Ana Sayfa Blog Sayfa 85

Devletleşen çeteler, çeteleşen devlet… Bu pisliği ancak devrim temizler!

Bilinen bir gerçek itiraf olundu: Karşımızda tüm çıplaklığıyla Saray Rejimi… Saray Rejimi bir çeteler koalisyonudur. Saray Rejimi’nden önce bir ‘devlet’ vardı, evet. Tarihi, Saray Rejimi’nin ‘kısa’ tarihini aratmayan bir devlet… Neredeyse bir asırdır, halklara, işçilere karşı katliamlar organize edenler, sözümona “sermayenin Türkleştirilmesi” adına gayrimüslim halkların mallarına çökerek işe başlayanlar ve onların yetiştirdikleri; otoparkından marinasına, fabrikasından arsasına, ormanından deresine, denizine kadar ‘çökmeye’ devam etmektedir. Bugün ise ekran karşısında birbiriyle kapışmaktadırlar.

Hepsi devletlidir ve hepsi çetedir. En büyük icraatları birilerinin mallarına çökmek, uyuşturucu ticareti, yağma, rant ve katliamdır. Tarihleri budur. Bugünse çete ve devlet eskisinden çok daha iç içe geçmiş; çeteler devletleşmiş, devletler de çeteleşmiştir.

Çetelerin devletleşmesi, devletlerin çeteleşmesi tüm dünyada bir eğilimdir. ABD’den, Arjantin’den getirilen Nazi artıkları ile Ukrayna’da kurulan iktidar, çete devlete bir başka örnektir, IŞİD bir başka, Libya’daki çete hükümetler bir başka örnektir. Bu çeteleşmenin dünyada süren emperyalist paylaşım savaşı ile doğrudan bağı vardır.

Bu, aynı zamanda kapitalist-emperyalist sistemin, fazladan ömür süren bu ucube sistemin çürüyüşünün zirvesidir. Emeğin ve doğanın azgınca yağmasına dayanan bu kokuşmuş düzeninin pis kokular yayarak ortaya saçtığı pisliklerdir.

Bugünkü kapışmanın arkasında bir plan olduğu ortadadır, bu planın asla biz ezilenlerden yana bir sonuca vesile olmayacağı da… Sedat Peker itiraflarında toplumsal muhalefete de sesleniyor. Hafızasını kaybedecek kadar uyuşmuş olan bir kesim neredeyse buna sevinecek noktadadır. Sanki yılların faili ‘meçhul’ cinayetleri, köy yakmaları, dışkı yedirmeleri, Sivas, Gazi, Roboski, Diyarbakır, Suruç, Ankara Garı, Cizre bodrumları bu videolarla çözülecekmiş gibi, sanki bu itirafları yapanlar bir anda “tarafsız” oluyorlarmış gibi…

Ama hafızasını kaybedenlerin yerine de hatırlatmakta fayda var; biz sizin dünyanızdan değiliz.

Sedat Peker destekli uyuşturucu çetesine karşı mahallesini savunan Hasan Ferit’in arkasında para babaları, korumaları, yatırım yaptığı “devletliler”i yoktu. Sırtlarında bir gömlekle yaşamı savunmaya çıktılar hepsi; Berkin de, Ali İsmail de, Ethem de, Abdullah da, Medeni de, Mehmet de, Ahmet de. Sömürünün ve zulmün olmadığı, eşit, özgür ve kardeşçe yaşanan bir ülke ve dünya için toprağa düşen on binler de… Önce onları hatırlatmakta fayda var. Karşımızdakiler, hepsi, onların katilleridir.

Bu pisliği devrim temizler!

Egemenler bunlardır; tekeller, sermaye sahipleri, uyuşturucu çeteleri, inşaat çeteleri, medya çeteleri, tarikat-cemaat çeteleri ve onları temsilen devleti yönetenler… Hepsinin planı bizim emeğimizi sömürmek, bizim çocuklarımızın geleceğini çalmak, bizi köleleştirmektir.

Hiçbir seçim, düzen içi hiçbir seçenek, bu tarihten beri süregelen yağma-rant-katliam üçgenini temizleyemez. Burjuva muhalefetin tek rolü, buna dair gelişecek halk tepkisini bastırmak olur. Çünkü Saray Rejimi’nin içinde onların da hiç hafife alınmayacak bir görevleri vardır; budur görevleri.

Bugün yapması gerekeni bildiği hâlde yapmayan, kendi yaşamı için, çocuklarının geleceği için örgütlenmeyen; bir devletlinin diğer devletliyle, bir çetenin diğer çeteyle kapışmasını izlemeye devam edebilir. Kendi hayatından çalınanları, kendi memleketinde dönen pisliği Netflix dizisi gibi seyretmeye devam edebilir. Bu pislikten kurtulmak, yaşamını, iradesini, emeğinin değerini, özgürlüğünü kazanmak isteyenlerin ise önündeki tek seçenek, sömürüye, adaletsizliğe, çürümeye karşı mücadele etmek üzere direnişin bir parçası olmak ve örgütlenmektir.

Biz Geziciyiz, siz gidici!

Biz Geziciyiz ne demek? Özgürlüğü, onuru için mücadele edenlerin, işçilerin, kadınların, halkların, öğrencilerin mücadeleleri sınıf savaşımının bir parçasıdır. Bu iki sınıf arasında ifade bulan; sermayeye karşı emeğin, onursuzluğa karşı onurun, yabancılaşma ve yalnızlığa karşı insanlaşmanın savaşımıdır. Biz Geziciyiz demek buradaki tarafın ifadesidir. Biz Geziciyiz demek, 15-16 Haziran büyük işçi direnişinde de, Ankara’nın göbeğinde Tekel direnişinde de, 7 Haziran’da açığa çıkan ortak mücadelede de, Boğaziçi direnişinde de biz varız, buradayız demektir. Sermaye sahiplerinin, çetelerin, yönetenlerin karşısında kazanana kadar örgütlü mücadeleyi büyüteceğiz demektir.

Ve siz gidicisiniz… Hepiniz ama hepiniz… Çöktüğünüz tüm mallar, marinalarınız, yatlarınız, kokainleriniz, tırlarınız, gemilerinizle, iktidarlarınızla, burjuva muhalefetinizle gidicisiniz. Bugün meydanı boş buldunuz, birbirinize esip gürlüyorsunuz. Çünkü doğru, bugün işçiler, emekçiler, halk kendi gücünün çok azının farkındadır. Kalan az vaktinizde, meydanda at koşturmaya, marinalarınızı, uyuşturucu sevkiyatlarınızı anlatmaya devam edin. Düne kadar devlete ‘baba’ diyen emekçiler “Meğer devlet, vatan, millet, kokainmiş” dediğinde; bir kurtarıcı beklerken, yaşamlarını çalanın bu çete-devletin ta kendisi olduğunu fark edip mücadeleye katıldığında, kendi gücüne güvenmeye başladığında, siz birbirinize yeniden nasıl kenetleneceksiniz biliyoruz. Siz bitmiş bir çağın insanlarısınız. “Siz gidicisiniz” bu demek.

Bizim gündemimiz, kazanana kadar direnişi adım adım büyütmektir. Birleşik Emek Cephesi’nde, emeği çalınanlar, açlıktan ölmekle salgından ölmek arasında seçim yapmaya itilen işçiler, işsizler, geleceksizler, halklar, kadınlar, gençler olarak bu pisliği temizleyene kadar; geleceğimizi, onurumuzu, özgürlüğümüzü kazanana kadar örgütlü mücadeleyi yükseltmektir. Yaklaşan bizim zamanımızdır.

Kaldıraç

25.05.2021

Çete-devlet Devlet-çete – Deniz Adalı

Kaldıraç dergisinin Ekim 2015 tarihli 171. sayısında yayımlanmıştır.

Biz, devrimciler için, devlet, sınıflı toplumun, bir insanın bir başka insan tarafından sömürülmesine dayanan sınıflı toplumun varlığının itirafı demektir. Devlet, insan tarihi ile birlikte başlamadı. İnsanlık, ilkel komünal toplumdan, köleciliğe geçtiğinde, devlet de doğdu. Köleci toplum, sınıflı toplumların ilkidir. Bu ilk sınıflı toplumun, insanın insanı sömürdüğü ilk toplumsal biçimin içinde, sınıfların varlığının itirafı olarak devlet şekillendi. Devlet, sömüren sınıfın elinde diğer sınıfları bastırmak için bir araç olarak şekillendi. Sınıflı toplumlar “geliştikçe”, feodal toplum, kapitalist toplum vb. devlette “gelişti”. En gelişmiş devlet, en kötü olanıdır, en “insanlık dışı” olanıdır.

Biz devrimciler, bu sınıflı toplumu yıkmak için, insanın insan tarafından sömürülmesine son vermek için mücadele ederiz. Devrim, ezilen sınıfların, muktedirin sözü ile “ayak takımının”, üzerine yapışmış sömürücüleri alaşağı etmesi ve yeni bir dünya kurmasıdır. İktidarı devirdiğimiz, ama henüz komünizmi kuramadığımız bir süre için, işçi sınıfı ve halk iktidarı devlete ihtiyaç duyar. Proletaryanın bu devleti, aslında yarım bir devlet sayılır, çünkü zaman içinde sönmesi hedeflenmektedir.

Ekim Devrimi ile SSCB’de ne hatalar yapıldı tartışması bizce önemlidir. Bunları kendi tarihimizin bir parçası olarak görürüz ve buradan öğrenmeyi, bir zorunluluk olarak ele alırız. Ekim Devrimi’nin sonrasında SSCB döneminde, devrimin dünyaya yayılamaması, emperyalist kuşatma altında zorunlu olarak devlet aygıtının güçlendirilmesi, komünizme geçiş sürecini uzatmıştır. Bugün, artık o dünyada değiliz. Bugün, 1917 ile kıyaslanmayacak ölçüde, dünya komünizme geçişin teknik altyapısına sahiptir. Sadece iletişimi, sadece plastik kartlara yüklenmiş parayı vb. ele alın, anlamanıza yetecektir. Özetle, biz, devlete, nesnel olarak giderek kısalmakta olan sosyalizmden komünizme geçiş süreci boyunca ihtiyaç duyacağız, hepsi budur. Sonra devlet, sönümlenecektir, tarih sahnesine çıktığı gibi, tarih sahnesini terk edecektir. Olumsuzlanmanın olumsuzlanması denilen yasa böyle kendini gösterecektir.

Kısacası, biz devleti hiçbir zaman “sevmeyiz”, “kutsamayız”. Elbette devlet, proletaryanın, halkın elinde olduğu zaman, bizim için, dünyayı değiştirme sürecinde bir yeni aşamaya erişmiş oluruz. Bu nedenle, burjuva devleti yıkmak, yerle bir etmek isteriz. Bu da devlete bir “önem” verdiğimizin kanıtı olabilir. Ama onu sevmeyiz ve kutsamayız.

Günümüz devleti, burjuva sınıfın devletidir. Bu artık dünyanın her yerinde böyledir. Ve bu devlet, burjuva sınıfın, tarih boyunca yaşadığı sınıf savaşımını deneylerini içererek, ona göre şekillenmiştir. Bu nedenle, günümüz devletinin, her zaman Hitler ve Mussolini döneminde ortaya çıkan, özü gereği, Ekim Devrimi ile başlayan dünya devrimine karşı gelişen faşizmi de içermektedir. Avrupa’nın en “mükemmel” demokrasilerinde, faşizmin dişlileri “kadife bir şal” ile örtülü durmakta ve çalışmaktadır. ABD ve İngiltere başta olmak üzere, dünya “demokrasinin beşiği” denilen ülkelerde, 21. yüzyılın sadece 15 yılı boyunca, “demokrasi” denilen şeyin, kendi anayasalarının nasıl ayaklar altına alındığını hep beraber gördük, yaşadık, yaşıyoruz.

Ama son yıllarda, burjuva devlette de daha farklı değişimler gündeme geliyor. İncelemememiz gereklidir. Öyle ya, alaşağı edeceğimiz düşmanın elindeki en gelişmiş silâh, devlet denilen makinadır. Bunu analiz etmeden olmaz.

İki örnek vardır yakından bildiğimiz ve hakkında tartıştığımız, birincisi IŞİD’dir, ikincisi Ukrayna’daki devlettir. Bugünlerde buna, ülkemizdeki devlet de eklenmiştir. Irak, Afganistan deneyimlerinin ardından, dünyada meydana gelen değişimleri görmemiz için, bu üç örneğe bakmamız gerekiyor.

SSCB çözülünce, emperyalist güçlerin, Washington ve Londra’da ikamet eden “efendiler”in, birikmiş arzuları su üstüne çıktı. Öyle anlaşılıyor ki, birbirleri ile yarışmaya başladılar. Artık, “bir ülkenin silâhlarla işgali” eski moda olmaktan çıktı. Artık, rafa kaldırılmış planlar yeniden masaya yatırıldı. Ve dünyanın emperyalist güçler arasında yeniden paylaşımı savaşımı devreye girmeye başladı. Almanya, Fransa bu pastadan az pay almaya hiç de niyetli değillerdi. Almanya, Doğu Avrupa’da hatırı sayılır bir “ekonomik” ilerleme kaydetti.

ABD, Afganistan ve Irak’ı işgal etti. Bu ülkelerde devlet yapılanması ciddi ölçüde değiştirildi. Nasıl ki, SSCB döneminde lanetlenen “sömürgecilik yöntemleri” yeniden gözde hâle getirildi, yeniden sahaya sokuldu ise, aynı biçimde devlet denilen burjuva aygıt da, tüm çıplaklığı ile ortaya çıkmaya başladı. Nasıl olsa korkulacak bir dünya sosyalist sistemi kalmamıştı. SSCB döneminde aldıkları “sosyal haklar” önlemlerine de gerek yoktu, dünyayı fethetmek için bazı kontrol ve frenlere de ihtiyaç duymuyorlardı. Dünya bir köy idi, globalizasyon bunu söylüyordu ve bu köyün eski sosyalist ülkelerden oluşan bölümü sahipsiz idi. Eskiden onlara güç vermemek için, köyün bazı mahallelerinde “centilmen” olarak davranmaya çalışırlardı, artık ona da gerek yok. Biraz sonra haşlanmış bir tavuk hâline getirilecek bir sömürge yetkilisine, “buyurun” derlerdi, şimdi buna gerek yok, açıkça haşlama işine kapıdan, kameraların önünden başlanabilirdi. Öyle yapıyorlar.
Dünyanın emperyalist güçler arasında paylaşılması için yapılan kurgu, sadece emperyalist güçlerin pastadan alacağı pay nedeni ile değil, halklardan yükselmeye başlayan tepki nedeni ile de farklı eğilimler almaya başladı. Dünyanın pek çok yerinde halkların sokaklara çıkışı gerçekleşti. Bu süreç, paylaşım savaşımı ile birleşince, yeni görüntüler ortaya çıkmaya başladı.

Afganistan’daki devletin, pek de devlet olmadığını, tıpkı Suudi Arabistan devletinin bir petrol kuyusunun kontrolü üzerine kurulu yobaz ve yoz bir yapılanma olduğunu bildiğimiz gibi, Afganistan’daki devletin de eroin pazarlaması üzerine kurulu yoz bir devlet olduğunu biliyoruz. Afganistan ve Irak deneyimi, ABD’ye epeyce yüksek maliyetlidir. Ama anlaşılan ABD, buralardan epey şey de öğrenmiştir.

Ukrayna devleti, bir çete devletidir. İkinci Dünya Savaşı yenilgisi ile, ülkeden kaçan, ABD ve daha çok Kanada’ya yerleştirilmiş olan Nazi artıkları, ABD operasyonunun bir parçası olarak, Ukrayna devletini kontrol etmektedirler. Ve Ukrayna halkları arasında, yüzyıllarca unutulmayacak ölçüde kan dökülmüştür. ABD, bu “modern” devlet uygulamaları ile, çete-devlet uygulamaları ile, hem paylaşım savaşı için yapması gereken hamleleri hızlı yapma şansını elde ediyor, hem de sonu gelmez düşmanlıklar için tohumlar ekmiş oluyor. Evet, ABD Ukrayna’da Kırım konusunda amacına ulaşamadı. Ama, birincisi, Almanya ve Rusya yakınlaşmasını kesti, İkincisi Ukrayna’da, her zaman sorun olan bir çete-devlet kurmayı başardı, bu Ukrayna halkını kendi tarihinden uzaklaştırmak için mükemmel bir avantaj olarak okunmalıdır, üçüncüsü Rusya’nın batısındaki ülkelerde, gerçekte Almanya’nın önünü de kesmeye yarayacak şekilde asker yerleştirmeyi başardı. Bu işten Rusya ve Almanya’nın zararla çıktığı kesindir. Ukrayna halkı ise kaybeden, bedeller ödeyendir, daha da ödeyeceği kesindir.

IŞİD, bir başka ilgiye değer çete-devlet örgütlenmesidir. ABD, Libya’nın ardından Suriye’yi, bir lokmada yutacağını sanmış olmalıdır. Ama öyle olmadı. Şimdi, ABD, Filistin sorununun gelişimini de bilerek, Suriye, Irak, Filistin gibi alanları yerle bir etmek, tarihten ve insandan arındırmak istiyor. Dubai tarzı yekpare camdan yapılanmalarla, sokaklarında tarihin silindiği bir alan yaratmak istiyorlar. İsrail’in yıllardır Filistin halkına uyguladığı baskı ve şiddet, İsrail’i şu noktaya getirmiştir: Tamamen, binaları ve insanları ile Filistin’i dümdüz etmek gerekli. Yoksa burada doğan her çocuk, bir direnişçi hâline gelmektedir. İşte Suriye’de bunu yapmak istiyorlar ve adı IŞİD’dir.

Bir örgüt, ilk kez, El Nusra, El Kaide vb. adlarla değil, doğrudan, adına “devlet” kelimesini alarak kurulmuştur. Bizce uygundur, zaten sizin devletleriniz, modern burjuva devletler, ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye vb. hepsi birer IŞİD’dir. Kadınları boğazlayan, çocukları katleden, tarihi yok eden vb. Devletleriniz ile IŞİD arasında fark nerededir?

IŞİD, bir devlet olarak ortaya çıktı, sınırları her gün değişen bir devlet, yasaları olmayan bir devlet. Tıpkı, bugünlerde Türkiye Cumhuriyeti devleti gibi. Kendi anayasasını ayaklar altına alan bir devlet.

Erdoğan yönetiminde şu son yıllarda TC devletinin evrimi de izlemeye değerdir.

Erdoğan-devlet-AK Parti, bu üçü bir arada ele alınmalıdır. Yoksa sadece Erdoğan olarak ele almak, aslında resmin sadece bir parçasını görmek olur.
Erdoğan, bir proje idi. Bunu, hani onlar Demirtaş’a böyle saldırıyorlar diye, bizde yanıt olsun diye söylemiyoruz, daha biz söylemiyoruz. En yakınında bulunanlardan biri, Zapsu, Amerika’daki yetkililere, mesela ‘karanlık prensi’ diye anılan Fehmi Koru’nun çok yakından tanıdığı kişiye, “efendim bunu süpürüp atmayın, kullanın” demişti. Biz buradan biliyoruz. Kendisine ABD adına, eşbaşkanlık görevleri verilmiştir, buradan biliyoruz.

Ve Erdoğan projesi, Suriye kayasına çarptı. Bir sabah yola çıkıp, Maho Ağa, yanına Davutoğlu’nu Kibar Feyzo rolünde alarak (Kibar Feyzo’ya haksızlık olacak, Davutoğlu’nun elleri kanlıdır), öğlen namazını Şam’da kılcaklardı. Ama olmadı. Erdoğan için şansın döndüğü an budur. Biliniyor, her “projenin” bir başlangıcı bir de sonu vardır. Projeyi yapanlar Erdoğan’a nasıl bir son uygun görmüşler ve ne zamanı uygun görmüşler bilmiyoruz. Ama öyle anlaşılıyor, Erdoğan bu sona, planlanandan erken gelmektedir. Suriye’de işler ters gittiğinde, elbette ABD, önce Davutoğlu’nu, sonra Erdoğan’ı haşlamıştır. Ama Gezi Direnişi, işi tamamen farklı bir noktaya taşımıştır. Muktedirin kimyası bozulmuştur. Muktedir, söylentiler böyledir, artık kimseyi dinlemez hâle gelmiştir. Bunu, zaten, Zarrab’ın önüne halı olarak serilen İçişleri Bakanı’nın internete düşmüş ses kayıtlarından da anlıyoruz. Ve elbette muktedir bunu yaparsa, işe yaramaz hâle geldiğini görmek, efendiler için zor olmaz.

Konu Ortadoğu olunca, ABD’nin de hiçbir politikası tutmamaktadır. Bu nedenle, IŞİD devreye sokulmuştur. Erdoğan, uzun süre kendisini IŞİD’in sahibi sanmış olmalıdır. Ama hayat gösterdi ki, ABD, kendisi organize ettiği IŞİD’e karşı operasyona hızla başlayabiliyorken, kendisini IŞİD’in sahibi sanan TC devleti, aynı manevrayı, göstermelik olarak olsa bile yapamıyor. Büyük ölçüde silâh sevkiyatı sürerken, şimdi buna kimyasal silâhlar eklenmiş iken, üstüne üstlük, Kürtlerin IŞİD’e karşı zaferinden korkuya kapıldıkları için, bir bölge oluşturmak, sonra da Afrin’i boğmak istiyorlar. Bunun için, bölgeye 500 kişiden oluştuğu söylenen, Afganistan’da da savaşmış, özel kuvvet gönderiyorlar. Bu özel kuvvet, “Fetih Ordusu” denilen yeni ordunun çekirdeğini oluşturuyor. TC devleti, artık ÖSO ile iş yapmıyor. TC devleti, bir Fetih Ordusu oluşturmuş, bu orduya yol vermesi için El Nusra belli bölgelerden geri çekiliyor, bunlar IŞİD ile konuşuluyor ve böylece, Fetih Ordusu kontrolünde bir bölge ile, Kürtler iki yönden kuşatılmak isteniyor. Geriye iki yön daha kalıyor ki, burada da IŞİD devreye girecektir.

Demek oluyor ki, bir anda, birden bire, bir devlet kuruluyor: IŞİD. Bu devleti, mesela TC devleti tanıyor. Onlarla ticaret yapıyor, diplomatik ve askerî ilişki kuruyor. Ve bir de görüyoruz ki, bir günde ÖSO kurulmuştu ve şimdi yarım günde Fetih Ordusu kuruldu.

Fetih Ordusu önemlidir, çünkü bizi bir yere götürüyor. Fetih Ordusu ismi, Suriyeliler tarafından konmuyor. Neyi fethedecekler. Daha önceki ÖSO ismi de kendilerine ait değildir ama olabilirdi, çünkü Esad yönetiminden “özgürlük” talebi, çekici bir etkiye sahip olabilirdi. Ama Fetih Ordusu, Erdoğan ve şürekasının koyduğu bir isimdir. Suriyelilerden umudunu kestiler, şimdi Suriye’yi topyekûn fethetme rüyasındalar. Bunun için Fetih Ordusu ismini koydular ve IŞİD’den de destek istemektedirler.

Görüldüğü gibi, bölgede Pandora’nın kutusu açılmıştır.

Birden bire ABD-İngiltere-İsrail-Suudi Arabistan-Türkiye ve Katar tarafından organize edilen IŞİD diye bir çete-örgüt ortaya çıkmıştır ve bölgeyi yerle bir etmekte, soykırım ve tarih katliamları organize etmekte, kadınları pazarda satmakta, çoluk çocuk ırzına geçmekte ve bunları İslam adına yapmaktadır. TC devleti, bu örgüt ile her düzeyde temastadır ve Fetih rdusu ile kendisi bizzat sahaya girmiştir. IŞİD’e ülke içinden sağlanan destek yeterli gelmemiş ve doğrudan TC devleti 500 kişilik bir özel kuvvet ile devreye girmiştir.

Bize göre Ukrayna’daki çete nasıl mevcut devlet çarkını ele geçirmiş ve devlet olmuş ise, IŞİD, bir çete-devlet olarak organize edilmiştir. Bu sayede belki, “devlet baba” düşünceleri, duyguları vb. yerle bir olur, belki insanlar, devlet denilen mekanizmanın ne olduğunu biraz daha iyi anlarlar.
Bu arada ise TC devleti de evrim geçirmektedir. Erdoğan-Devlet-AK Parti üçlüsü, isterseniz siz buna teklisi de diyebilirsiniz, son yıllarda, ülkeyi savaş alanına çevirmiştir. AK Parti, tek başına iktidar olamadığı seçim sonuçlarını açıktan tanımamıştır, Erdoğan anayasayı rafa kaldırmış ve fiili durum ilan etmiştir. Ülkenin her alanında devlet eli ile şiddet tırmandırılmaktadır. Basın üzerinde baskılar dur durak bilmeden artmaktadır ve Kürt illerinin hemen hepsinde sıkıyönetim, sokağa çıkma yasağı vb. devreye sokulmuştur.

Erdoğan’ın, şiddeti tırmandırarak kendini kurtarma isteği biliniyor. Ama bu, daha ileri taşınmıştır. Erdoğan, bugün, başkanlık sistemini ilan etmiştir. Devlet içinde daha önceden var olan ve adının Ergenekon olduğunu öğrendiğimiz kontr-gerilla yapılanmasının yerine, doğrudan Erdoğan’a bağlı bir yapı oluşmuştur. Fetih Ordusu’nun içerde de bir izi olduğu fikrindeyiz. Erdoğan, devlet ihalelerini dağıtmak için, açıktan bir çete kurmuştur. Bu çetede yer alan müteahhitler, karne ve tabelalarını Bilal’e teslim etmiştir. Bu çete, devletin tüm gücü ile, tüm inşaat sektörünü, hatta dahasını ellerine geçirmiştir. Sabiha Gökçen Havalimanı’nın satılmasını ele alın, tüm bu çarkı göreceksiniz. Bu çete mantığı, bu mafya mantığı, bugün, Erdoğan’a bağlı devlet örgütlenmesinde de yansımasını bulmuştur.
Erdoğan, devlet, AK Parti, üçü birlikte, tüm gücü ile Kürdistan’ı kana bulamaktadır. Özel TİM ve özel kuvvetler devreye sokulmuştur. Polis üniformalı kişiler, “biz IŞİD’iz” diye bağırmaktadır. Rastgele sokaklarda ateş açılmaktadır. Bu sadece Erdoğan’ın kendini kurtarma girişimi değildir. Bu sadece iktidarı paylaşmayı reddetme ve seçimlerle birlikte halkın iradesini ayaklar altına almak değildir. Bu aynı zamanda TC devletinin baştan aşağıya çeteleşmesidir.

Devletin her kademesi, bu özel savaştan fayda ummaktadır. Cizre gibi ilçelere binlerce asker ve polis yığılmaktadır. Daha çok İçişleri Bakanlığı’na bağlı jandarma ve polis güçleri devrededir. Valiler, doğrudan Erdoğan valileri olarak devrededir. Ve tüm bölge kana bulanmaktadır. 7 yaşında çocuklar öldürülmektedir. Tam da IŞİD’in yaptıklarına benzer bir terör havasıdır bu. Çeteleşme, kendini hiçbir hukuka bağlı görmemek de demektir. Devletin çeteleşmesi budur.

Bu nedenle, bu, sadece Erdoğan’ın operasyonu değildir, tümden bir çeteleşmedir. Devletin baştan aşağıya bir bütün olarak savaşı tırmandırdığını görmekteyiz.
Erdoğan, tüm halka, devlet denilen şeyin, tam bir çete, tam bir kirli ilişkiler ağı olduğunu göstermiştir. Devlet baba, artık bitmiştir. Devlet makinası, halkın, işçi ve emekçilerin, özgürlük isteyenlerin, ayrımcılık ve haksızlıktan şikâyeti olanların, onurlu bir yaşam isteyenlerin tam karşısındadır, tam karşısında bir kirli ilişkiler ağı, hukuksuz bir savaş makinası olarak durmaktadır.

Gelmekte olan devrimdir, Biz Gezici’yiz, siz gidici!

Tüm dünyada, işçiler, işsizler, emekçiler, kadınlar, öğrenciler ayakta.

“Her şeyimizi aldılar, korkumuzu bile!” diyen Kolombiya’dan, “Yaşadığımız depresyon değil kapitalizm!” diyen Şili’ye, “Gezegen Yanıyor, Élysée Ne Zaman Yanacak?” diyen Fransa’dan, “Gece karanlıktan korkarsan bu şehri ateşe veririz” sloganına hayat veren Arjantin’e ve Meksika’ya, 250 milyonun sokağa çıktığı Hindistan’a ezilenler, aşağılananlar, yok sayılanlar ayakta.

Kapitalizm artık ezilenler için rıza üretememektedir, vaatlerinin sonuna gelmiştir. Dünyada eylemler, geleceksizliğe, kölece çalışma koşullarına, işsizliğe, insan olarak görülmemeye karşı gelişmekte ve başkaldıranların talepleri tüm dünyada ortaklaşmaktadır.

Bugün topraklarımızda ise artık Saray Rejimi’nin yaptıklarını sıralamak bir anlam ifade etmemektedir. Devletin yaptıklarına şaşırmak, “bu kadar da olur mu” demek bir anlam ifade etmemektedir. Avrupa’dan, ABD’den ya da bir yerlerden “özgürlük” beklemek, “insan hakları” için bir ümit duymak hiçbir anlam ifade etmemektedir.

Yapılanlar karşısında duyulan bu şaşkınlığa karşı içimizdeki öfkeyi ön plana çıkarma cesaretine ihtiyacımız var. Gerçekleri kabul etme cesaretine ve öfkeyi örgütleme gücüne ihtiyacımız var.

Bu topraklarda, Gezi Direnişi özgürlüğün ne olduğunu herkese yaşatan bir direniştir. Gezi Direnişi bilinçli bir şekilde adım adım planlanıp, örgütlenen bir direniş değildir. Fakat Gezi Direnişi öncesindeki süreci hatırlamakta fayda vardır. Ankara’da Sakarya Meydanı’na çadır kuran Tekel işçileri, “1 Mayıs alanı Taksim’dir” diyen, 2007-2008-2009 1 Mayıs’ları ve Taksim’in kazanılmasıyla dünyada Küba’dan sonra en kalabalık yapılan 1 Mayıs’lar, Karadeniz’de HES’lere, Gerze’de termik santrallere karşı yürütülen direnişler, “Kürtaj haktır Uludere katliamdır” diyerek sokaklara çıkan kadınlar, ODTÜ’de “Başkaldırıyoruz” diyen üniversiteliler, YGS’de şifreli çıkan sorulara karşı meydanlara çıkan liseliler, Emek Sineması için sokağa çıkıp “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!” diyenler, Taksim’de eylem yasaklarına karşı düzenli eylem geliştiren devrimciler… Örnekleri artırmak mümkündür, tüm bu eylemlilikler adım adım Gezi Direnişi’ni var etmiştir.

Gezi’den önce, “bu ülkede yüzbinlerce devrimci yayının satıldığı, kabaran bir işçi, halk hareketinin olduğu 80 öncesi gibi olmaz”, “İstiklal Caddesi’nde bir baştan bir başa yürüyorsunuz da ne oluyor” diyenler, Gezi’den sonra da artık bir daha Gezi olmaz fikriyle her eylemi, her direnişi, katılan kişi sayısıyla ölçmektedir. Doğrudur, doğada her fikre uygun kanıt bulunmaktadır.

Fakat saldırılara karşı, insanca ve onurlu bir yaşam için mücadele edenler için de pek çok kanıt bulunmaktadır. Direnen Migros, PTT, Sinbo, SML, Baldur, Kayı İnşaat işçileri, hakları için mücadele eden maden işçileri, İstanbul Sözleşmesi’ni uygulatacağız diyen kadınlar, LGBTİ+’lar, Boğaziçi direnişini büyüten ve yayan üniversiteliler, İkizdere’de doğasını ve yaşamını savunanlar, tüm direnen kesimler, saldırıların içinden açığa çıkardıkları özgürlük havasını içlerine çekebilmektedir. Tüm bu direnişler kendi tarihlerini, kendi hikâyelerini yazmaktadır.

Direnişlere dışarıdan bakılarak bu ruh anlaşılmaz. Direnişleri bir adım daha ileri taşımak için mücadele edenler ise görmektedir ki aslında tüm bu direnişlerin içinde bir parça da Gezi Direnişi vardır. Ethem, Abdullah, Ahmet, Hasan Ferit, Medeni, Mehmet, Ali İsmail, Berkin bugün gelişen eylemliliklerin, direnişlerin içinde mücadeleye devam etmektedir.

Görülen; geçmişten ve bugünden, dünyadan ve coğrafyamızdan direniş örnekleri çoktur. Tüm bu örnekler amaçtan ve niyetten bağımsız ele alınamaz. Eğer siz, “tüm bu saldırılar bizi provoke etmek için o nedenle aman sokağa çıkmayalım” diyorsanız, gelişen bu direnişlerin ömürlerinin kısa olması en büyük temenniniz olabilir. Fakat eğer siz, tüm bu direnişlerin taleplerinin bir araya geleceği, birlikte mücadele edeceği bir hattın örgütlenmesi için mücadele ediyorsanız farklı mücadele dinamiklerinin bir araya gelişinin yaratacağı aklı ve çözümü görebilirsiniz.

Bugün, yaşanan aşağılanma ve sömürüyü bitirme sorumluluğunun kendimizde olduğunu kabul etmek oldukça zordur. Fakat bu zor bir kez aşıldıktan sonra önümüzde direnişlerden öğrenebilecek, onları bir adım ileriye taşıyabilecek, tüm dünyada ortak olan taleplerden güç alınabilecek bir yol vardır.

Yüreği direnişten ve özgürlükten yana olup da, dün “kontrollü siyaset” yapmaya çalışanlar, fütursuzca gelişen saldırılar ve karşılarında buldukları kararlı direnişler karşısında bu tutumdan adım adım vazgeçmeye başlamışlardır. Deneyimlerini direnişlerle büyütüp, birleştirmek için adımlarını hızlandırmalıdırlar.

Gezi Direnişi’ne katılmış, belki ortak mutfakta çalışmış, belki kütüphane kurmuş, belki talcid sıkmış, belki bir barikatı tutmuş, belki pencerelerdekilere “Gel, gel” demiş olanlar bugün pencerelerinden gelişen direnişler için ses çıkarmaktadırlar. Gezi’de “Artık herkesin bir hikâyesi var!” denilen hikâye sahipleri ona sahip çıkmalı, gelişen direnişleri öğrendikleri derslerle büyütmek için harekete geçmelidir.

Evet, bir daha Gezi olmayacak. Dünden ve bugünden öğrendiklerimizle, dünyada ayağa kalkan lanetlilerden öğrendiklerimizle, daha ilerisini, sınıfsız, sömürüsüz, özgür bir dünyayı yaratmak mümkündür.

Gelmekte olan devrimdir. Bu gerçeğin ağırlığından geri adım atıp gerçeği bükmeye çalışmak, istenmese de çürümeyi getirecektir. Çünkü yeni, coşkuyla açığa çıkarılmayı beklemektedir. Sen istersen devrim yakındır. Her alanda örgütlü gücü büyütürsek devrim yakındır. Tarihin kaderini bu gerçeği kabul edip, hayata geçirenlerin iradesi belirleyecektir.

Kan gölüne çevrilen bölgemizde, devrimlerle kızıl şafaklar doğacak

Son günlerde Siyonist işgalci devletin Mescid-i Aksa ve Şeyh Cerrah’da gerginliği tırmandıran hamleleri “Kudüs günü” ile birlikte bardaktan taştı. Kudüs’ün işgal edildiği 1967’deki Altı Gün savaşının yıl dönümü Siyonist rejim tarafından “Kudüs günü” olarak kutlanıyor.

Bu sene Filistinliler kutlamaları engellemek için Mescid-i Aksa’da nöbet tutmaya başladı. İşgalci devlet buradaki yüzlerce kişiye şiddetle saldırmış, 300’den fazla insan yaralanmıştı. Yapılan hava saldırılarında 3’ü çocuk 9 Filistinli sivilin hayatını kaybettiği ve bu sayının artmasından endişelenildiği belirtiliyor.

Saldırı karşısında direniş gerçekleşirken; Filistinli örgütler direnişi büyütme ve seferberlik çağrısında bulundu. Filistin Halk Kurtuluş cephesi, Filistin’in Kurtuluşu için Halk Cephesi, İslami Cihat ve Hamas; Kudüs, Batı Şeria ve 1948 topraklarında direniş çağrısı yaptı. FHKC son yaptığı açıklamada bugünü bir öfke günü olarak ilan etme, direnişi büyütme, Kudüs’e giden halk kitlelerinin kuşatmayı kırması çağrısında bulundu.

FHKC Basın İrtibat Bürosu tarafından yapılan açıklamada İsrailli yerleşimciler tarafından cami avlularına saldırı girişimlerini engellemek için işgal uygulamalarına karşı kararlılık ve cesaret çağrısında bulunulurken, Cephe halkı Mescid-i Aksa’ya çağırdı.

FHKC açıklamasını dünya halkları ve uluslararası kurumları Kudüs, El Aksa Camii ve Şeyh Cerrah mahallesinde sürdürülen etnik temizliğin durdurulması için acil eyleme çağırarak devam ettirdi.

Saldırılara karşı yaşlısı, genci ve çocuklarıyla Filistinliler her türlü olanaklarıyla direnirken uluslararası kuruluşlar ve bölgedeki kukla devletler ise iki yüzlü tutumlarını sürdürüyor.

Son yıllarda bölgedeki devletler İsrail’le normalleşme kuyruğuna girmiş, ekonomik, askeri vb. birçok yeni anlaşmalar yapmıştı. Suudi Arabistan’dan Emirliklere, Türkiye’den, Sudan’a kadar bölge devletlerinin çoğu ve işgalci devlet arasında bahar havası eserken, bu devletler Filistinlilerin direnişlerine kayıtsız kalamadıkları için söylemde sert pratikte hiçbir karşılığı olmayan açıklamalarda bulunuyorlar.

Türkiye de bu konuda bölge devletlerinden farklı bir noktada değil. Erdoğan ve Türkiye İsrail’e terör devleti gibi nitelendirmeler içeren sert söylemlerle seslenirken, caydırıcılığı olabilecek hiçbir hamleyi ajandasına eklemiyor. İsrail’le köklü, askeri, ekonomik, kültürel, akademik, politik ilişkilerden bir an bile vazgeçilmiyor.

Ayrıca İsrail’in Filistinlilere tavrının bir benzerini Kürt halkına karşı uygulamaları da bu iki yüzlülüklerinin bir işaretidir.

Bugün Filistin halkıyla dayanışma içinde olmak, kendi direnişine sahip çıkmaktır. Filistinlilerin onlarca yıllık davası bölge devrimcileri için sıcaklığını hiç kaybetmemiş, Filistin, devrimcilerin ikinci vatanlarından biri olmuştur.

Anadolu devrimci hareketi önderleri ve üyeleri hem tarihsel olarak hem de güncel olarak Filistin’e saldırıları kendisine yapılmış saymıştır.

Bölgedeki devrimci hareketler olarak Filistin’le devrimci enternasyonalist dayanışmayı büyütmeliyiz.

Enternasyonal dayanışmayı yükseltirken, dünyada başta Ortadoğu olmak üzere Kuzey Afrika, Kafkaslar, Balkanlar ve Anadolu’daki işbirlikçi/kukla devletlere karşı devrimci mücadeleyi büyütmek önümüzdeki en önemli görev olarak duruyor.

Yaşasın halkların kardeşliği!

Nehirden denize özgür Filistin!

Paylaşım savaşımı, sosyalist devrim ve bölge devrimi

Şimdiden söyleyebiliriz ki, Biden ile ABD, yeni bir saldırı dalgası yaratma hevesindedir. Konu yeni olduğundan ve en önemlisi liberal solcularımız ve Batı değerleri tutkunu “aydın”larımız Biden’a çok inanmış olduklarından, borsa dili ile onun “barış severliğini” satın almış olduklarından, Biden’ın savaş yanlısı tutumunu biraz açalım.

Aslında, aklı “image”larla perdelenmemiş her göz, bu saldırganlığı kolaylıkla görebilir. Ama bir kere inanmış iseniz, bir kere Batı değerlerinden yana bir gelecek tasarlamayı huy edinmiş iseniz, bir kere olsun bakış açınızı değiştirmeyi denememişseniz, çıplak gerçeği görme şansınızı da reddetmiş olursunuz. Bizim liberal solcularımızın, kendilerine liberal demeyen bazı solcularımızın ve liberal “aydın”larımızın hâli böyledir. ABD, açıktan bir saldırıya başlarsa bile, onlar, bu saldırının ABD tarafından yapılmadığına inanmak isterler. Mesela hiçbiri, atom bombasının ABD tarafından atıldığını söylemez. Savaş içinde bir durum olarak bunu ele alırlar, ama Hiroşima’ya atılan bombalar karşısında Nâzım’ın şiirlerinde yansıyan tepkiden gelen şarkıları dinleyip “büyümez ölü çocuklar” için efkârlanırlar. Ama bu saldırının faili yoktur. Panama topraklarını işgal eden ABD değildir ya da Ekvador’da devlet başkanını öldüren Rockefeller’in şirketi Standart Oil ya da Texaco değildir. Bunların isimlerini ağızlarına almazlar. Doğanın yağmalanmasına karşıdırlar ama doğayı yağmalayanlar tekeller, parababaları vb. değildir, “kötü” adamlardır.

Biden, “kendisine barış ve insan hakları” alanında yatırım yapılan, yeni başkan, aslında Obama döneminin başkan yardımcısıdır ve son derece etkilidir. Suriye savaşının mimarıdır (Bayan Clinton alınmasın, onun rolünü unutamayız) ve IŞİD denilen örgütün kurucu babası (annesi Bayan Clinton’dur) olma “şeref”i ona aittir.

Biden ile yeni savaş hamleleri üst üste geliyor. Bir yandan Çin’e, diğer yandan ise Rusya’ya dönük. Böylece, iki ana hedef seçilmiş ve onlara karşı saldırı için ortam hazırlanmaktadır.

Çin denizinde, Tayvan ile Çin arasındaki sulara, ABD gemileri hareketlendi. Bu sulara girerek, aslında Çin’in tepkisini ölçmek istediler. Öncesi de vardır, ilk değildir, Trump döneminde vardı. Yani, pek de yeni sayılmaz. Ve Çin gemileri, bu yönelişi Tayvan açıklarında önledi. Silahlar patlamadı.

Aynı şekilde Çin ile ticari görüşmeler için biraraya gelen ABD heyeti, doğrudan Çin’i “insan hakları ihlalleri” ile suçladı ve Batı’nın birçok ülkesi, Çin’e karşı yaptırımlar için harekete geçti. Bu yazı yazılmadan bir hafta önce, Çin, ABD ve Kanada’ya karşı, karşı yaptırımlarını açıkladı. Henüz AB’ye karşılık vermiş değildi.

Sanki, ABD, dünyanın bekçisi, dünya “insan hakları” savunucusu. Bu elbette Batı değerleri ile büyümüş, Batı değerleri ile sarmaş dolaş yaşamış ve bunun nimetlerini görmüş okur-yazar takımımız için, liberal solcularımız için, liberal olduğunu kabul etmeyen Batı yanlısı solcularımız için, hoş ve Biden’a inanmalarını pekiştiren bir görüntüdür. İyi ama, ABD’nin “insan hakları” sicili konusunda bu denli bir unutkanlık nasıl açıklanabilir? Her gün, dünyanın herhangi bir yerinde savaşan, bombalar patlatan, insanları katleden ve bunu en az yüz yıldır sürekli yapan bir ABD, nasıl oluyor da, “insan hakları” sicili temiz statüsünde değerlendirilebiliyor? Beyaz olmayan herkese acımasızca saldırılar, ırkçı şiddet bizzat devlet tarafından organize edilirken, ABD’ye “insan hakları” alanında dünya bekçisi diye nasıl bir güven duyulabilir? Hem sonra, “insan hakları”nın dünya bekçiliği olabilir mi? İnsan hakları dediğinizde kimin insan olarak haklarından söz ediyorsunuz; kendi deresini korumak için HES’lere direnenlerin mi, yoksa özgürce yatırım yapmak istiyoruz diyen HES yatırımcısının mı? Kod 29’dan işten atılan işçilerin haklarından mı söz ediyorsunuz, yoksa Erdoğan’ı eleştiren Özilhan’ın “işçileri işten çıkarma” ve “serbestçe kâr etme” hakkından mı söz ediyorsunuz?

ABD’nin emperyalist politikaları, nasıl olur da, bu denli açık iken, bu denli kör gözüm parmağına şeklinde vuku bulurken, görmezlikten gelinebilir?

Bu elbette basının, paranın, uluslararası organizasyon şirketlerinin ortak işidir. Yıllarca yaptıkları şeydir ve Batı hayranı solcular, bu konuda kördür.

Bugünlerde, Karadeniz’e ABD gemileri girmektedir. Tam da “Kanal İstanbul” tartışmalarının anlamını deşifre eder gibidir.

Bu gemiler, nükleer başlık taşımaktadır ve Karadeniz’e kıyısı bulunan ülkeleri açıktan tehdit edecek bir savaş kışkırtıcılığı yapılmaktadır. ABD nükleer başlıklı gemileri, Rus gemilerince önleri kesilerek takibe alınmaktadır. Bu konuda Saray basını tam bir sessizlik içindedir. Basının kontrolü, yazarlara verilen dolarlar ve bu işleri kotaran uluslararası ağlara sahip ABD’li şirketler, bu haberlerin görünmesini önlemektedir.

Durumu gören Saray Rejimi, hem ABD’ye yanaşmak için hem de kendi gücünü göstermek için, iki hamle yapıyor: Birincisi “İstanbul Sözleşmesi”ni feshediyor. Bu yolla hem içeride saldırgan politikalarını ortaya koymuş oluyor hem de dışarıda ABD’ye, “bak ben de böyle bir güç var, istersem Montrö’yü de feshedebilirim” demek istiyor. Yeter ki sen ABD olarak, Saray Rejimi’ni, en çok da Erdoğan’ı koru, onu Saddam gibi sahipsiz bırakma. TBMM, adı var kendisi konu mankeni bile sayılmaz bir hâldedir. Ve bu meclisin başkanı, hemen bir açıklama yapıyor, Karadeniz’de ABD ve Rus gemileri burun buruna itişirken “Cumhurbaşkanı isterse Montrö’yü de feshedebilir” diyor. Bir tek imza ile, bir gece yarısı, karanlıkta.

ABD, Ukrayna’ya silahlar sağlıyor ve açıktan emrediyor, Donesk bölgesine saldırı planlayın diyor. Ukrayna, bölgeye asker ve tank yığıyor. Sanırım Biden’ın pek de “barış yanlısı” olmadığını anlamak için bu kadarı yeterli. ABD, AB ile anlaşarak (bunun için epeyce taviz vermiştir, tehditleri de tavizlerin yanına eklemiştir) Rusya ve Çin’e karşı saldırgan bir politika izleyeceğini deklare etmiş oluyor.

Ta ki, AB ve Japonya, aldıkları bu tavizleri ceplerine koyduktan sonra, uygun bir anda, bu ittifaktan vazgeçene kadar bu ittifak yaşayacaktır. Vazgeçecekler midir? Muhtemelen. Birinci Dünya Savaşı öncesine bakalım, her ay yeni bir anlaşma ilan ediliyor, ertesi ay başka bir anlaşma eskisini bozuyordu, ülkeler bir gün bir taraftan yana, ertesi gün de diğer tarafa yakın konum alıyordu. Bugün de böyledir. Aslında savaşın nedeni, emperyalist güçlerin, en başta beş gücün (ABD, Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa başta olmak üzere), dünyayı yeniden paylaşma savaşımına girişmiş olmalarıdır. Bu, kapitalist sistemin doğası gereğidir ve SSCB’nin varlığı nedeni ile su üstüne çıkması uzun sürmüştür. Bölüşüm savaşımının bu cephesi, en başta bu beş emperyalist güç, ABD’nin planları tutmadığı, hegemonyası çözüldüğü için bir araya gelmişlerdir. Bunu sağlayan ABD’dir. ABD, bu beş ülke üzerindeki kontrolünü ve onlar karşısındaki üstünlüğünü kullanarak 2001’de Afganistan’ı işgal etti, 2003’te Irak’ı. Amacı, “imparatorluk” kurmaktı. Dünya imparatorluğu kurulmalı, tüm dünya ABD’ye boyun eğmeli idi. Ve karşısında diğer emperyalist rakipleri vardı. Hikâye böyle başladı. Rusya ve Çin’in sahaya inişi, ABD saldırganlığının Suriye sahasına gelmesi sonrasına denk gelir. Hem askerî hem de ekonomik olarak ABD boyunun ölçüsünü almıştır ve şimdi, “hiçbirimiz bu işi tek başına hâlledemeyiz” diyerek, diğer beş gücü yanına almak istiyor. Elbette gelmezlerse tehditleri de var. AB, açıkça tehdit edilmektedir, göçmen meselesi, Yunanistan-Türkiye gerilimi, İspanya ve İtalya üzerine hamleler bu tehdidin göstergeleridir. Doğrusu, her biri farklı bir arzu ve şevkle de olsa, bu işbirliğine razılar, çünkü, bu yolla ABD’nin daha da güç kaybedeceğini düşünüyorlar ve kendilerine de daha fazla zaman lazım. Almanya ve Japonya için askerî hazırlık dönemine ihtiyaç var gibidir.

Bu savaşta Rusya ve Çin, açık olarak “anti-hegemonyacı politika” izleyeceklerini belgelerine koymuş, dünyaya deklare etmişlerdir. Bunun anlamı açıktır: Bugün ABD hegemonyasına, yarın ise onun yerine geçecek başka bir gücün hegemonyasına boyun eğmeyeceğiz. Bu “anti-hegemonyacı politika”, dünya için farklı bir düzen talebi olarak da yorumlanabilir. Ama açık olan şudur ki, ne ABD’nin ne de başka bir gücün hegemonyasına boyun eğmeyeceklerini ilan etmiş durumdadırlar. Bu elbette bir sosyalist politika değil, ama onurlu bir politikadır.

Bugün, Biden ile birlikte ABD, daha kapsamlı bir savaş senaryosunu sahneye koymaktadır. “Demokrasi” ve “insan hakları” ile perdelenmek istenen bu saldırı dalgası, Rusya ve Çin’e zarar vermeden önce, onun çevresine, çevredeki ülkelere zarar verecektir. Bu konuda hevesli tetikçiler bulmak ABD için hâlâ çok zor değildir.

ABD, açıkça Rusya’nın etrafını hareketlendirerek bir savaş kundaklıyor ve TC devletine, NATO’da demirle diye yolu gösteriyor.

Durumu fark eden Erdoğan, hemen bir makale kaleme alıyor ve Batı basınında yayınlıyor. Bu makalede, “bizi destekleyin, arkamıza geçin, Suriye’yi tümden alalım” diyor. İşte size bir tetikçi, hemen göreve hazırdır.

Burada biraz durmak gerekir.

Demek ki, TC devleti, Saray Rejimi, hiç de öyle Putin ile dost, Rusya ile gönüllü bir yakınlaşma ilişkisi içinde değildir. Uçak düşürme işi de dostça değildir, büyük elçinin öldürülmesi de, bugün Erdoğan ağzından yazılan makaleler de.

Belki Saray Rejimi, ABD ile Rusya arasında bir dans eden ülke olarak kendini düşünüyor olabilir. Hatta buna inanabilirler de. Ama durum öyle değil. Rusya ile TC devletinin “gelişen” ilişkisi zorunlu bir ilişkidir. Uçak düşürülünce, elçi öldürülünce, Suriye’de 2020’nin Şubat ayında Rusya’ya savaş ilanı naraları atılınca, ödenmesi gereken bedeller ortaya çıkmıştır ve TC devleti, Rusların birçok konuda söylediklerini yapmak zorunda kalmıştır. Rusya, TC devletini NATO’dan koparmak ya da TC devleti aracılığı ile NATO’yu sallamak işi ile meşguldür. Bu açık ve net. Ama TC devleti, ABD ile Rusya arasında gelgitler yaşamıyor.

Erdoğan imzası ile yayınlanan bu tarz makaleleri mesela Rusların okumadığını mı düşünmek gerekir? Elbette hayır ve bu mümkün değil. Öyle ise, bu dans, herkesin bildiği bir sır oyunu mudur? TC devleti, ABD emri ile, tetikçiliğin verdiği şehvet ile Suriye’nin işgali sürecine girmiştir ve şimdi kuyruğunu Ruslara kaptırmış durumdadır. ABD, Suriye savaşını kaybetmiştir ve onun için TC devletini o sahada kullanmak, ABD için akıllıcadır. TC devleti, ne ileri ne geri konumundadır. Libya operasyonu da böylesi bir tetikçiliktir. Bilinsin, bu tetikçilik, TC devletinin bu işlere olan hevesini ortadan kaldırmaz. Hem Saray Rejimi buna heveslidir hem sermaye buna heveslidir, hem de ABD bu hevese uygun görevler vermektedir. Libya ve Ege meselesi, ABD’nin AB’yi tehdididir.

Demek oluyor ki, Trump dönemi ile Biden dönemi arasında bir politika farkı yoktur. ABD devletinin politikaları, üslup anlamında değişebilir ama diğer açılardan Trump ve Biden’a göre değişmezler. Tersine, politikalarda ortaya çıkan ihtiyaca göre başkanlar değişir. Biden, bu politika ile AB’yi yanına almaya çalışıyor. Bu konuda da yol alınıyor. Ama bu yol tıkandığında, Biden hastalıktan emekli olacak, Kamala Harris ilgili değişiklikleri yapmak üzere oraya oturacaktır. ABD’de, başkanların politikaları yoktur, politikanın gerekli kıldığı başkanlar vardır.

ABD ile AB arasındaki anlaşma, geçici olsa da, TC devletine, açık uluslararası görevler yüklemektedir ve bunları yerine getirmesi koşulu ile Erdoğan, Saray Rejimi, içeride istediği kadar insan hakkı ihlali yapabilir, istediği kadar para hortumlayabilir, serbesttir. AB’nin gözyaşartıcı “desteği” bu nedenledir.

Biden ile heveslenen “Batı değerleri” tutkunu okur-yazarlarımız, aslında tam anlamı ile kördürler. Batıcılık, kör edicidir. Bu körlerin bir benzeri de Kürt hareketi içinde vardır. Barzani zaten biliniyor. Kürt hareketi içindeki iki karşıt cephenin birinin ifade bulduğu yer Barzaniciliktir. Barzanicilik, Kürt halkı içinde feodal ilişkilere, rant ilişkilerine, uluslararası alanda ise ABD emperyalizmi başta olmak üzere sömürgeci devletlere dayanır. Buna Barzani şirketi de denilebilir. Bunun, Suriye Kürtleri içinde de, Türkiye Kürdistanı’nda da yeri vardır. karşısında ise Kürt devrimci hareketi vardır. Biden ile birlikte “bir umut” politikası ile Biden’ın kökeninin Kürt olduğuna kadar ilerleyen açıklamalar devreye sokulmuş, ABD Kürt halkını kurtarır ümidi yayılmaya çalışılmıştır. Oysa TC devletine saldırı emrine veren bizzat ABD’dir. 2015’ten bu yana süren saldırı ABD emri ile sürmektedir. Garȇ operasyonunu ABD’siz mi yaptılar?

Bölgemizi etkisi altına alan, daha da alacak olan Biden tarzı savaş politikaları, tüm bölgeyi de kana bulayacaktır. Sonucu ne olursa olsun, bu savaşın esas kaybedeni halklar olacaktır. Rusya’nın mı, ABD’nin mi kazanacağı, kimin ne kadar kazançlı çıkacağı bugünden belli değildir. Ama bugünden belli olan şey, mesela Türkiye halklarının kaybedeceğidir. Mesela ABD savaş politikalarına destek verdikleri sürece Ukrayna halkının kaybedeceğidir. Mesela Biden’a umut bağlayarak tetikçilik yapan her devlet veya hareketin kaybedeceğidir. Çünkü, ABD kazansa da, onların kazanacağı “kölelik”tir.

Tüm bu savaş, gerçekte, işçi ve emekçilerin öldüğü, işçi ve emekçilerin yaşamlarının çekilmez bir hâl aldığı, işçi ve emekçilerin kanlarının döküldüğü ve döküleceği süreçlerdir. Yani, hiçbir ülkenin işçi ve emekçilerinin bu savaştan kazançları yoktur, olamaz. Ve binlerce kez tarih tarafından ispatlanmıştır ki, hiçbir emperyalist güç, bir halkı, halkları korumaz.

Bugün, varsayalım ki, ABD’de bir halk hareketi başlamış olsun ve iktidarı yerle bir ederek sosyalist bir ülke kurmuş olsun, işte o gün, bu savaş politikası ortadan kalkmış olacaktır, o günden başlayarak varsa (yani hâlâ ayakta kalmışlarsa, devrim onlara yayılmamışsa) dünyadaki diğer emperyalist güçler, ABD işçi ve emekçilerine karşı, Amerikan halklarına karşı savaşa girişeceklerdir.

Gerçekte bu savaşın iki cephesi vardır: Onlar ve biz. Onlar, tüm kapitalist dünyadır, biz işçi ve emekçileriz, dünyanın tüm işçi ve emekçileri. Bu savaş, kimin bizlerin alınterini, kanını emeceği üzerinedir. Bu savaşın sonunda ister ABD kazansın ister Almanya-Japonya vb. sonuçta kazanacakları şey, bizim köle sahiplerimiz olma hakkıdır. Biz bu hakkı kimseye vermiyoruz. Her türden köleliği, köleliğin her biçimini reddediyoruz.

Dünyanın işçi ve emekçileri, bir yeni devrim dalgasını yaratmak, dünyanın kurtuluşunu sağlamak üzere kapitalist sistemi tarihin çöplüğüne gömmek üzere ayaklanmalı, örgütlenmeli, direnmelidir.

Tüm bu savaş naralarına, bu savaş kundakçılığına karşı tek seçenek, tek kurtuluş yolu, sosyalist devrimdir. Bugünden, bölgemizde kundaklanan her savaşta, işçi ve emekçiler, silahlarını karşı tarafın işçi ve emekçilerine değil, bulundukları ülkenin egemenlerine çevirmek zorundadırlar. Devrimci tutum budur.

Dünya, böylesi bir sosyalist devrime, her zamandakinden çok daha muhtaçtır ve her zamandakinden çok daha, nesnel anlamda, devrim yakındır.

Aydın (entelektüel) olmak, bu savaşta, işçi ve emekçilerin, gerçeğin, yaşamın yanında yer almaktır. Bilginle, emeğinle, ellerinle, kafanla, tüm organlarınla, bilimle, sanatla, edebiyatla işçi ve emekçilerin saflarında bir nefer olarak dövüşmektir.

Dünya, sosyalist devrimler, komünizmin yükselişinin arifesindedir. Bu savaşta, işçi sınıfının saflarında yer almak, büyük bir onurdur.

Bu devrimin, kurtuluşu sağlayacak, kapitalist sistemi, sömürüyü ve emperyalist boyunduruğu yok edecek sosyalist devrimin bölgemizde de dinamikleri mevcuttur. Dünyanın her yerinden daha çok demek mümkün değilse de, bölgemizde devrimin olanakları vardır.

Bölgemiz, Kafkasları, Balkanları, Ortadoğu’yu, Kuzey Afrika’yı içermektedir. Bizim hakkında konuştuğumuz, eski dünyanın bir parçası olan bu bölgedir. Bu bölgedeki onbinlerce yıllık katliamlarla, baskı ve zulümle, aşağılanma ile hesaplaşmak, ancak sosyalist dirilişle mümkündür. Halkların mozaiği olacak bir sosyalist federasyon, tüm bölgenin kurtuluşunu olanaklı kılacaktır. Anadolu sosyalist devrimi, böylesi bir devrimin parçasıdır, kaldıracıdır. Bölgemizde mayalanmakta olan her devrim, bölge devriminin bir kaldıracıdır.

Elbette bunun önünde öznel yetersizlikler, güçsüzlük gibi, bugüne ait olan sorunlar vardır. Bu sorunları görmezlikten gelmiyoruz. Her devrim, devrimci örgütlenmeye dayalı olarak, kitlelerin ellerinde yükselir. Bölgemizde bu açıdan devrimci hareketin, öznel sorunları çözmüş olduğunu söylemiyoruz. Biz sahte umutlar üzerinden konuşmuyoruz. Nesnellik, tüm bölgede devrime gebedir. Ama bu devrimi zafere ulaştıracak, bir özneye ya da her toprak parçasında öznelere ihtiyaç olduğu kesindir.

Bölgemizde, devrimci hareketin örgütlülüğü, işçi ve emekçilerin bilinci ve örgütlülüğü, oldukça farklılıklar göstermektedir. Bir yerde son derece ileri bir devrimci örgütlenme var iken, başka bir yerde son derece zayıf örgütlenmeler vardır. Ama geçtiğimiz 10 yıl, her bölgede ortaya çıkan kitlesel eylemlerin, diğerlerini son derece hızla etkilediğini göstermiştir.

Emperyalizmin halklar arasına soktuğu ırkçılık, aşağılama, katliam politikaları, birçok engel yaratmakta, bölgemizdeki devrimci güçleri birbirine güvensiz kılmaktadır. Ama pratik mücadele, büyük öğretmendir. Pratik mücadele, gelişen direniş, birçok yerde farklı işlese de ortak değerler yaratmaktadır.

Bu direniş, bu devrim yolu, elbette aynı zamanda tarihsel bir hesaplaşmadır da. Her devrimci hareket, kendi tarihsel hesaplaşmasını da yapmak zorunda kalacaktır. Bunu başarmak, elbette yeni bir devrimci sayfa açmanın da anahtarını sağlamaktadır. Çok uzun yıllar boyunca, emperyalist efendiler, halklar arasında sorun yaratmakta, var olan sorunları uzlaşmaz sorunlar hâline çevirmekte son derece mahir olmuşlardır. Bunlarla hesaplaşma, gerçek anlamı ile, bir devrimsiz mümkün değildir. Yani, bu tarihsel hesaplaşma ile devrimin gelişimi, birbirinin içine girmiş süreçlerdir.

Mücadele edenler, direnenler, devrim için yola çıkanlar, ancak onlar, bu hesaplaşma gereğini duyarlar. Halkları bölmüş olan kapitalist pazarın sınırları, ancak bu tarihsel düşmanlıklarla ayakta tutulmaktadır.

Ve ancak işçi sınıfının devrimci davası, tüm bu sorunları çözebilecek gücü ortaya çıkaracaktır. Özgürlük, kardeşlik temelinde, ortakçı bir toplumu kendi ellerimizle kurma iradesi, savaşsız sömürüsüz bir dünya kurma iradesi, ancak böylece kalıcı bir barış sağlayabilir. Bu elbette ulus devlet sınırlarını aşan bir mücadeledir ve doğrusu bunun nesnel zemini, bölgemizde güçlüdür. o

A red dawn will rise through revolutions in our region that has been turned into a bloodbath

In recent days, the actions of the Zionist occupying state, which increased the tension in Masjid-i Aqsa and Sheikh Jarrah, escalated with the “Jerusalem day”. The anniversary of the occupation of Jerusalem during the Six-Day War in 1967 is celebrated as “Jerusalem Day” by the Zionist regime.

This year, Palestinians started to keep watch in Masjid al-Aqsa to prevent these celebrations. The occupying state wildly attacked hundreds of people and more than 300 people were injured. It is reported that in the air strikes following the protests, 9 Palestinian civilians, including 3 children, lost their lives and sources are worried that these numbers might increase.

While resistance is taking place against the attacks Palestinian organizations called for mobilization and growing resistance. People’s Liberation Front for Palestine, Popular Front for the Liberation of Palestine, Islamic Jihad and Hamas called for resistance in Jerusalem, the West Bank and 1948 lands; and in their latest statement PFLP declared today as a day of anger to increase the resistance, and called the masses of people going to Jerusalem to break the siege.

In the statement made by the PFLP Press Office, PFLP called for determination and courage against the occupation practices in order to prevent possible attacks on the courtyards of the mosques by the settlers, and called the people to the Masjid al-Aqsa.

The PFLP continued its statement by calling on the peoples of the world and the international institutions to take urgent action to stop the ethnic cleansing in Jerusalem, Al-Aqsa mosque and the Sheikh Jarrah neighborhood.

While Palestinians, with their elderly, young and children, resist the attacks with all their means, international organizations and puppet states in the region maintain their hypocritical attitude.

In recent years, states in the region started normalization processes with Israel, making new economic, military, etc. agreements. While most of the states in the region from Saudi Arabia to the Emirate, from Turkey to Sudan cooperate with the occupying state, the same states also cannot remain indifferent when Palestinians resist, so they make harsh statements that have no equivalent in practice.

Turkey is not different from the states of the region in this regard. While Erdoğan and Turkey address Israel with a harsh rhetoric, such as calling Israel a terrorist state, they do not have any practical deterrent against Israel in their political agenda. Deep-rooted military, economic, cultural, academic and political relations with Israel are not abandoned for a moment.

In addition, they take a similar attitude to the Kurdish people as the one Israel takes towards the Palestinians, which guarantees that this hypocrisy will not end.

Today, to be in solidarity with the Palestinian people is to claim one’s own resistance. The decades-long cause of the Palestinians has never lost its warmth for the revolutionaries of the region, and Palestine has become one of the revolutionaries’ second homelands.

Historically and in the current period, the leaders and members of the Anatolian revolutionary movement has been regarding the attacks on Palestine as an attack on themselves.

As the revolutionary movements in the region, we must grow revolutionary internationalist solidarity with Palestine.

While increasing international solidarity, growing the revolutionary struggle against the collaborator/puppet states in the Middle East, North Africa, Caucasus, Balkans and Anatolia stands as the most important task ahead.

Long live the solidarity of peoples!

Free Palestine from the river to the sea!

ABD hegemonyası, “Batı değerleri” ve savaş

Biden hükümeti ile birlikte, ABD’nin çözülen hegemonyasını durdurma ve egemenliğini devam ettirme yolundaki savaşı, başka biçimler almaya başladı. Bu başka biçimler elbette, “bilinmez” ya da “beklenmez” şeyler değil. Ama yine de durumu analiz etmek, gerçekliği bir kere daha bu gözle ortaya koymak faydalı olacaktır.

Birçok liberal için, Trump ile yaşanan “hayal kırıklığı”, kutsal “Batı değerleri”nin gördüğü zarar, Biden ile telafi edilecek, kutsal “Batı değerleri” yeniden şahlanışa geçecekti.

“Batı değerleri”ni tartışmak daha geniş bir alan alır, ama “Batı ittifakı”nın bir çeşit “welcome Amerika” ile canlandırılmaya çalışıldığı açık.

Trump, sanki, “avam” olmak demek idi ve sanki Biden, bir “beyefendi” olarak geri geliyordu. Biden, “kurumların” adamı idi. Ama galiba üç örnek, durumun hiç de sunulmak istenildiği gibi olmadığını ortaya koymaya yeterli olmuştur. Zor oyunu bozdu şimdiden.

Hepsi de Mart 2021’de gerçekleşmiştir.

İlki, bir gazetecinin “Putin için katil diyebilir misiniz” sorusuna, “hımmm, hımmm evet” demesi ile ortaya çıktı. Anlaşıldı ki, Biden, aslında diplomatik alanda, Trump’tan daha “beyefendi” değil. Eğer zekâ, ABD devlet bürokrasisinde kendini “diplomatik” üslupta ortaya koyuyorsa, Biden ile Trump’ın zekâ düzeylerinde bir farklılık yok. Hamburger yiyen, bira içen, gösteriş adına kendisi olamayan, herkesi kendinden küçük, kendini ise en büyüklerden de büyük gören bir anlayış ve yaşam tarzının şekillendirdiği bir zekâ. Söylentilere göre Biden, Putin’den “aynaya bakmasını öneririm” sözünü duyunca aynaya da bakmıştır.

Mart ayının başlarında, Biden, yardımcısı Kamala Harris için, “devlet başkanı” ifadesini kullanmıştır. Eğer, ABD tekellerine bir kinayede bulunup, durumu biliyorum diyerek zekâsını göstermedi ise, muhtemelen başkanın kendisi olduğunu unutmuştur. ABD tekelleri, aslında Kamala Harris’i Biden’ın yanına koyarak, gerçek başkan olarak düşünmüşlerdir. Obama döneminde Biden’ın gerçek başkan olması gibi. Biden’ın, sağlık sorunlarının farkındadırlar. Bu nedenle Harris “aslında gerçek başkan”dır yorumları da çok yapılmıştır. Biden hasta olacak ve yerine Harris geçecek düşüncesi yaygındır. Ama yine de, Biden’ın, bu kadar erken bir zaman diliminde Harris’i başkan sanması tuhaftır. Hadi diyelim bizimkisi cuma namazlarından sonra, aldığı afyonun etkisi ile “uçuyoruz” diyor ama, Biden’ınki ne ?

Üçüncü olay ise 24 Mart’ta yaşandı. Göç krizi konusunun ele alındığı bir toplantıda Biden, işin sorumlusunun Trump olduğunu söyledi. Bazı yanlış bilgiler de verdikten sonra, Beyaz Saray Özel Kalem Müdürü Ron Kline’a dönerek “bir sonraki konuya geçiyoruz ve … Ron kime hitap etmeliyim?” diye sordu. Beyaz Saray Özel Kalem Müdürü, hemen harekete geçerek basın mensuplarını dışarı çıkartmak üzere “basın mensuplarının artık gitme vakti geldi” dedi.

Demek oluyor ki, Biden demek, ABD “geri döndü” demek ise, bu geri dönüş, oldukça problemli bir dönüştür. Eğer Biden “Batı değerleri”nin koruyucusu olacaksa, Biden’ı da tanrıların korumasına ihtiyaç var.

Ama gelin işi biraz daha kapsamlı ele alalım, çünkü aslında Biden olsun olmasın, ABD yeni bir saldırı hamlesi başlatmak ve Batı ittifakını güçlendirmek için harekete geçmiş durumdadır.

Kısa tarih, faydalı olacaktır, belki biraz da hafıza tazelenmesi iyidir.

SSCB’nin çözülmesi ile “Soğuk Savaş” bir açıdan bitti. Soğuk Savaş’ın kazananı, başında ABD’nin bulunduğu, NATO, IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası örgütlerle ifade edilen emperyalist sistem oldu. ABD başta, tüm emperyalist dünya sevinç çığlıkları attı.

Bir yandan Sovyetler Birliği dağıldı ve dünya kapitalizmi için Doğu Avrupa’da yeni bir pazar açılmış oldu. Ama öte taraftan, ABD’nin Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere başta olmak üzere diğer emperyalist güçler üzerindeki kontrolü artık “gerekli” olmaktan çıkıyordu. Elbette bu ABD açısından gönüllüce kabul edilecek bir konu değildi. Ama diğer emperyalist güçler, özellikle adı geçen 4’ü, ABD kontrolünden kurtulmak için hevesli idiler. ABD’nin askerî üstünlüğüne karşı, Almanya ve Japonya’nın ekonomik üstünlüğü devreye girmişti. ABD bu aşamada, askerî üstünlüğünü öne koyarak, “tek kutuplu dünya”, “imparatorluk” hedeflerini öne çıkardı. Aslında bu durum, iyi planlanmış da değildi. Bir açıdan zorunlu idi. Çünkü ABD’nin ekonomik alanda kaybetmekte olduğu, 1970’lerden beri sır değildi. Askerî alanda hâlâ güçlü iken, gerçekte NATO’nun kontrolü elinde iken, imparatorluk planını devreye soktu. Afganistan ve Irak işgalleri, aslında bu planın gerçekleşemeyeceğini gösterdi. Yine de ABD geri adım atmadı. Afganistan ve Irak işgalleri ile diğer Batı cephesi kendisinden uzaklaşmaya başlamıştı. “Batı değerleri” ise tam gaz devam ediyor, şahlanmış yürüyordu. Batı değerleri, tam da sömürgecilik, tam da köleleştirme, tam da yağma, tam da soykırım demektir, her zaman, dün, bugün ve yarın. Bu süreç, hem Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere’nin bağımsızlaşmasına katkı yaptı hem de Batı ittifakı içinde tartışmaları artırdı. Ne de olsa SSCB ve komünizm tehlikesi yoktu. Durumu gören ABD, Libya işgaline AB’yi de katarak, Fransa, İngiltere, İtalya’ya biraz pay vererek, Batı ittifakını toparlamaya çalıştı. İşe de yaradı, çünkü Batı değerleri, bedava petrol bulunca, ekonomik pastaları büyüyünce, çok uzlaşıcı olur, ama geçici.

ABD, hızla “imparatorluk” planları için Ortadoğu’da operasyonlarına döndü. Suriye savaşı, arkada Batı ittifakı desteği, önde ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan ile başlatıldı.

O zamanlar başkan yardımcısı (gerçekte başkan mı?) olan ve akıl sağlığı bugünden daha yerinde gibi duran Biden, IŞİD denilen çetelerin yaratıcılarından biridir. Bayan Clinton’u da unutmamak gerekir.

Suriye savaşı, Rusya ve Çin’in sahaya inmesine neden oldu. Ve bu durum, işleri epeyce değiştirdi. Birincisi, ABD’nin tartışılmaz gibi görünen askerî gücünün sınırları anlaşıldı. Rusya’nın sahadaki varlığı, Suriye’nin ortadan kaldırılmasını ve ABD’nin planlarını değiştirdi. Erteledi demek az olur, değiştirdi ya da bir yerde sınırlandırdı.

Bu arada 2000’li yıllar, 1980’lerde başlayan Çin’e sermaye akışında bir yeni “durum” ortaya çıkardı. Çin, artık dünyanın “fabrikası” olmuştu. Ya da Doğu Asya ile birlikte “dünyanın fabrikası” olmuştu. Ve 2000’li yılların hemen başında, “kendi markaları” ile dünya pazarına çıkma planını devreye soktu. Çin, sadece niceliksel olarak büyümekle kalmadı, birçok alanda ileri çıkmaya başladı. 2000’lerin başında dünyanın 500 büyük şirketinde hiçbir Çin menşeli şirket yok iken, 2019 yılında, ilk 500 büyük şirket içinde en çok şirketi bulunan ülke durumuna gelmişti. Suriye savaşı, bu açıdan da bir dönüm noktası oldu. Çin, niceliksel gelişimini, “bağımsızlığını” kaybetmeden, bir niteliksel aşamaya çevirdi ve dünya pazarında, önemli bir oyuncu olarak ortaya çıktı. 2008 ekonomik krizi, bu açıdan da Çin için avantajlar sağladı denilebilir.

Kısacası, iki şey oluyordu:

1- Dünya kapitalist sistemi, çürümenin tüm belirtilerini vererek derin bir krize girmişti.

2- Emperyalist beş güç, ABD, İngiltere, Almanya, Japonya ve Fransa arasında kızışan dünyayı paylaşma savaşımı daha da keskinleşiyordu.

Trump dönemi, bu açıdan ABD’yi toparlama girişimi idi. “Amerika First”, sadece ırkçılık demek değildi. ABD, askerî avantajlarını kullanmaya devam ederken, bunu yavaşlatmak ve bu arada, ekonomik olarak toparlanmak, Çin’in ataklarını durdurmak istiyordu. Neoliberal politikalar, 2008’de çökmüştü ama artık bu açıktan kabul ediliyor ve yatırımların ABD’ye dönmesi çağrıları yapılıyordu.

İşte Trump dönemi, bu koşullarda, AB ve diğer emperyalist güçlere konumunu bildirmek, hadlerini göstermek ve kendi cephelerinde savaşa girmelerini sağlamak üzere baskı yapma dönemi idi. Bu nedenle, Trump gibi tüccar, bürokrasiyi umursamayan bir tutumu temsil edecek kişi gerekli idi. Bu aynı zamanda, ABD içinde egemen sınıflar arasındaki değişim-çatışmanın da yansımasını bulduğu bir durum idi. Bu durum da geçmiş değildir.

Aslında son ABD seçimleri de bunu göstermiştir.

Trump’ın seçilmesi belki daha büyük olasılık idi. Ama gelişmeler öyle olmadı. Pandemi kadar Trump’ın ABD için “birleştirici” rol oynamasının olanaksızlığı, Biden-Harris ikilisini iktidara taşıdı. Belki bu konuda pandemi (ki savaşın bir başka cephesini temsil eder ve ABD’nin Çin’i suçlayarak girdiği bu savaşın sorumlusu olduğu da açık hâle gelmişti), Trump’ın aleyhinde işlemiştir.

Biden, “kurumların adamı” diye lanse edilmektedir.

Aslında Trump döneminin politikalarında bir değişim olmadığı, birkaç aylık süreçte ortaya çıkmıştır.

Biden’dan barış bekleyenler, daha şimdiden hayal kırıklığına uğramıştır.

ABD, her zamanki yüzünü gizlemek için, ancak birkaç ay mola verebilmiştir.

Biden’ın “beyefendi” imajı, sadece yeni bir saldırganlığı örtmek için kullanılmıyor. Zira onu örtecek kadar değere sahip değil, sahte olduğu birkaç ayda ortaya çıkmıştır. Ama Biden, “kurumlara” inanan adamdır imajı, işte o, AB için son derece önemli bulunuyor.

ABD, açık olarak NATO’yu ayakta tutmak için, son bir hamle yapıyor.

1

ABD, NATO’yu ayakta tutmaya çalışıyor. Bunun için belli ki, Almanya, Fransa ve İngiltere’ye bazı “tavizler” verilmiş durumdadır. Bu tavizler, elbette tehditlerle birliktedir. ABD, AB’nin zorlanan birlikteliğini dağıtabileceğini de Trump döneminde göstermiştir. Türkiye-Yunanistan gerilimi, aslında bunun adımlarından biridir. Akdeniz’deki gerilim bunun araçlarından biridir. İngiltere AB’den çıkmıştır ve kendi yolunu çizmek istemektedir. AB içinde Fransa ve Almanya’nın birleştirici rolü de sınırlıdır. Bu durumda, AB, bazı “haklar” alarak NATO’nun ayakta durması ve Rusya ve Çin’e karşı ABD isteklerinden yana tutum alması yolunu seçmiştir.

Bu anlaşmanın, ABD-AB arasındaki bu anlaşmanın ne kadar ciddiye alınabileceği, ne kadar sürdürülebileceği belirsizdir. Zira, ekonomik çıkarlar arasındaki çatışma, dünyanın yeniden bölüşülmesi meselesini gündeme getirmiştir. İngiltere, Almanya, Fransa ve Japonya, ABD’nin daha fazla zayıflama olasılığına yatırım yapmaktadır. Zaten çözülmekte olan hegemonyasının çözülmeye devam edeceğine inanmaktadırlar.

2

ABD, Doğu’da, Çin denizinde hamlelere başlamıştır. Çin, 2021 yılına girerken, bölgedeki birçok ülkeyi içine alan ve onların karşılıklı kazancını gözeten bir anlaşma yapmayı başarmıştı. ABD, bu anlaşmaya karşılık, Japonya, Hindistan, Avustralya gibi ülkeleri içine alan bir anlaşma yapmaya yönelmiştir. Japonya ile detaylı görüşmeler Nisan ortasını bulacak gibidir.

Bu iki alandan da ABD hamleleri gelmeye başlamıştır.

Çin-ABD görüşmelerine başlarken, aslında ekonomik sorunları, ticaret savaşlarını konuşmak yerine, “insan hakları” ihlalleri diye bir liste ile Çin’i karşılamıştır. Sanki ABD’nin “insan hakları” diye bir derdi varmış gibi.

Biden’ın yeni stratejisi, soğuk savaş dönemi stratejisine dönmüştür. “Demokrasi” ve “insan hakları” vurguları ile soslanmış bir savaş stratejisidir bu.

Demokrasi denilince, artık akla son gelecek ülkelerden biridir ABD ve insan haklarından söz edenlerin beyaz olmayanlara karşı uyguladıkları ve devlet politikası olan şiddet ortadadır.

“Batı değerleri”, kan ve soykırım, katliam ve savaş üzerine kuruludur. “Batı değerleri”, sömürgeciliktir ve bunun üzerine kuruludur. Irkçılıktır.

“Batı değerleri”, yüzlerce yıldır dünya halklarının köleleştirilmesi üzerine kuruludur. Bunun artık açık olduğu ortadadır.

Batı değerleri, NATO demektir. Batı değerleri, Gladio, darbeler, suikastler demektir. Batı değerleri, her türden hile, yağma demektir. Ülkelerin kaynaklarının emperyalistlerce yağmalanması demektir. Batı değerleri, halkın iradesinin yok sayılması, işçi ve emekçilerin zalimce sömürülmesi demektir. Batı değerleri yalan mekanizmaları, basının manipüle edilmesi demektir. Batı değerleri, tekelci sermayenin değerleridir.

Çin ile görüşmede Uygur sorunu, Tayvan meselesi, Hong Kong gibi konuların tartışmaya açılması, Çin’e karşı kibirli, üstten bakışın ifadesidir. Emperyalist sömürgeciliğin bakışıdır bu. Sıra kendi denetimlerindeki tuhaf rejimlere geldiği zaman sesleri çıkmayanlar, kendilerine boyun eğmeyenleri “insan hakları” sorunu yaratmakla suçluyorlar. Sanki, ABD, insan haklarının her gün, her an, her saniye ihlal edildiği bir ülke değilmiş gibi.

ABD heyetini şaşırtan şey, Çin’in aynı tonda, aynı şekilde yanıt vermesi olmuştur.

Biden yönetimi, Rusya ve Çin’i açık olarak düşman ilan edecek bir politikayı devreye sokmuştur. Bunun için, iki yol izleyecekleri anlaşılmaktadır. Bir, bu ülkelerin çevresini savaş alanı hâline getirmek, iki bu ülkelerin içlerinde kendilerine bağlı yöneticiler oluşturmak.

Bu yönde de planlar açıktır.

Çin denizinde ABD donanması dolaşmakta, Çin-Tayvan arasındaki sularda ABD gemileri giriş yapmayı denemektedir. Güney Kore’nin nispeten daha sağduyulu davranmasına rağmen, Japonya, bu politikalardan son derece memnundur. Japonya’nın sessiz ilerlemesi ile de uyumludur. ABD’nin kısa vadeli ve hızlı planlarına karşın, Japonya ve Almanya’nın daha uzun vadeli ve daha sessiz planları olması son derece anlaşılırdır.

Bölgedeki gelişmeler, tansiyonu yükseltmektedir. Sadece ekonomik savaş değil, askerî alanda da birçok yerel savaş kundaklanmaktadır ve baş kundakçı ABD’dir. Kuzey Kore ile ABD arasındaki diplomatik ilişkilerin kesilmesi bu açıdan anlamlıdır. ABD, Çin’e karşı savaşacak, yerel güçler aramaktadır.

Öte yandan ise Avrupa, Ortadoğu bölgeleri daha da hareketlidir.

ABD gemileri, Karadeniz’de dolaşmaktadır. NATO, durmadan Karadeniz tatbikatları yapmaktadır. Son olarak Boğazlardan geçen nükleer başlıklı ABD gemisi Karadeniz’de Rus gemilerinin takibine alınmıştır.

Bu kadarla bitmiyor, Ukrayna, Donesk sınırlarına asker yığıyor, ABD Ukrayna’ya silahlar satıyor.

Türkiye, tüm bu politikalara destek veriyor. Montrö Sözleşmesi’ni bir anda kaldırmaktan söz ediliyor. Bu elbette ABD için sevinç kaynağı olacak bir haber demektir. Kanal İstanbul zora girince, Montrö’den çıkmak gibi laflar ediliyor. Her ikisi de ABD projesidir ve Erdoğan’ın görev almak istediği, pazarlık masasına getirdiği projelerdir. Savaşa bu denli istekli ABD için bunlar iyi yemler sayılır.

Erdoğan, bize destek verin, Suriye’yi tamamen alalım tarzında makaleler yayınlayarak, ABD ve NATO ile pazarlık yapmak istiyor.

Ve ABD ile anlaştığı açık olan AB, bir yandan Rusya’ya karşı yaptırımları sürdürüp, Rusya’yı düşman ilan eden açıklamalar yaparken, diğer yandan da AB, Çin’e karşı yaptırımlar uygulamaya başlamıştır.

Böylece, ABD, eski müttefiklerini yanına almış görünmektedir.

Böylece, Rusya ve Çin’e karşı yeni bir saldırı devreye sokulmaktadır.

Peki bu saldırı, ne kadar etkili olacaktır?

ABD, bu saldırı ile, Rusya ve Çin’e karşı yanına aldığı müttefiklerinin kendisini rahatsız etmelerini önlemek istiyor. Buna bir diyelim. ABD’nin müttefiki “Batı dünyası”nın ABD’nin zaaflarından yararlanmak istediğini elbette ABD de biliyor olmalıdır. Bu ittifak, geçici ama zorunlu bir ittifaktır. İttifakın omurgasını oluşturan şey, ABD’nin ekonomik olarak güçsüz, askerî olarak ise güçlü olması durumudur. Bu iki farklı durum, ABD hegemonyasının çözülüşünü hızlandırıyor. İkincisi, Rusya ve Çin’i sıkıştırıp, onların çözülmelerini hedefliyor. Üçüncüsü ise, bu arada ABD, kendi iç sorunlarını çözmeyi planlıyor.

Bu üç hedef içinden gerçekleşmesi en çok mümkün olanı, ilkidir. ABD, emperyalist rakiplerini, bazı tavizlerle Rusya ve Çin’e karşı biraraya getirebilir. Bu konuda yol alsa da, aslında, ikinci ve üçüncü alanlarda sonuç elde etmesi mümkün değildir.

Uluslararası tekeller, Çin’den ya da Doğu Asya’dan yatırımlarını taşıyacak durumda değildir. Çin, ikamesi olan bir alan değildir. Kapitalist sistemin derinleşmekte olan krizi, aslında yeni bir Çin açılımı yapmaya, yani sermayeye kaydıracak, o denli kârlı alanlar organize etmeye yetmeyecektir. İsterseniz, “yetecek midir” diye sormakla yetinelim.

Öte yandan, ABD, iç sorunlarını çözecek güçte de değildir. Çözülen hegemonya, “bedava yaşam” diyeceğimiz yaşam tarzının da sonunu getiriyor ve ABD içinde sınıf savaşımı giderek daha da kızışıyor. Elbette ABD’de bir sosyalist devrim, tüm bu sorunları bir hamlede çözer ve tekellerin ortadan kalkması dünya için büyük olanaklar yaratır.

Çin’in ekonomik gücü dünya çapındadır ve Çin’e karşı önlemler, sanıldığı gibi yanıtsız kalacak değildir.

Dahası, ABD hegemonyası çözülmektedir, adeta eğik bir düzleme binmiş gibidir ve bu eğik düzlemde irtifa kaybetmesini önlemek, o kadar kolay değildir.

ABD, açık ve net bir tutumla, “ben dünya liderliğinden” vazgeçtim demeyecektir. Bir emperyalist güç, kendi elindeki gücü barış içinde devretmeyecektir. Kaldı ki, diğerleri de emperyalist güçlerdir. Fransa, İngiltere, Almanya, ABD ve Japonya arasındaki çatışma, derinden sürecektir. Rusya ve Çin ile savaş stratejisi, bu beş emperyalist güç arasındaki paylaşım savaşımını örtmeye yetmeyecektir.

Dünyanın tek bir çıkışı vardır.

Bu çıkış, dünya halklarının emperyalizme karşı topyekûn direnişinden geçmektedir.

Dünya proletaryası, geleceğin, gezegenin kurtuluşunun, özgürlük, eşitlik ve barışın tek garantisidir. Bu savaşa son vermenin tek gerçek yolu, proletaryanın silahlarını kendi ülkesindeki egemenlere, tekellere, onların devletine çevirmeleridir. Gerçek kurtuluş yolu budur.

Emperyalist savaş üzerine gözlemlerde bulunmak yeterli değildir.

Batı’nın güçlü devletlerinin, dünyaya “demokrasi”, “insan hakları” getirmesini dilemek ve bunu beklemek, hem tarihten habersiz olmaktır hem de su katılmamış bir aptallıktır. Bunu kim öneriyor olursa olsun, emperyalist efendilere ve onların yerli işbirlikçilerine, bilinçli ya da bilinçsiz, hizmet etmektedir.

Dünya sadece emperyalist savaşa sahne olmuyor. Dünya sadece Rusya ve Çin’e karşı Batı hücumuna sahne olmuyor. Dünya aynı zamanda direnişe, aynı zamanda halkların tepkilerine, aynı zamanda işçi ve emekçilerin ayağa kalkma sürecine, sosyalist devrimin yeni bir diriliş sürecine sahne olmaktadır.

Yeni bir dünya, eski dünyanın parçalanması ile doğacaktır.

Kaygılı Avrupa, Avrupacı solcu, iyi insan

Ülkemiz solunun “Batı” hayranlığı bir sır değildir. Sır olmadığı gibi, kökten hatalı olduğu da açıktır. Bu sadece Rönesans ile başlayan süreçlerin sonucu, bilim ve tekniğin gelişiminin etkileri ile açıklanamaz. Çünkü, bu etkiler, “Batı”cılık denilen bir akıma yol açmaz. Öğrenmek, okumak, “bir akım” yaratmaz.

Batıcılık, emperyalist çağda kapitalist Batı’nın sömürgeleştirme politikasının ortak adıdır. Fransızlar Cezayir’de hem katliamcıdır hem kolonyalisttir, hem egemendir hem de Batıcıdır. Tıpkı İngiltere’nin Hindistan’da olduğu, tıpkı Hollanda’nın Endonezya’da olduğu, tıpkı ABD’nin Latin Amerika’da olduğu, Afganistan’da olduğu gibi.

Batıcılık, birçok yerde şu kavramlarla iç içe geçirilerek kullanılmaktadır: Demokrasi taşımak, modern medeniyet seviyesi, insan hakları, medeniyet taşımak vb. Ve tüm bunlar, oldukça başarılı bir biçimde, emperyalist ülkelerin katliam politikalarını, döktükleri kanı, köleleştirme uygulamalarını, insanlığa karşı işledikleri suçları, sömürgeleştirme politikalarını “örtmeyi” sağlamaktadır.

Amazon ormanlarının kenarlarında veya içlerinde yaşayan yerlileri, “medeniyet” taşıyarak katlettiler, yağmaladılar, yok ettiler. Her zaman medeniyet, demokrasi, insan hakları çok işe yarar bulunmuştur.

Voltaire okumak, Rousseau okumak, Mozart dinlemek insanı “Batıcı” yapmaz. Bunlardan öğrenmekte değildir sorun.

Tersine Batıcılık, emperyalist politikaları örtmek için uygulanan bir ideolojik saldırıdır. İdeoloji, bir sınıfın çıkarlarının özlü ifadesi olarak ele alınabilir. Böyle olunca, Batıcılık, burjuva çıkarların, sömürgecilikle birleşmiş hâli olarak karşımıza çıkar ve elbette, insan davranışlarını etkilemeyi hedefler.

İnsanların giyim kuşam üzerine bu denli tutucu olması, “modern” tarzda giyinme söz konusu olduğunda da aslında aşırıdır ve ancak ideolojik etkenlerle açıklanabilir bir tutuculuktur. Şeklin bu denli öne çıkması, aslında burjuva kültür içinde de önemli bir yere sahiptir, ne de olsa soylulukla akrabadırlar.

Batıcılık, ülkemizde 1800’lerden beri etkin bir “akım” olmuştur ve doğrusu, sömürgeleşme sürecine de uygundur. Batı değerlerinin zorla içselleştirilmesine eşlik etmiş bir süreçtir bu. TC devleti, Osmanlı’nın paylaşımı ve sömürgeleştirilmesi sürecinin sonunda, bir sömürge olarak ortaya çıkmıştır. Batı hayranlığı, aslında bilime olan hayranlık değildir ve hiç de öyle olmamıştır.

Belki bu yüzden, Avrupa yaşam standartlarına olan hayranlıkla da birleşmiştir bu. Kendi gerçekliğine Batı’nın gözlükleri ile bakmak, aslında emperyalistlerin gözlükleri ile bakmak anlamında ele alınmalıdır.

Bunun kişiliksizleştirme politikaları ile bağı vardır. Kişiliksizleştirme, boyun eğdirmenin de etkili yoludur.

Bu, okur-yazar takımı aracılığı ile, devletin resmî “muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak” hedeflerini içeren eğitim politikaları ile, sisteme isyan etmeye yönelmiş solcularımıza da bulaşmış bir hastalıktır.

Devrimci bir insan, ister Almanya’da yaşasın ister Türkiye’de, Almanya’daki “yaşam standart”larının kaynağının, sömürgelerden akan kaynaklar olduğunu bilir. ABD’deki “Amerikan yaşam tarzı”, hem çürümüştür hem de ekonomik olarak sömürgelerden gelen artığa dayanmaktadır. Bu yaşam tarzlarını, aşırı sahiplenmek ve savunmak, aslında kişilik boşluklarının doldurulması olarak da ele alınabilir.

Ama biz daha çok işin ideolojik etkileri üzerinde durmak istiyoruz.

Bizim solcularımızda da yazık ki yaygın bir düşüncedir: AB hukuku, Batı değerleri, sonunda bizdeki “kötü” diktatörlerden hesap sorarlar. Bunun hiçbir zaman gerçekleşmemiş olması, durumu değiştirmiyor.

12 Eylül’de, AB’den Türkiye’ye gelen eleştiriler, solcularımızı heyecanlandırmaktaydı ve 12 Eylül karşı-devriminin karakterini anlatmak için bir enerji oluşturmalarına olanak vermekteydi. Sanki hakem olan AB ya da AB-ABD, kısacası Batı idi. Ve bizdeki diktatörler, onlara yalan söylemekte, olup biteni gizlemekte idi. Bu nedenle onların gözünü açmak, onlara durumu anlatmak çok önemli oluyordu.

Bizdeki diktatörlere, okur-yazar takımı, “diktatör bozuntusu” der. Hepsine. Evren’e de, Erdoğan’a da. Diktatör bozuntusu, aslında diktatör bile olamayan anlamında olmalıdır. Bu, diktatörün bozuntusu, eğer gerçek diktatör olsa idi haydi neyse, der gibidir. Diktatör bile olmayan bu kötü adamları AB’ye anlatmak, onların anlamasını beklemek bir iş hâline geldi. Bunu 12 Eylül sonrasında çokça yaşadık ve bugünlerde de yaşıyoruz.

Yanlış anlaşılmasın, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bir davayı taşımaktan söz etmiyoruz. Elbette taşıyacaksın, çünkü o da bir hukuk yolu olmuştur. Ama bu mahkemelerin kararlarını “gerçek hukuk” olarak kabul etmek de saçma olur. Birçok durumda karar verebilen bu mahkemeler, aslında kritik konularda, elbette “çıkar” ağlarına göre karar verirler ve nihayet burjuva sınıfın çıkarlarını korumakla görevlidirler. AB mahkemeleri karar verene kadar, “insan hakları ihlali” yok demeyeceğimize göre, işin bu yönünü de çok abartmamak gerekir. Bizim kastettiğimiz ise bu mahkemeler vb. değildir.

Demirtaş ve Kavala için AB, mahkeme kararları uygulanmayınca, “kaygılıyız” açıklamasını yaptı.

İstanbul Sözleşmesi, ki aslında bir AB sözleşmesidir ve uluslararası bir sözleşme olarak Türkiye’deki yasaları bağlar, feshedilince AB yetkilileri yine son derece kaygılı olduklarını belirttiler.

Bu “kaygılıyız” açıklamalarını Saray Rejimi’nin kapatması olan muhalefet çok yerinde buldu ve bunun Türkiye’nin imajını zedelediğini söyledi.

Avrupa kaygılı oldukça, hatta son derece kaygılı oldukça, bizdeki “muhalefet” bunu kendisi için bir “haklılık” nedeni sayıyor ve ülkenin imajının bozulduğunu söylüyor.

Bu Saray kapatması muhalefet, gerçekten çok “düşünceli” insanlar topluluğudur. Avrupa Birliği, ne ölçüde “son derece kaygılı” insanlar birliği ise, bizdeki muhalefet de o ölçüde “düşünceli” bir hâl takınıyor.

Buraya kadarı tamam ama, bu durum bizim solcularımızı da etkiliyor ve solcularımızın bir kısmı, AB’yi, kendi değerlerine ihanet etmekle suçluyor.

Hangi değerlerine? Mesela katliamcı ve sömürgeci politikalarına mı?

Bizim okur-yazar takımımız ve bazı solcularımız, AB’yi, adeta bir “olumlu değerler topluluğu” sayıyor. Onlara göre, AB ya da Batı, “iyi insanlar”dan oluşuyor; orada sınıflar yok, sınıf savaşımı yok, onlar emperyalist değil, dünyanın çok büyük kesimi bu emperyalistlerin egemenliği altında yağmalanmıyor.

Avrupacı solculuk, gerçek anlamı ile liberal sol düşüncedir, daha çok liberal, daha az sol olmak üzere.

Bir devrimci, Avrupacı, Batıcı vb. olamaz. Emperyalist ülkelerde, sömürgelerdeki kadar yoğun yaşanmayan sınıf çelişkilerine bakıp, o ülkeleri “medeniyet” seviyesinin ölçüm cetveli, insan haklarının zirve memleketleri olarak görmek, kapitalist sistemi zerre kadar anlamamaktır, sömürü ve sömürgecilik denilen şeyi hiçbir biçimde anlamamaktır.

ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, “demokrasi”nin merkezi olarak sayılabilirler. Tek şartla; demokrasi burjuva diktatörlük olarak ele alınırsa. Yoksa bu ülkeler dünyayı kana boğan, dünyanın egemenleridir. Yeryüzünde ne kadar “kötülük” varsa, hepsinin ardında, tekeller, onların egemenlikleri, onların maksimum kâr amaçları vardır.

Dahası, ülkemizdeki Saray Rejimi, Erdoğan’ın icadı değildir. Ya da kuşkulu biçimde azraille buluşan Burhan Kuzu’nun hukuk adamlığının bozuk eseri değildir. Tersine ABD ve AB ortak projesidir. Ortadoğu’nun, bölgemizin yeniden paylaşımı savaşımının bir parçasıdır. ABD ve AB’nin ellerinin kanlı olmadığını düşünmek, eğer onların adına çalışmıyorsanız, tam bir körlüktür. Irak’ta milyonlarca çocuğu katleden, Suriye’de milyonlarca insanı yerinden yurdundan eden, IŞİD çetelerini kuran, ülkemizdeki darbeleri planlayan, 1 Mayıs katliamını organize eden bu güçlerin bizzat kendisidir.

Şimdi, ABD, savaş planları için AB ile yeni bir ittifak oluşturmaktadır ve Saray Rejimi’ne, açıkça her türlü “insan hakları suçu” işlemekte serbestsiniz diyen bu ikilidir. Saray Rejimi, mülteci tehdidini, ABD emri ile devreye koymuştur. Suriye ve Libya’da bizzat ABD onayı ile at koşturmakta, bastırdıkları saldırganlıklarına alanlar açmaktadırlar. Ve bugün, AB ile bu konuları pazarlık masasına getirmişlerdir.

AB ve ABD, Saray Rejimi’nin, AK Parti projesinin açık destekçileri olmuşlardır. Trump değil sadece, Macron da, Merkel de ve diğerleri de bu projenin açık destekçileri olmuşlardır. Elbette AB, kendi çıkarları doğrultusunda iş tutmaktadır. Erdoğan ile ilişkileri de böyledir.

Bizim okur-yazarlarımız ve onların ardına dizilen solcularımızın bir kısmı, AB’yi, iyi insanlar topluluğu, evrensel değerlerin sahipleri ve savunucuları sanıyor gibidir. Bunun için, bugün, Erdoğan’a ve Saray Rejimi’ne AB tarafından destek gelince, “AB’nin ikiyüzlülüğü” karşısında “düşünceli” hâller takınıyorlar. Oysa AB her zaman emperyalist sistemin bir parçasıdır ve her zaman ikiyüzlüdür.

Fransız şıklığı Paris sokaklarında yansıyanlarla eksik anlaşılır, bir de Cezayir sokaklarında yansıyanlara bakmak gereklidir. Alman “dürüstlüğü” dörtbaşı mamur caddelerin içinden değil, Doğu Avrupa’daki uygulamalardan anlaşılır. İngiliz zarafeti, en çok ve en çok İrlanda tarihinden, Hindistan tarihinden öğrenilir.

Tekellerin çıkarları, her zaman yeni bir soykırım için, bu ülkeler nezdinde bir geçerli nedendir.

Kapitalizm, hiçbir zaman genel insanî değerler, genel insanı haklar üzerinden işlemez, işlememiştir. Kapitalist dünya, insanı yok ederek yaşamını uzatmaktadır. Bizim ülkemizdeki tüm doğal katliamlar, yağma ve haydutluklar, uluslararası tekellerin ve onların yerli ortaklarının ortak suçlarıdır. Kanadalı şirketlerin, ABD’li şirketlerin, Alman şirketlerin, İngiliz şirketlerin, Japon şirketlerin karneleri, dünyanın her yerinde suçlarla doludur.

Kapitalist sistem, çıkarları uzlaşmaz iki sınıfın savaşlarının sahnesidir. Bunu her okur-yazar bilir, her solcu bilir. Bilimden nasibini azıcık almış herkes, tarihin bu sınıf savaşlarının tarihi olduğunu bilir. Ve bu sınıf savaşlarının üstünde “insan hakları” yoktur, “değerler” bütünü yoktur. İnsana ait tüm olumlu değerler sistemi, emekçilerin sömürenlere karşı mücadelesi ile birikmiş olan şeylerdir.

Kapitalist sömürüye karşı savaşmadan, “iyi” insan olmak mümkün değildir. Bunun dışında “iyi insan”, etliye sütlüye karışmayan, kendi işine bakıp gözlerini tüm gerçeklere yuman insan anlamına gelmektedir. Duymayan, işitmeyen, görmeyen ve bu nedenle “insanlık” taslayan bir varlık, aslında çoktan kirlenmiş, tedavisi de mümkün olmayan varlıktır.

Bir katliam karşısında seyirci olmayı seçen kimse, kirlenmekten kurtulamaz ve insan olarak da kalamaz. Bunun en iyi örnekleri ülkemizde vardır. Katliamlar karşısında dilsiz kesilen insanlar, sonunda egemen olanın, katliamı gerçekleştirenin tarafı hâline gelmektedirler.

“İyi” mi bilmiyorum ama insan olarak kalmanın tek yolu, haksızlıklara, sistemin kendisine karşı mücadele etmekten geçmektedir. Bu mücadelenin insanı sertleştirdiği de doğrudur. Ama insan olarak kalmanın başkaca yolu yoktur.

Güncel olana gelirsek, Saray Rejimi’ni engelleyecek, Saray Rejimi’ne son verecek güç, eğer emperyalist efendiler, Batılı güçler olacaksa, inanın ki, yerine gelecek olan çok daha köleleştirici olacaktır. “Diktatör bozuntuları”nın yerine diktatörlerin asılları gelecektir.

Saray Rejimi’ni, onun dayandığı burjuva egemenliği ancak ve ancak, işçi sınıfının, genç kadınların ve genç erkeklerin mücadelesi yıkacaktır. İşçi sınıfının iktidarı dışında hiçbir şey, sömürünün her türüne, aşağılanmanın her biçimine, her türden haksızlığa son veremez.

“İyi insan” olmak, kişinin kendisini cennete hazırlaması olarak, din adamlarının papazların ve imamların vaazlarında alkış alabilir. Ama sizi suçlu olmaktan, insanlığınızı kaybetme ihtimalinden korumaz.

Bertolt Brecht ile bitirelim: Şöyle diyor Brecht “Yasadışı göreve övgü” şiirinde

 

“Güzeldir
Sınıflar çatışmasında
öne atılıp konuşmak.
Yüksek sesle yığınları mücadeleye çağırmak.
Ezenleri ezmek, ezilenleri özgürlüğe kavuşturmak.
Günlük bir sürü görev vardır, kolay değildir,
işverenlerin namluları karşısında
Parti ağını gizli ve başarıyla örmek.
Konuşmak, ancak
konuşanı gizlemek.
Kazanmak, ancak
kazananı gizlemek.
Ölmek, ancak
ölümü gizlemek.
Üne kavuşmak için çok şey yapılır, ancak
susmak için kim çaba gösterir?
Çünkü ün hep bilmek ister
büyük eylemleri kimin yaptığını.
Bilinmeyen, yüzü örtülü kişi
Bir an için de olsa çık öne ve
kabul et teşekkürlerimizi!”

Yüksek ahlâkî değerlerin kutsallığında “iyi insan” rolüne bürünmek değil, sınıf savaşımının gerçeği içinde militanca mücadele etmek insanı güzelleştirir. Aklı özgürleştiren de budur.

Saray Rejimi’nin militanları: Troller, pudracılar, başsız danışmanlar, çeteler…

Elbette ki yazının ilham kaynağı, “pudra şekeri”ni burnuna çeken, bunu yaparken arka koltuktakilerden biri tarafından videoya kaydedilen, sonra da bu videosu servis edilen kişi değil. Evet, değil. Çünkü, AK Parti Genel Başkan Vekili (yani AK Parti Başkanı Erdoğan olmadığında, ona vekâlet eden, bakın dikkat edin, yardımcısı değil, vekâlet eden Bülent Turan’ın BBC Türkçe servisine verdiği mülakat daha ilham vericidir.

Bülent Turan (Sakın ha, başkan yardımcısı değil, başkan vekilidir, hata yapmayın lütfen. Başkan vekili, başkan yokken işe yarar, başkan yardımcısı, başkan varken. Başdanışman, danışmanların başıdır, danışılan değil, danışman, başdanışmana bağlı ve başdanışmanın danıştığı kişidir), aslında aslı varken vekili olarak mülakat vermiş ve bu pudracı olayını konu alan bir soruya, “AK Parti, toplumda Yusuflar, Ömerler arayan bir partidir” demiş. İşte bizim ilham kaynağımız da budur.

Demek ki, AK Parti, toplumda Yusuflar, Ömerler arıyormuş. Ama bula bula, pudra şekercileri bulabilmiş. İşte talihsizlik budur.

Diyor ki Bülent Turan, ki kendisi Reis’in AK Parti’deki vekilidir, biz birisini göreve alırken, çok ince araştırırız vs. İyi ama, Pudracı Ayvatoğlu, zaten öncesinde “pudra şekeri” ile bağlantısız birisi idi. Yani, pudra bağlantısı, AK Parti’de göreve alındıktan sonra, gerçekleştirdiği “sosyal sıçrama” ile sağlanıyor. Mengü’ye verdiği röportajda, Pudracı, araba merakını anlatırken, “zaten bugün 500 bin TL’ye aldığınız bir araç, bir yıl sonra 1 milyon TL oluyor” demişti. Aslında, Pudracı, işi toparlayayım derken, “ülke ekonomisini de eleştirmiş” oldu. Bir gecekonduda oturan pudracının bu sosyal sıçraması, vekil Bülent Turan’ın “Yusuflar, Ömerler arama” benzetmesini yerle bir etmişe benzer. Bu Yusuf ve Ömerler bulunduktan sonra, pudracıya dönüşüyor, demek istemiştir. Öyle ya, 2019 yılının 9 Ağustosu’nda, cumhurbaşkanı başdanışmanının makam aracında, iyi para eden “skunk” adlı bir uyuşturucu ele geçirilmiş. Anlaşılan, bu aracın şoförü, iyice tetkik edilmiş araştırılmış, “Yusuf” ve “Ömer” adaylarından biri olarak görülmüş ve sonra da “sosyal sıçrama” ilkesi gereği, uyuşturucu sevkiyatını yapmaya başlamış.

* * *

Konuyu biraz genişletelim.

CHP, neden sürekli olarak AK Parti’den, Saray’dan korkar?

Evet, CHP, Saray’ın destekçisidir.

Saray Rejimi kavramını iyi anlamazsak, bunu salt “tek kişi yönetimi” diye anlarsak, CHP içinden Saray Rejimi kavramını kullananlara karşı CHP yönetiminin saldırılarını anlamazsak, aslında bu soruların yanıtını bulamayız.

Saray Rejimi, bir “tek kişi yönetimi” olarak ele alınırsa, aslında biraz da aklanmış olur. Doğru değildir. Saray Rejimi, tekelci polis devletinin olağanüstü koşullarda aldığı özel biçimdir. Bu olağanüstü koşulların dinamikleri, üç başlıkta ele alınabilir: İlki emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımıdır TC devleti, bu paylaşım savaşımında, kendini masada aktör sanan, yemeklerden biridir. Siyasal olarak ABD’nin, ekonomik olarak da AB’nin ağırlıklı kontrolü altındaki bir sömürge olarak TC devleti kimin elinde kalacak sorusu açık bir sorudur. TC devletinin, Saray Rejimi ve öncesinde de AK Parti projesi olarak ABD’nin Ortadoğu planlarında bir tetikçi rolü üstlenmesi kaydedilmeden Saray Rejimi’ne, sürekli “tek adam rejimi” ya da “patrimonyal sultanlık” demekle yetinirsiniz. Her iki kavramda da, siyasal iktidarın, dahası devletin sınıfsal karakterini gizlemiş olursunuz. İkincisi Kürt devrimidir. Kürt devrimi, içeride “olağanüstü” hâllerin oluşumunda önemli faktörlerden biridir. AK Parti iktidarının ve projesinin, 7 Haziran 2015 seçimlerinden ve onun öncesinden Dolmabahçe’deki masanın devrilmesinden bu yana geçirdiği evrim, aslında süreci anlamaya yeterlidir. Ve üçüncü faktör, Gezi Direnişi’dir. TÜSİAD’ın 30 Mart 2021 tarihli “açıklamaları”, burjuva sınıf adına bir uyarıdır ve iktidardan çok, arkasındaki uluslararası güçlere bir uyarıdır. Sınıf bilincini yansıtır. Tekellerin sınıf bilinci, yabana atılmamalıdır. Zira Saray Rejimi, onlardan bağımsız olarak var değildir. “Patrimonyal sultanlık”, her ne kadar “tek adam yönetimi” gibi ucuz değerlendirmeleri aşan bir hamle ise de, aslında devletin sınıfsal karakterini ve sınıf savaşımına göre şekillenmesi gerçeğini görmezlikten gelir. Sanki, tüm bu olup bitenler, bir adamın özentileri, hayalleri, akıl almaz ihtirasları gibi ele alınır. Gerçekten öyle midir? Öyle ise, TC devleti bunu nasıl görmez ve önlem almaz, tekeller bunu nasıl görmez ve önlem almaz?

Saray Rejimi, ekonomik politikası ile, rant, yağma ve savaş ekonomisine dayanır. Bu, elbette bazılarının bir anda köşeye dönmesi, yeni zenginler yaratılması da demektir. Ama bu ekonomik politika, uluslararası ve yerli tekellerin ortak politikasıdır ve dünyada neo-liberal politikaların sonu geldiği hâlde, ülkemizde bu politikaların tam gaz devam etmesi, bu nedenledir.

* * *

Şimdi, bize Saray Rejimi’nin örgütlenişine bakma fırsatı doğmuştur. Yukarıdakileri anlayabiliyorsak gerisi kolaylaşacaktır.

Saray Rejimi, anayasayı askıya almıştır.

Tekelci polis devleti, tüm kapitalist dünyada, faşizmin dişlilerini kadife örtülerle saklayan, ama onları içeren bir mekanizmadır. Tekelci polis devleti, basını, reklamcılığı ideolojik aygıt olarak örgütlemiştir. Bu ideolojik aygıt, tüm toplumu izleme olanaklarını vermekte, kitlesel bir manipülasyon yaratmakta, karanlık bir çağ oluşturmakta etkendir. Tekelci polis devleti, devletin baskı aygıtlarını, iç savaşa göre örgütlemekte, bu doğrultuda devletin içinde gizli yapılar, gizli iç savaş makinaları oluşturmaktadır. Bu yapılar, aslında “anayasa”yı, istedikleri zaman çiğnemekte özgürdürler.

Saray Rejimi, ise, olağanüstü hâli yansıtır ve bizdeki özgün örgütlenmedir. Anayasayı ayaklar altına alması, dünyada süren paylaşım savaşımından ve içerideki sınıf savaşımından bağımsız ele alınamaz. Bu nedenle, Montrö Sözleşmesi’nin geleceği tartışılmakta, bu nedenle Suriye’nin işgali için ABD ve NATO’dan destek istenmektedir. Yine aynı nedenlerle AB ve ABD tarafından, “içeride istediğini yap” ödülü ile ödüllendirilmektedir. Kürt halkına karşı uygulanan kirli savaş, bugün toplumun tüm alanlarına yayılmıştır.

Saray Rejimi, işlerin tek elden ve daha hızlı karar alınarak yürütülmesi için, olağanüstü hâllerin olağan hâle getirilmesi demektir.

Parlamento artık yok hükmündedir. Bunu örneklemek gerekir mi? Milletvekili dokunulmazlığının kaldırılmasında CHP’nin gösterdiği gözyaşartıcı “cesaret” (Kılıçdaroğlu bunu cesaret olarak sunmaktadır), aslında Saray Rejimi’nin organizasyonundaki adımlardan biridir. Parlamentonun hiçbir yetkisi yoktur. Sadece bir görüntü olarak orada durmakta, istedikleri zaman ise Gergerlioğlu olayında olduğu gibi, bu görüntüyü de dikkate almadan yürümektedirler. Ne HDP’nin ne de CHP’nin, Gergerlioğlu olayında, meclisi terk etme kararı almaması, aslında parlamentonun Saray Rejimi’ndeki durumunu açıklamak açısından önemlidir.

Partilerin bir önemi yoktur. AK Parti diye bir parti yoktur. Erdoğan, pandemi sürecinde kongreler toplayarak bir gösteri ortaya koymak istemiştir. Bunun nedeni, aslında partinin fiilî olarak dağılmakta oluşudur.

MHP diye bir parti de yoktur.

MHP, AK Parti ile, imam nikâhı ile evli sayılır.

Bu benzetme kabul görürse, bu durumda CHP, İYİ Parti ve diğerleri, Saray Rejimi’nin, imam nikâhsız metresleri sayılırlar. İktidarın yasal evliliği ise, uluslararası ve yerli tekeller ile olan bağıdır. Bu nedenle, TÜSİAD’ın “uyarıları”, yasal olarak boşanma isteği için uluslararası sermaye adına konuşmaktan başka bir şey sayılmaz. Zira, Ağbal süreci, Damat’ın istifası ile varılan anlaşmaya artık uyulmadığını düşünmektedirler. Ağbal, Damat’ın gidişi ile, belli bir anlaşmanın ürünü olarak oraya geldi. Giderken, Yeni Şafak’ın manşetinde, “sen kimin adamısın” sorusunun olması bundandır.

Bu durumda, CHP ya da burjuva muhalefet neden bu kadar korkuyor sorusunun yanıtı ortaya çıkmaya başlar.

Aslında CHP korkmuyor.

CHP, korkak bir siyaset yürütüyor.

Çünkü, CHP’nin görevi, toplumsal muhalefeti sisteme bağlamaktır. Tepki verdiğinde de bunu amaçlıyor; seçimlere kadar sabır diye başlıyor lafa. Korku işaretleri ise, aslında kitleleri korkutmak içindir.

Saray Rejimi’nin azgın saldırıları, artık işlevsiz hâle gelmiştir. Kimseyi korkutamıyor. Müjdat Gezen ve Metin Akpınar davası bunun kanıtıdır. Korku artık Saray saldırıları ile işe yaramıyor. Bu durumda burjuva muhalefet, kitleleri korkutmak için devreye giriyor. Bakın diyorlar, eğer eylem yaparsanız, eğer sesinizi sosyal medya dışında sokaklarda yankılatırsanız, bunlar sizi keserler. Bu korku, kitleleri durdurmak için işe yaramaktadır ya da hâlâ işe yaramaktadır. CHP’nin bu rolünü etkili oynayabilmesi için, CHP’deki bazı isimlerin hedef alınması ve korkutulması gereklidir ve işte onu yapıyorlar.

CHP’ye “etkili muhalefet yapamıyorsunuz” diye eleştiri getirmek, aslında doğru olsa da, işe yanlış yerden bakmanın ürünüdür. Zaten adamların derdi, etkili muhalefet yapmak değildir. Burjuva muhalefetin görevi, metresi olduğu Saray’ın korunmasıdır.

“Aman devlete zeval gelmesin” anlayışı, bugün, akıl almaz bir politik savunudur. İnsanların işsizlikten, açlıktan kırıldığı, intiharların günlük vakalar hâline geldiği, grevlerin yasaklandığı, iş cinayetlerinin yaygınlaştığı, kadına şiddet olaylarının arttığı, gençlerin “tehdit” olarak görüldüğü, her hak arama eylemine kolluk kuvvetlerinin (polis, ordu, basın ve yargı) saldırdığı bir ortamda, “devlete zeval gelmesin” demek nedir? Saray Rejimi’nin devlet denilen şeyden bağımsız olarak orada olduğunu mu söylüyorlar?

* * *

Şimdi en başa dönebiliriz.

Saray Rejimi’nin kadrolu militanları ortaya çıkmaktadır.

TC devleti, bir yönetme krizi içindedir. Bu kriz, ekonomik krizle birleşmiştir. Paylaşım savaşımının aldığı uluslararası boyut, bu yönetme krizini daha da derinleştirmektedir. Montrö ve Kanal İstanbul açıklamaları bunun içindir (Bu konuda Kaldıraç’ın sayılarında detaylı açıklamalar vardır ve konuyu daha da dağıtmamak için, bunlara tekrar girmeyeceğiz. Okuyucu bunlara kolaylıkla ulaşabilir). İstanbul Sözleşmesi’nin feshi bunun içindir. Bu yönetme krizi, daha da derinleşmektedir. Bu koşullarda iktidar, kendi kadrolarını yeniden organize etmek istemektedir.

Tekellerin, basının, burjuva muhalefetin, “bakanlar kurulu”nda değişiklik beklentileri, saçmadır.

Bakanlar kurulu diye bir şey yoktur.

Bakanlar vardır diyebilir miyiz? Bakanına bağlı. Mesela içişleri bakanı ve milli savunma bakanı vardır. Diğerleri yok gibidir. Dışişleri bakanı, Kalın’dan daha az etkilidir. Bunun gibi, diyanet işleri başkanının yerini Ayasofya Başimamı BoynuKalın doldurmaktadır. Dışişlerinde sade Kalın, diyanet işlerinde Boynukalın yeterlidir. Bakanlar, aslında “özel kalem müdürü”dürler. Özel kalem, sayıları oldukça fazla, “dolma” kalem tutkunlarıdırlar. Bu nedenle bakanlar kurulu değişiklikleri vb. üzerinde kafa yormak, anlamsızdır. Akar ve Soylu birer istisna olsun.

Saray Rejimi’nin “militanları”, durumu göstermektedir.

İlk olarak trollerden söz etmeliyiz.

Trol, balık avlamada kullanılan bir ağ adı olmalıdır. Sanırım yasaklanmış olmalı. Denizde balıkların neslini tüketmektedir. Açgözlü bir balık avcılığı demek yerinde olur. Sosyal medyada avlanmak, kullanıcıların balık olduğu bir sosyal medya ortamında, militanca bir müdahale için trol yerinde kullanımdır. Bunlar, sosyal medyayı halkın kullanımını etkisiz hâle getirmekle görevlidirler. Yasal olarak koruma altındadırlar, paylaşımları tehdit ve ırkçılık, aşağılayıcı vb. olsa da haklarında işlem yapılmamaktadır. Görevlidirler.

Trol, aslında bir sürü şeklinde organize edilmiş gruptur. Bunlar aynı anda saldırıya geçmektedir. Maaşlıdırlar. paraları, sosyal güvenlik sistemi içinde ödenmiyor. Yani, aldıkları paralar, maaş şeklinde olsa da yasal değildir. Muhtemelen, Saray Rejimi’nin “işadamları” tarafından finanse ediliyor olmalıdırlar.

Sonuçta, troller, paraları ölçüsünde Saray Rejimi’ne bağlıdırlar.

Saray Rejimi’nin militan basın kadroları da bunlar gibidir. Bunlara yazacakları şeyler fısıldanmaktadır ve Alo Fatih hatları kurulmaktadır. Bunların tümü, dolar cinsinden paralarla satın alınmıştırlar. Sadece trollerden farklı olarak, köşeleri vardır. Köşelerinde, dile alınmayacak şeyleri yazarlar ve yazdıklarının yazın açısından bir değeri yoktur. Böylesi bir amaçları da yoktur. Ne kadar yeşil, o kadar yazı, ne kadar yeşil o kadar küfür ile çalışan bir sistemdir bu.

Saray Rejimi’nin en militan kadroları, Saray’a bağlı işadamlarının oluşturduğu çetelerdir. Herkesin bildiği 5’li müteahhit çetesi, bunun en açık örneğidir. Bunların besledikleri bir sistem vardır ve bu sistem, her türlü saldırı için adamlar tutmuştur. Burada da para en öndedir. Beşli çete, olur da kendi muslukları kesilirse, hemen bastırmaktadır ve bunların söyledikleri, herkesten daha etkili bir biçimde Saray’da yer bulmaktadır. Uluslararası tekeller ve onların yerli ortaklarının “genel dizayn”ları, bu çeteler söz konusu olduğunda birçok istisnaya yol açmaktadır. Bu sürdürülemez bir “denge”dir. TÜSİAD’ın “ortalık tozduman”, “yetki ve sorumluluk bulanıklığı” diye tarif ettiği şey aslında budur.

Saray’ın önemli militanlarından bir bölümü IŞİD kadrolarıdır. Bunlara IŞİD kadrosu derken, aslında bir genelleme yapıyoruz. Müslüman Kardeşler ya da El Kaide’ye haksızlık etmek için değil. Ama bu kadrolar, devlet çarkının yanısıra, SADAT örneğinde olduğu gibi örgütlenmektedir. Burada da mesele paradır. Para olmadan, bu kesimlerin birarada durması mümkün değildir. 100 dolara herkesin adamı olabilecek çetelerdir bunlar. Bunların finansmanının ise cumhurbaşkanlığı örtülü ödeneğinden karşılandığını tahmin etmek güç değil. Bunları beşli çete gibi çıkar grubu müteahhitlerin finanse etmesi, Saray için tehlikeli olur. Bu durumda, güç kayması gerçekleşir.

Saray’ın bir diğer savaşçı grubu, pudracılardır. Bunlar, yoktan var olmuş, mallarını ve zenginliklerini, pudra şekerlerini dahi Saray Rejimi’ne borçludur. Bu nedenle, bunların etrafında biriken zenginlik, artık “Yusuf” “Ömer” arayışlarının çok ötesindedir. Bunların da sayıları oldukça kabarıktır.

Başdanışmanlar kadrosu da oldukça zengindir. Saray’ın her odası bir başdanışmana aittir. Başdanışman varsa, demek ki, “danışmanlar” da var olmalıdır. Bu başdanışmanlar, danışmanlara danışmakta, onlar da makam araçlarının şoförlerine. Anlaşılan budur.

Saray, “şahsım” düzeninde yürüdüğü için, başdanışmanların raporlarla çalışması zor görünmektedir. Hem sonra rapor, yarın için delil de demektir. Bu durumda, cumhurbaşkanının bu başdanışmanlara danışma işini yüz yüze yapması gerekir diye düşünmeyin. Bu da olanaksızdır. Başdanışmanlar ile tek tek görüşmesi mümkün değildir. Başdanışmanlar, aslında çeşitli güç odaklarını Saray’a bağlamak içindir. Buradan iyi paralar alırlar ve bu paraların en azından bir kısmı, sosyal güvenlik sistemi içindedir. Yani sigortalıdırlar. Ama bunun dışında geniş bir para ağının içindedirler. Diyelim ki, bu güç grupları, ilgili işlerin hâlledilmesi için başdanışmanlara danışmaktadırlar. Onların esas parası da bu kaynaktan gelmektedir.

Cumhurbaşkanı ile yüz yüze görüşebilenler de elbette vardır. İşte işler esas olarak onların aracılığı ile çözülmektedir. Bu durumda başdanışmanlardan daha etkili bir “sınıf” ortaya çıkmaktadır.

Saray’ın militan kadrolarından bir kısmı da, Saray’dan çok tarikatlara bağlı olanlardır. Onların görüşme düzeneği, cuma namazları ile gerçekleşmektedir. Cuma namazlarının oldukça keyifli geçtiği anlaşılmaktadır. Cumhurbaşkanı, her cuma sonrasında, “uçuyoruz ama kimse görmüyor” gibi, keyifli açıklamalar yapmaktadır. Bir arınma yeri olarak cuma namazlarının, bir afyon etkisi yarattığı, bu açıklamalardan bellidir. Bu tarikatları da, çetelerin içinde ele almak mümkündür. Zira bu tarikatlar, dünya işleri ile, en çok da dolar ile yapılan işlerle çok ama çok meşguldürler. Milli Eğitim’den çıkması zaman alacak kindar ve dindar neslin, yeni formatı, ağırlıklı olarak parasal değerlere bağlıdır.

İktidar kadroları içindeki çatlaklar da bu parasal ilişkilere göre ortaya çıkmaktadır.

* * *

İşte Saray Rejimi, böylesi bir hâl içindedir.

Tüm bu çark, işçi ve emekçilerin, üretenlerin elleri, alınterleri, kanları üzerine yükselen bir cennettir.

İşte bu nedenle de, işçi ve emekçiler dışında Saray Rejimi’ni alaşağı edecek bir güç yoktur.

İşçi ve emekçiler, ne kadar örgütsüz ise, Saray o kadar güçlü görünmektedir. Aslında bu güç son derece aşınmış bir güçtür. İşçi ve emekçiler örgütlendikçe, geliştirdikleri direniş de tüm toplumu saracaktır.

Bugün, mesele, toplumun her alanında gelişmekte olan tepkiyi, iktidarı almak, işçi sınıfının iktidarını kurmak için örgütlü tepkiye çevirmek meselesidir. Sadece görüntüye bakarsak, iktidarın gücünü, devletin hoyratlığını görürüz. Ama daha derine bakabilirsek, gelişmekte olan işçi hareketini, gelişmekte olan direnişi görebiliriz.

Bugün, bu topraklarda yaşayan her işçi ve emekçi, her kadın, her genç, gelişmekte olana, gelmekte olana katılmak üzere hazırlanmalıdır. Devrim mayalanmaktadır. Devrim, kendi yolunu açarak gelişmektedir. Örgütlü mücadele, devrimin zaferinin garantisi olacaktır. Yağma, rant ve savaş ekonomisinden beslenenler, işçi ve emekçilerin üretimden gelen gücünün önünde duramazlar. o

Saray Rejimi ve CHP “muhalefeti”

128: Yasak
Milyar: Serbest
Dolar: Serbest
Nerede: Yasak
Saray Rejimi ve CHP “muhalefeti”

“128 milyar dolar nerede” diye başlayan sorular, CHP’nin afişlerine yansıdı. Buraya kadar bir şey yoktu. Bildik CHP muhalefeti, hiç ses çıkarmamak üzerine kurulu, aman Saray’ı kızdırmayalım üzerine kurulu, karakteri “aman Saray kızmasın”, “aman devlete zeval gelmesin” olan bir “muhalefet”. Ama bu durum dahi, Saray’ı kızdırdı.

Saray bu. Her şeye kızma hakkı vardır. Önlerindeki büyük örnek Sultan Abdülhamid’dir ve kendisi, önce muhalif aydınlardan, sonra tüm memurlarından, sonra da gölgesinden korkmaya başlamıştı. Saray’daki lüks yaşam, maalesef korkuya çare olamıyor.

Saray Rejimi, karar vermiştir. “Milli muhalefet” dizaynı yapacaklar. Saray kapatması olarak Kılıçdaroğlu ve diğer muhalifler varken, her türlü aykırı sesi bastırma cesaretini de kendilerinde bulabiliyorlar.

CHP afişlerine, kolluk kuvvetleriyle müdahale etme kararı aldılar.

CHP afişleri vinçler ve polis eşliğinde törensel bir havada indirilmeye başlanmasaydı, muhtemelen kimse bu afişleri göremeyecekti. Binaların üst katlarında asılan pankartlar, sokaktaki insanlar için görünür olmaz. Ama vinç ve onun üstüne çıkmış polis, ilgi çekici bir görüntüdür ve öyle oldu.

Saray’ın korkuları, Saray’a yaranmak için alınan tuhaf kararlar, sonuçta bu pankartları da meşhur etti. Böylece CHP, en azından CHP yönetiminin Saray’ı kızdırmayalım sınırını aştı ve elbette bu pankartlar meşhur oldu. Böylece ortaya bir soru çıktı: 128 milyar dolar nerede?

Saray Rejimi’nin, ikinci hatası, bu soruya yanıt vermek için giriştikleri çabalar oldu. Erdoğan, ilk açıklamayı yaptı. Zaten o önce konuşur. Öyle yaptı. Paralar kasada duruyor, dedi. Yetmedi, pandemi için kullandık, dedi. O da yetmedi, kurun artması için yürütülen operasyonları önlemek için kullandık, dedi. Tabii bu açıklamalar, tüm medyanın, Saray medyasının da gündemine girdi. Ardından, Başdanışman (Başdanışman olmayan danışman var mı Saray’da? Bilmiyoruz, bugüne kadar da duymadık. Hepsi başdanışman. Kendisi en “baş” olduğu için, sadece “danışman” yeterli değil, “başdanışman” olmalı. Tüm Saray, danışmanlarla mı dolu?) Jöleli, MB’nin hiçbir zaman 128 milyar doları olmadı, dedi. Erdoğan 128 milyar dolar kasada derken, Yiğit Bulut, zaten hiçbir zaman öyle bir para olmadı, dedi. Bu durumu düzeltmek isteyen bir başkası, paralar buhar olmadı, dedi. Nihayet, bizim ismini Rabia Naz davasından bildiğimiz, unutmadığımız ve unutmayacağımız Canikli, bir hesap yaptı ve kamuoyuna açıkladı. Buna göre, 128 milyar doların, hani hiçbir zaman olmayan, hani zaten hâlâ kasada olan paranın nasıl harcandığını açıkladı. 75 milyar doları özel ve tüzel kişilere satıldı dedi. Bir bölümü ithalata gitti, bir bölümü ile altın ithal edildi vb. dedi. Kesmedi. Başka açıklamalar da geldi. Her açıklama, bir diğerini yalanlıyordu. Canikli, Rabia Naz olayından biliyoruz, kılıf dikmekte çok beceriklidir ve kalkıp, bu paranın herkese altın olarak, eşit şekilde dağıtıldığını söyledi. Hatta bu paraların, evlerdeki yerini de söyledi, “yastık altında” dedi. Ve sosyal medyada, şu açıklamalar yayılmaya başlandı: Ben baktım, evde yastık altında da yok, dolaplarda da.

Modern kapitalizmde “yenilik” (inovasyon diyelim isteyenler için), daha çok ürünün ambalajında ortaya çıkıyor. Birçok elektronik üründe, küçük bir düğmelik değişiklik “yenilik” olarak satış rekorları getiriyor. Ama tüm ürünlerde, ambalaj, yeni satış rekorları demektir.

Siz Canikli’nin tutmayan hesaplarına bakmayın.

Siz Canikli’nin yastık altı adreslemesine de takılmayın.

Esas olarak, ayakkabı kutularına bakın.

17-25 Aralık’taki “sıfırla oğlum” komutlarından bu yana, ülkemizde insanlar, ayakkabıları (a) kutusuz almıyorlar, (b) ayakkabı kutularını asla atmıyorlar. Belki çok çok az bir kısmı, bu ayakkabı kutularının Noel Baba gibi birisi tarafından doldurulacağını bekliyor olabilir. Ama çoğunluğu, hiç kimsenin doldurmayacağını bile bile, bu kutuları saklıyor. Hatırlayın, 17-25 Aralık’ın sıcak günlerinde Eskişehir’de bir kadın, çıkıp balkonundan ayakkabı kutusunu gösterdi de evinin kapısı kırılarak anında gözaltına alındı. İşte herkes, bir gün bu kutuları kimsenin doldurmayacağını bile bile, lazım olur düşüncesi ile ayakkabı kutularını atmıyor. Ayakkabı şirketleri de, satışlar artsın diye, “inovasyon” başlığı ile sürekli yeni kutular çıkartıyor.

İşte bu boş ayakkabı kutularına bakıp, acaba Canikli doğru mu söylüyor diyenler de oldu. Ama nafile. Canikli’nin, halka, üstelik eşit bir biçimde dağıtıldığını söylediği altınlar ortada yok.

İşte bu anlattığımız şekli ile, şimdilerde yeni bir “oyun”umuz oldu: 128 milyar dolar nerede? Nihayet, Saray buna uyandı. Ve açıklamaları kesemediler, her gün biri açıklama yaptı ve hem de yasaklamalara başlayacaklarını ifade ettiler. Erdoğan, bunu sormak suçtur dedi.

Aslında MB, döviz satışlarını, 2016 yılına kadar, açık olarak yayınlardı ve şeffaflık, “ekonomik güven” için çok önemli bulunurdu. Yani, dostlar, işçiler, sizin için, bizim için bir şeffaflık yok, sadece iş dünyası, kapitalistler, oyuncular için bir şeffaflık vardı. O da ortadan kalktı.

Kanımızca, Saray, bu konuda hemen yasaklar koymalıdır. Belki de bu yazı yayınlanana kadar yasaklar zaten gelir.

Önerilerimiz var: 1, 2, 8 rakamlarının birlikte ve küçükten büyüğe kullanılması yasaklanmalıdır. Hatta, içinde 1, 2 ve 8 olmayan, yeni, “Türk-İslam sayı sistemi” kurulmalıdır. Bu yeni sayı sistemi, 7 karakterden oluşmalıdır. Yarın, başka rakamlar da “suçlu” ve yasaklı hâline gelir diye, şimdiden, 10 adet “joker” belirlenmelidir. Bu jokerlerden üçü, hemen şimdi, 1, 2, 8 rakamları yerine tedavüle sokulmalıdır.

Otellerde, Saray’da ve bilcümle apartmanlarda, 128 numara yasaklanmalıdır. Otellerde 1. kat ve 28 numara olamaz. İlk katlarda 28 numaralı oda, 29 numaralı olmalıdır.

Ama, milyar ve dolar kelimeleri yasak dışında tutulmalıdır.

Bankalarda, kimse 128 milyar dolar tutamaz ve hiçbir matematik hesabı 128 ile sonuçlanamaz. Bunun için acil önlem alınmalıdır ve bu iş, Ay’a sert iniş yapma projesinin önüne konmalıdır. Bu işlemi gerçekleştirecek olan matematik dâhisi Türk’ün ismi, yeni sayı sisteminin ismi olmalıdır. 10’lu sayı sisteminin yerli ve milli olmadığı açıktır.

Aslında, bu işin suyunun nasıl çıktığının açık bir kanıtıdır.

Aynı biçimde, pandemiyi ele alalım. Pandemi sürecinde önlemler açıklayan Saray Rejimi, neden tüm önlemleri Erdoğan’ın ağzından açıklamaktadır? Bunun kuşku yok ki bir anlamı olmalıdır. Ama nedense, her açıklama, bir bulmacaya, bir komediye çevrilmektedir. Kemal Sunal öldü öleli, Erdoğan, onun filmlerini aratmayacak örnekler sergilemektedir.

Pandemi yönetimi, politiktir. Pandemi ile ortaya çıkan ölümler, siyasal cinayetlerdir.

Tıpkı kadın cinayetleri gibi. Soylu, İstanbul Sözleşmesi’nin iptalinden önceki bir ay ile, sonraki bir ay gerçekleşen kadın ölümlerini karşılaştırıyor ve işte buyurun, İstanbul Sözleşmesi’nden çıktık, ölümler azaldı, demeye getiriyor. Bu zavallılık, bu pespayelik, bu rezillik nedir? Kadın ölümlerini savunmanın bir başka yoludur bu.

Konuyu dağıtmadan, 128 milyar dolar meselesine dönelim. Bizce CHP yönetimi de dahil bunu devlet kadroları biliyor. Ama bir telâşla, açıklamalar yapıyorlar. Yani, o noktada yara var ve hep birlikte açıklamalarla bu konuyu örtmeye çalışıyorlar. CHP yönetiminin de konuyu örtmesi için “aracılar” gönderdiklerini duyuyoruz.

128 milyar dolar, döviz kurunu 6,80’lerde tutmak için harcanmış olabilir mi? Öyle ya Erdoğan, döviz operasyonlarından söz ediyordu. Bunun için, ülkede hiç döviz satışı olmadan, yani kimse dolarını bozmadan, hiç döviz girdisi olmadan, 128 milyar dolarlık paranın TL’den dövize dönmesi gerekir. Oysa ne çıkan yabancı sermaye ne de 100 dolar alan insanların aldıkları dövizler bu rakama işaret etmiyor. Ülkeden çıkan finansal sermaye, yani hisse senedine, faize vb. bağlanmış sermaye çıkışı, 20-30 milyar dolar olarak konuşuluyor. Damat Bakan “at izi it izi” şarkısı ile gidip yerine Ağbal geldiğinde, piyasalara güven “verildi” ve 10-20 milyar dolarlık finansal sermaye, faize vb. gelmek üzere ülkemize tekrar geldi. Saray, ortada hiçbir görünür neden yokken Ağbal’ı görevinden aldı ve anlaşma bozuldu. TÜSİAD cıyaklamaya başladı ve ülkeden 10-15 milyar dolarlık sermaye çıkışı gerçekleşti. Tüm bu hikâye gösteriyor ki Erdoğan, açık olarak yalan söylüyor. Dövizi düşük tutmak için bu paralar kullanılmış olsa idi, ancak 20 milyar doları kullanılırdı ve bu durumda da, döviz, 5,50 civarında olurdu.

Pandemi ile mücadele için kullanılmadığı da açık.

Erdoğan, aslında halkın değil ama tüm iş dünyasının ve bürokrasinin anlayacağı açık olan bir yalanı neden açıklama olarak “sunuyor”? Öyle ya, nasılsa adam muktedir, hiç açıklama yapmasa da olur, değil mi?

Diğer yalanlara girmeyeceğim. Onlar zaten açık sayılır.

Ama MB’nin en yeni başkanının açıklamaları çok ilgi çekici. Doğrusu, tüm kapitalist dünyada MB başkanlığı, son derece teknik bir iştir ve MB’nin bağımsızlığı, onun uluslararası sermaye ile bağı ya da IMF politikalarına sadıklığı demektir. Bu konuda bir yaklaşım vardır ve buna uyması için “bağımsız”dır. Zaten teknik bir iş yapmaktadır. Esas görevi de, enflasyon, fiyat istikrarının sağlanması ve bu yolla, “öngörülebilirlik” için ortam hazırlamasıdır. TL’nin konvertibl olduğu, serbest kur sisteminin uygulandığı bir ülkede, aslında MB, dövize müdahale etmek zorunda da değildir. Elbette edebilir ama, 128 milyar dolarını harcayacak şekilde edemez, eğer ediyorsa da dolar, TL’nin karşısında 8 TL olmaz.

İşte bu MB başkanı, durumu açıklamak için, iki kere basına bilgi verdi. İlki AA’ya verdiği bilgidir ki, hem çok yüzeyseldir hem de emirle gerçekleşmiş kısa bir açıklamadır. Ama ikincisi, “inandırıcı olsun” diye Saray basınına yapılan geniş mülakattır. Burada MB başkanı, İHA ve SİHA maliyetlerinden söz etmektedir. Ne alâka? İHA ve SİHA üretimi, Sümeyye hanımın gelin gittiği Bayraktarlar ailesinin işidir ve zaten orada yürümektedir. Ülkenin gerçek savunma bakanı, Damat Bayraktar olsa gerek. Gayet de iyi para kazanmaktadırlar. MB’nin bu işle bir ilişkisi olmaz. Devlet, savunma bakanlığına açıktan veya örtülü para verir ve savunma bakanlığı bu İHA-SİHA’ları satın alır. Sanırım birkaç milyon dolara Ukrayna’ya sattıklarına göre, 128 milyar dolar ile bir ilişkisi yoktur. Kaldı ki, teknik bir iş yapması beklenen MB başkanının bu açıklamalara girişmesi, örtülecek yalanın, çuvala sokulacak mızrağın çok büyük olduğunu gösterir.

MB başkanı, diyor ki, aslında bir şey olmadı, bilançoda aktif ve pasif yer değiştirdi. Yani, daha önce 128 milyar dolar, aktif, yani varlıklar içinde idi. Bilançolar, varlıklar (aktif) ve borçlar-yükümlülükler (pasif) olarak düzenlenir ve ikisi arasındaki fark, fazla (kâr) ya da açık (zarar) olarak ele alınır. 128 milyar dolar, aktiften, yani bankanın varlığı olma pozisyonundan, pasife, yani borç alanına geçmiş. Bundan daha rezilce bir açıklama olabilir mi?

MB parayı, kamu bankalarına aktarmış olsun, bu durumda paranın nerede olduğu belli olur. Ama kamu bankaları, bu parayı, özel operasyonlarda kullanmış ise, mesela, 70 milyar doları ile müteahhitlerin dış borçları ödenmiş ve bunun bir bölümü Erdoğan’ın kasasına aktarılmış ise, işler değişmektedir. Mesela bu paraların bir bölümü, firardaki Damat Bakan ile birlikte, özel işler için ayrılmış ise, iş başka. Mesela bu paralar, Erdoğan’ın “özel örtülü ödeneği” hâline getirilmiş ise iş başka.

CHP, tüm bunları bilmektedir. Bu konuda, artık CHP’ye bilgiler sızmaktadır. Biraz cesur ve namuslu olsa bu burjuva muhalefet, bu bilgileri halka açıklar.

Artık Saray Rejimi için, ayakta kalmak her şeyin önündedir ve bu ABD’li efendilerinden aldıkları bir “emir”dir. Ve ayakta kalmanın, ömrünü uzatmanın tek yolu, daha çok şiddettir.

CHP yönetimi, Saray Rejimi’ni, yasalara uymamakla suçluyor. İyi ama Saray Rejimi, en tepeden en aşağıya kadar zaten yasaları tanımadığını ilan ediyor. CHP muhalefeti, kurt koyunu yerken, ona, efendim biraz yavaş olun, mideniz ağrıyacak öğüdüne benzemektedir.

Nasıl ki Saray Rejimi, şiddetsiz ve daha çok şiddetsiz yönetemiyorsa, CHP ve Saray’ın eklentili muhalefeti de artık muhalefet yapamayacaktır. Yolun sonu gelmektedir.

CHP yönetimi;

1- Bu paraların nasıl, hangi kurdan, kime satıldığını biliyor mu?

2- Kanımızca biliyor. Öyle ise, neden açıklamıyor?

3- Bu açık hırsızlık, yağma ve soygun yapılırken, siz nerede idiniz? Neden bir tek şey yapmadınız?

4- Muharrem İnce’nin 50 milyar TL’sini Saray nasıl ve kimin aracılığı ile ödedi?

5- 128 milyar dolar ile ilgili belgeleri, bugün neden açıklamıyorsunuz?

6- 70 milyar dolar, yabancılara kredi borcu olan 5 müteahhidin bu borçları devlet üstlendi mi? Üstlendi ise, bunu neden deşifre etmiyorsunuz? Bu konuda Erdoğan ile hangi pazarlıklar yapılmaktadır?

Saray Rejimi’nin gerçek yüzünü ortaya çıkarmak için ellerini kıpırdatmayan, “aman devlete zeval gelir” diye bildiklerini gizleyen, yarın, Saray Rejimi’nin suç ortağı olacaktır. Başkasını düşünmeleri mümkün değildir.

Saray Rejimi, rant, yağma ve savaş ekonomisidir. Bu üç ayağı da deşifre etmek için, CHP’nin ya da başka birçok burjuva muhalifin ellerinde belgeler vardır. Bu belgeleri, “vatan-millet” yalanı ile ortaya sermeyenler, halka açıklamayanlar elbette suçludurlar.

Libya’da, Suriye’de, ülkenin gençleri ölüme gönderilmektedir. Bu savaş ekonomisi, Saray Rejimi’nin dayanaklarından biridir. Bunu deşifre etmeyen, Saray Rejimi’nden rahatsızmış gibi davranmamalıdır.

Ülkenin her yerinde, işçi direnişleri var. Onlarca işçi intihar etmektedir. İşçi direnişlerine bir kamera gönderemeyen basın, muhalif basın ya da gerçeklerle bağlı basın olamaz.

CHP, sürekli olarak “seçim ve sandık” edebiyatı yapmaktadır. Burjuva muhalefet, bu konuda ABD’nin ve AB’nin Erdoğan’a baskı yapacağını ummaktadır. Oysa, ABD’li efendilerin derdi, TC devletinin tetikçilik görevini sürdürmesidir. CHP, halkı, seçim ve sandık vaatleri ile aldatmak üzere Saray Rejimi’nin denetimine itmektedir. Saray Rejimi’ne öfkeli kitlelerin öfkesini azaltmak için görevli partidir CHP.

Birçok yerde CHP yönetimi, kendi çevresine, açıkça “direniş olursa ülkeyi kan gölüne çevirirler” demektedir. Ülke zaten kan gölü değil midir? Bir günde intihar edenler, bir günde öldürülen kadınlar, her bir gün işlenen iş cinayetleri, pandemi nedeni ile önlenebilir olduğu hâlde önlenmeyen ölümler kan gölü değil midir?

Saray Rejimi’nin, tam denetimi altında, saray medyası var, borazanları var. CHP, bu borazanlardan biri olmayı görev bilmektedir. Ve kendi içinde “okumuş-yazmış” olanlara, bu durumu, bu tutumunu “devlete zeval gelmesin”, “zaten gidecekler” diye anlatmaktadır. İşte burjuva muhalefet budur.

Bu durum, işçilerin kendi kaderlerini kendi elleri ile yazmak zorunda olduklarının kanıtıdır.

Bu yağma, bu rant, bu savaş ekonomisini ve buna dayalı Saray Rejimi’ni alaşağı edecek, o çarkı parçalayacak tek güç, işçi sınıfıdır. Örgütlü işçi sınıfının direnişi dışında hiçbir kurtuluş yolu yoktur.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...