egemen güçler, aynı zamanda bir restorasyon arayışı içindedir de.

Restorasyon, iki biçimde alternatif hâline getirilmiştir: Saray Rejimi’nin devamının sağlanması bunlardan biridir ve doğrusu ağırlık da buradadır. Direnişin bastırılması, kitlelerin devletin kutsal kollarına doğru çekilmesi için, bazı adımlar atılmak istenmektedir. Bir yandan ekonomik krizin etkilerini görüntüde hafifletecek adımlar atma isteği vardır, bir yandan da Saray Rejimi’ni nasıl güçlendirebiliriz arayışı vardır. Bu arayışı ciddiye almak gerekir.

Saray, bu nedenle sürekli saldırmaktadır.

Ama bu yeni saldırı dalgasını, 7 Haziran-1 Kasım süreci gibi ele almak, çok yüzeysel bir benzerlik kurmakla yetinmek olur. Evet yine baskıyı artıracaklardır. Zaten artırıyorlar da. Bir iç savaş söz konusudur. Bu saldırılar daha çok işçi ve emekçilere, kadınlara ve gençlere, kısacası toplumsal muhalefete yönelecektir. Ama bu baskının sonuç vermesi için başka saldırılar da devreye sokulabilir. Bu doğrudur. Bu açıdan benzerlik kurmak ve orada durmak doğru değildir.

İlkin, bir seçim meselesine bu kadar kilitlenmek yanlıştır. Bir süredir, mesela 2 yıldır biz sürekli yazıyoruz, bir seçim olacağını düşünenler, seçimin olmama ihtimalini niye hesaba katmazlar? Seçim diye düşünürseniz, elbette elinizde 7 Haziran-1 Kasım dönemi örnek olarak var iken, onu hatırlarsınız. Ama, bugün, sistem ciddi biçimde çözülmektedir ve Kürt halkının direnişine, işçi ve emekçilerin, toplumsal muhalefetin direnişi de eklenmiş durumdadır. Bu durumda bazı suikastler vb. gündeme gelebilir. Ama bu suikastlerin ana amacı, toplumsal muhalefeti bastırmak olacaktır. Kime yapılırsa yapılsın, gelişen direnişi durdurmak için, şok etkisi yaratmak isteyeceklerdir.

Bu saldırılar, onlara zaman kazandıracak ve Saray Rejimi’ni yeniden organize etmek isteyeceklerdir.

Diyelim ki siz, “Erdoğan gitsin de ne olursa olsun” diye düşünüyorsunuz, öyle ise, Saray’da başka bir kişinin varlığına razı mı olacaksınız? CHP ve İYİ Parti’nin buna razı olması çok zor değil. Akar, mesela onları razı edecek bir çözüm olmazsa, onlar da başkasını bulurlar. Bazı küçük düzenlemeler, burjuva muhalefeti razı etmek için iyi bir görüntü sağlayabilir. Hele ki, savaş senaryolarına bu denli adapte olmuş bir devlet yapısı var iken.

Bu örneği sadece ve sadece, Erdoğan’ın gitmesi yetmez meselesini anlatmak için verdim. Meseleyi Erdoğan meselesi olarak koymak, yanıltıcıdır.

Restorasyon çabaları, daha sürdürülebilir bir yapı kurmayı amaçlar.

Kaldı ki, “güçlendirilmiş parlamenter sistem” de restorasyonun bir başka versiyonudur. Diyelim ki, “parlamenter sistem” için adımlar atıldı, mesela savaş politikaları ortadan mı kalkacak? Mesela Suriye meselesi, mesela Libya, mesela Kafkaslar, mesela Balkanlar, mesela SADAT vb. nasıl çözülecek? Tekeller, yağma, rant ve savaş ekonomisinden vaz mı geçecek?

Sahi bunlar sadece Erdoğan’ın politikaları mıdır? Evet, Erdoğan, bu politikaları biraz farklı uygulamıştır, cebini doldurmuş, enerji-inşaat-savaş sanayii gibi alanlarda yeni bir zengin kesim, yeni parababaları yaratmıştır. Ama sahi, Erdoğan, Koç’a rağmen, Sabancı’ya rağmen, uluslararası sermayeye rağmen mi oraya geldi? Hayır. Hepsinin desteği ile oraya geldi ve şimdi, emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımı, tekeller içinde de bir ayrışma yaratmaktadır, egemenler içinde bir ayrışma yaratmıştır. Bu nedenle, bugün egemenler arasındaki savaş bu denli şiddetlenmiştir. Restorasyon politikaları, egemenleri, asgarî müştereklerde bir araya getirmeyi amaçlar. Geçici olabilir, ama amaçları budur. Bu asgarî müşterek, devletin ve sistemin devamının sağlanmasıdır. TÜSİAD’ın açıklamaları, Erdoğan’a muhalefet değildir, tersine bu asgarî müşterekleri ortaya koyma çabasıdır.

Erdoğan’ın sağlık sorunu üzerine çıkan tartışmalar, gerçekte, bu süreci hızlandırmaya hizmet edecek niteliktedir.

Kılıçdaroğlu’nun, devlet bürokrasisine güven vermek amaçlı çıkışları da bu restorasyonun bir parçasıdır.

8

İşte tam bu noktada, bizim, işçi sınıfının alternatifini ortaya koymamız gerekir. Bu alternatif vardır. Ama bunu açık ve net bir dille ortaya koymak, kitleleri, bu alternatif etrafında birleştirmek gereklidir.

İşçi sınıfının tek çıkış yolu, siyasal iktidarı alacak bir devrimdir.

İşçi sınıfı, tüm toplumsal muhalefetin temsilcisi olarak işçi sınıfı, kendisine karşı ilan edilmiş olan iç savaşı, görmek ve karşılamak zorundadır.

Çok sık duyuyoruz; işçi sınıfı bunu yapacak güçte değildir.

Evet, bunu söyleyenler haklıdırlar. Bugün işçi sınıfı bunu yapmaktan uzak olmasa, bugün işçi sınıfı bunu yapacak güçte olsa, zaten böylesi bir tartışma da olmazdı.

Ama güç, sürekli değişen ve göreli bir kavramdır.

Bugün yeterli güce sahip olmayan devrimciler ve işçi sınıfı, yarın bu güce sahip olduklarında mı ne yapacaklarını tartışmaya başlayacaklar?

Güç, belli bir amaç için toplanır, örgütlenir. Bugünden iktidar olanaklarını görmeyen bir devrimci güç, işçi sınıfını iktidar mücadelesi için derleyip toparlayamaz. Bugün iktidar olanaklarını görmeyen ve gözünü iktidara dikmeyen bir işçi sınıfı, onu alacak gücü asla toparlayamaz.

Kürt halkının direnişi oradadır ve durmaktadır.

Mesele işçi sınıfının, gelişen direnişinin iktidar hedefi ile örgütlenmesi meselesidir.

Pandemi süreci, işçi sınıfının mücadelesinin genişleme hızını düşürmüştür. Siyasal iktidar, muhalefeti de dahil, işçileri evlerinde sessiz tutabilmek için pandemiyi kullanmıştır. Fabrikalarda çalışmanın önünde engel olmayan pandemi, eylemlere gitmenin önünde bir engel olarak sunulmuştur. Ama artık bu politika tutmamaktadır. Bu politika, 1,5 yıl sürmüştür ve artık sonuna gelmiştir.

Sonbahar, işçi ve emekçilerin yaşam koşullarındaki kötüleşmeyi tüm çıplaklığı ile ortaya koymaktadır. İşçiler, emekçiler, kadınlar ve öğrenciler, aslında bu mücadelede kendilerinin dışında kimsenin var olmadığını görmektedirler. Onların mücadeleye atılmış, hareketli kesimleri için iktidar kadar muhalefet de bir çözüm yeri değildir. Onları, Erdoğan’ın gitmesi ile bir sahte zafere inandırma ihtimali elbette vardır. Ama yine de burjuva muhalefet onlar için çekici değildir. Sisteme olan tepkilerini, her geçen gün daha iyi kavrayacakları da açıktır.

İşçi sınıfı, kendi sendikalarının ne denli pasif, ne denli devlet yanlısı örgütlenmeler hâline geldiğini görmeye başlamışlardır.

Elbette işçi sınıfının (tüm toplumsal muhalefet güçlerinin temsilcisi olarak işçi sınıfının) direnişi, kolay bir yolla gelişmeyecektir. Kolay zafer yok. Bunu biliyoruz.

Ama, tüm bu olumsuz öznel koşullara rağmen, işçi sınıfının iktidar alternatifi, tüm alternatiflerden çok daha güçlüdür. Dahası, zaten tek kurtuluş yoludur, tek çözüm yoludur.

Bunun için, bugün, atılacak en önemli adım, Birleşik Emek Cephesi’nin örülmesidir. Herkesin, her devrimcinin, her yerel örgütlenmenin, her işçi grubunun, her kadın örgütlenmesinin, her öğrenci örgütlenmesinin, her meslek örgütlenmesinin, ister birey olsun ister bir kitle örgütü, isterse devrimci bir grup olsun, herkesin yapacağı şeyler elbette vardır. Herkes kendi mücadelesini yürütecektir. Ama Birleşik Emek Cephesi, tüm bu mücadelenin ortaklaşa yürütülmesinin yoludur. İşçi sınıfının çözüm alternatifini, tüm işçilerin, tüm toplumsal muhalefetin önüne koymanın yolu budur. Birleşik Emek Cephesi, emeğin kurtuluş yolunu ortaya koyma iradesi demektir.

Güçsüzlük üzerine tartışıp eyvahlanmak yetmez. Güç, gökyüzünden gelmeyecek. Güç, ancak ve ancak, işçilerin ellerinde şekillenecektir. Devrimci iradeyi buraya koymanın zamanıdır.

Devlet eli ile “yaratılan” burjuvanın liberali ya da “Allah’ın cebinden peygamberi çalma” marifeti

Mehmet Barlas, çok uzun süredir, “en liberal” olarak ortalıkta dolaşanlardan biridir. Liberalliği ile, dolara olan düşkünlüğü, ona has bir karakter yaratmış mıdır?

Sanmıyoruz.

Aslında onun benzeri çoktur.

Bu tarz, az bulunur değildir ve karakterleri yüzyıllardır birbirine benzer.

Mehmet Barlas’ın liberalliği ya da mesela bir “iktidara” desteği, en çok bin dolara bakar. Çok korku, az dolar cinsindendir.

Konu kalemlerini satmak, her türlü yalan ve hileye başvurmak, karanlıklar üretmek olunca, aslında bunlardan daha çok hiçbir şey, özellikle bu dönemde, bulamazsınız. Saray Rejimi, bunlara “çok” ihtiyaç duymaktadır. Bu nedenle “çok”turlar. Yoksa sayılarının çok olması gerekmez.

Bunlardan o kadar fazla bulunabilir ki, asla karaborsaya düşmezler, bu tür mal “kalemler” konusunda tedarik sıkıntısı yaşanmaz. Saray Rejimi, kendi doğası gereği, zaten bunlara yolları açar.

Ama bunların bir bölümü, sadece “her devrin adamı” olarak iş görmezler. Aynı zamanda, kendilerine “efendi” ya da “sahip” tarafından verilen emrin gereği, kime yalakalık edeceklerini çok iyi bilirler.

Demek oluyor ki, bunların bir bölümünün, iki efendisi var gibidir: Biri açık olandır, Saray’dır. İkincisi ise arkada olan ve gerçek anlamda “efendi”, “sahip” olanlardır. Barlas ve onun gibiler, aslında sadece ve sadece arkadaki efendiye sadıktırlar. Arkadaki efendi, gerçek anlamda “dolar” sahibidir ve “sahip” olarak adlandırılmasında da bir sakınca yoktur.

Bir mal olarak para ile değerleri ölçülen bu tip gazeteci vb. takımı, sahiplerine göre iş tutarlar. Sahip, onları elbette görünürdeki patronlarından çok daha iyi besler. Aynı zamanda esas bağlılıkları da “sahibe”dir.

Öyle ise, mesela Nagehan Alçı da benzer karaktere sahiptir.

Ama Barlas, en eski “mal”lardandır ve eskidiği için, daha uygun fiyatlara iş görebilmektedir. İşleri basittir. Yorucudur ama basittir. Her gün, bir çeşit fetva verecekler ve her gün bu bir çeşit “analiz”leri ile, Saray’ın alkışını alacaklar, en çok da arkadaki “sahip” için ne kadar değerli olduklarını kanıtlayacaklar. Saray’ın alkışını almaları yetmez, orada, “sahip” adına biraz olsun yer tutacaklar.

Karakterleri de birbirine çok benzer.

Bu nedenle, Mehmet Barlas ve Hayrettin Karaman üzerine dursak, sanırız, diğerleri alınganlık yapmazlar (Nagehan Alçı’ya değinmeden geçmedik ki, zira en çok o, bugünlerde alıngan olabilir. Afganistan görevi dönüşü, daha demokrat olma emri almıştır, ama bundan da ürkmektedir). Ne de olsa, onların bir anlamda gediklileridir bu ikisi. Her ikisinin de bir “sahibe” hizmet ettiklerinden şüpheniz olmasın ve her ikisinin de görünürdeki patronu Saray’dır. Yani, Saray’a, “sahipleri” öyle istediği için hizmet etmektedirler ve Saray, sık sık şaşırıp, onların “zekâ” dolu hizmetleri için, iyi ödemeler yapmaktadır. Böylece “sahip”, her zaman bir taşla, birden çok kuş vurmayı başarmaktadır. Hem ödemeyi başkasına yaptırıyor hem de sadakatlerini “SADAT”çılığa çeviriyor.

Mehmet Barlas, ülkenin en liberalidir. Liberallik konusunda eline su döken olmaz desek yeridir. Buna uygun olarak, epeyce iş kovaladığı da kesindir. Ve cukkasını, en az Hayrettin Karaman kadar doldurmaktadır. Karaman’ın cukkası da, “hayret” verici olmalıdır.

Barlas, Kasım ayının ilk günlerinde, “zekâ” dolu bir hamle yaptı.

Sahip adına patrona yol gösteren böylesi “ayarlanmış” karakterlerin de kendine özgü bir zekâsı vardır.

Barlas, “CHP kapatılabilir” dedi.

Son derece “liberal” bir yaklaşımdır. AK Parti kapatılacaksa, parti kapatmaya karşı olursun, ama HDP kapatılacaksa, niye karşı olasın ki? Ve bu arada CHP kapatılabilir dersen, HDP’nin kapatılması, çoktan konu olmaktan bile çıkar. Aslında Barlas’ınki, bir tarz düşünsel “antreman”dır. Sahip, Barlas ağzından, “CHP kapatılabilir” diyerek, aslında herkesin ayağını denk alması gerektiğini söylemektedir. Öyle, “iktidar olacağız, ilk seçimde bunlar gidecek” diye fazla konuşmak yok. Herkes, burada bir “sahip” olduğunu bilmelidir.

İşte Barlas ağzından verilen mesaj budur.

Bu kadarla sınırlı mıdır? Değildir.

Barlas, “150’lik liste”den de söz etmektedir.

TC devleti adına Lozan’da görüşmelerde bulunan heyet, işgalci güçlere hizmet etmiş 600 kişinin cezalandırılacağını söyler. Masada bulunan “efendiler”, başlarında İngiltere ve ABD, yani şimdi Barlas gibilerin “sahip”leri, “olmaz” derler. 600 fazla gelir. Bu listenin 150’ye indirilmesini isterler. Ne âlâ değil mi? 600 ihanetçin var ama sen 150’sini cezalandırmakla yetinmeyi kabul ediyorsun. Neyse, bu ayrı bir tartışmadır. İşte Barlas, derin tarih bilgisini devreye sokarak, “sahip”ten aldığı bilgi ile, 150 kişilik bir listemiz neden olmasın, der. Bu liste, 150 siyasal yasaklı bir liste olur. Yani, özel bir liste hazırlanır, mesela İYİ Parti’den şu, CHP’den şu, Saadet’ten şu gibi. Saray’a “muhalefet” edenlerin bir kısmı bu listeye alınır, böylece, onlar devre dışında bırakılır demektedir.

Demek, “Barlas, sadece dolar saymasını bilmiyor. Görünüşe göre, listenin 150 kişilik olabileceğini de hesaplamıştır” diyebilir miyiz? Hayır, diyemeyiz. “Sahibi”, kendisine 150 rakamını özellikle telaffuz etmesini salık vermiştir. Yoksa Barlas’ın, 150 kişiyi sayma durumu yoktur. Zaten bu 150 kişiyi, önce Bahçeli (yani Atasagun) sayar. “Bölücü kebapçılar” derken, acaba bu listeyi mi hazırlıyordu? Bahçeli’nin eksik kaldığı yerde, Perinçek devreye girer. Böylece, ABD-İngiliz listesi oluşmuş olur. Tam da bu nedenle, tarihsel bir olaya gönderme yapılmaktadır.

Barlas’ın sahibi ABD ise, ABD, bu yolla, Avrupalı rakiplerine, dün müttefiki olan NATO’daki karar vericilere diyor ki, “sizin en gözde 150 adamınızı yasaklı listeye koyarız.” İşte mesaj budur. Şimdi, bugünlerde, muhalefete biraz fazla hız veren diğer sahipler, bunun üzerine düşünmek zorundadır.

Sanırım, Barlas’ın meselesi biraz olsun anlaşılmış olmalıdır.

Burada bir mola verelim ve ikinci kahramanımız, Hayrettin Karaman’ı tahtaya kaldıralım. Hayrettin Karaman, sadece AK Parti’nin değil, aslında, AK Parti ile bağlı İslamî hareketin de “fetvacı”sıdır. Çok ünlü fetvaları vardır ve son günlerde patlattığı, Sünni kızın Alevi erkekle evlenmesinin caiz olmadığı yolundaki dâhiyane fetvası, öncekilerin yanında “uvertür” gibi kalır.

Hayrettin Karaman’ın ilginç fetvalarını hatırlarsınız. 17-25 Aralık sürecinde ayakkabı kutularının para yuvası olarak kullanıldığını gördüğümüzde, Karaman, devreye girdi. Tam biz, “ayakkabı kutularının farklı kullanım alanları” hakkında fetva beklerken Karaman, farklı bir fetva verdi. İşte “zekâ” budur. Ve Karaman, “peygamberin de %10 aldığını” hatırlattı. Buyurun tarih bilgisinin faydalı olduğuna dair bir kanıt daha. Bu aslında, bir nevî suçu kabullenmek idi. Ama, zaten bu fetvalar, İslamî kesime seslendiği için, bu yolla gitmiş olması “cesur”ca bulunmalıdır. Zira, “suç”u, ta peygambere kadar götürmekteydi.

Demek, Saray gediklisi ve “sahip” adına yol göstericisi olan bu Karamanların, kendine has bir cesaretleri de vardır. Bir tarafa dolarlar, diğer tarafa ise dinin emirlerinin değiştirilmesi konunca, dünya malına olan isterik heves, bunlara ayrı bir cesaret veriyor olmalıdır. Bir de korkularını unutmayalım, “sahip” dediğinin pek affı yoktur.

İşte bu Karaman, hayret ettirecek bir fetva verdi. 2021 Kasım ayının başındadır. Karaman, “bir Sünni kız, bir Alevi genç ile evlenemez” demiştir. Soran oldu mu bilmiyoruz; acaba Alevi kız, Sünni erkekle evlenebilir mi? Yani, erkek egemen düşünceye uygun olarak, kız, erkek olana “tabi” olacağından, erkeğin Alevi olması, kızın da Aleviliğe meyletme zorunluluğunu getirir. Karaman, hayret edilmeyecek şekilde böyle düşünür.

Fetva son derece “mal”cadır, çünkü, fetvanın gerekçesi ortaya konmamıştır. Neden Sünni kadın, Alevi erkek ile evlenemiyor? Öyle ya bunun bir gerekçesi olmalıdır. Mesela peygamber %10 vergi alırdı ve adı da vergi idi. Erdoğan’ın “Bay %10” lakabı, aslında vergi almasından gelmiyordu. Erdoğan %10’u, Karaman yardımı ile “akladı”, böylece İslamî camiaya, “burası İslam toprağı değildir, savaştayız ve bu %10 toplanıp, İslam adına kullanılacak” demiştir. Bunları yaparken, peygamberi de alet etmiş, küçük bir cambazlıkla, o da %10 alıyorduya getirmiştir.

Fetvacıların, mutlaka ve mutlaka biraz olsun cambaz olmaları gerekir. Zira savaştayız, bir fetvacı, eğer cambazlıkta sınır tanımaz bir seviyeye gelmemiş ise, yandık ki ne yandık.

Cambazlıkta sınır tanımaz fetvacı seviyesi nedir?

Öyle ya, bunun da ölçülebilir olması gerekir. Buyurun sayın okuyucu, tahminde bulunun: Cambazlıkta sınır tanımayan bir fetvacı seviyesi nasıl tarif edilebilir?

Sünni kızın Alevi erkeğe aşkına dönelim. Mesela bir Müslüman kadın, bir Hıristiyan ile evlenebiliyor da, konu Alevi ve Sünni olunca, neden Alevi erkek, Sünni kız ile evlenemiyor? Yoksa, Saray çevresinde böylesi bir durum mu var da, bu fetva devreye girmiştir? Sünni kız, eğer Alevi erkeğe olan aşkını bir evlilikle sonuçlandıramıyorsa, bu durumda Sünni kızın Şirin misali aşkını haykırma hakkı var mıdır, yok mudur? Fetvacılıkta sınır tanımayan seviye, buna yanıt versin.

Karaman’ın alanı, İslamî harekettir. AK Parti tabanına, orada dini referans alarak yaşadığını iddia edenlere sesleniyor. İslamî yaşamalarının ne derece samimi olduğunu bir yana bırakalım. O, AK Parti’nin oy deposuna, “oy için” değil ama, oraya sesleniyor. Zaten, mesela bizim gibilere seslenmiyor. Zaten, mesela AK Parti’ye oy vermeyecek olanlara seslenmiyor. Bu nedenle, “fetva”ları çok “kıymetli”dir. Kim bilir her biri adına, ne kadar para kesmektedir? Kıymet varsa, ölçülebilir demektir. Kaç dolar? (Lira kusura bakmasın, 1 lira 0,1 dolar oldu.) Barlas, kesinlikle bu değeri bilir. Emin olun, ileride işler ters giderse, Barlas, Karaman’ın ne kazandığını yazacaktır. Afganistan’a giderek, yeni görevler almış olan Nagehan Alçı’nın ücretini Barlas, liberal ahlâk gereği ücretin gizliliğine saygıdan yazmayacaktır, yoksa “sahip” onun mamasını kesecektir.

Karaman’ın marifetlerine dönelim. Madem böyle bir konuya girmişiz.

26 Eylül tarihli Hayrettin Karaman makalesinin başlığı “Dedim, dedi…” şeklindedir (makalesi, kendi sitesinde ve Yeni Şafak’ta bulunabilir).

Bu yazısında Karaman, kendisi soruyor (belki de kendisine sorulmuş soruları kendisi formüle ediyor) ve kendisi cevap veriyor. Birkaç alıntı yerinde olacaktır, zira anlatması kolay değil.

“H.K.- Bu eksikler, aksaklıklar, suiistimaller nefse mağlup olmalar, mal-kadın-mevki imtihanını kaybetmeler, vazifeye zengin başlayıp yoksul veya aynı servet ile çıkacak yerde yoksul başlayıp haram-helâl demeden zengin olmalar… yirmi yıldan beri değil, bin yıldan fazladır var!

“Eski zamanlarda bunları dile getirenlerin dillerini kesiyorlardı, şimdi hiç değilse yalnızca uçlanma yolu tıkanabiliyor.”

Harika değil mi? Madem bu haram ve helâl demeden zengin olmalar hakkında konuşuyoruz, öyle ise, AK Parti şöyle savunulacak; “bunlar 20 yıldan beri değil, bin yıldan fazladır var.” Madem bin yıldan fazladır var, öyle ise sorun olmaz değil mi?

Şimdi, siz, bir inanmış Müslüman olarak (onlara sesleniyor Karaman), AK Parti’yi eleştirdiğinizde, bilmelisiniz ki (zira Hayrettin Karaman, fetvacıdır ve derin bilgindir, size hatırlatıyor), eskiden bunları dile getirenlerin dillerini kesiyorlardı. Şimdi, öyle bir şey de yapılmıyor.

Ne cambazlık ama!

Hoca, ne oldu çalıp çırpmalar? Yanıt: Zaten bin yıldır var bunlar. Tehdit de arkasından geliyor. Konu, dili kesmeye geldi.

Demek bu mantıkla, bin yıldır işlenmiş olan hiçbir günah, aslında günah değildir. Hırsızlık, bin yıldır var, öyle ise sorun yok, ırza geçme, bin yıldır var, öyle ise sorun yok, kamu malını yağmalama, bin yıldır var mı, var. Öyle ise sorun yok. Bin yıldır var olan sömürü düzeninde, aslında yeni olan şey de yeni değildir, öyle ise sorun yok. İyi de mübarek Karaman, o zaman fetvaya ne gerek var? Sen kendi kendini mi inkâr edersin?

Bir alıntı daha:

“Çürümüşlüğün ölçüsü görecelidir. Daha sağlamını yapmak için gemiyi terk ederseniz zaten korsanlara bırakmış olursunuz.

“Sağlam yapı sağlam malzeme ile olur.

“Ortalık sağlam ve kullanınca bozulmayacak malzeme ile dolu mu? Ya mevcut kumaşla elbiseyi dikip dayandığı kadar giyeceksiniz ya da başka kültür, din ve medeniyetin terzisine işi bırakacaksınız.”

Demek, çürümüşlük kabul ediliyor. Gizlenemediği için kabul ediliyor. Samimi Müslümanlara sesleniyor. Diyor ki Karaman, “sağlam malzeme mi var” ki kullanmıyoruz?

Diyor ki Karaman; işi başka kültür, din ve medeniyetin terzisine mi verelim? Tehdit, her zaman, kendine bir yer açıyor. Karaman’ın ağzından, uygun tehdit her zaman bulunuyor.

Karaman diyor ki, çürümüş bir AK Parti iktidarı var. Kayda böyle geçmelidir. Ama, biz buna mecburuz. Çünkü, sağlam malzeme yok. Madem malzeme sağlam değil, öyle ise çalıp çırpılması da normaldir. İyi de Bay Karaman, neden bir Müslüman, sağlam olmayan malzemeye mecburdur? Ne yapmak için? Nereye kadar dayanmak için? Mesela İslam devletine mi? Sahi, sen böylesi bir devletten yana mısın? Sahi Erdoğan böylesi bir devletten yana mıdır? Sahi, sizin, cebinizi doldurmak ve hırsızlıkta seviye artırmak dışında bir hesabınız mı var?

Şöyle devam ediyor Karaman:

“- Önünüze kurtlu bulgur koysalar pirinci aramaktan vazgeçip bunu yer miydiniz?

“H.K.- Yemeyince açlıktan öleceksem daha temizini buluncaya kadar yerdim. Hayatta kalınca da temizlemek için elimden geleni yapardım.”

İşte size fetvacı Karaman.

AK Parti çevresinde dağılma var. Eleştiriler içeride kaynama yaratıyor. Karaman, buna uygun, “saygın”lığını tüketmek üzere kaleme sarılıyor. Bir yanda tehdit, bir yanda para var. Ona da kalem sarılmak düşüyor. kaleminden karanlık damlıyor. Kan damlamak üzere, kalemini Alevi genç ile Sünni kızın aşkına getiriyor. Karaman, kanı özlemiştir.

Görecelilik nedir biliyor. Daha ne olsun!

Ama cambazlık, fetvacıda özel bir hâl almış.

“Allah’ın cebinden peygamberi çalmak” eğer bu değilse nedir?

İşte size seviyenin adı. Bilmem uygun mudur? Bunlar “Allah’ın cebinden peygamberi çalar”lar.

Demek, AK Parti kurtlu bulgur olmuştur ve yine de Müslüman’ın onu yemesi gerekir, yoksa aç kalacak ve açlıktan ölecek. Önce bunu ye, sonra hayatta kalırsan, temizlenirsin.

Oysa Müslümanlıkta, açlığa dayanmak da bir irade olarak ele alınır. Her direniş kültüründe böyledir. Direnen, açlık nedeni ile, karnını doyurmak için, kendini satmaz. Satana savaşçı denmez.

Acaba, burada biraz duramaz mıyız?

Durup, bu tuhaf hilelerden, bu “sahip” için yüksek paralar eden açıklamalardan, daha öteye gidemez miyiz?

Deneyelim.

Demirören, bir Rum iş insanının fabrikasına, işine, malına çökmüştür ve bunun için o kişiyi katletmişlerdir. Bugün, Demirören, havuz medyasının en büyük ortaklarındandır ve bakın ki siz, medya şirketlerini almak için kendisine özel olarak verilen krediyi, daha geri bile ödememiştir. Ödemeyeceği de bellidir. Katil olarak işadamı hâline gelen ve bu yolla saygınlık bulan bir hilebaz, Erdoğan’ın karşısında ağlayabilir ama o krediyi vermez. Elbet onun da bir dosyası vardır. Yoksa, Soylu’ya, biraz para verir, ondan birkaç tape satın alır.

Peki Demirören, nasıl bir “burjuva kültür”e sahiptir?

Nasıl bir kültüre sahip olduğu, eylemlerinin belirleyeni olan Rum iş insanını katletmesi sürecinden bellidir.

6-7 Eylül olaylarında, devlet bizzat, çevredeki esnafa, Rumların mallarını vermeyi teklif etmemiş midir? Öldür, ırzına geç, malını al. Devlet için cinayet işle, karşılığında malını al. Ve bu katiller, devlet adına öldürürken, sadece “vatan millet” uğruna öldürmemişlerdir, bir de üç-beş kuruş almaktan geri durmamışlardır.

Osmanlı’nın zengin kesimleri, daha çok Rum ve Ermeni kökenden gelenlerdir. Yahudilerin ticarette ve Saray çevresindeki etkinliği, daha çok son yüzyılına rastlar Osmanlı’nın.

Biz elbette, “burjuva” olanları, burjuva sınıfı övmek için bunları yazmıyoruz. Biz, işçi sınıfının iktidarı ile, sadece ülkemizde değil, bölgemizde ve tüm dünyada sermayenin varlığa son vermekten söz edenleriz. Ama, burjuva kültür diye bir şey vardır. Bizim ülkemizde burjuvazinin “yaratılması” süreci, bizzat devlet eli ile olmuştur. Bu Rum ve Ermeni burjuvalar, bir kültürün de taşıyıcıları idiler. Evlerindeki müzik aletlerinden kadın-erkek ilişkilerine kadar, edebiyata olan ilgilerinden yemek kültürlerine kadar, para karşısındaki tutumlarına kadar bu kültür yansır. Oysa, onların katledilmesi ile mallarına konan yeni zenginler, böylesi bir birikime sahip değildirler ve “görgüsüz”dürler. Demirören örneğine bakın, görgüsüzlüğü paçalarından akmaktadır. Ne eğlenmesini bilir ne şarkı dinlemesini, ne sevmesini bilir ne nefret etmesini. Sadece kadınlarını aşağılamayı, güçlü olana boyun eğmeyi, pusu kurmayı bilirler.

Eczacıbaşı, onca yıldır sanata olan ilgisine karşın, aynı özellikleri taşır. Geçenlerde Bodrum’da ortaya çıkan bir arazi sorunu üzerine aldığı tutumu hatırlayın. Eczacıbaşı’nın farkı, o, Rumların mallarına 1950’lerde el koymuştu. Menderes döneminde yükselmiştir. Menderes dönemi zengini, elbette 12 Eylül dönemi zenginine göre, mesela piyanoya daha yakın durur. Bu kadar.

“Bu devlete bir millet lazım” sözünü ortaya koyanlar, “millet” yaratırken, elbette burjuva sınıfı da yaratmayı unutamazlardı. Bu eşyanın tabiatına aykırı olurdu. Devlet egemen sınıf için vardır ve bu devlete bir millet lazımdır. Demek, burjuvaların devlet olanaklarını yağmalaması, “tarihin bir zorunluluğunu” ifade eder. Millet yaratmak için, Ermeni, Süryani, Pontus vb. katliamlarını devreye koydular. Bu insanların mallarına, mülklerine ise, “yaratılmakta olan milletin” gelecekteki soylu sınıfı burjuvalar el koydular.

Buna, argoda, sokak ağzında “çökme” deniyor.

Koçlar, Sabancılar, Eczacıbaşılar vb. bundan ayrı değildir. Tersine, ülkenin ilk zenginleri olarak onlar, hem bu zorla el koyma yolu ile hem de devletin olanaklarının yağmalanması ile servet edinmişlerdir. Sadece onların yağmalama dönemi farklıdır. Şimdi de AK Parti’nin zenginleri ile tanışıyoruz.

Cumhuriyetin en başından beri burjuvazi, mülkiyet değişimi ile ve yine en başından beri, uluslararası sermayenin bir uzantısı olarak yükselmiştir. Şimdiki, AK Parti dönemindeki yeni “Müslüman” zenginlerimiz de, elbette aynı yolu sürdürmektedir. Devlet olanakları ile zengin olmak, bir tarihsel gelenek halindedir.

İşte, hem Barlas’ın liberalliği bu gerçeğe dayanır hem de Karaman’ın İslam fetvaları bu geleneğe dayanır.

Burjuvası böyle bir geleneğe yaslanmış iken, fetvacısının da, liberalinin de başka türlü olması mümkün değildir.

Barlas’ın liberalliği ile Karaman’ın İslam âlimliği, birbirine çok ama çok benzemektedir. Bir çeşit Türk-İslam sentezidir bu.

Biri Alevileri tehdit etmektedir, diğeri ise “150’lik”leri. Biri daha çok tabana yönelmiştir, diğeri devletin kutsal katlarına.

Demek, “sahip”ler, kendi aralarında kapışmaktadır.

Erdoğan sonrası tartışmalarının tam da gündem olduğu bir dönemde bu açıklamalar, başkaları da var, elbette bu kapışmanın izlerini taşımaktadır.

Karamollaoğlu, Kasım ayının ikinci haftasında, daha önceden görüşmek istediği Erdoğan’dan görüşme randevusu almıştır. Gitmiştir ve görüşmüştür. Gazeteduvar, kendisi ile bir röportaj yapmıştır. O röportajda ve basına yansıyan görüntülerde, görüşmenin ilginç bir görüşme olduğu anlaşılmıştır. Görüşme, tam olarak Altun “zekâ”sının izlerini yansıtmaktadır.

İlk olarak, Erdoğan, Karamollaoğlu’nu, araya bir koltuk boş bırakarak, üçlü koltuğa oturtmuştur. Bu üçlü koltuğa oturtmanın anlamı üzerine bir hayli tartışma gündeme gelmiştir. Ama kanımızca, tartışanlar, iki şeyi birden kaçırmışlardır: Bir, görüntüde ortada boş duran koltuk, “bu koltuk Bahçeli’nindir” diyecek şekilde durmaktadır. İletişim konusunda “uzman” olan Altun’un, bu konuda iyi fotoğraf verecek bir ayarlama yaptığına şüphe yoktur, olamaz. Görüşmede, Bahçeli’nin ruhu, o boş koltukta oturmaktaydı. İkincisi şu sorudur: Neden Saray’da, o boş tekli koltuğun yanında, tekli bir koltuğa oturtulmamıştır da Karamollaoğlu, üçlü koltuğa oturtulmuştur? Üçlü koltukta Karamollaoğlu, sanki, eline kolonya dökülecek bir misafir gibidir. Sultan, kendi koltuğunda, tek başınadır, görkemlidir ama Karamollaoğlu, üçlü koltukta bir “sığınmacı” gibidir. Altun, elbette bu tip görüntülerin anlam ve manası konusunda uzmandır. Biri üçlü koltukta bir “misafir”, diğeri ise sultan. Ortada boş koltukta ruhu oturan Bahçeli’nin cismini hayal etmek de seyirciye düşmektedir.

Bu görüşme, elbette ki, “Milli Görüş” hareketinin liderliği koltuğuna, Oğuzhan Asiltürk’ten sonra oturan kişi Karamollaoğlu olduğu için yapılmıştır.

Öyle anlaşılıyor ki, Karamollaoğlu, kendisine önerilen “haram”lar konusunda konuşmayacaktır. Öyle ya, Asiltürk’e, vefatından önce bir şeyler önerilmiş olmalıdır. Ama Karamollaoğlu, bunları dile getirmiyor.

Karamollaoğlu, “anlaşamamak konusunda anlaştık” diyor. Diyor ki, Cumhurbaşkanı, sadece 50+1 konusunda bir sorun görmektedir, ekonomi de, dış politika da dört dörtlüktür demektedir. İyi ama, bunları zaten Saray’a gitmeden de biliyordu. Saray’da, kendisine yapılan teklifleri açık etmelidir.

Tam da, Bahçeli, “biz aslında muhalefet görevindeyiz” hatırlatmasını yapmakta iken, Karamollaoğlu acaba nasıl teklifler almıştır? Hadi diyelim teklifleri, “terbiyesi” açıklamaya müsaade etmiyor, bari hangi tehditler aldığını açıklaması gerekmez mi?

Fetvalar, tam da bu döneme denk gelmektedir.

Barlas, CHP ve İYİ Parti’yi hedef alıyor ve dahası bu partilerin içinde görev yapan ve ABD’ye değil de AB’ye yakın olanları tehdit ediyor.

Karaman, AK Partili seçmen olup da dinî konularda hassas olanlara sesleniyor. Ama bu arada Alevileri tehdit etmenin yolunu da arıyor.

Her tehdit karşısında devletin bir başka koluna sığınmayı adet hâline getirmiş olan Alevi örgütleri, artık bunun bir çözüm olmadığını anlamalıdır. AK Parti tehdit edince CHP’ye, tehdit oradan gelince liberale, hiçbiri olmayınca da Anıtkabir’e sığınmak, yüzlerce, binlerce yıldır yaşadıkları bu topraklarda “sığıntı” hâline gelmek sonucunu doğurmaktadır. Korkunun ecele bir faydası görülmemiştir. Alevi örgütleri, biraz samimi olmak zorundadır. Devlet ile bağlı olmak demek, samimiyetsiz olmak demektir. Devletin hangi kanadına bağlı olursan ol. İster İslamcısına, ister Ergenekoncusuna, ister ulusalcısına, ister mafyasına, kimine bağlı olursan ol, tüm yollar boyun eğmeye çıkar.

Barlas’ın tehditleri, aslında Saray tarafından daha yüksek bir perdeden dile gelecektir. Barlas’ın tehditleri, Erdoğan projesine ABD’nin hâlâ ihtiyaç duyduğunun itirafıdır. o

Devrimin acil görevi: Direniş ve örgütlenme

Bugünlerde, “devleti kurtarma” planları pazara sürülmüştür.

Saray Rejimi çözülmektedir.

Bu çözülüşü durdurmak için, egemenler, ikili bir politikayı sahaya sürmektedirler.

Biri, güçlendirilmiş Saray Rejimi’dir. Erdoğanlı veya Erdoğansız, Saray Rejimi’ni sürdürmek isteyenler, egemen sınıfın diğer kesimlerine, “devleti kurtarma”nın planı olarak bunu sunuyorlar. Onlara göre, eğer Saray Rejimi yıkılırsa, bu yıkım, devletin yıkımına kadar gidebilir. Bu nedenle, Saray Rejimi’ni tartışmamak lazım, tersine güçlendirmek lazım, diyorlar.

İkincisi, güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönüştür. Egemenler diyorlar ki, eğer Saray Rejimi’ni tutmak, sürmesini sağlamak mümkün olmazsa, bu durumda parlamenter sistemi devreye sokmamız gerekir. Parlamenter sisteme dönüşü savunanların görevi, tüm muhalefeti, parlamenter sistem bayrağı altında toplayarak, “devletin kurtarılmasını” sağlamaktır.

Bu iki çözüm, aslında egemenlerin çözümleridir. İkisi de aynı yerden beslenmektedir ve birbirinin “zıddı” olmadıkları hâlde, alternatifi olarak sunulmaktadır.

Saray Rejimi, parlamenter sistemi savunanlara saldırdıkça, parlamenter sistemi savunanlar solu yanlarına çekmek için hareket etmektedirler.

Saray Rejimi, devlet, dini ve milliyetçiliği, Osmanlıcılığı da değişik dozlarda içine koyarak bir ideolojik saldırı aracına dönüştürüyor.

Onun sözde muhalifi parlamenter sistem savunucuları da, “milliyetçilik” yerine ulusalcılığı koyarak, dini daha düşük bir dozda sos yaparak, solu ve işçi sınıfını aldatacak bir ideolojik harmanlama yapmaya çalışıyor.

Tüm bu kavga, uluslararası güçlerin kendi aralarındaki paylaşım savaşımının içine sızdığı bir kavgadır. Her biri diğerini “yerli ve milli” olmamakla suçluyor.

Böylece, her alandan, bazı sol kesimlerden de, milliyetçilik ve din, değişik dozlarda pompalanıyor. Solun, egemenlerin bu ideolojik bombardımanına “ulusalcılık” ile katılmaları, aslında egemenlerin tam da istediği şeydir.

Böylece işçi sınıfının ideolojisi, adı var kendisi yok cinsinden kenara atılmak, üzeri örtülmek istenmektedir. Kimin buna, ne kadar bilerek, ne kadar korkudan, ne kadar “çaresizlik”ten katıldığı, bu noktada hiç de önemli değildir.

Saray Rejimi çözülmektedir.

İşçi ve emekçiler, bu çözülüşü, devletin yıkılmasına, işçi ve emekçilerin iktidarının kurulmasına, sosyalist devrime dönüştürmek zorundadır. Görev budur. Bu görevin önünde engeller vardır elbette, ama aşamalar yoktur.

Bu nedenle, “Erdoğan gitsin, bu ilk görevdir” anlayışı oldukça eksik bir anlayıştır. Erdoğan, kendi isteği ile gitmiyor. Ve karşımızdaki devlet, bir “tek adam” rejimi değildir. “Tek adam” diktatörlüğü, devletin sınıfsal yapısını, devletin burjuvaların devleti olduğu gerçeğini gizleyen bir rol oynamaktadır. Sanki Saray Rejimi oraya, bir proje olarak gelmedi, sanki Saray Rejimi oraya, Erdoğan’ın isteği üzerine yerleşti, sanki Saray Rejimi, burjuvaların istemediği bir rejimdir, sanki Saray Rejimi, uluslararası tekellerin, ülkemizdeki tekellerin çıkarlarının ürünü değilmiş gibi bir algı yaratmaktadır. İstedikleri de budur.

Böylece biz işçiler, biz devrimciler, ne olduğu belirsiz bir “tek adam diktatörlüğü”ne karşı savaşıyoruz. Sanki, Erdoğan gidip de yerine Akar, yerine Gül, yerine Babacan, yerine Kılıçdaroğlu, yerine Akşener gelse, burjuva egemenlik son bulacak, işçi ve emekçiler özgürlüğe kavuşacak, sömürü ve savaş bitecek, gibi bir algıdır bu.

Bunu reddediyoruz.

Bu gerçek değildir.

Görünen Erdoğan’ın iktidarı gibidir, oysa bu gerçek, bunun bir Saray Rejimi olduğudur. Ve tüm burjuvalar, uluslararası ve ulusal tüm sermaye güçleri bu rejimin içindedir, yanındadır, arkasındadır.

Bu savaş, işçi sınıfının, burjuva devlete karşı, burjuva devletin özgün bir örgütlenmesi olan Saray Rejimi’ne karşı savaşıdır.

Hem dünya kapitalist sistemi bir krizdedir. Bu kriz, giderek derinleşmektedir.

Hem dünya emperyalist güçleri kendi aralarında, dünyanın yeniden paylaşımı için bir savaş içindedir. Ve bu savaşın sıcak biçimler aldığı coğrafyalardan birisi, bizim içinde yer aldığımız coğrafyadır.

Hem Türkiye kapitalizmi derin bir ekonomik kriz içindedir. Ve burjuvalar, tekeller, ulusal veya uluslararası egemenler bu krizin tüm faturasını işçi ve emekçilerin üzerine yıkmak, bu yolla kriz döneminde karlarını katlamak peşindedir.

Hem TC devleti, siyasal bir kriz içindedir.

Tüm bunlar, ayrı ayrı değil, birbirinin içine girmiş hâlde yaşanmaktadır.

İşte bu koşullarda, TC devleti çözülmektedir. Bu çözülüş, olağanüstü bir devlet organizasyonu demek olan Saray Rejimi’nin çözülüşü olarak ortaya çıkmaktadır.

İşçilerin görevi, “devleti kurtarmak” değil, tüm bu sömürü çarkını parçalamak, burjuva egemenliği yıkmaktır.

Bugün Erdoğan gitsin de, ne olursa olsun, doğru bir yaklaşım değildir. Bu durum, çözülmekte olan devlet çarkını görmemek, olup biteni kavramamak, krizin derinliğini es geçmek demektir. Erdoğan’ın yerine gelecek olan, aynı çarkı sürdürdüğü sürece, yaşanacak olanlar değişmeyecektir.

İşçi sınıfı, kendi sınıf çıkarlarını ortaya koymalıdır.

İşçi sınıfı, savaşsız ve sömürüsüz bir dünyadan yanadır. Toplumun ve işçi sınıfının kurtuluşu, hatta insanlığın kurtuluşu buna bağlıdır. Savaşsız ve sömürüsüz bir dünya, sosyalist devrimle başlayan bir süreçle kurulur. Sosyalist devrim, tüm fabrikaların, tüm özel hastahanelerin, tüm bankaların, tüm üretim araçlarının, tüm eğitimin vb. kamulaştırılması demektir. Sosyalist devrim, tüm aşağılanmanın son bulması, her türden kimlik sorununun çözümünü demektir. Sosyalist devrim, özgürlük demektir. Sosyalist devrim, tüm tarihle hesaplaşma, sosyalist devrim tüm halklarla barışmak demektir. Sosyalist devrim, bölge halklarının tek çıkış yoludur.

Evet Saray Rejimi çözülmektedir.

Bu noktada Erdoğan çoktan bitmiştir.

Tam bu noktada Erdoğan gitsin de ne olursa olsun demek, zaten gerçekleşmiş olana evet demek, onunla yetinmek demektir.

İşçi sınıfı için mesele, Saray Rejimi ile birlikte tüm burjuva egemenliği tarihin çöplüğüne göndermektir.

İşçi sınıfı, iktidara yürümelidir.

Bu mümkündür, olanaklıdır. Hayatı üretenler, hayatı yönetmeye aday olmalıdır. Bunun nesnel temeli vardır.

Mesele, direniş çizgisini geliştirmek ve örgütlemektedir.

Devrimin acil görevi budur.

İçinden geçtiğimiz süreçte devrimci görev, direnişi büyütmek, daha da kökleştirmek üzere örgütlenmektir.

Birleşik Emek Cephesi bunun yoludur.

Devrimci tüm güçler, tüm gruplar, tüm devrimci siyasal eğilimler, tüm yerel işçi örgütlenmeleri, tüm fabrikalardaki işçi konseyleri, gözlerini iktidara dikerek, Birleşik Emek Cephesi’nde birleşmek zorundadır. Bu sadece bir çağrı değildir, bu aynı zamanda, devrimi olanaklı hâle getirmenin tek yoludur. Bu sadece bizim, Kaldıraç Hareketi olarak bizim sorumluluğumuz değildir. Bu, aynı zamanda tüm devrimcilerin ortak sorumluluğudur. Bu nedenle, bu çağrıya, daha çok, mücadele yolunun ve devrimin acil görevlerinin bir kere daha ifadesi olarak bakmak gerekir.

Her devrimci hareket, kendi örgütlenmesini yürütür ve yürütmektedir. Buna kimse engel olamaz. Zaten bu devrimci iddiası olan herkesin işidir de. Ama Birleşik Emek Cephesi, olabildiğinde ortak mücadeleyi geliştirmenin, geleceği kurmak üzere savaş arkadaşlığını geliştirmenin ve güncel olarak da işçi sınıfını burjuvazinin, devletin kuyruğuna takmak isteyenlere izin vermemenin yoludur.

Şimdi, tüm burjuva “muhalefet” hep birlikte, kitle hareketlerini, işçi direnişini, kadın direnişini, gençliğin direnişini, sisteme yeniden bağlamak için yollar aramaktadır. CHP’nin “meydanlara iniyoruz” hamlesi, gelişen hareketin sistem dışına çıkmasını önlemek içindir. DİSK’in sözüm ona eylem çağrıları, gelişmekte olan işçi sınıfının öfkesini boşa çıkarmak, sisteme karşı bir mücadeleye dönüşmesini önlemek içindir.

Her işçi eyleminin, her kadın eyleminin, her gençlik eyleminin, hayatın her alanından yükselen eylemlerin karşısında tüm devlet güçleri açık savaş güçleri olarak sıralanırken, işçi ve emekçilere, direnenlere “yasalara uyun” çağrısı yapan “muhalefet” aslında devletin baskı ile boyun eğdiremediği direnişi, arka kapıdan devlete bağlamak için hareket etmektedir.

İster ekonomik olsun ister siyasal olsun, her direniş ve her hak talebi, iç savaş hukuku ile karşılaşmaktadır. Bu noktada işçi ve emekçiler, sokaklarda, barikatlarda, direniş meydanlarında, fabrikalarda, kendi yasalarını yazmak zorundadırlar.

İşçi ve emekçilerin, direnenlerin örgütlenmesi, direnişin kök salması, her fabrikada, her işyerinde, her hastahanede, her okulda örgütlenmenin geliştirilmesi acil bir görevdir.

Genel direnişin örgütlenmesi, örgütlenme ile mümkündür. Birleşik Emek Cephesi, tam da bunu gerçekleştirecek örgütlenmedir.

Yaşasın devrim ve sosyalizm mücadelesi!

Yaşasın Birleşik Emek Cephesi!

KADERİMİZİ ELİMİZE ALMAYA; ADIMLAR SOKAĞA, ELLER ŞALTERE, GENEL GREVE!

Her gün artıyor yoksulluğumuz, her gün azalıyor soframızdakilerin miktarı.

Bizlere bunları yaşatanlar “kur rekabeti, istihdamı artırır” gibi açıklamalarla gözlerimizin içine baka baka dalga geçiyor.

Hepsi ama hepsi. Helalleşmek isteyeninden cebimize onurumuza geleceğimize göz dikenine kendi paçalarını kurtarma derdindedir.

Tüm bu olanlara çokça şey söylemek mümkün. Söylenecek tüm sözlerin yeri, eylemlerimiz olmalı.

Bizlere kendi kaderimizi ellerimize almamız düşmektedir.

Sendikalar, işçi örgütleri, işçi birlikleri, dolarları olmayanlar, yani milyonlarca işçi emekçi bu topyekûn saldırılara karşı hep beraber topyekûn direnişi örgütlemenin mümkün olduğunu başka da bir yolun olmadığını bilmelidir. Bilineni hayata geçirecek güç ise ellerimizdedir.

Günlerce, aylarca, yıllarca çalışıp geleceğine dair binbir kaygı taşıyan herkese sesleniyoruz; bir gün de kendimiz için geleceğimiz için çarkları döndürmeyelim.

Ya günden güne ağırlaşan bu tablonun bir parçası olacağız ya da bu karanlığı dağıtacağız.

Genel grevi; havaya atılan bir slogan olmaktan çıkarıp hayatlarımız ve geleceğimiz için örgütleyelim.

Yağmaya, ranta, savaşa dayanan ekonomilerinin bize vaat ettiği bir gelecek yok.

Geleceğimiz direnişte.

Adımlarımızı sokağa atalım, ellerimizi şaltere uzatalım. Bize reva görülen bu hayata karşı, hayatı durduralım!

23 Kasım 2021

Konumuz Afrika: Emperyalizm ve Sudan dersleri – Yusuf Alp

Afrika’dan haberler alıyoruz. Bu haberlere sevinmeli mi, üzülmeli mi, yoksa temkinli mi yaklaşmalıyız?

Etiyopya’da Tigray Halk Kurtuluş Cephesi (TPLF) başkente doğru ilerlerken ordudan yüzlerce askerin, cephe militanlarına teslim olduğu görüntüler gördük. Sudan’da ise Askeri Konsey, geçiş hükümeti başbakanıyla birlikte bazı bakanları tutuklayıp darbe yaptı. Bunun karşısında günlerdir süren bir halk direnişi var.

Gündemimize düşen bu haberlere sevinmek veya endişelenmekten daha önemli bir konu var: Dersler çıkarmak.

Bunun için yaklaşık 150 yıl geriye gidip kapitalizmin ilk büyük krizi olan Uzun Depresyon’dan başlayarak, tarihteki bazı kilit noktalara dokunarak tarihsel akış içerisinde bugünü ele almaya çalışacağım. Bunu yaparken özellikle kapitalizmin son büyük krizine kadarki süreci ele alacak ve bugünün Sudan’ına konuyu hızla getirip bu yaklaşık 130 yıllık süreci maalesef derinlemesine konuşmadan geçireceğim. Bu konularla ilgili yayınevimizden de çıkan önemli kaynaklar bulunmakta. Ayrıca ayrıntılı bir araştırmayla bu konular derinleştirilebilir.

1- Uzun depresyondan Birinci Dünya Savaşına

Kapitalizmin ilk büyük krizi “Uzun Depresyon” olarak anılıyor. Bu krizin başlangıcı 1873 yılında Viyana Borsası’nın çöküşüne dayandırılıyor. Krizin nedenlerine dair çeşitli iddialar ortaya atılıyor. Kimi tarihçiler krizi Fransa-Prusya savaşına dayandırırken kimileri krizin çıkış sebebinin, o dönemde paranın değerini belirleyen altın miktarında yaşanan kıtlık ve ABD’nin sıkı para politikaları olduğunu savunuyor.

Kapitalizmin yaşadığı bu ilk kriz, 1914’te başlayan Birinci Paylaşım Savaşı’na kadar sürüyor. Hatta bu savaşın, krizden çıkış yolları arayan emperyalist devletlerin pazarını genişletme rekabetinden kaynaklandığını söylemek mümkündür.

Birinci büyük savaş öncesinde kapitalist dünyanın liderliğini, kapitalizmin ilk ev sahibi de olan İngiltere yapıyor. Bu koşullarda pazar rekabeti, paylaşım savaşına dönüşüyor. Milyonlarca insanın öldüğü ve yerkürenin çok büyük bir kısmını harap eden bu savaş yarım kalıyor.

Birinci büyük savaşı bitirip paylaşımı yarım bıraktıran şey ise proletaryanın tarihte ilk defa kendini yönettiği bir devlet kurduğu Ekim Devrimi oluyor. Sosyalizm savaşı bitirmişti ama paylaşım yarım kalmıştı.

2- Büyük Buhran’dan İkinci Dünya Savaşına

Kapitalizmin ikinci büyük krizi ise Büyük Buhran’dır. Kapitalist dünyada İngiliz hegemonyası sürüyor ama sorgulanmaya başlanıyordu. İlk savaşta tahribat ve yenilgiler yaşanmış ve yaralar henüz sarılmamıştı.

Savaştan sonra paraya acil ihtiyaç duyan Avrupa ülkeleri, altın standardını terk ederek karşılıksız para basmaya başladılar. Avrupa ülkelerinin bu hamleleri, altın rezervinin ABD’de toplanmasına neden oldu. Bu büyük servet birikimi ekonomik sıçramaya, borsanın aşırı hızlı büyümesine ve bütün yatırımların borsaya yapılmasına neden oldu.

Altın girişini özendirmek için uygulanan politikalar balonlar oluşturmaya başlarken ekonomik faaliyetler gerilemeye başladı.

Bu gelişim sonucu, 1929 yılında borsada gerileme başlarken bir günde 4 milyar doların üzerinde kayıp yaşandı. ABD’de daha kısa sürse de binlerce bankanın battığı kriz, 1936 yılına kadar yoğun tempoyla devam etti. 1936’da ise Keynes’in önerisi sonucu devlet müdahalesinin artmasıyla biraz yavaşlamaya başlayarak, ikinci Dünya Savaşı’na kadar sürdü.

İki büyük savaşın birbirine benzer nedenleri olmakla birlikte, onları birbirinden ayıran temel fark Sovyetler Birliği’nin varlığıydı. Savaş öncesine gene derin bir ekonomik kriz ve buhranla gelinmiş; ekonomik bunalım ve ilk savaştan daha yaralı çıkarak pazar rekabetinde geriye düşen Almanya, İtalya vb. ülkelerin rakiplerine yetişme çabaları durumu kızıştırmıştı.

Hem Birinci Paylaşım Savaşı öncesinde hem de İkinci Dünya Savaşı sonrasında tazminata mahkum edilen ve aşağılayıcı koşullarda anlaşma yaptırılan Almanya’nın durumu, Alman burjuvazisinin sözcüsü Naziler için kullanışlı bir propaganda aracına dönüşmüştü.

Ancak bu seferki savaşın en ayırt edici noktası, proletaryanın sömürüyü ve sınıfları ortadan kaldırma potansiyelinden ödü kapan emperyalist kampın; küresel ölçekte, karşı devrimci bir saldırı anlamına gelen niteliğiydi.

Savaş sırasında faşistler Sovyetler Birliği üzerine sürülmüş, Naziler Moskova kapılarına kadar dayanmıştı. Ancak Sovyetlerin direnerek Nazileri püskürtmesi ve Berlin’e kadar Almanya’yı kurtarması üzerine emperyalistler savaşa daha aktif müdahale etmiş, Japonya’ya atılan atom bombaları savaşın sonunu ilan etmişti.

Tarih tekerrür etmiş, sosyalizmin güçleri ikinci büyük savaşı da bitirmişti.

3- Savaş sonrası hegemonya el değiştiriyor

İki büyük savaş sonrası yıkıma uğrayan Avrupa, savaşı kendi sınırlarından uzakta tutan ABD’nin vereceği kredilere muhtaç duruma geliyor. ABD diğer emperyalist güçlere kredi veriyorken rakiplerine kıyasla daha az yıprandığı için, bugüne kadar emperyalist cephenin hegemon gücü olan İngiltere’nin yerini devralmaya başlıyor.

Bu aynı zamanda, komünizme karşı savaş konusunda da kapitalizmin mücadelesini komuta etmek anlamına geliyordu. 1947’de Marşal Planı ve Truman Doktrini devreye sokulurken, 1949’da NATO kuruluyordu.

Komünizme karşı savaş yöntem değiştirmişti. Devrimin yayılmasını engellemek için planlar yapılmış, Türkiye ve Yunanistan gibi birçok ülkeye ekonomik yardım yapılarak bu ülkeler ileri karakol haline getirilmişlerdi. Antikomünizm en ileri çıkan politika olurken, bu politikaya destek olanlar NATO tarafından güçlendiriliyordu.

4- Sosyalizmin prestiji yükseliyor

İki büyük dünya savaşını bitiren, sömürü çarkına büyük bir darbe vuran ve karşı devrim saldırısından ayakta kalarak çıkan Sovyetler Birliği ve sosyalizmin güçleri dünya ölçeğinde büyük bir prestij kazanmıştı. Yerkürenin her yerinde sosyalist mücadele güç kazanmaya başlamıştı.

1949’da Çin Devrimi gerçekleşmiş dünyanın üçte birine yakını kızıla boyanmıştı. Ayrıca Asya, Afrika ve Latin Amerika’da sosyalizan karakterli ulusal kurtuluş mücadeleleri de yükselişteydi. Japonya, İtalya gibi emperyalist ülkeler de dahil olmak üzere; Endonezya, Vietnam, Laos, Gana, Yunanistan vb. birçok ülkede komünistler hızla güç kazanıyordu.

Çin, Sovyetler Birliği ve Doğu Almanya dışında; Latin Amerika, Asya ve Afrika’da gelişen bu direniş üçüncü dünyanın direnişi olarak isimlendirildi. Kendi tarzında bir mücadele ve sosyalizm anlayışı ortaya koyan bu topraklar, aynı zamanda soğuk savaşın çarpışma alanı olmamak için kendini Doğu Blok’unda tarif etmemeye ve kapitalist saldırganlığın hedefi olmamaya da çalıştı.

Ancak dananın kuyruğu kopmak üzereyken ABD, NATO ve emperyalist kamp hızla komünist avına çıkmakta tereddüt etmedi. Ayrıca Varşova Paktı’na uzak kalan bu eğilim, emperyalizm tarafından her fırsatta cezalandırıldı.

Afrika, sosyalizan karakterli bu ulusal kurtuluş hareketlerinden en fazla payını alan kıtalardan biri oldu. O güne kadar sömürge altında olan kıtada, sömürgeci güçlere karşı başlayan mücadeleler teker teker bağımsızlık kazanmaya başladı. İlerlemeye başlayan dekolonizasyon süreci karşısında daha fazla direnemeyeceğini anlayan sömürgeci güçler, bu bağımsızlıkları tanımaya başlayıp yeni sömürgecilikle bu ülkeleri ekonomik olarak kendine bağlı tutmaya devam etmeye çalıştı.

Bu sırada emperyalist güçler, bir diğerinin sömürgesinde gelişen bağımsızlık mücadeleleriyle bağ kurarak yeniden dağıtılan pastadan daha fazla pay almaya çalışıyor ve birbirlerini de boğazlıyorlardı. Ancak sosyalizmin dünyadaki varlığı, kıtadaki hareketlerin elini güçlendiriyordu.

Burkina Faso, Gana, Sudan gibi çok sayıda ülkede ikili iktidar durumları oluşmuş ve hatta ileri ve/veya geri birçok yönleri olsa da sosyalist güçler avantajlı konuma gelmişti

Bu sırada Keynesyen politikalar arka plana atılarak neoliberal politikalar devreye sokulmuş ve ilk olarak, ABD’nin laboratuvar olarak kullandığı Şili’de uygulanmaya başlanmıştı.

Afrika’da da eski sömürgeci güçler, işgal ve saldırılarını artık uygarlaştırmak ve demokrasi götürmek adı altında yapmaya başlamışlardı. Bu süreçte küresel ölçekte milyonlarca komünist, işçi önderi, halk önderi ve onlarca devlet başkanı ve komünist önder suikaste uğramıştı.

Ayrıca sosyalizme karşı emperyalizm, NATO ve ABD eliyle yeşil kuşak projesini üretti. İslam’ı komünizme karşı bir araç olarak kullanmak üzere cihatçı örgütler örgütlenmiş, finanse edilmiş ve sahaya sürülmüştü. El Kaide, Taliban, IŞİD, İhvan, Boko Haram vb. örgütlerin tamamı işte bu aynı tornadan üretildi.

Emperyalizmin bu saldırıları belli ölçekte sosyalizmin ilerleyişini yavaşlatsa da mesela Burkina Faso’da 1983’te Sankara ve arkadaşları iktidarı alıyordu. İlerleyiş durdurulamamıştı. Ta ki…

5- Sovyetler Birliğinin dağılması

Yirmi birinci yüzyıla girmeden hemen önce Sovyetler Birliği, ardında 73 yıllık büyük bir deneyim bırakarak yenildi. Bu yenilginin nedenleri, birçok başka yazının konusu oldu. O yüzden ben bu konuya değinmeyeceğim.

Nihayetinde sosyalizmin bu büyük yenilgisi, sadece SSCB’nin yenilgisi olarak kalmadı ve bütün dünyada devrimci mücadelenin üzerine çöktü. İşçi sınıfı ve devrimci hareket, bu durumun bütün ağır sonuçlarını yaşadılar.

Öte yandan sosyalizmin yenilgisi kapitalizmin zincirlerinden kurtulmasına ve aslına dönmesine neden olurken aynı zamanda kapitalist emperyalist cepheyi bir arada tutan komünizm tehdidi yapıştırıcısının da ortadan kalkmasına neden oldu.

ABD’nin hegemonyası artık bir ihtiyaç olarak hissedilmiyordu ve hegemonya sorgulanmaya başlandı. Emperyalist rekabet ve ilerleyen süreçte de paylaşım savaşı tekrar öne çıkmaya başladı.

Afrika’da ise birkaç on yıl öncesinde emperyalizme karşı Afrika’nın birliğini savunan Nkrumah ve Fanon gibi teorisyenlerin öncülüğünde, Afrikalı liderler ortak bir mücadele inşa etmeye çalışırken özellikle Sovyetlerin likidasyonu sonucu bu hareketler de büyük bir yenilgi yaşadı. Kıta emperyalist saldırganlık altında paramparça edildi.

Elbette Nkrumah, Biko, Sankara, Lumumba’nın mücadelesine sahip çıkılıyordu ancak çok büyük bir gerileme yaşandı.

6- 2008: Kriz bir daha kapıda

Kapitalist dünyanın sosyalizm tehdidinden kurtulması sonucu yaşanan büyük dönüşüm, sermaye hareketlerinin serbest kalması ve bütün dünyanın egemenlerin oyun alanına dönüşmesi gene bir kriz doğurdu.

Bu kriz mortgage kredileri ve ardından borsanın iflasıyla patlak vermişti, balon yeniden patlıyordu. Krizin önce ekonomik ardından siyasi etkileri açığa çıkmıştı. Bu kriz, ertelenmeye çalışılmasına rağmen bugün halen derinleşerek sürüyor.

Bu süreçte, önce emperyalist merkezlerde sonrasında ise bütün dünyada halk hareketleri oluştu. Bu hareketler ideolojik olarak bulanıktı. Sosyalizmin düşen prestijinin de etkisiyle ne istediğini bilmeyen, itiraz yönü önde hareketlerdi.

Halk hareketleri bölgemize ve Afrika kıtasına 2010’da Tunus’ta giriş yaptı. Gezi Direnişini de kapsayan bu isyan dalgası Kıta Afrikası’nı da sardı.

7- İsyan dalgası bölgemizde

İsyan süreci Tunuslu Bouazizi’nin kendini yakmasıyla başlamıştı. Hemen ardından Mısır, Bahreyn, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’ya yayılarak alanını genişletmişti. Yaşanan neo-liberal saldırıya karşı yaygın, sürekli ve kitlesel bir itirazdı. Diktatörler devrildi, isyanlar sürüyor.

Mısır’da Mübarek ve Mursi, Sudan’da Beşir, Tunus’ta Bin Ali, Cezayir’de Buteflika ve dahası bu öfkeden payını aldı.

8- Ve Sudan

Ülke kuruluşundan beri; öğrenci hareketi, işçi grevleri ve ulusal kurtuluş hareketlerine sahne oluyor.

Komünist Parti’nin ülke tarihinde önemli bir yeri var. 1956’daki bağımsızlığına kadar mücadelede Sudan Ulusal Kurtuluş Hareketi olarak yer almış, 1946’da ise Sudan Komünist Partisi adını almıştı.

Mısır’dan bağımsızlığını kazanan ülkede kitle hareketi gelişmiş ve karşı-devrim, bu kitle hareketine 1958’de kurulan askeri hükümetle cevap vermişti.

1964’te Hartum Üniversitesi’nde yapılan panele saldıran polis, iki öğrenciyi öldürmüş ve tepki eylemlerinde ölü sayısı artmıştı. Bu durum isyanı tetiklemiş, cunta dağılmış, sivil bir geçiş hükümeti kurulmuştu. Komünistlerin çoğunlukta olduğu bu hükümete 1969’da darbe yapıldı.

Cunta lideri Nimeyri 16 yıl boyunca ülkeyi yönetti.

1993’te Güney Sudan hareketinin öncüsü olan Sudan Halk Kurtuluş Ordusu ile yapılan çatışmalar sırasında Beşir, darbeyle iktidarı aldı. O da yeşil kuşak laboratuvarından yetişenlerdendi. Gelişen son halk hareketiyle devrilene kadar ülkeyi yönetti.

Sudanlı Profesyoneller Birliği(SPA)’nın 2019’da yayınladığı bildiriye imzacı olan ve yaklaşık olarak bütün muhalefeti kapsayan Özgürlük ve Değişim Güçleri inşa edildi.

Askeri konseyle yapılan görüşmeler sonrası, bileşenleri ordu ve siviller tarafından ortak belirlenecek bir geçiş hükümeti konusunda anlaşıldı.

Hamdouk yönetiminin tavırları, ABD ve İsrail’le geliştirdiği ilişkiler ve devrimin taleplerine uygun hareket etmemesi eleştiriliyordu. Muhalefet ittifakındaki ilerici güçler ve komünistler, devrimin taleplerini yerine getirmesi için hükümete baskı yapmaya başlamıştı.

Sudan Komünist Partisi de o dönem ittifaktan çekilmiş; daha eskiden beri üyesi olduğu ulusal konsensus güçleri ve Sudan’daki Afrikalı halkların direniş örgütleri olan SLMA gibi gerilla örgütleriyle de direnişi sürekli ve sokağı hareketli kılmak için anlaşmış; ortak açıklamalar yapmıştı.

Nitekim geçtiğimiz günlerde, 21 Ekim’de yapılan eylemler çok coşkulu ve kitlesel geçiyor; devrimin taleplerinin yerine getirilmesine çağırıyordu.

25 Ekim’de ise eski yönetimin kalıntılarından oluşan askeri konsey Hamdouk’u da tutuklayıp darbe ilan etti. O günden itibaren ısrarlı ve coşkulu bir halk hareketi sürüyor. Geçiş hükümetini tamamen eleştirmesine rağmen cunta, şu an ısrarla itiraz ettikleri bir konu haline geldi. Ancak devrimin taleplerini de unutmuyorlar.

Şu anda süren direnişin sözcüsü durumunda Sudan Profesyoneller Birliği bulunurken örgütlenmesi ise ağırlıklı olarak direniş komiteleri aracılığıyla yapılıyor. En temel yöntem olarak sivil itaatsizlik ve politik grevi kullanıyorlar ama sokakların tamamını da barikatla çeviriyorlar.

Sudanlılar verdikleri şehitlerle birlikte devrimi büyütmek konusunda ısrarlarını gösteriyor.

9- SKP: Aralık devriminin talepleri için mücadeleye!

Sudan Komünist Partisi, 29 Ekim tarihli açıklamasında halk direnişini büyütmeye çağırdı:

Amacın, askeri komite tarafından engellenen Aralık devriminin hedeflerine ulaşmak olduğunu belirten SKP; siyasi tutsakların serbest bırakılmasını isterken, işkencehanelerin yeniden kurulma tehlikesine dikkat çekiyor.

Darbeye direnmek için mümkün olan en geniş cepheyi kurmak adına görüşmeler yaptığını belirten Parti; Direniş komiteleri, Yönetim Komiteleri, Talep Komiteleri, tüm kitle örgütleri, Sudan Profesyoneller Birliği ve tüm sivil güçleri bir araya gelmeye çağırdı.

Devrimci bir programın etrafında seferberlik çağrısı yapan SKP, eski yönetimin kalıntılarını tasfiye edip yargılamayı hedefleyen ve İMF’nin politikalarından uzak bir politikayı benimseyen bir hat öneriyor.

Komünist Parti bu hedeflere ulaşmak için barışçıl yürüyüşler, protesto grevleri, nöbetler de dahil olmak üzere çeşitli biçimlerde kitlesel hareketi büyütmenin ve darbeyi hem yurtiçi hem de yurtdışında kuşatmanın gerektiğini belirtirken; kitlenin bu gücünü silah olarak kullanarak genel politik grev, sivil itaatsizlik ve darbeyi püskürtene kadar ayakta kalma çağrısında bulundu.

10- Çıkarılması gereken dersler

İlk olarak kitlesel hareketlerin coşkusuyla, ideolojik olarak bulanık olan halk hareketlerinin netleşmeye başladığını söyleyebilirdim. Ancak bunu ifade etmek için çok ilerleme sağlamak gerekiyor. Ama Sudan örneğinde olduğu gibi, hareketin kendi taleplerini yaratmaya başlaması ve SKP’nin etrafında tamamen kenetlenmese de birikmeye başlaması en azından tozların inmeye başladığını anlatıyor.

Ne istemediğini bilen bu halk hareketleri kendi hayali ve isteklerini örgütlemediği sürece bir miktar yönsüz kalacaktır.

Bu arada herhangi bir coğrafyadaki halk hareketini veya egemenlerin taktiklerini analiz ederken aklımızdan, hegemonyanın bir daha dağıldığı bilgisini çıkarmamamız gerekiyor. Tıpkı Birinci ve İkinci Büyük Savaşların sonrasında yaşandığı gibi…

Bir dünya savaşının daha öngünlerinde yaşarken ortaya, yönetme krizleri ve iktidar boşlukları çıkıyor. Bu durumda kendini, işçi sınıfını iktidara taşıyacak şekilde hazırlamamak; kafa karışıklığıyla hareket etmek yenilgi anlamına gelecektir.

Bazı zamanlarda ise siyasi boşluklar iki sınıfı eşit avantajlı konuma getirir. Burjuvazi ile aramızda yenişemediğimiz bu dönemler ikili iktidar dönemleridir. Avantajlı da olsak dezavantajlı da olsak, bu durumda unutmamamız gereken şey ikili iktidar durumunun geçici olduğudur. Yani bu durumu sınıfın lehine değiştirip ikili iktidar durumunu yok etmek zorundayız.

Ayrıca burjuvazinin kültürel, ideolojik, ahlaki ve örgütsel kalıntılarını da ortadan kaldırmak ve burjuvaziyi tamamen tasfiye etmek vazgeçilmez bir konudur.

Son olarak devrim avantajlı konuma geçse ve başarılı olsa dahi, ulusal sınırlarına kapandığında; içerde çürüme ve emperyalizmin saldırganlıkları tehlikeleriyle yüzleşmek durumunda kalıyor. Kendini, en başından itibaren dünya devrimci hareketinin bir müfrezesi ve devrimini dünya devriminin bir parçası olarak örgütlemeyen her hareket yenilginin sınırlarında yaşayacaktır.

Bunlar tarihten ve öncüllerimizin mücadelesinden süzdüğümüz şeyler olarak, kolay olmayan ama unutulmaması ve örgütlenmesi gereken durumlar.

Evet henüz varmak istediğimiz yere örgütlenme düzeyi olarak uzağız ama kötü gittiğimiz de söylenemez. Ve süreklilik içinde kesikliklerle ilerleyen zamanın neresinde olduğumuz da güzel bir tartışma konusu.

06.11.2021

 

Kaldıraç dergisinin Kasım sayısı çıktı

Merhaba

İşçi sınıfı ve onun öncü partisi 1917’de Ekim Devrimi’yle, işçi sınıfına ve tüm insanlığa yeni bir dünyayı armağan etti. “Sen de o dünyadansın sınıfın bil safa gel.”

Devrim 104. yılında insanlığa ışık olmaya devam ediyor.

Yaşasın devrim ve sosyalizm!

***
Gelecek sayımızda görüşmek dileğiyle…
Devrim için ileri, ya sosyalizm ya ölüm!

Dergimizin tamamını okumak için; Kaldıraç Sayı: 244 / Kasım 2021
Dergimizin temin noktaları için; Oku, Okut, Dağıt
Dergimize abone olmak için; buraya tıklayabilirsiniz.

Çözülüş ve Kürt sorunu üzerine

Saray Rejimi çözülüyor. Bu çözülüş, “iktidar” sorununu gündemin ortasına koyuyor.

İktidar sorunu, egemen sınıf içinde “Erdoğan sonrası” başlığı ile ele alınıyor. Egemenler içinde, iki yol ortaya çıkmış gibidir. Birincisi, her koşulda, tamir edilerek başkanlık sisteminin devamıdır. Bu, aslında Saray Rejimi’nin devamı için de, hiçbir şeyi değiştirmemek için de bir yoldur. Erdoğan ve Bahçeli bundan yanadır, Bahçeli daha çok, Erdoğan daha az olmak üzere. Erdoğan, kendini kurtaracak her çözüme yatkın olduğundan, belkemiği olmadan hareket etmeyi başarı saymak zorundadır. İkinci alternatif, parlamenter demokrasiye dönüştür. Onu da güçlendirmek istiyorlar. Yani, orada da bir ayar vardır. Bu alternatifi, CHP ve İYİ Parti öncülüğünde tüm burjuva muhalefet destekliyor. Bu burjuva muhalefet, aynı zamanda, “devleti kurtarmak” istiyor.

Elbette, egemen sınıf içinde bu iki seçenek arasında, farklı ara formüller arayışı da vardır. Ama bu iki ana seçenek açık ve ortadadır.

Bu tartışmalar, (a) TC devletinin çözülüşü ve (b) emperyalist paylaşım savaşımının beş emperyalist güç arasında kızıştığı bir dönemde yapılmaktadır. Saray Rejimi’ni savunanlar, “yoksa devlet elden gider, bu beka sorunudur” diyorlar, ama karşı cephede parlamenter demokrasiyi güçlendirmek isteyenler de “bu beka sorunudur, Erdoğan bir milli güvenlik sorunudur, kişiyi mi kurtaracağız yoksa devleti mi” diyorlar. İlk tarafta, devleti kurtarmak ile Erdoğan’ı kurtarmak birbirinin içine girmiş gibidir ve zaten çözülüşün önemli manzarası budur. Saray Rejimi’nde devamdan yana olanlar, “aslında Erdoğan’ı verirsek, her şeyi kaybederiz, zaten boğazımıza kadar battık, Saray Rejimi ile devam” diyorlar. Ama “parlamenter demokrasi” isteyenler de, devleti kurtarmaktan söz ediyorlar. Onların çözümünde Erdoğan feda ediliyor. Ama onlar, Erdoğan’dan hesap sormamaya razıdırlar.

Demek ki, tartışmanın odak noktası, “devleti kurtarmak”tır. Önerileri farklıdır o kadar, yoksa aynı şeyi istiyorlar. Mesela işçilere dönük saldırılar söz konusu olunca, hemen birleşiyorlar. Mesela Kürtlere karşı savaş ve “sınır ötesi operasyon” olduğunda hemen birleşiyorlar.

Saray Rejimi’ni güçlendirerek kurtarmak ve sürdürmek isteyenler, en başta efendilerini ikna etmeye çalışıyorlar. Efendi, esas “sahip”tir ve konumuz itibari ile, AB ve ABD’dir. Emperyalist efendiler, AK Parti projesinin sahipleri oldukları kadar, gerçekte, TC devletinin de gerçek sahipleridirler. Onlardan habersiz iş yapılmaz ve hiçbir “akıllı” burjuva siyasetçi, Washington’un onayı olmadan, ABD elçiliğinden geçmeden, ABD’li “think tank” kuruluşları nezdinde görücüye çıkmadan iktidar olamayacağını bilir. Mesela Mustafa Balbay’a sorun. Solcu diye geçinen Balbay, ABD’ye, biz daha iyisini yaparız, demek için çırpınmıştır. Bu, dün Erdoğan için de geçerli idi, şimdi de geçerlidir. Yoksa Biden ile görüşemeyince küsmesi normal olur muydu? Onun için, ABD’den onay almak, Saray Rejimi’nin sürmesi için çok önemlidir. Saray Rejimi, ABD’nin, paylaşım savaşımında bir tetikçisi olduğu ve öyle davranmakta başarılı olduğu sürece kalabilir. Ama artık, Erdoğan’ın bu “başarılı” hâli yoktur. Pislik ayyuka çıkmıştır ve artık inandırıcılığı kalmamıştır. Ama efendi olarak ABD’nin de bu kadar belkemiği olmayan bir tetikçi kadro bulması zordur. Onlar her istediğini yaparlar, yeter ki biraz ceplerini doldurmalarına müsaade et. Formül budur, “çalmana izin, her şeyi bana getireceksin.” Ama artık Saray Rejimi’nin bu durumu, AB’nin çıkarlarına dokunmaktadır. AB, ekonomik yapısında bir güç olduğu Türkiye’nin kendi sömürgesi olması için, siyasal alanda güçlenmek gerektiğinin farkındadır. AB, siyasal alanı kendi kontrolüne almak istiyor, ABD ise, siyasal alanı kontrol ettiği, AK Parti ile bir tetikçi örgütlenmesine dönüştürdüğü Türkiye’nin ekonomik alanını da devralmak istiyor. Dünün ve hâlen bugünün “ortaklaşa sömürgesi” Türkiye, iki cepheden birinin sömürgesi olsun isteniyor.

Güçlendirilmiş parlamenter sistem isteyenler de, sürekli yan gözle dışarıya, efendilere bakmakta; hem ABD’ye hem AB’ye sıcak mesajlar vermektedirler. Özetle, “biz Erdoğan’ı aratmayız” demektedirler.

Öte yandan, Erdoğan sonrası tartışmalarını anlamak için, bir başka boyut daha var: Yağma-rant ve savaş ekonomisi ile kârlarına kâr katanlar, bu kârlardan vazgeçmek eğiliminde değildirler. Olası bir durum için var güçleri ile yağmayı artırmaktadırlar. Ama nihayetinde, onlar için, çok da fark etmez. Yeter ki çarklar işlesin.

Bu gruplar da, iktidar savaşının ortasındadırlar. Hepsi çeteleşmiştir ve hepsi, ister Erdoğan gitsin ister kalsın, parsadan en büyük payı almak istiyorlar.

İşte bu koşullar altında, Kürt sorunu yeniden gündeme gelmiştir.

Gelmemesi mümkün değildir.

Aslında ister Cumhur İttifakı olsun yani Saray Rejimi’nin devam etmesinden yana olanlar olsun, ister Millet İttifakı olsun, yani parlamenter sisteme dönmekten söz edenler olsun, Kürt meselesi konusunda, küçük ayrıntılar bir yana, aynı fikre sahiptirler. Bu bir devlet politikasıdır. Nasıl ki, Suriye savaşı, Libya savaşı vb. bir devlet politikası ise ve muhalefet buralara asker göndermek konusunda tereddüt etmez ise, Kürt meselesi konusunda da fikirleri aynıdır. Ama bugünlerde, farklı gibi görünen fikirler ortaya atılmıştır.

CHP, Kürt sorununu biz, parlamento içinde, HDP’yi muhatap alıp PKK’yi muhatap almadan ele alacağız, dedi.

Bunun üzerine, dünkü “çözüm süreci”nin aktörü olan Erdoğan, “Kürt sorunu yoktur” dedi. Bahçeli, hemen ardından desteğe yetişti ve hızını alamayarak, “bölücü kebapçıların işsizlikteki payı” konusuna da girdi. Aslında konunun belki de Kürt sorunu ile âlâkası yoktur, belki de işsizlik için söylenmiştir. Bilmiyoruz. Sanırım kimse de bilmiyor, kendisi ise hiç bilmiyor. Ne ile âlâkalı olduğu anlaşılamadığından, biz buraya da bir renk olarak koyalım dedik. Zira, “Kavala Sorosçudur, Demirtaş teröristtir” sözünden önce, “bölücü kebapçılar” demiştir. Bir şifre olmadığı kesin.

Böylece, egemen sınıfın iktidar hesapları tartışılırken, Kürt sorunu da tartışma konusu olmaya başladı. Her iki taraf da Kürt oylarına oynuyor gibi görünmektedir. Ama kanımızca, mesele daha kapsamlıdır. Kürt oylarına oynamak olarak bakmak, işi hafife almak olur. Her ne kadar çözülüyor olsa da, TC devletinin taktik hamleleri olmaz diye düşünmek, düşmanı eksik tanımak olur. Kaldı ki, seçimlerin yapılıp yapılmayacağı bile belli değildir. ABD açık ve net bir tutumla, Erdoğan’ı seçime zorlamazsa, seçimin olması mümkün müdür? Sorudur ve işin zorluğunu göstermek için sorulmuştur. Onun için, her iki tarafın “Kürt oylarına oynadığı” değerlendirmesi, çok yüzeysel bir değerlendirme olur.

TC devleti, uzun bir süredir, diyelim ki masa devrildikten, Dolmabahçe görüşmeleri “suç” olarak ilan edildikten sonra, ABD emri ile (kesinlikle ABD’ye rağmen değil), Kürt hareketine karşı şiddeti artırmaya başladı. Bu “yumuşat ve vur” taktiğidir. Önce beklentileri artır, ama ardından şiddetle saldır. Ama bununla sınırlı değildir.

Suriye savaşı ve Kobanê direnişi, bu açıdan bir dönüm noktasıdır.

Ortadoğu’daki gelişmeler, ABD’nin Kürt hareketini tamamen, özellikle de PKK’yi kendi kontrolüne alma ihtiyacını öne çıkarmıştı. Barzani zaten ABD çizgisindedir. Ama bu yeterli olmuyordu. Bu nedenle, ABD, PKK’yi teslim alabilmek için, TC devletine Kürtlere karşı savaşı yoğunlaştırma emrini verdi. TC devleti, büyük katliamlar eşliğinde, uyuşturucu paraları ile finanse edilen bir savaşa girdi. Katliamlar, kirli savaşı daha da boyutlandırdı. ABD, TC devletine sen saldır derken, arka planda Kürt hareketine “gel bana sığın” demekteydi. Bu politika tutmayınca, PKK yöneticilerinin bir bölümünü, kovboy tarzına uygun olarak, “wanted” listesine yazdı ve başlarına ödül koydu. Ama yine de, Kürt hareketi içinde, sadece Barzani bölgesi diyebileceğimiz Irak Kürdistanı’nda değil, Suriye Kürdistanı’nda da ve Türkiye Kürdistanı’nda da kendine epeyce bir yandaş toplamayı başardı.

Demek ki, TC’nin saldırıyı artırması, adeta bir soykırım uygulamasına meyletmesi ile ABD’nin PKK’ye “gel bana sığın” demesi, aynı politikanın uygulanmasıdır. Bu, bütünlüklü bir ABD politikasıdır. Böyle görülmelidir.

Şimdi ise, bir yandan Kürtlerin seçim iradelerini yok sayıyorlar, diğer yandan savaşı tırmandırıyorlar ve tam bu noktada, Türkiye içinde bir yeni Barzani partisinin oluşumuna çalışıyorlar. Yani, PKK onların, ABD’nin istediği çizgiye gelmeyince, bu kez Barzani partisini her parça Kürdistan’da örgütlemek istiyorlar.

Barzani partisi, HDP içinde uzlaşmacı kanadın güçlendirilmesi ile mümkün olabilir. Bunun için öyle bir kanat ayrımı yapmaya başladılar. Yanlış anlaşılmasın, biz değil, ABD’li efendiler bunu yapıyor. Bunun için HDP’nin on binlerce kadrosunu ve üyesini tutukluyorlar, belediyelere kayyum atıyorlar, Batı’da HDP binalarına açık saldırılar düzenliyorlar. Tüm bu politikalar, kendi istedikleri gibi, Barzanici bir Kürt hareketi yaratabilmek içindir. Yoksa zaten Barzaniciler vardır. Ama onların ayrı bir parti olması, bu partinin güçsüz doğmasına neden olabilir. Bu nedenle, HDP’nin ve elbette PKK’nin etkisinin kırılması gereklidir.

Bu, bir devlet politikasıdır. Bu, bir ABD politikasıdır.

Bu devlet politikası, AK Parti çözüm masasına oturduğunda CHP’nin “bu ne” diye yırtınmasını açıklar. Bugün de CHP, “ben çözerim” imalarında bulunurken, Saray’ın, Kürt sorunu yoktur, CHP terör örgütünün uzantısıdır, demesine neden olmaktadır. Bu kavga, Kürtleri, yeni yumuşatılmış sürece ikna etme girişiminin sahnesidir. Burjuva muhalefetin farklı roller üstlendiği bir süreçtir bu.

Konuyu daha yakından ele alalım, belki daha iyi anlatabiliriz.

1
Biz bunu yazdık. 1992 yılı Kürt sorununun “özgün” bir tarzda çözüldüğü yıldır. En azından bizim tespitimiz bu idi. Kaldıraçlar ortadadır, bakılabilir. Hâlâ bu düşüncedeyiz. Kürt sorunu, “ulusal sorun” olarak, özgün anlamda çözülmüştür. Kürt kimliği, uluslaşma bilincinin ana unsurudur ve bu sağlanmıştı. Evet, Kürtlerin bir devleti ortaya çıkmamıştı. Ama bu durum, tamamen meselenin özgün karakterinden dolayıdır. Dört parçalı sömürge olma durumu budur. Üstelik, hareketin ana parçası olan ve devrimci ateşi yakmış olan parça Türkiye içindedir ve TC devleti de bir sömürgedir. Yani, dört parça içinde farklı düzeyde gelişmiş bir hareketin, aynı anda zafere ulaşması, “alışılmış” görüntülerde ortaya çıkmayabilir. Öyle oldu. Kürt ulusal bilinci ortaya çıkmış olduğu hâlde, ortaya bir “ulus devlet” çıkmamıştır. Dünya konjonktürü de buna uygun değildi. SSCB’nin çözülmüş olması, bir dış etken olarak bu süreci etkilemiştir.

2
Bu “ulus devlet” olmama hâli, bir açıdan, sanki gelişmiş bilinç düzeyine denk gelen bir çözümün (devletli bir çözümün) olmaması olarak ele alınabilir. Bu açıdan bir “kayıp” diye de değerlendirilebilir. Ama kanımızca bu, meseleye çok üstünkörü bakmak olur. Bu durum, belki de, daha uzun süreli bir perspektiften, bir avantaja da çevrilebilirdi, çevrilebilir. Sosyalist bir devlet ortaya çıkmadan, ulus devlet, emperyalizm çağında, kapitalist sistem içinde sömürge olmakla sonuçlanmaktadır. Bu kader olmasa da, bir realitedir. Kaldı ki, Kürt ulusal bilinci ortaya çıktığında, Kürt köylüsü ve işçisi kadar, Kürt burjuvaları ve işbirlikçileri de harekete geçmiştir. Öyle ise, bu özgün şartlarda oluşmuş özgün çözüm, gelecek için büyük olanaklar barındıran bir durum olarak da ele alınabilir.

3
Kürt devriminin gelişim aşamasının 1992’deki evresi, SSCB’nin çözüldüğü döneme, dünyada sosyalizmin yenilgisinin yaşandığı döneme denk düşmektedir. Bu yeni dönem, anti-komünist cephenin, kendi içinde rekabete hız vermeye başlayacağı dönemdir de. Emperyalist güçler için ittifak, artık daha eskiye ait, paylaşım savaşımı ise daha geleceğe aittir. Öyle de olmuştur. ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve Japonya arasında var olan çelişkiler, komünizm baskısı ortadan kalkınca ortaya çıkmaya başladı. Uzun süredir ekonomik olarak gücünü kaybetmekte olan ABD’nin hegemonyası tartışılmaya başlanmıştır. Emperyalist beşli başta olmak üzere emperyalist ülkeler arasında paylaşım savaşımı su üstüne çıkmaya başlamıştır. 1995’lere gelindiğinde, Kissinger öncülüğünde ABD’nin dünya devleti olması, imparatorluk kurması hayalleri ortaya konmaya başlamıştır. Tek dünya devleti, imparatorluk terimleri ortalıkta eşkıya misali dolaşmaktaydı.

Ekonomik zayıflıklarına rağmen askerî üstünlüğü açık ara önde olan ABD, savaş mekanizmalarını devreye sokmaya başladı. Bu yolla Almanya ve Japonya’nın toparlanmasına izin vermek istemedi. Almanya ve Japonya, İkinci Dünya Savaşı’nın iki yenik gücü olarak “askerî sanayi” alanında oldukça zorluklar içinde idi. Onların da ABD ile didişmeden, toparlanmaya ve ayağa kalkmaya ihtiyaçları vardı. Bu nedenle ABD politikalarına açıktan karşı çıkmak yerine, daha sessizce ilerlemek yolunu seçmişlerdi. Bu durum, hâlâ bir ölçüye kadar varlığını sürdürmektedir. Sadece ABD hegemonyasının çözülüşü daha açık hâl almış ve Almanya ve Japonya, daha toparlanmış durumdadır. Artık Almanya ve Japonya’nın silah üretimleri ileri derecede gelişmektedir.

Paylaşım savaşımının alanlarından biri Balkanlar idi. Yugoslavya artık ortada yoktur. Bir başka alan ise elbette Ortadoğu’dur. Hâlâ böyledir.

Ortadoğu’da gelişmiş, örgütlü bir hareket olan Kürt hareketi ile, bu güçler kendi çıkarlarına uygun tarzda ilişki kurmak isteyeceklerdir. Barzani hareketi, bu güçlerin işbirlikçisidir.

4
Kürt hareketinin bir devrimci diriliş ile atağa kalktığı yer Türkiye Kürdistanı’dır. Bu devrimci mücadele, Kürt kimliği sorununun çözümüne evrildikçe, toplumun orta tabakaları, burjuvalar diyelim, bu mücadelenin içine girmek zorunda kalmıştır. Kürt devrimi geliştikçe, iki kamp ortaya çıkmıştır, birincisi Kürt işçi ve köylüleri, ikincisi ise Kürt işbirlikçileridir. Bu Kürt işbirlikçilerinin temsilcisi Barzani hareketidir. Her toprak parçasında (dört parçada) Barzani hareketinin farklı versiyonları olabilir. Barzani hareketi dediğimiz işbirlikçi hareket, feodal ilişkilere, geri ilişkilere bağlıdır ve Kürt gericiliğinin de temsilcisidir.

Böylece ortaya iki çizgi çıkmıştır. Bunlardan devrimci çizgi de her parçada farklı şekilde yankı bulmuştur.

Barzani çizgisi, emperyalist efendiler tarafından desteklenmiştir, onların açık uzantısıdır, bugün de desteklenmektedir.

Bölgede süren emperyalist paylaşım savaşımı, her emperyalist gücün, bölgede yer alma isteklerine bağlı olarak Kürt hareketinin içine giriş kapısı Barzani hareketi ya da ona benzer hareketler olmuştur. Kürtler içinde dinin kullanılması da bu çerçevenin içindedir. Hem dört parçadaki devletler ve hem de onların efendileri tarafından, Kürt hareketi içindeki her türlü gericilik, gelişmekte olan Kürt devrimine ve onun bölgedeki olası etkilerine karşı kullanılmıştır, kullanılmaktadır.

5
1992 eğer bizim dediğimiz gibi bir dönüm noktası ise, bu noktadan sonra izlenecek yol, tüm yukarıdaki şartlar altında, oldukça zorlu bir yol olarak ortaya çıkmaktadır.

Kürt devrimcileri, hareketin genişleyen tabanı içindeki liberal unsurların, burjuva unsurların talebi hâline gelen “ulus devlet, ne pahasına olursa olsun” tutumu karşısında ne yapmalı idiler? Ne pahasına olursa olsun bir ulus devlet çizgisinin, SSCB de yenilmiş iken, varacağı yer yeniden sömürge olmak olacaktır. Kaldı ki, bunun dört parçada gerçekleşmesi de ayrı bir zorluktur. Öte yandan, işbirlikçi Barzani çizgisi, kısa bir süre sonra, “buyurun size devlet” diyecek duruma getirilmişti. Ve Barzani çizginin, Kürt devleti açısından bir albenisi olmasına rağmen, rezil bir çizgi olduğunu Kürtler bizzat yaşayarak görmekteydiler.

Bu durum, nesnel olarak, Kürt devriminin önüne çıkan iki hattın ya da ikili hattın yansımasıdır. Ortadaki nesnellik, (a) sürmekte olan devrimci direniş ve (b) sürmekte olan ve bölgeyi saran paylaşım savaşımıdır. Bu nesnellikte, sonuna kadar devrimde ısrar etmek ya da “ne pahasına olursa olsun ulus devlet” çizgisini savunmak, iki ayrı hattır.

Bu koşullarda, Kürt devrimi, ya devrimci çizgisini ne pahasına olursa olsun sürdürecek ve bölge devrimlerinin bir kaldıracı olacak ya da bu çizgi geri düşecek ve “ne olursa olsun bir ulus devlet” ortaya çıkarma hedefi ile emperyalistler arasındaki paylaşım savaşının araçlarından biri hâline gelecek.

Yanlış anlaşılmasın, bir nesnellikten söz ediyoruz, kimseyi suçlamak için yazmıyoruz. Zaten, bu iki hattın, iki çizgisi ortadadır da. Barzani çizgisinin farklı versiyonlarda her bir türü, paylaşım savaşımının aracı hâline gelmek olur, öyle de olmaktadır. Bu çizgiyi eleştirmek, eğer “Kürtlere bir devleti fazla görmek” olarak ele alınacaksa, elbette bu bizim derdimizi ifade etmez. Biz devrimciler, her şart ve koşul altında, Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkını tanırız. Bu, bir “lütuf” değil, bir tutumdur. Hatta, bu konuda etkili bir devrimci güç olmamanın tüm hüznü ile söylenebilecek bir şeydir. Ancak, yine elbette ki biz, Kürt devrimci hareketi ile, ortak, eşit, özgür ve sosyalist bir gelecek kurmayı savunuruz. Ve dahası, Kürt devrimci hareketinden öğrenmeyi, her koşulda sürdürebilmeyi önemseriz. Öyle Türkiye solunun eski “abilik”, “büyüklük” taslama tutumunu, kibir olarak görürüz. Devrimciler kardeştir, her durumda ve hiçbir devrimci ilişkide abilik, ablalık yoktur. Öğrenmek, devrimin öğrencisi olmayı öğretmenliğin en iyisi olarak görenlerin başarabildiği şeydir.

Bu vesile ile ortaya koymamız gerekir ki, bölgemizde bir sosyalist devrimin olanakları görülmektedir. Bu sadece Kürt devrimi için değil, diğer bölge ülkeleri için de geçerlidir. Suriye savaşının bugünkü hâli, Lübnan, Irak, Mısır bu görüşü desteklemeye yeterlidir. Ancak, Türkiye dahil, bölgemizdeki hiçbir devrimci hareket Kürt devrimci hareketi kadar örgütlü değildir. Bu durumun, Kürt devrimini oldukça yalnız bıraktığının da farkında olmak gerekir. Acıdır, ama gerçektir. Bu nedenle, Kürt devrimci hareketinin, çok zorlu bir mücadele içinde olduğunu görmek, anlamak gerekir. “Kolay zafer yok”, gerçekten üzerinde yaşadığımız toprakların, yüzlerce yıllık sömürgeleşme tarihinin bir gerçeğidir.

6
İşte bu nesnellik içinde, bölgede süren her savaş, bölgedeki her gücün içinde bir iç savaş olarak da ortaya çıkmaktadır. Bu durum, bölgedeki hemen her ülkenin, her devletin içinde bir iç savaş yaşanmakta olduğunu bilince çıkarmamızı gerektirmektedir.

TC devletinin çözülüşüne bakarken, bu iç savaşın Türkiye ayağında, işçi ve emekçilerin güçsüzlüğünü özellikle vurgulamak yerinde olacaktır. Bu, Saray Rejimi’ne, Kürtlere karşı savaşırken de, dışarıda başka ülkelere karşı operasyonlar yaparken de, Suriye topraklarında işgale girişirken de olanaklar yaratmaktadır. Türkiye’de devrimci hareket, mücadelede daha ileri olabilseydi, ki olacaktır, TC devletinin bu savaş hamleleri o kadar kolay gerçekleşmezdi. İşçi sınıfı güçsüz ve örgütsüz olsa da, bu iç savaşın muhatabıdır. Bunu bilince çıkartsın, çıkartmasın bu bir gerçektir.

Tüm bunları aklımızda tutarak, en baştaki tartışmaya dönebiliriz.

Aslında, üç önemli olay vardır:

– İlki, Oğuz Kaan Salıcı başkanlığında bir heyetin, Barzani ile görüşmeye gitmesidir. Bu görüşmede hem Barzani’ye, “biz gelirsek korkma, TC devletinin politikaları değişmeyecektir” denmiş olmalıdır hem de “biz geliyoruz” haberi verilmek istenmiştir. Bu durum, ABD’nin isteği üzerine yapılmış olmalıdır. Ama doğrusu, “biz geliyoruz”un henüz garantisi olmadığının bilincinde olmak gerekir. Öyle ise, gelenler, Kürt politikası konusunda bir değişiklik yapmayacaklardır. Makyajlama hariç.

– İkinci gelişme; Erdoğan’ın, Kürt sorunu yoktur, Kılıçdaroğlu’nun, bu sorunun çözüm yeri meclistir HDP muhataptır, İmralı ve Kandil değildir, demesidir.

Hem Erdoğan’ın açıklamalarını hem de Kılıçdaroğlu’nun açıklamalarını (isterseniz İmamoğlu’nun Diyarbakır ziyaretini de ekleyin), aynı yerde değerlendirmek gerekir. Tüm burjuva partiler, aynı anda, Kürt sorunu vardır ve çözülmelidir demezler. Bu durum, onların taktiklerini uygulamada bir sorun oluşturur. Biri vardır derken, öbürü yoktur der ve çözeceğim diyen, oyalamak için, muhataplarına, “hayır” diyenleri nasıl ikna edeceğini sorar. Bu yolla tavizler koparılır.

Bunca görüşmeye rağmen, Kürt hareketinin 1992 yılı baz alındığında, o zaman mücadele ile kopararak elde ettiği hakların üzerine hiçbir şey “verilmemiştir.” TC devleti, masada, sürekli bu elde edilen hakları budamıştır. İnsanların zaten Kürtçe konuştuğu bir yerde, Kürtçe konuşmayı, her dönem mahkeme konusu yapmıştır. Kürtçe şarkı hem yasal hem yasadışıdır. Kürtçe TV kanalı vardır ama Kürtçe konuşmak mahkeme konusudur. Bunlar sadece birkaç örnektir. Demek ki, elde edilen hakların tümü, mücadele ile, bilfiil alınmıştır ve zaten mücadele tarihiyle de uyumludur.

Bugün de TC devleti, Kürt hareketi içinde, şu ya da bu ölçüde Barzani tarzı bir hareket örgütlemek istemektedir. Bu, aynı zamanda bir taktik olarak gerillayı yalnız bırakma stratejisidir ve ABD onaylıdır. Bunu söylerken, onların bu taktiğinin başarılı olacağından asla söz etmiyoruz. Tersine, bunun da boşa çıkarılacağını düşünüyoruz. Kürt devrimci hareketinin deneyimi, bu taktikleri kavramak konusunda yeterlidir, belki Türkiye solunun bu taktikleri anlaması zordur ve Kürt devrimcilerinin bunların ruhunu bildikleri konusunda Türkiye solunun bakışı sorunludur.

– Üçüncü nokta ise, anayasa tartışmasıdır. Ortada, egemen sınıf açısından da bir anayasa sorunu vardır. Zira, savaş ve Saray Rejimi, burjuvazinin anayasayı rafa kaldırdığını göstermektedir. Saray Rejimi, bir olağanüstü örgütlenme olarak, iktidardakileri yasaların üstüne çekmiştir. Bu, devlet denilen çarkın tüm dişlilerinin de açığa çıkması demektir. Bu, dikkat edilsin, bir tek adam yönetimi değildir, olağanüstü örgütlenmedir ve adı Saray Rejimi’dir.

Hem Saray Rejimi’nin devamından söz edenler hem parlamenter demokrasiye güçlü dönüşten söz edenler, bir anayasa tartışmasının içinde olmak zorundadırlar.

Aslında anayasa tartışmalarının ardındaki gerçek budur. Bu tartışma içine liberaller, “eşit yurttaşlık” ile girmektedir ve bu durum Kürtlerin de, tüm halkların da ilgisini çekmektedir. TÜSİAD, “eşit yurttaşlık”tan söz ederken, ilgi ile dinlememek mümkün mü? Öyle ya, “eşit yurttaşlık”, halklar hapishanesi olan bu topraklarda bir “nefes” alma anlamına gelebilir mi umudu vardır.

Tam da bu noktada, meselelere sınıfsal perspektifle bakmak gerektiğini bir kere daha açıklamak gerekir.

Birincisi, yeni bir anayasa, devrimci bir anayasa olmalıdır ve bunun tek yolu, işçi ve emekçilerin iktidarı almasıdır. Bu, aynı zamanda tüm bölgeyi etkileyecek bir sosyalist devrim dalgası anlamına da gelmektedir. Bunun nesnel olanakları vardır.

Bu olmaksızın, burada anlamlı bir “yeni anayasa”, ancak, olağanüstü hâlden olağan hâle dönmek anlamına gelebilir. En ileri hâl bu olabilir. Bunun nesnel koşulları da yoktur. Egemen sınıf, yağma, rant ve savaş ekonomisinden vazgeçmeyecek, emperyalist efendiler arasında paylaşım savaşımı tüm hızı ile artarak sürecektir.

İkincisi, “eşit yurttaşlık” eksik bir kavramdır. Hoştur ve hoş olduğu kadar boştur. Derler ki, “boş şeyler hoş görünürler.” Buna uymaktadır.

Bugün kâğıt üzerinde kadın-erkek eşitliğini ele alalım. Burjuva hukukçular hep övünürler, İsviçre’den gelmiş olan medeni hukuk onların medarıiftiharıdır. İyi ama, siz gerçekten kadın ile erkeğin eşit olduğunu gördünüz mü? TÜSİAD içinde kadın-erkek eşit olabilir. Ama toplumda, halk içinde bu geçerli değildir. Bir hakim, mahkeme salonunda kadın avukatın etek boyunu ölçmeye kalktığı zaman, aslında “eşitlik” meselesi hakkında iyi bir örnek ortaya koymuş olur. TÜSİAD, işte o zaman ortaya çıkmalı idi.

Peki, ya bir işçi ile kapitalist eşit midir? Yasalar karşısında patronlar birbirine göre az da olsa eşit olabilir. Bu nedenle, buna burjuva “demokrasisi” denir. Ama her “demokrasi” bir diktatörlüktür ve işçiler asla kapitalistlerle eşit değildirler. Kâğıt üzerindeki eşitlik, olağan dönemlerde, bazı noktalarda var olabilir, ama asla olağan dönemlerde bile böylesi bir eşitlik yoktur.

Demek oluyor ki, bugün kullanılan biçimi ile “eşit yurttaşlık”, ancak farklı halkların “anayasal hakları” anlamına gelmektedir. Kürt kimliğinin yasal olarak tanınması, Kürtlerle birlikte tüm halkların kimliklerinin tanınması anlamına gelir. Bunun anayasaya girmesinden söz edilebilir. Kâğıt üstünde de olsa, bunun önemli olduğunu söylemek mümkün. Bir kazanım olur ve herkes için bir kazanım olur. Ama bu “eşit yurttaşlık” olmaz. Eşit yurttaşlık, ancak ve ancak, özel mülkiyetin ortadan kaldırıldığı koşullarda olabilir.

Anayasa talebi, bugün üç kesim tarafından dile getiriliyor. İkisi devlet tarafıdır, Erdoğan-Bahçeli ve ikincisi CHP ve İYİ Parti. Hepsi, kendince devleti kurtarmaktan söz etmektedir. Saray Rejimi, hiçbir zaman anayasaya uymak gibi bir derde sahip olmamıştır. CHP ve İYİ Parti ise, devleti kurtarmak adına, parlamenter sisteme geri dönüş anayasası yapmak istemektedir. Bu anayasa, kuşku olmasın ki, güdük bir anayasa olur, o da olursa.

Yeni anayasa talebinin üçüncüsü, daha çok HDP’den gelmektedir. Bu anayasa talebi, bir yandan, halkın, işçi ve emekçilerin taleplerine de açıktır. Böylesi bir anayasanın bir “reform” olacağı açıktır. Ama bu anayasanın, devrimci mücadelenin yükselişi dışında bir olanağı görünmüyor. Yani, halkların, işçi ve emekçilerin ihtiyaç duyacağı şey, bir devrim anayasası olabilir.

Devleti ayakta tutmak, sistemi “restore” etmek ile devrim, iki ayrı çizgi olarak ortaya çıkmıştır. Devleti restore etmek, aslında olağanüstü olandan “olağan”a dönmek isteğidir. Bu bir “reform” değildir. Bu bir restorasyondur. Reform, daha çok, devrimin gelişiminin ürünü, yan ürünü olarak, devrimi bir yerde durdurabilmek için ortaya çıkar. Bugün ise TC devleti, içeride ve dışarıda savaş üzerine durmakta, savaşa dayanmaktadır. İç savaşın devlet cephesi açık ve nettir. İster yangınları ele alın ister selleri, ister Kürt halkının taleplerini ele alın ister işçi taleplerini, ister kadın haklarını ele alın ister öğrencilerin sıradan hak taleplerini, hepsinin karşısına devlet, bir savaş aygıtı olarak dikilmektedir. Devlet cephesinin iç savaş idrakı içinde olduğu açıktır. İşçi ve emekçiler, Kürt halkı gibi, bu savaşın karşı cephesinde net bir duruşa sahip değildirler.

Bize denmektedir ki, sosyalist devrim “uzak bir ihtimaldir.” Şöyle sürdürüyorlar, “olması gereken o, ama şimdilik çok uzak.”

Bu sözlere şöyle yanıt vermek isteriz: Teorik olarak bile, “uzak” olanın bazan çok yakın, “yakın” olanın ise bazan çok uzak olduğu biliniyor. Evet, işçi sınıfının örgütlülüğü zayıftır. Evet, devrimci hareketin alması gereken uzun bir yol vardır. Ama sosyalist devrim, diğer tüm alternatiflerden çok daha gerçekçi, çok daha yakındır. Hele ki, bölgemizin devrimci güçlerinin ortak mücadele bilinci gelişmeye görsün.

Rant-yağma ve savaş ekonomisi

21 Ekim günü, Merkez Bankası para kurulu toplanarak, faizlerin 200 baz, yani 2 puan düşürülmesine karar verdi. Faiz oranları yüzde 18’den, yüzde 16’ya düşürüldü. Ve aynı gün, Türkiye, karapara aklama operasyonlarında “gri ülkeler” arasına alındı.

21 Ekim perşembe ve 22 Ekim Cuma, dolar kuru 9,66’ya kadar yükseldi. Ardından, tüm ekonomistler, hep birlikte tartışmaya başladılar, acaba Erdoğan, bu işi neden yaptı? Acaba MB neden döviz kurunun artacağını bile bile, faiz oranlarını, 0,5 değil de, 2 puan düşürdü? Oysa “beklenti”, 0,5, yok çok daha iddialı bir Erdoğan müdahalesi gelirse 1 puan indirimdi. Oysa MB, tersine, beklentilerin üzerinde bir oranda, 2 puan faizleri düşürdü.

Ardından, Erdoğan, büyükelçiler açıklamasına “persona non grata” talebini, nedense miting alanlarında kamuoyuna açıkladı. Böylece dolar, 25 Ekim’de 9,80’i gördü.

Konu ile ilgili çok farklı değerlendirmeler var. Herkes, “acaba bunun mantığı nedir” diye düşünerek, bir açıklama bulma, bir “teori” oluşturma peşinde.

Hemen söylenen birkaç tanesini not edelim ki, ne hakkında tartıştığımız ve de “değerlendirme” bulmaktaki zorluk anlaşılabilsin.

İlk görüş şudur: Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nun MB ziyaretini, bürokratlara “yasal olmayan emirlere uymayın” çağrısını haddini aşmak olarak gördü, kızdı ve faizi düşürün dedi. Ne de olsa “tek adam”, der mi der.

İkinci görüş: İhracatı artırmak için, döviz kurunu yükseltmek amacı ile, faizler düşürülmüştür, bu yolla ihracat artacaktır ve bu yolla, ithalat da zorlaşacaktır. Cari açık kapatılmış olacaktır.

Üçüncü görüş ise şöyle: Erdoğan faizleri indirmek istiyor. Bu yolla hem İslamî çevrelere güven verecek hem de seçimden önce kredi dağıtabilmek için, düşük faiz üzerinden hamle yapacak, böylece verilecek kredilerle, seçim yatırımı yapılmış olacak.

Dördüncü görüş: Birileri Erdoğan’ın gitmesi için düğmeye bastı. Erdoğan’a bilerek yanlış kararlar verdiriyorlar. Zaten TÜSİAD toplantısında bir ekonomist (Acemoğlu) “diktatörlükler kendiliğinden gitmez, kriz gerekir” dememiş miydi? Demişti. Bu durumda, krizi artırmak ve Erdoğan’ı öyle göndermek isteyenler, onun yanlış kararlar almasını sağlıyorlar.

Daha başkaları var elbette.

Önce, bu dört görüşü ele alalım, yukarıdaki sıra ile.

Bu görüşlerin tümü, “ülke ekonomisi”ni temel alan bir yaklaşımın olduğu, ülkenin “normal” koşullarda bir ülke olduğu varsayımına dayanıyor.

Kılıçdaroğlu’nun MB ziyaretine Erdoğan’ın kızması ve “faizleri 200 baz puan indirin emri verme”si bir açıklama değildir. Bu görüş, “o kadar saçma şeyler oluyor ki, bu da olabilir” demek gibidir. Oysa, daha MB’nin indirim kararı açıklanmadan, döviz, epeyce yükselmişti. Yani, “piyasa” (ekonomistler bu piyasaya, kutsal tanrının eli diye bakarlar) faiz indiriminin 0,5’ten fazla olacağı yönündeki bir duyumu satın almıştı bile. Bunun için Erdoğan’ın kızmasını beklemelerine gerek yoktu. Halk bilmiyor ama onlar biliyor. Zaten döviz ile oynayanlar da “onlar”. Bu oyuncuların, işi bildiklerini atlamamak gerekir.

Kaldı ki, Türkiye’nin, karapara aklama konusunda gri listeye alınması hemen ardından geldi ve doğrusu onun da kurlar üzerine etkisi olmuştur. Bu etki de önceden biliniyor. Yani, bu durum da piyasa tarafından satın alınmıştır.

Tek eksik, 0,5 puandan fazla olacağı netleşmiş olan faiz indiriminin 2 puan olacağının bilinmemesi olabilir.

Kur üzerindeki bir önemli etkinin Suriye ve Irak’a saldırı hazırlığı olduğu da düşünülebilir. Ancak, o saldırıya biraz daha zaman olduğu anlaşılıyor.

İkinci görüş, dövizi artırarak, ihraç mallarının fiyatlarını dolar cinsinden ucuzlatarak, ihracatı artırma hamlesi olarak yapıldığı görüşüdür.

Aslında, Çin’den ithalatın. Batı güçlerince zorlaştırılması, navlun fiyatlarının 5 kat artırılması, vergiler vb. konulması nedeniyle, özellikle Avrupa’da, bazı ürünlerde Türkiye’ye yöneliş olabilir. Ama bu, ancak uzun vadede sonuç verebilecek, üstelik çok kapsamlı bir hazırlıkla ancak birkaç senede sonuç verebilecek bir eğilimdir. Döviz kurunun artırılması, birçok sektörde, maliyet kalemlerinin dövize endeksli olması nedeniyle, ihracatı çok da “teşvik etmesi” olanaklı değildir. Hammaddenin, yarı mamul maddenin ithal edildiği bir sanayide, enerjinin dolara bağlı olduğu bir ülkede, döviz kurundaki artış, ancak işçilik oranında ürün fiyatlarında döviz cinsinden bir düşmeye neden olabilir. Bu da son derece sınırlı bir etkidir. Kaldı ki, zaten TL ucuzdur ve ihracat artmaktadır. Saray Rejimi, ihracatı artırmak için, müthiş bir yol bulmuştur; serbest bölgelerdeki şirketlerin iç alımları da ihracat kalemi olarak istatistiklere alınmıştır.

Saray Rejimi, yalanı çok etkili kullanmaktadır.

Yalanlar, istatistikçilere göre, şöyle sınıflanır: Yalan, bu en yalın olanıdır. Kuyruklu yalan, bu anlaşılacağı üzere daha ileri bir yalan türüdür. Üçüncüsü ve en kuvvetlisi ise “istatistikî yalan”dır. Enflasyon rakamları, milli gelir hesaplarındaki yalanlar, işsizlik yalanları ve şimdi de ihracat rakamları, tam bu “istatistikî yalan” örnekleridir. Bu kadar kolay bir yol bulan Saray şürekası, ihracatı artırmak için başka bir şeye ihtiyaç duymaz.

Çin’den, navlun ve yükseltilmiş gümrük vergileri nedeni ile ithalatın zorlaşması nedeni ile, Türkiye’ye yönelecek bir talep, sanayinin karşılayabileceği bir talep olmak zorundadır. Bu ise, oldukça zordur, uzun vade işidir.

Dövizdeki artışın ithalatı, son kullanıcı için ithal edilen malın ithalatını zorlaştıracağı kesindir. Bir eğilim olarak bu gerçekleşebilir. Ama bu zaten epeydir var olan bir durumdur. 2020’de de, 2021’de de bu durum söz konusudur ve bu durum “cari açık” rakamlarını düşürmüştür bile. İyi ama, bu durum son döviz operasyonunu açıklamaktan çok uzaktır. Demek ki bu da değil.

Üçüncü görüş, Erdoğan’ın, faizleri düşürerek, seçime hazırlanacağı görüşüdür.

Bu da doğru değildir.

İlkin, seçim tarihi belli değildir ve bu faiz indirimi, eğer onların dediği gibi bir seçim yatırımı ise, üç aylık bir etkiye sahip olabilir.

Kaldı ki, faiz indiriminin, gerçekte faizleri indireceği de tartışmalıdır. Bir şirket, 20 Ekim’de yüzde 21-23 ile kredi alıyor idiyse, bugün, aynı şirket, bu krediyi yaklaşık aynı oranla alır. Faiz bundan dolayı inmez.

Evet devlet bankaları, bunlar “görev zararı” yazmak üzere, daha ucuza kredi verebilir ve bu krediler, ancak Saray’dan onaylı şirketlere verilecektir. Zaten onlara, her yer “mera”dır. İstedikleri her yerde hayvanlarını otlatabilmektedirler, istedikleri her türlü krediyi alabilmektedirler, istedikleri zaman vergi borçlarını silmektedirler, istedikleri zaman paralarını yurtdışına çıkartmakta, istedikleri zaman geri getirmektedirler. Zaten 25 Ekim günü, üç kamu bankası, kurumsal faizlerde 200 baz puan indirim yapmıştır. Demek ki, inşaat, maden, enerji ve silah sanayii şirketlerinden seçilmiş olanlara ucuza kredi verilecektir. Bu aktarım, hızla tamamlanır. Bu kastediliyorsa, tam da biz de bunu söylüyoruz. Ama bu seçim hazırlığı olamaz.

Bu kesim kastedilmiyorsa, bir faiz indiriminden kaynaklı kredi patlaması ve bunun beraberinde getireceği bir ekonomik illüzyon gerçekleşmeyecektir. Seçim yatırımı olarak faizlerin indirilmiş olması tezi de saçmadır. Evet konut için faizler inecektir. O kadar.

Kaldı ki, bir seçimin yapılacağına ilişkin bir durum da yoktur. Tersine, seçimlerin savaş bahane edilerek, buna “uygun bir savaş” çıkartılarak iptal edilmesi çok daha mümkündür. Bunun emareleri vardır.

Dördüncüsü, Erdoğan’ı götürmek için, bir düğmeye basıldığı, Acemoğlu’nun TÜSİAD toplantısında söylediği gibi, “diktatörlüklerin rıza ile gitmeyeceği, krizle gideceği” görüşü, bunu destekler gibidir. Zaten, suflenin dışarıya verilmesi, canlı yayında uyumak, sağlıklı görüntüsü için basket maçı gibi “itibar”dan tasarruf görüntüleri de bunu destekler.

İyi ama, bu düğmeye basanlar, bunlara gerek duyar mı? Diyelim ki faiz indirilmedi, düğmeye basanlar geri mi durur, dövizi çıkartmak için yol mu bulamaz?

Kanımızca, tüm bu görüşler, “mantıksız” bulunan faiz indirimi kararını açıklamak için bir “geçerli” neden arama girişiminin ürünüdür. O kadar saçma diye düşünüyorlar ki, bu karar için mantıklı bir neden bulamıyorlar. Liberal ekonomi içinde böyle düşünüyorlar. Ve elbette görüntü olarak, Erdoğan’ın “tek adam” uygulamalarına takılıyorlar.

Düşünülen şudur: Burada bir ülke ekonomisi var, bu ekonomiyi düşünerek adım atan bir iktidar var vb. Oysa burada bir çiftlik var ve çiftliğin kâhyası, cep doldurmakla, yağma ile meşguldür.

Atlanılan şey, Saray Rejimi’dir.

Saray Rejimi’nin ekonomi-politiğidir.

Saray Rejimi, yağma, rant ve savaş ekonomisine dayalıdır. Bunu atladık mı, gerisi, bir tek kişinin, akılsızca hamleleri hâline gelir. Bu yanıltıcıdır.

Saray Rejimi ve bunun mantığı, işleyişi üzerine uzunca durmak istemiyorum. Zira, bu başka yazıda söylediklerimizin tekrarı olacaktır. Bu nedenle, doğrudan konuya girmek gerekir.

Saray Rejimi’ndeki çeteleşmeyi, çetelerin devletleşmesini, hem siyasal hem de ekonomik bir süreç olarak ele almak gerekir. Diyelim ki, yangınlar var. Evet bu yangınlarda, birileri TOKİ adına inşaat işleri ile ilgilidir, birileri maden sahaları ile ilgilidir. Bunu da gördük. Yani, bu bir tahmin değildir. Her adımlarında görünmüştür. Zaman, çeteler için, Saray için çok kıymetli hâldedir ve aceleleri var. Yangınların ortasında konut pazarlama, kredi sistemi üzerine tartışma, insanların başına çay atmaktan daha hafif ve daha az aşağılayıcı bir durum değildir. Yangın sürerken, ormanlara dalıp ağaç kesmek hem bir fırsatçılığı ifade eder hem de “sahipsiz köyde” dolaşma hâlini.

Rant, yağma ve savaş ekonomisi ile bu fırsatçılık arasında ilişki açık değil midir? Bir sanayi yatırımının sonuçlarının kazanç hanesine girmesi zaman alıcıdır, ama rant öyle değildir. Büyük miktarlar, kısa sürede cebe iner. Bu nedenle rant, yağma ve savaş ekonomisi her zaman çetelerle yürür. Bu çeteler bu tatlı paraya alıştılar mı, vahşi hâle gelirler ve daha fazlası için, hiçbir kural tanımazlar.

Aceleleri var. Saray Rejimi çözülüyor. Ellerini çabuk tutmaları gerekir.

Erdoğan, bir inatlaşma için faiz indirimi yaptı demek, bu inadın nedeni olan arkadaki ilişkileri görmezlikten gelmek olur.

Eğer, konut satışlarını tetikleyecek krediler devreye girmezse, inşaat çeteleri zor duruma düşecektir. Bunlar zor duruma düşünce, Erdoğan önce paylarını kaybedecek ama esas olarak bir tehditle karşı karşıya kalacaktır: Bu çetelerin ellerinde çok bilgi var. Soylu gibi tapelere sahip olsunlar ya da olmasınlar, Saray ile suç ortaklıkları vardır. Saray, onları beslemek zorundadır. Batmalarına izin verilemez. Öyle ise, devlet bankalarının bu alan için kredi musluklarını açması önemlidir.

İkincisi karapara aklayıcılarının durumudur. Bunlar, her kararı, vole vurmak üzere, vurgun vurmak üzere, Saray nezdinde etkilemektedirler.

Türkiye’yi gri listeye koyan süreç, tam 6 kere, yasal düzenlemelerle para aklanmasının önünün açılmasıdır. Bu rapor, üç noktanın altını çizmektedir: Bankacılık sektörü, emlak piyasası ve değerli madenler alanı. Bu üç alanda para aklama işi çok gelişmiş boyuttadır. Tüm düzenlemeler de bu alanlar için yapılmaktadır. Saray Rejimi, bu alandan geri duramaz. Bunlara savaş ve enerji alanlarını da eklemek gerekir.

Döviz kurlarının artacağı, mesela bize bir bilgi olarak 20 Ekim-15 Kasım tarihleri ile zaman belirtilerek ulaşmıştır. Yani, bu herkesçe bilinmektedir. Bu durumda, büyük çaplı para hareketleri ile hareket edebilenler, elbette bir fırsatçı olarak harekete geçmiş olmalıdır.

Özetle, tüm bu kararlar, tam da Saray Rejimi’nin sürmesinin içteki garantisi olarak görünen, rant-yağma ve savaş ekonomisinin gereği olarak alınmaktadır. Saray çevresindeki iş dünyası, buradan vurgunlar vurmaktadır. Esas mesele budur.

Elbette buradan, ihracat ve ithalat da etkilenecektir. Ama esas mesele bu değildir. Esas mesele, seçim yatırımı da değildir. Ama bazı kesimlere, devlet bankaları aracılığı ile krediler aktartılması işin içindedir.

Saray Rejimi çözülmektedir.

Ama bu durum, bunların ekonomik kararlarını, saçma sapan nedenlerle aldıkları, ülkenin “liyakatsiz” kişilerle yönetildiği vurgularını haklı çıkarmaz.

Erdoğan, oraya liyakatle mi geldi ki liyakat üzerinden tartışalım?

Hem sonra neye ve kime göre liyakat? Eğer Saray Rejimi’ne, yağma savaş ve rant ekonomisine liyakatten söz edilecekse, gayet liyakate uygun kararlar almaktadırlar. Yok eğer halktan, ülkeden söz edeceksek, zaten Saray Rejimi’ni devirmekten söz ediyor olmamız gerekir.

Vergileri kim öder? İş dünyası mı, tekeller ve holdingler mi? Asla. Vergileri halk öder. Ve en çok da işçi ve emekçiler öder. Saray Rejimi, bu paraları, tüm kamu olanaklarını, bir avuç tekele, bir avuç parababasına sunmakla görevlidir.

TÜSİAD, öncelikle elde ettiği kârlara bakmaktadır.

Diyorlar ki, “güven eksik” ve bu nedenle, ülkeye yatırım gelmez. Ne güveni? Sizin güven dediğiniz şey, işçilerin sessizliği, suskunluğu, kendilerini soydurmalarına müsaade etmesi midir? Sizin güven dediğiniz şey, işçilerin itaati midir? Sizin güven dediğiniz şey, sömürü sisteminin uzun erimli sürdürülebilir olması mıdır? Evet bunlardır.

Yabancı sermayenin ülkeye gelmeyeceği de bir başka “efsane” tartışmadır. Evet, fabrika kurmak üzere bir sermaye grubu ülkeye gelirken, daha çok “istikrar” olarak adlandırdığınız şeye bakar. Ama, karapara buna bakmaz ya da nakit para buna bakmaz. Onlar kârlarına bakarlar, vuracakları vurguna bakarlar ve bugün bu vurgun için olanak vardır. Batmakta olan şirketleri ucuza kapatmak için bir fırsat oluşmakta iken, neden gelip almasınlar?

Hem sonra Afganistan’dan gelecek uyuşturucu parası, dolar olarak piyasaya girecektir. Bunun bir rahatlama sağlayacağı, Saray’ın bilgisi dahilindedir.

Bir önemli konu da savaş sanayiidir. Saray ile doğrudan bağlı, “kutsal yük taşıyıcısı” iki damattan biri, bu yolla vurgunlar vurmaktadır. SADAT da içinde, savaş sanayii, büyük çapta karaparaya, daha açık söylersek uyuşturucu parasına ihtiyaç duymaktadır. Afganistan süreci sonrasında Türkiye’ye yerleşmeye başlamış olan paralı Afganlar bu uyuşturucu ekonomisi için yeni olanaklar yaratmakta, buna uygun düzenlemeler istemektedir. Eskiden, “devlet payı” olarak alınan paralar, Demirel döneminde ifşa edilmiştir. Bugün bu paralar, “özelleştirme” alanına uygun olarak, başka güçlerin eline geçmiştir. Bunlar, burada “yatırım” yapmaktadırlar ve dövizin yükselmesi, anlık olarak onların işine gelmektedir.

Döviz-faiz ikilemi, gerçekte, tüm bu yağma, rant ve savaş ekonomisi içinde bir yere oturtulabilir. Elbette bu TÜSİAD’ı, çok olmasa da rahatsız etmektedir. Hisarcıklıoğlu, faiz düşüşünden sonuçları itibarı ile rahatsızdır. Çünkü, sonuçta, vurgunu, ağırlıklı olarak bu karaparacılar, inşaat şirketleri, maden şirketleri vurmaktadır.

Faiz indirme kararı, sonuçta faizleri gerçek anlamda indirmekten de uzak olacaktır.

Bu arada içeride hayat pahalılığı artacak, bu yolla işçilerin, emekçilerin yaşamları çekilmez olacaktır. Ucuz işçi cenneti, tüm patronlar için, ister içeride satsın ister ihraç etsin, büyük bir avantajdır.

Enflasyon, gerçekte, gelir dağılımına müdahalenin araçlarından biridir, yoksuldan, çalışandan paranın, zenginlere transferinin aracıdır.

Artan vergiler, artan hayat pahalılığı, işçi ve emekçilerin belini bükmektedir. Bunun ana nedeni, uygulanan “rant-yağma ve savaş ekonomisi”dir.

Bu savaş ekonomisini finanse etmek için uyuşturucu parasına, karaparaya sistem daha fazla ihtiyaç duymaktadır. Bu savaş ekonomisi, ülkeyi bir yandan toptan, tüm bir ülkeyi “tampon” bölge hâline getirmektedir. Diğer yandan ise ülke uyuşturucu ülkesi hâline gelmektedir. Kolombiya örneğine ekonomistlerin bakması gerekir. Gelir dağılımı vb. gibi kavramlar, uyuşturucu ülkelerinde geçerli olmaz. Kaldı ki, Türkiye, bir de tampon bölge hâline gelmektedir. Bu da ilavesidir. Tampon bölge ol, sana uyuşturucudan daha fazla pay verelim. Kampanya budur. Bir alana, bir bedava kampanyalarına benzemektedir. Bu durum Saray Rejimi’nin yaşaması için dayanaktır ve Saray Rejimi, ömrünü uzatmak için başka yol görmemektedir: İçeride ve dışarıda savaş. Öyle anlaşılıyor, büyükelçi krizinde çözüm için ABD’den jest talep eden Saray, sonuçta tuhaf bir jest almıştır. ABD elçiliği, içişlerine karışma niyetimiz yoktur dedi ve Erdoğan, elçileri “persona non grata” ilan etmekten vazgeçmiştir. Ne âlâ. Krediler verilmiş, dolardan vurgunlar vurulmuştur. 25 Ekim günü, sanırım epeyce lüks konut satılmış olmalıdır. Sadece buna bile bakılabilir. 25-28 Ekim günleri kamu bankalarının yüklü, kurumsal kredileri kimlere verdikleri, herhâlde ulaşılması zor bir bilgi olmamalıdır. Buna bakılabilir.

Uzun dönemdir, Saray Rejimi, hem faizleri sonunda artırmaktadır hem de döviz kurlarını. Bu ikili makas, aslında halkı, işçi ve emekçileri doğramaktadır. Cennetlerini işçi ve emekçilerin cehennemleri üzerine kurmuş olan sermaye, Saray Rejimi’nin ortağıdır.

İşte bu Saray Rejimi çözülmektedir. Bu çözülüş, uzun süredir vardır. Çözülüşü seyretmekten bıktıysanız, devrim için mücadeleye yönelmelisiniz. Başka yol yoktur.

Çözülüş ve direniş manzaraları

Son günlerde, birçok olay, üstelik her bir alandan, sahneyi dolduruyor. O kalabalık içinde, insan, hangisini takip etsem diye şaşırıyor. En azından, bizim cephenin işçileri bunu söylemektedir. Bir makalenin içinde, bu ayrı olayların aralarındaki bağları kurmaktan çok, tek tek olaylar hakkında yorumlar yapma gereği ortaya çıkıyor. Sanırım bağlarını da, çözülüş ve direniş cepheleri açısından kurmak mümkün olacak.

Aylık bir dergi olarak Kaldıraç, her ay, “haber-görünüm” sayfaları ile doludur. Derginin gündem değerlendirmesinin hemen ardından, bu “haber-görünüm”lere yer verilir. Bu haber-görünümler, okuyucu için, duymuş olsa da, bir aylık tüm olayları toplamaya, bir araya getirmeye yardımcı olur. Bazan insan, bunca işçi eylemi var değil mi diye kendine sormak zorunda kalır. İşçi Gazetesi, Kaldıraç, direnişteyiz.org’a bakınca, ne çok haberin, burjuva medyanın tümü de içinde Saray medyasınca karartıldığına şaşmamak elde değil.

Bu “haber-görünüm”lerin ayrı ayrı hazırlanması, bu açıdan çok da önemlidir.

Bu makale, biraz “haber-görünüm” tarzına benzeyecek.

İki ana başlığımız olacak, altında ise birçok olay. Bu iki ana başlıktan ilki, çöküş hâline yükselmeye başlamış çözülüş manzaralarıdır. Bunlar daha renklidirler. Egemenlere, onların iktidarına ilişkindirler ve bu açıdan, sahneyi doldururlar. Ama hep bunlara bakmak, toprağın üstünde olup bitene bakmayı unutmak anlamına da gelebilir. Bu nedenle, bir de ikinci ana başlığımız olacak, Direniş Manzaraları.

İlkinden başlayalım, sahneden, sahneyi dolduranlardan başlayalım.

ÇÖZÜLÜŞ-ÇÖKÜŞ MANZARALARI

Bize göre, bu bir Saray Rejimi’dir.

Saray Rejimi, yağma-rant-savaş ekonomisine dayanmaktadır.

Saray Rejimi, emperyalist paylaşım savaşımının ortasında, içeride Kürt devrimine karşı ve Batı’da işçi ve emekçilere karşı yürütülen savaş koşullarında egemenlerin geliştirdiği olağanüstü örgütlenmedir.

Yani, “tek adam yönetimi” değildir. O söz, CHP’nin, burjuva muhalefetin “devleti” korumak için buldukları üstünkörü yakıştırmadır. O kadar yapabilirler, sahnede tek adam varsa, demek tek adam rejimidir. Bu nedenle olsagerek, “kendi kendini toplantıya çağırmış” gibi konuşuyor. Tek adam yönetimi sözü, işin doğrusunu, gerçeği gizlemek içindir. Tüm bunları devlet yapmıyor ama tek adam yapıyor. Tek adam, eğer gerçekten varsa, o, Erdoğan hiç değildir. AK Parti bir ABD projesidir ve TC’nin, tam olarak “ortaklaşa sömürgeden” ABD sömürgesine dönüştürülmesi, Ortadoğu’nun ABD kontrolünde yeniden paylaşılması projesidir. Proje, eğer tek adam projesi ise, o tek adam mesela Gülen olurdu. AK Parti projesi, Gülen projesinin iskeleti üzerine kuruludur. Ahmaklıkta sınır tanımayan burjuva muhalefet, CHP ve İYİ Parti, halkı da ahmak sandığı için, 15 Temmuz darbesinin siyasal ayağı nerede diye sormaktadır. Oysa o ayak bellidir. Burjuva muhalefet bunu söyleyemiyor. Bir şeyi söyleyemiyorlarsa, “nerede” diye sorabiliyorlar. 128 milyar dolar nerede? İyi ama siz zaten biliyorsunuz, onu açıklasanız olmaz mı?

1
Bakın Melih Gökçek, nasıl da söylüyor. Örnek alın, onun kadar “cesur” olun.

İtiraftır.

Çözülüş ve çöküş anları, itirafların artmaya başlayacağı anlardır.

Mesela Melih Gökçek, açıkça bunu ifade etmiştir. İfade vermeye gitti ve şöyle dedi: “Bu ülkede FETÖ’cü olamayacak iki kişiden biriyim.”

Demek iki kişi imişler. Birincisi Erdoğan’dır, ikincisi kendisi, Melih Gökçek. Acaba, bu birinci ve ikincilik, “yeme ve yutma, gasp ve çökme” işinde de aynı sırayı mı izler? Bunu bilmiyoruz. Ama Melih Gökçek, Soylu’dan daha şiddetli bir tehdit savurmaktadır. Bunu anlayabiliyoruz. Soylu, özetle “tape”lerim var, ben içişleri bakanıyım ve elimde epeyce bilgi var demek istemiştir. Mehmet Soylu bu tapelerle epeyce para toplamıştır. Oysa Melih Gökçek, daha oturaklı bir tehdit savurmuştur: Ben FETÖ’cü isem, ikinci sıradayım, ilk sıradakini çağırmak zorunda kalırım demek istemiştir.

Çözülüş hâlidir, çöküşe dönüşmektedir.

Her biri, beraber yürüdükleri o yollarda, hep çakal olmaya heveslenmişler. Hep ceplerini doldurmuş, hep başkalarının dosyalarını tutmuşlar. Ve şimdi, işler kontrolden çıkmaktadır. Saray Rejimi çözülmektedir ve herkes kendisini kurtarma peşindedir. Melih Gökçek, uçaklarla paralarını Yunanistan’a taşımıştır. İddia edilen budur. Erdoğan ise Malezya ve Katar seferlerine çıkmıştır. İddia budur. Binali, iş tutmayı bilir, o nedenle Hollanda ve Virgin Adaları ona uygundur.

2
Sedat Peker, birkaç ay önce, ünlü hâle gelen videolarına başladı. Onun videolarında ortaya koydukları çok da yeni şeyler değildi. Birkaçı hariç, hepsi daha önceden bilinen olaylardır. Biz bu konudaki fikirlerimizi de açıkça ortaya koyduk. Peker, “suç örgütü lideri” unvanını aldı. Onun adlandırması ile Süslü Sülü, açıktan Erdoğan’ı tehdit etti. Soylu, demek istedi ki, tüm devlet “suç örgütü”dür. İtiraftır, kaydediyoruz. Biz böyle görüyoruz. Devlet, en büyük suç örgütüdür ve onun içinde bir devlet yetkilisi olarak yer alan Peker, tıpkı Soylu kadar “suç örgütü lideri” ya da Peker, Soylu’dan daha çok devlet yetkilisidir. TC devleti budur.

İşte Peker, en son, yine daha önceden de bildiğimiz SADAT olayını anlattı. MİT tırları konulu dosyalarda var olan “sır”ların, aslında sır olmadığını, Peker, en başından videolarında söyledi. TC devletinin, açık ve net bir şekilde IŞİD’ci gruplara silah sağladığını ortaya koymuş oldu. Ama son olarak SADAT dosyasını yeniden açtı (Burada bir not gereklidir. Sedat Peker, Erk Acarer’e konuşmuş, bazı bilgiler vermiştir. Peker, kendine gelen video yasağı vb. kısıtlamaları aşmak için, Erk Acarer’e ulaşmıştır. Acarer, bu bilgileri, araştırmış ve ardından yayınlamıştır. Ardından, makalelerinin yayınlandığı BirGün gazetesi, Acarer ile ilişkisini kesmiştir. Doğrusu, üzerinde durmaya değer bir konudur. Acarer, bir yalan haber yapmamış, tersine bilgileri incelemiştir. Bunları yayınlarken, varsayalım ki bu bilgileri yeterince dikkatle incelememiş ise, bu elbette bir hata olur. Ama Peker’in Acarer’e ulaşması, Acarer’in onunla farklı bir ilişkisi olduğu anlamına hiç gelmez. Dahası, bir gazeteci, devlet içinden gelen bu tip deşifre edici bilgileri halka ulaştırmakla görevlidir. Peker, eğer bir “suç örgütü lideri” olarak ele alınıyorsa, doğrusu İçişleri Bakanı da bir suç örgütü lideridir. İçişleri Bakanı bir devlet memuru ise Peker de devlet memurudur. Yarın, Soylu, ifşaatta bulunursa, bunları yayınlamak da bir “etik” hata mı olacaktır? TÜGVA belgelerini yayınlamak da bir “etik” hata mıdır? Devletlerin kirli çamaşırlarını deşifre etmek, demokrat-devrimci bir gazetecinin görevi değil midir? BirGün ve Evrensel, günlük gazete anlamında en önemli haber kaynaklarımızdır. Elbette onlar birer gazetedir ama biz onları, “bizim cephe”nin gazeteleri olarak görürüz. Saray basını ya da burjuva medyanın tümünden ayırırız. Bunun nedeni, korkmadan devlete ait “sır”ları yayınlamalarıdır, gerçeği halka ve kitlelere ulaştırma çabalarıdır. Acarer’in hatasının ne olduğunu bilmiyoruz. Ama Peker’den gelen belgeleri inceleyerek yayınlamak, doğruluklarına emin olarak ortaya koymak hata değildir, tersine doğru tutumdur. SADAT ile ilgili, yarın başka belgeler ortaya konacaktır. Bunları da yayınlamak bir görevdir. Bu noktada etik sorun, bunları yayınlamamak olur. Örnek olsun, WikiLeaks belgelerini yayınlamamak, gazetecilik etiği ile bilmem ama devrimci mücadele etiği ile uyuşmaz).

Peker’in söyledikleri gündem hâline gelmeden önce olsa gerek, “War on the Rocks” isimli Pentagon’a dayanan bir sitede, ABD ordusundan bir yetkili, Matt Powers, SADAT ve Tanrıverdi hakkında bir makale yazdı. Makale, site tarafından “kişisel görüşleri” notu ile yayınlandı. Makalenin kısa bir özet çevirisi ArtıGerçek tarafından haberle birlikte verildi. Sanırım Kaldıraç, okumakta olduğunuz bu yazının da yer alacağı sayısında, makalenin tam metnini çevirip “haber-görünüm” olarak koyacaktır.

SADAT, Kürtlere karşı savaşta ortaya çıkan, kolunda Arapça yazılı kolluklarla dolaşan “tuhaf” kişiler vesilesi ile de konu olmuştu. Kürt katliamlarına, yakma olaylarına karıştığı basına yansımıştı. SADAT, birçok iç ve dış saldırıda da isim yapmıştır. Elbette, devletten ayrı da değildir.

Ama adına bakarsanız, Matt Powers, takma bir ada benzeyen bir yetkili tarafından SADAT masaya yatırıldığına göre, bazı tasfiyeler gündeme gelecek demektir. Matt (Türkçedeki mat, parlak olmayan) Powers (gücün çoğulu, güçler), yani Mat Güçler, muhtemelen arka planda kalmayı yeğleyen güçler olarak bir askerî anlam taşıyabilir. Matt Powers, hem SADAT’ın bir “özel güvenlik şirketi” olmanın ötesinde, bir ideolojik yapılanma olduğunu söylüyor hem de Adnan Tanrıverdi ile Erdoğan ilişkisinin 1994’lerde başladığını.

Powers’ın açıklaması, SADAT’ın tasfiyesi ise, bu ya SADAT’ın ABD emirlerini aştığı, kendi başına iş yapma eğilimine saptığı anlamına gelir ya da ABD-AB anlaşması çerçevesinde SADAT’a başka bir şekil verilme ihtimali olabilir. Eğer böyle ise, yani bir ABD-AB anlaşması var ise, çöküş içinde efendilerin, yani buradaki egemenlerin değil, gerçek egemenlerin, bazı “değişiklikler”i zorunlu gördükleri ortaya çıkar.

Bu da Erdoğan sonrası tartışmaları açısından kayda değerdir.

Bize göre, Erdoğan, ABD tarafından bir seçime mecbur koşulmadıkça, seçime dahi gitmeyecektir. Saray Rejimi ömrünü uzatmak için, ABD ve NATO’ya bağlılığını her fırsatta sunmaktadır. Bu konuda oldukça heveslidir. Tüm bu çabanın içinde, Erdoğan’ın, ömrünü uzatmak için ABD’den, efendiden vize alma isteği vardır.

3
Bu nedenle, Erdoğan’ın ABD gezisinde Biden ile görüşememesi, onu çok kırmıştır.

Çöküş hâlidir. Kırgınlık ondandır.

Erdoğan vize almak için Washington’a, çıkartma yapmaktadır. Türkevini açmak, Ali Erbaş’ın duaları eşliğinde ABD turu, sokaklarda Erdoğan Kitabı görseli giydirilmiş araçlar dolaştırmak, Fransızca kitabı gösterip İngilizce çevirisinden söz etmek, herkese neden hakaret davası açtığını soran gazeteci karşısında “benim hakkımda davalar yok” demek, 500 araçlık konvoyla dolaşmak, tam olarak çöküş hâlidir. ABD’de bulunduğu süre içinde BBP başkanı ile, TBMM başkanı ile ikili görüşmeler yapmıştır. Hiç utanma duymamışlardır. Çöküş, “basitleşme” hâlidir. Bir seri “basitleşme” görüntüsü ortaya çıkmaktadır. Utanma, artık anlamsız bir kavramdır Saray sakinleri için.

Ve oradan, ABD’den, iyi haberlerle dönmemiştir. Erbaş’ın tüm okuyup üflemelerine karşı, asrın lideri, nazara gelmiş, Biden ile görüşememiştir. Kısmeti bağlanmıştır. Bununla kalmamış, küsmüştür. Bu küsme hâli onu yataklara düşürmesin diye hocalar-hacılar çareler aramıştır. İyi ki Erbaş var! Hocalar-hacılar, bu kısmeti bağlanmış durumun ortadan kalkması için, en iyi yolun, Putin’i ziyaret etmek olduğuna karar vermiştir. Erdoğan, seçilmiş bir tanrısal güç olarak aklına düşen Putin ile görüşmeyi, büyük bir hamle hâline getirmiş, Putin’e, “baş başa görüşme” talebi iletmiştir. Baş başa, yani kayıtsız görüşme, Putin kardeşimden anlayış bekliyorum, açıklamalarının ardından gelmiştir.

Putin karşısında o artık ünlü hâle gelen ve Erdoğan’a ait bir poz olarak tarihe geçecek olan oturuşu yapmıştır. Pravda gazetesi, bu fotoğrafı “korku” hâli olarak vermiştir. Abdülhamid olmanın bir de bu boyutu vardır. Hele ki, taçsız Abdülhamid olursanız, başınıza efendiniz “seçilmiş adam” tacı giydirirse, işte o andan başlayarak, korku her yanınızı sarmaya başlar. Çöküş ve çözülüş hâlinde bu korku büyür.

Erdoğan’ın içinde bulunduğu korku hâli, Gezi Direnişi’nin ürünüdür. O andan başlayarak korku, sürekli büyümektedir ve boyunu aşmıştır. Saray’da, olur da patlar diye balon bulundurulmamaktadır. Elbette yerindedir. Tüm Saray erkanı, hep birlikte, ‘Allah Gezi’den korusun’ muskaları taşımaktadır. Son derece uygundur. O muskaları iyi saklayın, yakında suyunu içeceksiniz.

ABD’de 500 araçlık bir konvoyla ve artık “kitaplı” asrın liderimiz, iyi hava atmıştır. Bu “dış politika” mıdır, bilmiyoruz. Daha çok iç politikaya uygundur. “Basitleşme”nin bir sonu olmadığı anlaşılmaktadır.

Tüm TC devleti, başarılı ABD çıkartmasından ve başarılı ABD çıkartmasına gölge düşüren Biden’a karşı, Erdoğan’ın Putin ile görüşme atağının kazandırdığı zaferden mutlu ve mesuttur.

4
Erdoğan’ın sağlık sorunları üzerine tartışmalar ortaya çıkınca, en kutsal ödüle layık görülen ve eşinin danışmanlık şirketi ile para kazanmaktan yorulmayan Altun, özel bir Saray videosu ayarladı. Bu videoda, Erdoğan, bir basket oyuncusudur ve o kadar ki, Kalın, onun yanında gölge gibi cılız kalmaktadır. Erdoğan, her ne kadar kıpırdamasa da, basket atmakta, sayı yapmakta başarılıdır. Attığı her top, basket olmaktadır. Basket olmayıp potadan geri gelen top, allahın izni ile yoktur. Altun’da hokus-pokus bitmez, basket olmayan topu anında yok ederler. Ne de olsa aya sert iniş yapacak bir teknolojiye sahibiz.

Sizce bu video, Erdoğan’ın sağlık sorununun olmadığına olan inancı artırmak için mi yapılmıştır?

Erdoğan, önce CNN Türk’te canlı yayına katıldı. Aylar oluyor. Bu canlı yayında, yanıtları prompter’da olan sorular gazeteci adlı kişilere ezberletildi. Ne de olsa ezber, hafızlık mesleğinin bir meziyetidir ve bizim Saray gazetecileri, biraz hafız olmak zorundadır. Bunu anladık da, acaba CNN Türk, neden prompter’da yanıtların olduğunu gösterdi? Bu Erdoğan’a açık bir hakaret değil midir? Yoksa, bu tip sahnelerin kaçınılmaz “kaza”sı bu mudur? O kadar “tek adam” olsa idi Erdoğan, bunların hesabını tekme tokat sorardı. Demek, “o kadar” da tek adam değildir, biraz daha az “tek adam”dır.

Ödüllü eklenmiş gazeteci Abdülkadir Selvi -Peker’in “düşkün” lakabı yerindedir-, Erdoğan’a “sufle” yapmaktadır. Ve dahası, bu durum, açıkça TV’den duyulmaktadır. Yani Erdoğan’a karşı bir “itibar suikasti” midir? Dahası, Bahçeli neden sormaz, bu yolla ne demek istemektedirler, diye?

İşte bu “kaza”lar giderek çoğalmaktadır. Erdoğan, başarı dolu ama kırgın ve küsmüş döndüğü ABD ziyaretinden sonra, hemen Putin’e gitmiş, onun tarafından kabul edilmiş, ona iki yeni nükleer santral sipariş etmiş, S-400’lerin devamını alacağını söylemiştir. Putin tarafından takdir edilmiş ve S-400 bir yana, birlikte füze üretelim teklifini almıştır. (Acaba diplomatlar bu durumu, Putin’in bir çeşit alay etmesi olarak mı yorumlamıştır?) Ve buradan aldığı hızla yeni yurtdışı ziyaretlerine başlamak üzere havalimanına gelmiştir. Burada kendisine sorulan bir sorunun yanıtlarını, kâğıttan okumuştur.

Şimdi, gerçekten de, sağlık durumunun iyi olduğu konusunda bir videoya ihtiyaç vardır. Ama galiba Altun, “kaş yapayım derken göz çıkartmak” deyimine uygun davranmaktadır.

Çöküş hâlleri böyledir. Kendini, bir seri “basitlik” olarak ortaya koyar.

Erdoğan, galiba Angola’da, ortak basın toplantısında, uykuya dalmıştır. Altun elbette bu görüntülerin yayınlanmasını önleyemezdi. Ne de olsa, hepsi Saray medyası değildir. İyi ama bu haberleri Türkiye’de yasaklayıp, haberlere erişim yasağı koyamaz mıydı?

Yoksa “sağlık durumu sorunu” tüm Saray’ı mı sarmıştır? Öyle ise daha büyük bir video hazırlanmalı, bu videoda, Saray’ın bir günlük yaşantısı gözler önüne serilmeli, böylece inandırıcı olunabilir. Ama, hiçbir ayrıntı atlanmasın, tam 24 saatlik bir video.

5
Hepsi bu denli “eğlendirici” öykülerden oluşmamaktadır. Bazı ciddi gelişmeler de vardır.

CHP’li bir heyet, başında Oğuz Kaan Salıcı, Barzani’yi ziyarete gitmiştir. Salıcı, CHP’nin “derin” adamlarındandır. O, yerli ve milli bir derin olarak oradadır. ABD ona güvenir desek yanlış olmaz. Barzani ziyaretinde, Barzani’ye, bundan sonra biz geleceğiz ama korkma, ilişkilerimiz iyi olacak mesajı verilmiştir.

Saray Rejimi çözülmektedir.

Ama egemenler, kendi içlerinde, bu çözülüşe karşı çözümler aramaktadır. Bunu daha önce de yazdık. Bir grup, Saray Rejimi’nden, onun devamından, hatta onun güçlendirilerek devamından yanadır. Ama bir diğer grup, güçlendirilmiş parlamenter sistemden yanadır.

Saray Rejimi çözülmektedir.

Bu çözülüşün ana kaynakları üç tanedir: Kürt devrimi, Batı’daki direniş, buna Gezi Direnişi diyebilirsiniz ve emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımı. Bu etkenler, egemen sınıf ne çözüm geliştirirse geliştirsin, işlemeye devam edecektir.

Ama güçlendirilmiş parlamenter sistem diyenler, ataktadır. Devleti kurtarmak istiyorlar, ama kişiyi de “feda” etmek istemiyorlar.

Onların beklentisi, ABD, AB ve İngiltere arasında, bir geçici de olsa anlaşma hâlidir. Bunun için, Erdoğan sonrasının adayları ortaya çıkmaktadır. İlki Soylu idi. Peker, Soylu’yu yedi. İkincisi sinsiliği ile tanınmış, ABD’den liyakat madalyalı, Adnan Tanrıverdi’nin öğrencisi, Abdullah Gül-Fehmi Koru ile İngiltere’den poz vermiş Akar’dır. Demek Akar’ın çok meziyeti var. Normalde o “arkadaki güç” olmayı yeğlerdi, ama ne yapalım görev görevdir. Perinçek tarafından da çok sevilmektedir. Akar, yakın dönemde, Tillo’ya gidip, yanına tüm kuvvet komutanlarını da alarak, tarikatlardan onay almak istemiştir. Bu ziyaret, “ben adayım” ziyaretidir. Akar, aynı zamanda Erdoğan’a açılımlar yapmakta, ABD ile ilişkilerinin düzelmesi için Afganistan dosyası hazırlamaktadır. Ama onun siyasi kimliği zayıftır ve AK Parti desteği yoktur. Çeteleşmiş bir devlet yapısı içinde “lider” görünümü kazanması gerekir. Ama buna vakti var mıdır?

Belki bir başka aday Erbaş olabilir. Aslında sanki buna niyetlenmiş gibidir ve yargının açılışındaki duasını “liderler boşluk bırakamaz” diye savunmuştur. Demek kendinde bir liderlik bulmuştur. Ayasofya basamaklarında elinde kılıçlı fotoğrafı, belki birilerinin de hoşuna gitmiştir ama en çok kendisini etkilemiştir. Koynunda o fotoğrafı taşıdığından şüphemiz yok, her tuvalet molasında çıkartıp çıkartıp o fotoğrafa bakmakta, kendini “liderler boşluk bırakmaz” nutkunu atarken hayal etmektedir. Bu işi Erdoğan’dan daha iyi yapar.

Bir de Akşener, Kılıçdaroğlu, İmamoğlu ve Yavaş cephesi var. Oradan da bir aday çıkması mümkündür. Oradan çıkacak aday, geçiş süreci adayı olmaya niyetlidir. Niyet ile kısmet aynı olmayabilir ama şimdilik niyet budur.

İşte Oğuz Kaan Salıcı, bu cephenin ABD’den uzak olmadığının garantisi olarak Barzani’ye gitmiştir. Barzani için rahatlatıcı bir ziyarettir. Oğuz Kaan Salıcı’nın bu ziyaretin başında yer alması, İmamoğlu ve Kaftancı için de bir “ayar” anlamına gelir.

6
Bahçeli cephesini de unutmamak gerekir.

Ayrı bir alemdir.

Doğu Türkistan Cumhurbaşkanı diye bir adam, MHP toplantılarına katılmış, konuşmalar yapmıştır. Ama sonradan anlaşılmıştır ki, adamın böyle bir durumu yoktur. Yani, cumhurbaşkanı falan değildir. Birkaç arkadaş içerlerken ona, sen bizim cumhurbaşkanımızsınız, demiştir. Böylece adam cumhurbaşkanı olmuş ve TC devletinin çeşitli basamaklarında kabul görmüştür. Bahçeli, ne yapsın, bir şeye sarılması gerekir.

Son derece uygundur.

Ama Bahçeli’nin bu geçtiğimiz günlerdeki en önemli atağı, “bölücü kebapçılar” atağıdır. Bu sözleri kim yazmıştır, bu yolla ne demek istemektedir? Bahçeli bu konuda konuşsaydı, böyle derdi. Ama konuşmamıştır. “Bölücü kebapçıların işsizlikteki payı” söz konusu olunca, bu cümleden ne çıkacağını açıklamak için MHP içinde bir yarış başlamıştır. Yarışın amacı, Bahçeli’nin sözlerine anlamlı bir açıklama bulmak idi. Bir yoruma göre, Bahçeli, birkaç yıl önce HDP’lilerin kebap yediği görüntüleri kastetmiştir. Demek, birkaç yıl önceki kebap yeme görüntüleri aklına düşmüş, canı kebap yemek istemiştir. Peki bunun işsizlikle bağı nedir? Doğrusu buna benzer açıklamalar, aslında Bahçeli’nin sözlerinden daha komiktir.

Demek ki, çöküş hâlinde “basitlik” artmaktadır.

Dahası “basitlik” bulaşıcıdır, çamurdan daha fazla bulaşıcıdır.

7
TÜGVA belgeleri ortalığa saçılmaya başlanmıştır.

Türkiye Gençlik Vakfı, Bilal Erdoğan’ın şirketidir. Ailenin her biri, akçeli işlerini, kutsal bir görüntüye büründürmek için vakıf geleneğini seçmişlerdir. Hayrettin Karaman’a sorarsanız, “uygundur” fetvasını alacaksınızdır. Bilal, bu konuda öncüdür. Sadece “sıfırla oğlum”dan ibaret değildir. Bilal, bir liderdir. Bundan şüphesi olana hatırlatmak isteriz, lider değilse bile liderin oğludur. Bu seçilmiş olma durumu, ilahi bir yöne sahip ise, babadan oğula gen yolu ile taşınıyor olamaz mı? Babası orada dururken, Bilal, saygılı ve sıfırlamacı oğlan, nasıl kalkıp da “liderlik” maharetlerini göstersin? Doğrusu, Erdoğan sonrasına, veliaht olarak da düşünülebilir. Böyle başa böyle tıraş cinsinden, uygundur.

TÜGVA belgeleri, önce, TÜGVA tarafından yalanlanmış, ardından “bu belgeler çalınmış” diyerek doğrulanmıştır. Bu belgeler, içeriden gelen bilgilere dayanmaktadır.

Demek, çözülüş ilerledikçe, Saray Rejimi’nin saflarında çözülmeler başlamaktadır.

Demek, önümüzdeki dönem, daha çok itiraf ortaya çıkacaktır. Bu da daha çok belge demektir.

Demek ki, en sonunda bazı yargıçlar, savcılar, davalar açacaktır. Erdoğan sonrası, bu yargıçlar, kendilerini korumak için, en son noktada davalar açacaktır. Böylece, bu savcılar, (1) kendilerini kurtaracak, (2) bu yolla aynı zamanda yargıya güven tazelenecek, “bak kahraman yargıçlar da varmış” denilecektir. Kılıçdaroğlu, hemen bu yargıçları “kahraman” ilan edecektir.

Bu nedenle olmalı, Kılıçdaroğlu ve İYİ Parti, kendilerine bilgiler geldiğini, siyasal cinayetler, suikastler işleneceğini duyurmuşlardır.

Erdoğan bunu reddetmiştir.

Kılıçdaroğlu, devlet memurlarını “kanunsuz emirlere uymayın” çağrısı ile uyarmıştır. Erdoğan, kendisinin hemen hemen aynı sözleri söylemiş olduğunu unutarak, bunu bir tehdit olarak ilan etmiş, bunun suç olduğunu söylemiştir.

Bu süreç göstermektedir ki, devlet içinden bilgi sızdırıp, kendi geleceklerini güvence altına almak isteyenlerin itirafları artacaktır.

Hemen bir yeni açıklama devreye girmiştir. isimsiz bir yargıç, aslında herkesin bildiği bir şeyi söylemiştir. Yargıda, Hakyol ve Menzil tarikatlarının örgütlülüğünü açıklamıştır. Tarikatların binlerce üyesi olduğunu, WhatsApp grupları oluşturduklarını açıklamıştır.

Emin olabilirsiniz ki, doğrudur.

Dahası, bu sadece yargıda değil, devletin tüm kurumlarında vardır. Devlet çeteleşmektedir.

Bu WhatsApp gruplarını izleyenler, aslında o grupların her birinin içinde, ABD, Almanya, Fransa, İsrail ve İngiltere ekiplerinin de var olduğunu biliyor olmalıdır.

8
TÜSİAD, Erdoğan sonrası tartışmalarına, değişik bir perdeden katılmıştır. Bu katılımla, “biz de boş durmuyoruz” demek istemiş olmalıdırlar.

Meclis Başkanının İslamî anayasa tartışmasına, biraz ara verdikten sonra, laiklik, kurumlar önemlidir tartışması ile girmişlerdir. Öyle anlaşılıyor, Kılıçdaroğlu’na MB’yi ziyaret etme fikri de TÜSİAD çevresine aittir. MB özerk olmalıdır tartışmaları açısından TÜSİAD, daha çok devlet yönetimindekilere seslenmiştir, halka değil.

Elbette okur yazar takımı (OYT), hemen TÜSİAD’ın açıklamalarını “açacak”, mesajları iletmek için çabalayacaktır. Görevleri budur.

TÜSİAD açıklamasında, hem yeni kalkınma modelinden söz ediyor hem de eşit vatandaşlıktan. Yeni kalkınma modeli, “yağma-rant-savaş” ekonomisinin başka bir versiyonunun devreye sokulması olarak algılanmalıdır. Artık, açık bir yağma aracına dönüşmüş ihalelerin yerine, başka bir yol geçirmek istedikleri söylenebilir. Yoksa “yağma-rant-savaş ekonomisine” karşı değillerdir. Bunun sürdürülebilir bir versiyonundan yanadırlar. Acele ile günlük yağma yerine, daha uzun süreli yağma peşindedirler.

Eşit vatandaşlık ise, TÜSİAD’ın ağzından bir “zehir”dir. halka dönük mesaj budur. “Eşit yurttaşlık”, mesela Özilhan ailesi ile, bir işçi ailesinin aynı haklara sahip olması mıdır? Bu ise, bunun tek yolu vardır, fabrikalarınızı halka devredin. Özel mülkiyet ortadan kalkmadan, insanın insana kulluğu ortadan kalkmadan, 72 milleti işçi diye bir sıraya dizme işine son vermeden, işçi ve kapitalist sınıfları ortadan kaldırmadan, eşitlik diye bir şey olmaz. Siz zengin biz fakir, siz yöneten biz yönetilen, siz sömüren biz sömürülen olduğumuz sürece, eşitlik diye bir şey ancak aldatmacadır. Buyrun, servetlerinizi halka dağıtın.

Sanırım, sahneden, egemenlerin dünyasından bu kadarı yeterlidir. Aslında sonu yok bunun, her gün bir başkası bunlara eklenmektedir. Burada duralım.

DİRENİŞ MANZARALARI

Çözülüş ve çöküş manzaraları egemen sınıfa aittir, üsttekilere aittir. Bu açıdan çok renklidirler. Öyle ya egemenin hayatı, yönetenin hayatı, zenginin hayatı renklidir. Bunalımı da renkli görüntülere sahne olur. Bunalımları bile cafcaflı.

Ama esas olan hayatlar, toprağın üzerindeki, ayakları yere basan, dizlerinin üzerinde yürümek zorunda kalan, fabrikalarda üreten insanların hayatlarıdır.

Bunlar öyle albenili değildir, ama gerçek renklere, gün ışığının renklerine, hayatın doğal renklerine sahiptirler. Sunî hayatlara ait olmayan renkleri vardır. Gerçektirler.

1
Kâğıt toplayıcılarına saldırı ile başlayan direniş önemli bir gelişmedir. Normalde, yüzlerine bakılmayan, hayatları önemsenmeyen, her bakışta ister acıyarak, ister aşağılayarak itilen kâğıt toplayıcıları, bir direnişle, saldırıya karşı durarak, başları dik hâle gelmeye başladılar. Şimdi, onların yüzüne bakanlar var. Direniş, tüm işçi sınıfının onları kendi kardeşleri olarak görmesine bir adım olmuştur. Direniş, düşmanın onları dikkate almaları gerektiğini hatırlamasına neden olmuştur. Ekmekleri ellerinden alınmaya çalışılan bu emekçiler, kendi onurlarına sahip çıkmışlardır. Bu elbette büyük sonuçlar doğurmamıştır. Emeksiz, direnişsiz, bir hamlede zafer bekleyenler hayal kırıklığına uğramış olabilir. Ama kâğıt toplayıcıları, işçi sınıfının bir parçası olarak, biz de varız, demişlerdir.

Direniş, güzelleştirir.

Direniş, onuruna sahip çıkmaktır.

Direniş, insanlaşma mücadelesidir.

Boş konuşmak, kokuşmuş ilişkiler içinde yaşamanın bir yoludur. Oysa direniş, estirdiği rüzgârla, kötü kokuları, kötümser düşünceleri, kara bulutları dağıtır. Bir parça olsun gökyüzü görünmeye başlar.

2
İşçi direnişleri ülkenin her yanında yayılmaktadır. TÜSİAD YİK başkanı olan Migros’un sahibi Özilhan, “eşit yurttaşlık” üzerine nutuk atmaktan geri durmaz. Ama Migros işçileri, aylarca süren direnişin içinde, Özilhan ailesinin villasını bulup, onun önünde direnişe başlayınca, işçilerin dertlerini dinlemek için bir yol aralanmış oldu. Demek villaya dayanmak yeni bir yol olarak işe yarıyor.

Mitsuba işçileri, fabrikadan çıkmama kararı verip, fiilî olarak fabrikayı işgal etmeye başlayınca, sendikal haklarını almanın bir yolunu bulmuş oldular.

İşçi eylemleri, inat ve ısrarla sürdürülünce, farklı eylem biçimleri de devreye girmeye başlamıştır.

Cargill işçileri aylar sonra, bir adım olsun ilerleme sağlamayı başarmışlardır.

Aslında, İşçi Gazetesi’ni elinize alıp okuyunca, Evrensel, BirGün gibi gazeteleri okuyunca, birçok direnişten haberdar olmaya başlıyorsunuz. Saray basını ve ona muhalif olduğunu ilan eden burjuva basın, bu işçi direnişlerini haber hâline getirmezler.

Çözülmekte olan Saray Rejimi, tüm güçleri ile işçi eylemlerine saldırmakta tereddüt etmez.

Önümüzde, 150 bin metal işçisinin toplu sözleşme görüşmeleri var. Kriz, enflasyon altında ücretleri eriyen, yaşamları zorlaşan tüm işçilerin gözleri, metal işçilerinin eylemlerinde olacaktır.

Aile hekimleri, gasp edilen hakları, pandemiye rağmen kesilen ücretleri, çalışma koşullarının kötüleşmesine karşı, çöken sağlık sisteminin sorunlarının kendilerine yüklenmesine karşı eyleme geçmişlerdir. Her eylemcinin yüzünde bir ışık oluşmaktadır.

Direniş, direnişteki herkesi güzelleştirmektedir.

3
Kadın eylemleri, hiç durmamaktadır.

Avukatlar, ilk kez “işçi avukat” terimini bu denli yaygın söylemeye başlamışlardır. Avukatlar, kendi hakları ile, işçi ve emekçilerin, savunmaya ihtiyaç duyanlarının savunulmasının arasındaki kopmaz bağı hissetmeye başlamışlardır. Avukatlık, sadece geçimini sağlamak için bir meslek değildir, aynı zamanda savunma hakkının korunması için toplumsal bir roldür.

Öğrencilerin yurt sorununa karşı, artan kiralara karşı ortaya koydukları direniş, Boğaziçi’nde süren direniş, hemen her üniversitede gelişen eylemler, güzelleştiren eylemlerdir.

Direniş güzelleştirmektedir.

Direniş aklı açmakta, düşünceye ve akla vurulan prangaları parçalamaktadır.

Direniş zekâyı keskinleştirmektedir.

Keskinleşmiş zekâsı ile direnişçi, mücadelenin daha farklı yol ve yöntemlerini de keşfedecektir. İhtiyaç keşfin anasıdır. Örgütlü işçi, örgütlü gençlik, örgütlü emekçi, mücadeleyi daha ileriye taşımanın da yolunu bulacaktır.

4
Egemenlerin içinde süren tartışmalar açık ve nettir. Bir yandan Saray Rejimi’ni güçlendirmek isteyenler vardır, diğer yandan ise, “kişi değil, devleti kurtaralım” diyerek, parlamenter demokrasiden söz edenler vardır.

Ama bu tartışmanın tamamen dışında, işçi sınıfının yolu vardır.

İşçi ve emekçilerin iktidarı, sosyalist devrim, gerçek anlamda çözüm yoludur.

Direniş cephesinde yer alanlar, esas olarak bu direnişler üzerine tartışmalıdır. Gerçek anlamda çıkış buradadır. İşçi sınıfının, kadınların, öğrencilerin geliştirdiği direniş, kurtuluşun, yeni bir dünyanın tohumlarını taşımaktadır. Gezi ruhu burada yaşamaktadır.

İşçi ve emekçiler, yeni direniş yol ve yöntemleri geliştirmektedirler. Ama bunlar, kendiliğinden, önceden tasarlanmayarak gelişen metotlar olmamaktadır. Bir de bunları önceden tasarlamak, örgütlü geliştirmek hâli vardır. Buna rağmen bu yeni direniş yolları çok değerlidir. Ama artık, bu direnişlerin gelişimi, bu direnişlerin büyümesi, bu direnişlerin daha örgütlü hâle gelmesinin tek yolu vardır: Birleşik Emek Cephesi.

Devrimci hareketimizin ana görevi budur. Birleşik Emek Cephesi’ni örmek, bugünün en önemli görevidir. Bu yolla, sadece eylemler daha örgütlü, direnişler daha kalıcı hâle gelmekle kalmayacaktır. Aynı zamanda eylemler içinde devrimci akıl daha fazla devreye girecek ve mücadele daha öğretici olacaktır.

Birleşik Emek Cephesi, mimarını, mühendisini, doktorunu, avukatını, öğrencisini, kadınını, erkeğini içine alarak tüm işçi ve emekçilerin ortak mücadele cephesidir.

Altını çizmek istiyoruz, bu topraklarda, kolay zafer olmayacaktır.

Emeksiz ilerlemek, emeksiz kazanmak, örgütsüz güçlenmek mümkün değildir.

Standartlanmış yaşamları, yakınmalı sohbetlere hapsolmuş yaşamı, içki masalarına hapsolmuş eleştirileri aşmak gerekir. Hayatın içine, tüm varlığınla, tüm benliğinle, tüm enerjinle dalmak, mücadeleye böyle atılmak gerekir.

Birleşik Emek Cephesi, bir direniş cephesidir.