Ana Sayfa Blog Sayfa 88

Saray “meydan okuyor” ya da kibrin sarhoş hâli

Bugünlerde, Saray Rejimi sadece “bu nasıl bir rejimdir” yönü ile tartışılmıyor. Belki bu konuda da bir ilerleme sağlanmış gibidir. Saray Rejimi, liberal solun, özellikle de CHP’nin merkezinin sevmediği bir terim. Devlet cephesi, buna burjuva muhalefeti de ekleyelim, bu Saray Rejimi terimini sevmiyor. Ama buna rağmen Saray Rejimi doğrudur ve geniş bir kesim için artık kabul görmektedir. Bu açıdan meselenin bu yönü üzerine tartışma azalmıştır.

Fakat bugünlerde Saray Rejimi’nin, devletin (asla hükümet demek yeterli değildir) attığı bazı adımlar, oldukça ilgi çekici tartışmalara neden oluyor. Bu tartışmalar da genel olarak üç grupta toplanabilir.

Saray Rejimi ne adım atarsa atsın, içinde bulundukları zor durum nedeni ile, bu adımları “erken seçim” olarak yorumlayanlar oluyor. Adım ne olursa olsun, bu yorumları görebiliyoruz.

İkinci grup Saray’ın her adımını bir “gündem değiştirme” olarak ele alıyor.

Üçüncü bir grup ise, Saray’ın her adımını, AK Parti içi dengelere göre açıklamaya, bunu biraz daha genişletelim AK Parti ve MHP ilişkileri ve her ikisinin iç dengelerine göre yorumlamaya çalışıyor.

1- Her atılan adım, somut olarak ele alınmalıdır. Öyle yorumlanmalıdır. Somut olarak bir adım, bu üç gruptan biri veya ikisi içinde ele alınabilir elbette.

2- Aslında, tek bir adımı değil de, bir süreci, birden fazla adımı bir arada ele alarak değerlendirmek gerekir. Bu daha doğrudur.

3- Her gelişmeyi, devletin, Saray Rejimi’nin her adımını, (a) uluslararası alanda süren paylaşım savaşımını da düşünerek ele almak gerekir, (b) Kürt devrimini, Kürtlere karşı yürütülen özel savaşı göz önüne alarak ele almak gerekir ve nihayet (c) Gezi ile birlikte gelişmekte olan direnişi göz önünde tutarak değerlendirmek gerekir.

Elbette, tüm bunlar, bir Saray Rejimi analizini gerekli kılar ve bu nedenle, Saray Rejimi’ni doğru anlamak çok önemlidir. Mesela bir tutuklamayı siz “aaa ülkede demokrasi yok” diye yorumluyorsanız, size en iyi ihtimalle “günaydın” dememiz gerekir. Mesela bir yargı kararını ele alıp, “aaa bakın ülkede hukuk yok, anayasa rafa kaldırılmış” derseniz, biz sizi dinlemeli mi, yoksa bu geç uyanışınıza üzülmeli mi diye düşünürüz.

15 Mart ile başlayan hafta, özellikle de Çarşamba-Perşembe-Cuma günleri, zamana daha fazla dikkat edenler “son 72 saat” diye ölçüyorlar, peş peşe ilginç olaylar ortaya çıktı. Bu olayları tek tek ele almak, elbette mümkündür. Ama bunların arasındaki bağlara da dikkat edersek, yerinde olacaktır.

I

İlki, HDP milletvekili, insan hakları eylemcisi Gergerlioğlu’nun milletvekilliğinin düşürülmesidir. Yayınlanmış bir haberi, bilmem kaç yıl önce tweetlediği için hakkında dava açılıyor ve elbette ceza alıyor.

Ceza alıyor çünkü, ülkede adalet, ülkede burjuva anlamda hukuk sistemi yoktur. Yani, bir işçi ile bir patron karşılıklı mahkemede davalı olarak biraraya gelirse, mahkemenin patrondan yana karar vermesi, mesela mülkiyet hakkı kutsaldır diye bir karara imza atması her kapitalist ülkede, her burjuva devlette mümkündür. Ama, burada burjuva hukukun taraflılığını aşan bir durum vardır. Mesela Gergerlioğlu’nun paylaşımına konu olan haber, yasaklı değildir. Yani, yasak olmayan bir şeyi paylaşmıştır. Ve karar, zamanlaması da ayarlanarak, mesela tam o güne getirilerek meclis kürsüsüne taşınmıştır. MHP, kongresinin öncesine denk getirilmiştir. Tüm yasal süreçler atlanmıştır vb.

Demek ki, Saray Rejimi, defalarca görüldüğü gibi, hukuku takmamaktadır. Zaten AYM’yi de
takmıyorlar, dahası AİHM’i de takmıyorlar. Bu artık “olağan”dır. Olağanüstü hâl, nasıl olağan ise, bu da öyledir.

Gergerlioğlu’nun bir milletvekili olarak bu davadan ceza yemesi hukuk ise, demek ki, ülkenin yarısından fazlası, her eyleme katılan, her slogan atan da ceza almalıdır. Almıyor. Neden diye sormalıyız. Çünkü, ülkede yaygınlaşmakta olan bir direniş vardır. Ve eğer direniş büyüyecekse, devlet, daha farklı kararları mahkemeler aracılığı ile alabiliyor. Ya da bir direnişi bitirmeye, bir çatlağı büyütmeye yarayacaksa, bu doğrultuda karar almaktan çekinmiyor.

Gergerlioğlu’nun milletvekilliği düşürülmüştür. Belki de Anayasa Mahkemesi, bu kararı iptal
edecektir. Bu, iktidar için sorun değildir. Zira karar siyasaldır ve belli bir amaca hizmet etmektedir.

İşte tam da burası analiz gerektiriyor.

Bu karar, Gergerlioğlu’nun ceza alması ve milletvekilliğinin düşürülmesi, birkaç amaca hizmet etmektedir.

1- ABD ve TC devleti, ortaklaşa, Kürt hareketine karşı bir operasyon içindedir. Bu operasyonda TC devleti saldırganlaşmakta, şiddetle katliamlar devreye sokmaktadır ve ABD, buna karşılık, Kürtlerin “kendisine sığınmasını” istemektedir. Bunun bir tarafı Ortadoğu meselesi, Suriye savaşı vb.dir. Kürt hareketi içinde bir Barzani partisi oluşturma
girişimi, bu planın parçasıdır. Böylece, HDP’ye saldırı planlanmaktadır. Binlerce üyesi tutuklu
olan HDP’nin, sahada etkisinin azaltılması, bu yolla Barzani partisine yol açılması istenmektedir.

2- Buradan bakınca, Garê operasyonundaki başarısızlığın, bu hamlelerle bağı vardır.

3- Gergerlioğlu’nun hedef seçilmesi de planlıdır. Çünkü, bu yolla, İslamî kesimin direnişi seçenlerinin cezalandırılması istenmektedir. Yani seçmeli şiddet”, Saray Rejimi’nin kendine “yakın” ya da geçmişte kendisi ile bağ kurmuş kesimlerini hedef almaktadır.

Bu “seçmeli şiddet”, aynı zamanda, cumhur ittifakı karşısındaki kesimleri de dağıtmayı, “millet ittifakını” zora sokmayı hedeflemektedir. Eğer bunun “erken seçim” ile ilişkisi varsa,
bu “erken” seçime daha zaman var demektir.

Ve elbette Gergerlioğlu’nun meclisi terk etmemesi önemlidir. Meclis önemli olduğundan değil.

4- Eğer meclis devlet için Saray Rejimi için gerçekten önemli olsa idi, bu hamleye girişmezlerdi.

Tersine, hatırlatmak gerekir ki, aslında parlamento diye bir şey yoktur, eski anlamda yoktur.
Rejim değiştirilmiştir ve parlamento, artık apış arasını örten bir yaprak rolünü bile görmemektedir.

5- Elbette bu arada, cumhur ittifakı da kendini toparlamaktadır. İstenen budur. O sonucu verip vermemesinden bağımsız olarak, AK Parti saflarında bir tehdit olarak düşünülmelidir.

II

İkincisi hemen bu olayın ardından, HDP’nin kapatılması konusunda MHP eli ile yürütülen “kapatma” kampanyasının, bir davaya dönüştürülmesidir. Bu ikinci olay da birincisi ile bağlıdır, çok bağlıdır. Ve HDP’ye saldırı aslında, parlamentonun bitmiş olduğunun bir kere daha ilanıdır.

Unutmamak gerekir ki, Saray Rejimi’nin “seçmeli şiddeti” yeni değildir ve her zaman “zayıf”lıkları gözetmektedir. Diyelim ki siz tam bir direniş göstermekte eksik kalıyorsanız, o zaman daha fazla saldırı alanına giriyorsunuz, çünkü saldırının sonuç verme olanağı artıyor. Kürt hareketi içinde Barzani partisi eğiliminin yeniden gelişiyor olması, bu açıdan önemlidir. İktidar, bunu görerek saldırmaktadır. HDP’ye yapılan, “kendini gözden
geçir” çağrıları boşuna değildir.

Bu saldırı, hem HDP’yi etkisizleştirme saldırısıdır hem de “millet ittifakını” durdurma saldırısıdır.

Umutlarını, ABD ve AB’nin “insan hakları” nedeni ile Türkiye’ye baskı yapması ihtimaline
bağlayanlar, bu açıdan da yanılmaktadır. ABD, açık olarak, AB ülkelerine, “bu aralar yaptırımları uygulamayın” telkininde bulunmaktadır.

Rusya ve Çin’e karşı belli tavizlerle AB’yi yanına almaya çalışan ABD, elbette “insan hakları” meselesini bir örtü olarak kullanmaktadır. 12 Eylül darbesinin pişirildiği dönemde, TC devletine, Yunanistan’ın NATO’nun askerî kanadına girişini onayla ve biz de “iç politikada” seni “serbest” bırakalım dendiğini artık herkes yazıyor.

Yani Batı değerlerinin, bizim liberal solcularımızın, liberal okur-yazarlarımızın sandığı gibi,
insanlığın kurtuluşu ile bir alâkâsı yoktur. Dünyaya atom bombasını kullanmış bir ülkenin, “demokrasi ve insan hakları” merkezi olarak sunulması ve bunun kabul görmesi, tekelci kapitalizmin propaganda aygıtının etkinliğinin göstergesinden başka bir şey değildir. Orada, Batı’da, “demokrasi ve insan hakları” yazılı bir can simidi yoktur, hele ki işçi ve emekçiler için.

Sadece “diktatörler” değil, ama aynı zamanda hiçbir emperyalist güç için, hiçbir sömürgeci
güç için, direniş hareketleri “sempatik” değildir, olamaz.

HDP’nin kapatılması girişimi, ister sonuçlansın isterse son anda vazgeçilecek bir adım olsun,
aslında “kayyum” politikasının, Kürt şehirlerindeki katliam politikalarının bir devamıdır.
Kaldı ki, HDP’yi kapatmayı başarsalar bile, buradan Kürt hareketini denetim altına alacakları
gibi bir sonuç çıkarmak mümkün değildir. İlk olmuyor bu kapatma. İspatlanmıştır ki, bu yolla bir sonuç elde etmeleri, direniş ruhu sürdüğü sürece olanaklı değildir. Bu açıdan, tüm toplumsal mücadele alanında direnişin geliştirilmesi, tüm bu hamlelerin boşa çıkarılmasında çok daha etkili olacaktır.

III

MB (Merkez Bankası) Başkanı Ağbal, görevinden alındı. Gece yarısı, Cumartesi sabaha
karşı bir kararla, Saray’ın başı muktedir, damadın kayınbabası tarafından görevden alınan Ağbal, “şükran” duygularını ifade etmiştir. Damat Instagram’dan “at izi it izi” açıklamalarıyla istifa etmiş ve “görevinden affedilmiş”ti. Bu kez MB Başkanı, şükran duyguları ile görevinden alınmıştır. Bu “şükran”, bu dertli işten kurtuldum “şükranı” değildir. Bu “şükran”, 18 Mart’ta faiz oranları 17’den 19’a çıkarılmasından sonra gelmiştir.

Kaldıraç’ın Mart sayısında “IMF ile gizli bir anlaşma mı var” diye sorulmuştur. Bu hamle, gizli
anlaşmayı örtmektedir.

1- Ama dahası, ABD-AB arasında, Türkiye’ye fazla yüklenmeyelim, tek bir şey isteyelim,
önce onu çözelim anlaşmasının verdiği cesaretle bu adımın bağı vardır. Bu nedenle, S-400’lerin Türkiye’den çıkarılması yönündeki ABD açıklamalarının ardından gelmiş olması daha anlamlıdır. Esas mesele, Türkiye’nin S-400 üzerinden Rusya ile ilişkilerine müdahale edilmesidir. Bunu Erdoğan’dan istiyorlar ve bunu yaptıktan sonra, diğer adımlar gelecektir.

2- Bu adım, Yeni Şafak’ın, Cuma günü Ağbal için “sen kimin adamısın” manşetini atmasından sonra gelmiştir. Bu manşet, yeni MB Başkanı’nın Yeni Şafak yazarı olması ile de bağlantılıdır.

Saray Rejimi, bir ekonomik yapıya da denk düşmektedir. Bu ekonomi, rant-yağma-savaş ekonomisidir. Bu ekonomi içinde iktidar çevresindeki, Saray çevresindeki gruplara para aktarılması da vardır. Bu ucuz faizli operasyonlar, %19 faiz ile olanaklı olmaktan çıkmaktadır.

Ağbal, faiz artırırken, işçi ve emekçilere sormuyor, piyasaya, en çok TÜSİAD ve MÜSİAD’a
soruyordu. Onlardan bağımsız, uluslararası finans çevrelerinin beklentilerinden bağımsız bir faiz artırımı söz konusu olamaz.

Saray Rejimi, açık destekçileri, ortakları, girift ve akçeli ilişkilerle Saray’a ve Erdoğan ailesine bağlı işadamlarının çıkarlarını görmezlikten gelemez. İşte bu adım, iş dünyasının farklı kesimleri arasında bir dengenin tutturulmasını hedeflemektedir. Hem faiz artırılmış hem de Ağbal görevinden alınmış ve rahatsız olanlar nefes alır hâle gelmiştir. Saray Rejimi’nin devamının sağlanması, işte tam da burada anlamlı olmaktadır.

Hem Erdoğan partisi hem Bahçeli partisi, birbirine yapışmış durumdadır ve bu yolla iktidarı sürdürmeye mecbur hâldedirler. Saldırganlık, karanlık, akçeli ilişkiler üzerine kurulu çeteler iktidarı devam ettirmek için son enerjilerini de kullanmaktadır.

Erdoğan, “görevden affettiği” damat eleştirilerinden bunalınca, başınıza damat kadar taş düşsün, demişti. Damat, 128 milyar dolarlık bir taş eder mi bilinmez, ama 128 milyarlık yağma, halk için yeterince ağır bir yük olarak yaşama yansımaktadır. Bu sıkışmışlık hâli, Damat’ın yeniden sahne almasına kadar giderse şaşmamak gerekir.

IV

Kanal İstanbul’a, devlet garantisi verilmiştir. Bu da Cumartesi sabahı, 20 Mart sabahı bir kararla sağlanmıştır. Bu karar da hukukî değildir. Ama iktidar zordadır ve hukuk raftadır.

Bu karar da, yine, Saraylı işadamlarının, girift ilişkilerle Erdoğan ailesine bağlanmış müteahhitlerin çıkarları içindir. Çetelerin kanun çıkarmaları artık çok kolaydır.

Osmanlı Sultanı Abdülhamid için, tüm topraklar, Osmanlı soyunun, ailenin toprakları idi.
Ama o dahi, bu kadar “cesur” kararlar alamıyordu. Sultan Abdülhamid’in kopyası olmaya çalışan Saray’ın muktediri, hem uluslararası tekellerin, özellikle ABD ve İsrail sermayesinin hem de Saraylı işadamlarının çıkarları için oldukça “cesur”dur. Yangından mal kaçırır gibi acelesi vardır.

Uygulansın ya da uygulanmasın, Saray Rejimi, bu kararlarla, ekonomik temelini ayakta tutma peşindedir.

V

Aynı gün, yani birçok gazetecinin vurguladığı gibi “son 72 saat” içinde, alınan kararlardan biri, İBB’nin mülkiyetinde olan Gezi Parkı’nın, “Beyazıt Hanı Veli Hazretleri Vakfı”nın mülkiyetine devredilmesi de bu cinstendir.

Hem “benim asıl işim rant üretmektir” sözüne uygundur hem de iktidarı korumak için, tarikatlarla girilen girift ilişkilerin ruhuna uygundur.

Bu karar da, iktidar içinde çözülmeyi önlemeyi amaçlamaktadır.

VI

Aynı gün, İstanbul Sözleşmesi diye anılan sözleşmenin iptal edildiğinin duyurulması da son
olanıdır.

AB tarafından gündeme getirilmiş ve İstanbul’da karara bağlanmış bu sözleşme, Türkiye tarafından 2011 yılında imzalanmıştır. Kadına karşı şiddet konusunda bir uluslararası belge olduğundan, TBMM’de onaylanarak yürürlüğe girmiştir.

Uygulanmamıştır.

Son dönemde, “kadın-erkek eşit olmaz” tarzında Erdoğan’dan yükselen sesler, en son, Ayasofya’nın başimamı tarafından bir kere daha yükseltilmiştir.

Kadın hareketi, İstanbul Sözleşmesi’nin ölümleri önleme konusunda ciddi bir yasal çerçeve olduğunu ifade etmiştir ve sözleşmenin uygulanmasını talep etmiştir. Buna karşılık, tarikatlardan, hatta Saadet Partisi’nden de bu sözleşmenin iptali istemi dile getirilmiştir. İktidar, bizzat kendi imzasını taşıyan bu uluslararası sözleşmeyi, bir kararla iptal etmiştir.

Erdoğan, 2011 yılında, çok taze Twitter kullanıcısı olarak, sözleşmeyi şöyle duyurmuştu: “Kadına şiddet artık ‘insan hakkı ihlali’. Sözleşme, Türkiye’nin öncülüğünde hazırlandı.”
Bugün ise, Fuat Oktay, Soylu, Adalet Bakanı Gül, Fatma Betül Sayan Kaya, Ayasofya Başimamı, İsmailağa tarikatı ve daha başkaları, hep birlikte, sözleşmenin iptal edilmesini destekleyecek açıklamalar yapıyorlar.

Bu fesih kararı da yasal değildir.

Normalde meclisin bu kararı vermesi gerekir. Erdoğan ve Bahçeli arasında birkaç konuyu içeren bir anlaşma olduğu anlaşılmaktadır. Bu konu da bu anlaşma maddelerinden biri gibidir.

Yasal olmadığı hâlde bu iptal, bir yandan tarikatları Saray Rejimi’ne bağlarken, diğer yandan AK Parti tabanında ciddi tepki çekecektir.

Mart ayının son haftasında AB ile Türkiye ilişkileri ele alınacak ve bu toplantının öncesinde de AK Parti kongresi vardır. Saray, ABD’nin AB’ye telkinlerini bilmektedir ve AB’den söz
dışında bir şey çıkma ihtimali zayıftır (Bu yazı yazıldığında henüz AK Parti kongresi ve AB toplantısı yapılmış değildir. Bu nedenle, sonuçlarını göreceğiz). Ama Saray Rejimi’nin AB’nin tepkisi konusunda bir fikri olacağı da kesindir. AK Parti kongresinden sonra, bu konuların gündeme alınması, gerekirse bir adım geri çekinilmesi de olanaklıdır.

Tüm bunlar bir raya getirildiğinde, iktidarın bir yandan açık olarak, tüm topluma “meydan
okuduğu” sonucu çıkmaktadır.

Ama aynı zamanda, tüm bu kararların, muktedir olmanın kibri ile birleşmiş bir sarhoşluk içinde alındığı da söylenebilir.

Artık, Saray Rejimi, çürümedir.

Her türlü kararı alabilecekleri fikri, halk nezdinde açıktır. Ancak bu bir boş vermişliğe yol açmamalıdır.

Bu çürüme, eğer mücadele yeterince gelişmezse, iktidar halkın iradesi ve eylemi ile, işçi
sınıfının, kadınların, gençlerin direnişi ile alaşağı edilmezse, kötü kokular yaymaya devam edecektir. Bunları seyretmek, bu çürüme hâline alışmak, bu kokuya alışmak demektir.

Evet, Saray saldırmaktadır.

Evet, Saray tam anlamı ile bir çürümedir.

Evet, iktidar sıkışmıştır.

Evet, pandemi sürecinde de gördüğümüz gibi, yalan söylemekten sarhoş hâle gelmişlerdir. Bu sarhoşluk, kibrin sarhoşluğudur.

Evet, kriz sürekli derinleşmektedir.

Ama bunların hiçbiri, işçi sınıfının, emekçilerin, kadınların, gençlerin direnişi olmadan, örgütlü mücadeleyi geliştirmeden, iktidarı deviremez. İşçi ve emekçiler, bugün, tam anlamı ile bir kurtuluş, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya kurmak için, gözlerini iktidara dikmek zorundadırlar. CHP’nin, İYİ Parti’nin vb. muhalefeti ile Saray Rejimi’nin yıkılması olanaklı değildir. Onlar, aslında muhalif gibi görünerek, iktidarı ayakta tutmaya çalışmaktadır.

“Amerika geri döndü” Peki ne olacak?

Nereye gitmişti bilemiyoruz, ama Biden iktidarı alışının üzerinden bir ay geçmeden, Münih
Güvenlik Konferansı’nda konuştu: “Amerika geri döndü” dedi.

O demekle kalmadı, AB konseyi Başkanı Michel tarafından da, “welcome back” olarak karşılandı. AB Konseyi Başkanı’nın bu gözyaşartıcı sevinci, “hoşgeldin Amerika” sözlerinde yansımasını buldu.
Bu konuşma, neden AB içinde sevinçle karşılandı? Öyle ya, ABD, birçok AB ülkesine yaptırımlar uygulamaktadır ve bu aslında ABD ile ardılları olan emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımının bir parçasıdır. “Ardılları”; Almanya, İngiltere, Fransa ve Japonya’dır. Bugün dünya, bu beş emperyalist merkezin arasında süren yeni bir paylaşım savaşımına sahne olmaktadır ve bu paylaşım savaşımının “kışkırtıcı” gücü, hegemonyasını kaybetmekte olan ABD’dir.

Bu noktanın anlaşılmasının önemli olduğu kanısındayız.

Her paylaşım savaşımı bir dünya savaşı mıdır? Ya da her dünya savaşı mutlaka bir paylaşım savaşı mıdır? Bu sorular önemlidir. İlki, Birinci Dünya Savaşı, açık ve net bir paylaşım savaşı idi. İngiltere’nin liderliğini elinden almak isteyenler, daha çok Almanya, ABD, Japonya idi. Fransa sayılmadan olmaz elbette. Saymamış yapmamak için adını analım. Almanya, ABD ve Japonya, geç gelmişlerdir ve geç gelene yeterince sömürge kalmamıştır. Özellikle Almanya ve Japonya için bu daha fazla geçerlidir. Zira ABD, Latin Amerika’ya sarkmaktaydı, İspanyol sömürgelerini kendine bağlayabiliyordu. Hızlı gelişen Alman, Japon ve Amerikan endüstrisi, birikmiş sermayeyi yatırmak ve aynı zamanda yağmalamak için alanlar arıyordu. Öyle ya, henüz Ekim Devrimi olmamıştı. Birinci Dünya Savaşı, sadece “dünya savaşı” olarak adlandırılırsa eksik olur, paylaşım savaşıdır da. Bu özelliği daha da önemlidir.

İkinci Dünya Savaşı, başlangıçta, kesinlikle SSCB’yi yok etmek, komünizmi yeryüzünden
silmek amacını taşıyordu. Almanya, bu göreve talipti, nedenleri belli ve elbette İngiltere, Fransa, ABD teşvikçi, Japonya ise aynı dertten muzdarip, Almanya gibi saldırmaya hevesli idi. Her biri, uygun anda savaşa katılmaya hazırdılar, dahası Almanya’yı, askerî ve teknik açıdan destekliyorlardı. Ford, acaba Hitler’e ne kadar yakındı? Hitler yenilince, neden Nazizmin tüm sistemi olduğu gibi ABD’ye teslim edildi?

Ama eğer Hitler başarılı olsa idi, muhtemelen Almanya, yeni düzenin lideri olacaktı, ki bunu,
yani “yeni düzen”i sık telaffuz ediyordu ve o zaman da “kanun”u o koyacaktı. İşte ABD, İngiltere ve diğerleri, bu arada pastadan pay almak için devrede olacaklardı. Demek ki, İkinci Dünya Savaşı’nı, önce sosyalizme karşı bir saldırı olarak ele almak gerekir.

Bugün, dünyanın bugünkü dengeleri açısından, 1990’larla başlar. Bugün denildi mi, SSCB
çözüldükten sonraki dönemdir. Bitmesi gereken ama bir açıdan bitmeyen Soğuk Savaş sonrası dönemdir. Yeryüzünde, Ekim Devrimi ile iktidara taşınmış olan sosyalizmin, yenilgiye uğratıldığı dönemden sonrasıdır. Bugün, SSCB’nin çözülmesi ile başlayan süreçtir.

1

Tüm emperyalist sistemin (NATO, IMF, GATT, Dünya Bankası vb. ile belirlenmiş sistemin) tepesine oturmuş olan ABD, aslında ekonomik alanda hegemonyasını ta 1970’lerde kaybetmeye başlamıştı. Ama buna çare buldular; petro-dolarlar, 1971 krizini aşmalarına yardımcı oldu. Ama bu petro-dolar mekanizması, aslında, Bretton Woods anlaşmasının açık ihlali demek olacaktı. 1980’lerde yeniden doların “sahte” basılmasının yarattığı sorunlar, aslında 1945 sonrası kurulan uluslararası kapitalist örgütlenmenin dağılmakta olduğunun, sistemin başına oturmuş olan ABD’nin ekonomik alanda hegemonyasını kaybetmekte olduğunun ifadesidir.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Almanya ve Japonya, silah “üretemez” hâlde idi. Bu nedenle Japonya, Toyota fabrikalarını bir günde tank üretebilecek hâle getirmek üzere, “sıfır stoklu” üretim modellerini geliştiriyordu ve yine bu nedenle Almanya, bir aşamaya kadar otomobil olarak üretilmiş olan ve Avusturya’ya gönderilen Leopar tanklarını Avusturya’da üretiyordu. İki ülkedeki otomobil sanayii, bu açıdan ilgiye değerdir. Öte yandan, “müttefik” ve komünizme karşı savaşın lideri ABD, elbette liderlikten doğan tüm avantajları kasasına indirmekte tereddüt etmiyordu. Bunun içine, kontrol mekanizmalarını da katmak
gerekir. Hemen hepsini dinliyordu, her verilerini alıyordu. Hemen hemen her ülkede kurulan “Gladio” adlı iç savaş aygıtları, komünizme karşı savaş kadar, ABD operasyonlarının uzantıları oluyordu.

SSCB var olduğu için, komünizme karşı geliştirilmiş örgütlenme ayakta tutulduğu sürece,
ABD, diğer emperyalist güçlerin zararına birçok ekonomik adımı atabiliyordu. Emperyalist güçler arasında süren savaş, komünizme karşı savaş naraları ile bastırılıyordu.

SSCB çözülünce, ABD hemen, bu durumu kullanarak, “dünya imparatorluğu” peşine düştü. Kissinger’in “dünya imparatorluğu” hedefi, Üçüncü Roma olarak da adlandırılmıştı. Bizim sol
cenahın yakînen tanıdığı isimlerden Dönek Negri, tam bu noktada, emperyalist tek bir dünya devleti fikrinin, barışın tek anahtarı olduğunu yumurtluyordu.

İlgi çekici bir fikirdir. Bir köyde herkes ağaya boyun eğerse, bir mahallede herkes mafyaya boyun eğerse, bir ülkede herkes kölece iktidara boyun eğerse, “barış sağlanır” mı tartışması, hem yerel hem de evrensel bir “tartışma” konusudur. Çok sayıda örnek vardır ki, direnen, boyun eğmeyen, “barış düşmanı” olarak nitelendirilmiştir. Ama buna rağmen, efendinin taleplerinin sonu gelmez. Herkes boyun eğse de, hayat bu ya, efendi başka bir şeye daha sahip olmak ister. Hani söyleniyor ya, “bu halk bu kadar tepkisiz olur mu” diye. Bu tek örnek değildir, daha fazlası olmuştur, daha çok boyun eğilmiştir, biat edilmiştir ama dedik ya hayat bu, diyalektik işliyor. Yine de efendiler doymak bilmezler ve sonunda er ya da geç yerle bir olurlar.

“İmparatorluk”, ABD planı olarak ortaya çıktı. Afganistan ve Irak işgali bunun ürünüdür.

Diğer emperyalist güçler, sosyalizmin boşalttığı Doğu Avrupa’da sessizce alan genişlettiler. İşten en kârlı Almanya çıktı. Almanya, Hitler önderliğinde savaşla ulaştığı sınırlara, savaşsız
ulaşmayı başardı. Elbette biraz da Fransa vb. ile. Ama durumu gören ABD, Balkanlarda, işi biraz daha sıkı tuttu. Ekonomik alanda hegemonyasını kaybetmiş olan ABD, Sovyetler’in çözülmesi ile oluşan alanları doldurmakta, sadece askerî metotları devreye sokabiliyordu.

Japonya, gelişmiş ekonomisi ve sermaye fazlasına rağmen, daha çok ABD gölgesinde kalmayı, uzlaşı içinde görünmeyi tercih ediyor. Irak işgaline para verme karşılığında, Japonya’da bulunan ABD üslerinin bir bölümünün boşaltılmasını sağlıyor vb. Japonya daha alttan, daha ekonomik yönü önde, daha sessiz bir yol ile ilerlemek istiyor.

İngiltere ise, bir yandan ABD ile daha sıkı ilişkilere sahip olmanın avantajını kullanmak istiyor. Bu açıdan “dünyaya yön veren akıllı üretimin” merkezi olmaya çalışıyor. Öte yandan ise, AB ile yollarını ayırmanın onu daha tek başına lider hâline getirmeyeceğinin çelişkisini yaşıyor. ABD’ye görünüşte en yakın, ama aynı zamanda ABD denetiminden kurtulmak için en ince politikaları devreye sokmaktadır.

Fransa, elbette askerî ve siyasi açıdan daha “rahat”tır. Zamanında NATO’nun askerî kanadından çıkmış olmak gibi hamleleri gerçekleştirmenin avantajını taşıyor.

Sistemin eski hegemon gücü, hâlâ çözülmekte olsa da hegemon gücü tartışmalı olsa da
lideri olan ABD, askerî üstünlüğünü konuşturarak ayakta durabiliyor. Bu açıdan, ekonomik öncülük, kapitalist-emperyalist kampta Almanya ve Japonya’dadır.

Öyle görünüyor, ABD, hegemonyasını savaşsız teslim etmeyecektir. Bu durumda, kamplaşmanın birinde ABD olacaktır, diğerinde ise Almanya ve Japonya. İngiltere ve Fransa, duruma göre tutum alacaktır.

2

Afganistan ve Irak hamleleri, ABD’nin BOP projesi ile de bağlı idi. Ama işler istenildiği gibi
gitmiyordu. ABD, “kazandığı” hâlde “kaybetmeye” devam ediyordu. Ve Libya, böyle devreye
girdi. Libya, ABD’nin, Batılı ortaklarına, bir yem vermesi idi. Yoksa, “müttefikleri”ni kaybetme süreci daha da hızlanmakta idi. İtalya, Gladio’dan kurtuluyor, Almanya ve Japonya, ABD üslerini para ödeyerek boşalttırıyordu. İşte, Libya iyi bir yemleme olabilirdi. İngiltere ve Fransa hemen üzerine atladı, İtalya’yı şimdilik saymıyoruz. Böylece ABD, eski müttefiklerini, bir parça Libya vererek yanında tutmaya çalışıyordu.

Libya, ABD’nin saldırgan politikalarında bir yeni manevra demek idi. Obama dönemi budur.
Bush döneminin saldırgan ABD’si, saldırganlığını devam ettirmek için bir imaj değişikliğine ihtiyaç duyuyordu. Hepsi budur. Biden, oradan geliyor. Obama döneminden geliyor.

ABD, Almanya ile Rusya yakınlaşmasını önlemek için, Almanya’nın duyarsız kalamayacağı Ukrayna operasyonunu devreye soktu. Hitler’in yenilgisi ile Kanada’ya ve ABD’ye kaçan Nazi
artıkları, Ukrayna’ya getirildi ve ardından, uygun bir operasyon devreye sokuldu. Hem Rusya ile Ukrayna arasına ciddi bir ara konulmuş oldu hem de Almanya-Rusya yakınlaşması suya düştü. Rusya, her ne kadar Ukrayna’da kan dökülmemesi için uğraş verdi ise de, iki ülke arasına ciddi bir mesafe oturdu. Fransa, İngiltere, İtalya da yanlarında Libya’yı yutmakla meşgul iken, Almanya, Ukrayna sorunu ile uğraşta iken, Çin ile Japonya arasında sorunları öne çıkartacak birkaç hamle de geldi. Böylece ABD, yemlenmiş “eski ortakları”
yeni rakiplerini sessiz moda aldığını düşündü. “Sessiz mod”, yani çok duyarlı değil, çok da rahatsız edici değil. Haksız da sayılmazdı. Bu kez sıraya Suriye alındı. Suriye’yi İran’ın izleyeceği kesin idi.

Burada duralım. Adına “ulusalcı” denen eski devlet elitleri, ısrarla, aslında ABD’nin Türkiye’yi de parçalamak istediğini söylemektedir. İyi ama, TC devleti, baştan aşağıya, tüm bu politikalarda ABD’nin tetikçisidir. ABD, bunu istediği her zaman yapabilir. TC devleti, kendi “ulusal” çıkarı olarak tanımlayamayacağı pek çok süreçte, ABD çıkarlarının bekçisi olarak davrandı, hâlâ da davranıyor. Yani, TC, tam olarak ABD kontrolündedir. Bu gücü tetikçi olarak kullanmak istiyor. BOP projesi sonuçlandığında ne olacağı, elbette
ABD’nin umurunda olmaz.

ABD ile AB arasında, 2000’li yıllara gelmeden, 1990’ların ortalarında, bir “kalıcı olmayan”
anlaşma olması ihtimali yüksektir. Bu anlaşma, AB’nin Kıbrıs ve Türkiye’yi alması karşılığında, ABD’nin de Ortadoğu’yu alması şeklinde olabilir. Ama öyle idiyse dahi, anlaşma yürümemiştir. Kıbrıs tıkatılmış, İstanbul için kanal projesi devreye sokularak İstanbul’un bir çeşit Hong Kong tarzı şehir devlet hâline getirilmesi dillendirilmiştir. Böylece Ortadoğu konusundaki anlaşmalar da rafa kalkmış demektir.

Suriye savaşı, ABD’nin Uzak Asya’daki sert adımları, Rusya ve Çin’in sahaya inmesine neden oldu. Ya da şöyle diyelim, onları sahada o zaman gördük. Rusya, Suriye’de sahaya indiğinde, açık olarak Libya’da hata yaptıklarını kabul etti. BM’nin Libya kararını veto yetkilerini kullanarak engellemenin hata olduğunu söylediler. Rusya ve Çin sahaya inince, aslında ABD’nin, Almanya, İngiltere, Fransa ve Japonya karşısında eşsiz diye sunulan askerî gücünün “sınırları” ortaya çıkmaya başladı. Böylece zaten çözülmekte olan ABD hegemonyası, ağır bir yara daha aldı.

Suriye ile birlikte, yeni savaş politikalarını devreye alan, Obama dönemi ABD yönetimindeki
iki isim çok önemli idi, biri Bayan Clinton, diğeri Biden’dır. Her ikisinin çevirdiği işler WikiLeaks belgelerinde ortaya serilmiştir.

Bu ikili olmadan, IŞİD anlatılamaz. Bu ikili olmadan, AB ülkelerinde patlayan bombalar
anlatılamaz. Bu ikilinin ortaya koyduğu politika, aslında eski müttefiklerine verilen tavizlerin
“havuç” olduğunu ortaya çıkardı ve AB ile ABD arasında daha açık olarak çelişkiler ifade edilmeye başlandı.

IŞİD, ABD’nin AB’yi de tehdididir. IŞİD, yeni bir “ortak düşman” yaratma projesidir ve bu
yolla ABD, eski ortaklarını yanına alacak, kanatları altına sığınmalarını sağlayacaktı. Fransa’da bombalar bu nedenle patladı. IŞİD ortaya çıktıktan sonra, NATO, “teröre karşı savaş” üzerinden kendi anlamsız varlığını meşrulaştırmaya yöneldi.

Ama görünüyor, bu da tutmadı.

3

Çin ve Rusya, kapitalist ülkeler olsalar da, sosyalizmden vazgeçmiş olsalar da (her ikisi de,
daha çok, sosyalist olmamaları gerçeği içinde ele alınabilir, kapitalistleşmeleri bulaşıktır, bu bulaşık kapitalist hâl, onları bağımsız ülkeler olarak tutmaktadır, ama sömürge olmamaları, emperyalist oldukları anlamına gelmez), serbest piyasaya bağlı hareket etmeye çalışsalar da, eski sosyalizm döneminde nasıl Batı tarafından dışlanıyordularsa, yine aynı durumla karşı karşıya kaldılar. Ne Çin ne Rusya, Batı basınında, gerçekçi, tek “olumlu” bir örnekle dahi anılmaz oldular. Oysa onlar, dünya kapitalist sisteminin içinde hareket etmeyi ilke
edinmişlerdi. Onlar sisteme entegre olmaya çalışıyorlar, ama uluslararası tekeller onları “pazar olarak” hakimiyet altına almak istiyor. Sorun burada çıkıyor.

Çin, Uzak Asya’da yaptığı anlaşmalarla, çevresindeki tüm ülkelere de kazandıracak bir birliktelik geliştirdi. Hatta Japonya dahi bu anlaşmalara imza attı.

Rusya ve Çin, Şangay örgütü ile ekonomik işbirliğini geliştirmeye çalıştı. Bu arada ise ABD, Trump ile, “kuralsız” bir adam imajı ile AB ve diğer emperyalist “ortak”larının üzerine yürümeye başladı. Had bildirme, sizi yalnız bırakırız tehdididir bu. AB’nin NATO’dan
istediği “hakları”, doların içinde bulunduğu durumda ihtiyaç duyulan yeni para sistemi anlaşmalarını tepeden reddetme girişimidir.

İşte “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir” sözlerini Macron’a ettiren süreç böylesi bir
süreçtir. ABD, AB’yi “sizi korumam” diye tehdit etmeyi sürdürdü. Buna bağlı olarak IŞİD saldırıları Avrupa’ya taşındı. Erdoğan açıkça AB’yi, ABD emri ile, IŞİD ile tehdit etti vb.
Fakat, tüm bunlar ve Suriye savaşı, bırakın imparatorluğu, bırakın ABD’nin dünya egemenliğini, bırakın “tek kutuplu dünyayı”, birden fazla güç merkezinin ortaya çıkmasına neden oldu.

Bu durum ekonomik alanda, 1970’lerden beri çözülen, 1990’larda hız kazanan hegemonya kaybının, siyasal alanda, askerî alanda da yansıma bulması demektir. Böylece ABD’nin hegemonyasının kaybolmakta olduğu, gerçek anlamı ile varlık hâline geldi. ABD, bu sürece sessiz kalmayacaktır. Trump’ın “America first” sloganı, bunun ifadesidir. Trump’ın yerine Biden’ın gelmesi, aslında tarzda bir değişiklik, yolda bir farklılık dışında bir anlam ifade etmez.

4

İşte Biden dönemi, bu sürecin sonunda ortaya çıkıyor.

Münih Güvenlik Konferansı’nda Biden, “Amerika geri döndü, transatlantik ittifakı geri döndü” diye konuşuyor.

AB Konseyi Başkanı bunu alkışlıyor. Macron, hani “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir” diyen Macron, “ittifaka inanıyorum” diyor.

Oysa NATO’nun beyni ABD idi.

Demek ABD, beyin ölümü gerçekleşmiş güç, şimdi geri dönüyor, öyle mi?

Biden, yeni bir saldırganlığı ifade edecektir. Bunu hep söylüyoruz. Çünkü, Rusya ve Çin’in
sahaya inmesi, ABD’yi, “eski müttefiklerine” ihtiyacı olduğu düşüncesine itmiştir. ABD, yeni
başkanının ağzından, “demokrasiyi savunuyoruz” planı ile geliyor.

“Demokrasiyi savunuyoruz” programı, genel başlıklarla şunlardan oluşuyor:

– Rusya’ya karşı saldırı: Biden, “Putin Avrupa’yı ve NATO ittifakını zayıflatmak istiyor” diyor. Ki doğrudur. Bu durumda NATO’nun Doğu sınırlarını genişletme programının devam edeceği
anlaşılıyor.
– Çin’e karşı yaptırımlar ve savaş devam edecek, diyor.
– Ve savaşın en kritik bölgesi hâline gelmiş olan Ortadoğu’da “ortak tutum” talep ediyor.

NATO’ya bağlıyız, işte bunları içeriyor.

ABD, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, komünizme karşı savaş şemsiyesi altına, tüm emperyalist dünyayı toplarken, sloganları “demokrasiyi korumak” idi. Demek, ABD, “soğuk savaş” dönemini özlemektedir.

Yani, yeni politikalar da üretemiyor, sadece bozulan statükonun, kendi liderliği altında, hiçbir şey olmamış gibi devam etmesini istiyor.
NATO Genel Sekreteri, hemen topa giriyor. Bu hıza bakarsanız, aceleleri var. Dünya savaşı çıkartmaktan korkmadıklarını ifade eder gibiler. Ve NATO şunları tehdit olarak sayıyor:

– Çin’in yükselişi. Ne ilginç, bir ülkenin, ki bu şu anda Çin, yükselişi açık olarak tehdit ilan ediliyor. Bu Hindistan olsa idi, yine tehdit olacaktı. Bu Endonezya olsa idi yine tehdit olacaktı.
– Gelişmiş siber saldırılar. NATO, bunu tehdit olarak görüyor. Siber saldırı yapma hakkı, sadece onlara ait olmalı, diye okuyabilirsiniz.
– Yıkıcı teknolojiler. Bu da ilginç bir başlık. Yıkıcı teknoloji hangisidir? Google değil mesela
TikTok mu? Apple değil mesela Huawei mi? Yıkıcı teknoloji, bir itiraftır. Batı, teknolojik önderliğin kendilerinden çıktığını itiraf etmektedir.
– İklim değişikliği. Bu da ilgiye değerdir. Dünyanın mahvolmasına neden olanlar, şimdi
Bill Gates’in önderliğinde “dünyayı kurtarma” işine soyunmuşlardır. Bill Gates, yeni alanlara
milyar dolarlık yatırımlar yapıyor. Bunu kendisi açıklıyor. Bu yatırımlar, kâr amaçlıdır. Kâr amaçlı değilse “yatırım” olmazlar. Bill Gates, gerçekten samimi ise, dünyaya bir dirhem olsun fayda sağlamak istiyorsa, kendini ortadan kaldırsın yeter.
– Rusya’nın istikrarsızlaştırıcı davranışları. ABD savaş naraları attığında istikrarsızlaştırıcı
olmuyor ama Rusya savunmaya başlayınca istikrarsızlaştırıcı oluyor.
– Terör tehdidi. Terör tehdidi en son maddedir. Çünkü, bizzat NATO en büyük terör organizasyonudur.

Tüm bu, geri döndük, hoşgeldiniz naraları, aslında, bir yeni anlaşmayı ifade etmektedir.
ABD-AB arasında bir yeni anlaşma. Bu anlaşmanın boyutlarını, ciddiyetini bilmiyoruz. Bir, uzun sürmeyeceğinden eminiz, iki esas olarak ABD’nin AB’yi ve eski müttefiklerini yanına alarak Rusya ve Çin’e karşı etkin bir saldırı planladıklarını biliyoruz.

Peki şimdi ne olacak?

Elbette biz çeşitli seçenekleri tartışabiliriz. Bazı soruları ele alabiliriz. Gerisini hayat gösterecek.

(a)

Acaba, NATO içindeki güçler, ABD’nin yeniden “ittifaka” uyum göstereceğini ilan etmesi
ile, kendi ülkelerinde ABD’nin at oynatmasına izin verecekler mi? Mesela İngiltere, ABD’nin ülkedeki laboratuarlara el koymasını kabul edecek mi ya da mesela İngiltere, ABD’nin her dediğini yapacak, Kraliçe’nin dinlenmesine izin verecek mi? Mesela Almanya, dün deşifre ettiği “Big Brother”, “Echelon” vb. dinleme sistemlerinin yeniden devreye girmesine onay mı verecek? Mesela Volkswagen’in ABD pazarında aldığı cezalara karşılık, Google’a ceza kesmekten vaz mı geçecek? Japonya, kendi topraklarındaki ABD üslerini, protesto gösterileri organize ederek ve ABD’ye para ödeyerek boşaltmaya başlamış iken, bundan
vaz mı geçecek? Acaba Japonya, Toyota’nın pazar payının ABD’de azaltılması için alınan önlemlere razı mı olacak? Acaba Fransa, “beyin ölümü gerçekleşmiş” dediği NATO’nun eski hâli ile devreye girmesine olanak mı verecek? Yoksa, bu eski “müttefikler”, yeni paylaşım savaşının tarafları, “kocamış kurdu” kandırmak için bir uzlaşı içinde görünmekle mi yetinecekler?

Başka bir boyutu da var.

Mesela Batı’nın devasa tekelleri, Çin’deki tüm yatırımlarını durduracak, Çin ile her türlü ticareti ortadan mı kaldıracak? Hepsi, üretim bantlarını ABD’ye, Almanya’ya, İngiltere’ye geri mi taşıyacak? Buralarda işçileri, İngiliz, Alman, Fransız, Amerikan, Japon işçilerini 500 dolar aylıkla mı çalıştıracaklar? Tekeller, Çin’i sarsmak için, tüm bu yatırımlarından elde ettikleri akıl almaz kârları feda mı edecek? Apple, mesela Huawei ile, bu kârlar olmadan rekabet edebilecek mi? Öyle ise neden iPhone 12’nin fiyatlarını üç kademe yapmaya yöneliyor?

(b)

ABD, bu yolla AB ülkelerini yanına alıp, Rusya ve Çin’e karşı savaş mı açacak? Görünen o
ki, bunu planlıyorlar. Mesela Biden, Merkel’e, gel sen şu yeni boru hattını, kuzey hattını kapat mı diyecek? Bu yolla Rusya’nın Avrupa’ya gaz satmasını mı önleyecek? Çin’e karşı vergileri artıracak ve sonunda Çin’den mal akışını mı kesecekler? Diyelim bunları yaptılar, karşı taraf, hiç önlem almayacak ve bu iki ülke, “boyun eğecek” öyle mi? AB’nin bundan çıkarları etkilenmeyecek mi? Mesela Volvo’nun bir Çin firması olmasını nasıl önleyecekler? Artık, kapitalist ekonomi geçersiz mi diyecekler?

İşte ABD’nin planladığı şey budur.

ABD, Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere’ye diyor ki, gelin aramızdaki savaşı donduralım, geçici bir ateşkes yapalım, birlikte, Çin ve Rusya’yı “ham” edelim, bölüşelim ve sonra yolumuza bakarız, herkes refah içinde olur, sonra da birbirimizi boğazlarız. ABD’nin önerisi budur. Bu her büyük savaş öncesinde var olan geçici ittifaklara benzer tutumdur. Ve ABD’nin bu önerisini kabul etmeleri için eski müttefiklerine bazı tavizler vereceği açıktır. Yoksa “geri döndük” sözleri “welcome” diye karşılanmazdı.

“Demokrasi”, bu saldırıyı gizlemenin bir başka yoludur. Biden ile ya da ABD ile “demokrasi”nin hiçbir bağı yoktur. ABD veya Batı’nın, insanlık adına, devletler düzeyinde tek bir pozitif katkısı, tarih tarafından kaydedilmiş değildir.

Bill Gates gibilerin dünya kurtarıcısı, yeni İsa rolüne bürünmelerinin nedeni budur.

Bu seçenek uygulandığında, Rusya ve Çin pes ederse, hedefe ulaşmış olur ABD.

Peki ya pes etmezse? Ya onların da yapacakları şeyler varsa?

Bu durumda savaş büyüyecek, farklılaşacak mı?

Sadece ABD’nin elinde, tüm dünyayı birkaç kere yok edecek kadar imha silahı var. Aynısı Rusya’da, aynısı Çin’de, aynısı İngiltere’de, aynısı Fransa’da vb. var.

Yoksa, diğer dört emperyalist güç, Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa, ABD’nin planlarını kabul etmiş gözükecek ve bu arada, kendi yollarında mı ilerleyecekler? Bu geçici anlaşmalar, bu son yolu daha olası kılar. Elbette AB, ABD’den taviz kopardıkça, Çin ve Rusya’ya karşı kampanyaya katılmakta beis görmeyecektir. Zaten bu yola girmiş durumdadırlar. “Welcome ABD” tam da bu anlamdadır. Ama AB’nin kopardığı bu tavizler,
bugün tatmin edici olsa da, yarın tatminkâr olabilecek mi?

(c)

ABD ve AB arasında, geçici bir anlaşma olduğu anlaşılmaktadır. Bu anlaşmaya göre, AB ve
diğer emperyalist güçler, Rusya ve Çin’e karşı ABD’yi destekleyecekler. Ve NATO, AB’nin denetim ve söz hakkının artacağı bir organizasyona dönecek, ama bu arada, birçok iş NATO adına yapılacaktır. Mesela Irak’taki NATO asker sayısı, 500’den 4 bine çıkarıldı. Böylece, Irak’ta NATO daha öne çıkacak. NATO’nun Karadeniz’e ve Doğu Avrupa’ya yayılması da bu planın parçasıdır.

Bu arada ABD, Irak-Suriye sınırını, İran yanlısı milisleri bombaladığını duyurdu. Yani bir yandan, Irak’ta ABD, diğer emperyalist güçlere pastadan daha fazla pay vermeyi kabul ederken, NATO şemsiyesini öne çıkarırken, diğer yandan, kendisi saldırılarını sürdüreceğini gösteriyor. Bu durumun kendisi de anlaşmanın “çok” geçici olduğunun kanıtıdır.

Muhtemeldir ki, ABD-AB arasında, bazı sorunların geçici olarak çözümü gündeme gelecektir. Her savaş öncesinde, böylesi geçici anlaşmalar yapılır. Burada da bunu görmekteyiz. Bu yolla ABD, Rusya ve Çin’e karşı, tüm Batı güçlerini yanına alma hevesindedir. Bunda hızlı bir yol alındığına bakılırsa, aslında görüşmelerin Trump döneminde de sürdüğü anlaşılmaktadır.

Öyle anlaşılıyor ilk eylemler, bölgemizde gerçekleşmektedir. Suudi Arabistan Prensi’nin
Kaşıkçı’nın ölüm emrini verdiğinin duyurulması, Suriye sahasının bombalanması, İsrail’in Suriye sahasına yeni saldırılar gerçekleştirmesi, NATO’nun Irak’a daha fazla asker göndermesi, bunu doğrular niteliktedir. Rusya-İran ortak tatbikatı da, muhtemelen tüm bunlara yanıttır. Karadeniz ve Kafkaslar ile Ukrayna üzerinde oyunlar sahneye
sürülmesi muhtemeldir. Bir de elbette Çin’e karşı atılacak adımlar var.

Tüm bunlara Rusya ve Çin’in bir direniş göstereceğini tahmin etmek zor olmasa gerek.

(d)

Diyelim ki, bu plan tutmadı. Rusya ve Çin’i öcü ilan etme planı işlemedi ve ABD diğer emperyalist güçlerle, onlara karşı savaşa yeniden döndü Bu durumda, “demokrasi” savunusu ne olacak diye sormayın, çöpe gidecek. Ama savaş nasıl bir seyir izleyecek diye sorun, çünkü çok farklılaşacak.

Twitter, Trump’ı yasakladığı gibi başkalarını da yasaklayacak mı diye sormayın, çünkü zaten
bunu bir kere yaptılar mı arkasını getirecekler. Ama, savaş ABD içine ulaşacak mı, diye sorun.

(e)

Tabii bir de, hiçbir gücün hesaba katmadığı, dünya proletaryası var. Dünyanın her yanında işçiler, 20. yüzyılın başındaki kadar örgütlü değiller. Çok daha kalabalıklar, çok daha enternasyonal nesnelliğe sahipler, ama daha az örgütlüdürler.

Tüm bu savaş, tüm bu senaryolar, aslında, kapitalist sistemin krizde olduğunu unutturmamalıdır. Yani, sadece savaş yok, hem savaş hem de derinleşen bir kriz var. Kriz ve savaş birleşmiş durumdadır. Bu, durumu daha fazla devrime gebe
hâle getirmiştir, getirmektedir.

Evet dünya proletaryasının örgütlülüğü göreli olarak zayıftır. Bu da bir realitedir. Ama bu
zayıflık, ortadan kaldırılamaz bir zayıflık değildir. Tarihin tekerleği, bazı dönemler, olduğundan daha yavaş dönebildiği gibi, bazı dönemler olduğundan daha da hızlı dönebilir.

Ve bir devrim ne kadar imkânsız görünürse görünsün, dünyanın kurtuluşu, Bill Gates gibilerin reçetelerine değil, sosyalist devrime muhtaçtır. Kâr için üretim, insanoğlu için bitmiştir. Yolun sonu burasıdır. İnsanoğlu, kâr için üretime, özel mülkiyete, meta üretimine ve onun tüm sonuçlarına, her türden ayrımcılığa ve sömürüye son vermek zorundadır. Bu zorunludur. Başka türlü insanlığın bir geleceği olamaz. Ama bu sadece zorunlu değildir, aynı zamanda da olanaklıdır. Tüm bu olasılıklardan bin kat daha reel, bin kat daha
gerçekçi bir hayaldir bu.

Yönetenler görevini yapıyor, biz de kendi görevimizi yapalım
DİRENİŞLERİN BİRLEŞECEĞİ, COŞKULU, KİTLESEL 1 MAYIS’A!

1 Mayıs yaklaşırken bugün mücadele kritik bir eşiktedir. Egemenler, savaşımda saldırı bombardımanına geçmiştir. Yeni saldırılar için nabız yoklamakta, özellikle kitlesel eylemleri, özellikle siyasi örgütlerin, sendikaların ne kadar dik durabileceğini tartmakta ve yeni saldırılar için pusuda beklemektedir. Kıdem tazminatını gasp etme amaçlarını ceplerinde tutmaktalar ve elleri ceplerindedir. İstanbul Sözleşmesi’nin fesih kararında olduğu gibi, yeni saldırılar için uygun zamanı beklemektedirler.

Pandeminin başlangıcından beri bir yandan “Evde kal” çağrıları yaparken bir yandan işçilerin virüsle burun buruna çalışmasına önlem almayanların, patronların kârı azalmasın diye 15 gün bile tam kapanmayı reddedenlerin, bir yandan memleketin her yerinde kongrelerini örgütleyenlerin verdiği kararlar kendilerini bağlar. Bu kararlara uyumlu davranmaya çalışmak, pandemide egemenlerle aynı gemideymişiz gibi davranmak, mücadeleyi geri çekmekten başka hiçbir şeye yaramaz.

“Aman sesinizi çıkarmayın, aman uzlaşın, ilk seçimde gidiyorlar” diyen başta CHP olmak üzere düzen partilerinin verdiği akla uygun davranmak, bugün işçi sınıfına, halka dönük yeni saldırılara olur vermekten başka bir sonuç veremez.

Sınıfın öznelerinin gözetmesi gereken; iktidarın verdiği kararlar değil, sınıfın talepleridir. İktidar, mücadelenin önüne engel olmak için pandemiyi bahane ediyor. Pandemi ve iktidarın koyduğu yasaklar; işçi sınıfına olan sorumluluğunu yerine getirmesi gereken devrimciler, siyasi örgütler, sendikalar, odalar için de bir bahaneye dönüşmemelidir. Önemli olan bizlerin vereceği karardır.

İşçiler, kadınlar, öğrenciler aylardır yasak tanımadan direniyorlar. Gelişen bir hareket, adım adım yaygınlaşan direniş var. Sınıfın özneleri, bu gelişen hareketten daha geri bir tutum alma lüksüne sahip değildir.

İşçiler, kadınlar, öğrenciler, doğasını-yaşam alanını savunanlar kazanmak istedikleri için direniyorlar.

Burjuva muhalefet bu direnişi bastırmak için kendi rolünü oynuyor ve uslu davranmayı salık veriyor.

Peki, biz ne diyoruz?

Bu mücadeleleri ileri taşımak, Saray Rejimi’nin saldırıları karşısında sınıfın gündemini tüm gücüyle ortaya koymak için 1 Mayıs’ın kitlesel olması önemli. Ama eylemin biçimi de kitlesel olması kadar öneme sahip. Yalnızca izinli olması gözetilerek, iktidarın işaret ettiği kent çeperlerindeki alanlarda, işçilerin çalıştığı gün ve saatlerde 1 Mayıs örgütlemek bir seçenek değildir. Mücadelenin ihtiyacı da bu değildir.

İstanbul 1 Mayıs’ını, gününde, Taksim’de kitlesel bir miting olarak örgütlemek mümkündür. Kendi belirlediğimiz alanda, kent merkezinde kitlesel 1 Mayıs mümkündür ve önümüzü açacaktır. Egemenlerin saldırılarını püskürtmek için önemli bir adımdır ve bunu gerçekleştirmenin anahtarı bizim kararlılığımızdır.

Bir ay boyunca; kitlesel bir Taksim 1 Mayıs’ını sendikalar, siyasi örgütler, meslek örgütleri, direniş odakları olarak tüm enerjimizle örgütlemeliyiz. İşçilerin taşan öfkesini, kadınların büyüyen isyanını, öğrencilerin direnişini buluşturacak; 1 yıllık pandemi döneminin, verilen canların, işsizliğin ve yaratılan geleceksizliğin hesabını sorabilecek iddiaya sahip bir 1 Mayıs örgütlemeliyiz.

Sarayın saldırılarını teşhir etmekle yetinmenin, suçun onlarda olduğunu tekrarlayıp durmanın zamanı bitmiştir. Bu bir sınıf savaşımı. Yönetenler görevini yapıyor, biz de kendi görevimizi yapmalıyız.

Bu kritik siyasal eşikte görevini yapmayanlar, yarın kendilerine ancak düzen partileriyle birlikte; işçileri, halkları oyalayanlar cephesinde yer bulabilirler.

İşçi sınıfına cehennemi vadedenlerden hesap sorma iddiasına sahip, kitlesel, coşkulu, militan bir 1 Mayıs’ı örgütlemeye!

Madem yasalarınız yalnızca size uygun, o vakit yalnızca siz uyun
1 Mayıs’ta Sokaklardayız!

Pandeminin 1. yılı yeni geride kalmışken ve bu bir yıl içinde yürütülen “pandemiyle savaş” raporları daha henüz tazeyken Saray Rejimi yine yeni yasaklarla pandemiyle (!) savaşı büyüttü.

Hafızalar tazedir, onun için bütün bir yılda yapılanları yazmayacağız.

“Pandemiyle savaş”ın başlangıcına bakmak yeterlidir.

Saray Rejimi aracı olup rantını alacak tarikatlar belirlenmeden ne maske dağıtabilmiş, ne de meydanlarda her eve gireceği söylenen -belki de alkolü yüksek olduğundan- kolonya evlere girebilmiştir.

Sağlık emekçileri onar yüzer ölüme gönderilmiş, kepenklerini kapatan esnafa 1000 liralık sus payı verilmiş, işçilere ise kod29 dayatılarak onurlu bir şekilde işten atılmak bile yasaklanmıştır.

Sermayeye, patronlara başta işçilerin işsizlik fonu olmak üzere, her türlü ‘fon’dan destekler verilmiş, vergi borçları silinmiştir.

Ve Saray Rejimi’nin sözcüsü Erdoğan, tüm yeni “önlemleri” açıklarken -1 yılda en az 861 işçinin Covid-19 nedeniyle işyerinde öldüğü rapor yayınlandıktan bir hafta sonra- “çarklar hiç durmadı” demiştir.

Covid-19 işçi sınıfı hastalığıdır. Yasaklar, gelişmekte olan toplumsal mücadeleyedir.

Lebalep kongrelerinin bitmesine günler kala Saray Rejimi saldırılarını toplumsal mücadelenin tüm dinamiklerini de kapsayacak şekilde “hodri meydan” boyutuna taşımıştır.

Toplumsal direniş de boyutlandıkça bu sefer ortaya pandemi kılıcı çıkmıştır. Pandemi yasakları toplumsal direnişin önüne bir set olarak konulmuştur.

Pandemi yasaklarının direnenlere ayrı iktidara ayrı işlediğini tekrar tekrar anlatmak laf-û güzaf olacaktır.

İşçiler, emekçiler için zaten hafta sonu yasağı yoktur, doğru söylüyorlar milyonlarca insanın hayatı pahasına da olsa çarklar hiç durmamıştır.

Geçtiğimiz hafta Cumartesi günü, İstanbul’da, Kadıköy’de hareketli bir gün yaşandı.

İlk olarak Boğaziçi Direnişi vesilesiyle öğrenci hareketinin eylemi vardı. Sonra KHK ile işten atılan kamu emekçilerinin. Daha sonra İstanbul Sözleşmesi Bizim diyen kadınlar alanı doldurdu. Onlardan sonra ise “Ya Kanal Ya İstanbul” diyen ekoloji örgütleri alandaydı.

Saldırılara karşı tüm direniş odakları kendi cephelerinden yanıt vermekte, direnmektedirler. Şimdi tüm bu direniş odaklarının kitlesel, birleşik bir 1 Mayıs’la topyekûn saldırılara topyekûn cevap olarak meydanlara akacağı, 1 Mayıs’a giden süreçte bu yasaklar konulmuştur.

Ancak yasakların bir karşılığı kimsede kalmamıştır. Kadınlar meydan, sokak yasaklarını tanımamıştır, öğrenciler ne ev hapislerinde tutulabilmiş, ne sokaktan çektirilebilmişlerdir. Eylem yasağı konan işçiler “işçiler açken patronlara huzur yok” diyerek yasakları tanımadıklarını ilan etmişlerdir.

Yasakların tanınmadığı sokaklardan akarak gidiyoruz 1 Mayıs’a.

Yani efendiler, yok öyle size lebalep kongreler, bize evde kal çağrıları.

Yani, bundan böyle mesele açıktır: Saray Rejimi oradadır ve karanlık ve baskı ile saldırmaktadır.

İşçiler ve emekçiler, özgürlükten, adaletten yana olanlar, yağmaya, ranta, savaş ekonomisine karşı olanlar buradadır.

Saray Rejimi kendi kendine yıkılmaz, Birleşik Emek Cephesi’yle 1 Mayıs’a !

1 Mayıs’ta Sokaklardayız!

3 Nisan 2021

Mademki “Magna Carta”mız var
öyle ise 1 Mayıs’ta Taksim’e

Mart ayının başında, daha pandemi için “kontrollü açılma” başlamamış iken, Erdoğan, içeriye “muktedir” olduğunu söyleyen, efendilerine, dışarıya karşı “köle” olarak hareket eden Saraylı, “İnsan Hakları Eylem Planı”nı ilan etti.

Okuyunca, anlaşılıyor ki, bu “insan hakları eylem planı”, aslında Magna Carta’ya kadar gidiyor. “İnsan, hakları ile insandır.” Padişahımız efendimiz buyurmuşlar ve insanın hakları ile insan olduğunu duyurmuşlar.

Böylece metin, Magna Carta’ya kadar uzandı. 1876 Kânûn-ı Esâsî’den Helsinki İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden alıntılar da eksik değil. Demek bu “intihal” meselesi çok yaygın bir hâl almıştır.

Ama olsun, madem 1215 Magna Carta hatırlanmış, madem, insan hakları ile insandır, diye buyurulmuş, biz de 1 Mayıs 2021’in, Taksim 1 Mayıs Alanı’nda kutlanmasını talep edelim.

Bir kere, sendikalar, kendilerini rahat hissetmelidir; “başımıza ne gelir”, “çizgiyi aşmış mı oluruz” diye dertlenmelerine gerek yok. Bizzat Erdoğan, “insan, hakları ile insandır” demiştir. Bundan da dönüş olmayacaktır.

Öyle ise, işçi sınıfının 1 Mayıs kutlama hakkının, 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamasının önünde engel kalmamıştır.

Ey sendikalar, ey liberaller, ey sosyal demokratlar, ey sokağa çıkarsak iç savaş çıkar diye tellallık yapanlar, ey parlamenter olmayı aklına koymuş sendikacılar, ey provokasyon olur mu diye endişe edenler, artık korkmanıza gerek yok. Bizzat Erdoğan, “insan, hakları ile insandır” dedi.

Adalet Bakanı, bu insan hakları eylem planının bizzat İstiklal Caddesi’ne de yansıyacağını söyledi.

Demek ki, artık rahat olabilirsiniz.

1 Mayıs Taksim’de olmalıdır.

Çünkü, bir kere artık bizim de bir “Magna Carta”mız var. Yaklaşık 806 yıl sonra da olsa, bizim de bir “Magna Carta”mız var.

Çünkü, Taksim 1 Mayıs alanıdır. Bu ismi, 1977 Taksim katliamı sonrasında almıştır. 1 Mayıs 1977’de işçi sınıfı, bu alanı şehitlerinin kanı ile sulamıştır. Devlet, açık ve net olarak halka katliam yapmak üzere ateş açmıştır. 12 Eylül’e giden süreç, aslında 1 Mayıs 1977 katliamı ile başlatılmıştır. Bu nedenle işçi sınıfı, tüm işçi ve emekçiler bu alanı istemekte haklıdır. Çünkü, “insan hakları ile insandır.”

Çünkü, işçi sınıfı, 1 Mayıs’ı dünya çapındaki mücadelelerle elde etmiştir ve 1 Mayıs, işçi sınıfının taleplerini toplumun gündemine taşımanın günüdür, birlik ve mücadele günüdür. Öyle ise, “hakları ile insan olan insan” ilkesi işçiler için de geçerlidir ve onların da kendi gündemlerini devasa mitinglerle ortaya koyma, sorunları etrafında kenetlenme hakları vardır. Bu hak, kimsenin iznine tabi değildir, olamaz.

Çünkü, yeni “Magna Carta”mız kabul ediyor ki, her insan görüşlerini dile getirebilir, iktidarı eleştirebilir, izin almaksızın gösteri yapabilir. Öyle ise, sendikacıların, “sakın sokağa çıkıp iç savaş çıkmasına neden olmayın” diyenlerin korkmalarına gerek yoktur.

Çünkü, 2018’den bu yana, özellikle bu son üç yılda, işçi sınıfı açlıkla, işsizlikle, bunalımın tüm yükleri ile karşı karşıya kalmıştır. Onlar, kendi gerçeklerini, kadınları, gençleri ile, işçi komiteleri ile, sendikaları ile açık ve net bir dille ortaya koyma hakkına sahiptirler. Kendi yaşadıkları gerçekliği topluma anlatma haklarına sahiptirler. Kendi taleplerini, tüm açıklığı ile, tüm çıplaklığı ile ortaya koymaya hakları vardır.

Eğer işçiler insan ise, eğer kadınlar insan ise, eğer gençler insan ise bu insanların da, herkes gibi tüm sorunlarını dile getirme, bunun için dev mitingler organize etme hakları vardır.

Yok eğer insan olanlar, bir avuç zengin, bir avuç Saraylı ise, “hakları ile insan” olmak sadece onlara tanınmış bir hak ise, o zaman başka. Ama öyle olsa idi, Erdoğan, çıkıp bunu, yeni “Magna Carta”mızı ilan etmezdi.

Demek ki, Erdoğan, 1 Mayıs’ın Taksim’de yapılmasından yanadır.

Kaldı ki, her türlü gösteri ve yürüyüş yasağı da kalkmıştır. Grevler artık “serbesttir”. Fikrini açıklamak artık “suç” değildir.

Zaten, pandemi nedeni ile işçilerin kitlesel eylemlerini dar meydanlarda yapmaları da saçmadır. Bu nedenle de en uygun meydan, Taksim 1 Mayıs Alanı’dır. Taksim’de milyonlarca işçi olsa dahi “lebaleb” durumuna düşmemiz mümkün değildir, yeterli alan vardır.

Tüm bunları, sendikalara, kitle örgütlerine, polis müdahalesinden korkanlara, “sokağa çıkmayın başınıza bir şeyler gelir” şeklindeki Kılıçdaroğlu tarzında siyaset yapanlara söylüyoruz. Korkmayın, cesur olun, artık ülkemizin de, 806 yıl sonra da olsa, bir “Magna Carta”sı var. Hem de tıpkı 1215’teki Magna Carta gibi başlıyor, “insan hakları ile insandır.”

Öyle ise, işçiler, haklarını bilmeli, kullanmalı, bunun için eylemler yapmalıdır. Ortada bir “insan hakları eylem planı” vardır. Bu doğrultuda eylem yapmak, mesela Türk-İş’in sadece hakkı değil, bizzat görevidir de.

Şimdi, tüm sendikacı beyleri, tüm “Taksim’de olsun ama bu sene değil” diyenleri, tüm “aman ha sokağa çıkmayın, iç savaş çıkar” diye korku yayanları bir kere daha görmek için fırsattır.

Gerçekte, 1 Mayıs 2021 Taksim’de olmalıdır.

Elbette, bu kararlı bir duruşla, kararlı bir istekle yerine getirilebilir. Devlet idaresinin yerine geçip, onlar adına akıl üreterek, işçi sınıfının çıkarları savunulamaz.

Ve eğer, hep birlikte bunun arkasında durabilirsek, bu mümkündür.

Elbette onlar “Magna Carta”yı, işçi ve emekçiler için yazmıyorlar. Ama bizim de, “nasılsa vermezler” tutumu ile Taksim’i gerçekten istemememiz kabul edilebilir değildir. Açık ve net bir tutumla, tüm demokratik kitle örgütleri, sendikalar, gruplar ve partiler olarak bu talebi dile getirmemiz gereklidir.

1 Mayıs 2021’in gündemi açıktır.

İşçi ve emekçiler krizin tüm faturasını çekmektedir. Bu nedenle, bu yönde açık istemler dile getirilmelidir. Bunların başında, “kesintisiz” tam ücret ödenmesi, zorunlu ücretsiz izin uygulamalarının son bulması, işçilerin işyerlerinde pandemi önlemleri konusunda karar verici durumda olması, asgarî ücretin vergi dışı bırakılması vb. önlemlerdir. İşsizlik fonu, doğrudan, işçi sendikalarının denetimine verilmeli, açık ve şeffaf bir biçimde yönetilmelidir.

Asgarî ücretle yaşayanların, tüm doğalgaz, elektrik ve su faturaları, 6 ay boyunca devletçe karşılanmalıdır.

Tüm sağlık çalışanları, pandemi yönetimi için doğrudan yetkili ve karar sahibi yapılmalıdır. Sağlık alanındaki örgütler, doğrudan pandemi sürecinin yönetimini devralmalı, her hastahane ve mahallede, sağlık çalışanlarından oluşan komiteler sürece el koymalıdır. Tüm özel hastahanelere, sağlık kuruluşlarına, kamu adına el konulmalıdır.

Savaşa, silahlanmaya, diyanet işlerine ayrılan bütçeler hemen kısıtlanmalıdır. Tüm garantili müşteri anlaşmalı ihaleler son bulmalı, buralara yapılan ödemeler durdurulmalıdır.

Tüm eğitim işlemleri, okulların yönetimi, doğrudan iller bazında, eğitim emekçilerinin sendikaları ile birlikte yürütülmeli, tüm eğitim emekçileri MEB’in bütçesini açık olarak denetleyebilmeli, bu bütçenin nasıl kullanılacağına karar verebilmelidir.

Devletten ihale alan tüm şirketler, son 30 yılda özelleştirilmiş tüm işletmeler geri alınmalı, bu işletmeler, işçiler arasından seçilmiş komitelerce yönetilmelidir.

1 Mayıs 2021, tüm bu talepleri dile getirmek üzere Taksim’de kutlanmalıdır.

Saray Rejimi ömrünü çoktan doldurmuştur. Devletin her alanında çürüme vardır. Bu çürüme, artık günlük hayatın bir parçası hâline gelmiş şekilde pislikler saçmaktadır.

İşçi sınıfı, tüm toplumu ve kendini kurtarabilecek tek devrimci güç olarak, sahneye çıkmalıdır.

1 Mayıs 2021, daha ileri bir işçi örgütlülüğünün temeli olacaktır. Bunun önüne geçmeleri mümkün değildir. Ne Saray Rejimi’nin saldırıları, ne sendikaların işçileri kontrol altına alma girişimleri, ne CHP tarzı düşüncenin “aman sesinizi çıkarmayın, saldırırlar” korkutmaları, işçi sınıfının devrimci mücadelesinin gelişimini önleyemeyecektir. Daha örgütlü, daha bilinçli bir işçi hareketi doğmaktadır. 1 Mayıs 2021, her koşulda, bu gelişimi hızlandıracaktır.

Haydi, kitlesel 1 Mayıs kutlamalarına!

Haydi, hep birlikte, ortaklaşa 1 Mayıs örgütlenmesine!

 

2021 1 Mayıs: Topyekûn saldırıya karşı topyekûn direniş

2021 1 Mayısı’na, ekonomik krizin üstüne gelen pandemi ile egemenlerin işçi-emekçilere, halka ödettiği ağır bir fatura ile giriyoruz. Koronavirüs pandemisi ile yaşadığımız bir yıl, virüsün bir işçi-emekçi hastalığı olduğunu açıkça ortaya koydu. İşçiler, bu bir yıl boyunca virüsten ya da açlıktan ölmek arasında seçim yapmaya zorlandılar, zorlanmaya devam ediyorlar.

Milyonlarca işsize yeni milyonlar eklendi. İşçi-emekçilerin çalışma ve yaşam koşulları daha da çekilmez bir hâl aldı. Ücretsiz izin, Kod-29, işten atmanın yeni yöntemi olarak patronların sıkça kullandığı bir saldırı silahına dönüştü. İşsizlik, geleceksizlik nedeniyle intiharlarda büyük artış yaşandı.

Pandemi, aynı zamanda egemenlerin, Saray’ın toplumsal mücadeleyi engellemek, geriletmek için kullandığı bir bahaneye dönüştürüldü.

Bu geçen bir yıl içinde Saray Rejimi, ekonomik krizin yanında, büyük bir siyasi kriz yaşarken, pandemi ile birlikte ağırlaşan yaşam koşulları, hayatı katlanılmaz hâle getirdi.

Yağma, savaş ve rant ekonomisi üzerine kurulmuş olan Saray Rejimi, iktidarını kaybetme korkusu ile saldırılarını her boyutta arttırdı, arttırmaya devam ediyor. Kendi korkularını, işçi-emekçilere, halka yaymak için saldırılar gerçekleştirmek dışında bir yol bulamıyor.

Tüm bu saldırılara rağmen, direniş de devam etti, artarak devam ediyor.

Pandeminin ilk dönemlerindeki belirsizliğin yarattığı şaşkınlık nedeni ile sokaklara çıkılamasa da, açlık ya da hastalık tercihi ile çalışmaya zorlanan emekçiler, pandemi ile katmerlenen ekonomik krizin yarattığı tahribata karşı sokaklara çıkmaya, örgütlenmeye, direnişe geçmeye başladılar.

2021 yılının başında, Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan kayyum rektör nedeniyle başlayan direniş, birçok şehirde üniversite öğrencilerinin genel bir direnişine dönüşerek devam etti, ediyor.

Kadınların direnişi ise kesintisiz bir şekilde devam ediyor. 8 Mart’ların sokakta yaygın ve kitlesel eylemlerle karşılanması, kadınların direnişine dair önemli bir gösterge oldu.

Memleketin dört tarafında, Kazdağları’ndan Ege’ye, Kanal İstanbul’dan Karadeniz’e, doğanın yağmalanmasına karşı, irili-ufaklı mücadeleler yaygın bir şekilde devam etti, ediyor.

Toplumsal muhalefetin meclisteki tek temsilcisi durumundaki HDP’ye dönük gözaltı ve tutuklamalar, vekilliklerin düşürülmesi, kayyum politikalarına rağmen direniş sürüyor.

Kürt halkı, devrimciler, sosyalistler tüm baskıya, zora rağmen direnişi büyütmek için var güçleri ile mücadeleye devam ediyorlar.

AK Parti-MHP koalisyonu ile iktidar ve CHP-İYİ Parti koalisyonu ile muhalefetten oluşan Saray Rejimi, bu bir yıl boyunca, AK Parti-MHP eli ile saldırılarını organize ederken, CHP-İYİ Parti eli ile bu saldırılara karşı gelişen öfkeyi kontrol etmek için büyük bir çaba gösterdiler. Tüm bunlara rağmen, direniş devam etti.

Son birkaç gün içinde AK Parti-MHP’nin attığı adımlar, işçi-emekçilere, halka, tüm direniş odaklarına karşı topyekûn bir saldırıya geçtiklerini göstermektedir.

• HDP Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun vekilliğinin düşürülmesi, yeni fezlekelerin de yolda olması;

• HDP’nin kapatılması davası, parti yöneticisi ve milletvekili 687 kişiye siyaset yasağı getirilmek istenmesi;

• Hemen arkasından, Gezi Parkı’nın İBB’den alınıp, adı var kendi yok bir vakfa devredilmesi;

• ‘Kanal İstanbul’a devlet garantisi kararnamesi;

• Kadına yönelik şiddeti önlemeye yönelik, Uluslararası İstanbul Sözleşmesi’nden bir gece kararnamesi ile çıkılması, tüm bunlar Saray’ın tüm toplumsal direniş odaklarına karşı açıktan saldırı ilanıdır.

Bu, topyekûn saldırıda yeni bir boyuttur fakat topyekûn direniş de yeni bir boyut kazanmaktadır.

İlk yanıt, Newroz meydanlarında toplanan milyonlarla verilmiştir. Kürt halkı ve halkların kardeşliğine ve ortak mücadelesine inanan dostları ile birlikte, HDP’nin kapatılma davasına karşı yanıtını Newroz alanlarından vermiştir.

İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmiyoruz, diyen kadınlar ve LGBTİ+’lar sokaklarda öfkelerini ve taleplerini haykırmış ve mücadelelerine devam etmektedirler.

Yapılan hiçbir saldırı sessizlikle karşılanmamakta, her biri direnişi daha da büyütmekte ve yan yana gelme ihtiyacını artırmaktadır.

Direnişlerin taleplerinin ve direnişçilerin seslerinin birleşeceği yer 2021 1 Mayısı olmalıdır.

Şimdi, topyekûn saldırıya karşı, tüm direniş odaklarının, 1 Mayıs’ı, işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma gününü, emek cephesinin güçlü ortak bir yanıtı olarak örgütlemesi çok önemlidir. Böylesi bir yanıt 1 Mayıs’tan sonra da birlikte mücadeleyi büyütmek isteyen güçlerin, emek cephesinin önünü açacaktır.

Topyekûn saldırıya karşı topyekûn direniş için, birleşik, kitlesel ve militan bir 1 Mayıs’ın örgütlenmesi, tüm mücadele dinamiklerinin ortak sorumluluğudur. Öncesinde örgütlenecek ortak ve güçlü bir hazırlık süreci ile birlikte, tıpkı 2010, ’11 ve ’12’de olduğu gibi, görkemli bir 1 Mayıs’ın adresi de Taksim Meydanı olmalıdır.

Bu azgınca sömürüye, zorbalığa, aşağılanmaya, yok sayılmaya karşı direnişi örgütleyen, direnen ve direnmek isteyen tüm güçleri, 2021 1 Mayısı’na ilişkin sorumluluk almaya davet ediyoruz.

22.03.2021

 

 

Toplumsal cinsiyet rollerinin şekillenişi ve örgütlenişi / Özge Özbilgi – Kader Akyüz

Kadın mücadelesi kavram atölyesinde gerçekleştirdiğimiz ‘Toplumsal Cinsiyet Rolleri’ konusunu, sınıflı toplumlarda kadına biçilen toplumsal roller ve kadının emeği ve bedeni üzerinden yapılan politikalar kapsamında tartıştık.

İlkel komünal toplumda insanın doğayla savaşımı ön plandaydı. Cinsler arası eşitsizlik, hayatta kalma mücadelesinden kaynaklı ilkel komünal toplumun sonlarına kadar görülmemektedir. Ama özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla beraber ataerki kurumsallaşmaya başlıyor. Özel mülkiyetin oluşumuyla erkin oluşması ve ataerki olarak kurumsallaşmaya başlaması iç içe ilerlemiştir.

Cinslerin eşitsizliği özel mülkiyet ve devletin doğuşuyla eş zamanlı gelişir. Başlangıç noktası da ortak mülkiyetin ve toplumun merkezî birliği olarak gensin ortadan kalkarak ailenin ortaya çıkışıdır. Kadının ikincil yeri, sınıflı toplumun bü­tün biçimlerinde kendini göstermektedir: Kölecilik, fe­odalizm, kapitalizm. Cinsiyetçilik her çağda, ilgili üre­tim biçimine ve mülk sahibi sınıfın ihtiyaçlarına uy­gun olarak başka bir biçim alır.

Bütün toplumlar, tarihî akışta kendini kurmak, sağlamak ve devam ettirmek üzere yol almıştır. Toplumun doğada hazır hâlde bulduklarının üzerine kültürün de gelişimiyle biçim kazanmıştır. Tarihsel süreçte toplumsal olarak üretilmiş sayısız üründen biri de toplumsal cinsiyettir. Toplumsal cinsiyet biyolojik olan cinsiyetleri kültürel atıflarla birbirinden ayırmaktır. Kadın ve erkeği, kadınlık ve erkekliğe dair tanımlanan rol ve statüler bütünüyle özdeşleştirmektir. Bu ayrım, kadının aleyhine birçok eşitsizliğin doğmasına da sebep olmuştur. Toplumsal cinsiyetin ürediği ve onlarca toplumsal cinsiyet uygulamasının türediği başlıca kaynak aile, gelenekler ve toplumsal önkabullerle yeniden örgütlenen ataerkidir.

Toplum denilen yapı, ilk oluşmaya başladığından bu yana çeşitli bölgelerde farklılık göstermiştir. Bununla birlikte toplumsal yapının örgütlenişinde aile bir temel oluşturmaktadır. Aile, bir bakıma toplumun küçük ama etkili zincir halkasıdır. Kadın, erkek, çocuk gibi öğelerin birlikteliği ve etkileşimiyle meydana gelen bir bütünlük. Kadını, oldu olası en çok da bu aile bütünlüğü içerisinde ‘değerlendirme’ eğilimi, ailenin varlığı gibi yıllardır devam etmekte ve yeniden örgütlenmektedir.

İnsan toplum olduğundan beri yani insan olduğundan beri kültürün var olduğundan söz edebiliriz ve bu toplum kültürü bölgelere göre değişkenlik göstermekle birlikte aile kavramı bütün toplumlarda varlığını sürdürüyor ve bu gelecek kuşaklara aktarılıyor. Bu kültür, egemenlik ilişkileri içinde geliştiği için egemenin ihtiyacı üzerinden o gücün devamlılığını sağlayacak şekilde gelişiyor. Bir baskı aleti hâline geliyor.

Özel mülkiyetin ve sınıflı toplumların oluşumuyla toplumsal cinsiyet rollerinin de oluşmaya başladığına değindik. Ancak bunlar tek başına toplumsal cinsiyeti yaratmaz. Biyolojik olarak kadın ve erkek olmak, doğal ve doğuştan olarak adlandırılırken, kadınlık ve erkeklik ise toplumsallaşma süreci ile kültürel bir yapılanmaya işaret etmektedir. Kültürel olarak kadını ve erkeği toplumsal bir kadına ve erkeğe dönüştüren kategoridir toplumsal cinsiyet. Toplumsal cinsiyet iki temel alanda maddi olarak kendini gösterir: “1) Toplumsal cinsiyetli iş bölümü ve üretim araçlarının toplumsal cinsiyetli bölünmesi; 2) üreme emeğinin toplumsal örgütlenişi.” Toplumsal cinsiyet, yalnızca erkekler için işlevsel olduğundan de­ğil, egemen sınıf için işlevsel olduğu için vardır. Ka­pitalist toplumda, işçilere ücret ödeyen üretim aracı sahipleri daha az para ödenen kadın emeğinden mu­azzam kârlar elde ederler. Kadınların düşük ücretle­ri bütün ücretleri düşük tutmaya yarar, tıpkı etnik azınlıkların düşük ücretlerinin de bütün ücretleri dü­şürmesi gibi. Yani, daha iyi para alan ücretli işçi, sürekli olarak, yerine daha az parayla çalışacak bir ücretli işçinin geçirilmesiyle tehdit edilebilir. Böylelik­le kapitalist sınıf, salt kadınlara daha düşük ücret öde­yerek büyük kârlar elde etmekle kalmaz, erkeklerin ücretlerinin bir bölümünü de cebe indirir.

Toplumsal cinsiyet ilişkileri, toplumlarda cinsiyete dayalı rolleri düzenleyen ilişkidir. Bununla birlikte, cinsiyet ilişkilerinin yanında sınıf ilişkileri de toplumsal cinsiyet ilişkilerini belirler. Böylece kadın-doğa, erkek-kültür ilişkisi üzerinden kadınlar domestik alana sıkıştırılır. Kadının doğayla, erkeğin kültürle modernlikle ve medeniyetle özdeşleştirilmesi aydınlanma çağıyla güçlenen bir söylemdir ve burjuva devrimler süresi boyunca da kadının toplumda bazı haklar elde ederken belirli temel tezler bu yöndeydi. Kadınlar zaten kendini kontrol edemeyen doğayla ilişkili olarak tanımlanıyordu; fakat buna böyle olduğu için kadınlar bugün bu hâlde diye bakarsak bu yalnızca kadınları belli rollerin sınırında var olmaya bu şekilde yaşamaya devam etmesine göz yummaktan başka hiçbir şey olmayacaktır.

Toplumsal cinsiyet rollerinin belirlenmesinde dinin de etkisi vardır. Din, kadını ve erkeği belirli konumlara koyar. Kadın, aile içinde soyun devamlılığını sağlayan, aileyi bir arada tutan ve çocuğun ve eşinin yaşamını sürdürmesini sağlayan bir rolle şekillenip bu kalıptan uzaklaştırılmamaya çalışılır. Kadının pozisyonu, dinin o toplumda nasıl bir işleve sahip olduğuyla şekillenen bir noktaya düşer. Tarihsel süreç içerisinde dinin kadına biçtiği bu rolü meşrulaştırdığı açıktır.

Cinslere verilen roller dünyaya geliş ile oluşur. Renklerin ayrımından başlayıp, kıyafetlerden oyuncaklara, daha sonra mesleklere gibi birçok örnekler mevcut ve bu gibi örneklerin cinslere atfedilmesi egemenliği güçlendiren bir noktada duruyor. Bu ayrım, kadın ve erkeğin gelecekteki rolünü sorunsuz yaşaması ve aykırı bir olgu oluşturmaması için, örneğin kız çocuğunun doğurganlığı ve anneliği çok küçük yaşta öğrenip benimsemesine, erkek çocuğun ise toplumun erkek rollerini benimsemesine yol açmaktadır. Bu toplumsal-kültürel aktarımın üzerinden, rolleri güçlendirir ve cinsiyet ayrımı var olmaya devam etmeye mahkûm gibi görünür. “Kadınlık” ile “erkeklik” rol ve davranışlarının toplumsal ilişkilerle kurulduğunu, değiştirilebilir olduğunu da unutmamak gerekir.

Toplumsal cinsiyet rolleri alt yapının yani üretim ilişkilerinin yaratmış olduğu bir durumdur. Yeniden üretim dediğimiz üretim ilişkileriyle bire bir ilişkili bir amaca hizmet eder. Sistemin devamlılığı açısından cinslere atfedilen roller somutlanır. Toplumsal cinsiyet rolleri bunun üzerinedir. Bunları belirleyen değil, buna içkin bir kavramdır. Egemenlerin ezilen sınıfa geliştirdiği cinsiyet atfıdır toplumsal cinsiyet. Ezilen sınıfın erkekleri bu rollerden nemalanırken, bu rollerin olumsuz sonuçları ezilen sınıf kadınlarının yaşamları üzerinde somutlanır.

Baskı ve denetim mekanizmasının en somut gerçekleştiği yer kadın bedenidir. Beden din, yasalar, ahlâk kuralları üzerinden tahakküm altına alınır, nesneleştirilir. 16. ve 17. yüzyılda Batı’da yaşanan cadı avları da buna bir örnektir. Bu avlar kadın cinselliğini ve doğurganlığını denetlemek anlamına gelir. Nüfus politikalarının uygulamalarından biridir.

Toplumsal cinsiyet kavramının günlük mücadelede yerini kabul etmekle birlikte bunun egemenlik ilişkilerinin yarattığı ve sermaye sınıfının ve devletin sürekli yeniden inşa ettiği bir yapı olduğunu atlamamak gerekir. Bunun literatürde durduğu bir yer var. Bunun üretim ilişkileriyle bağı kurulmadığında altı boş olan yalnızca kadın-erkeğin birbirine dayattığı şeyler olarak kalır ve bu çözümsüz bir şeymiş gibi durur; fakat devletin buradaki rolünü, bireylere bu toplumun devamlılığını sağlamak için uygulanan baskıyı ortaya koymak, bu rollere karşı eşit ilişkileri örgütlemek için de bir zemin olur.

Bugün kadın çalışmalarındaki genel eğilim sistemin buradaki payını görmekle beraber kadın-erkek arasındaki çelişkilere yoğunlaşmaktadır. Bu durum kadın örgütlenmesinde emek-sermaye çelişkisini geri planda bırakmaktadır. Böylece kökten değişebilecek bir dünyanın fikrinden uzaklaşılıp yeni bir dünyanın elde edilememesine sebep oluyor. Böylece bulunan koşullar içinde iyileştirmeye gitmek hedeflenmiş oluyor. Kadının kurtuluşu sınıfsız, sömürüsüz bir dünyada. Emeğimiz için, bedenimiz için, özgürlüğümüz için, birlikte mücadele ederek yeni bir dünya kurmalıyız.

Milli “montaj” hamlesi – Eren Direnç

Yerli(!) üretilen araba, çalışmayan helikopter motoru ve aya gideceğimiz haberlerinden önce bunların en ufağı ama aslında bir yandan da belki de en önemlisi olan Erdoğan’ın henüz süpürülmemiş olan damadı Bayraktar’ın son icadı yerli mikrodenetleyici Deneyap kart örneği üzerinden yerli-milli teknoloji hamlesini inceleyelim.

Öncelikli konuya uzak olan okurlarımız için mikrodenetleyicinin ne işe yaradığı ve hangi sektörlerde kullanıldığıyla başlayalım. Mikrodenetleyici, içine yazılım yüklenen ve bu yazılıma göre çalışan; akıllı ev sistemlerinden cep telefonlarına, fabrika otomasyonlarından sağlık cihazlarına, İHA, SİHA, roket gibi askerî teknoloji dahil birçok alanda kullanılan basit bir mini bilgisayar olarak tanımlanabilir.

Peki mikrodenetleyicinin önemi nedir? Yerli bir teknoloji geliştirilmek isteniyorsa ve bu akıllı, otonom bir teknoloji olacaksa, örneğin bir İHA üretilecekse, bu İHA’nın beyni, yani hareketlerine yön veren mikrodenetleyicidir. Ve bu mikrodenetleyiciyi eğer sen üretmiyorsan o İHA’nın kontrolü aslında senin elinde değildir. Mikrodenetleyiciyi üreten firma eğer bunun içine gizli bir yazılım yüklemişse, istediği zaman kontrolü senin elinden alabilir. Bu nedenle eğer teknoloji alanında üretim yapılmak isteniyorsa öncelikli üretilmesi gereken şeylerden biri mikrodenetleyicidir. Bayraktar, mikrodenetleyici üretimine yönelerek aslında doğru bir hamle yapmış diye düşünülebilir. Peki hedeflenen hayata geçirilebilmiş mi?

“Yerli milli savunma sanayii hamlesinde” Saray tarafından öne çıkartılan Bayraktar Holding, Türkiye’nin 1 milyon adet mikrodenetleyici ithalatı yaptığını açıklamış. Bu pastadan nasıl pay kapabiliriz diyen Bayraktar kollarını sıvamış ve işe girişmiş.

Yaklaşık dört ay önce Haluk Bayraktar tarafından tanıtımı gerçekleştirilen ve hâlâ piyasaya sürülmeyen kartın tasarımı bir sene sürmüş. Peki bu bir senede Bayraktar ne yapmış? Kartın üzerindeki işlemciyi mi geliştirmiş? Kendilerinin de söylediği üzere bu alanda bir tekel olan Espressif firmasının bir işlemcisini kullanmışlardır.

Yarı iletken üretiminin endüstriyel düzeyde yapılmadığı bir ülkede Bayraktar’ın ne ürettiği sorusunun cevabı ise ancak işlemci için yol yapması olabilmiş. Evet, doğru duydunuz yine yol yapıyorlar, fakat bu sefer söz konusu olan beton yol değil.

Yaptıkları tek şey, kablo ile bağlantı yaptığınız yere bir konnektör koyarak size daha kolay bağlantı yapma olanağı sağlamak. Bu hizmeti zaten piyasada bulunan çoğu kart sağlıyor. Bunların çizimleri de internet ortamında ücretsiz olarak bulunuyor.

Yolların tasarımına geldiğimizde; ülkemizdeki karayollarında olduğu gibi, burada da virajları yanlış yapmışlar.

Yukarıdaki fotoğrafta görebileceğiniz üzere, L şeklinde yollar var. O yolda ilerleyen elektronları araba olarak düşündüğümüzde, bu yollarda hızla ilerleyen bir elektron elbette kaza yapıyor. Bu kaza kartın üzerinde gürültüye ve sonuç olarak da dengesiz bir çalışmaya neden oluyor. Bu noktada mühendislik fakültesinde okuyan ve devre tasarımı dersi almış bir öğrencinin ilk derste edindiği teorik bilgiden yoksun birinin bu kartı tasarladığını öğrenmiş bulunuyoruz. Tasarım aşaması dahi bir sene sürmüş ufak bir kartın her sene yenilenen yollarımızla kaderi aynı.

Tanıtım kısmı ise diğer traji-komik tarafı.

Geçen sene Teknofest şovu için İstanbul’un neredeyse bütün öğrencilerini yeni açılacak olan İstanbul Havalimanı’na toplamışlardı. Bu seneki şov ise pandemiden kaynaklı ağırlıklı olarak internet üzerinden yapıldı. Ama büyük, yüksek çözünürlüklü ekranlar, milyonlarca liranın harcandığı tanıtım reklamları vs. yine vardı.

Burada yapılan sunumda, Bayraktar’ın kendine rakip gördüğü kartın, “yabancı alternatifi”, dünyaca ünlü Arduino olduğunu görüyoruz. Arduino ile Espressif firmasının ürettiği işlemci farklı kulvardadır. Yani piyasada Arduino’nun daha yüksek işlemcili birçok modeli mevcutken, işlemci hızı çok düşük olan bir Arduino seçilmiş ve onla karşılaştırma yapılmıştır. Bunu Samsung’un 10 yıl önce çıkardığı bir telefonla, bugün çıkartılan bir telefonu karşılaştırmak gibi de düşünebilirsiniz.

Ve işlemciyi kendi üretmeyen birinin, bu yanlış karşılaştırma da dahil, böyle bir karşılaştırma yapmaya hakkı yoktur. Bu “karşılaştırmaya” rağmen, Arduino kartının yazılım platformunu kullanıyor olması ise ilgiye “değerdir”.

Gelelim Bayraktar’ın yurtdışından gelen mikrodenetleyici kartlarına ödenen milyar dolarları Türkiye’de tutma fantezisine. Üretilen ne kadar yerli ise, içeride kalacak olan da o kadardır.

Yani onlar yine “%10”un peşindedirler. Her şeyi yurtdışından getirip, burada sadece montajı yapılacaktır.

Bayraktar montaj parasının peşindedir. Kaldı ki, uygulanan bu ekonomi-politikalarla birçok gıda ürünü de dahil yurtdışından getirilen birçok malzeme, yerli üretimden daha ucuza gelmektedir. Kıblesi para olanların ise hangi yolu seçecekleri ortadadır.

Yapılan; çökmekte olan saltanatlarının düşüşünü geciktirmektir. Yerli araba, yerli uzay hamleleri bu tiyatronun başka oyunlarıdır.

Devlet kaynakları ile böyle bir şeyin düzgün bir biçimde üretilmesi bu kadar zor mudur? Bu ülkede hiç mi alanında uzman elektronikçi, hiç mi yeterli kaynak yoktur?

Hadi ranta bu kadar düşkün olan hükümet değil de kapitalist sistemin başka kuklası iktidarda olsun. Bir mikrodenetleyicinin tamamen yerli bir şekilde üretilmesi, bu tekelci dünya düzeninde, sömürge bir ülke için gerçekçi midir?

Unutmayalım sömürge ülkeler Ar-Ge’nin, bilimin üretildiği değil, ucuz iş gücü ile fabrika olarak kullanılan ülkelerdir. Ne kapitalist tekeller bu teknolojinin burada üretilmesine izin verecektir, ne de sömürge kalan ülkelerin buna “gücü” yetecektir. o

“Asıl devlet partisi”…

“Anlamak aşmaktır.”

Fransız atasözü

Entelektüel faaliyetin misyonu ve varlık nedeni, şeylerin gerçeğine nüfuz etmek, görüntüyle gerçek (retorikle realite) arasındaki uyumsuzluğu teşhir etmektir… Türkiye’de bağnaz resmî ideoloji ve resmî tarih şeylerin anlaşılmasını, bilince çıkarılmasını engelliyor. Dolayısıyla, resmî tarihi, resmî ideolojiyi sorun etmeyenin önünü görmesi, yolunu bulması mümkün değildir…

Türkiye’de kökleri 1910’lu yıllara kadar geriye giden bir ikili iktidar pratiği geçerli. Görünen iktidarlar hiçbir zaman gerçek iktidar olamıyor, olmasına izin verilmiyor… Biri benim asıl devlet partisi dediğim, diğeri seçimle gelen görünen iktidar olmak üzere ikili bir yapı ve işleyiş söz konusu. Asıl rotayı belirleyen de asıl devlet partisi. Esasen bu iki iktidar odağı arasında adı konmamış, zımnî bir uzlaşma, kompromi geçerli… Seçimle gelen görünen iktidar neyi yapmayacağını az-çok biliyor. Eğer asıl devlet partisi onun sınırı aştığını düşünürse duruma müdahale ederek ‘aracın rotadan sapmasını’ engelliyor…

1923-1946-50 döneminde devlet, hükümet, parti iç içe geçtiği, tek parti diktatörlüğü söz konusu olduğu için, devlet, hükümet, parti ayrımı muğlaklaşmıştı, o dönemde bir sorun, bir sürtüşme yaşanmadı… 1946 sonrasında ‘çok partili sisteme’ geçildiği dönemden sonra asıl devlet partisi teyakkuza geçti ve gerekli gördüğü her zaman sürece müdahale ederek, kendince aracın rotadan çıkmasını engelledi… Esasen başlangıçta kurulan, kurdurulan, kurulmasına izin verilen siyasi partiler de, son tahlilde muvazaa partileriydi… Tabir maruz görülürse bir tür danışıklı dövüş ürünüydüler. 1946’da kurulan Demokrat Parti (DP), CHP içinden çıkmıştı… Halkın parti kurması yasaktı… Mesela işçilerin, sosyalistlerin parti kurmalarına izin verilmiyordu, kurmaya kalkarlarsa da hemen yasaklanıyordu…

Fakat, tartışmasız asıl devlet partisinin ilgi ve kaygı alanına giren şeyler vardır: Mesela Kürt sorunu, Ermeni sorunu, Kıbrıs sorunu vb. konusunda seçimle gelen görünen iktidarın bir açılım yapmasına, adım atmasına asla izin verilmez… Mayınlı alana girmeye kalkarsa da gereği yapılır…

O hâlde sadede gelebiliriz. Asıl devlet partisi söz konusu dizaynı nasıl yapıyor? Rejimin sıkıştığı veya kendilerince ‘aracın rotadan çıkma istidadı taşıdığı’ düşünüldüğünde kutuplaşmayı, çatışmayı körükleyerek, toplumu terörize ederek, korkutarak, siyasi cinayetler, katliamlar, darbeler peydahlayarak, aracın rotadan çıkmasını engellemeyi başarıyor… Muhtemel bir demokratikleşmenin önünü kesiyor… Türkiye’deki rejim oldum olası hukukun, insan haklarının, özgürlüklerin, demokrasinin iflah olmaz düşmanıdır… O alanda hiçbir zaman bir esneme söz konusu değildi… Gerçek durum öyleydi ama hak, özgürlük, sosyal eşitlik ve demokrasi düşmanı rejim, geride kalan dönemde kendini ‘modernliğin’, ‘ilericiliğin’, ‘kalkınmacılığın’, “büyümenin” timsali olarak sunmayı başardı…

6-7 Olayları, Kanlı Pazar, Maraş katliamı, Madımak katliamı gibi kitle katliamlarının, Sabahattin Ali’den Abdi İpekçi’ye, Musa Anter’e, Uğur Mumcu’dan Hırant Dink’e sayısız siyasi cinayetin hiçbir zaman hesabının sorulmaması, sözünü ettiğim ikili iktidar yapısının sonucu. Asıl devlet partisinin marifeti… Uzağa gitmeye gerek yok. Daha geçtiğimiz yıl CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelik linç girişiminin üstüne gidilmemesi de aynı odağın marifeti…

Aslında bu utanç verici cinayetlerde, katliamlarda eğitimli kesimlerin, diplomalıların vebali büyük… Onların suç ortaklığı, ihaneti olmasaydı, onca zamanda bunca insanlık suçu işlenmeyebilirdi… Resmî ideolojinin ve resmî tarihin rahle-tesisinden geçmiş, düşünce yeteneği dumura uğratılmış bu kesimin hiçbir zaman şeylerin gerçeğine nüfuz etmek gibi bir kaygısı olmadı. Rejimi teşhir etmeye hiçbir zaman cüret etmediler… Zaten cüret etmemeleri için eğitilmişler, yetiştirilmişlerdi…

“Faili meçhul cinayetler”, “gözaltında kayıplar” deniyor… İyi de yüzlerle, binlerle ifade edilen faili meçhul cinayet olur mu? Diyelim ki, bir cinayetin, beş cinayetin, on cinayetin failine ulaşılamadı… Nasıl oluyor da binlercesinin failine bir türlü ulaşılamıyor? Devlet kendi işlediği cinayetin failini niye bulsun? Gözaltında kayıp diye bir şey olur mu? Adı üstünde ‘gözaltında’… Gözden kaybolmasın diye yakalanıp bir hücreye tıkılan nasıl kaybolur? Bu utanç verici durum neden sorun edilmez?

Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet kutsaldı. Onun doğrudan devamı olan Türkiye Cumhuriyeti’nde daha da kutsaldı… Kim bilir, herhâlde kutsal devletimiz cinayet işliyorsa, katliamlar yapıyorsa bir bildiği vardır mı diyorlardır…

Meramımı iyi ifade eden iki anekdot şöyle: 25-26-27 Haziran 1993’te İnsan Hakları Derneği’yle, Aydın Girişimi, Ankara’da “Kürt Sorunu Kurultayı” düzenliyor. İHD Başkanı Akın Birdal ve Aydın Girişimi başkanı Aziz Nesin, Tarık Ziya Ekinci ve Kâmil Ateşoğulları, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i, dönemin başbakanı Mesut Yılmaz’ı ve TBMM başkanı Hüsamettin Cindoruk’u ziyaret edip, onur konuğu olarak konferansa davet ediyorlar ve birer konuşma yapmalarını da rica ediyorlar… Demirel ve Yılmaz daveti kabul ediyor. Cindoruk da başkan vekili Fehmi Işıklar’ı görevlendiriyor. Afişler basılıp asılıyor, davetiyeler dağıtılıyor. O arada, konferanstan bir hafta önce Viyana’da II. Dünya İnsan Hakları Konferansı toplanıyor [14-25 Haziran 1993]. Birçok ülkenin devlet ve hükümet başkanları, dışişleri bakanları ve 2000 kadar da Sivil Toplum Örgütü (NGO) konferansa katılıyor. Aynı zamanda Dünya İnsan Hakları Örgütünün de ikinci başkanı olan Akın Birdal da konferansta konuşacak… Tam o sırada Ankara Valisi bizim Kürt Kurultayı’nı yasaklıyor… Akın Birdal, yasak kalkmazsa konuşmasında durumu teşhir edeceğini Viyana’da bulunan dışişleri bakanı Hikmet Çetin’e söylüyor… Bakan ‘hâllederiz sen gündeme getirme’ diyor… Daha sonra Akın Birdal Meclis Başkanı Cindoruk’la karşılaşıyor, yasağı gündeme getirince Cindoruk, ‘işte bürokrasi’ diyor… Aslında “bürokrasiden” öte bir şey olduğunu gayet biliyordur herhâlde…

1997 yılı 8-9 Mayıs’ta, İnsan Hakları Derneği Kürt Sorununun Uluslararası Boyutu ve Avrupa Örnekleri temalı bir uluslararası konferans düzenlemeye karar veriliyor. Konferans Ankara Otel’de yapılacaktı. Ben de oturumlardan birinin başkanı olarak davetliydim. Benim oturumda Ragıp Zarakolu, Ertuğrul Kürkçü, Sungur Savran sunum yapacaklardı… 8 Mayıs sabahı otele vardığımda konferansın yasaklandığını öğrendim… Temel Demirer ve Ahmet Kahraman’la bir odaya geçtik… memleketin hâlini konuşup ayrıldık…

Mehmet Ağar içişleri bakanıyken Uğur Mumcu’nun eşi Güldal Mumcu’yu evinde ziyaret ediyor. Güldal Mumcu, “cinayetin failini, faillerini bul” diyor. Mehmet Ağar, “bir tuğla çekersek duvar yıkılır” diyor… Aslında benim “asıl devlet partisi” dediğime gönderme yapıyor… Uzun yıllar başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapmış olan Süleyman Demirel de: “Devlet gerektiğinde rutin dışına çıkar” derken, aynı iktidar odağını ima ediyordu…

AKP iktidarının son on yılında devlet-hükümet-parti ayrımı yeniden ortadan kalktı. Bu durum asıl devlet partisinin dahli olmadan asla mümkün olmazdı. Sadece AKP’nin, Tayyip Erdoğan’ın marifeti sayılmasın… Son dönemde şiddetin tırmandırılması, mafyanın yeniden sahnede görünmesi, hukukun külliyen bypass edilmesi, işkencenin, keyfî tutuklamanın sıradanlaşması, başta Kürt siyasetçiler olmak üzere, gazetecilere ve siyasetçilere yönelik saldırılar, yakın zamanda CHP genel başkanına linç girişimi, Boğaziçi Üniversitesi’ne yönelik saldırı… asıl devlet partisinin işbaşında olduğunu gösteriyor… Velhasıl ‘ne ile cebelleştiğini bilmek önemlidir’ denecektir…

“Biz”deki hastalıklar: Durumu “teorize” etme, sıradanlaşma, “içe” kapanma

“Hastalar, kardeşlerim

iyileşeceksiniz

biraz sabır, biraz inat

kapının arkasında bekleyen

ölüm değil, hayat!”

Nâzım Hikmet

Kaldıraç sayfalarında geçen yıl, “aydın” üzerine bir tartışma vardı. Bu tartışmalarda, bir yandan “aydın” kavramı netleşiyordu, bir yandan da “ne yapmalı” sorusu, daha arkada, işleniyordu. Herkes kendi payına bu arka tartışmayı işletiyordu diyebiliriz. Fikret Başkaya, orada, kavramları netleştirmek için, üç ayrı kavram kullandı: Biri okur-yazar idi. Aslında okur-yazar olmanın, “aydın” olmak anlamına gelmediğini vurguluyordu. İkincisi “aydın” kavramıdır ve doğrusu son derece yalın bir biçimde de ortaya konmuştur. Aydın-münevver kavramı, bunun tarihi, kısa ve net olarak o sayılarda bulunabilir. Sanırım, herkesin ortak fikri de öyledir. Ve üçüncü kavram, “entelektüel” olarak ortaya konulmuştur.

Günlük kullanımda “aydın”, yaygındır ve hâlâ olumlu anlamda kullanılacaksa “entelektüel” anlamında kullanılmaktadır. “Entelektüel” ise, yanlış olarak ülkemizde “konuşup iş yapmayan eylemsiz insan” gibi kullanılmaktadır. Elbette yanlıştır. Belki bir süre, biz, aydın-entelektüel demeyi yeğlemeliyiz, entelektüel’i kastetmek üzere.

Aslında bu tartışmaların kavramsal boyutuna dönmeye niyetim yok. Her şeyin hâlledilmiş olduğu anlamında “niyetim yok” demiyorum. Çok daha derinlikli olarak yürümesi gereken bir tartışmadır ve kanımca, ülkemiz “aydın”ı üzerinden bir tartışma ile yerli yerine oturtulmadan, bir dönüm noktasını aşması da mümkün değildir. Nâzım’ın “putları yıkıyoruz” kampanyası bu açıdan somuttur.

Ama benim daha çok tartışmak istediğim şey, o tartışmaların arka planında da var olan bölümdür, yani “ne yapmalı” bölümü. Belki bunun için, ne yapmakla meşgul olunduğunu ele almak yerinde olacaktır. Sanırım, bu konuda tartışmayı ilerletebilmek için, en uygun olanı, bir, iki, üç gibi maddelerle yol almaktır. Böylesi bir maddeleştirmenin tek olmasa da riski, aslında okuyucunun sayılan maddeleri, konunun “tüm yönleri ile ortaya konmuş olması” gibi görmesidir. Yani, x kadar madde sayılıyorsa, başka bir madde yokmuş ve olamazmış gibi düşünülmesi. Oysa böylesi bir tartışmada, bu mümkün değil. En azından, bizim böylesi bir iddiamız yok. Biz, siyasal bir hareketiz ve aslında durum tespiti yapmak istiyoruz ve herkesi bu doğrultuda tutum almaya, görev almaya, işe, eyleme davet ediyoruz. Demek oluyor ki, bizim saydığımız maddelere mutlaka yenisi eklenebileceği gibi, birleştirilmeleri de mümkündür.

Günlük siyasal mücadelenin ötesinde, daha uzun vadeli sorunları, daha genel sorunları ele almak, bir yönü ile bir tartışmadır. Elbette ideolojik tutumunuzu yansıtır ama daha çok bilimsel-teorik bir tartışmadır. Bu nedenle de “eksiksiz” olması beklenebilir. İşte, biz bu eksikli olma durumunu göze alarak bu tartışmaya girişmek istiyoruz.

1

Önce bir tespit gerekir. Devrimin durumu konusunda bir tespit. Bugün, iktidar, sosyalist bir devrim ile devleti yıkmak ve yeni bir dünyaya, komünizme atılan ilk adım olarak siyasal iktidarı almak anlamında iktidar, nesnel olarak işçi sınıfına çok yakındır. Yani, nesnel olarak işçi sınıfı, ülkemiz tarihi içinde, iktidara bu denli yakın olduğu bir dönem yaşamamıştır. Bu anlamda nesnel olarak işçi sınıfı, iktidarı almaya çok yakındır. Belki buna tarihin bir çağrısı da diyebiliriz: Tarih işçi sınıfını iktidara çağırıyor. Ama öyle genel anlamda değil, yakıcı ve nesnel yönü ile son derece yakın anlamda.

Ama devrim, sadece “nesnel şartlar”ın olgunlaşması ile gerçekleşmez. Zamanı gelince bir doğumun ortaya çıkmasında da ebe gerekir ama, devrim üzerine konuşuyorsak durum biraz daha farklıdır. Doğada ebe yoksa da o doğum, şu ya da bu biçimde gerçekleşir. Ama hiçbir nesnel şart, devrimin otomatik olarak gerçekleşmesini sağlamaz. Bunun için öznel şartlar da gereklidir.

Devrimin nesnel temeli, üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişimini engellemesidir. Bu her tarihsel sosyo-ekonomik sistemin sonudur. Kapitalizm için bu nesnellik, 1900’lerin başından beri vardır.

Ama devrimin nesnel koşulları dediğimizde, bu çok genel nesnel temel üzerinde daha özel bir durumdan söz ediyoruz demektir. Ortada, egemen sınıf adına bir iktidar var. Devlet, her durumda sistemi korumakla görevli, egemen sınıfın baskı aygıtıdır. Yani, öyle “baba” değildir ve “devlet baba” anlayışı, devletin gerçek niteliğini gizlemek için oldukça yaygın olarak kullanılmış bir aldatmacadır. İşte bu devleti yıkmaktır devrim. Siyasal anlamda devrim, bu devleti yıkmak, parçalamak ve yerine işçi sınıfının diktatörlüğünü kurmaktır.

Bunun için nesnel koşulların oluşması demek, en başta, egemen sınıfın alışılmış metotlarla yönetemiyor olması ve geniş halk kitlelerinin de böyle yönetilmeye razı olmuyor olması gerekir. Bu birinci şarttır. Lenin’de vardır. Aslında ölçülmesi hiç de kolay olmayan bir belirlemedir bu. Her yönetme krizi, az ya da çok bunun içine girer. Ama aslında bariz bir biçimde halkın da bu yönetilme tarzını istemiyor olması önemlidir. Ve bunun ölçülmesi hiç de o kadar kolay değildir. Dahası, sadece bunu ölçme işi bile, devrimci bir siyasal partiyi gerekli kılar. Yani, halkın gerçek anlamda yönetilmek istememesi, öyle anketlerle ya da sadece anketlerle anlaşılamaz. Bunun için senin, yani iktidarı almak için örgütlenmiş öncü partinin faaliyeti gereklidir. İkinci koşul ekonomik krizdir. Bu krizin “had safhaya varmış olması” Lenin’in vurgusudur. Aslında bu vurgulardaki “had safha”, “en” gibi ölçüler, tam olarak belirlenmesi oldukça zor ölçülerdir. Ne zaman ekonomik kriz “had safhaya” varmış olarak ele alınabilir? 2001 krizi had safha mı idi, 2008 krizi? Ya da 2018’de kur yükselişi ile ortaya çıkan durum mudur kriz? Had safha ne demektir? Yani, bunu anlamak, ölçmek de devrimci örgütün işidir. Ve üçüncü şart var: Bu ilk ikisine bağlı olarak kitlelerin kendiliğinden eylemlerinin artışı. İşte ölçülmesi açısından en uygun ölçü de buradadır. En uygun, ama en kolay değil elbette.

Neden mi? Şöyle diyebiliriz:

Biliyoruz, devlet, sınıf savaşımlarına göre şekillenir. Mesela ABD’de devlet Kızılderili denilen yerlileri katlederek, soykırımdan geçirerek bir burjuva devlet olmuştur. Oysa bir başka devletin tarihinde bu yoktur. Bu iki devlet özü bakımından aynı olsa da, her ikisi de tekelci polis devleti olsa da, birbirinden farklılıklar gösterirler. Bizim ülkemizden biliriz, eğer Ermeni, Pontus, Süryani vb. katliamlar olmamış olsa idi, belki bugün Kürt halkına dayatılan katliamlar çok daha fazla tepki çekerdi. Belki bizim aydınımız, solumuz da bu tarih altında, bir yanı eksik olarak şekillenmiştir. Yani, devlet, sınıf savaşımından öğreniyor. Biz, işçi ve emekçiler, eğer sınıf savaşımından bir öğreniyorsak, devlet on öğrenebiliyor. Çünkü onların devleti, örgütü var. Öğrenmek, örgütlü bir varlık için daha mümkündür. Öyle değil mi, öğrenmek toplumsal bir süreç değil mi? Öyle ise en ileri öğrenmek, istisnalar bir yana, örgütlü şekilde başarılabilir. Demek ki, yeri gelmiştir; bir entelektüel örgütlü değil ise, öğrenme işinde de daha ileri gitmeyi reddediyordur. İşçi sınıfı ne kadar örgütlü ise o kadar sınıf savaşımı deneyimlerinden öğrenebilir. Ne kadar az örgütlü ise o kadar az öğrenir. Mesela devlet-patron, işçileri kandırmak için, her zaman işçilerin arasından bir balta sapı seçer. Ve işçileri, o ikna eder. Ödülü de paradır, ya lüks ev ya lüks araba vb. Bunu her kuşak işçi yaşar. Dedemiz de öyle kandırıldı, babamız da ve şimdi de biz. Eğer örgütlü olsak, örgütsel geleneğimiz güçlü olsa, belki dedemizi kandırabilirlerdi, ama ona karşı kullanılan bu savaş hilesi, babamıza işlemezdi.

Devlet, sınıf savaşımına göre şekilleniyorsa eğer, demek ki, devlet, kendiliğinden eylemleri engelleyecek adımlar da atacaktır. Mesela sendikalara kendi adamlarını yerleştirecek, mesela Alevi derneklerine kendi adamlarını yerleştirecek, mesela Barzanici Kürt örgütlenmesi yaratacak, mesela işçi sınıfının en düşük kesimlerinden kendine milliyetçi çeteler kuracak, mesela mahalledeki işsizlerden kendine eroin çeteleri oluşturacak vb. Bu yolla, aslında toplumsal eylemleri de önlemiş olacak. Kendiliğinden kitle eylemlerini daha doğmadan boğmaya çalışacak. En önemlisi, “devlete karşı isyan” korkusu yayacak, “sokağa çıkmak” tehlikeli hissini egemen kılacak, kısacası sindirdikçe sindirecek ve ideolojik hegemonyasını pekiştirecek. İşte tam da bunu yapıyorlar.

Ama buna rağmen, yine de kendiliğinden kitle eylemleri artar. Çünkü ne önlem alırsan al, ne kadar baskılarsan baskıla, sonuçta hayat dayanılmaz noktaya geldiğinde, işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin zulme karşı isyanı korku duvarlarını aşar. İşte bu kendiliğinden kitle eylemleri, gerçek anlamı ile devrimci durumun ölçülmesinde oldukça önemli göstergelerdir.

Devrimci örgüt, bu durumu ölçmek için, basının engellemelerini aşacak mekanizmalara sahiptir. Ve dahası, genel olarak durumdan bir epeyce farklı olarak, “kitlelerin ruh hâli”ni de ölçebilecek bir örgütsel yapıya sahiptir. Onun için, kitlelerin içinde olmayan bir devrimci örgütlenme, ne kadar doğru analizler üzerinden ilerlerse ilerlesin, kitleleri sevk edemez, yönetemez, onların öncüsü olarak kendisini örgütleyemez.

İşte bu nesnel şartların, ülkemizde bugün var olduğu, olgunlaştığı fikrindeyiz.

Ama buna karşılık, devrimin zaferi için gerekli öznel güçler eksiktir. Devrim, devrimci partinin öncülüğünde, kitlelerin örgütlü eylemi ile zafere ulaşır. İşte eksik olduğunu söylediğimiz şey de budur.

Nesnel olarak devrim yakın, öznel olarak ise “uzak”tır.

Elbette “uzak”lık görelidir. Bazan yarın çok uzaktır, bazan birkaç yıl çok yakın sayılır. Öyle ise, şimdi küreklere asılmanın, şimdi motoru açmanın, “adedi devir”i artırmanın zamanıdır.

Demek oluyor ki, herkesin, her devrimcinin, her “aydın-entelektüel”in yapacağı çok şey vardır. Ve bunun yolu da bilinmez değildir. Dünya devrimci hareketi tarihi, bu konuda birçok şey öğretecek kadar derindir.

2

12 Eylül yenilgisi, sol hareket içinde bir askerî, ideolojik, örgütsel yenilgi olarak algılanmak, öyle ele alınmak zorundadır.

Devrimci hareket, son derece cılız direnişler göstermiştir. Örgütsel yapılar, son derece hızla ve üstten aşağıya doğru çözülmüştür. Demek oluyor ki, devrimci hareket, devleti tanımamıştır, tanıyamamıştır. Devletin “Kemalist” ordusuna duyulan “bön”ce güven, bunun başlı başına bir işaretidir. Oysa Kemalist olduğu varsayılan ordu 1952’den beri ciddi biçimde NATO ordusuydu, hâlâ da öyledir. İktidarı alma rüyasını bile görmedik. Oysa iktidarı hedeflemeyen bir devrimci hamle, iktidarı hiçbir zaman alamaz.

Ama en büyük çözülme, ideolojik alanda oldu.

Buna bir erozyon diyebiliriz.

Bu erozyon, toprağın kayması gibi, sol ve aydın kesimleri devlete doğru kaydırdı. Hem de frensiz bir biçimde.

Bu durum, bizim safta kalanlarda kavramsal kargaşayı artırdı. Sadece bir örnek, sivil toplum kuruluşları (STK) diyoruz, oysa baştan aşağıya egemen sınıf kodlamasıdır. Bizim cephenin kavramı, demokratik kitle örgütleri (DKÖ)’dir. Mesela Mimarlar Odası, mesela Tabipler Birliği birer DKÖ’dür. Burjuva devlet, tekelci polis devleti, nasıl sendikaları kendine bağladı ve bir sendika mafyası örgütledi ise, aynı biçimde kendi sızdığı örgütleri STK olarak lanse etti ve onun dışında denetime alamadıklarını kapattı. Ve bugün, bilimle uğraştığını söyleyen herhangi bir kişi, utanmadan, STK diye bir kavramı kullanmaktadır, dahası bazı sol liberaller de bu kavrama yapışmış gibidir. Sosyolog unvanı ile yazanlar STK diye lafa başlamaktadır. O kadar ki, biz DKÖ dediğimizde, bize “uzaylı” diye bakılmaktadır. Bir açıdan da doğrudur, devrimci mücadelenin, tarihi derinlere uzanan uzayına bağlıyız.

Şimdi biz bu sürecin, solu ve devrimci-aydınları, solu ve aydın-entelektüelleri etkilemesi ile ilgiliyiz. Yoksa geniş kitleler üzerindeki etkisi ile ilgili değiliz şu an.

Bu sürece biz, “durumu teorize etme”, “sıradanlaşma” ve “içe kapanma” diyoruz. Daha doğru kavramlara da açığız elbette. Ve tartışırken, sol ya da devrimci-aydın ayrımı yapmadığımız sürece, ikisini de birlikte ele alıyoruz demektir.

Bir devrimci-aydın, bugün, ülkedeki duruma baktığında, kendini yalnız hissetmektedir. Bu doğrusu bir ölçüye kadar da son derece doğrudur, öyle hissetmelidir. Çünkü, bugün, bizim cepheden gelen bir rüzgâr ortalığı birbirine katıyor değildir. Ama sadece bir yere kadar doğrudur. Gezi Direnişi gibi bir direnişi de düşünürsek, bu yalnızlığı başka türlü ele almak gerekir. Bu yalnızlık, acaba, bir tür yaşam biçimi, bir tür alışkanlık, bir tür hastalıklı hayatı devam ettirme hâli, bir tür alışkanlıklarını bozmak için gerekli cesaretsizlik midir?

İnsanoğlu, doğanın bir parçası olsa da, onun bilincine varabildiği için, yani bilinci olduğu için, şaşırtıcı bir “adaptasyon” yeteneğine sahiptir. Belki bazı canlılar gibi, vücudumuzla çevreye uyum sağlayamıyoruz ama yine de kamufle olmakta hepsinden daha yetenekliyiz.

En zor koşulda insan hayata adapte olabiliyor. Bu yaşamını sürdürmeni sağlayabiliyor, ama bu yeni yaşama ne ölçüde yaşamak deriz bilmek zor.

Baskı ve sansür koşulları, mücadelenin geri düştüğü koşullar, insanın kendisini düşman safına kapaklanacak kadar namussuzlaşmamış kesimleri için de zordur. Direnmenin, ayakta kalmanın birçok yolu ortaya çıkıyor. Ve sonunda bu “yeni” hayat, dünden gelen değerleri bir yumurtanın içinde saklar gibi saklamamıza olanak verebiliyor, ama bu arada bizi de kendine uydurmuş oluyor.

Bizim çıktığımız yol belli. Bize yakın dostlarımız (dostumuz olmamış olsalardı, onları eleştirmeye kalkmazdık), “bu ülkede, bu halkla devrim olmaz” diyorlar. Dediklerini anlıyoruz, yani ne demek istediklerini anlıyoruz. Bize kendimize dikkat etmemizi, bu halkın içinde ihanetçinin, işbirlikçinin çok olduğunu söylemeye çalışıyorlar. Biz de diyoruz ki, zaten o nedenle devleti yıkmak istiyoruz, bu burjuva egemenliği, insanı soysuzlaştıran bu sistemi yıkmak istiyoruz diyoruz. Yani, bu ihanetçinin, bu işbirlikçinin işbirliği yaptığı yeri yıkmak istiyoruz. Anlaşılacağı üzere, dostumuzun da yolu belli. Ayrı yollardayız. sadece onun gönlü bizimle, biz ise onun gönlünden daha fazlasına ihtiyaç duyuyoruz, onun kendisine, eylemine, aklına ihtiyaç duyuyoruz.

Bu aslında, bilimsel olarak hastalıklı bir durumdur. Hastalıktan kurtulmanın, iyileşmenin iki yolu var, ilki sizin irade koymanızla ilgilidir, yani dostumuz bunu istemelidir, ikincisi ise ortamın, havanın değişimidir, yani toplumsal eylemliliğin gelişimidir. Dostumuzu iyileştirecek şey bu iki süreçtir, ya ayrı ayrı ya ikisi birlikte, yani ya şimdi ya da zamanı gelince. Tekrar etmeliyiz, biz, bize en yakın olanlardan, dostlarımızdan söz ediyoruz. Er ya da geç birlikte yürüyeceğimiz kesin olanların, bugün ya da daha erken birlikte yürümek üzere saf tutmaları için eleştiriyoruz.

İnsan sadece “yeni yaşam”a uyum sağlamıyor. Onu da teorize ediyor. Teorize etmeye, bahanenin gelişmiş hâli diyebiliriz. Köylerde oynamak için davet edilen eğer utanıyor ise, “yerim dar” diye bir bahane uydurur. Bizim aydın-entelektüelimiz ise, aslında duruma uygun bir teori geliştiriyor. Mesela devrim, aslında bizzat içinde kendisinin olduğu ve her şeyini açıkça bildiği bir parti tarafından yapılabilir gibi. İyi ama, her şeyini senin bildiğin bir parti, legal-yasal bir parti olabilir ve devrim için böylesi partilerin varlığı çok da önemlidir. Ama devrim böyle olmaz. Bu durumda sen, çoktan bir parti-örgüt kurmuş olmalıydın, ki bu hâlde bile her şeyini bilemezsin, dahası bilmemelisin. Gördüğünüz gibi, son derece doğru ve bilimsel analizlerden sonra, geldiğimiz bir yerde, yaşam biçiminin verdiği alışkanlıkları teorize etme devreye girebiliyor. Burada “yerim dar”, başka bir biçime dönüşüyor: Dans etmek için gerekli metrekare ne kadardır? Biz diyoruz ki, konu toplumsal mücadele ise, sınıf mücadelesi ise, sen dans ettikçe duvarlar yıkılıyor, alan genişliyor, haydi ritme uy ve başla.

Bir başka örnek, belki tartışmayı daha da genişletebilir. Bu kez dostumuz diyor ki, “siz belli bir güce erişin, ondan sonra. Bu iş zordur, yapılamaz.” Aslında yine temizcedir. Biz öyle düşünüyoruz. Söyleyenlerin dostluk “derecesini” etkilemez bunlar. Biz bir düşünüş şeklini ele alıyoruz. Aydın ve sol saflarındaki yarı gizli, derinde kök salmış bir hastalığı ortaya çıkarmaya niyetliyiz.

Frédéric-Irène Joliot-Curie ikilisi, Nazi işgalindeki Fransa’da, laboratuvarlarında atomun parçalanması için Nazi nöbetçileri eşliğinde çalıştırılırken, bir yandan onları oyalıyorlardı ve diğer yandan da içinde etleri ile kemikleri ile yer aldıkları direniş hareketine bombalar tedarik ediyorlardı. Yani direnişçilere, “siz önce şu noktaya gelin, siz önce şu köprüyü geçin, şu dağları aşın” demiyorlardı. Zaten öyle de dememeleri gerekiyordu, bugün de gerekiyor.

İşte bu noktalarda başlayan bir “ama”, acaba, gerçeği ne ölçüde yansıtıyor ve hangi gerçeği yansıtıyor? Acaba, bu amalar, kendi durumumuzu “teorize” etmeye mi varıyor?

Madem ben devrim için gereken şu adımları atamıyorum, öyle ise “devrim böyle yapılmaz” tutumudur gerçek anlamı ile teorize etmek. Acaba bugün, daha çok sol, bu tutum içinde midir?

Bir yönü ile bu, güven sorunudur da. Güven sorununda bir sabit olarak kullanabileceğimiz gerçek var: Birçok hâlde güven sorunu, kendine güven sorunudur ve karşındakine güvensizlik olarak ortaya çıkar.

Kitleler için bu güven sorununu anlıyoruz. Çünkü 12 Eylül yenilgisi hâlâ yerindedir. Ve sosyalizmin çekiciliği de henüz öyle “gemileri yakıp” savaşa koyulacak boyutta değildir. Bu, kitleler için anlaşılırdır. Ama bilimle bakanlar için, görünenin ötesini, gelmekte olanı görenler için bu çok da anlaşılır gelmiyor.

Buna bağlı olarak, birçok kişi, bunların bir bölümü de bazı örgüt-partilerle bağlantılı, kalbinin bir köşesinde özlemini duyduğu devrimci mücadeleye, neredeyse güvensizdir ve bunun için hiçbir risk almadan yaşamını sürdürmektedir.

İnsanoğlunun özlemleri ile bu özlemler için yaptıkları arasında bu denli bir kopukluk, aslında onu hasta hâle getirir. Sevdasını kendi içine hapseden genç gibi, platonik bir yaşam sürmeye başlar. Hele ki, sizin istemleriniz toplumsal yaşama ilişkin, yani sizin bireysel ihtiyaçlarınızın ötesinde istemler ise, bu hastalık büsbütün tüm vücudu kaplar.

Kendi istemleri için (bireysel ihtiyaçlarını aşan istemleri) bir şey yapmayan bir kişi, sıradanlaşır. Sıradan, sürünün bir parçası hâline gelmiş bir kişi, sonra, bir rakı masasında, bildiği tüm doğruları söylemeye başlar. Evet bunlar doğrudur, ama ne işe yaramaktadırlar? Bu kadar çok doğruları söyleyebilen, ama bunun için bir şey yapmayan insanın oluştuğu bir başka dönem olmuş mudur? Sahi, bu kadar çok doğru, size fazla gelmiyor mu? Fazla, sıkıcı değil midir? Birçok hâlde bu kadar çok doğrunun konuşulduğu sohbetlerde, susmak zorunda kalıyoruz.

Temel ile Dursun birbirine bilmece sormaktadırlar. Dursun sorar: “Çıpası var sokamaz, peteği var bal yapmaz, kanadı var uçamaz bil bakalım nedir?” Temel bir an durur: “Arıdır ama ne boktan arıdır” diye yanıtlar. Bizim rakı masalarında gördüğümüz şey de budur. Her şeyi bilen, sola eğilimli insanlar, ama bildikleri hiçbir işe yaramıyor. İşte genel ve yaygın olan bu durum, yani bilmek ama işe yaramamak hâli, sol saflarda, bazı aydınlarda da “en az riskle yapmak” tutumu şeklinde yansımasını bulmaktadır.

3

İşte sıradanlaşmak dediğimiz risk de budur. Bilincinde olmak, mutlaka bu bilincin yansıması ile kendini ifade eder.

Bilincin ölçütü, pratiktir. Deprem konusunda bilgili olmak değil de, bilinçli olmak, mesela depreme dayanıklı evler yapmak ya da deprem fayları üzerinde yapılaşmamak demektir. Eğer bu yoksa, bu konuda konuşmak, aslında bir bilinç durumunun ifadesi olamaz. Bu durumda, bu konuda hiçbir bilgisi olmayan bir kişi ne kadar “sıradan” ise, o bilgili gibi konuşan kişi de o kadar “sıradan”dır ve elbette ilki daha masumdur.

İnsan bilincinin işareti eğer eylem ise, pratik ise, bu pratiğin en gelişmiş hâli, geliştirilen örgütlenmedir. Örgütlü mücadele, devrimci bilincin en gelişmiş hâlidir. Bu nedenle, tarih boyunca devrimci mücadeleyi izlemek demek, geliştirilen örgüt modellerini de incelemek demektir.

İnsan toplumsal bir varlıktır. Toplumsal bir varlık olarak insanın eylemi, toplumsal koşullar ve gerçeklikler içinde oluşur. Bir dili konuşmak için kullanmak üzere size 400 kelime bile fazla gelir, ama eğer siz edebi bir eser verecekseniz, bu kez o dile, aslında aynı dile, çok daha farklı tarzda hâkim olmanız gerekir.

Ve sizin gibi, bu edebî eserleri ortaya koyanlar, ne kadar birbirini aşarsa, o toplumda ortalama olarak dilin kullanımı da o kadar ilerler, diyelim ölçü 400 kelime ise, onu aşar. Mesela dilin iyi kullanıldığı bir toplumda ya da toplulukta, küfürler de değişir.

İnsanoğlunun en gelişmiş bilinci, kendi toplumsal koşulları ve süreci ile ilgili elde ettiği bilinç olabilir. Bu aslında son derece geniş bir alandır. Ve bu bilincin işareti eğer pratik ise, ki öyledir, öyle ise en gelişmiş pratik de insanoğlunun geliştirdiği örgütlenmedir.

Tüm insanlık tarihi boyunca, insan, kendi tarihsel ve toplumsal varlık sürecinin bilincine daha fazla varmaya başlar. Bu tarih boyunca aynı zamanda, insanın, yıkıcı ya da yapıcı, öznel eyleminin rolü artar. Tarih boyunca ilerlemede, öznelliğin rolü sürekli genişler. Sosyalist devrim ve ardından gelecek olan komünizmin kuruluşu süreci, insanın öznel rolünün zirveye ulaşacağı dönemdir (İnsanın öznel rolü, toplumsal anlamdaki öznel rolüdür ve bireysel anlamda insan ile hiç alâkası yoktur. Tüketim toplumunun bize dayattığı “birey” insan hâli, aslında fakirleşmiş, esirleşmiş insan hâlidir). İnsanoğlu, içinde yaşayacağı toplumsal koşulları, kendi elleri ile yaratmaya girişecektir. İşte o zaman doğanın bir parçası olduğunu çok daha ileri bir kavrayışla öğrenecektir. Belki o günleri yaşayanlar, bizim yaşadığımız bu modern zamanlara, insan öncesi tarihin son dönemleri diyeceklerdir.

Tarihte öznenin artan rolü, elbette bugün, modern kapitalist sisteme karşı mücadeleyi yönetecek örgüt meselesi bağlamında gündemdir. Yaşadığımız dönemin en önemli devrimci pratiği buradadır. Ve bu pratik, biliniyor, “buldum buldum” diye ortaya çıkmadan önce, bizzat bu pratiğin içinde yer alarak yaratılabilir. Kısacası bu süreç asla ve asla salt teorik bir süreç olamaz. Safını bilmek, o safta bir militan olmak devrimciliktir. Ama bu, hiçbir zaman “standart mekanizmalar”la bağlı olmak ile sınırlı tutulamaz. Şükür o kadar zekâmız var. Daha doğrusu zorlu yenilgi dönemlerinin kendine özgü bir zekâsı var. Hatta bu zekâ herkeste var, mesele bu zekâyı işlemekte, örgütlemektedir.

Eğer, bildiklerimiz bizi sıradan insandan ayırmıyorsa, aslında bu bir bunalım yaratır. Akmayan bilgi, akmayan bir su gibi çamurlaşır, bir bulanıklığa yol açar. Bilginin akması, toplumsal pratik içinde yoğrulması demektir.

Sıradanlaşma, aslında ortalama toplumsal bilinci aşamamak demektir.

Toplumsal bilinç, toplumdaki ortalama bilinçtir. Diyelim ki, bugün, hırsızlık, kamu malını soyma konusundaki bilinç, aslında toplumsal ortalama bilinç düzeyinde “makul”dur. Diyelim ki birisi kamu malını çalıyorsa, 5 müteahhite vergi afları getiriliyorsa, Erdoğan ailesi ile müteahhitler arasında akçeli ilişkiler varsa, bu durum “ayıplanmıyor.” Makul ve anlaşılır olarak karşılanıyor. İşte bu, toplumsal bilinç için bir örnektir. Aynı şey ahlâk açısından da söylenebilir. Namus, mesela kadının ve sadece kadının bacaklarının arasındadır, ama yalan söylemek namusla ilgili bir durum değildir. İşte bu toplumsal bilinç, genel bir kural olarak “birey”in bilincini belirler. Eğer birey bu bilincin dışına çıkamıyorsa, sıradanlaşmış demektir. Kamu malı soymak, yağma, rant sıradanlaşmıştır. Yalan sıradanlaşmıştır. Mesela bir tarikat üyesi, vapurda yanındaki eşine bakan bir çocuğu bile boğazlamaya hazırdır ama aynı zamanda kendisi eşini ve kendini tarikat şeyhine badeletmekten geri durmamaktadır. Bu kişinin vapurdaki davranışı sıradan, ortalama toplumsal bilince uygundur, ama tarikat şeyhine badeletmek üzere ailesinin tüm üyelerini sıraya dizmesi aslında “özel” bir durumdur, henüz sıradanlaşmamıştır.

Bilmek, ama bildiğinin gereklerinden habersiz yaşamak, aslında “bilmemek hâli” ile yaşamaktır. Bu durumda bu bilgiler, aslında var oldukları hâlde, işlevsiz, etkisiz, kullanılamaz durumdadır. Bunun insan üzerindeki etkisi, hastalık olarak adlandırılacak kadar önemli bir niceliği ifade eder.

Ortalama toplumsal bilinç ile davranmak, insanı “rahatlatır”. Bu nedenle aptallaşmak ile rahatlamak arasında, hatta aptallaşmak ile mutlu olmak arasında bir korelasyon kurulabilir.

Hemen her kültürel aktivite, aslında bu sıradan bilince, sanatın hemen her alanı bu sıradan, ortalama toplumsal bilince müdahale anlamını taşır. Onun için sistem, kapitalizm ya da günümüz tekelci kapitalizmi, entelektüel üretime, entelektüelin varlığına düşmandır. Bunun en açık örneği de, ülkemizde TV kanallarını dolduran “uzman”lardır. Kendinden menkul keramete sahip bu türedi “uzman”lar, muhtemelen Google’dan bir arama ile elde ettikleri, “doyurucu”luğu hamburger tarzı bilgilerle uzman olarak ortaya çıkmaktadırlar ve karşılarında yer alan eklenmiş “gazeteciler” formatlanmış karakter olduklarından herhangi bir soru ile bu bilgileri aşamamaktadırlar. Seyirci, bant sistemi üretilmiş bu bilgi “hamburgerlerini” yemekten obezleşmektedir, beyinsel obezite adı uygun olur mu, bilmiyorum, ama hastalık olduğu kesindir.

Tekeller çağı, aynı zamanda kitlesel üretim çağıdır ve bu çağda kitlesel üretim “standart” üretim de demektir. Standart, demek ki ortalama, kabul edilebilir anlamında iken, “kaliteli” olarak sunulmaktadır. Ve bu “standart” mallar, tüketim toplumunu gerekli kılmaktadır. Bilgi de bunun alanlarından biridir. “Uzman” üretimi, tam da bu yolla, bu anlamda Google’ın işi hâline gelmiştir ve bir üniversite öğretim üyesi, Google’ı aşan bir birikime, derinliğe sahip değildir.

Sıradanlaşma, işte böylesine kapitalist sistemin insanı yönetme uygulaması hâline gelmiştir.

Bilincin ifadesi olan pratik ortadan kaldırıldığında bilgi, sıradanlaşmak üzere hastalıklı davranışlara yol açmaktadır.

4

Örgütsüz insanın eylemi, ona bir anda sonuç verdiği ölçüde değerli gelmeye başlar. Bir üniversiteli, okulda katıldığı ilk protestonun hemen sonuç vermesini ister. Onun, bu eylemler yolu ile sistemi, toplumsal gerçekliği, devleti, devletin üniversitedeki uzantılarını tanıma sonuçları, ona bir sonuç olarak gelmez. Öğrenmek, pratikten, eylemden, yaşamdan kopar ve bilgi biriktirmek gibi bir anlam taşımaya başlar. Bu durumda bu birikmiş ama bilince dönüşmek üzere işlenmemiş bilgiler, eklektik, birbirinden kopuk tartışma-sohbetlere meze olarak iş görür.

Burada anahtar süreç, örgüt kaçkınlığıdır. Değiştirmek amacını gütmeyen öğrenme süreci, elbette örgütlenmeyi aşağılar. Örgütlenmeyi aşağıladığı ölçüde, aslında kendisini çevreleyen nesnelliği büyütür, onu aşılmaz olarak algılamasına neden olur.

Bu süreci bazı noktalarda, rastlantısal olarak aşan kişiler, bu kez, o kitleden kopmaya başlar. Eğer bilinç durumu bir örgütlenmeye yol açmıyorsa ve hâlâ dürüstlük devam ediyorsa, içe kapanma başlar.

İçe kapanma, kendi farkındalığını, kendi “aykırılığını” örgütleyememe de demektir. Bu içe kapanma, daha az insanla, daha dar bir çevre ile ilişkiyi ve yaşamı sınırlandırmak da demektir. Sistem zaten, aykırı olanı yalnızlaştırdığı için, bunu beslemektedir.

Böylece yaşam belirtisi demek olan eylem, dar bir çevrede bir tarz “koloni” gibi yaşamayı beraberinde getirir. Komün gibi olsa, bir pratiği çağırmış olacağından, buna daha çok bir tür “koloni” yaşamı, bir tür yalıtık yaşam demek yerinde olur.

Bu koloni yaşam tarzının da kendine özgü bir zekâsı vardır. Kendi içinde “temiz”, ama akmayan, hayatın kalabalığına karışmayan bir yaşam, en güvenilir bir çevre içinde sıkışıp kalmak gibi bir zekâ üretir. Böylece daha güvenli bir koloni yaşamı ortaya çıkmış olur. Sınıf mücadelesinin paldır küldür akışı, vurdulu kırdılı ilerleyişinden uzak, riski az kolonilerde, gerçeklik sorgulanmaya devam eder. Birçok açıdan olumluluklar da yaratan bu yaşam, aslında hayatın akışı ile karşı karşıya geldiğinde, nasıl bir tutum alacağına bağlı olarak bir yön alır. Büyük kitlesel eylemlerde kendini aşan, olumlu anlamda, bir yaşam ortaya çıkması daha olasıdır. Ama o büyük toplumsal eylemlerin olmadığı dönemlerde bu kez içeride bir kirlenme başlayacaktır. Koloni içinde gerçekleşen üretim, bilginin akışını sağladığı sürece buradaki hayat taze kalmayı başarır. Ama kendini yaşamın, sınıf savaşımının “kalabalığına” açmadan, bu üretim bir olumluluk olarak ortaya çıkamaz.

Bir açıdan bu koloni yaşamına örgüt diyebilirsiniz. Ama bunun gerçek anlamda bilincin işareti olarak örgüt hâline gelmesinin ana yolu, sınıf savaşımının yürüdüğü sahaya, koloninin açılması ile gerçekleşebilir. Bu saha, aslında teorik olarak tartışılan şeylerin, teste tabi tutulduğu sahadır. Burada bir elenme, fikirlerin daha çok pratiğe yansıması ile gözden geçirilmesi şeklinde ortaya çıkacaktır. Bu nedenle denir ki, “sen devrimden ne öğrendin?” Bu soru yerindedir. Devrime öğretmek, devrimden öğrenmek, birbirine sıkı sıkıya bağlı süreçlerdir.

Mücadelenin yürüdüğü sahada, doğrudan bir tutum alarak var olmadan, bu öğrenme ve öğretme süreci doğru yaşanamaz.

Bu koloni yaşamı, gruplar için olduğu kadar aydın-entelektüeller için de bir gerçekliktir, vardır, mevcuttur.

Önemli sorun, koloni yaşamında edinilen ve orada doğruluğuna inanılan alışkanlıkların, başkaları ile birlikte mücadele sırasında tümden değiştirilmesi gereğinin kabul edilmesindedir. Öyle ya kapalı devredeki alışkanlıklar, hayatın sıcaklığında kendiliğinden erimeye başladığında direnç göstermek mümkündür. Koloni yaşamında amaç ile araçlar arasındaki bağ, daha çok araçlar lehine bozulur. Ama sınıf savaşımında işler alışkanlıkları değiştirmeye vardığında, vücudun alışık olmadığı hareketleri yapması gibi zorlanmalar ortaya çıkacaktır. Bunu göze almadan koloni hayatını sürdürmek, risksizdir ve aynı zamanda kirlenmeye açıktır.

“Bana” uyan mükemmel yapılar aramak yerine, bu yapıları yaratmak üzere en doğru yerden işe başlamak, olası hastalıkların tümünü ortadan kaldırabilmeye muktedirdir. Risklidir ama doğrudur.

Elbette bugün, devrim adına atılacak her adım son derece kıymetlidir. Çünkü tarih, işçi sınıfını iktidara çağırmaktadır. Bu çağrıya uymak, bunun gereklerini yerine getirmek, su olmak, toprak olmak, gübre olmak birbirinden değerli varlık biçimleridir. Ve Anadolu’da, daha da ileri gidelim eğer bir coğrafî kısıtlama olarak görünüyor ise Anadolu yerine tüm bölgeyi (Kafkaslardan Ortadoğu’ya, Afrika’ya, Balkanlara kadar) koyarak bu coğrafyada devrimci mücadele için sayısız varlık biçimi olanaklıdır. Ayrıca da gereklidir. Tek bir şartla, örgüt ve örgütlü direnişi temel almak koşulu ile. Herkesin, bu filoya, bu örgütlü mücadeleye özgün katılımı olanaklı ve gereklidir. Belki de herkes, bir döneme kadar kendi katılım yollarını bizzat kendisi tanımlamalı, ortaya koymalıdır. Bir döneme kadar.

Gelmekte olan devrim, çok renkli olacaktır. Yeşil eğer yaşamın rengi olarak ele alınırsa, çok değişik tonu ile yeşil bu mücadelenin içinde olacaktır. Herkes kendi rengini bu mücadeleye, benim rengim bu demek için değil, daha mükemmel bir ton zenginliği elde etmek üzere katmalıdır.

İnsanlığın doğduğu, geliştiği beşiklerden birisi bizim üzerinde yaşadığımız coğrafyadır. Bu aynı coğrafya, son derece kanlı bir tarihe sahiptir. Aşağılanmanın ve sömürünün her türünü yaşamış bir coğrafyadır. Bu coğrafya, bugün, tarihî bir hesaplaşma için, insanlığın yeni bir doğumuna, sömürüsüz ve sınıfsız bir dünyanın doğuşuna gebedir. Bu görkemli doğuş çetin bir mücadeleye hazır olmayı gerektirmektedir. Bunun kolay olmayacağı açıktır. Bu çağda kolay zafer hiçbir yerde olanaklı değildir. Zorlu mücadelelerin de kendine ait bir zekâsı olacaktır. Yaşamın her alanında işleyen diyalektiğin yasaları, bugün, burada da işlemektedir.

Her şeye inat, bir kere daha; ya komünizm ya ölüm!

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...